Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
YIL: 7 SAYI: 39 EYLÜL / EKİM 2013 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi Bu kan ve gözyaşı neden? YIL: 7 SAYI: 39 EYLÜL / EKİM 2013 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR. Gençlik Dergisi İÇİNDEKİLER ORTA DOĞU’DA SAVAŞ Mustafa ÖZTÜRK.............................................................................................. 3 ARTIK ŞEHİT GELMİYOR AMA NE KARŞILIĞINDA?... Prof. Dr. Cihan DURA........................................................................................ 5 HOCA AHMET YESEVİ NEDEN ÖNEMLİDİR? Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER............................................................................... 8 YABANCI İSİMLERİN ŞEREFİNE SIĞINMAK… Osman KARABABA......................................................................................... 10 Bu kan ve gözyaşı neden? BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 7 SAYI: 39 SAHİBİ Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Osman KARABABA YAZIŞMA ADRESİ Sahabiye Mah. Mete Cad. Boylar Sk. Çetinbulut Apt Nu:1 K:2 D:3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON (0352) 232 32 67 WEB www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA bilgiyurdu@hotmail.com TÜRK MİLLİYETÇİLERİ ve İNSAN İsmail BOZKURT.............................................................................................. 12 ARAPLAR BİZE DOST MU? Mehmet ÇAYIRDAĞ......................................................................................... 15 “SENEDİ BÂTIL OLUR BÂTIL OLAN DAVANIN” Osman SEL....................................................................................................... 18 MEHMED’İM Mustafa ÖZTÜRK............................................................................................ 20 “EY TÜRK MİLLETİ! DÜŞÜN VE KENDİNE DÖN!” Mehmet KILINÇ............................................................................................... 21 HAREKETİN BEREKETİ İsmail ÖZÖREN................................................................................................ 23 KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI VE SUSKUNLUK SARMALI İbrahim GÜNGÖR............................................................................................ 24 EKONOMİDEKİ SON GELİŞMELER: İYİYE Mİ, KÖTÜYE Mİ GİDİYORUZ? Doç. Dr. Tuncay ÇELİK..................................................................................... 26 SÜVARİNİN RUHU HAİNİ BOĞACAK Mustafa YILDIRIM........................................................................................... 28 TÜRKİYE’DE İŞÇİ SORUNLARI ve ÇALIŞMA HAYATI Mehmet KABAKTEPE...................................................................................... 30 TÜCCARLARIN KISKACINDAKİ ÇİFTÇİLER Bilgehan AYATA............................................................................................... 32 GRAFİK TASARIMI Hatice İbakorkmaz EĞİTİMİMİZ MİLLî Mİ? Ali BENLİ.......................................................................................................... 34 BASKI Orka Matbaacılık San. Tic. Ltd. Şti. Organize San. Böl. 43. Cad. Nu: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 ORTADOĞU’DA ARKA PLANLAR Ahmet MUHTAROĞLU.................................................................................... 36 BOZKIRDA AŞK VE İSYAN Hakan TUNÇ.................................................................................................... 38 “OSMANLI’YA DÖNÜYORUZ” SÖZÜ POLİTİK BİR ALDATMACADIR Aytekin AYDOĞAN.......................................................................................... 39 MANTIKSIZ MANTIK: Ben Aptalım Siz Akıllısınız! Alper KEPEZKAYA........................................................................................... 40 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukukî sorumluluk yazarlara aittir. 2 İHANETE YASALLIK GÖMLEĞİ GİYDİRMEK Ezgi SÜLLÜ...................................................................................................... 41 BİR MİLLETTEN BİR YIĞINA Yavuz Sezer OĞUZHAN.................................................................................. 42 Gençlik Dergisi Mustafa ÖZTÜRK ORTA DOĞU’DA SAVAŞ AKTÖRLER ve FİGÜRANLAR şuluk ve Müslüman hukukuna yakışmayacak şekilde savaş Tarih boyunca savaşlara en çok sahne olan yeryüzü par- ateşini körüklediler, muhalif güçleri örgütleyip Suriye’ye çası Orta Doğu… Dinlerin doğduğu, büyük medeniyetle- saldılar, Suriye rejimi ve yönetimine çok net ve açık cephe rin kurulduğu bu mübarek topraklarda yine kan ve gözyaş- aldılar,savaşın sürmesi ve büyümesinde belirleyici oldular. ları var. Bin yıl Haçlı saldırılarına maruz kaldı. Yüzlerce Bugün Suriye’nin Türkiye’ye yakın kentleri silahlı muyıl mezhep savaşlarıyla yıkıldı, parçalandı. Bugün ise yine haliflerin kontrolünde olup harabeye döndü. Milyonlaremperyalizmin hedefinde. Niçin? Günümüz de ana sebep, ca ocak söndü. İki milyon insan komşu ülkelere sığındı. bölgenin jeopolitik değeri, petrolü… Bu yüzden emper- 100 binden fazla can katledildi. Bu faciaya yol açan ve bu yalist devletlerin ve dev şirketlerin çıkar savaşına sahne dramda rol alanlar, acaba bir vicdan muhasebesi yapıyorlar olmaktadır. Bir de İsrail gerçeği var, onu da unutmayalım. mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü Suriye’ye son darbeyi vurÇünkü İsrail, bölgede Müslüman olmak için emperyalizmin liderlerine mayan tek devlet ve Batı emperyadavetiye yazmakla meşguldürler. lizminin bir numaralı işbirlikçisidir. HAÇLI İTTİFAKI OLUŞSon on yılda Orta Doğu’daki Son on yılda Orta Doğu’daki saTURMAK TÜRKİYE’YE YAKIsavaşın en önde gelen vaşın en önde gelen aktörü, ABD’dir. ŞIR MI? Büyük süper güç olarak tüm dünyaaktörü, ABD’dir. Büyük Türk tarihinin ana çizgisi, bin ya, tabii ki başta OrtaDoğu’ya kensüper güç olarak tüm yıldır Türk ordusunun Haçlılardince şekil vermek istemektedir. Bu dünyaya, tabii ki başta la yaptığı savaştır. 26 Ağustos’ta amaçla hazırladıkları projeyi, de942’nci yıldönümünü kutladığımız OrtaDoğu’ya kendince şekil mokrasi ve özgürlük sözleriyle allaMalazgirt Zaferini ve 91’nci yıldövermek istemektedir. yıp pullayıp dünyaya açıklamaktan nümünü idrak ettiğimiz Başkomuda hiç çekinmediler. 2003’te Dışiştanlık Meydan Savaşı’nı Haçlılara leri Bakanı Condeleezza Rice şunkarşı kazandık. Vatanımızı kurarken ları söyledi: “Fas’tan Afganistan’a de kurtarırken de karşımızda Haçkadar 22 ülkenin rejimi ve sınırı değişecektir” Güya bu lılar vardı. Sadece bu savaşlar mı? Hayır. Bin yıldır hep ülkelere demokrasi getirecekler. Sen kimsin be! İşin trajik karşı karşıyayız. Geçici ve sahte dostluk süreleri oldukça yanı, bu yalana inananların olması… Daha trajiği ise bu sınırlıdır. Büyük Orta Doğu Projesi’nde Türkiye Başbakanı Sayın Miryakefalon, Sırpsındığı, Kosava, Niğbolu, Varna, Erdoğan’ın “Eş başkanlık” görevi yüklenmesidir. Mohaç, Preveze, Haçova, Sakarya zaferleri Haçlılar kar22 ülkenin rejim ve sınırını değiştirmek kolay mı? Ya- şısındaki zaferlerimizdir. 1071’den 1683’e kadar Batı’ya sal ve insanî yollardan bunu başarmak kolay olmadığına ilerledik. 