Din-Bilim Soru ve Cevapları
Transkript
Din-Bilim Soru ve Cevapları
Dikkat: Bu e-Kitabı görüntü ayarınızı %100 ’e ayarlayarak okumanız tavsiye edilir . Din-Bilim Soru ve Cevapları Kenan Keskin Fizik Müh. www.yorumsuz.net.tc tarafından derlenerek size e-kitap olarak sunulmuştur. Kaynak: http://sufizmveinsan.com Basım: Şubat 2007 Zamansız-Sonsuz Boyutun kapısını açmak için . . Kozmik Bilinç için . . Olanların ÖTESİNE gitmek için . . Olanların ardındaki Ş İ F R E L E R İ çözmek için . . Yayın Listemiz >>> Sayfa 63…70 2 - yorumsuz bildiri - İnsanlığa gerçekleri anlattığına inandığımız düşünürlerin, yazarların, aydınlanmışların ilimsel üretimlerini sizlerle paylaşmaktan başka bir arzumuz yoktur. Biz bir başka insanı değişim-dönüşüme uğratamayız. Bizim yapabileceğimiz tek şey; değişim-dönüşümün meydana gelebileceği, hoşgörü ve sevginin girebileceği bir alan, bir boşluk yaratmaktır. Dileğimiz size yararlı olabilmek... Evreni (algılayamadıklarımız dahil) yöneten ve farklı adlarla işaret edilen Yüce Gücün, bu arzumuzu yerine getirmemiz için, önümüzü açık etmesini diliyoruz; ‘Eğer bu duanın gerçekleşmesi, bizler ve tüm yaşam adına en iyisi olacaksa... ’ www.yorumsuz.net.tc 3 Din-Bilim Soru ve Cevapları Kenan Keskin Fizik Müh. Sayfa Sayfa 4 - 1. Bölüm 9 - 2. Bölüm 15 - 3. Bölüm 22 - 4. Bölüm 29 - 5. Bölüm 36 - 6. Bölüm 43 - 7. Bölüm 53 - 8. Bölüm 63 - Yayın Listemiz www.yorumsuz.net.tc 4 Din-Bilim Soru ve Cevapları Kenan Keskin Fizik Müh. 1. Bölüm * Bizim gibi duyu organları olmayan Cinlerin ve birtakım meleklerin sohbet eden bir veliden faydalanması nasıldır? Bir veli, bir yerde sohbet ettiği zaman bize ulaştırmak istediği manalar, boyutumuzda dil yoluyla kelimelere dökülerek aktarılırken, bunun karşılığı olan beyin dalgaları da beynimizi etkileyip ruha enerji yüklerken, o ortamda bulunan bir cin de, bizim boyutumuza ait olan kelimeleri, cümleleri değil, o beynin yaydığı anlam yüklü dalgaları kendi boyut karşılığından değerlendirmek suretiyle kapasitesince alır, enerjisinden beslenir. Keza cin kökenli melaikenin, zikir meclislerinden gıdalarını almalarının sistemi de budur. * Haiti’de büyü olarak nitelendirilen bir yöntemle, insanların beyin faaliyetlerinin yitirilmesine; ölenlerin ise, mezardan dirilip aynı şekilde moronsal ya da sokak delisi gibi yaşama devam etmelerine etken gerçekten büyü müdür? Öncelikle bu yöntemin (gerçekten olanlarının dışında) bildiğimiz büyü ile ilgisi yoktur. Bilim adamları, o kişilere verilmek üzere kullanılan karışımların içerisinde, sinir sistemini çok güçlü bir biçimde etkileyen bir tuzlu su balığın iç organlarında ve derisinde bulunan tetra dodolsin adlı bir maddeyle karşılaşmışlardır. Yüksek düzeyde alındığında 5 çok güçlü etkisinden dolayı, istenmeyen ya da suçlu görünen insanlar bu büyü adı verilen yöntem kullanılarak cezalandırılmakta, lanetlenmektedirler. Ancak, bu uyuşturucunun geçici ölümlere de yol açması yüzünden, gömülme esnasında veya hemen öncesinde kişiler tekrar kendilerine gelmeleri ve bu maddenin beyinde yapmış olduğu korkunç tahribat dolayısıyla da ruhu alınmış bir kimse anlamına “zombi” diye adlandırılarak toplum dışına itilmekte ve kendinden habersiz şekilde öylece yaşamaya bırakılmaktadırlar. Böylece, diğer kabile mensuplarına nispetle cinlerin kontrolüne daha fazla açık hale gelen bu insanlar bir de onların oyuncağı olarak sefil biçimde hayatlarına devam emek zorunda kalırlar. Bunların içinde, mezara gömüldükten günlerce, haftalarca sonra dirilenler bile olmuştur. En ilginç vaka da, ergenlik dönemindeki bir kız çocuğunun ölümünden dokuz ay sonra gömüldüğü yerden çıkıp tekrar evine gelmesidir. Çünkü, bu maddenin ayrıca vücuttaki metabolizmayı yavaşlattığı için, bu insanların ölmedikleri ve gömülme işleminin de bunların dirilecekleri göz önüne alınarak yapılması, bu tür durumların oluşmasını sağlamaktadır. * Telepatik bağlantıların mevcut olduğu başka hangi durumlar var? İnsan beyinlerinin birbirlerini etkileme olayı, cinsel birleşmede de kendini çok güçlü göstermektedir. Çünkü bu esnada, beyinsel faaliyetler oldukça güçlüdür. Zinada, içinde bulunulan halin beyinde oluşturduğu parazitlenmeyle beyinler birbirlerini negatif yönde öyle bir etkiler ki, beynin bu konuda kendini toplaması kolay kolay olmaz ve bu, ruha da kayda girdiğinden ölüm ötesini de çok büyük oranlarda etkiler. Aynı durum, evlenme yoluyla olduğunda ise, bu negatiflik pozitife döner, birbirlerini enerji yönüyle pozitif etkilerler. Resulullah bu konuda şöyle söyler: “ sizler yataklarınızda eşlerinizle birlikteyken bile sevap işlersiniz”. Bu nasıl olur! diyen sahabesine hitaben de: “Zina yaparken günah işlemiyor musunuz?” diye karşılık verir. Yalnız, enerji yönüyle pozitif yüklenme olsa da bu, şuursal anlamda negatif olabilmektedir. Bu yüzden Resulullah 6 açıklamalarında, kişi evleneceği insanı seçerken öncelikle ölüm ötesini göz önünde bulundurmasını böylece, enerji yönlü olmanın ötesinde kendisini her an olumlu yönde etkileyen, terkipsel değişiklikler yapan birini ya da en azından kendisine parazit oluşturmayacak bir eşi tercih etmesini bildirmektedir. Sistemi çok iyi okuyanlardan biri olan M. İbnül Arabi Hazretleri ise risalelerinde, “ Bir kişi eşiyle cinsel ilişkiye girdiğinde, orgazm olduğu sırada varlıkların en üstününü hayal etsin. O zaman doğacak çocuk, o kişinin bütün özelliklerini değilse de önemli bir kısmını üzerinde taşır” diyerek beyinsel, düşünsel aktivitenin spermdeki genetiği etkilediğini ve bu esnada eşler arası oluşan telepatik bağlantılarının da önemini bize bildirmektedir. O halde, Hz. Lut (as) ve Nuh (as)’ın onlara ihanet eden kadınlarının durumu ile Cennet boyutuna melek olarak girileceğine ve cinsel ilişki...vb. maddesel bedene ait değerler olmayacağına göre, Hz Muhammed’in (sav), Hz. Meryem ile evlenecek olmasını ve genel olarak Cennetteki eş kavramını nasıl düşünmemiz gerekir? * Ektoplazma hakkında biraz daha bilgi verebilir misiniz? Ektoplazma ile maddeleşme olayları da önde gelen bilim adamlarının kendi hazırladıkları şartlar içinde ayrıntıyla incelenmiş, bu konuda çeşitli deneyler de yapılmıştır. Ektoplazma genellikle beyaz renkte olmasına karşın bazen de kül renginde ya da siyah olabilmektedir. Bu madde, önce medyumun vücudundan çıkmakta (veya o görüntü verilmekte) sonra da bu şekilsiz yapı, ruh adını verdikleri varlık (gerçekte ise cinler) tarafından şekillendirilerek maddesel suretlerde görüntü oluşturmaktadır. Ektoplazma vasıtasıyla maddeleşen varlık, hücreleri, eti- kemiği olan, kalbi çarpan, nefes alıp veren (ki bunlar da önde gelen bilim adamlarınca deneylerle, aletlerle de gösterilmiştir), konuşabilen, hareket edebilen (dans edip daktilo ya da kalemle yazı yazabilen), cisimlere somut olarak etki edebilen (duman, macun, un, toz üzerinde iz bırakabilen böylece kalıpları alınabilen), bu materyalize ile elbisesi, kıyafeti, takısı, kimliği, kişiliği, 7 karakteri, davranışları olan tam bir fiziki varlıktır. Sadece insan suretinde değil, birçok canlı cansız suretinde açığa çıkabilmektedir. Orada bulunanların tanıdıkları suretlerde açığa çıkabildikleri gibi, tanımadıkları ya da çıkışına aracı olan medyumun suret ve kişiliğinde de görünebilmektedir. Suretlerine girdikleri kişiler o kadar benzer ki, parmak izleri yada orijinallerine ait ayırt edici tüm özellikleri aynıdır ve onunla ilgili tüm ayrıntılı bilgilere de sahiptirler. Ancak, bu varlıkların kıyafetlerinden, saçlarından ...vs bir parça alınarak muhafaza edilmeye çalışılsa da bu alınan nesneler, varlıklarını uzun süreler boyunca koruyamamakta, tekrar eski hallerine geri dönmekte ve dağılıp yok olmaktadırlar. Materyalize olan varlıklardan kimi, 15-20 saniye, kimi 20-25 dakika, kimi de 1-3 saat gibi maddeleşerek durabilmekte, yeteneklerini sergilemektedirler. Daha sonra maddesel surette görünen bu ektoplazma, eski haline yani medyuma geri dönerek yok olmaktadır. Bu varlıklar medyumdan fazla uzaklaşamamakta ancak, belli bir mesafe içinde rahatlıkla hareket edebilmektedirler. Bu esnada bir kordon bağı görünmekte olup bazı durumlarda görünmeyebilmektedir. Maddeleşen bu varlığa dokunulursa ya da vurulursa aynı his ve duyguları medyum da duymakta, hissedebilmektedir. Bazen bu varlığa dokunulduğunda veya tutulmak istendiği zaman, hızlı bir şekilde eriyerek birden medyumun içine geri döner. Bazen ise, bunun tam tersi olarak o varlıktan izin istenildiği zaman kavranılabilmekte, tutup kaldırılabilmektedir. Bazı az sayıdaki celselerde de, orada bulunan izleyiciler içinden de bu sıvımsı madde açığa çıkabilmekte (ki açığa çıkan kişiler, bunun farkında olmayabilmektedir) ve bu medyumdan çıkan ile birleşerek de maddeleşmeler gerçekleşebilmektedir. Bazı maddeleşmelerde de (bunların da sayısı azdır) ektoplazmanın medyumdan çıkışı açıkça görülmeksizin bir anda belirebilmektedir. Ayrıca, ektoplazma vücuttan çıkarken elbiseler bir perde oluşturmamakta, kıyafetlerden rahatlıkla geçebilmektedir. Ektoplazmaya bağlı maddeleşmelerin bazılarında, vücudun tamamı yerine sadece, el, ayak ya da belirgin olmayan bir şeklin üstünde, yalnız kafanın oluştuğu, bazılarında ise, varlığın bir kısmı somut iken diğer kısımlarının oldukça şeffaf, latif olduğu da görülmüştür. 8 Ektoplazmanın medyumdan kaynaklandığını göstermek için deneylerde, maddeleşen varlığa (daha önce de belirttiğimiz gibi) dokunulduğu zaman bunun medyum tarafından hissedildiği ya da onun üzerine mürekkep, boya...vs ile bir iz, bir leke oluşturulduğunda ise, ektoplazmanın medyuma geri döndükten sonra bu izlerin medyumun bedeninin aynı veya farklı yerlerinde tıpatıp benzer izlerin oluştuğu da gösterilmiştir (bu ışınsal varlıklar, neden oldukları poltergeist yada reenkarnasyon vakalarında da insan vücutlarında çeşitli izler oluşturabilmekteydiler). Bu ektoplazma maddesi incelendiğinde ise, % 50’ sinin su, geri kalanlarının da başlıca karbon, hidrojen, oksijen, kükürt, azot... olduğu tespit edilmiştir. Bu seanslarda duyulan pis kokunun kaynağı da yine bu ektoplazmadır. Hatırlarsanız, cinlerin en sevdiği şeylerin başında koku ve bilhassa pis koku gelmekte idi. Seanslarda bu kokunun giderilmesi için çeşitli bitki ve parfümler kullanılmakta bazen de maddeleşen varlık ya da varlıklar tarafından bu türden güzel kokular duyumsatılmaktadır. Bu benzeri kokuların varlığı, hayalet olaylarında da görülmektedir. Ektoplazmanın güçlü ışık altında yok olmasına karşın yine de normal ışık altında kameralarla film ve fotoğrafları rahatlıkla çekilmiş, kızıl ötesi kameralarla da varlıkları somut olarak ispatlanmıştır. Materyalizasyon işlemlerinde medyuma yardım eden ruhsal rehberler de vardır ve bunlar da bazen maddeleşerek veya medyumun ağzından konuşarak oradaki insanlara celseyle ilgili çeşitli bilgiler ile insanları etkilemek üzere edebiyattan sanata, bilimden dine kadar hemen hemen her şey hakkında fazlasıyla bilgi vermektedirler. Sadece tek bir varlığın değil, birden fazla hatta 20-25’ e kadar varlığın maddeleştiği celseler de vardır. Yine Ektoplazmanın, insanın bir katmanı gibi medyumdan çıkıyormuş izlenimini vermek için, varlık tam anlamıyla maddeleştiği zaman, medyum tamamen ortadan kalkmakta, görünmez olabilmektedir. Maddeleşen ruhsal varlığın, herkesin gözleri önünde mühürlenmiş çelik kafesten süzülerek dışarı çıktığı gibi, bazı celselerde de medyum da aynı şartlardaki çelik kafes içinden bir anda, kendiliğinden çıktığı ya da bu ruhsal 9 varlıklarca çıkarıldığı gözlemlenmiştir. İnsandan somut bir biçimde çıkıyormuş zannını doğuran ektoplazma, ruhun bir katmanı olmayıp tamamen cinler tarafından insan vehmi üzerine, beş duyusuna olan etkisinden kaynaklanmaktadır. Gerçekte ise, mevcut olmayan bir yapıdır. Zamanı geldiğinde Deccal’in ordusu olarak görünür scalada belirecek olan cinler, söylenenlerin aksine, maddeye olan birtakım etkilerini de kullanarak insanları hayretlere düşürecek çok daha somutmuş izlenimini doğuran şeyler ortaya koyacak olsalar da, bu durumu asla değiştirmeyecektir. 2. Bölüm * Bitkilerin de bir bilinci olduğu söyleniyor, eğer doğruysa bunun boyutları ne düzeydedir?. Alman Biofizikçi Frittz Popp, canlı hücrelerin zayıf bir ışık yaydığını bularak, "bio-foton" olarak isimlendirdiği çalışmasıyla, fotonların hücre çalışmasında önemli bir rol oynadığını göstermiştir. Yapılan araştırmalarda alelade, basit olarak algıladığımız bitkilerin de sahiplerini tanıdıkları, bildikleri, seslere çeşitli frekanslardaki elektromanyetik (E-M) dalgalara ve dolayısıyla çevrelerinde olup biten tüm olaylara, psikolojik durumlara karşı olumlu ya da olumsuz tepkiler verdiği, çeşitli fiziksel değişimlere uğradığı ispatlanmıştır. Örneğin, her gün şefkâtle ve güzel sözlerle muamele gören bitkilerin diğerlerine oranla daha iyi geliştiği, büyüdüğü, daha canlı ve parlak olduğu görülmüştür. Bunun yanında, günde belirli bir saat klasik müzik dinleyen bitkilerin de müziğe doğru eğilerek aynı şekilde gözle fark edilir derecede olumlu bir gelişme kaydettikleri, buna karşın rock, havy metal türü gürültülü müzik dinleyen bitkilerin ise, adeta kaçarcasına müziğin aksi yönüne yönelerek ya daha geç ya da anormal derecede büyüyerek tepki verdikleri, bazı durumlarda da zayıfladıkları ve kuruyup öldükleri gözlemlenmiştir. 10 FBI’ da yalan makinesi üzerine eğitim veren Clave Bacster tarafından elektronik cihazlarla bağlanarak davranışları izlenen bitkilere, elinde makasla, bıçakla...ya da ateşle yaklaşıldığında veya yanlarında bir başka bir bitkinin, hayvanın, insanın öldürülmesinde, cıyak cıyak bağırdığı kiminin korkup bayıldığı, kiminin de yas tuttuğu ve bu işlemi yapan insanın daha sonra bitkinin bulunduğu odaya getirildiğinde olaylarla hiç ilgisi olmayanlara hiçbir tepki göstermezken, o kişiye bariz bir şekilde tepki verdiği, dolayısıyla bir hafızaya sahip oldukları tespit edilmiştir. “Bacster Etkisi” olarak da adlandırılan bu durumlar, Amerika ve Rusya’ da binin üzerinde laboratuar deneyleriyle de gösterilmiştir. Daha da ilginci, bu işlemlerden birini yapma düşüncesini taşımak bile, bitkilerin tepki vermeleri için yeterli olmasıdır. Sadece bu tür insanları değil, negatif enerjiye sahip sıradan bir insanı ya da odaya giren bir kediyi, köpeği...veya üzerine gelmekte olan bir örümcek, bir karınca...gibi küçük canlıların bile kendisine verebileceği zarardan ötürü hissedip algılayabildikleri, insan üzerindeki bir yara ilaçlarla tedavi edildiğinde bile buna anında tepki gösterdikleri tespit edilmiştir. Bitkilerin bu özelliği, suçluların bulunması için kullanılabileceğini düşündürmüş hatta bununla ilgili bilinen başarılı bir iki olay da gerçekleştirilmiştir. Kimyacı Dr. Robert Miller başkanlığında Ambrose ve Olga Worral isimli iki şifacı çift ile Amerika’ da yapılan bir deneyde de, aralarında yaklaşık bin km bulunan bir bitki üzerine, “daha hızlı büyümesi yolunda” imgesel yoğunlaşma sağlanmış, sonucunda ise, Birleşik Devletler tarım bakanlığından Dr. H. Kleuter in bitki gelişimi üzerine geliştirdiği bir aygıt yardımıyla bitkide ki anormal hızlı büyüme, tespit edilmiştir. Aslında bununla ilgili tek ya da gruplar halinde yapılan başarılı deneyler oldukça fazla. Zaten ayette de, “her şey Onu tespih eder, ama siz onların tespihini anlayamazsınız” denerek her şeyin Canlı ve de Şuurlu olduğu açıkça belirtilmiyor mu? Günümüzde cansız gibi görünen nesnelerin bile, bir bilince sahip oldukları laboratuar deneyleriyle de gösterilmeye başlanılmıştır. 