1683’ten 1921’e kadar da geriye çekildik. Balgöre, geriye başka yollar kalıyor: Etnik ve mezhepsel kış- kanlarda, Kafkasya’da , Arabistan ve Filistin’de yenildik. kırtmalarla Müslümanı Müslümana düşürüp kırdırmak, Kanımız su gibi aktı, kemiklerimiz dağ gibi yığıldı. muhalif unsurları silahlandırıp meşru hükümetlerin üzeriİstiklâl Savaşı’nı da Haçlılara karşı yaptık, son zafene salmak, terör örgütlerini devreye sokup ülkedeki istikrimiz Kıbrıs Barış Harekatı’nı da…1983’te başlayan ayrarı, huzuru ve güvenliği ortadan kaldırmak… rılıkçı terörün arkasında Batı emperyalizminin olduğu Yani ölüm, zulüm ve katliam yolu… Müslüman Müs- gerçeğini de düşünürsek halen Haçlı saldırısı altında yaşalümanı kırarken ABD’nin ağlayan bir yüreği yoktur ama dığımızı söyleyebiliriz. demokrasi şampiyonu ve kurtarıcı olarak ortaya çıkmanın Ülkemizdeki ABD askeri üsleri Türkleri korumak için zamanı da gelmiştir. Çünkü, müdahele için ortam sağlanmi kuruldu? Batılı şirketler Türk halkının refahı için mi famıştır artık. aliyet yapıyor? Bunları da düşünüp hesaba katmak gerekir. Irak’ta, Afganistan’da bunları gördük, yaşadık; Yukarıda değindik. Bin yıl boyunca İslâmın bayraktarSuriye’de de dakika dakika görüyor, yaşıyoruz. lığını yapan, misyonu İslâm’ı korumak ve onun adaletini Dünyanın gözü önünde Suriye’de yaşanan insanlık dra- yaymak olan Türk devletinin bugün bir Müslüman ülkeye mında Türkiye’deki siyasi iktidarın ve özellikle BOP Eş- karşı Haçlı ittifakı oluşturmaya çalışması ne kadar acıdır. başkanı Sayın Erdoğan’ın vebâli hiç de az değil: İyi kom- Türkiye’nin misyonu, Suriye’ye düşmanlık olmamalıydı, 3 onunla kardeşlik köprüleri kurmak, iyilik ve güzellikleri tavsiye etmek olmalıydı; kardeşlik hukuku bunu gerektirirdi. Bir zamanlar Selçuklu ve Osmanlıya karşı Haçlı ittifakını Papalar oluştururdu. Bugün bu görevi kimler yapıyor, görüyor musunuz? KİMYASAL SİLAHI KİM KULLANDI? Esat, gerçekten kimyasal silah kullandı mı? Bu henüz ispatlanamadı. Bazı kaynaklar kullanmadığını söylüyor. Onlara göre, Esad’ın kimyasal gaz kullanmasını gerektirecek bir sebep yoktur. Muhaliflere karşı gayet iyi konumda olan bir lider dünyanın tepkisini çekecek ve kendisini çok zor duruma düşürecek bir suçu neden işlesin? Kimyasal silahı muhaliflerin kullandığı yönünde iddialar da vardır. Bazı gazeteler bu doğrultuda önemli haberler yayımladılar. Bilgiler, iddialar havada uçuyor. Ancak şimdilik hakikatı bilmiyoruz. BM’nin tetkiklerinden sonra anlaşılacak. Çoğu çocuk bin 400 kişinin ölümüne sebep olan kimyasal bombayı her kim kullanmış ise büyük bir insanlık suçu işlemiştir. Bu yüzden, mutlaka cezalandırılmalı. Ancak BM’in tetkiki sona ermeden, ön yargıya kapılıp taraflardan birisi suçlanmamalı, hele hele Suriye yönetimini suçlu ilân ederek bir askerî harekete asla başvurulmamalıdır. ABD’nin Irak’ı “Saddam kimyasal silah üretiyor ve kullanıyor” yalanıyla işgal ettiği unutulmamalıdır. Her egemen devlet gibi Suriye’nin de kendi rejimini ve sınırlarını teröre karşı korumaya hakkı vardır. Silahlı muhalefete karşı yapılan meşru mücadeleyi “Esad halkını katlediyor ”diye açıklamak, gerçeği gizlemektir. Halk çoğunluğunun Esad yönetimine karşı olduğu yalandır ve propagandadan ibarettir, Esat yönetimine karşı bir halk hareketi söz konusu değildir. Suriye halkının çoğunluğu Esat’tan yanadır. Esad’a karşı savaşanlar ise çeşitli ülkelerden gelen ve CIA tarafından eğitilen terörist unsurlardır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu, “Esat’a karşı savaşanlar dostumuzdur.” demiş. Keşke bu genellemeyi yapmasalardı. Çünkü Esat’la savaşan öyle örgütler var ki vahşette sınır tanımıyor, kendileri gibi düşünmeyen herkesi katlediyorlar. Zannediyorlar ki yaptıkları şey, cihattır. Oysa cihat, İslâm yolunda savaş olup kafirlere karşı yapılır. Bu terör örgütlerinin İsrail ile niçin hiç savaşmadıklarını düşünmemiz gerekmez mi? Terör örgütlerin önemli bir kısmı Batı emperyalizminin güdümündedirler. Millî devletleri istikrarsızlaştırmak için kullanılırlar. Bu yüzden de İsrail’e karşı değil İsrail’in düşmanlarına karşı savaşırlar. Bazen El Nusra gibi sözde dinci, bazen de PKK gibi Marksist olabilirler. İşbirlikçilik kanlarına işlemiştir. Suçsuz insanları öldüren, camii ve türbeleri bombalayan teröristlerin elbette İslam’la bir alakası olamaz. Çünkü bu eylemler en büyük günahlardan sayılmıştır. Buna rağmen AKP Hükümeti silahlı muhalefetin eylemlerini görmezden gelmektedir. Sanki bütün katliamları Esat yapıyor, karşı taraf ise toptan masum. Bu tek yönlü sübjektif söylemin iki sebebi olabilir: Birincisi Suriye muhalefetiyle 4 siyasî ve ideolojik benzerlik, ikincisi ise iç politikaya dönük oy hesabı. TARİHTEN DERS ALMAK Büyük devlet adamları tarihten ders alır. Ülkesi bir sorunla karşılaştığında o dersten yararlanarak o sorunu çözer. Anlaşılan odur ki bizim devlet ve hükümet adamlarımız ABD’nin Irak’ı işgalinden hiç ders almamışlar. Ders alsalardı: Suriye’ye bir askerî müdahaleyi savunmazlardı. Çünkü, askerî müdahalenin daha çok ölüme yol açtığını bilirlerdi. Askeri müdahalenin Irak’a demokrasi getirmediği gibi Suriye’ye de getirmeyeceğini tahmin edebilir savaş çığırtkanlığı yapmazlardı. Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi Suriye’nin kuzeyinde de bir Kürt devletinin kurulacağını düşünerek Türkiye-Suriye sınırında önlemler alırlar, ABD’nin Kürt kartını kullanmasına izin vermezlerdi. Akdeniz’e açılmak isteyen Kürdistan hayaline kapı aralamaya çalışmazlardı. ABD, fitne tohumlarını ekip istediği yapıyı oluşturduktan sonra def olup gitti. Ama biz Irak’la hâlâ komşuyuz. Suriye ile de hep komşu kalacağız. Okyanus ötesindeki ABD’nın çıkarı için ebedi komşumuzla düşman olmanın bir mantığı olabilir mi? Irak’ta kaybettik, Türkmen’i boynu bükük bıraktık, zulmün safında yer alıp bir milyondan fazla Müslüman ölümüne katkıda bulunduk. Bari Suriye’yi kaybetmeyelim. Yanlıştan dönmek için kısa da olsa bir süre vardır. TÜRKİYE’NİN MİSYONU Suriye, Mısır ve Irak’ta devam etmekte olan kavga ve kargaşadan en çok zarar gören OrtaDoğu ülkesi Türkiye’dir. Bunda siyasi iktidarın uyguladığı politikanın büyük payı olduğunu biliyoruz. Yanlışta ısrar edildiği takdirde Türkiye bölgesinde daha da yalnızlaşacak, dost ülke bulmakta zorlanacaktır, Suriye, Mısır ve Irak’ın dostluğunu kaybeden Türkiye, İran ve Rusya’yı da kaybetmek üzeredir. Türkiye’nin çıkarı ABD safında yer alıp bu komşu ülkelere düşmanlık yapmakta değil, dostluk ve kardeşliktedir. Dolayısıyla başta komşu ülkeler olmak üzere bütün devletlerle ilişkiler normalleştirilmelidir. Dünyanın bize saygı duymasını istiyorsak millî ve bağımsız bir politika izlemeyi, süper güçlerin aleti olmamayı; devletimizin demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti niteliklerini koruyup geliştirmeyi, ideolojisi ne olursa olsun teröre fırsat vermemeyi temel ilkemiz yapmaya mecburuz. Böyle bir Türkiye saygıyı hak eder ve bölgesinde barış ve huzurun en büyük güvencesi olur. Türkiye’nin tarihten gelen misyonu, Brüksel ve Washington gibi merkezlerde üretilen proje ve senaryoların âleti olmak değil, insana saygıyı merkeze alan bir hak, hukuk ve adalet nizâmını oluşturup bir örnek olarak tüm dünyaya sunmaktır. Bunun gerçekleştirecek siyasî kadroların özlemi içindeyiz. Gençlik Dergisi Prof. Dr. Cihan DURA www.cihandura.com ARTIK ŞEHİT GELMİYOR AMA NE KARŞILIĞINDA?... AKP hükümetinin PKK açılımı devam ediyor, yakında bir paket daha açıklayacaklar. Halkın tepkisine karşı kullandıkları“artık şehit cenazeleri gelmiyor”,”Analar ağlamasın, gözyaşı dinsin!” formülleri hayli etkili oldu. İşleri gerçekten çok kolaylaştı; eğer ellerinde böylesine etkili bir bahane olmasaydı, PKK ile, onun başı olan şahısla masaya hiç oturabilirler miydi? BOP’un sahibinin, Büyük Plan’ın hazırlayıcısı Amerikan hükümetinin her şeyi iyi planlamış olduğu açıkça görülüyor, kolay mı, dünya çapında tecrübeleri var. AKP hükümetinin elinde mutlaka böyle bir gerekçe bulunması gerekiyordu. Yoksa, plan yürümezdi. Evet, bu sözde barışa halkı ikna etmek için, AKP’nin eline insanların kolay kolay itiraz edemeyeceği bir bahane tutuşturulması gerekiyordu: Barış gelsin! Şehit cenazeleri son bulsun, Gözyaşları dinsin, analar ağlamasın! 