11 *Bedenen ya da ruh bedenle zamanda yolculuk mümkün müdür? Zamanda yolculuk, teoride mümkün olsa da pratikte iş böyle olmuyor. Çünkü sistemde olabilirler var, olmazlar var. Bir de olabilirlerin olmazlığı var. Bunları çok iyi irdelemek gerekir. Mekanda yani, iki yer arasında bedenen bir anda yer değiştirmek mümkündür ki buna, tayyı mekân adı verilir. Ancak, bu o an için dünya üzeriyle sınırlıdır. Bilinç anlamında, insanların beden boyutundan sıyrılmaları oranında zamanda ileri ya da geri gitmeleri ise, zaten mümkündür. Normal velilerin beyin gücüyle, üst düzey velilerin ise, ruh beden seyahatiyle gerçekleştirdikleri dünya dışı varlık bağlantılarında ise, zaman aşılarak, geçmiş ve gelecek zaman ayrımı ortadan kalkmaktadır. Ancak, dünya üzerinde bu anlamda zamanda yolculuk yaparak, o dönem birimleriyle bağlantıya geçmek, o zamanlarda etkilerde bulunmak ise, sistemin “Ricali Gayb” ile işleyişini göz önünde bulundurduğumuzda bunlar, teoride mümkün görünse de pratikte, sistemin farklı işlemekte olduğunu bize göstermektedir. Bu şekilde yani, tayyı zaman ile o anları seyir etmekse daima mevcuttur. Bu nedenle, ne gelecekten günümüze somut olarak gelenler var, ne de biz böyle bir şeyi gerçekleştireceğiz. Bazı istidraç sahiplerinin, zamanda yolculuk ederek geleceği değiştirdikleri sözü ise, cinni boyutun kaygan zemininde sapmaları ya da cinlerin o birimler üzerindeki oyunlarından kaynaklanmaktadır. Kaldı ki, Hz. Hızır (as)’ ın ya da Hz. İsa (as)’ ın zamanda yolculukları bile, daha önceki yazılarımızda belirttiğimiz şekilde geleceğe doğrudur. Zaten Teklik anlayışı içerisinde düşünürsek, “Ricali Gayb” dahi her birimin özünde mevcut olan bir özellik, bir güç değil midir? Üst düzey Velilerin birimin kaderini yaz boz tahtasına çevirmesi olayı ise, tamamıyla zaman kavramının geçersiz olduğu enfüsi boyuttan (ki, “an” dolayısıyla, tüm zamanlar bilinebilmektedir), levhi mahfuzdan ilgili kayıtları değiştirmesi ve bunun zaman boyutunda açığa çıkmasıyla alakalıdır. Bunları birbiriyle karıştırmamak, sistemde her birini yerli yerinde görmek gerekir. Bizim geçmiş ya da geleceğimizden zamanda yolculuk yaptığı söylenen Ufo veya benzeri şeylerin ise, tamamen Cinlerin oyunu olduğuna da, 12 “Boyutlar Ve Maddeleşmeler” adlı yazı dizimizde detaylarıyla değinmiştik. *İnsanlar ruhlarıyla mı işitmekte, görmekte, hissetmekte... vs. dir? Öncelikle bizler, gerek Kuran, Resulullah açıklamaları gerekse de mistiklerin bulundukları devir itibariyle ifade ettikleri sembol ve mecazi söylemleri, günümüz bilimsel anlayışıyla deşifre etmek, çözümlemek durumundayız. İnsanların ruhlarıyla görmesi, işitmesi, bilmesi... vs anlayışı da mistisizmde bu sembolik anlatımların gerçek olarak algılayıp çözümlenmemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu mota mot ifadelere göre ise, ötelerdeki tanrının ruhundan belli özellikler yüklenmiş olan ruh (nasıl oluyorsa?), ondan kopup gelerek insan bedenine girmekte ve sahip olduğu tanrısal özelliklerle, güçlerle de görmekte, işitmekte, öğrenmekte...vs. ve böylece ayrı bir mekânda yaratılan ruh, dışarıdan girdiği bu bedende pişerek olgunlaşarak, terbiye olarak ya da olmayarak bedenin yok olmasıyla tekrar yargılanmak üzere tanrının huzuruna çıkmakta ve onun vereceği karara göre de cehennem veya cennete gitmektedir. Aslında reenkarnasyona da temel teşkil eden bu görüşe paralel olarak ifade edilen bir başka görüşte de, asıl ve öncelikli olanın ruh olduğu ve holografik olarak beyni, dolayısıyla bedeni ve evreni yaratanın bu yapı olduğu ve insanın gerçekmiş gibi kabul ettiği, bu boyutta gördüğü, işittiği, hissettiği, ...vs. tüm özelliklerin aslında bu ruh ile meydana geldiğidir ki, bu da hem Resulullah’a, hem mistik açıklamalara, hem de sisteme ters bir durum oluşturmaktadır. Çünkü, daha önceki yazılarımızda da değindiğimiz üzere (Resulullah’ın ifadesine göre) insan ruhu dışarıda yaratılıp insan bedenine girmeyip, anne karnında 120. günde birimin kendi beyni tarafından üretilmekte ve holografik sistemle çalışan beyin, tüm özelliklerini bu ruha yüklemektedir. Aslında tüm bu yanlış yorumlar beyni, beyin-ruh ilişkisini tam olarak çözümleyememekten kaynaklanmaktadır. Çünkü beyin, Allah’ın 99 esma ile özetlenmiş özelliklerini açığa 13 çıkartabilecek (ki bu yüzden yeryüzünde (arzda) halife olmuştur)yani, holografik olarak sonsuzluğa uzanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Zaten zikir dediğimiz şey, bizde (terkibimizde) yeterli düzeyde açığa çıkmamış o isimlerin açığa çıkması için yapılmaktadır. Ötedeki birini anmak, ona yaranmak için yapılmamaktadır. Çünkü öyle bir varlık yok. Dolayısıyla, ruh gücü dediğimiz şey, aslında beyin gücünün ta kendisidir. Ruhun kapasitesi, Beyin kapasitesiyle aynıdır. Ruh ile beyin daima birbirleriyle iletişim halindedir. Bu yüzden ruh, beyinden bağımsız olarak kendi başına belli özelliklere, güçlere sahip değildir. Yine, biz farkında olalım ya da olmayalım ruh beden, beyinden ayrı olarak kararlar veremez. Yukarıda da belirttiğimiz üzere ruhtaki özellikler, meydana geldiği beyindeki özelliklerin, güçlerin aynısıdır. Bu yüzden gerek keşif ehlinin, gerekse de fetih ehlinin gerçekleştirdiği kerametler, tamamıyla beynin eseridir. Aynı şekilde, Hz Muhammed’in (sav) Kudüs’ ten bize göre soyut o boyutça somut şekilde ruh bedeniyle gerçekleştirdiği seyahat ya da Miraç olayı da yine beyin tarafından oluşturulan, startı verilen bir durumdur. * İstidraç sahiplerinin yaptıkları illüzyon olmamasına karşın, illüzyona da başvururlar mı? İllüzyonlar, sadece özel yer ve şartlarda, kendi istedikleri tarzda, yönde gösterilerini yaparken, istidraç sahipleri her şartta ve de karşısındaki kişinin istekleri doğrultusunda daha etkileyici halleri, olayları gerçekleştirebilmektedirler. Genelde de illüzyona başvurmazlar. Çünkü zaten gerek duymazlar. Ancak bunlardan bazılarının (hepsinin değil), kimi zaman hiç de yapmayacakları anlamına gelmez. Hatta kendiliğinden oluşan şeylere de sahip çıkarak bunu kendilerinin meydana getirdiğini de söyleyebilirler. Ya da birtakım illüzyona başvurmaları, onların İstidraç yeteneklerini kullanmadıkları anlamına da gelmez. Bildiğimiz gibi, firavunun sihirbazları da önce illüzyona başvurmuşlar sonra da gerçek sihri yani büyüyü ortaya koymuşlardır. Görünürde aynı gibi gözüken, ama 14 tamamıyla farklı boyutlardan ve bunlardan farklı amaçlara dönük ortaya konan kerametlerde ise, illüzyon kesinlikle bulunmaz, kullanılmaz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, kişi inanmıyorsa, gerçekten istidraç ya da keramet olayına bile “illüzyondur” deyip kendince kanıtlar ortaya koyabilir, birçok sorunun cevabını veremeyecek, açıklayamayacak ya da olayı saptıracak şekilde. Tıpkı, Resul ve Nebilerin mucizeleri karşısında bunların birer illüzyon, göz boyaması, kandırmaca olduğunu söylemeleri ve bu yüzden inanmayanların olması gibi. Ayrıca sihir yani, büyü olmaksızın sadece illüzyonla siz dünyanın çeşitli yerlerinden yüz binlerce, milyonlarca insanı peşinizden sürükleyemezsiniz. İstidraç sahibinin yanında ya da uzağında iken, o kişi ile birebir ya da topluca yaşanılan öyle olaylar var ki, bunlar illüzyonla bile gerçekleştirilemez. Bugüne karşın hiçbir illüzyonist de böyle bir şey yapıp bu kişiliklerle yüz binleri, milyonları peşinden sürükleyememiştir. Bu olaylarda, birtakım varlıklar vasıtasıyla belli bir gücün, kudretin ve bilginin aktarımı söz konusudur. Keza istidraç yeteneğini en zirve noktada ortaya koyacak olan ve bu nedenle tüm dünyayı derinden etkileyecek Deccal lakaplı kişi de (ne zaman ortaya çıkacağı bilinmez) ilkin ortaya çıktığında, insanlar onu ciddiye almayacak, hatta revirlik olduğunu düşünecek, yaptıklarını önce illüzyon numaraları olarak değerlendirecek, ancak kazın ayağı öyle olmayacak ve ortaya koyacağı çok etkili ve büyük olağanüstü olaylar sonucunda istidracın ne olduğunu bilmeyen insanlığın çoğunun, ona inanmaktan başka çareleri kalmayacaktır. Ayrıca, bu ve daha önceki anlatılanlardan bizim, istidraç sahiplerinin yaptıkları birtakım gerçek üstü şeylere dayanarak onları övdüğümüz, onların felsefelerini tamamen sahiplendiğimiz ya da onlara inandığımız, iman ettiğimiz kesinlikle anlaşılmamalıdır. Yaptığımız istidracı ve istidraç sahiplerini ne yüceltmek ne de yerip aşağılamaktır. Sadece sistemdeki yerlerini tespit etmektir, o kadar. 15 3. Bölüm * İnsan ruhu dalgalardan meydana gelmesine karşın nasıl oluyor da havada dağılmadan bir arada durmaktadır? Bunun cevabını holografik açıdan vermeye çalışalım. Bildiğimiz gibi, bedenimizdeki hücreler beynin ürettiği bio-elektrik vasıtasıyla bir arada tutulmaktaydı. Bu özellik otomatikman beyin tarafından üretilen ışınsal bedende de aynıyla yansıdığından bu bilgi, dalgaların boşlukta dağılmadan bir arada kalmasını sağlamaktadır. Anti parantez bu ışınsal beden, her ne kadar E-M dalgasal yapı olsa da bildiğimiz ışık, telsiz, radyo... dalgası da değildir. Tıpkı bizim, topraktaki atomlardan, minerallerden, maddelerden oluşmamıza rağmen bize toprak denmemesi gibi. Ayrıca, bu beden yapısı için mikrodalga terimi kullanılsa da, bu bizim sonsuz elektromanyetik spektrum bandının sadece küçük bir bölümünü teşkil eden ve dalga boyu 10 ile 10 üzeri (-4) m. arası dalgalar kast edilmemekte, sadece ruh bedenin elektromanyetik kökenli bir yapı olduğunun vurgulanması için söylenmektedir. Tekrar konumuza geri dönersek; zaten kuantum fiziğine göre, evrenin temel yapı taşı bilgi olup aslında, evrendeki tüm yasalar ilgili bilgi istikametinde hareket etmekteydi. Böylece, dünyada ve evrende, makro ve mikro planda açığa çıkmakta olan tüm kuvveler, büyük ya da küçük çekim güçleri, hareketler, oluşumlar, aslında ilgili bilgilerin o mahalden, mahallerden açığa çıkmalarıyla meydana gelmektedir. Benzer anlamla, holografik özellikli evrende, nesneler, varlıklar arasındaki güç, kudret etkileşmeleriyle ortaya çıkan oluşlar, hareketler, fiziksel bir etkinin nedeni olmak yerine, gerçekte ilgili bilgilerin birbirlerine aktarılması sonucu nesnelerin boyutsallığında bulunan verilerin (özelliklerin) o boyutta açığa çıkmasıyla meydana gelmektedir. Oysa biz bu durumu, hep fiziksel güçlerin etkileri olarak algılayıp değerlendirmekteyiz. Dolayısıyla, kendi boyutlarında yasalar değişmez olsa da, mutlak 16 değildir. Daha üst boyutlardaki ilgili bilgi istikametinde bu yasalar farklı şekillere bürünebilir, farklı biçimlere de dönüştürülebilirdi. Fakat o zaman da o boyut ya da boyutlar var olmazdı. Bu yüzden insanlar, cehennem boyutuna yaptıkları her şeye rağmen dışarıdan biri tarafından gönderilmeyip dünya yaşantısındayken cehennem boyutuna ait (şartlanmalar, değer yargıları ve duygulardan oluşan) bilgileri yüklenmeleri nedeniyle, ruhun kendisindeki o özellikleri ihtiva eden o ortam, boyut ve şartlarına doğru çekilmesi ve o noktada kendisini bulması sonucudur. Aynı şekilde cennet denilen boyuta da ötedeki biri göndermeyip birimdeki bilgiler istikametinde cehennemden kaçarak Nur boyutuna dönüşmeleri (ki bu nedenle, mekansal bir yere girmek değildir) sonucu oluşmaktadır. Bildiğimiz gibi, gerçekte bir düşünceden ibaret olan insan, ışınsal ruh bedeniyle de cennete girememektedir. * Ölüm anında, Azrail (as)’ in göründüğü doğru mudur? Azrail (as) da ruhunu aldığı anda birimlere bir suret olarak görünebilmektedir. Ve sistemin holografik yapısı dolayısıyla ruhunu kabz ettiği birim hakkında tüm her şeyi, özünden gelen bir biçimde, kendisinde mevcut olan bilgi ile bilir. Ya da “özündeki levhi mahfuzu okuyarak”. Bu suretsiz bir biçimde de, basit biçimde de olabilmektedir. Bu suretli oluşu da kişinin veri tabanına, bundaki bilgiler istikametinde kişiye göre farklı farklı şekillerde olur. Bu yüzden kimine tanıdığı ya da çok sevdiği bir insan suretinde görünürken, kimine de sevmediği, nefret ettiği, zulmettiği...vs kişi ya da çeşitli varlık suretlerinde görünür. Hatta bazı insanlara, Resulullah ’ın suretinde gelir. Bazı insanlara ise mesela, sadece bir koku olarak gelir ve o kişi bu kokuyu duyar duymaz ruhu kabz olunur. Bu koku da kişinin veri tabanına göre güzel ya da iğrenç şekillerde olmaktadır. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, ruhun bedenden çıkması dahi bizim boyutumuza göredir. Ruh açısından, bedenden çıkma diye bir şey yoktur. O yine, tıpkı bedende olduğu gibi kendi ışınsal boyutundadır (o boyuttaki hareketliliği, o boyutun kendi içinde 17 düşünmek gerekir). Sistemin holografik yapısı nedeniyle de bu holografik nitelikli ışınsal beden, karşılaştığı her şeyin hakikâtine yönelerek bir bütün halinde onu araştırmaya, algılamaya çalışır. Bunun yanında dünyada yaşarken başarabilenler, bedeninden, bedenin sınırlamalarından sıyrılarak çeşitli mekansal ve boyutsal seyahatler yapabilmektedirler. Bunu da düşündüğü an o ortamda, boyutta olmasıyla gerçekleştirebilir. Çünkü bilince, bilincin değerlerine bağlı olan ruh, ruhla kayıtlı olmayan bir bilinç tarafından dilenilen yere bir anda yer değiştirebilir. Bununla birlikte Azrail (as)’in sadece ölüm anında işlev gördüğünü düşünmek de yanlıştır. Aslında meleklerin sonsuz boyutların her birinde sayısız işlevleri söz konusudur. Mesela, Azrail (as)’ in, bir olaya son vermesini ve ikinci bir yapının başlangıç ortamını sağlamasını, El Bais isimli meleğin, İsrafil (as)’in dönüşümü oluşturup bir sonraki hayatı, yaşamı başlatmasını, meydana getirmesini göz önüne aldığımızda bu özelliği, mikro kozmosta madde planına ait kararlı ya da kararsız parçacıkların, fotonların var oluş ve yok oluşlarında, hücrelerimizin her an yenilenmesinde, evrimin kendisinde, makro kozmosta yer alan yıldızların, galaksilerin, evrenlerin doğup büyüyüp tekrar dönüşüme uğramalarında, bir çocuğun her an yeni bir şeyler öğrenerek gelişimini sürdürmesinde...vs. görebiliriz. Bununla birlikte, Nur bilinç boyutundaki dört baş meleğin, yansıdığı her boyutta ayrı ayrı yapıları söz konusudur. Dolayısıyla, Nari boyutlarda da o boyutça hükmünü icra eden somut yapıları bulunmaktadır. Bazı cinlerin, evliya ya da Resul ve Nebilerin, dolayısıyla Resulullah’ın kılığında görünmelerine gelince. Cinlerin şeytani vasıflı olanları, bu şahsiyetlerin suretlerine girerek bazı insanlara somutmuşçasına, gerçekmişçesine rüyalarda, sekaret halinde ya da bizatihi görünebilmekte ve onları akla hayale gelmedik şekilde kandırabilmektedirler. Oysa bu suretler, gerçekten de o birimlere ait değildir. Çünkü şeytanlar, onların gerçek suretlerine giremezler. Onları, zaten gören, tanıyan olmadığı için de 18 şeytanlar, kişilerin kendi zanlarına göre o insanlarmış gibi görüntü vermektedirler. Bu birimlerin orijinal suretlerine ise, ancak melekler girer ve sisteme ve hakikate dayalı olarak gereken bilgileri, işlemleri yaparlar. Buna karşılık şeytanların görüntü verdiği güya kutsal şahsiyetler ise, her zaman Kuran ve sünnete, hakikate ve sisteme ters düşen bilgiler vermekte ve o doğrultuda davranışlar sergilemelerini temin etmektedirler. * Ölüm ötesine geçen bir ruh, kabir aleminde, dünya görüş alanından kaybolmadan önce maddesel bedeni ve beyni devre dışı kaldığı için, tıpkı dünyadaki gibi görebilir mi, duyabilir mi, tat alabilir mi, koklayabilir mi, dokuna bilir mi, somut acı duyabilir mi?. Maddesel duyularımız çevreyi ve evreni, elektromanyetik dalgaları yanı sıra, ışınsal yapısıyla ilgisi olmayan madde dünyamıza ait mekanik dalgalar vasıtasıyla algılar. Bunlardan görme dediğimiz, cisimlerden gelen anlam yüklü elektromanyetik dalgaların gözler vasıtasıyla, koku dediğimiz, cisimlerden yayınlanan koku moleküllerinin burnumuz aracılığıyla, işitme dediğimiz, varlıklardan ya da nesnelerin havadaki molekülleri titreştirmeleri dolayısıyla kulaklar tarafından (ki, uzay boşluğunda yeterli düzeyde molekül, atom bulunmadığı için ses dalgaları yayılmadığından mesela, güneşteki patlamaların sesini duyamamaktayız), tat ve dokunma dediğimiz şey de dildeki, derideki alıcılar vasıtasıyla beyinde değerlendirilmesi sonucu