1999’da Bosna’da da böyle olmadı mı, 12 Eylül 1980 darbesinden önce yine Türkiye’de aynı gerekçenin olgunlaşması beklenmedi mi? Olaylara müdahalelerden önce, her iki yerde kan gövdeyi götürmedi mi? Amerikan güçleri Bosna’da müdahale için, Türkiye’de askerî darbe için izin verirken, duruma el koyanların elinde yine aynı “akan kanı durdurma”, “barış getirme” bahaneleri yok muydu? PKK çetelerine neden yıllarca dokundurtmadı Amerika? Çünkü ilerde AKP iktidarının kullanacağı gerekçenin olgunlaşması gerekiyordu. Çünkü, birinin deyişi ile, “kadayıfın altının kızarması” gerekiyordu. Ancak dünyada her şeyin bir karşılığı vardır, her şeyin bir maliyeti, her şeyin bir bedeli vardır. Örneğin, bir terör örgütünü muhatap alan, her dediğini yerine getiren bir hükümetin kredisi kalır mı? Böyle bir süreçte bağımsızlık ve egemenlik temelleri tahrip edilen o devlet ayakta kalabilir mi? PKK’nın, Türkiye Cumhuriyeti düşmanı teröristlerin taleplerini yerine getirmek, devletimizin bekasına yöneltilmiş korkunç bir tehdit değil midir? Nitekim “Güneydoğu Anadolu’dan Hiç Şehit Gelmiyor” başlıklı makalesinde (Yeniçağ, 24.8.2013) Prof. Dr. Ümit Özdağ; “şehit cenazeleri gelmiyor ama karşılığında neler oluyor, neler kaybediyoruz” diyerek, bakınız neler yazıyor: PKK ile müzakerelerin başlamasından bu yana Başbakan dahil Hükümet yetkililerinin sürekli vurguladıkları husus; “Güneydoğu Anadolu’dan hiç şehit gelmiyor” argümanıdır. Bu doğrudur. -Eğer polisi ve askeri karakol ve kışlalarından çıkarmazsanız, -yasaların uygulanmasını askıya alırsanız, -yasaları ihlal edenlere karşı adım atması gereken asker ve polisi “barış sürecini ihlal etmek isteyen provokatör” durumuna sokarsanız, -PKK’nın saldırısına uğrayan jandarma helikopterleri “kaçma manevrası” yaparsa, -uyuşturucu kaçakçılarının el konulan bilgisayarlarını “geri almak için” PKK/BDP’liler jandarmayı muhasara edebiliyorsa, Elbette kan akmaz, şehit gelmez. Şehit gelmez, ancak devlet ayağa düşer. 5 Evet, şehit cenazeleri gelmiyor, analar ağlamıyor ama ne karşılığında? Sayın Ümit Özdağ’ın da örneklerle belirttiği gibi, korkunç bedeller karşılığında! (Kaldı ki PKK lılar son iki ayda dört korucuyu şehit etmişlerdir) Ben de diyorum ki, herhangi bir olguyu değerlendirirken, tek boyutlu yaklaşmamak lazım. Bir eylemin faydalarını ileri sürerken, zararlarını da hesaba katmak lazım. O zaman “açılım” konusunu da şöyle ortaya koymak gerekmez mi: Evet, şehit cenazeleri gelmiyor, analar ağlamıyor ama ne karşılığında? Sayın Ümit Özdağ’ın da örneklerle belirttiği gibi, korkunç bedeller karşılığında! Benim gördüklerim şunlar: -PKK affının yarattığı sosyal ve psikolojik travmalar, -Devletimizin bağımsızlığına indirilen darbe, -İç savaş ve bölünme olasılığı -Milli irade ve egemenliğin tahribi Ben bu konuyu daha önce 7.4.2013 tarihli bir yazımda tartışmıştım. O yazımı, bir kez daha halkımın dikkatine sunmayı gerekli buluyorum. Analar Ağlamasın, Tamam da... Şu yaşadığımız dünya son derecede karmaşık, tezatlarla dolu… Toplum hayatı da öyle: Savaş var, barış var; neşe, ıstırap, gülme, gözyaşı var. Ve hepsi, insanlar için. Tıpkı karanlık ve aydınlık gibi… Biri varsa, öbürü de var. Tarih boyunca ve bugün, her yerde insanoğlu hep bunları yaşamıştır, yaşıyor. Gönül ister ki yalnızca barış olsun, sevinç olsun, gülme olsun… Ne var ki böyle bir toplum bir idealdir, ütopyadır. Hep istiyoruz onu, ancak ulaşamıyoruz, çünkü istemeyenler de var, engeller var. Şimdi, şöyle diyeyim: Bir an için varsayalım ki, Türkiye başka bir ülkenin işgaline uğradı, 1919’daki Yunan işgali gibi… Kentlerimize, köylerimize girmeye, cinayetler işlemeye başladılar. Ne yapacağız? “Aman, analar ağlamasın” diyerek teslim bayrağını mı çekeceğiz? “Ey düşman, ne istersen vermeye hazırız, yeter ki sen bu zulümden vazgeç” mi diyeceğiz? İçerden de gelebilir saldırı, bir ayaklanma, terör şeklinde de karşımıza çıkabilir. Yine, bugün, hükümetin ve adamlarının yaptığı gibi boynumuzu büküp, saldırgana “ne istersen vermeye hazırız, yeter ki bu işten vazgeç” mi diyeceğiz? Hz. Muhammet İslam’ı tebliğ göreviyle işe başlarken, 6 “çok kan akacak, analar ağlayacak” diyerek misyonundan affını mı istedi? Selahattin Eyyubi dalga dalga gelen vahşi Haçlı saldırıları karşısında “çok gözyaşı dökülecek” deyip İslam’ı savunmaktan vaz mı geçti? Fatih Sultan Mehmet “iyi de, analar gözyaşı dökecek” diyerek, İstanbul surlarının önünden yüz geri mi etti? Osmanlı; fetret döneminde, Celâli isyanlarında ne yaptı? Ya Mustafa Kemal Paşa? Anadolu, vatanımız, haydut İngiltere’nin teşviki ile Yunan işgaline uğrayınca, iç isyanlar çıkınca, İstanbul hükümetini haklı bulup “en iyisi Anadolu’ya ‹heyeti nasıha›lar gönderelim, İngilizin, Damat Ferit’in dediği olsun, Yunan varsın gelsin; yeter ki, analar ağlamasın” mı dedi? Evet değerli okur, Hükümet dahil, onun başı ve sözcüleri, hemen bütün medya dahil, hemen herkesin ağzında aynı bahane: Analar ağlamasın, gözyaşı dinsin! Yahu, hayat bu kadar basit mi? Gelin, bu sözde gerekçeye daha yakından bakalım. Neye dayanıyor, somut temeli nedir? AKP iktidara geldikten sonra, on yıldır, hemen her gün verdiğimiz şehitlere, şehit sayısına dayanıyor. Oğullarının arkasından seller gibi gözyaşı döken anaların çektiği acılara dayanıyor. İşte 2000’den beri her yıl verdiğimiz şehit sayıları: YIL ŞEHİT 2000 29 2001 20 2002 10 2003 31 2004 75 2005 105 2006 111 2007 146 2008 171 2009 80 2010 106 2011 162 2012 E 123 AKP iktidara gelmeden önce (2000-2002) şehit sayımız çok düşük ve giderek azalıyor. AKP hükümeti ile birlikte (2003) kayıplar artmaya başlıyor, 2008 yılında zirveye ulaşıyor: 171 şehit… 2009’da çarpıcı bir kırılma var. PKK ile gizli görüşmelerin başladığı veya yoğunlaştığı tarih olabilir. Ancak şehit sayısı yine de yüksek olmakta devam ediyor, 2012’ye (Ekim) kadar böyle… Ve 2013’ün ilk ayları… Hemen hemen sıfır… Çünkü artık hedefe ulaşılmış, PKK ile masaya oturulmuştur. Şimdi, burada biraz duralım ve bir varsayım daha yapalım. Diyelim ki geçen on yıl boyunca PKK karşısında hiçbir şehit vermedik ya da pek az verdik. Bu durumda ne olacaktı? -Analar yavrularını kaybetmemiş, gözyaşlarına boğulmamış olacaktı. -Başka?... Asıl önemlisi: AKP Hükümeti de, onun başı da, medyası ve “akil adamlar”ı da ağızlarına pelesenk ettikleri o ünlü gerekçeden yoksun kalacaklardı: Analar ağlamasın, gözyaşı dinsin! Elde böyle etkili bir bahane olmayınca da –Derin Merkez’in emrine uyarak- PKK ile, onun başı ile masaya oturma yoluna gidilemeyecekti. BOP’un sahibi, Büyük Plan’ın hazırlayıcısı her şeyi düşünmüş! Hükümetin elinde böyle bir gerekçe olmayınca, planın yürümeyeceğini görmüş. Ve bunu da başardı. Nasıl? Önce PKK’yı kurdurup kanatları altına aldılar, AKP iktidar olunca, üzerine ada- Gençlik Dergisi makıllı gidilmesini önlediler. olarak görmedikleri ne malum? PKK’nın canlı, gündemde kalSayın Sadi Somuncuoğlu’nun masını, hep güçlü görünmesini (Yeniçağ, 6.4.2013) dikkatisağladılar. En gerekli ve sonuç mizi çektiği gibi: farz edelim Bir olay sadece birey boyutuyla getirici önlemleri aldırmayaki “Yeni” Anayasa Meclis’ten değil, toplumsal boyutuyla rak, PKK’nın önünü açık tuttugeçti ve çok ortaklı etnik/ırk da değerlendirilmelidir. Aksi lar, cinayetlerini olabildiğince devleti kuruldu. “Barış” geldi, artırmasına yardımcı oldular. PKK saldırıları durdu, “kan halde, çok yanlış kararlar alınır. Her yıl, neredeyse her gün akmıyor”. Yine de huzura kaBöyle düşünürsek, hükümetin şehit haberleri kapladı bütün vuştuk diyebilir miyiz? Hayır girişimlerinden Türkiye’nin, Türkiye’yi… Halk şartlandırıldiyemeyiz!... Çünkü bir bütün milletimizin çok şeyler dı, yönlendirildi bu yoldan. Ne olan millet bölünüp egemenlik kaybedeceğini dehşetle görürüz. yazık ki projeye içerden de, bipaylaşılınca, kısa zamanda iç lerek veya bilmeyerek destek çatışma başlayabilir. İşte bu, verildi. Eğer PKK yılanının “etnik fitne” tuzağıdır. Tarih başı zamanında ezilseydi, bu bunun dramatik örnekleriyle kadar şehit verilir miydi? doludur. İşte dağılıp yok olan Yugoslavya, işte bölünmüş Planı kısaca hatırlatayım: Araç “yeni Osmanlıcılık”, olan, iç çatışma tuzağındaki Irak, işte Libya, İşte Suriye... amaç Türkiye’yi büyütüyormuş gibi yapıp küçültmek, parçalamak… Sözde Kürt devletçiği ile federasyon... Bu4) Görüşüm odur ki mevcut iktidar halkın iradesini temnun için ne lazım? Hükümeti PKK ile masaya oturtmak… sil etmekten tamamen uzaklaşmıştır. Çünkü bir oligarşiye, Sözde barışı sağlarmış gibi yapıp büyük ödünü kapmak, hatta tek adam iktidarına dönüşmüştür. Millî egemenlik Amerikan küresel şirketlerinin iradesini yerine getirmek… dışında bir gücün hizmetinde iş yapmaktadır. Hükümetin, PKK için sorun değil bu, o hedefine ulaşmış sayıyor kendi- PKK ile görüşerek oluşturmak istediği çözüme milletimini. Ancak Türkiye Cumhuriyeti hükümeti için utanılacak, zin yarısından fazlası karşıdır. Buna rağmen, girişimlerde yüz karası bir durum. ısrar Milli İradeye hesaba katmamaktır, hatta onu inkârdır. Peki, bu sözde barışa halk nasıl ikna edilecek? AKP’nin Karşı olanlar yarıdan az da olsa yine Millî İrade tahribatı eline insanların kolay kolay itiraz edemeyeceği bir bahane vardır. Çünkü böylesine önemli kararlar halkın çok büyük vererek: Gözyaşları dinsin, analar ağlamasın! Barış gelsin! bir kısmının onayını gerektirir. 5) Bağımsızlık ve egemenlik temelleri tahrip edilen bir Ancak ben itiraz etmek zorundayım. Çünkü: devlet ayakta kalabilir mi? Öyleyse PKK’nın, bu Türkiye -Bir eylemde yalnız kazançlar değil, kayıplar da hesaba düşmanı teröristlerin taleplerini yerine getirmek, devletikatılır. Akıllı olmak bunu gerektirir. mizin bekasına yöneltilmiş korkunç bir tehdittir. -Diyelim ki “barış” sağlandı, başka analar ağlamayaDevletimiz, ulus-devletimiz, Türkiye Cumhuriyeti cak artık. Askerlerimizi baskınlar yaparak, pusular kurarak Devleti elden giderse, yalnız şehitlerinki ile kalmayacak, katleden hainler, “barışçı”ların sayesinde inlerinden çıkıp bütün bir milletin anası ağlayacaktır. ellerini kollarını sallayarak dünya nimetlerine koşacaklar. Peki, yirmi yaşın baharında toprağa düşen gençlerimizin hakkı ne olacak, kanlarının hesabını kim verecek? Onların mübarek analarının hakları ne olacak? Sizin bu yaptığınız nedir? Dünyanın belki de en utanılacak bir işi değil midir? Bir olay sadece birey boyutuyla değil, toplumsal boyutuyla da değerlendirilmelidir. Aksi halde, çok yanlış kararlar alınır. Böyle düşünürsek, hükümetin girişimlerinden Türkiye’nin, milletimizin çok şeyler kaybedeceğini dehşetle görürüz. Nelerdir bunlar, aşağıda sıralıyorum. 1) PKK’ya af, buna şiddetle karşı olan milyonlarca birey üzerinde psikolojik travmalara yol açacaktır. 2) Sağduyulu hemen herkes farkındadır ki işin içinde Amerika vardır, daha doğrusu onun küresel şirketlerinin patronları vardır. Hükümette olanlar bunların projelerini, bu dış güçlerin taleplerini yerine getirmektedir. Bu, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bağımsızlığına ağır bir darbedir. 3) Varılacak bir anlaşmanın garantisi yoktur. Silahı bıraksalar bile, ilerde yeniden eşkiyalığa başlamayacaklarını kim garanti edebilir? Sonra, elde ettikleri ile yetinecekler mi, bugünkü kazanımlarını, yarınki hedefleri için bir aşama 7 Yrd. Doç. Dr. A.Vehbi ECER HOCA AHMET YESEVİ NEDEN ÖNEMLİDİR? avehbiecer@hotmail.com Hoca Ahmet Yesevi tüm İslam dünyasının olduğu ka- kültür çevresine uyum sağlamakta zorluklar ortaya koydar özellikle Dünya Türk topluluklarının manevi haya- du. Göçebe hayatlarının gereği olarak kaç-göçsüz, kadıntında ve kişilik kazanmalarında rol oynayan önemli bir erkek birlikte çalışmaya ve yaşamaya, şiir söyleyip şarkı kişidir. Kısaca hatırlatılması gereken husus şudur ki ata- söylemeye... Devam etmek istediler. larımız en eski dini inanç olarak Kur’an-ı Kerimde geçen Arap-Fars alim ve âbidleri tarafından yadırganan, hor“Hanif” dinine benzetilebilecek olan bir inanışa sahip idilanan bu topluma Hoca Ahmet Yesevi (öl:1166) Arapça ve ler. Dinler tarihçileri atalarımızın en eski dinlerinin “Gök Tanrı dini” olarak isimlendirdikleri “ Gök Tanrı merkezli Farsça bilmesine rağmen Türkçe dini, tasavvufi ve ahlâki kendine özgü bir monoteizm” e dayandığını ifade ederler. şiirler söyledi, Türkleri Tanrı ve insan sevgisi etrafında Hatta eski Türk inançlarında İlâhi din izlerinin bulundu- topladı. Bu yarı göçebe Türk toplumu henüz İslam fakihğunu söylemek de aşırı bir iddia sayılmaz1.Bu sebeple son lerinin kendilerine çok karışık ve sıkıntılı gelen vaazlarıngünlerde Atalarımızın İslam dinini zorla kabul ettikleri dan daha çok eskiden kutsiyet verdikleri ozanlara benzekonusundaki yayınlarda Emevi zulümlerine Türklerin di- terek hararetle Hoca Ahmet Yesevi’ye bağlandılar Çünkü renişlerini İslam dinine direniş şeklinde aksettirmek çok o, dostluğu, sevgiyi, yardımlaşmayı telkin eden, dünyaya yanlıştır. Zira atalarımızın İslam dini ile çatışan inanışları insan sevgisiyle bakmayı öğütleyen Türkçe şiirler yazdı ve bu şiirlerin topuna DİVAN-I HİKMET yok, ama Arap geleneklerine adını verdi. Yazdığı dörtlüklerle Türk karşı direnişlerinin olması da milletine anlayacağı sadelikte Türkyadırganmamalıdır.2 Müslüçe uyarmalarda (irşatlarda) bulundu. man Arapların gelenekleri, taDinin kolay, ahlak ve edeb yönlerini Zira atalarımızın assupları, hoşgörüsüz ve akılöğretti. Tanrı aşkını, Tanrı sevgisini, dışı konularda mutlak itaate İslam dini ile çatışan bütün varlıklara sevgiyle, hoşgörüyle zorlamaları, Kelime-i Şahadet inanışları yok, ama Arap bakmayı, kendileriyle, Tanrıyla, çevgetirmelerine rağmen Türkleri releriyle barışık olmalarını; dini, dili geleneklerine karşı hür Müslüman saymamaları makamı ne olursa olsun insan gönlü(mevali diyorlardı) atalarımızı direnişlerinin olması da nün kırılmasına razı olmamayı; herakılcı, ilimci, hoşgörüyü üstün yadırganmamalıdır. kesi dostça kucaklamayı, kimseye el tutan bilginlere yönlendirdi. açmadan el emeği ile geçinmesinin Böylece milli kültürüne ve yagerektiğini anlattı. Kendisi de geçimiratılışına uygun düşen akılcı, ni tahta yontarak kaşık ve kepçe yaphürriyetçi bir çizgisi ve yomak suretiyle sağladı ve örnek oldu. rumu bulunan İmam-ı A’zam En önemlisi, şekilci, kuralcı, ibadetleri araç değil amaç saEbu Hanife’yi ibadet ve hukuk (fıkıh) alanlarında benimyan merasim dindarlarını: “Oruç tutup halka riya kılanlasedi. İnanç ilkelerinde ise büyük Türk din bilginlerinden 3 Mehmet Matüridî’yi sevdi. Ancak atalarımızın hareketli, rı// Namaz kılıp tesbih ele alanları // Şeyhim deyip başka mücadeleli, göçebe yapıları ve kadın-erkek, birliktelik- bina kılanları //Son deminde imanından cüda (ayrı) kılli yaşayışları ilişkide bulundukları Arap-Fars Müslüman dım” .diyerek tenkit etti .Zira ona göre dinden amaç Yüce Tanrıya ulaşmak, O’na aşık olmaktır.Bu konuda O:” Zahit 1) Bak: A.Vehbi Ecer, “Türklerin Eski İnançlarında İlâhî Din olma, âbid olma, aşık ol sen...// Aşksızların hem canı yok, İzleri”, Töre Dergisi, Şubat.1963, sayı: 141,62-64; A,Vehbi Ecer, imanı yok!” der.Çünkü aşk, insanlara ve bütün kâinata İslam Tarihi Dersleri-I, Kayseri,2000, 89 vd. 2) Türklerin İslam dinine girmemek için direndiği iddiasındaki sevgiyle,hoşgörüyle bakmayı sağlar, kıskançlık ve kavyanlışlık, İslam dini ile Emevi Araplarının yönetim ve hâkimiyet gadan uzaklaştırır.Konuyu uzatmamak için Hoca Ahmet Yesevi’nin Türk toplumuna ve Türk inanç ve geleneklerianlayışlarının aynılaştırılmasından doğmaktadır. Fazla bilgi ne katkılarını çok kısa şekilde özetlemek istiyorum: için bakınız: Ahmet Vehbi Ecer, “Türkler Zorla mı Müslüman Oldular?”, Bilgiyurdu Dergisi, Mayıs-Haziran/2010,sayı:19, 5-6 3) Matüridi için bakınız: Ahmet Vehbi Ecer, Büyük Türk Alimi Maturidi, İstanbul,2007,ikinci baskı, Yesevi yayıncılık yayını 8 Ahmet Yesevi İslam dinini, içinde bulunduğu ve mensubu olduğu Türk toplumuna bu toplumun anlayacağı bir dil ile yani Türkçe olarak, aynı zamanda akılda kolayca kalabilecek bir üslup ile (manzum olarak) sundu.”Divan-ı Gençlik Dergisi Hikmet” teki manzumeleri Kuran ve hadislerin mana ve ruhuna uygun şekildeydi. Böylece Türk toplumuna hem dinini kolayca öğrenmelerini sağladı, hem de Türk dilini Arap dil emperyalizminden korudu. İrşatları sonucunda İslamiyet’e yeni, fakat kuvvetli ve samimi bağlarla bağlanmış, milli bütünlüğünü koruyan toplum oluşturdu. Hoca Ahmet Yesevi, Türk töresinin verdiği doğru ölçülerle donanmış bir kişi olarak kadın ve erkek çalışmakta ve üretmekte birlikte olduğu gibi mescitte, mecliste ve dergâhta da birlikte olmalarının yadırganmaması gerektiğini telkin etti. O, kadınların ikinci