algılanır. Buna karşın ölüm akabinde ruh (ışınsal) bedenin, elektromanyetik dalgalar aracılığıyla görebilmesi dışında diğer duyu organları olmadığından onları algılayamaması gerekir. Oysa mistik kaynaklarda bir ruhun, tıpkı madde bedeniyle olduğu gibi, hatta daha da iyi algıladığı, hissettiği, duyumsadığı belirtilmektedir. Bunun sistemine baktığımızda ise, gelen ışınlar, direkt ruh tarafından değerlendirilirken ruh maddi bir yapı olmadığı için, kesinlikle dokunamamakta bununla birlikte dil olmadığından tadamamakta, burun olmadığından 19 koklayamamakta, kulak olmadığından işitememektedir. Fakat tadı, kokuyu, sesi yine de iki şekilde algılar ve hisseder. Bunlardan birincisi, bunları tadan, koklayan, işiten insanların beyinlerinden yayımlanan dalgalardan ikincisi ise, o şeylerin bilgisinin ruhunda kayıtlı olmasından ötürü, bizatihi algılar. Bu nedenle, gerek ölüm ve akabinde gerekse de kabirde, birim bedeniyle kayıtlı olduğu, bedeninden arınmadığı için bedenine yapılan ya da oluşan her türlü şeye karşı tıpkı kendisine yapılıyormuşçasına hissettiğinden, ortada fiziki bir etki olmamasına karşın sanki bu etki varmışçasına, hâlâ o bedende yaşıyormuşçasına aynen acıyı hisseder. Kabir azabının bir kısmını teşkil eden bu bölümde, bedenin çürümesi sürecinde, yılanlar, fareler, solucanlar, kurtlar, bakteriler...bedenini yok ederken birimin bire bir azap duymasının nedeni budur. Ayrıca, bedenlerini ölümlerinden sonra incelenmesi için bilim uğruna ya da başka nedenlerden ötürü kadavra olarak veren insan ruhlarının, bedenleri kesilirken, bizatihi, gerçekten kesiliyormuşçasına acı duyması da bu sebeptendir. Ya da nasıl olsa ruhum tanrının huzuruna gidecek diye cesedini yaktırması da aynı şekilde korkunç azapları beraberinde getirecektir. Gömülme işleminin hemen ardından gidenlerin ayak seslerinin işitilmesinin bir nedeni de budur. * Mistik alanda ifade edilen, “Kendiliğinden” kavramını açabilir misiniz?. “Kendiliğinden kavramı”, materyalist felsefede maddenin, var olmasıyla sahip olduğu bilinç ile bir nedeni ve sonucu olmaksızın yoktan bir anda oluşmasıdır (?). Sadece maddeyi esas alan ve hayattaki birçok gerçekle de uyuşmayan bu görüşe göre, maddenin yani, evrenin ve içindekilerin bir amacı, belirlenmiş, nihai bir noktası yoktur. Amaçsız bir biçimde tesadüfen var olur yine, ihtimaller zinciri içerisinde yaşar ve tekrar yok olur. Bu açıdan olayların aslında bir nedeni de yoktur. Neden, niçin sorularını barındırmaz. Çünkü, cevabı da yoktur. Oysa cevabı olmayan, cevaplanmayacak hiçbir 20 şey, hiçbir sistem, daha doğrusu böyle bir kavram olamaz. Sistem ve düzen varsa, bir şey bir şekilde meydana gelmişse, var olmuşsa, oluşumun cevabı da mutlaka vardır, olmalıdır. Aksi taktirde, akılcılık yapıyorum derken, akılcılığın tam tersi olan çelişkili durumlara saparız ki, bu da gerçekten hiçbir şey ifade etmez. Bilimin geldiği son nokta da, Kuantum fiziğinin temelini oluşturan hologram prensibine göre, algılanan ve algılanmayan tüm varlık, Allah’ın İlim Sıfatının zuhuru olan Kozmik Bilincin İndinde bir yanılsamadan ibaret olup her bir yanılsama da o birimin yapısına göre, görünenin bu Kozmik Bilinç olduğunu ifade etmektedir. Böylece algıladığımız evren, içinde kaosu da barındıracak bir şekilde, Mutlak bir Şuurun meydana getirdiği sistem ve düzenle vardır. Bu nedenle, Mistik alanda ifade edilen “kendiliğinden kavramı”, materyalist felsefeden tamamen farklıdır. Çünkü sonsuz- sınırsız tüm boyutlarıyla varlık, onu meydana getiren Tek’ in ilmine göre, bir hayaldir. Gerçekte, kendi başına müstakil, hiç bir varlığı yoktur. Hiçbir zamanda, “an”da da var olmamıştır. Her bir hayalin, tümü içermesi, Tek’ in o boyutta da yine kendisi olması dolayısıyla da bu hayal suretleri, dışarıdan gelen bir biçimde değil (çünkü iç ya da dış diye bir şey yoktur), özden dışa doğru boyutsal olarak ve nedenini ile niçinini barındıracak şekilde, birbirleriyle de bağlantılı olup yüklendikleri belli bir tasarım, plan ve programla “kendiliğinden” açığa çıkmakta, var görünmektedir. Bu nedenle Tek’ ten bakış açısına göre ister boyutsal, isterse de mekansal her şey, belli bir amaca dönük olarak belli bir sistem ve düzenle kendinden kendine, kendiliğinden var olmakta, kendiliğinden hareket etmekte, kendiliğinden dönüşüme uğramakta...vs. Dolayısıyla kim, kimden ne görüyorsa, kim neyi yapıyorsa, hangi olaylarla karşılaşıyorsa (ki bilgide bizler için kolay olsa da yaşamı oldukça zordur) aslında kendisinde olanla karşılaşmakta, kendi kendisini yaşamaktadır. Daha doğrusu, var olan her şey,Tek’ in tüm boyutlarda, çokluk boyutunda kendini seyrinden, kendini yaşamasından ibarettir, hayal suretleri şeklinde. 21 Ünlü sufist Şeyhül Ekber M. İbnül Arabi, bu çokluk boyutu açısından değil, sadece Teklik açısından (yukarıdan aşağıya bakış açısına göre) olaya bakarak Mirat’ül İrfan adlı eserinde şu gerçeği dile getirdi, “O’nun Peygamberi O’dur, yani Kendisi, Onun Risaleti O’ dur... Yani Elçisi O’ dur. Yani, Kendisi. Keza Kelamı da O’ dur, yani Kendisi. O bir Elçi gönderdi; Kendisinden; Kendisiyle, Kendisine. Ne sebep, ne vasıta. Bunlar yok, çıkar bunları aklından. Elçiyi gönderen, Elçinin getirdikleri, Elçinin Kendisi ve Elçinin geldiği Kimse. Bunların Hepsi Aynı Varlıktır, TEK Şeydir. Aralarında hiçbir fark, değişiklik ve ayrılık yoktur. Onun gayrı için bir vücud düşünülemez. Hatta yokluğu da; yani Fenası da. Hatta, ne ismi, ne de müsemması düşünülebilir. Sakın ha, çok sakın. Bu manâları inkâra kalkmayasın, sonra yanarsın. Çünkü delilimiz kesindir; sağlamdır. Çünkü Resulullah şöyle buyurdu: “Bir kimse ki Nefsini bildi, gerçekten Rabb’ını bilen O oldu” ve Resulullah yine şöyle buyurdu: “Rabbımı, Rabbımla bildim”. Her iki (enfüs ve afaki) boyutsal bakış açısını ise, İbrahim El Cili hazretleri İnsanı Kamil adlı eserinde şöyle dillendirmektedir: “ Dünyadan, Ahirete... Mutlak Fezadan... Zerrelere... Arştan, Refrefe... Sidrei Müntehadan; Salsala-ı Cerese... Parlak yıldızlardan, kalplerin direği olan; Adn cennetine... Mülkten, Melakuta olan; Her Şey Benim... Ancak dikkât et!.. Bütün bunlara rağmen; Mevlasına tevbe ederek dönen; Aciz kul da yine benim; Fakirim, bakirim; eğilenim... Zillet sahibiyim ve günahların eseriyim”. Geçmişte bazı mistiklerin sadece enfüsi açıdan dile getirdikleri söylemleri, onu algılayanlarca bir bütün olarak değerlendirilememesi yüzünden anlaşılamamış ve bu yüzden de tepki görmüşlerdir. Her zaman söylediğimiz gibi bu ifadeler, çokluk (efal) boyutu ve kurallarını ortadan kaldırmamaktadır. O boyutlar nasıl Hak ise, bu boyut yasaları, kuralları, ibadet adı altındaki tüm çalışmalar da aynı şekilde Haktır. Zaten 22 bu tür söylemlerde bulunan evliyanın hayatlarına baktığımızda, zahiri kurallara herkesten çok riayet ettikleri, ibadet adı altındaki çalışmalarının da, onları anlayamayan insanların en az 10-50 katı kadar fazla olduğu görülmektedir. 4. Bölüm *Allah’ın “Ol” demesiyle oluşan nedir? Hangi boyutta ve nasıl oluştu? Öncelikle Allah’ın “ol” emri, bizim nedensellik zinciri içerisinde belli bir süre sonra oluşan bir şey değildir. Çünkü biz bir şeye “ol” derken oluşum, en kısa süre içinde açığa çıksa bile bu, belli bir süreç alırken, zamanın, dolayısıyla neden-sonuç ilişkisinin var olmadığı zamansızlık boyutunda “ol” emri, zaten o şeyin o “an” da olup bitmesidir. Bu da, Allah’ın bölünmez-parçalanmaz bir bütün halindeki sonsuz özelliklerinin (manalarının), varlığın kaynağı olan mana terkiplerine dönüşmesi yani, yaratılışın (yoktan var oluşun) meydana gelmesidir. Yaratılmanın başı (“an” daki boyutsal önceliği göz önüne aldığımızda), enerji ve onun türleri değil, bu esma terkiplerine olan dönüşümdür. Bunun sonucu olarak mistisizmde genel anlamda madde olarak ifade edilen gerçekte ise, Ana Enerji ve bunun yoğunlaşmasıyla oluşan sonsuz boyut ve varlıklar meydana gelmiştir. Başka bir deyişle, zamanın olmadığı Allah ilmindeki hükmünün, yine zaman kavramının geçersiz olduğu varlık âlemi adı altında efal boyutunda bir Bütün olarak açığa çıkmasıdır. Çünkü zamansızlıkta boyutlar, bir “an”da oluşur. Zaman ise, efal boyutu içinde onu algılayan birime göre var olan bir kavramdır. Dolayısıyla, Ana Enerjinin yoğunlaşmasıyla enerji, parçacık, atom, molekül ve nihayetinde bildiğimiz evrenimizi meydana getiren big-bang değil, yine bu Ana Enerjiden sınırsız maddesel evrenleri oluşturan sonsuz big-bangler, tüm Nar ve Nur (meleki) boyutları ve bunların da ana cevheri olan mana terkipleri yani bütün yaratılmışlık boyutu, bu “ol” emriyle, bir “an”da oluşmuştur. Dolayısıyla, bu durumu 23 sadece bizim maddesel evren ve ona bağlı boyutlarına bağlamak doğru olmaz. Ayrıca, zaman kavramının adının bile geçerli olmadığı bir “Nokta” da, tüm boyutların oluşumu ile bu boyutların yok oluşu da aynı “An” dadır. * “Allah, kaderimizi bizimle beraber şu anda yazıyor” sözü, gerçekte hangi anlamda ifade edilmiş bir kavramdır? Bu konunun anlaşılamamasının en büyük nedeni, her zaman üzerinde sıkça durduğumuz gibi, boyutsallık kavramının tamamen oturtulamamış olmasıdır. Üst boyut bakış açısını, yaşadığımız alt boyuttaki düşünce ve mantık yapısıyla değerlendirdiğimiz ve bunun da bize perde oluşturması nedeniyle, gerek Kuran ve gerekse de Resulullah açıklamalarının ne anlatmak istediğini bir türlü kavrayamamakta, sonucunda da olayları çelişkisiz bir biçimde açıklayamamaktayız. Bu perdeli anlayıştan kurtulmanın yegâne yolu ise, bulunduğumuz bakış açısını bir kenara bırakarak yorum yapmaksızın üst boyut bilgilerini, yine o boyutun bakış açısına göre objektif olarak değerlendirmektir. Bu beş duyusal bakış açısına göre, bir tanrı ve bir de ondan ayrı, ama devamlı ondan geldiği söylenen kullar bulunmaktadır. Böylece bir tanrının, bir de kulun aralarında bir çizgiyle ayrılmış ayrı ayrı akıl ve iradeleri vardır, birbirlerine bağlı olarak. Bu akıl ve iradeler kimi zaman kesişirken, kimi zaman da birbirleriyle kesişmemekte, bağımsız hareket etmektedirler. Sonuçta kul, özgür aklı ile irade eder, dilediğini yapar. Tanrı ise bu sırada olaylara karışmaz, sadece kulun neler yapabileceğini bildiğinden, her birim kaderini kendi yazmakta ama kaderi, tanrı ezeli bilgisiyle sadece bildiğinden, indinde adının bile geçmediği kulun iradesine endeksli olarak, onunla kayıtlı olarak yaratımda bulunmaktadır. Ya da bir anlamda tanrı, kulu ile birlikte o kaderi o anda yazmaktadır. Eğer tanrı böyle olmasaymış, merhametli, adil, eşitlikli olamazmış. Oysa kendinde olmayan, kendisinin olmayan, kendisi dışındaki bir şeye, o şeyin iradesi istikametinde ya 24 da o iradeye rağmen ters gelecek tasarrufta bulunması bu durumu oluşturur ki, zaten bu da imkânsızdır. Çünkü, varlık dediğimiz şey, onun esmasının, özelliklerinin belli terkipler halindeki manaları toplamı değil miydi? Her biri manalar toplamı olan terkiplere, belli isimler verilmesiyle varlık oluşmuştur ki, bu isimleri kaldırdığımızda ya da o isimleri görmediğimizde o varlık mevcut değildir. Şu haliyle de öyledir. Makrokozmos dan mikrokozmosa kadar tüm enerji türlerinde, parçacıklarda ve bunlardan oluşan tüm birimlerde açığa çıkan hareketler, tüm eylem ve düşünceler ve de varlıkları, yapıları o terkipteki manaların (ki bu onların takdiridir, kaderidir) açığa çıkmasıyla meydana gelmektedir. Zaten günümüzde de, gözlemlenen, gözlemleyen, yaratılan, yaratan olarak ayrı ayrı şeylerin mevcut olmadığını, birtakım deneysel verilerin sonuçlarına dayalı olarak kuantum fiziği bilimsel olarak kesinkes göstermiş durumdadır. Ayrıca bir başka açıdan Kuran ve Resulullah açıklamalarına göre bu, Allah’ın Ahadiyetine, Vahidiyetine, Samediyetine aykırı bir durumdur. Çünkü Allah, Hayydır. Kul da Hayydır, canlı ve şuurludur. Allah Alimdir. Kul da Alimdir. (Kapasitesi oranında) akıl ve ilim sahibidir. Allah Müriddir. Kul da Müriddir. Belli bir irade sahibidir. Allah Kadirdir. Kul da kadirdir. Terkibi nispetinde, güç ve kudret sahibidir. Dolayısıyla, yaratılmışın, Allah yanı sıra bir hayatı, aklı, şuuru, iradesi ve gücü yoktur. Çünkü Allah indinde kul ile arasında bir sınır yoktur. Sınır olmayan bir yerde de kimin hayatından, şuurundan, ilminden, irade ve kudretinden bahsedilebilir. Olmayan bir şeyin böyle vasıflara sahip olması mümkün müdür? Yani, Kul yoktur, her boyutta var Olan Allah’ tır. Buna karşılık “kul vardır” diyorsan “kul” adı altında var olan zaten yine Allah ’ tır. Bu nedenle cüzi akıl ya da cüzi irade, Mutlak Akıl, Mutlak İradenin zuhuru olan birimlerin (terkiplerin) birbirlerine olan bakışından dolayı bu ismi alır ki, bu cüzi akıl ve cüzi irade de tıpkı o birim gibi hayalden ibarettir. Gerçek varlığı yoktur. Ve şu an dahi öyledir. İşte mistisizmde, “Allah’ın kaderi kul ile birlikte yazması” denilen olay, zamansızlığın, zamanın her yerinde olması dolayısıyla ifade edilmiş bir kavramdır. Tüm zamanların bir arada bulunduğu “an” ın, 25 aynı şekilde her bir zaman diliminde mevcut olması nedeniyle “An” boyutunda oluşturulan program, zaman içindeki şu anda meydana gelmektedir, bir anlamda. Yoksa, yukarıda anlatıldığı gibi tanrısal anlayışla söylenmiş bir söz değildir. Bu yüzdendir ki, Allah indinde her şey olmuş bitmiş, kalem kurumuş ve tüm yaratılmışlar olanlar ile bizler, hiçbir şeyden haberdar olmaksızın o boyutta olan biteni, yaşamaktayız sanki yeni oluşmakta olan ya da oluşturduğumuz olaylarmış gibi. Ancak, kendi maddesel boyutumuzda ise, bizden açığa çıkan, görünen ilim ve irade ile dilediğimiz şekilde özgürce kararlar ve seçimlerimizi yaptığımız ve o doğrultuda kendi istek ve arzumuzla (dışarıdaki bir varlığın bize dayatması şeklinde değil) o fiilleri ortaya koyduğumuz için de bir sonraki adımda (bu boyutta ya da ahirette) yaptıklarımızın sonuçlarını iyi ya da kötü olarak yaşamaktayız. Mutlaka öyle ya da böyle bir şeyler yapacağız ve yapmaktayız da. Ama bu da Allah’a aittir. Tıpkı, “attığında sen atmadın, atan Allah idi” yada “siz isteyemezsiniz, sizdeki istek Allah’a aittir”...vb ayetlerinde olduğu gibi. Başka bir deyişle, zamansızlık var ise, zaman kavramı yoktur. Zaman kavramı varsa, bu seferde zamansızlık yoktur. Çünkü demin de dediğimiz gibi, zaman içinde çokluk boyutu adı altında o fiilleri ortaya koyan kul değil, yine Allah’ tır. * Kuran ve Hadislerde çelişkiymiş gibi görünen ifadeleri çözümleme sistemimiz nasıl olmalıdır? Her birinin, bir diğerini meydana getirdiği boyutların sadece birini temel alarak diğer boyutsal anlamları bunun üzerine bina etmek, tam anlamıyla gerçeği ne kadar yansıtır? Bu nedenle tüm boyutları ihtiva eden Kuran ve Resulullah açıklamalarını sadece bir boyut ya da aynı boyutun belli yönlerini baz alarak diğerlerini buna göre inşa etmek doğal olarak çelişkileri de beraberinde getirmektedir. Oysa yapılması gereken en içteki, en tepe noktadaki ya da en kapsamlı olan boyut veya anlam temel alınarak diğerlerini 26 bunun ışığında, buna göre değerlendirmemiz gerekmektedir. Bu nedenle Kuran, bir taraftan Allah’ın kendi bakış açısından Ahadiyetinden, Samediyetinden, doğmamış ve doğurmamış olmasından yani, herhangi bir merkez, sınır olmaksızın (dolayısıyla bir şeyin girmesi yada çıkması diye bir şeyden bahsedilemez) sonsuz sınırsız, Som Tekil bir yapı olduğundan ve bunun her bir boyut katmanında geçerli olduğundan bahsedip diğer taraftan da bize göre, bizim anlayabileceğimiz örneklemelere göre mesela, ötelerde bir varlıkmış gibi meleklerle, İblisle diyaloğa girmekte, Hz. Muhammed’e (s.a.v) sitemde bulunmakta, varlıklara hitap etmekte iken biz ikinci kısımda olanı göz önüne alarak tüm kavramları buna göre oluşturamaz, düşünemeyiz. Bu yüzden Kuran ve Resulullah açıklamaları birinci yerine, hep ikinci yani bize göre tanımlanan anlayışla insanlara anlatıldığı, yazılıp