planda olmasına razı değildir. Kadınlar değişik (kendilerine uygun) mesleklerde çalıştıkları gibi, gerektiğinde silahlanarak savaşlara katıldıkları bilinmektedir. Hatta zikirlerini de kadınlı-erkekli yaptıran Ahmet Yesevi hakkında aleyhte propagandalar yapan kötü niyetli kişiler de çıkmış ve onlara menakıpnamede anlatıldığına göre gerekli cevap verilmiştir.4 Bu anlayışın devamını bir kitabımızdaki alıntıdan şöyle izleyebiliriz: “...Fütüvvet namelerde erkeklerin de kendi eşleri dışındaki hanımlara kardeş gözüyle baktıklarına dair rivayetlere rastlıyoruz. Bir evde ziyafetten sonra el yıkamak isteyen misafirin, evin genç kızının misafire su dökmek için ibrikle gelmesini uygun görmeyene orada bulunan bir ahî’nin şu cevabı ahi erkeklerinin anlayışını aksettirir: - Ben senelerden beri bu eve gelir-giderim de, elimize su döken kadın mıdır, erkek midir bilmem5” Böylece Ahmet Yesevi ve ona bağlı dervişleri eskiden var olan ahlaki değerlerin, kadın-erkek kardeşliği anlayışının devamını sağlamıştır. Ahmet Yesevinin ardından değişik zümreleşmeler oluşmuş6,Alperenler,Gaziyan-ı Rum,Ahiyan-ı Rum, Abdalan-ı Rum, Baciyan-ı Rum...ve benzeri dayanışma ve eğitim kurumları meydana gelmiştir. Bütün bu kuruluşlar ve çabalar hem gerçek dinin eğitimi ile görevlenmişler, 4) Bu konu Yesevi Menakıbnamesi diye bilinen eserde geniş şekilde anlatılır. Bak.Hazinî, Cevahiru ‘ L-ebrar Min Emvac - I Bihar, Yayınlayan: Cihan Okuyucu, Kayseri,1995, 48-50,(Erciyes Ü. Gevher Nesibe Tıp Tarihi Ens. Yayını) 5) Ahmet Vehbi Ecer, Tarihte Lider Kadınlar ve Fatma Bacı, Yesevi Yayıncılık,2012, 160;Ayrıca bak:M.Saffet Sarıkaya,xıı-xvı.Asırlardaki Anadolu’da Fütüvvetnamelere Göre Dini İnanç,Ankara ,2002,74 6) Bak:M.Rami Ayas, Türkiye’de İlk Tarikat Zümreleşmeleri Üzerine Din Sosyolojisi Açısından Bir Araştırma, Ankara,1991 hem de dinin insanlara sevgiyle yaklaşarak yayılmasını, İslam dinini bir dünya dini olmasını sağlamışlardır. Ahmet Yesevi’nin etkisini sadece Anadolu ve Balkan Türklerinde görmüyoruz. Uluğ Türkistan denilen, uçsuz bucaksız topraklarda yaşayan ve Türklüğün birçok boylarının halen yaşadığı Türkistan’da Ahmet Yesevi’nin türbesi, ziyaretgâh olarak, farklı Türk boylarının birleştikleri kutsal bir yer durumundadır. Değerli bilim adamlarımızdan Prof.Dr. Mustafa Argunşah’ın Türkistan’a yaptığı geziden sonra yazdığı makalesindeki tespitleri şöyledir: “...Bu coğrafyada Ahmet Yesevi Hazretlerinin muhteşem türbesine kesene denir. Akın akın insanlar akar günün her saatinde Kesene’ye doğru. Yalnız Türkistan şehrinden mi? Hayır, Kazakistan’ın her tarafından Özbekler, Kazaklar, Mesketler, Türkler (Türkiyelilere Türk denir bu coğrafyada) gelir büyük atalarına dua etmek, onunla helalleşmek, manevi gölgesinde huzuru bulmak için. Konya’da Mevlâna Celaleddin-i Rumi’nin, İstanbul’da Eyüp Sultan’ın, Buhara’da Nakşibendî Hazretlerinin, Semerkant’ta İmam Buhari’nin ve Emir Timur’un türbelerine sel olup aktıkları gibi... Bu coğrafyada mekânlar kutsallaşmıştır adeta7 “. Yesevilik sayesinde Türk toplumu mutlu ve güçlü bir yapıya sahip olmuş, aynı zamanda Türk milletinin erimeden, yok olmadan devamı sağlanmıştır. Ahmet Yesevi ve onun metodu sayesinde Anadolu kültürü Orta asyadan Balkanlara kadar uzanan coğrafyada Türkçe konuşan halkın tarih boyunca Müslüman ve Türk kalmasını sağlamış; sanatta, mimaride, ahlakta, sosyal yaşayışta Türk tefekkürünün, milli tarih şuurunun oluşmasında, özellikle Anadolu’nun vatanlaşmasında olumlu etkilerini daima devam ettirmiştir. 7) Mustafa Argunşah, “İki Cihan Eşiği Türkistan ve Hoca Ahmet Yesevi Türbesi”, Türkiye Yeni Ufuklar Dergisi, Ocak-ŞubatMart/2012, sayı: 12, 33-38 9 Osman KARABABA YABANCI İSİMLERİN ŞEREFİNE SIĞINMAK… Kayseri ne biçim bir Türk diyarı? Geçtik İstanbul’u, Ankara’yı… Ver her yere yabancı isimlerle ayarı; bul turayı, al parayı… Soy Türkçe olmayan hıyarı, koy işyerinin kaşına, olsun sana Batı artığı soytarı… Şuursuzca göster kefere isimlere rağbet; pislet ecdadın mezar taşına, gör o zaman ilerde neler gelir milletin başına... Yeter gayrı… Utanç duyuyorum… Yerin zımnına geçiyor kendini bilen insan… Adeta yabancı bir ülkede esirmiş gibi hissediyor kendini… Ülkenin hemen her yerinde işyerleri, hanlar, dükkânlar, bütün mekânlar nerdeyse hep yapancı isim… Hastaneler, binalar, siteler, lokantalar, kahveler, alışveriş merkezleri… Kullandığımız hemen her eşya, nice malzemeler, nerdeyse bütün ihtiyaç maddelerimize kadar hayatımızda yer alan her şeyin, her yerin adını yabancı kelimeler istila etmiş durumda. Bir adımız kaldı Hıristiyanlaşmadık. Öyle ki herhangi bir yabancı isimli alışveriş merkezinde konumlanan mağazalar arasında Türkçe tabelalı işyerine rastlamak nerdeyse mümkün değil. Nedir şuursuzca yabancı isimlere duyulan bu hayranlık? Son yıllarda yapılan hayat ve iş alanlarının isimlerine “tower”, “plaza”, “residence”, “golden flats” gibi ruhsuz, duygusuz yabancı kelimeleri ekleyerek çevreyi düşman etmek, dili kirletmek moda oldu. Ecnebi zillete bu ne tenezzül? Dillerini sonsuza kadar yaşatmak üzere Orhun Kitabelerini yazarak Bengi taşlara bu zengin dili kazıyan, üç kıtaya hükmetmiş bir milletin torunları; bugün “LED” ekranlara, ışıltılı tabelalara yabancı isimleri yazmayı… Ortaçağın fosilleşmiş figürlerini, vahşetin temsilcisi Batı’nın minyatürü olmayı, sapık imgelerini hortlatmayı bir marifet veya uygarlık mı sayıyorlar acaba?.. İnsanlar eğlenemiyorlar mı adı Mazaka Land olmazsa bir yerin? Alışveriş yapmıyorlar mı adında “forum”, “enza home”, “shop”, “Kasseria”, “Atirus”, vb. olmazsa işyerinin? İşyerlerine “Ares”, “Afrodit”, “Athena”, “Hermes”, “Artemis”, “Eros” gibi verilen nice isimlerle… “Türkler yeryüzünden kaldırılmadıkça Hıristiyan âlemine rahat yoktur.” diyen keferelerin mitolojik ve tarihî kahramanları, kinleri, hayalleri nice deyyus kelimelerle neden hortlatılıyor? * Dil, milletin kanı gibidir. Bir canlının vücudundaki kanın terkibini bozduğunuz zaman nasıl canlı zehirlenir, 10 ölürse bir millet için de dilin bozulması öyledir. Dile başka dilden usulsüz, kaidesiz, kuralsız, zorla enjekte edilen şuursuz, ruhsuz çok sayıda soysuz kelime kanın terkibini bozar. Kanı zehirlenmiş bir milletin akıbeti de tarihin çöplüğüdür. Tarih diyor ki:“Bir millet, dili ile vardır.”. Şehnameyi bütün İran’ı dolaşarak derleyen İranlıların büyük şairi Firdevsî : “Bu eserimle ölmüş bir milleti otuz yılda dirilttim.” derken sosyolojik bir gerçeği beyinsizlerin kulaklarına adeta çakıyor. Ayrıca Fin halkının millet şuuruna ermesi de Fince’yle destanlaştırılan Kaleva La sayesinde olmuştur. İsraillileri üç bin yıl sonra vatan sahibi yapan ve kültürlerini yeni nesline taşıyan, dağılıp yok olmalarını engelleyen anadilleri değil midir? Bizim varlık sebebimiz de Türkçedir. Atatürk uyarıyor: “Millî duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.” Demek ki, bizi bir yapan millî duygunun kaynağıdır. O halde millî duygunun zedelendiği bir ülkede millî birlik olur mu?!. Gel gör ki, dilime sokulan ikiyüzlü, münafık, okunuşu ve yazılışı ayrı, angut kelimelerden midem bulanıyor. Bu yüzden boğuyor beni “house”lar… Doğruyor “arena”larda mazimi “city”ler, “galleria”lar, “garden”lar, “grand”lar… Zehirliyor “restaurant”lar… Girdaplaşıyor “hiper-mega market”ler, “store”lar… Sövüyor bana “bilboard”lar… Gülerken ağlatıyor beni Mazaka Land’lar... Küfrediyor “cafetaria”lar, yükselirken cüceleştiriyor “plaza”lar, aşağılıyor beni burnu havada “tower”lar... Her biri paslı haç olup saplanıyor beynime, Türkçe düşünemiyorum. Belli ki, 1071, 1538, 1453, 18 mart 1915, 30 Ağustos’u.. çarmıha germek için çivi oluyor. Anadolu’dan Türklük mührümü, beynimden Türklüğümü silmeye çalışıyorlar. Oyuyorlar gözlerimi, bakamıyorum cennet ülkeme doyasıya… Korkunç, ürperten bir yalnızlık yayıyorlar benliğime… “Öz yurdumda garibim, öz vatanımda parya..” Yabancı isimlerle adlandırılan yerlerden bahsederken unutuveriyorum sözlerimi. Kekeliyorum, anlatamıyorum, dilim dolaşıyor yabancı kelimelerin telaffuz zorluğundan... Çünkü ısıtmıyor beni “ home”lar, mazimi çürütüyor “show room”lar… Ölümüme üşütüyor “power”lar… Aldatıyor beni sapık “outlet”ler, düşlerime dehlizler yaratıyor “shop”lar, ağzımın tadını bozuyor dudağı boyalı “discorium”lar, namusuma tecavüz ediyor “spot”lar… Gençlik Dergisi Her nereye gitsem yolumu kesiyorlar… Kendimi kaybediyorum “center”larda… Öyleyse şuurumuzu bulandıran, beynimizi dumura uğratan, düşünmemizi durduran, duygularımızı körelten yabancı isimlerden himmet beklemek niye?! Nedir bu aşağılık kompleksi?! Müslüman görünüp haçlı değerlerini, imgelerini yaşatarak silikleşmek, müstemlekeleşmek neyin nesi? Nedir bu şuursuz, ruhsuz, tatsız, yontulmamış yabancı isimlerden şeref ummak? * Sen millî benliğini yaşadığın kadar Türk’sün; dinini özümsediğin kadar Müslümansın! Türk gibi düşünmek, ancak Türkçe konuşmakla mümkündür. Gözlerine ışıklı tabelalarla yabancı isimler çakılan yeni nesilden “ Fatih” olmasını ve “Atatürk” gibi düşünmesini beklemek ahmaklıktır. Dilbilimciler tarafından birçok kıstasta dünyanın en önemli beş dilinden biri sayılan, anlatım kabiliyeti yüksek, zengin, zarif, şuh bir dil olan Türkçe; neyi anlatmaktan aciz ki özellikle “medeniyet denilen tek dişi kalmış canavarın” pençesine düşürülüyor? Ne uğruna bu cennet ülkeye yabancı kelimelerin musallat edilmesi? Benliğimi söküp alıyor haçlı figürlerin tasviri, hançerliyor âtimi kefere simgeler, tarihimin altın sayfalarına zift döküyor şövalye kılıklı tabirler… Yabancı kelimelerle tecavüze uğruyor ses bayrağım… Milleti idare edenler bu yabancılaşmadan, bu tacizden hiç mi utanç duymazlar? Tabii, herkes kanının, geninin hükmünü işler. Yaptıklarınız, davranışlarınız karakterinizdir. Değer verdikleriniz, kullandığınız isimler tıynetinizi ortaya koyar. Bu milleti sevdiğini söyleyeceksin, sonra da zaruret olmadan, sorumsuz ve şuursuzca kullandığın yabancı kelimelerle Türkçeyi hançerleyeceksin, amacın ne senin, sen nesin? Diline sahip çıkmayanın namusu elinden gider. Fikir ve düşünce adamı Cemil Meriç’in: “Kâmus, namustur.” sözünü anlamayacak kadar cahilsen hayat senin neyine? İşyerleri tabelalarındaki yabancı isimler, Müslüman başında bir kardinal külahı... Haçlı sulbünden do- ğan kelimeler iğfal etmişse seni, hangi namustan bahsedeceksin? O halde doğurduğun da piç olacaktır. Yanlış mı!? Hiç öyle kızmaya falan hakkın yok! Çünkü sen toplumun kültür genini bozuyorsun. Tabelalara, ürünlere vs. keyfî ve şuursuzca koyduğun yabancı isimler ve Türkleştirmeden, Türkçeleştirmeden çeşitli kılıflarla kullandığın yabancı kelimeler; Türk milletinin beş bin yıllık değerlerini, millî yapısını, yüksek kültürünü sinsice yok etmeye zemin hazırlamaktadır. Ki bu da, bir çeşit ihanet demektir. Hizmet vereceğimiz şirket ve kurumlara, her tür işyerine, her mekâna güzel Türkçe isimler koymak; mazi ile atiyi bağlayan sağlam bir köprü olmanın, kendi köklerine güvenmenin, tarihi hafızasına sahip çıkmanın bir gereği değil midir? Ki, her şeye koyacağımız isimlerin Türkçe oluşu millî sorumluluğumuzdur, aziz şehit ve gazilerimize de minnet borcumuzdur. ‘Lisan varlığın evidir’ diyor bir ecnebi filozof. Bu yüzden Türkçe; ses bayrağımız, kimliğimiz, menşeimiz, özümüz, ruhumuz, millî benliğimiz, karakterimiz, sinirlerimizdir. Asıl vatanımız, Anadolu değil, Türkçedir. Yabancı kelimelerin istilasına uğrayan milletlerin millî benliği yok olur. Bu konuda Napolyon’un tespiti şudur: “Kelimelerin girdiği yerde silah patlatmaya lüzum yoktur.” Milletleri tarihe gömmenin en sağlam yolu, ne atom bombası ne füze, hiç şüphesiz dilin terkibini bozmaktır. Kuralsız, kaidesiz, şuursuzca enjekte edilen yabancı kelimeler, önce geçici tat verir dilimize, ama yılar sonra tıynetince hükmeder beynimize. Gel de sök sökebilirsen; ancak ölüm temizler. Kısacası yabancı kelimelerin istilası Türkçemiz için büyük tehlike arz etmektedir. İşte tam bu noktada ben Türk’üm diyen herkesi, Konfüçyüs’ün asırlar ötesinden günümüze süzülüp gelen şu sözleriyle derin düşünmeye davet ediyorum: Konfüçyüs’e soruyorlar: “Bir ülkeyi yönetmeye çağırıldıysanız, yapacağınız ilk iş ne olurdu?” diye… Büyük filozof: “Hiç şüphesiz, dili gözden geçirmekle işe başlardım.”diyor ve dinleyenlerin hayret ve şaşkınlık dolu bakışları karşısında sözlerine şöyle devam ediyor: “Dil düzensiz olursa, sözler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Görevler gereği gibi yapılmazsa, adetler ve kültür bozulur. Adetler ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte hiçbir şey, dil kadar önemli değildir.” * Ey yabancı kelimelerin tecavüzünden zevk alan zihniyet! Peki, yaptığını beğeniyor musun? 11 İsmail BOZKURT TÜRK MİLLİYETÇİLERİ ve İNSAN Türk milliyetçilerinin insan anlayışı nasıldır? Nasıl de- insan hayatının tekâmülü ile birlikte iyiliği, dostluğu, güğerlendirir? İslam dininin Türk insanını şekillendirmedeki zelliği ve adaleti beraberinde getirmişlerdir. İşte bu hayat fonksiyonu nedir? seyri içinde insanlık, bazen kemal, bazen de zeval noktalaHangi dilde, hangi dinde ve hangi renkte olursa olsun rına iniş ve çıkış yapmıştır. her insan doğar, yaşar ve ölür. Doğar iken ilk haykırışı Bu iniş ve çıkışların ardından son peygamber Hz. Muşikâyet ve gözyaşlarıdır. Ölür iken de etrafında ilk duyulan hammet ile birlikte son din olan İslamiyet gönderilmiştir. ses, ağlayan hicranlı dost sesleridir. İnsanlık ve inananlar için temel hükümler İslam dininin kiBirincisi tabii bir haldir. Beyazı, siyahı; Asyalısı, Av- tabı olan Kur’an’da tartışmasız olarak bildirilmiştir. Bunrupalısı; Arap’ı, Acemi, Türk’ü, farketmez; doğan her lar ahkâm ayetleridir, yorumsuz ve tartışmasız hüküm ihçocuk haykırır, ağlar. Buradaki hal, irade dışı olup herkes tiva ederler. İçtimaiyatla ilgili hükümler ise, peygamberler tarafından yorumlanıp, nazil oluş için farksızdır. sebepleri izah edilmiştir. İlerleHayata veda, dostlardan ayrılış, yen zaman içinde de din bilginleri insanın içerisinde yaşadığı toplum, (konunun uzmanları, müfessirler) sahip olduğu değer hükümleri, yaKur’an’da insan Allah’ın tarafından defalarca ona muhatap rınki hayatın varlığı yokluğu taryeryüzündeki halifesi olarak olan milletin diline ve örfüne diktışmaları, ileride anlatılacağı gibi, bildirilmiştir. Rızkların kat ederek tefsir edilip yorumu yainsan denen seçkin varlığın doğum en güzelinin insan için pılmıştır. ile ölüm arasındaki kazandıkları yaratıldığı, Âdemoğlunun Kur’an’da insan Allah’ın yerile doğrudan alakalıdır. üstün bir izzet ve şerefe yüzündeki halifesi olarak bildirilHemen akla şu gelmez mi? Nemazhar kılındığı ifade miştir. Rızkların en güzelinin insan dir bu insan? edilmiştir. için yaratıldığı, Âdemoğlunun üsDost kim? Dostluğun kaynağı tün bir izzet ve şerefe mazhar kılınnerededir? Dostluk için açılacak dığı ifade edilmiştir. kapı, kalp midir? (gönül müdür) İslam Peygamberi miladi 632 Bunlar ister genelde, ister özelde yılında irad ettiği Veda Hutbesi’nde olsun cevaplandırılması gerekli olan ayrı ayrı suallerdir. ribanın, tefeciliğin, köleliğin, kan dökmenin ve insana yaKaynağı semavi olan bütün dinler, İslamiyet, Hı- pılan kötü muamelenin yasaklandığını ifade ederken en ristiyanlık, Musevilik ve beşeri dinlerin de birçokları açık adalet örneği göstererek: “ Her kimin bende alacağı dâhil, insanın menşeini, ilk insan ve ilk peygamber olan varsa gelsin, işte sırtım!” diyerek adil büyüklüğünü gösHz. Âdem’e dayanmaktadırlar. Basit bir nazariye olan, termiştir. Darvin’e ehemmiyet vermedikten sonra, hemen şunu göYoksa Allah’ın, tanışmaları ve bilişmeleri için ayrı ayrı, rürüz: İlk insan, ilk Peygamber Hz. Âdem, mahlûkatın en kavim kavim yarattığı milletleri ayakları altına alma yaşereflisi olan insanın ilk nüvesi, ilk mütekâmilidir. renliği yoktur. İşte dünya, bu maceranın sahibi ve faili olan insan için O halde biz olaya nasıl bakıyoruz? Hz. Âdem’den yaratılmıştır. Bu insan ise, dünyayı şereflendirmek için oğullarını, onlardan sonra insanlığın ikinci ceddi Hz. Nuh gönderilmiştir. Bunların