çizildiği için bu yorumlar gerçeği yansıtmamakta, günümüz bilimsel verileri ve anlayışıyla da çelişki oluşturmakta, sonucunda da kaos meydana gelmektedir. Böylece din, böylesi yorumlar nedeniyle günümüze hitap etmemektedir. Aynı şekilde, bir taraftan Allah’ın Seriül Hisab olduğunu söylerken bunu bir tarafa bırakıp yine Kuran ve Resulullah açıklamalarına göre, olayın sadece bir yönünü ya da belli yönlerini ifade eden cümlelere bakarak belli bir zaman sonra hesaba çekileceğimizi düşünmek de yine yanlıştır. İkici ifadedeki, bir şeyin karşılığının görülmesi veya sonuçlarının yaşanmasıdır. Veya bir taraftan ayette, “din içinde zorlama yoktur “ denirken, diğer yandan bütünden kopuk değerlendirmeyle kendine, kendi çıkarlarına göre çeşitli mantık ve zeka oyunlarıyla zorla, baskıyla din uygulaması içine girilmesi, bu ayeti yok saymak, inkar etmek değil de nedir? Ya da Allah’ın, her an yeni bir şanda yani, hiçbir tekrarı olmaksızın yeni, bambaşka bir yaratışta bulunduğunu (ki bu, mikro-kozmostan, makro-kozmosa kadar her şeyi 27 kapsadığından varlıkta yaratılan hiçbir şey bir diğerinin aynısı değildir, aksi şen’iyetine aykırı bir durumdur) yanı sıra bu konuyla ilgili Resulullah ifadelerini göz önüne almamız gerekirken, (hatta günün bilimsel verilerini hiç kaale almayarak) tabanda insan anlayışına göre ölüm ötesi yaşamın varlığını delil olarak o boyuttan ifade eden diğer ayet ve Resulullah açıklamalarını baz alarak, insan ruhlarının kabirlerinden tekrar yaratılacak olan aynı bedenlerine girip dirileceklerini düşünmek yine sistemi anlamamak demektir (bu konuya “Güneşin Siyah Cüceye Dönüşümü ve Kıyamet” başlıklı makalede değinmiştik). Kuran’ın her idrak seviyesindeki, anlayıştaki insana hitap ettiği için, dar görüşlü insanlara göre de bu türden ifadelerin olması gayet normaldir. Zaten ayette de bu durum, “Sizi (bedeninizi) benzerlerinizle değiştirmeye ve yeni bir yapıya kavuşturmaya Kadiriz...” şekliyle ifade edilmektedir. Buradaki benzeri olan yapı, kendi boyutunca somut olan, o anki beden suretindeki holografik nitelikli dalga bedendir. Bu da, yeni bir yapı olarak ifade edilmektedir. Geçmişte de, ölümü takip eden süreçlerde bedenin olmaması nedeniyle azabın da olamayacağını düşündükleri bedensel dirilme olayı, bilimsel açıdan bakıldığında da doğru değildir. Çünkü bizler gerçekte, şu anda bile madde boyutunda değil, ışınsal boyutta yaşamaktayız. Çünkü evrende ışınsal boyut dışında başka boyut yok. Dolayısıyla bizler ölümle birlikte, ışınsal bir boyuttan yine ayrı bir ışınsal boyuta geçiş yapmakta ve bulunduğumuz boyutu maddi (cismani) olarak, diğer boyutları da buna göre latif boyutlar olarak değerlendirmekteyiz. Bu nedenle geçmişte bazıları bedenen azap olunmayacağını olayın tamamen ruhsal, düşsel olduğunu belirterek zamanla azabı da kaldırdıkları için, buna karşın evliya cismani azap vardır demiştir ki bu da bir nevi doğrudur. Çünkü nasıl ki, rüyalarımızda bedenimize bıçak batırıldığında ya da benzeri şeylerden bizatihi bedenimize yapılıyormuşçasına azap duyuyorsak aynı şekilde, kabir âleminde de böyle azapların görülmesi ya da cehennem ortamında, o ortam radyasyonunun ruh bedende oluşturacağı deformasyon dolayısıyla cisim olarak algılanan boyutta, fiziksel bir azabın varlığı söz konusu olacaktır. Zaten ölüm ötesi boyutlarda da ruh bedenin zamanla kendi içinde sayısız baasları, değişimleri söz 28 konusudur. Dolayısıyla, “ And olsun ki biz bu Kuran’ da her çeşit misalden (sembolden) insanlar için sayıp döktük” /“İnsanlar için misalleri saydık...bilenlerden başka, nerede akıl eden” / “And olsun ki zikir için Kuran’ı kolaylaştırdık...nerede anlayan?”/ “Muhakkak ki, bu ayetlerde akıl, öz akıl sahipleri için alınacak ibretler vardır” / “ Bu mübarek kitabı ancak şunun için inzal ettik; ayetler üzerinde derin düşünsünler diye ve de öz akıl sahipleri tezekkür etsinler diye...”, “Sağırdırlar, kördürler, laldırlar, dolayısıyla akıl etmezler...”...vb. açık ayetlere, günümüz biliminin anlamayı kolaylaştırdığı boyutsallık kavramına rağmen hâlâ boyutumuza, insanca düşüncelere göre ifade edilmiş söylemleri mesela, (yukarıda ifade ettiklerimizle beraber) mahşerde kurulacak olan bildiğimiz gibi terazilerden, Allah’ın elinden (uzuvlarından), insan omuzlarında kalemle yazı, not tutan meleklerden, cennette kurulacak köşklerden, içilecek şaraplardan, beraber olunacak hurilerden, gılmanlardan, altından ırmaklar akan mekânlardan ...vb bire bir gerçekmiş gibi bahsetmek, hep papağan gibi, her devrin kitabı olduğunu söylediğimiz Kuran’ın zamanımıza hitap eden deşifresini yansıtamamakta, bu yüzden de dinsel anlatımlar günümüze hitap etmemekte, insanları tatmin etmemektedir. Maddenin bir üst boyutu olan atomik boyutta bile bilinen tüm kavramların geçersiz olduğunu bilmemize rağmen, bundan tamamen farklı olan boyutlarda, bulunduğumuz beş duyu boyut yapısının, şartlarının ve yasalarının devam ettiğini düşünmek ham hayalden başka bir şey değildir. Dikkât edilirse, ayetlerde sıradan bir akıl sahibini değil, geniş, detaylı ve derinlikli tefekkür, düşünce ve sorgulama gücüne sahip birimlerden bahsetmektedir. Yoksa Allah var mıdır, yok mudur diye düşünüp var’da karar kılan bir akıldan bahsedilmiyor. Kuran ve Sünnette anlatılmakta olan Allah’ın ne olduğunu, nasıl bir varlık olduğunu, sistemle ve insanla ne şekilde bir ilişkisi, bağlantısının olduğunu anlayıp, hissedip, yaşayabilecek bir Akıldan bahsediyor. Zaten 29 böyle sıradan bir akıl için ne Kurana, ne de Müslümanlığa gerek var. Pekala Müslümanlık dışında da bir insan, mutlak bir gücün varlığına inanabilmekte, kabul edebilmektedir. Ama o gücün, kudretin ne olduğunu hangi vasıf ve özelliklere sahip olarak kendisinde mevcut bulunduğunu bilememektedir. Tıpkı, sisteme ve Hakikâte ait gelmiş ve gelecek içerisinde en pik noktada bilgiler verilmesine rağmen, bunu değerlendiremeyen Müslümanlar gibi. Diğer taraftan şunu da belirtmek gerekir ki, bu mecazi ifadeler, söylemler, tamamen farklı şeyleri anlatmış olsalar da bu kelimeler, o bambaşka gerçeklere götüren işaretler, anahtar olmaları dolayısıyla da asla alelade cümleler olmayıp aynı zamanda bu gerçekleri anlayabilmeyi, idrak edebilmeyi sağlayacak belli potansiyelleri, enerjileri de ihtiva etmektedirler. İkinci olarak da, bu mecazları, sembolleri gerçekmiş gibi kabul etmek, her ne kadar tabanda kişinin imanına zarar vermese de Sistemin ve Hakikâtin yaşantısını elde etmek için bunların çözümlenmesi zorunludur, Hz Resulullah’ın söylediği Bühl yani, ahmaklar, yani, anlamadığını anlayamayanların cennetinde yer almak istemiyorsak. Çünkü cennette, yani, Nur bilinç boyutunda kendi boyutlarında yaşam iki sınıftır. Dünya hayatındayken Allah’a irfan sahibi olanlarla, Allah’a B sırrıyla iman etmemiş, ama tabanda iman sahibi olan insanlar, yani ahmaklar sınıfı. 5. Bölüm * Kaç Türlü Elektriklenme Vardır?. Elektrik yükleri, Elektrik ve Manyetik alanlarla ilgili geniş açıklamaya, “Enerji Alanları Ve Biz” başlıklı makalemizde epeyce değinmiştik. Şimdi de elektriklenme ile ilgili bilgilere şöyle bir göz atalım. Bedenimizdeki statik elektrik dediğimiz şey, vücuttaki biyo- kimyasal 30 işlemler ile beden hareketliliği sırasında elbiselerin birbirlerine, derimize sürtünmesi sonucu açığa çıkan enerjidir, yani serbest kalmış elektronlardır. Bunun negatif özelikli olması, üzerimizde aşırı biriken elektriğin, bedendeki biyo-elektrik faaliyetleri olumsuz yönde etkilemeleri dolayısıyladır. Aynı şekilde, bunun düşük olması da vücut için zararlıdır. Doğadaki statik elektriklenme ise, kısaca üç yolla şöyle oluşur. İki cisim birbirine sürtündüğünde, sürtünen nesnelerden biri, yüzeyinde bulunan atomların dış yörüngelerindeki elektron ya da elektronlarını kaybeder veya diğeri bu elektronları kopartır. Buna sürtünmeyle etkileşme denir. Böylece elektron kaybeden atom, yük dengesi bozulmasından dolayı artı yük ile yüklenirken diğer cisim elektron aldığından negatif yükle yüklenir (1). Bunlardan diyelim ki negatif yüklenen cismi, bir başka nesneye değdirmeksizin belli mesafeden tutarsak bu sefer de, negatif yükün oluşturduğu elektriksel alanlar, o nesnenin dış yüzeyindeki atomların dış yörüngelerindeki elektronlarını, atomlarından uzaklaştırarak nesnenin bir başka yerine (diğer uca doğru) iterler ve böylece etkileştiği bölgeyi artı yükleyerek birbirlerini çekmeye başlarlar. Eğer cisim artı yüklüyse, o zaman da nesne atomlarının dış elektronlarını, artı yüzün baktığı bölgeye çekerek nesnenin diğer ucunu artı yükler. Buna da etkiyle elektriklenme denir. Mesela bir balonu saçınıza sürdükten sonra kolunuza yaklaştırırsanız kılların hemen havaya kalktığını görürsünüz. Şifacıların, ellerini deri üzerinde gezdirdikleri ya da havada sabit tuttukları sırada deri kıllarının havaya kalkmasının nedeni de şifacı bedenindeki statik elektriksel alanın varlığıdır. Eğer bir nesnede, eksi statik yük fazlası varsa o zaman, iletken bir ortama değdiği anda yükünü o nesneye ya tamamını ya da bir kısmını aktarır. Eğer nesne artı yüklüyse bunun tam tersi olur yani, elektron çeker. Buna da dokunmayla elektriklenme denir. Statik elektriğin en önemli özelliği, belli bir yüzeyde birikince hemen boşalacak bir yer aramasıdır. Bulduğunda da hemen akarak boşalır. Bunun en ideal olanı da toprağa, suya veya herhangi bir iletken nesneye dokunmaktır. Zaten topraklama dediğimiz şey, bu fazla yükün toprağa aktarılması ya da topraktan eksi yük yani, elektron alınmasıdır. Örneğin, 31 karanlık bir odada saçınızı tararsanız veya yünlü elbisenizi çıkarırsanız çıkan çıtır çıtır sesleri işitir, kıvılcım atlamalarını (elektron atlamalarını, boşalmalarını) görürdünüz. Bu esnada bir metale dokunursanız sizi elektrik çarpar. Aşırı birikim olmazsa, bu işlem sessiz, sakin oluşur. Bu yüzdendir ki, hava sürtünmesiyle elektrik yüklenen yanıcı madde taşıyan araçların ufak bir kıvılcımla patlamamaları için bu yükler, tankerden yere uzatılan zincirle toprağa, yere aktarılır. Aynı şekilde sporcular da, işleri bitince yere yatarak statik elektriği boşaltmak suretiyle bunun meydana getireceği her türlü parazitten kurtulup, rahatlarlar. Kuru havalarda bu statik elektrikle yüklenme maksimum düzeyde olurken, nemli havada bu daha azdır. Çünkü nemli havadaki pozitif yükler elektriğin boşalmasına neden olur. Lastik ayakkabı ise, yere akışı kestiği için vücutta statik elektriğin birikmesini sağlar. * Şifa Dediğimiz, Bir Kişiden Diğer Kişiye Enerji Transferi Ne Şekillerde Olmaktadır?. Enerji transferinin birden fazla şekli vardır. Direkt beyinden yayımlanan dalgalar ya da statik elektrik takviyesi (aktarımı) dışında bir, vücuttaki statik elektrik ve manyetik alanların varlığı dolayısıyla, dokunmaksızın ellerin belli bir mesafeden kişinin bedeni üzerinde hareket ettirilmesiyle kişinin sinir sisteminin irrite edilmesi sonucu ikinci olarak da, sinir sistemindeki iyon hareketleri sonucu akmakta olan biyo-elektrik vasıtasıyla yine kişiye dokunmak suretiyle o kişinin sinir sistemini etkilemekle gerçekleşir (2). Bunun yanında yine dokunma sırasında, bu elektriksel faaliyetin neden olduğu bedenden, ellerden, parmak uçlarından yayımlanan elektromanyetik dalgaların yine karşıdaki kişinin sinir sistemini harekete geçirmesiyle olmakta ve tüm bunlar bu sırada, beyni de etkilemektedir. Daha da önemlisi, bu biyo-elektrik akımına ya da dalgalara belli manalar, bilgi kodları yükleyerek karşı tarafa o bilgilerin transferi de sağlanabilmektedir (velilerin yaptığı gibi). Erkek- erkek veya kadın-kadın arasında, enerji akışı güçlü olandan düşük olana doğru akarken erkek- kadın arasındaki akış, hep erkekten kadına doğru olur. 32 Resulullahın kadın elini tutmamasının nedeni de, insandaki bu belli bir enerji akışının olmasıyla ilgilidir. * Her Zaman Sağduyumuzla Uyum Gösteren Klasik Yasalarla, Her Şeyi Açıklayabilir miyiz? Bazı psişiklerin ya da o özellikli insanların nesneleri uzaktan etkileyip hareket...vs. ettirmelerinin bir kısmı, klasik yasaların öngördüğü E (elektrik) ve B (manyetik) alanlarla açıklanabilse de diğer bir kısmı ve aynı şekilde büyük nesnelerin hareketlerine, davranışlarına... neden olan yani, klasik ölçümlerin dışında cereyan eden olaylar, bildiğimiz yasalarca açıklanamamaktadır. Dolayısıyla fizik ötesi (normal üstü) olarak görünen bu olayların cevabını yine bize göre klasik yaslardan tamamen farklı, alışılmışın, şartlanmalarımızın ötesinde olağan üstü diyebileceğimiz yasaların geçerli olduğu Kuantum ve Altı fiziğinde bulabilmekteyiz. Mesela, klasik yasalara bakarsak, cisimlere Elektriksel (E) alan uygulandığında cismin bazı atom elektronları, çekirdekten biraz uzaklaşarak yörüngesi eliptik bir hal alır. Böylece elektronlar (+) yüklü çekirdekten daha uzak noktada fazlaca kalırlar. Bunun sonucunda yük açısından nötr olan atom dışarıdan E alan uygulandığı müddetçe geçici olarak (+) ve (-) iki ayrı yükmüş gibi durur. Buna polarize denir ve bu durum cismin etrafında Elektriksel (E) alanlar oluşturur. Böylece dışarıdan uygulanan Elektriksel (E) alan, artık yüklü hale gelen cismi hareket ettirir. Bu Elektriksel (E) alanın yön değişimi ya da şiddetinin artırılıp azaltılmasıyla da nesnenin istenilen çeşitli yönlerde hareket etmesi sağlanır. Veya nesne atom elektronlarının yörüngesindeki hareketleri, tıpkı akım geçen telin etrafında oluşturduğu statik manyetik alanlar gibi ayrı ayrı B (manyetik) alanları yaratır. 33 Ayrıca elektronun, çekirdeğini oluşturan proton ve nötron da kendi eksenleri etrafında dönmelerinden dolayı atom çekirdeğinde toplam bir B alanı bulunur. Manyetik olmayan tüm cisimlerde, atomlarının toplam B alan yönelimleri aynı yönde olmayıp karışık bir şekilde bulunduklarından ve bunlar birbirlerinin etkilerini yok ettiklerinden cisimlerde toplam B alanı sıfır olur, daha doğrusu sıfıra yakındır (mıknatıs gibi cisimlerde bu alan yönelimleri aynı yönde olduklarından dolayı, manyetik özelliğe sahiptirler). Dışarıdan bu nesnelere bir manyetik (B) alanı uygulandığında ya da manyetik (B) alanı içine bırakıldığında o nesne atomlarından bir kısmının manyetik (B) alan yönelimleri aynı doğrultuya yönelerek cismi geçici olarak manyetik (B) özellik kazandırırlar. Ayrıca, hemen şunu da belirtmek gerekir ki, statik manyetik alanları kendi aralarında, elektriksel alanlar da kendi aralarında cebirsel anlamda, aynı yönlü olanlar toplanır veya zıt yönlü olanlar çıkartılır. Böylece birbirlerini güçlendirir ya da zayıflatıp yok edebilirler (aynı şekilde elektromanyetik alanlar (dalgalar) da, aynı frekanslı olanları birbirlerini güçlendirirken, zıt fazda olanları birbirlerini zayıflatır veya yok ederler). Böylece cisimdeki bu manyetik alanlar, dışarıdaki manyetik alanlarla etkileşerek bu dış alanın şiddet ve yönüne göre cisim çeşitli şekillerde ve doğrultularda hareket ettirilir. Bugün bilim adamları laboratuarlar ortamlarında mesela bir vazoyu, kitabı, kalemi, bardağı...hareket ettirip, oraya buraya fırlamasını, savrulmasını oluşturabildikleri gibi, canlı bir kurbağayı, bir su damlasını belli bir yükseklikte havada tutabilmektedirler. Kanadalı bir bilim adamı da cisimlere çeşitli şiddetlerde E ve B alanları uygulayarak, odaklayarak mesela, kutu içindeki boyayı yukarı doğru akıtması gibi... bu türden olayları gerçekleştirmiştir. Keza, cinlerin bazı nesneleri, sallaması, sarsması, hareket ettirip fırlatması, belli mesafelerdeki yüksekliklerde sabit tutmasının sistemi de budur. Bunların yanında, etkiyle elektriklenme olayı yardımıyla da çok küçük nesneler hareket ettirilebilmektedir. Buna karşın, büyük ölçekli cisimleri normal ya da normal ötesi şekillerde etkileme, onları hareket ettirme, deforme etme, belli davranışlarda bulunmasını sağlama ise, tamamıyla 34 beynin anlam yüklü dalgalarının, yine aslı dalgasal yapı olan nesnelerin hologramlarını etkilemek suretiyle oluşturulmaktadır. Böylece işin sisteme hakikatine vakıf olunmasıyla çok çok daha az bir güçle çok büyük güçlerin oluşması, açığa çıkması sağlanabilmektedir. Zaten hologram prensibi bize, az bir güçte çok büyük güçlerin saklı olduğunu bize söylemiyor muydu? (Meleki boyutun bir alt boyutu olan nar ışınsal boyuttan ortaya konan çeşitli türden) istidraç ve kerametlerde olduğu gibi, mucizelerde tamamıyla dünyamızla ilgili olarak o Resul ve Nebilerin beyni ile alakalı olan bir şeydir. Nesnelerin asıl yapısının mana titreşimleri olan meleklerden oluşması, Resul ve Nebilerin de beyinlerinden yayımlanan anlam yüklü dalgalarla, bu enerji bloklarının ne yönde hareket etmeleri gerektiğini bildirmeleri, o meleki güçleri istedikleri doğrultuda harekete geçirmeleri sonucu, mucize dediğimiz olağanüstü olaylar gerçekleşir. Yine aynı nedenlerden dolayı, bize göre ortada, zahirde görünmeyen bir şeyi görünür boyutta maddeleştirebildikleri gibi, olan nesneleri de algılarımız dışındaki boyutlara dönüşüme uğratarak materyalize yada demateryalize denilen halleri meydana getirirler. Bununla birlikte Mucizeler, hemen o anda ya da bir anda oluşmaktadırlar. Bu kadar çok kısa sürede veya bir anda oluşmasının nedeni de, meleki boyutta zamanın bize göre çok hızlı akması ya da onların zamanla kayıtlı bulunmaması dolayısıyladır. Ayrıca zahirde gelişen bu olaylar, özde Resul ve Nebilerin de aslen yaşamış oldukları kuantsal boyut olan meleki boyuttaki programın açığa çıkışıdır. Böylece yukarıda da belirttiğimiz üzere, az bir güçle, büyük güçleri harekete geçirerek, büyük güçleri oluşturarak, oluşacak olan daha büyük olayları, felaketleri engelleyebilmekte ya da olması imkansız çok büyük olayları meydana getirebilmektedirler. Cinlerin dahi oluşturdukları bazı olağan üstü olaylar (Nari boyutlardan olmuş olsa da)yine bu sistemle meydana getirmektedirler. Özetle tüm bunlar, yine melekler tarafından oluşturulmuş olan, görünen boyutun yani, klasik fiziğin yasalarınca açıklanamamaktadır. Ancak, bunlara açıklık getirilemiyor diye de bu tür şeylerin yokluğu iddia edilmemelidir. Tıpkı kuantum boyutundaki parçacıkların 35 klasik fiziğin ötesinde alışılmışın dışındaki yasalarca hareket etmeleri nedeniyle, onları yok sayamadığımız gibi. Ayrıca klasik yasalara olan şartlanmalarımız o kadar köklü ki, kuantum fiziğinin kabulü bile kolay kolay olmamış yanı sıra günümüzde bile, ünlü bilimci Nich Herbert’in de dediği gibi, bilim adamları kuantum fiziğinin gerçekliğine rağmen hep klasik fizik anlayışına meyil göstermektedirler. * Güneşin Cehennem Oluşuna Dair Başka Bir Hadis Biliyor musunuz? Cehennemin güneş olmasıyla ilgili can alıcı bir başka hadiste de, “cehennemin ateşi bin yıl yakıldı. Öyle ki, kıpkırmızı oldu. Sonra bin yıl daha yakıldı. Öyle ki, beyazlaştı. Sonra bin yıl daha yakıldı. Şimdi o Siyah ve Karanlıktır” denilerek güneşin doğumu (var oluşu), yaşamı ve sonu, zaman ve mekandan bağımsız bir bakış açısıyla genel olarak üç safhada anlatılmıştır. Dikkat edilecek olursa bu hadiste ilkin, güneşin oluşum safhasındaki kızıl bir evreden bahsedilmektedir. Gerçekten de kütle çekim nedeniyle, bir merkez etrafında dönerek çökmekte olan Nebula (gaz ve toz bulutu), aşırı basınç dolayısıyla birbirlerine yaklaşarak çarpışan atomlar yüzünden, merkezden başlamak üzere ısınmaya başlar. Fakat bu, henüz termonükleer reaksiyon başlatacak düzeyde değildir. Böylece bu sıcaklık nedeniyle güneşimiz, önce kızıl ötesi dalga boyunda sonrada yavaş yavaş kızıl frekansta ışıma yayımlayarak kırmızı bir renk halini almaya başlar ki, bu durumdaki yıldızlara Kızıl Cüce adı verilmektedir. 25- 30 bin yıl bu halini koruyan güneş, çekirdeğinde başlayan termonükleer reaksiyon sonucunda da sırasıyla turuncu, sarı sonra da Akkor ( Parlak) Beyaz rengine bürünür. Bundan sonraki aşamalarda bildiğimiz gibi gelişerek en sonunda Siyah ve Karanlık hale dönüşür. 36 6. Bölüm * Bitkiler Dışında Nesnelerin de Bir Bilince sahip Olduğunu Belirtmiştiniz. Buna Örnek Verebilir misiniz? Bildiğimiz üzere algıladığımız evren, yüz küsur atomun çeşitli oranlarda belli terkipler (gruplar) halinde bir araya gelmesiyle oluşmuş, moleküllerden meydana gelmiştir. Moleküller, katı, sıvı ve gaz halinde bulunurlar. Her bir molekül, az yada çok belli bir frekansta titreşim hareketi yapar ve bunun sonucunda da dışarı E-M dalgaları yayınlarlar. Aynı şekilde, dıştan E-M dalgalarıyla uyarıldığında da moleküllerin frekansı, o oranda artar. Gaz yapıdaki moleküller hem enerjik hem de aralarındaki mesafeler fazla olduğundan serbest hareket ederken, sıvı halindeki moleküllerin birbirlerine daha yakın ve enerjilerinin (titreşimlerinin) gaza nispetle daha az olması dolayısıyla belli bir çekim kuvvetiyle birbirlerine bağlanırlar. Ama çekimin çok güçlü olmaması nedeniyle de, tıpkı zincir gibi birbirleri üzerinden kayarlar. Katı nesneler arasındaki bağlantılar ise, sıvıya göre daha da güçlüdür. Hareket edemediklerinden, oldukları yerde belli frekansta titreşirler. Yediğimiz katı yiyeceklerdeki moleküller hemen eriyecek, kopacak güçte iken, kimi katı maddelerin molekül bağları ise, ancak çok güçlü aletlerle ya da lazer gibi ışınlarla koparılabilmektedir. Bu kısa bilgiden sonra şimdi konumuza geçebiliriz. Hz Muhammed’in (sav) hayatına baktığımızda, bize göre anlamsız gelen birtakım şeyleri yaptığını görürüz. Mesela, hurma kütüğünün ağlaması ve Resulullah ’ın onunla konuşması, başka bir zaman Uhud Dağıyla konuşması, ... vs. Bunlardaki amaç ise, elbette her şeyin canlı, şuurlu ve dolayısıyla çevresini algılayan bir yapı olduğunu bize anlatmasıdır. Zaten, evren holografik bir yapıda değil miydi?. Yani nesneler ile, ilişkide olduğu cisimler (varlıklar) ve olaylar, aslında 37 bir bütünün ayrı ayrı görünümleri değil miydi?. Hz Muhammed’in (sav)1400 yıl önce ifade ettiği bu gerçekler, ancak bilim ve teknolojinin gelişmesiyle zamanımızda su yüzüne çıkmaktadır (Hz Muhammed’e (sav) çeşitli şekillerde dil uzatanlar, onun ortaya çıkmış bu ve benzeri mucizelerine karşı hiçbir şekilde cevap verememekte, bu da onun hakkında zanlarına göre oluşturdukları dayanaklarının tamamen yanlış olduğunu bize göstermektedir). Böyle bir olay, bilim adamlarınca su üzerinde yapılan çalışmalarla gösterilmiştir. Bunlardan Fransız bilim adamı Jacques Beneviste 90’ lı yıllardaki çalışmasıyla suyun, içinde eriyen moleküllere ait bilgiyi sakladığını yani, suyun hafızası olduğunu keşfetti. Daha da ilginci, suya zehrin kendisi yerine, sadece zehrin frekanslarını yüklediğinde bile, gerçekten suya zehir konmuşçasına içine konan sinekleri öldürdüğünü de göstermiştir. Bununla birlikte J. Beneviste, D.N.A moleküllerinin de belli frekansta E-M dalgaları (foton) yayınladığını bulmuştur. Bu nedenle bir velinin, bu hücre genetiğinden yayınlanan ışınları deşifre etmesi yoluyla kişinin genetiğini, genetiğindeki bilgileri okuması hiç de zor olmaz. Şimdilerde ise, Prf. Dr. Masaru Emoto adındaki bir Japon bilim adamının gerçekleştirdiği deney sonuçlarına göreyse, suyun canlı ve şuurlu olduğu, çevresinde olup bitenlere pozitif ve negatif olarak reaksiyon gösterdiği ortaya çıkmıştır. Yani su, müziğe, sözlere, kavramlara, duygulara ve şuur yapısına ve hatta seyrettirilen bir filme tepki verip bunları kaydetmektedir. Öyle ki suyun, içinde bulunduğu kabın üzerindeki yazılara dahi karşılık verdiği de ortaya çıkmıştır. Ve bu deneyler, tek bir defa oluşturulmuş olmayıp yüzlerce kez tekrarlanmıştır. Mesela, düzgün ve güzel bir müzik çalındığında ya da güzel sözler söylendiğinde veya olumlu, verici duygularla yaklaşıldığında, seslenildiğinde...vs su, düzgün, güzel kristal yapıları (moleküler bağlantılar) ortaya koyarken, sert müzik çalındığında, kötü, sert, küfürlü, hakaret edercesine konuşulduğunda veya şeytanın isimleri anıldığında, korkunç, şiddet içeren filmler seyrettirildiğinde de kötü, rast gele, düzensiz, bozuk kristal örgüleri oluşturduğu gözlemlenmiştir. Çocuklara ise, yine olumlu 38 tepkiler vermektedir. Dağdaki suda pozitif etkiler gözlemlenirken, büyük şehirlerde şebekeden akan, piyasada satılan ya da yapay suda ise, negatif özellikler tespit edilmiştir. Hatta Prof. Emoto, suyun bu özelliği dolayısıyla depremden günler öncesinden haberdar olunabileceğini de söylemektedir. Bununla birlikte, olumlu ya da olumsuz düşüncelerle yapısı değiştirilen suyun, canlı hücrelerin gelişiminde farklılıklar meydana getirdiği ve canlı D.N.A’ sında yapısal değişiklikler oluşturduğu da çeşitli araştırmalarla gösterilmiştir. Bildiğimiz gibi, aptes alırken, bir şeyler içerken, büyü ve nazara karşı ortaya konan suya okuma olayı vardı. Bunun ise iki nedeni bulunmaktadır. Bir; okuma ile su moleküllerinden elektron koparmak suretiyle vücuda biyoelektrik takviyesi için suyu iyonize etmek; iki, suyun düşüncelere göre moleküller örgü yapısında değişikliklere uğraması sonucu şekil alması (ve bunu hafızasında tutması) dolayısıyla, suya kodlama yapmak yani, bir yönüyle ilgili bilgi transferini yüklemek içindir. Aynı şekilde katı nesneleri yerken de okunmak suretiyle de okunan şey istikametinde beyin dalgalarının yiyecekte iyonize yanında moleküler yapıda karakteristik değişiklikler yaparak bilgi kodlamakta böylece vücuda alındığında bu kodlar tekrar okunarak değerlendirilmektedir. Zaten insanın % 80’ inin su olması dolayısıyla, karşı kişiye okuma yani, şifa dediğimiz olay ya da dışımızdaki menfi dalgaların bizde oluşturduğu negatif etkiler, bir yönüyle de bunun bir sonucu değil midir?. Burada enerji transferinin bir başka yönü daha ortaya çıkmış oluyor. Aynı şekilde pozitif veya negatif düşüncede oluşumuzla da bedenimizi olumlu ya da olumsuz etkilemiş oluyoruz. Sağ ya da sol elle yiyip içerken de bu nesneler, sağ elden yayınlanan pozitif, sol ellerden yayınlanan negatif türü enerjiyle kodlanarak (moleküler bağlantı şekilleri oluşturarak) vücuda alındığı içindir ki, sol elle yeme içme Resulullah tarafından günah olarak nitelendirilerek men edilmiştir. 39 * Gün kavramını, boyutsal anlamda başka nasıl düşünebiliriz?. Zaman, göreceli olduğundan her boyutta farklı hızlarda işler. Buna “Rölativite Teorisi” başlıklı makalemizde detayıyla değinmiştik. Zamanın, maddeye bağlı boyutlarda farklı işlediği ve durduğu (donduğu) noktalar (boyutlar) olduğu gibi, madde ötesi boyutlarda da farklı işlediği ve durduğu aynı noktalar (boyutlar) mevcuttur. Nasıl ki şu anda yaşadığımız boyutta bir zaman akışı varsa, kabirde, mahşerde ve cehennem boyutunda da kendince bir zaman kavramı bulunmaktadır. Ama ölümün tadılmasıyla geçilen ahiret boyutunda zaman, dünya yaşamındaki gibi olmayıp, güneşin galaksi etrafında bizim zamanımıza göre 255 milyon yıllık bir zaman sürecidir. Yani, o boyutun bir yılı, bizim zamanımıza göre 255 milyon yıldır. O boyuttan bu boyuta baktığımızda zaman çok hızlı akarken, kendi boyutlarında zaman, adeta yokmuş gibi hissedilmektedir. Ancak o boyut bile, daha üst boyut bilinçlere göreyse, çok hızlı bir şekilde akmaktadır. Nasıl ki rüyadan uyandığımızda o ortam (boyut) gözümüzden silinip birkaç saniye olarak algılanıyorsa aynı şekilde, Berzah boyutunda da dünya hayatı böyle değerlendirilmektedir. Cennet boyutunda yani, Salt Bilinç boyutunda ise, madde kaydı olmadığından zaman da yoktur. Işık hızında zaman, dolayısıyla ona bağlı olan mekan ya da mekanlar kalktığından sadece kendi düzeylerince bütünsellik vardır ve olaylar bir bütün olarak algılanır. Yani, zamanın başı ile sonu aynı anda müşahede edilir ve zaman olmadığı için, burada sadece olaylar dizisinden bahsedilebilir. Ama bu zahire yansıyarak belli bir zaman süreciyle de yaşanır. Cennette herkesin 33 yaşında olmasından mana budur. Yani bu, mecazi olarak ifade edilmiş olup zamanın akmadığı, yaşlanmanın, yaş kavramının kendisinin olmadığını belirtmektedir. Yoksa fiziksel bir yaşlanmadan bahsedilmemektedir. Çünkü cennette ne bildiğimiz madde türünden, ne de bizim ikizimiz olan enerji dalga beden türünden bir ruh bedenimiz vardır. Ruh bedenle cennete girilmediği, girilemeyeceği için birim, cehennemden yani, güneşin çekim alanından gücü nispetinde kaçarak daha doğrusu boyutsal dönüşüme uğrayarak ruh bedenini de terk eder. Cennet boyutundaki 40 bedenimiz ise, bildiğimiz türden bir beden değildir, ama Salt Bilincin, Salt Enerjiye yansıyarak oluşturduğu maddesel bedeni boyutları söz konusudur. Benzer anlamla, kendisini kuantsal boyutun bilincinde bulan bir birim bu bilinci, kapasitesi nispetinde yansıtarak kuantsal boyuttan kendince maddesel suretler ve o suretlere has zamanlar oluşturarak onlarda tasarrufta bulunur. Dolayısıyla, hayal ettiği an düşüncesini canlı olarak maddemsi ortam olarak yaşar. Bu nedenle cennette her şey düşseldir. Dolayısıyla oradaki beraberlikte düşsel güzelliklerin paylaşımıdır. Bu yüzden birimin idrak gücü, ilim gücü ne kadar güçlüyse cennet nimetleri, güzellikleri o kadar fazla yani, cennet yaşantısı o kadar güzel olur. Şems ve Mevlana arasındaki ilişki de bu kabilden olup bu birimler bilinçsel eşliliği yaşamakta idiler. Tıpkı, dünya hayatında iken kendini Salt Bilinç boyutunda bulanların, düşsel beraberlikleri gibi. Bu beraberlik öyle bir beraberliktir ki iki ayrı şey arasındaki kablosal iletişim gibi de değildir. Aralarına hiçbir şey giremez. Buna karşılık, “ mahşerde 40 yıl gözleri semaya dikili vaziyette kalırlar” hadisi ise, bizim zaman birimimize göre değil, kavranılması açısından gerçeğine bir yaklaşım olarak anlatım sadedinde bir günü bin yıl ya da elli bin yıl olan zaman birimine göre ifade edilmiş 40 yıldır ki, güneşin dünyayı içine alıp onu buharlaştırmasıyla ruhların güneş platformunda bulunma evresi olan bu sürecin, ne kadar uzun ve dolayısıyla da bir o kadar da zahmetli olduğunu söylemektedir. Ölüm ötesi boyutun zaman biriminin, güneşin galaksi etrafında bir turu olan 255 milyon yıl olduğunu belirtmiştik. Aslında, şu anda da o zaman birimine tabiyiz, ama sınırlı yapımız dolayısıyla bunu fark edememekteyiz. Bununla birlikte M. İbnül Arabi, Resulullah’ın üç bin sene olan cehennemden kaçıp cennete gidiş süresinin bin yılının cehennemden çıkış, bin yılının düz gidiş, bin yılının ise, cennete iniş olarak anlatmıştır ki, buda gene aynı şekilde bir yılı, 250 milyon yıl olan o boyutun zaman birimine göredir. Özetle, bir yılı, 255 milyon yıl olan ölüm ötesi boyuttaki kabir, mahşer, sırat süreci, o boyut zaman süresince binlerce yıl sürecektir. Bizim zaman birimize göreyse bu süreçler yüz milyonlarca, yüz milyarlarca yıl 41 demektir. Ölüm ötesi boyuta göre, bizim ortalama 70 yıllık ömrümüz ise, yaklaşık 7-8 saniyeye tekabül ediyordu. Öyleyse, 7-8 saniyenin, bir yılın yanında yeri ne, elli, beş yüz, bin, on bin...yılın yanında yeri nedir? Başka bir deyişle, bizim 70-80 yıllık bir ömrün 255 milyon indinde yeri ne, iki buçuk milyarın, yirmi beş milyarın...yılın yanında yeri nedir? Kısaca hiç. Sonsuza dek cehennemde kalmalarına karşın, bir gün gelip Allah’ın Rahmetinin onları da bulması dolayısıyla azaplarının sona ermesi (yani o ortam şartlarına adapte olmaları) süresi ise, o boyutun zaman birimine göre trilyonlarca, trilyarlarca... yıldır. Bilinç ya da Cennet boyutlarında veya o boyut varlıkları olan meleklerde Gün kavramı ise, bizim yaşamakta olduğumuz ya da ahiret boyutundaki süreçlerde yaşayacağımız rölativistik anlamda belli bir zaman dilimi gibi olmayıp, olayların sıralanışı için kullanıldığından, daha temel düzeyde (boyutlarda) “an” da ki bu durumun, bildiğimiz (ister maddi isterse de madde ötesi madde olan güneşin hareketine bağlı) zaman kavramıyla bir ilgisi yoktur. Bu