hepsi peygamber değildir. Haklısı ve onun değişik renk, dil ve ırklara ayrılmış Hz.Nuh’un vardır, suçlusu vardır. Kendi aralarında dost olanı vardır, oğullarından ( Türk’ün) soyundan geldiğimize inanan, Kadüşman olanları vardır. Peygamberlerine kitaplar gönderahanlı hükümdarı Satık Buğra Han ile birlikte tabii din rilmiş onlar vasıtasıyla doğru ile yanlış, hak ile batıl ayırt olan Din-i Muhammediyi kabul etmiş, onu insanlığı ile edilsin istenmiştir. Sevgi onlarla anlatılmış, insanın dışınözdeşleştirmiş, bir toplumun temsilcisi; Türk milliyetçileri da yaratılan her şeyden insanın faydasına sunulması emreolarak bakıyoruz. dilmiştir. Biz herkesi severiz. İnsanı, Yaradan’ın bir kutsal emaBir birini takip eden ilahi kitaplar ve peygamberleri, 12 Gençlik Dergisi cak onun önünde eğilir. Ferdin ferdi, cemiyetin cemiyeti sömürmesi ve istismarı bizim düşünce dünyamızda suçtur ve hürriyete müdahaledir. Hürriyet arzusu insanda doğuştan gelen bir haldir. Bu arzuyu çeşitli yollarla engellemek, mücerret manada verildiği ifaBize göre insan kendisini hayvan de edilen bir hürriyetle telafisi mümkün deolmaktan kurtarıp, duyularının üzerine ğildir. Ekonomik istiklalini kaybeden fert ve sıçramalıdır. Halinden memnun bir cemiyetler, birçok değerlerini de kaybedecekler demektir. Moral değerlerini kaybeden domuz olmak yerine ızdırabı olan bir fertler, yalnızlığa itilmiş, dostsuz, arkadaşsız, insan olmalıdır. İdeal insan için topluma ikramsız ve izzetsiz zavallılardır. İnsanlığın katılma rast gele bir başıboşluk değil, hürriyetine düşman olanların, seçtikleri seminsanın şerefini kurtarma mücadelesine bol hiç de önemli değildir. Türk milliyetçiliğini, ilgilendiren hürriyetin uğradığı tecakatılma sorumluluğunu idrak vüzdür. Şekli ise sadece kimden geldiğini ve meselesidir. kime ait olduğunu gösterir. Demokrasilerin maruz kaldığı vahim tehlikeler, sadece totaliter devletlerin dış müdahalesinden kaynaklanmaz. Daha çok kendi şahsi tavırlarımızdan ve ferdi şuurdan yoksun oluşumuzdan, kendi hürriyetimizi müneti olarak severiz. Yaradanı sevdiğimiz için yarattığına da esseselerimiz ile birlikte kendimizin aşındırmasından da sevgiyi esirgemeyiz. Sevgiyi gönle bağlar, gönlümüzü de kaynaklanır. alçalttıkça sevgimizi yüceltiriz. İnsanlık ailesi içerisinde Milliyetçi insanın kabul ettiği doğrular, hak, hukuk, dostlarımız vardır. Dostlarımızı daha çok severiz. En yakın hürriyet, adalet, topyekûn insaniyetin kabul etmesi geredostumuz elbette ki kendi milletimizden olanlardır. Vatanımızdır, toprağımızdır, topyekûn değerlerimizdir. Sevgi- ken doğrulardır. Çağımız insanının en büyük problemi, de samimiyet ve teslimiyet vardır. Merhum hocamız Hilmi bağımsız oluşuna, karşın kast sistemlerindeki acımasız sıZiya Bey’in ( Ord Prf Dr. Hilmi Ziya Ülgen) dediği gibi, nıflanmaya benzer esarete itilişidir. Türk milliyetçisi daha çok dikkatli insandır. Olmak onlara zekâmızı değil, gönlümüzü açarız. Bizim düşünce hayatımızda ağırlık noktası insandır. zorundadır da. Ferdi ve milli şuura sahip olan Türk milBizim nazarımızda Allah’tan sonra en değerli varlık kendi liyetçileri şahısların şahsiyetini korumak ve onun varlık haysiyetini idrak eden insandır. Bu insanın ilahlaştırılma- sebebi saydığı değerleri de saygı ile karşılamak durumunsı manasına gelmemekle beraber, insanın alçaltılmasına dadır. İnsanlara karşı su’i zan ve ön yargı sahibi değildir karşı da isyanımız vardır. Türk milliyetçilerinin insan ve Türk milliyetçileri. Dinimizin emri de ön yargıdan uzak ahlak anlayışı, dramatik bir ahlak değildir. Eksik, aciz ve olmayı gerektirir. İlim ise peşin hükümlülüğün insanı yazavallı gördüğü varlıklara karşı merhametli, kendisi için nılgıya sürüklediğini göstermektedir. Peşinen tanımadığıistediğini onlar için de isteyen, bir ahlak anlayışı. Ümitsiz- mız bir insanın bizim için puanı artı yüzdür. Biz o şahsı lik dönemlerinde ise mükemmelleşme iradesi zayıflayan, tanıdıkça harcamalarımızı o artıdan yapmak zorundayız. sorumluluk duygusunda ızdırap duyan bir nevi uyar oğlu Cemiyetlere, milletlere ve toplumlara bakışımız da bu ölçü dâhilindedir. Şahıslar ve milletler, düşünceleri ile aynileşbu ikili periyotun sahibi olduğu ahlakı kabul etmiyoruz. miş iseler, onları yeniden denemeye ve puanlamaya gerek Bizim ideal düşüncemizde ideal insan, yalnız ve an- duymayız. Rusya ve kominizim gibi. Merhum Atsız Hocak ebedi olana, mutlak hür, bir ve sonsuz olan Kadir’i cam şöyle demişti: “Komünizmi Rusya’nın rejimi olduğu mutlak’a muhtaçtır. Makam, mevki, para, güç, zekâ, sa- için değil, bir insanlık suçu olduğu için kabul etmeyiz, lahiyet ve hiçbir şey insanın istismarına fırsat vesilesi ola- Rusya’yı da komünist olduğu için değil, tarihi meselemiz, maz, olmamalıdır da. jeopolitiğimiz olduğu için dikkate alırız.” Bize göre insan kendisini hayvan olmaktan kurtarıp, Hazlar ve acılar aynı cinsten değildir. Acı pahasına haz, duyularının üzerine sıçramalıdır. Halinden memnun bir haz pahasına acı denenemez. Denenmiş olanların duygu domuz olmak yerine ızdırabı olan bir insan olmalıdır. İdeal ve hükümleri en doğru olmasına yetmez mi? Elbette ki yeinsan için topluma katılma rast gele bir başıboşluk değil, ter de artar bile. Tarih olaylarına bu sebepten ehemmiyet insanın şerefini kurtarma mücadelesine katılma sorum- veririz. luluğunu idrak meselesidir. İster fert olsun, ister cemiyet Milli şuur içerisinde sosyal tabakaların olduğunun idolsun insanı alçaltan her davranış gayrimeşrudur. Birilerakini taşırız. Bunların birbirine hasım olmasının en bürini yüceltmek için kendilerini alçaltanlar, yücelttikleri ile yük tehlike olduğunu idrak ederiz. Çeşitli zaruretler sonu birlikte alçaldıklarını fark etmeyenlerdir. meydana gelen bu tabakalaşmayı yakınlık duygularını arİnsan hür bir vicdanla ancak Allah’a boyun büker. An- tırarak, münasebetlerini sıklaştırarak, sosyal, ekonomik, 13 kültürel ve politik denge ve adalet sağlanarak yaranın sarılıp, dayanışma ve iş birliğinin tahakkuku için can atarız. Aksini devam ettirenlerin bilerek yaparlarsa ihanetine, bilmeyerek yaparlarsa gafletine hükmederiz. Bunun için milli şuuru bu tür parçalanmanın kurtarıcı en tabii harcı kabul ederiz. Bize göre bu sorumluluğun bir otoriteye ait olması gerekir ki, bu otorite de milli devlettir. Herhangi bir sınıf ve zümrenin tekelinde olmayan, bütün sınıf ve zümreleri iş meslek guruplarının maddi ve manevi koruyucusu onların hak ve menfaatlerini adil bir biçimde savunup dengeleyen, bütün vicdanlarda saygı ve itibar bulan, şefkatli bir otorite olan milli devlet. Zulme, gadre, haksızlığa uğrayan herkes ve her zümre, kanadı kırık kuş gibi onun duldasına sığınmalıdır. Türk milliyetçilerinin dünya görüşünde fakirlik insanın kaderi olamaz. İnsanlar arasında maddi farklılık elbette olabilir. Bu bir mahiyet farkı gibi değil, derece farkı gibi olabilir. Eğitimde eşitsizlik, sefil bir sosyal düzenin davetçisidir. Bu sefillik ise hayallerin yıkılışıdır. Hayalleri yıkılan toplumların gerçeklerle münasebeti olabilir mi? Kendi fiilinin hazırlayıcısı olan insanoğlu başkaları tarafından çizilen bir kadere boyun eğemez. “Bu senin kaderin“ diyene bir cevabı olmalıdır: “ Bırakınız kader ve talihi, bana olabildiği kadar zıt gitsin, beni hükmü altına alamaz” İşte bu ses, ferdi şuuru içtimaileştirdiği zaman, insanlık topyekûn haysiyetine ulaşacaktır. Ferdi şuura ulaşan insan, düşünebilen insandır. Düşünmek, kulaktan güdülmeyi bertaraf eder. Dinlerin ve insanlığın temel ilkesi, düşünen ve şuur sahibi insana saygı duymak olmalıdır. Hak ve hürriyeti, insan kendi arar bulur. Bir iradi faaliyetin, bir fizik yorgunluğun sonunda ona ulaşır. Gerek fert, gerek toplum olsun, hürriyetsizliği kendi davet eder. Hürriyetten kaçış, hürriyet yükünün ağırlığı ile doğru orantılıdır. Nimet ne kadar büyük ise külfeti de o kadar ağırdır. Bizim için bu kadarmış diyemezsiniz. Bu ise kolaycılıktır. Sizin yerinize birilerinin düşünmesine ruhsat vermek demektir. Bu davranış saygıya değer bir davranış değildir. Teslimiyetçi ve şartlanmış bir davranışın saygıya değer tarafı da olamaz. Bir millet düşünün ki, dilinde ve lügatinde düşünme devre dışı olsun; bu mümkün müdür? Şu kadar seçkinimiz var, bunlar bizim yerimize düşünüyorlar da diyemezsiniz. 