nedenle, bin yıl ya da elli bin yılın, bir gün olduğu şeklindeki ifadeleri, başı ve sonunda belli dönüm noktaları bulunan olaylar dizisi anlamında düşünebiliriz. Bu nedenle ayetlerde bildirilen, “Bununla birlikte (senin) Rabb’ inin yanında bir gün, sizin sayımınıza göre bin yıldır” (Hacc-47), “Gökten yere kadar bütün dünya işlerini o yönetir. Sonra da o işlem sizin bin yıl tutarında saydığınıza eşdeğer olan bir günde ona yükselir.” (Secde-5), “Melekler ve Ruh, tutarı elli bin yıla eşdeğer o makamlara bir günde yükselirler” (Hakka-5), “Melekler ve Ruh Ona, miktarı elli bin sene olan bir günde çıkar” (Mearic-4)” 42 işlemlerin (rakamlar, sembolik olsalar da en alt asgari düzeyi ifade etmektedirler) bin yılda ona yükselmesi ya da meleklerin elli bin yılda yükselişlerini (ki, yükselmenin anlamı uzay yolculuğu gibi olmayıp, o boyutun bakış açısı demektir) o boyutlara karşılık gelen zaman akışı, zaman boyutları olarak düşünebileceğimiz gibi, bunu, kuantsal boyutta, mekansallıkla ilgili olmanın ötesinde, zamansızlık içinde belli işaretler arası olaylar bütünü (bloğu) olarak da düşünebiliriz. Yani olay, tamamen boyutsaldır. Bu konuya Muhyiddin İbnül Arabi şöyle değinmektedir: “Yine bu feleklerin hareketiyle cennette günler oluşacaktır. Bunlar, yüce Allah’ın içinde gökleri ve yeri yarattı günlerdir. Cehennem ehlinin günleri ise, bilinen dünyevi günlerdir ve güneş aracılığıyla müşahede edilirler. Bu günler cennetlerde belli ölçülere dahil işaretlere sahiptirler. Bunlar aracılığıyla vakitler bilinir”. * Zaman Dediğimiz Şeyin, Bilinçliliğini Nasıl Anlayabiliriz?. Bildiğimiz üzere tüm uzay-zamanı meydana getiren temel enerji, Allah’ın özellikleri (esması) ile meydana geldiğinden, uzay-zaman bütünlüğü de aynı şekilde canlı ve şuurludur. Uzay-zaman bütünlüğünü, beş duyumuzla bir bütün olarak algılayamadığımızdan ayrı ayrı şeyler olarak gördüğümüz mekandaki yani, uzaydaki (nesnelerdeki) şuurluluğu müşahede edebilmemize karşın, zaman kavramındaki şuurluluğu, kolay kolay ya da hiç görememekteyiz. Oysa zaman dilimleri veya süreçleri de aynı şekilde bilinçlidir. Yani, “An” içinde bize göre var olan zaman dilimleri de tek bir bilinç olarak ayrı ayrı canlı ve şuurludur. Asr, Milenyum yada yirmi altı bin yıllık süreçler, varlık için her biri ayrı birer dönüm noktalarıdır. Boş yere yemin etmeyen Allah’ın, “ And olsun Asr’a...” diyerek yeminde bulunması, biri yönüyle de bu duruma işaret etmektedir. Dünyanın genel şartlarının her yüzyılda bir değişmesi ve bu değişen anlayışlara, toplumsal gelişmelerine bağlı olarak dini o günün şartlarına, ilim seviyesine göre yeniden yorumlayan, yenileyen müceddidin her yüzyılın başında gelmesi de bunun göstergesidir. 43 Bununla birlikte mesela, her bir ayın, batini anlamı ile, belli özelliklerin potansiyel gücünü, kudretini, enerjisini taşıdığı içindir ki Resulullah (as), bunları bir bir tespit edip bu durumu çeşitli anlatım tarzlarıyla dile getirmiştir. Ayrıca bu ana süreçler içindeki zaman blokları da aynı şekilde, birimsel ve toplumsal olarak birbirlerine bağlı bir biçimde kendi içinde de çeşitli dönüşüm noktalarına sahiptir. Bu sadece dünyayla sınırlı olmayıp iman esasları yani, Amentü’de de belirtildiği üzere, “vel yevmil ahiri” denerek de bu durumun ölüm ötesi boyutlardaki “an” lar da da aynen geçerli olduğu vurgulanmaktadır. 7. Bölüm * Hem Maddesel, Hem de Boyutsal anlamda Sonsuz evrenlerden sadece biri olan bizim Beş Duyu Evrenimiz ve Ona Bağlı Yakın Katmanlarını Nasıl Bir Son Beklemektedir? Bugün gözlemleyebildiğimiz evrenin sonu, başlangıç durumundan daha net olarak bilinmektedir. Bu bilgiler ışığında ölçümleyebildiğimiz yanı ile evren, ısıl ölümle sona erecektir. Yani, termodinamiğin ikinci kanunu olan entropi ilkesine göre ısı, daima sıcak uçtan soğuk uca doğru tek yönlü aktığı için, evrendeki ısı da her noktasında eşit olduğunda, mutlak sıfır dediğimiz (0) kelvin ya da (–273, 16) santigrad derecede artık hareket gözlenmeyecek, buna bağlı olarak evrenin yapısı da tamamen değişecektir. Bunun genel olarak safhalarına geçtiğimizde ise, önce yıldızlar sönecek. Güneş büyüklüğündeki yıldızların ömürleri ortalama on milyar yıl iken bundan daha küçük yıldızların ömürleri, 10-100 trilyon yıla ulaşmaktadır. Çünkü yıldızların yaşam süreleri kütleleriyle ters orantılıdır. Yani, tüm galaksilerdeki yıldızların tamamı 100 trilyon yıl sonra sönmüş olacak ve kütleleriyle doğru orantılı olarak birer beyaz cüceye, nötron yıldızına veya karadeliklere dönmüş olacaklardır. Böylece evren karanlığa bürünüp soğuk bir yer 44 halini alacaktır. Elbette yıldızlar söndükten sonra tek tük de olsa yıldızların doğumu sürecek, ancak bunlar, evrenin karanlığını aydınlatamayan silik ışık noktaları olarak görünecekleridir. Bu da, yerel nebula ya da değişime uğrayan galaksi yapısından dolayı, kahverengi cücelerin(3) birleşerek yıldız reaksiyonlarını başlatacak kütlelere ulaşmalarıyla oluşacaktır. En az trilyon kere milyon (10 üzeri 19) (4) yıl sonra, yıldızların yayımladıkları kütle çekim dalgaları nedeniyle enerji kaybedip birbirlerine yaklaşan yıldızlar, çekim ve hareket kanunlarına göre yörüngelerinden fırlayıp bir kısmı galaksilerden dış uzaya atılarak galaksiler arası boş uzaya akacak (ki galaksiler bu yolla biraz kütle kaybedeceklerdir) diğer bir kısmı da, galaksilerin beyni konumunda yer alan merkezlerindeki dev karadeliğe çekilerek yok olacaklardır. Öyle ki karadelikler, yuttukları bu kütlelerle şişerek dönüş hareketleri durma noktasına gelir. Yıkımdan kurtulan dışa atılan beyaz cüceler, nötron yıldızları, karadelikler ve bunların yanında gezegen, astroid, göktaşı ve nebulaların bir kısmı da böyle çözülmekte olan galaksilerin içine dalarak orada yok olular. Kimi yıldızlar ise, yerel düzensizlikler sebebiyle birbirlerine yaklaşan ve çarpışan galaksiler dolayısıyla, bu yıkıma erişeceklerdir (bu süreçlerde gerçekleşecek olan, normal ya da dev karadelik birleşimleri de aynı sebepten oluşacaktır). Kuran’ da “yıldızların düşmesi” şeklinde tasvir edilen olayın bir anlamı da, aynı aile içinde bulunan Andromeda galaksisinin bizim galaksimize yaklaşarak çarpışması sonucu oluşacak galaktik kıyametteki yıldızların, birbirleriyle çarpışması ya da yakınından geçmesiyle yörüngelerinden çıkarak dağılmalarının bizim bakış açımıza göre tanımlanmasıdır. Bu sırada güneşimiz çoktan ömrünü tamamlayarak hayat verdiği çocuklarının çoğunu içine almış vaziyette, siyah cüceye dönüşmüş ve üzerinden de onlarca trilyon yıl geçmiş durumdadır. Bu sırada evren başı boş gezen nesnelerle, parçalanmakta olan galaksilerden ibaret olacaktır. Ancak bu süreçte, galaksimizin de bir üyesi olduğu 10 milyon ışık yılı genişliğinde yer alan yerel galaksi kümesi dışındaki tüm galaksi kümeleri, birbirlerinden artan hızlarla oldukça 45 uzaklaşmış, ufuk çizgisinde ışık hızı ve ötesi hızlara ulaşarak gözden kaybolmuş olacaklar. Genişlemenin galaksilerin bizatihi hareketinden değil, uzayın kendisinin genişlemesinden kaynaklandığından ışık hızı yasağı, bu durumda geçerli olmamaktadır. Bu uzaklaşma sırasında galaksilerden gelen ışınlar, kırmızı renk frekansına kaymış olacağından galaksiler, önce silik kızıl renginde görünecek sonra da ebediyen görüş alanımızdan çıkmış olacaklardır. Galaksiler, merkezlerindeki karadelikler tarafından yok olduktan sonra, karadeliklerin buharlaşma süreçleri yaşanacak, böylece karadeliklerde ışınım yayınımı başlayacak ve evren geçici bir süreliğine son kez tekrar ihtişamla aydınlanacaktır. Ancak bu karadelik buharlaşması, evrenin boşluk sıcaklığının karadeliklerin sıcaklığının altına düşmesiyle başlayacaktır. Çünkü evrende hareket olabilmesi için, ısı hareketi gerekir, bu da ısı dengesinin bozulmasıyla gerçekleşir. Bu esnada güneşin 10 katı büyüklüğünde olan karadeliklerin Hawking ışımasıyla buharlaşıp yok olma süreçleri, 10 üzeri 68 yıl iken, galaktik karadeliklerde bu süre 10 üzeri 93 yıldır. Bunlar bile en iyimser rakamlardır. Karadeliklerin ışınım yayımlayarak kütle kaybetmelerinde ışınımın büyük çoğunluğu fotonlardır. Kalan kısmının çoğunluğu ise, nötrino olup az bir kısmı da elektron, proton, nötron gibi daha ağır parçacıklardır. Uzay boşluğuna yayılarak başı boş dolaşan cisimler de, protonun bozunma süresi olan 10 üzeri 32 yıl (ya da başka bir hesaplamaya göre 10 üzeri 1000 yıldır ki, biz en muhtemel olan ilkini aldığımızda) sonra protonun, pozitron ve fotonlara dönüşmesiyle çözünüme uğrayacaklardır. Hiçbir şekilde kurtuluş yok. Daha doğrusu bir nötron, bir proton, bir elektron ve bir anti nötrinoya; protonlar da önce çok kararsız parçacık olan nötr pi mezonu ile pozitrona, nötr pi mezonu da hemen elektron-pozitron çiftine bozunarak onların da birbirlerine çarpmasıyla fotonlara dönüşeceklerdir. Çünkü evrende nesneler, parçacıklar daima daha düşük enerji seviyesine düşmeye çalışırlar. Yani en sonunda, kademe kademe daha çok pozitron üretilecek, evrendeki (+) ve (-) yük toplamı sıfır olmasından ötürü de bu pozitronlar, evrendeki elektronlarla birleşip yok olmasıyla 46 fotonlara dönüşeceklerdir. Ancak bazı elektron-pozitron çiftleri hemen birbirlerini yok ederlerken bir kısım elektron-pozitron çiftleri, çok uzun süreler sonucunda bunu gerçekleştireceklerdir. Öyle ki, aralarında trilyonlarca ışık yılı bulunan elektron-pozitron çiftlerinin birbirlerine uyguladıkları elektriksel çekim kuvveti ile en az 10 üzeri 71 yılda yaklaşarak önce bu iki çiftin oluşturduğu pozitronyum atomunu meydana getireceklerdir. Birbirleri arasındaki 10 üzeri 116 yıl boyunca süren sarmal hareketleri sonucunda da birleşerek fotonlara dönüşürler. Oysa laboratuarlarda bir pozitronyum atomu saniyenin on binlerce...birini ifade eden bir zamanda oluşmakta ve hemen yok olmaktadırlar. Tüm bunlardan sonra evren, mutlak sıfır derecede birbirlerinden tamamen uzakta yoğunluğun nerdeyse sıfıra düştüğü bir değerde fotonlar, nötrinolar, çok çok az sayıda elektron, pozitrondan oluşmuş bir yapı olarak hiçliğe dönecektir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki mistik alan göz önüne alındığında gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin yok olmaları, onların ikiz boyutlarının yok olmaları demek değildir. Galaksi içindeki gezegen, yıldız, yıldız sistemleri, galaksi ve galaksi sistemleri, öz boyuttaki yapılarına birer örnekleme olması açısından bizim boyutumuzdaki işaretlerdir. Bu yüzden galaksi içindeki yıldızların cennetler olması ya da güneşimizin cehennem oluşu, o yıldızların gaz madde yapıları değildir. Bu yapıların alt boyutunda yer alan yapıları itibariyledir. Bildiğimiz gibi gezegen, yıldız ve galaksilerin bir, gördüğümüz katı, sıvı, gaz ve yüksek enerjili ışın, parçacık, çekirdekten oluşan plazma şeklinde bir kütlesel yapıları olduğu gibi, bir de onların ruhları olan ikiz (nar) boyutları mevcuttur. Ve bunun da altında Nur yapıları. Aslında evrendeki her nesnenin ruh (nar) ve Nur yapısı mevcuttur. Nur yapı, nar ve madde yapılarına hakim ve onları kapsayıp yönlendirmektedir. Maddesel yapı, kaynağı Nur olan Nari yapının yoğunlaşmasıyla meydana gelmiştir (insanın durumu biraz farklı idi). Bu ana üç boyutun sonsuz boyutlarında ise, sonsuz sayıda canlı varlıklar yaşamaktadır. Nasıl beş duyu araçlarıyla mesela güneşin, maddesel yapısını görüyorsak, ruhi algılamaya sahip olanlar güneşin 47 ikiz yapısını, Nur boyutunu algılayanlar ise onun o boyut ve canlılarını müşahede etmektedirler. Bu Nur boyutta yaşayan, kendini bilen yapılar söz konusudur ki, bunlara Salt Akıl birimleri de diyebiliriz. Yaşadıkları bilinç-enerji boyutlarını hiçbir cihaz gözlemleyemez, ölçümleyemez. Çünkü bu yaşam boyutu, kütlesel ya da nar enerji boyutundaki madde ötesi enerji yapıları gibi olmasa da yine de enerji yığınları olarak tasavvur edebileceğimiz Salt Enerji boyutundaki kuantsal yapıdadırlar. Ancak beynin üst düzey alıcıları tarafından o boyutlara genişleyen bilinç haliyle algılanabilirler. Bu Salt Akıl birimlerinin bildiğimiz türde ne maddi ne de nar boyutundaki ışınsal, elektromanyetik kökenli bir bedenleri bulunmaktadır. Ama diledikleri an diledikleri boyutta bu ışınsal ya da madde suretlere bürünerek somutça açığa çıkabilir, o boyuttaki varlıklarla her türlü diyaloğa geçebilirler. Kendilerini tanıtmadıkları müddetçe (evliya hariç) hiç kimse ne olduklarını da bilemez. Ancak bu olayı bizim bir alt boyutumuzda yer alan şeytani vasıflı ışınsal varlıkların yaptıklarıyla kesinlikle karıştırmamamız gerekir ki, bunu da birçok yazımızda uzun uzadıya anlatmıştık. * Kuantum Fiziğinin Sıra Dışı Özellikleri Nereden Kaynaklanmaktadır? Bunu Can Alıcı Örneklerle Açıklayabilir misiniz? Algıladığımız gerçeklik, atom altı boyutta kaybolmakta, tanecikler önceden bilinmeyen ancak incelemeye kalktığımızda bile gerçeğine ancak o an tahmin yollu yaklaşabileceğimiz garip ve belirsiz davranışlar sergilemektedirler. Bu yüzden kuantum boyutunda geçerli olan belirsizlik ve olasılıktır. Belirsizliktir çünkü, Haysenberg’in matematiksel gösterimiyle bir taneciği gözlemleme olayında ölçümleme (gözlemleme) işlemi, (5) taneciğin hem momentumunu (hızını), hem de konumunu değiştirmekte ve böylece ölçüm sonucu, parçacığın momentumundaki belli bir hata payı ile konumundaki beli bir hata payının çarpımı, en az Planck sabitine eşit ya da ondan daha büyük olmaktadır. Bu matematiksel eşitliğini biraz daha irdelersek, bir taneciğin anlık konumunu 48 tam olarak belirlediğimizde taneciğin momentumundaki (hızındaki) belirsizlik sonsuza ulaşacağından, parçacık tam o anda tüm sonsuz evrene yayılır. Aynı şekilde, taneciğin momentumunu (hızını) bir anda tam olarak ölçmeye çalıştığımızda ise, bu sefer de taneciğin konumu tüm evrende bulunması dolayısıyla, parçacığın momentumu (hızı) sonsuz belirsiz olmaktadır. Başka bir deyişle, taneciğin konumunu anlamaya çalıştığımızda momentumunu belirsiz kılmakta, momentumunu tanımlamaya kalktığımızda da konumunu belirlemeyi zorlaştırmakta, imkansız hale getirmekteyiz. Aynı ilişki zaman ile enerji, açısal momentumla, açısal hız arasında da mevcuttur. Eğer bu matematiksel ifadedeki çarpım, sıfır olsaydı o zaman hata payı ya da belirsizlik olmayacağından tüm tanecikler, tıpkı Newton fiziğindeki gibi tüm özellikleri aynı anda belirlenebilecek, taneciklerin yapacakları ve sahip olacakları tüm özellikler önceden bilinebilecekti. Bu yüzdendir ki bir parçacığı, avucumuzun içindeki bir noktada kıstırayım derken, bu hareketimizin taneciğin konumunu belli kılacağı anlamına geldiğinden tanecik, bir anda dalgasal özelliğini ortaya koyarak klasik boyut kurallarına göre olmaması gereken yerde (tünel açarak), ona engel gibi davranan tamamen kapalı olan avucumuzun dışına çıkar ve böylece kendini kaybettirir. Taneciklerin, herhangi bir noktada tüm özelliklerinin aynı anda tespit edilememesi, kesin olarak bilinememesi daha doğrusu, ölçümleme yapılmadığı zaman durumları hakkında en ufak bir şey bilinememesi nedeniyle parçacıklar, olasılık dalgası diyebileceğimiz bir enerji dalgası şeklinde hareket etmektedirler. Çünkü, klasik fizik yasaları, atom altı parçacık ve enerjilerin davranışlarını belirleyememektedir. Nasıl ki klasik fiziğin yasalarını Newton fiziği belirliyorsa, kuantum boyutunun yasalarını da Shördinger dalga denklemi belirler. Her bir parçacığa eşlik eden dalga denkleminin frekansları, o taneciğin sahip olduğu enerji seviyelerini verir. Newton fiziğinde dalga ve parçacıklar birbirlerinden ayrı şeyler olup bunlardan parçacık özelliği temel iken, kuantum fiziğinde dalga ve parçacık özelliği eşdeğerdir, aynıdır. Bu nedenle atom altı boyutta tanecikler, ne dalgadır ne de parçacıktır. Bir olayın dalgasal 49 olarak tüm ihtimallerinin bir arada bulunduğu süperpozisyon durumunda bir tanecik, her iki özelliğin muğlak karışımı olan “dalga paketi” halindedir. Deneyin, gözlemin türüne bağlı olarak ya tanecik ya da dalgacıktır. Bunu demin de belirttiğimiz gibi, taneciğin her iki özelliğini belirsizlik ilkesince aynı anda belirleyemediğimiz, gözlemleyemediğimiz için, bir özelliğini tanımlamak diğer özelliğini bilmeye engel teşkil etmektedir. Başka bir deyişle parçacıklar, tanecik özelliğini ortaya koyduğunda dalgasal özelliği yoktur, dalgasal özelliğini ortaya koyduğunda da parçacık özelliği yoktur. “Dalga paketi” ni daha iyi anlamak için çift yarıklı deneye baktığımızda, gözlemcinin deneye yaklaşım tarzının parçacığın tanecik özelliğini mi yoksa dalgasal özelliğini mi bize göstereceğini belirlemekte idi. Eğer taneciğe hiçbir şekilde bakmaz, deney gerçekleştirmezsek o zaman tanecik, dalga paketi şeklinde mevcut olacaktır. Nesnelerin, klasik fizikteki gibi önceden belirlenebilen tüm özelliklerine rağmen, kuantum boyutlarında, taneciklerin süperpozisyonu dolayısıyla onlar hakkında hiçbir şey söylenemez. Onların özellikleri hakkında bir şeyler söyleyebilmek, haklarında bilgi sahibi olmak için, gözlemleme ile onları, süper pozisyon durumundaki hayaletimsi yapıdan, dünyamızda boyut kazandırmak suretiyle onların varlıklarını oluşturmak, maddeleşebilmek, gerekmektedir. Daha doğrusu tanecikler bize, madde olmadıkları halde maddemsi olgusunu duyumsatmaktadırlar. Bu yüzden gözlemlemediğimiz müddetçe atom altı boyutta neden-sonuç ilişkisine bağlı sıralı olaylar bulunmaz. Parçacıklar olması gereken tüm olasılıkları barındıracak şekilde serbestçe, hiçbir şeyle sınırlanmaksızın her yöne doğru özgürce hareket edebilmektedirler. Bu hareketleri de, yolları (doğrultuları) tıpkı bir çalı süpürgesine benzer şekilde çatallanarak zamanda ileri doğru olasılıklı yollar şeklinde olabildiği gibi, aynı biçimde zamanda geriye doğruda olabilmektedir. Yani kuantum fiziğinde, klasik fizikte olduğunun aksine, zamanın ileri doğru ya da geriye akmasının bir önemi yoktur. Bir parçacık için, zamanın geriye akışı da (yolculuğu da) söz konusudur ve o boyutta bu durum 50 normaldir. Böylece, shördinger dalga denklemi gelecek için birçok olası ihtimalleri önceden haber verdiği gibi, aynı şekilde sağduyumuza uymayacak bir biçimde geçmiş zamana dönük olarak da birçok olası geçmişi haber vermektedir. Dolayısıyla, tek bir noktadan bu şekilde olası geleceğe bakabileceğimiz gibi, geçmiş olarak yaşadığımız şey de, aslında sonsuz sayıdaki sayısız olası geçmişlerin birbirlerine nüfuz ederek bir girişimin ortaya çıkarttığı en muhtemel geçmişin bir görüntüsü olduğunu görebiliriz. Yani, kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesince evrenin tek bir geçmişi değil, dalgasal biçimde tüm olası geçmişlere sahip paralel evrenler şeklindeki geçmişleri mevcuttur ve her biri eşit derecede şimdiki evrenimiz kadar gerçektir. Ve bu olası geçmişlerin girişimi sonucu ortaya çıkan en muhtemel geçmişi ise, bilinç belirlemektedir. Daha doğrusu bir anlamda, onu araştırmaya kalktığımızda geçmişi de o anda oluştururuz. Özetle, klasik fizik ya da yaşadığımız boyutta olaylar geri dönüşümsüz olarak hep tek yönlü ileriye doğru akarken, kuantum fiziğinde zaman, dolayısıyla olaylar hem ileri hem de geriye doğru gelişebilirler. Bu yüzden, tanecikler arası mesafeler ne olursa olsun mekansal anlamda ani etkileşimler mevcut olduğu gibi, farklı zaman noktaları arasında da yani, geçmiş, şimdi ve gelecek kavramı ortadan kalkarak bu ani etkileşimler gerçekleşebilmektedir. Tıpkı çift yarıklı deneydeki taneciklerin, karşılaştıkları (hesapta olmayan) yeni duruma karşı geçmiş durumlarını etkilemeleriyle, (geçmişe doğru zamanda yolculuk yapıp deneye uygun diğer alternatif özelliği ile yola çıkarak)(6) hemen o anda değişime uğramaları (ki bu esnada gözlemci sadece o andaki değişimi görür), farklı özelliklerini, davranış biçimlerini ortaya koymaları gibi. Detaylı olarak, “Düzensizliğin Düzeni Ve Kuantum Bilinç” başlıklı makalemizde değindiğimiz çift yarıklı deneyinde mesela, tanecikler tek tek çift yarıktan dalgasal özelliğini kullanarak her iki delikten aynı anda geçmesine karşın, perdeye ulaşmadan deney türünü değiştirdiğimizde yani, perdedeki dalga ölçer yerine, parçacık ölçeri (dedektörünü) devreye soktuğumuzda, o 51 anda yarıklardan parçacık özelliğini kullanarak iki delikten sadece birinden geçmiş olduğunu bize göstermekteydi. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, şu anki düşünce biçimi ve davranışlarımızın, geçmişteki durumlarımızı etkilemiş olsa da bu, yaşadığımız boyut açısından yine de bizlerin ellerimizle yaptıklarımızın bir sonraki aşamada bilfiil yaşayacak olmamızı değiştirmez, bilakis bu durumu daha güçlü kılar. Deneylerle kanıtlanmış olan bu kuantum olgusu, ayrı bir düşünce deneyiyle Prof. Fred A. Wolf tarafından şöyle ifade edilmektedir: Bildiğimiz üzere fotonlar, 15 milyar yıl önce big-bangle başlayan çoğul evrenin bir, iki dakika sonrasında yayımlanmaya başlamış ve fotonlar o andan itibaren bize doğru yolculuk yapmaya devam etmektedir. Ancak ışık, galaksilerin ya da dev karadeliklerin uzay-zaman geometrisini bükmeleri dolayısıyla, çekimci mercek etkisine uğrayarak yollarından saparlar (bu yüzden olması gereken yerden farklı noktalardan görünürler) ve böylece bir fotonun izlemesi gereken yollar oldukça fazlalaşır. Kuantum fiziğini göz önüne aldığımızda, biz bu olayı gözlemlemediğimiz müddetçe fotonun izlemesi gereken bu olasılık uzayları (evrenleri) süperpozisyonda iç içe geçmiş vaziyette bulunurlar. Yani biz bu durumu incelemediğimiz müddetçe bir foton, tıpkı çift yarıklı deneyde dalgasal hareket eden tek bir foton ya da elektronun aynı anda iki delikten geçmesi gibi, dalgasal özelliği ile hareket ederek tüm yolları aynı anda kat etmektedir. Ancak biz, fotonun muhtemel geliş güzergâhına kameralar yerleştirmeye karar verdiğimizde, yine tıpkı çift yarıklı deneydeki olaya bakışımızın parçacığın hangi özelliğini ortaya koyacağını belirlediği gibi, foton dalgasal özelliğini bırakarak parçacık özelliğini sergileyecek ve bu yollardan sadece birini seçerek ilgili açıdaki kameralar tarafından görüntülenecektir. Yani bir hafta önce verilen bir karar, 15 milyar yıl önceki ortamı (durumu) etkilemektedir. Demek ki bizler her an verdiğimiz bir kararla geçmişimizi etkileyerek aynı zamanda bunun günümüzde açığa çıkışını meydana getirmekteyiz. 52 8. Bölüm * Klasik Boyut Bakış Açısına Göre Algılayanın Varlığından Bağımsız Olarak Var Görünen Evrenin, Değişmeyen Sabit Yapısı, Yine O Evrenin Bir Boyutu Olan Kuantum Boyutu Açısından Gerçekte Nasıldır? İlk zamanlarda dalgalarla, parçacıkların farklı farklı şeyler olduğu düşünülmekteydi. Ama bilimsel bulgular geliştikçe dalga ve parçacıkların aslında aynı şeyin farklı iki görünümü olduğu ortaya çıkmıştır. Örneğin fotonlar, elektromanyetik dalgaların (alanların) belli noktalar arası yoğunlaşmış hali olduğu gibi, diyelim ki nötrinolar da bir nötrino alanının iki düğüm noktası arasında yoğunlaşmış hali olmaktadır. Böylece alan- parçacık ilişkisi bize, aynı tür parçacıkların evrenin her yerinde niçin hep aynı olduklarının cevabını vermektedir. Böylece tüm uzay- zaman, alanlardan, nihayetinde ise, tek bir alandan meydana gelmiştir. Foton taneciklerinin iki düğüm noktası arasında kümelenmiş elektromanyetik dalgalarının bir görüntüsü olması, dalgaların (alanların) sürekli olmayıp tıpkı tespih tanecikleri gibi kesikli olmaları anlamına gelir. Yani, tanecik görünümündeki bu alanlar birbirlerine (daha iyi anlamak için tasvir edilirse) sıfır nokta düğümüyle bağlıdırlar (bunu, birbirinden tamamen kopuk olarak da düşünmemek gerekir). Dolayısıyla, tüm uzay –zaman bu süreksiz alanlardan oluşmuş tekil bir yapıdır. Bununla birlikte, görme dediğimiz şeyin aslı, nesnelerden yayınlanan ya da onlardan kaynaklanan ışığın yani fotonların, gözümüzdeki alıcıları uyarması ve bunun da elektrik sinyalleri olarak beyinde değerlendirilmesi sonucu oluşmaktaydı. Fotonların ise sürekli değil kesikli bir yapıda olması dolayısıyla da, algıladığımız görüntüler de devamlı olmamakta, bizim algılayamadığımız çok çok kısa süreler içerisinde sekteye uğramakta yani, bir görünüp bir kaybolmakta ve yokken tekrar var olmaktadırlar. Benzer anlamla 53 gördüğümüz bir şeyin bir anlık görüntüsü, aslında iki yokluk arasındaki bir var oluştur. Hareketlilik ise, bu yokluk arasında var oluşların devamlılığı ile meydana gelmektedir. Bu durum aynı zamanda, “Allah her an yeni bir yaratıştadır” hükmünce bir sonraki anda görünen ile bir önceki anda görünenin aynı olmayıp varlığın her an yeniden, yeniden yaratıldığını göstermektedir. Görme dışında diğer duyularımızın da kökeninin elektriksel alanlara, dolayısıyla fotonlara dayanması nedeniyle aynı durum, bunlar için de aynen geçerlidir. Zaten Biyo-fizikçiler gözün retina tabakası üzerinde yaptıkları çalışmalar sonucu, insan beynindeki sinir hücrelerinin (bir elektronun atomdaki yörüngeler arası ya da bir enerji durumundan bir diğerine geçişini yansıtan, bu geçiş ile açığa çıkan) tek bir fotonun emilimini kaydedecek hassasiyette olduğunu bulmuşlardır. Aynı şekilde bu hassasiyet indeterminizm ve yerel olmayan etkiler de dahil, kuantum düzeylerinde tüm garip davranışlardan etkilenecek derecededir (ki bu durum, kuantum altı düzeyi için de geçerlidir). * Renklerin Kökenini Düşündüğümüzde, Bunların da Diğer Nesneler Üzerinde Bir Etkisi Var mıdır? Mesela Kırmızı Renkli Arabaların Kazaya Daha Açık Olduğu Söyleniyor. Tüm Bunlar Doğruysa, Acaba Sistemi Nedir? Aslında bu soru basitmiş gibi görünse de gerçekte, beraberinde çok daha derin soruların cevaplarını barındırmaktadır. Renk dediğimiz şey, dalga spektrumu içersinde görünür skaladaki belli frekanslarda titreşen elektromanyetik dalgalardan başka bir şey değildir. Bir nesneye ait renk ise, o nesnenin kendisinden yayınlanan ya da o nesneden yansıyan belli dalga boylarındaki ışınlardır. Bunu biraz daha açarsak, bir nesneye çarpan elektromanyetik dalgaların bir kısmı nesne molekülleri tarafından değerlendirilerek ısıya dönüşürken yani, ısı frekansında elektromanyetik yayınımı yaparken, belli frekanslar, atomun elektronlarının farklı yörüngelere çıkmasına neden olur. Çok kısa süreler içerisinde uyarılan elektronlar tekrar eski yörüngelerine dönerlerken eşdeğer frekanstaki 54 fotonları dışarı yayınlarlar. Yani, gördüğümüz renkleri. Böylece tıpkı maddenin kendisi gibi, renk dediğimiz şey de gerçekte mevcut olmayıp belli frekanstaki ışınların beyin tarafından renk olarak algılanması sonucu oluşmaktadır. Zaten renk körü dediğimiz kişiler de, beyin veri tabanlarının farklı açılması dolayısıyla aynı rengi, farklı olarak görmüyorlar mı? Ya da renkli bir objeyi, köpek gibi bazı hayvanlar siyah-beyaz olarak algılamıyor mu? Dolayısıyla nesne yüzeyindeki her atomun, kendine özgü farklı renkleri soğurma ve yansıtma özelliği bulunmaktadır. Tek bir rengi soğuran atom da, aynı şekilde o rengi dışa yayar (atomlar renkler dışında bizler için görünür olmayan farklı ışınlar da yaymaktadır). Bu yüzden bir nesnenin dalga spektrumu, o nesnede hangi atomların var olduğunu bize gösterir. Tıpkı beyaz ışığın bir prizmadan geçirildiğinde renk yelpazesinin ortaya çıkması gibi, yıldızlardan ve galaksilerden gelen ışınların renk yelpazesine bakılarak (spektrumu incelenerek) o yıldız ve galaksilerde hangi elementlerin, kimyasal maddelerin olduğu ve hangi oranda bulundukları, renk ile sıcaklık arasında ilişki nedeniyle de o ortam sıcaklığı tespit edilebilmektedir. Kısacası renk dediğimiz şey, nesneye gelen dalga boylarının nesne tarafından yutularak sadece göründüğü rengi dışa yansıtmasıyla oluşur. Gerçekte üç tane temel renk vardır: Kırmızı, yeşil ve mavi. Diğer tüm renkler, bu üç ana rengin karışımlarından, karışımların karışımlarından...meydana gelmektedir ki, bu da sayısızdır. Eğer nesne bütün dalga boylarını absorbe ederse cisim siyah, yutmaksızın tamamını dışa yansıtıyorsa o zaman da cisim beyaz görünür. Keza Resulullah’ın beyaz elbise giymesinin nedeni ya da bunun sünnet oluşu elbisenin şekli değil, renginin beyaz olmasıyla ilgilidir. Çünkü bu bir sisteme dayanmaktadır. Zaten gerçek anlamda sünnete uymak, evrensel sistemi, sistem ve düzenin işleyiş prensiplerini dikkate alarak gereği olanı yapmaktır. Aslında Resulullah’ın, sağ elle yemek yiyip içmesi, aynı yere gidiyorsa farklı yollardan da gitmesi, su içerken oturması ve bu sırada sol elini başına koyması, evden çıkarken ve mescide girerken önce sağ ayağını, mescitten çıkarken de sol ayağını atması, kimi zaman saçı ve sakalını 55 uzatırken kimi zaman kısaltması, orucunu hurmayla açması,...vb. yaptığı her işte (bizlerin algılayamadığımız) bir şuurluluk, sisteme uygun hareket etme vardır. Dolayısıyla Resulullah’ın beyaz giyinmesinin nedeni de beyazın tüm ışınları geri yansıtması nedeniyle o sıcak şartlarda vücudunu sıcaktan koruma amacına dayanmasıdır. Eğer bir kişi, onun sünnetine uyuyorum diye kutuplarda da beyaz elbise giyinmeye kalkarsa yaptığı bu iş sisteme, sünnete ne kadar uygun olacaktır? Çünkü bu birim, sisteme göre o şartlarda ısınması, dalgaları (fotonları) üzerine çekebilmesi için siyah elbise giymesi daha uygun olur. Eğer Resulullah kutuplarda yaşasaydı siyah ya da çok koyu renkli elbiseleri tercih eder, üstelik giydiği kıyafetlerin şekilleri tamamen farklı olurdu. Dolayısıyla sünnetin ruhunu kavrayamamış, Hz Muhammed’in(sav) hangi amaca, sisteme dönük olarak o şeyi yaptığını düşünemeyen birimlerin iddia ettikleri gibi, kılık kıyafet şekillerinin, ne evrensellikle, ne de ölüm ötesi boyut gerçeğiyle bir ilgisi vardır (elbette isteyen yine dilediği kıyafeti giymekte serbesttir ki bu da işin başka yönüdür). Aynı şekilde “ kim başka milletlere, toplumlara benzerse onlardandır ” ifadesi de kılık, kıyafet benzerliğini değil, şuursal anlamda onlar gibi (sisteme de ters düşen) aynı zihniyete sahip olmayı anlatmaktadır. Eğer şekliniz, kıyafetiniz söylenene uygun olmasına karşın zihniniz maddeye, bedenin tatminine dönük düşünce ve fiiller ortaya koyan toplumlar, topluluklar gibi olsa siz, Hz Resulullah’ın sünnetine mi uymuş olacaksınız? Kaldı ki, kendi döneminde müşrikler de Hz Muhammed (sav) gibi giyinmiyor muydu? Tekrar asıl konumuza dönersek, her şeyin Allah esmasının terkipsel biçiminde dalgasal yapıda olması, dalgasal yapının boyutuna göre maddesel yapı olarak da algılanması ve her bir terkibin diğer bir terkibi etkilemesi dolayısıyla da evrende, hiçbir şey, hiçbir “dalga boyu” boşuna, süs olsun diye yaratılmamıştır. Her bir dalga boyu mana yüklü olması itibariyle de kainatta her bir varlık, birim boyutunun gereğince tespihini, zikrini yapmaktadır. Bu yüzden nasıl ki, beyinden yayınlanan anlam yüklü dalgalar, insanları, 56 diğer canlı ve cansız tüm her şeyi yani, çevresini, olayları etkiliyorsa (ki insanların çoğu bunun farkında değillerdir), cansız nesnelerden yayınlanan ve her biri yine belli bir anlam yüklü dalgalar da o anlam istikametinde canlıları, çevresindeki olayları bir bir etkilemektedir. Bu yüzden, kırmızı renge sahip ya da o renk olarak algılanan belli frekanstaki elektromanyetik dalgaları yayan arabalar da çevresini, sistemi kazalara yol açabilecek yönde her an bilgilendirdiği, irrite ettiği için kaza riski diğerlerine nispetle oldukça fazla olacaktır. Elbette bu rengin, konusuna göre olumlu olan farklı farklı yönleri, özellikleri de mevcuttur. Bunun tam tersi durum yani, koruyucu yönde anlam yüklü dalgalar yani renkler de bulunmaktadır (ki, bunları ilgili kitaplarda ya da internet sitelerinden bulabilirsiniz). Ayrıca renkler üzerinde yapılan bazı araştırmalar sonucunda renklerin, insan psikolojisi üzerinde de büyük etkilerde bulunarak davranışlarını etkilediği ortaya çıkmıştır. Bugün alelade şeylermiş gibi bunlara “renk” deyip geçiyoruz. Oysa, her ne kadar belli özellikleri keşfedilmeye başlanmış olsa da bunlar daha işin başındaki şeyler olup sistemde daha ne tür işlevler ortaya koydukları şimdilik tam olarak çözülebilmiş değildir. * EPR Olarak Bilinen Düşünce Deneyini Açıklayabilir misiniz? EPR ismi, “Gerçekliğin Kuantum Mekaniğiyle Tasvirinin Eksiksiz Olduğu Kabul Edilebilir mi?” adlı makale ile kuantum fiziğinin standart yorumuna karşı tez oluşturan Einstein, Podolsky ve Rosen ’in baş harflerinden oluşmaktadır. Bu hayali deney ise, kısaca şöyledir. Elimizde iki tane tanecik olsun ve bunlardan birini, aralarında milyonlarca ışık yılı uzaklıkta bulunan A galaksisine, diğerini de B galaksisine götürelim. A’ daki ve B’ deki kişi ölçüm yapmadıkları müddetçe parçacık spinlerinin yüzde ellişer aşağı veya yukarı gelme ihtimali bulunmaktadır. Kuantum fiziğine (daha doğrusu Kophenag yorumuna) göre, 57 parçacıklar ölçümlenmediği müddetçe parçacık spinleri, süperpozisyon halinde aşağı ve yukarı olarak üst üste durmaktadır. Hangi sonucun geleceğinin belirlenmesi için ölçümleme yapılması gerekir. Aksi halde bunların gerçekliğinden bahsedilemez. Böylece A da ki kişi ölçümleme yapar ve süperpozisyonu çökertir (ve diyelim ki) spini aşağıya doğru olduğunu görür. Dolayısıyla diğer parçacığın spini de yukarıya doğru olduğu anlaşılır (belirlenir). B de ki kişi ölçümlemeyi yapar gerçektende spinin yukarı doğru olduğunu ölçer. Yani, B’ deki kişi, A’ daki kişinin ölçümleme yapmadan önce, spinlerin yönü hakkında yüzde elli ihtimale sahipken A ‘daki kişinin ölçümlemeyi yapmasıyla bu birden, yüzde yüz olarak diğerinin (A’ dakinin) zıttı yönde deneyi ölçümleyeceği ortaya çıkar. Böylece A’ daki kişinin gözlemleme olayıyla tespit ettiği spin yönü, o anda ışıktan hızlı bir şekilde diğer spine ulaşıp onu bilgilendirerek B’ dekinin deney sonucunu etkilemekte ve onun ne şekilde ölçüm yapması gerektiğini belirlemektedir. Bu deneyin Einstein yorumuna göreyse, A ve B’ deki kişilerin, deneyi yapmadan önce de yani, ilk durumda parçacıklar ayrılmadan önce de hangi konumda oldukları bellidir. Onları gözlemleme işlemi gözlemcilerin, sadece var olan olay (durum) hakkında bilgi sahibi olmalarından öte bir şey değildir. Deney sonuçları hakkında bir şey söylenememesi, kestirimde bulunulamaması gözlemcinin bilgisizliğinden kaynaklanmaktadır (dolayısıyla gözlemci gözlemlenene müdahale edememekte, belirsizlik diye bir şeyin varlığı da söz konusu olmamaktadır). Böylece Einstein’a göre Kophenakçılar, deneyi yanlış yorumlamakta dolayısıyla da, ne yerel nedensizlik ilkesinin ihlali olan telepati olayı (ışıktan hızlı bilgi aktarımı, haberleşme) söz konusu, ne de ölçümlenmedikleri zaman parçacıkların (nesnelerin) var olmayışları söz konusudur. Bu bakış açılarından hangisinin doğru olduğunun anlaşılabilmesi için, A’ daki kişinin ölçümü, B’ dekinin ölçümü ile uyuşmuyorsa yani, çok daha farklı yönlerde spin durumu belirliyorsa kuantum fiziği yanlış, Einstein haklı, yok eğer her defasında A’ daki ölçüm, B’ deki ölçümle uyuşuyorsa o zaman da kuantum fiziği doğru, Einstein yanlış olacaktır. Gerçekten de teknik ilerlemeler 58 sonucu yıllar sonra yapılan farklı deneylerle, her seferinde ani etkileşmenin varlığı kanıtlanarak kuantum fiziğinin doğruluğu ispatlanmıştır. Yine Einstein, bir başka deneyle belirsizlik ilkesini çürütmeye çalışmıştır. Bu ise, şöyledir. Yine A ve B olmak üzere iki tane taneciğimiz olsun. Ancak bunlar dönü hareketi yapmaksızın sadece etkileşim sonrası bir doğru boyunca hareket etmiş olsunlar. Ve biz bu taneciklerden birini mesela, B olsun, Kuantum fiziğince imkansız olan, hem momentumunu hem konumunu ölçmek isteyelim. Bunun için ilkin, A’ nın momentumunu kesin olarak ölçerim. Bu sırada B’ ye dokunmam. Çünkü yine klasik yasalarca biliyorum ki B ‘nin momentumu, A’ da bulduğum momentum değerinin tam tersidir. Daha sonra da B’ nin konumunu kesin olarak ölçerim. Böylece B’ nin hem momentumunu hem de konumunu kesin olarak ölçmüş yani, Haysenberg’in belirsizlik ilkesini ortadan kaldırmış olurum. Peki şimdi hata nerede ya da kimde? Elbette Einstein’ da. Çünkü Einstein, bunu yaparken tıpkı üstteki deneyde olduğu gibi Kuantum fiziğinin temel yasası olan yerel nedensellik ilkesinin olmamasını, deney ölçümü olmaksızın parçacıklar hakkında hiçbir şey bilinemeyeceğini, söylenemeyeceğini (ki parçacıkların varlıklarının yok olduğunu) varsaymıyor. O kendi açısından, kendi bulgularına göre, klasik boyutta geçerli olan yasalara göre deneyleri yorumlamıştır (ki teknik imkansızlıklar nedeniyle yeterince deneyin gerçekleşememesi de Einstein ’a çanak tutmuştur). Böylece A taneciğinin momentumunu ölçümlerken, B’ nin momentumunun değiştiğini göz ardı ediyor. Oysa A nın ölçümlenme işlemi, B ^’nin ilk durumundaki momentumunu değiştirmiş oluyor. Einstein bunlardan başka tek yarıklı ışın deneyi ile kendisinin geliştirmiş olduğu çok zeki ve dahiyane bir düşünce deneyiyle de Neils Bhor ’ un karşısına çıktı. Fakat sonuçta yine belirsizlik ilkesinin varlığı aynı deney üzerinden Neils Bhor tarafından ispatlanmıştır. Bundan sonra Einstein belirsizlik ilkesini çürütmekten vazgeçti, ama hiçbir zaman da 59 (bizzat kendisinin ortaya çıkarttığı) kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul etmedi. Fakat yukarıda da değindiğimiz üzere, yapılan birçok gözlem ve deney bize, olayları Kuantum fiziğinin bakış açısıyla değerlendirmemiz gerektiği şeklindedir. Ancak şunu da kesin olarak belirtmek gerekir ki, kuantum boyutlarında birçok şey doğru olsa da bazı şeyler de tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Bu nedenle, David Bohm da parçacıkların ışıktan hızlı haberleşmeleri, gözlemcinin gözlemlenene müdahale etmesi, onu meydana getirmesi...vb. kuantum fiziğinin temel ilkelerini kabul ederek Neils Bohr’ un yanında yer alırken, Kophenakçıların (Bohr’ un) varlığın bütünselliğini kabul etmelerine rağmen kuantum bütünselliğinin yani, gözlemci algılamadığı takdirde süper pozisyon durumunun bir anlamı olmadığını ve bu nedenle de olayın derinine inmemeleri ve kendi bulgularını bile görmezden gelmeleri dolayısıyla, birtakım deney sonuçlarına dayalı olarak geliştirdiği hologram teorisiyle kuantum altı boyutunun, belirlenebilir bir yapıya sahip olması ile örneğin, bir elektronun gözlemlenmediği zaman da varlığını (farklı formlarda da olsa) sürdürmesi nedeniyle Einstein ’ nın yanında yer almıştır. Ancak bir elektronun ya da varlığın (nesnelerin) gözlemlenmediği zaman da var olması durumu, klasik fizik anlayışındaki gibi maddesel yapılarının koruması anlamında değil, daha alt (kuantum altı) enerji boyutunda, enerji dalgaları halinde var olması şeklindedir. Ve her birim, hiyerarşik olarak öze doğru kademe kademe tüm birim ve bütünselliği barındırmakta ve birim (farkında ya da değil), bir şeyin tüm olası durumunu ihtiva eden gizli düzendeki mevcut ilgili enerji alanlarını, (enfüsi olarak) deşifre edebildiği ölçüde görünür düzende (kendince maddesel boyutlarda) bunları (afaki olarak) algılayabilmektedir. Bunlara da çeşitli yazılarımızda ve bilhassa Kuantum Potansiyeli I ve II. bölümlerinde detayıyla değinmiştik. Son zamanlarda kuantum altı boyutun ispatına dönük olarak devrim niteliğindeki bulgularla bir taraftan dünyanın önde gelen üniversitelerinde neden-sonuç ilişkisini tersine çeviren ışıktan hızlı hareketler gerçekleştirilirken diğer tarafından Nobel ödüllü ünlü fizikçi Gerardt’h Hooft da, belirsizlik ilkesinin yani, kuantum boyutunun olasılıklı yapısının belirlenebileceği ile ilgili olarak dahiyane bir yöntem (model) geliştirerek 60 parçacıkların tüm özelliklerinin aynı anda kesin olarak belirlenebileceğini (böylece taneciklerin geçmiş ve gelecekteki tüm durumları da belli olmaktadır), dolayısıyla daha derin boyuttaki bir Akıl tarafından ise, evrendeki tüm parçacıkların tüm durum ve özelliklerinin tespit edilmiş olduğunu göstermeyi başarmıştır (bunların detaylarına başka bir yazıda değineceğiz). Bu, aynı zamanda seçimlerimizin (Kuran ve Hz Resulullah’ın dile getirdiği gibi) daha öz boyutlarda belli olduğunu ortaya koymaktadır ki, bu konu ileriki günlerde daha da net olarak kendini güçlü bir biçimde hissettirecektir. Yayın Listemiz »» Sayfa 63…70 www.yorumsuz.net.tc Notlar : (1) Burada artı yükler hiçbir şekilde hareket etmezler. Çünkü bu artı yükü, atom çekirdeğindeki protonlar oluşturur. Nötr atom, elektron kaybedince kaybettiği elektron sayısınca artı yüklenir. Eğer atom fazla elektrona sahipse bu sefer de atom yine elektron sayısınca eksi yüklü olur. Ayrıca yüklü atomlara “iyon” denir. (2) Sinir siteminde akmakta olan biyo-elektrik akımı, bir elektrik devresinde akmakta olan serbest elektronların hareketi gibi olmayıp belli iyonların dikey yer değiştirmesi ve bunun yatay olarak domino taşları gibi diğer iyonları etkilemeleri sonucu oluşmaktadır. Bu yüzden elektromanyetik dalgaların ya da statik elektriğin bizatihi karşı tarafa geçişi söz konusu iken burada, iyonların aktarımı değil, elektriksel potansiyelin karşı kişiye aktarımı (elektriksel alan vasıtasıyla uzaktan etkiyle karşı sinir iyonlarının harekete geçirilmesi) söz konusudur. (3) Eğer gaz ve toz bulutları Güneşin kütlesinin %8 ’ inden daha az ise, kütle çekim kuvveti bir nükleer 61 reaksiyonu başlatacak ısı ve basıncı oluşturamayarak sınır değerin altında kalır ki, bu tip yapılara da “ Kahverengi Cüce” adı verilir. Buna en iyi örnek Jüpiter gezegenidir. Eğer Jüpiter, %8 ’ lik sınır değerin üstünde bir kütleye sahip olsaydı, o zaman bir gaz gezegeni değil, Güneşin ortağı olarak bir çift yıldızlı sistem oluşturmuş olurlardı. (4) Bunun anlamı 1 in yanına 19 sıfırı yazıp okuyun demektir. (5) Klasik boyutlarda bir cismi görmemiz için cisme doğrulttuğumuz ışınların maddeler üzerinde hiçbir etki yokken aynı durumun kuantum boyutlarında etkisi çok büyüktür. (6) Bu durumu takyonlarla da açıklayabiliriz. Kaynakça: Ahmed Hulûsi’nin eserleri ……………………………………………….. Ruh, İnsan, Cin Allah Sistemin Seslenişi I , II Temel Esaslar Dua Ve Zikir İnsan Ve Sırları I, II Akıl Ve İman Okyanus Ötesinden I, III Kendini Tanı Cuma Sohbetleri İnsan Ve Din Cuma Notları Evrensel Sırlar Yaşamın Gerçeği 62 Evrensel Sırlar Tekin Seyri Hz Muhammed Neyi Okudu ………………………………………….. Hz Muhammed ’in Mucizevi Tespiti – Ahmed Hulusi www.ahmedhulusi.com Taoizm - Budizm - Totemizm – İslam – Ahmed Hulusi ( www.ahmedhulusi.com ) Su – Ahmed Fevzi Yüksel -Cuma Notları, Suyun Hafızası Var – Yaşam, Suda Üçüncü Göz Var Ama Ne?, www.sufizmveinsan.com , Fizik Sünnet – Ahmed Fevzi Yüksel, www.sufizmveinsan.com , Tasavvuf İnsanı Kamil- A. K. B. İbrahim El Cili Miratül İrfan- M. İ. Arabi Kuantum Benlik- Danah Zohar Psişik Şifacılık- Dr. Alfred Stelter Hak Dini Kuran Dili- Elmalı Hamdi Yazır Wodoo ’ nun Büyüsü- Discovery Channel David Halliyday - Robert Resnick - Fiziğin Temelleri II Discovery Channel- Secret Billion Dolar Discovery Channel - Science Frointers Hz Muhammed ’in Mucizesi- www.internethaber.com Mistik Düşünce Ve Yeni Fizik- Michael Talbot Karadelikler Ve Bebek Evrenler – Stephan Hawking Son Üç Dakika – Paul Davies Zamanda Yolculuk – J. H. Brennan Kuantum Fiziği Ders Kitabı – Prf. Dr. Erol Aygün -Ankara Fen Fakültesi Tubitak Bilim Ve Teknik Dergisi – Ekim 2000 Tubitak Bilim Ve Teknik Dergisi- Ekim 2000 Kozmik Kod – Heinz Pagels Haber 7.Com – 6 Haziran 2006 63 Yayın Listemiz Aşağıdaki e-Kitap ve programlar sizin için hazırlanmıştır. www.yorumsuz.net.tc adresinden Ücretsiz indirebilirsiniz !. www.yorumsuz.net.tc • • • • • • • • • • Ayetler Hadisler Sorular Yanıtlar Hıristiyanlık'ta Ölümden Sonra Hayat Manevi Alemden Yağmur Damlaları Gel Dosta Gidelim Gönül Noktanın Sonsuzluğu -4Noktanın Sonsuzluğu -3Kurân “B” Meâli -2Kurân “B” Meâli -1Tevhid Telepati-Durugörü • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 64 Noktanın Sonsuzluğu -2Noktanın Sonsuzluğu -1Derin Akıl Derin Yürek The Secret -SIR Sessiz Sorular Sessiz Cevaplar Holografik bakış Alt Beyin’in Deşifresi / Bireyin Alt Beyinsel Eğitimi Dua ve Zikir -2Fîhi Mâ-Fîh -2Dua ve Zikir -1Fîhi Mâ-Fîh -1Cinlerin Deşifresi Gizli Gülşen -2O’ndan İşaretler Ölümden Sonra Yaşam Tam 12’den Vuran Sözler Düşmanın Kardeşin Değildir Yeni Keşifler -3Altın Tavsiyeler -2Altın Tavsiyeler -1- • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 65 Tayy-i Mekân (Mekan Değiştirme) Hayat Ağacı (Kundalini) Etkili Sözler 5 / Mesnevi Bahçesi Metafizik Kaynaklara göre 3. Dünya Savaşı İbret Beyin Fırtınası -Online Sohbetler Enneagram /Materyalist mistisizm akımı Benim Adım CENİN -2Benim Adım CENİN -1Meşhurların Rüyaları- Kapıları Aralayan Şifre Orta Dünya’nın İşgali Muhyiddin-i Arabi-Risalelerden Alıntılar Ortadoğu - Vaat Edilmiş Topraklar Kuantum Düşüncede İslami Motifler Terör Tekeli A.B.D. İnsan ve Din -2İnsan ve Din -1Amerika’nın Matruşkası Aşk Penceresinden Asr-ı Saadet Dünyayı Yöneten gizli Örgütler • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 66 Okunası, Çok Önemli Konular Cuma Notları -2Avrupa Birliğine NEDEN HAYIR ! Kur’anla Kucaklaşmak Psikolojik Harekât “B” SIRRINA ERMEK Gerçeğin Öğretisi/TASAVVUF Oruç’un Sırları Türkiye ya “Büyük Türkiye” olacak ya da “Yok” Olacak ! Yeni Keşifler -2İstihbarat Bilinç Ötesi Boyut RÜYALAR Parapsikoloji ve Parapsikolojik Harp Kıyamet Halleri CFR ve Yeni Dünya Düzeni Yorumsuz Seyir Yeni Büyük Oyun / Yeni Soğuk Savaş İnternette Tıp Haberleri -1Yeni Keşifler -1Ölüm Terapisi • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 67 Ölmeden evvel Ölmek Cemil Meriç Anısına Vatikan’ın Gizli yüzü İz Bırakanlar Sonsuz Boyuta Açılmak – Zikir Bilinmeyen Vatikan II Cuma Notları I Bilinmeyen Vatikan I Tapınak Şövalyeleri - Gizli Dünya Devleti Günün Yorumu Allah’ı Bilmek Tsunami Altındaki gerçekler -H. A. A. R. P Sorgulayan Beyinlerin Kendine Soruları Allah indinde DİN 2. Bölüm Avrupa Birliği’nin Türkiye Politikaları Allah indinde DİN 1. Bölüm Mir’at ül İrfan (İrfan Aynası) G. O. P ya da HAÇLILAR MI? AVRUPA BİRLİĞİ VE CHRISTENDOME KAVRAMI MARDUK ya da KAOS • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 68 [Astroloji-Program] Astro Yükselen GİZ’li Gülşen 1 Depresyon Psikospritüel Kriz [Astroloji-Program] Yıldızlar Altında Aynadaki Evren Din’i Anlamada Reform Tao’cu Uygulamanın Temelleri (Kültür Serisi-1) En Büyük Sır- İlluminati Şeytani Bilinci MARDUK ‘Yakın Gelecek ‘ mi? Metafizik Mucizeler ya da Yanılgılar Kur’an-ı Kerim Meali (Microsoft Reader formatında) Hz. İbrahim’in Mirası Hz. Musa’nın Asa’sı ve KUNDALİNİ Dik Bahçene Solayım! Uzaylılar Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar II Sonsuzluğu kucaklamış aşkın sembolü Hallac-ı Mansur Din, Maneviyat, Psikoloji, Psikiatri İbn Arabi ile ilgili araştırma Serüvenim Evrenin Sırları • • • • • • • • • • • • • • • • • • • • 69 Etkili Sözler III Beynimizi Kim Kullanıyor ? Yorumsuz Katalog (Güncellendi) Zamansızlık (timelessness) Hangi Evreni Algılamaktayız? Gönül Uyandırma Kıyametin Deşifresi Yorumsuz Katalog Çağdaş Bakışla Allah Taş’taki Güç... Mutluluğunuz için... Etkili Sözler II Çağdaş Bakışla Cennet, Cehennem Rüya Yorumu Kader Gerçeği Evrensel Sırlar Rüyanın Dışındaki Rüya [Astroloji-Program] Canopus Düşünen Beyinlere Hiç Okunmamış Yazılar Holografik Beyin ve Evren Mesajlar I • • • • • • • • • • 70 Uzaylıların İçyüzü Tanrı yok Allah var Reenkarnasyon Aldatmacası Astroloji-Yeni Millennium’un Popüler Bilimi [Astroloji-Program] Planetium Modern Bilim ZİKİR’i Keşfetti Etkili Sözler I Yıldızların Altında Çağdaş Bakışla Din [Astroloji-Program] PopHR www.yorumsuz.net.tc