14 Ferdi şuura ulaşan insan, düşünebilen insandır. Düşünmek, kulaktan güdülmeyi bertaraf eder. Dinlerin ve insanlığın temel ilkesi, düşünen ve şuur sahibi insana saygı duymak olmalıdır. Bu, şu demekten farklı mı olacak sanılıyor. Birçoklarımızın gövdesini bir başa bağlayalım. O zaman her birimiz omuzlarımızda birkaç kilogram yük taşımaktan kurtuluruz. Hâlbuki insan sorumluluktan kaçan değil, sorumluluğu yüklenen varlıktır. Tanımaya çalıştığımız insan, şu değil midir? “Biz, emaneti göklere, yere dağlara arz ve teklif ettik de onlar yüklenmekten çekindiler; yanaşmadılar; onu insan yüklendi. (ruhlar âleminde evet dedi, teklifi ve halifeliği kabul etti.”) (Ahzab suresi, ayet 72) Bu yönü ile de bakıldığında anlaşılan odur ki, insanın değerlendirilmesi ve değerinin verilmesi bir farz-ı ayın gibi gelmektedir. Onun için biz insanı tanımayı kâinatı tanımakla eş tutarız. İnsanı Tanrının emaneti olarak görürüz. İnsana kâinatın en seçkin ve kudretli varlığı olarak bakarız. Her halde İslam dini, sadece Hz.Peygamberin feyzinden feyiz almış, mucizelerini yakinen görmüş, ilk kuşak sahabeler için gönderilmemiştir. O, çeşitli arzu ve istekleri olan, problem sahibi insanların da olacağını hesaba katmıştır. Bu kavga, hırs, intikam ve bencillik beşerin tabında mevcut olduğuna göre; bu, Habil ile Kabil arasında başlayan olayların yine insan idraki ile neticelendiğinin gerçeğidir. Dünya insana, insan insaniyete, insaniyet İslamiyet’e muhtaç olduğundandır ki; İslamiyet de dün olduğu gibi, bu gün, yarın ve öbür gün Türklük ile Müslümanlığı et ve tırnak gibi ayırt etmeden Türk milletinin dostluğunda yoluna devam edecektir. ARAPLAR BİZE DOST MU? Gençlik Dergisi Mehmet ÇAYIRDAĞ Araplar, Müslüman kardeşlelerini, aşiret kavgalarını önlemiş, rimiz olarak keşke biz Türklere buralara sulh ve sükûnu getirmiş, dost olabilseler. Ama değiller!... ayrıca bu geniş ve çoğu çöl uçsuz Keşke Pakistanlılar gibi aramızda bucaksız toprakları Haçlılara karşı Birinci Dünya Savaşı, muhabbet olsa. Ama yok. Bu kokoruyup bunun için sahillerde ve Araplarla iplerin koptuğu nuda sizlere yakın tarihin bir muiç bölgelerde kaleler yapıp çoğu büyük hadisedir. Bu hasebesini yapacağım. Hadiseleri Anadolulu olan askerlerini yerleşsavaşta Türk evlatları Arap ve hatıralarımızı şöyle bir gözden tirmiş, sahillere donanmalar oluşcoğrafyasını vatan toprağı geçirelim, neler olmuş: turmuştur. Osmanlı Devleti yüzbilip İngilizlerle savaşarak yıllarca bunları yaparken bugünkü Bilindiği gibi biz Mısır’ı, korumaya çabaladı. gibi dünyanın dikkatini ve iştahını Suriye’yi, Irak’ı Araplardan alçeken petrollerinden istifade etmemadık. Mısır ve Suriye’yi Memmiş, böyle bir servetin olduğunu luklulardan (ki öz be öz bir Türk bile fark etmemiştir. Zaten petrodevletidir), Irak’ı da İranlılar’dan, lün bugün olduğu gibi uygulama Safevilerden aldık. Onlar da mezalanı o dönemde söz konusu değildi. hepleri farklı bir Türk devleti idi. Hicaz ve Yemen ise Mısır’a tâbi idi, Mısır’ı alınca otomatikman oralar da OsAncak 18.yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin zamanlı Devletine geçti veya geçmek zorundaydı. Yani biz yıflamaya başlamasıyla birlikte buralarda kıpırdamalar bu bölgelere girerken Araplarla mücadele etmedik. Onlar, ve problemler başlamıştır. III. Selim ve II. Mahmut dötabii olarak bizim tebamız oldular. Yavuz Sultan Selim neminde dinî gibi gözüken aslında İngilizlerin kışkırtması zamanında Suriye-Mısır ve Hicaz alınınca Osmanlı dev- ile başlayan Vahabi hareketi Osmanlıların başına büyük let adamları Hicaz’a bir vali göndermek üzere padişahın gaileler açmıştır. Düşünün, isyan dini bir hareket olarak onayını almak istediklerinde Yavuz orada idarede bulunan Osmanlı Hilâfetine karşı yapılıyordu. Devletin durduraHz. Peygamber soyundan Seyyit ve Şerifleri kastederek madığı isyankârlar İslam’ın kutsal mekanları olan Mekke “Biz onların başına bir hâkim mi göndereceğiz? Biz onlara ve Medine’ye girmişler, bütün cahilliklerini ve vahşetleriancak hizmette bulunuruz, yani hadimiz” diye teklif geti- ni ortaya koyarak bu mübarek mekanları ve bilhassa merenleri terslemiştir. Ve ondan sonra da Osmanlı Devleti bunların bütün ihtiyaçlarını karşılamış, kaşınızın üzerinde gözünüz var dememiş, onlar da bu ihsanlar karşılığında son zamanlara kadar devlete tabi olup hiçbir problem çıkarmamışlardır. Mısır, Suriye, Irak ve Yemen’den ise devlet bir kısım vergiler aldı ise de buraları da kendi öz toprağı bilerek her türlü imar faaliyetinde bulunmuş, külliyeler (Kahire, Şam, Halep, Bağdat vs.de olduğu gibi) yollar, köprüler, su tesisleri vs. ile halkın bütün ihtiyacını karşılamaya çalışmış, bütün halkın memnuniyetini ve hayır dualarını almıştır. Osmanlı Devleti oraların aynı zamanda jandarmalığını yapmış, asırlar süren asayişsizlikleri, mezhep mücadele- 15 Arap eşkıyası tarafından yollarda taciz edilmemeleri için devlet dağlardaki bu eşkıyaya haçtan önce resmen para dağıtır, yani devlet haraç verirdi. zarlıkları inançları gereği talan etmişlerdir. Tabii buradaki Seyit ve Şeriflerimiz de bunlara uymuşlardır. Devleti bu badireden isyankâr Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa kurtarmış, elebaşları İstanbul’a getirilerek cezalandırılmıştır. Daha sonra Birinci Dünya Savaşına doğru hadiseler herkesin malûmudur. II. Abdülhamit en borçlu ve sıkıntılı bir dönemimizde İslam dünyasının ana damarları gibi olacak Bağdat ve Hicaz demiryollarını dışardan borç almadan perişan milletimizin ianesi ile yaptırmış, kendisi de bir defa bile bu hatla Hicaz’a gidip Hz. Peygamberi (S.A) ziyaret edememiştir (Hicaz demiryolu için Kayseri’den toplanan yardım parası makbuzlarından iki âdeti bende bulunmaktadır). Bu dönemde Hacca gidecek hacı adaylarının gidiş ve dönüşlerinde Arap eşkıyası tarafından yollarda taciz edilmemeleri için devlet dağlardaki bu eşkıyaya haçtan önce resmen para dağıtır, yani devlet haraç verirdi. Hele her yıl Surre alayı denilen, padişahların, MekkeMedine’ye hediyelerini ve çok yüklü miktarda paranın Mekke Şeriflerine gönderilmesi hadisesi dillere destandı. Bunlar da dini duyguları ve Şerifleri hoş tutmak için verilen tavizlerdi. Birinci Dünya Savaşı, Araplarla iplerin koptuğu büyük hadisedir. Bu savaşta Türk evlatları Arap coğrafyasını vatan toprağı bilip İngilizlerle savaşarak korumaya çabaladı. Türkler çölleri temiz kanıyla sularken onlar tam tersi Hıristiyan düşmanlarla işbirliği edip, onların tarafını tutmuşlar ve bize karşı her türlü hainane hareketleri göstermişler, askerlerimizi arkadan vurmuşlardır. Önderleri Mekke Şerifi Hüseyin, Suudlar ve diğer Arap liderleri idi. Zaten düşmanlık içinde olan bu adamları harekete geçiren ve 16 onların kafalarına Türklerden ayrılma fitnesini yerleştiren İngilizler ve casusları bunda muvaffak olmuşlar, karşımıza düşman olarak kendileri ile birlikte bu Müslümanları (!) çıkarmışlardır. Birinci Dünya Harbi içinde Mısır’da Kanal Harekâtı esnasında Türk birlikleri bunlardan para ile bile acil ihtiyaç olan su ve nakliye hayvanı olarak deve alamamışlardır. Yemen’de İmam Yahya âdisi, İngilizlerin sıkıştırdığı Türk çocuklarına dağlarda baskın vererek kılıçtan geçirtmiş ve Anadolu’da dünya tarihinde bu kalitede benzerleri olmayan Yemen ağıtları yakılmıştır. Hele Medine müdafaası…Fahrettin Paşa kumandasında Peygamber aşığı Türk çocukları Resulullahın mezarını savunurken en çok Araplardan zarar görmüşler, pusulara düşürülüp katledilmişler ve nihayet bu mukaddes emaneti onlara ve İngilizlere teslim edip çekilmek zorunda kalmışlardır. Selçukluların bir kolu olan Zengi Türk Devletinin kumandanı Selâhattin Eyyubi’nin haçlılardan kurtardığı kutsal Kudüs’e yüzlerce yıl sonra yine İngilizlerle birlikte girmişler ve Kudüs’ün tekrar Hıristiyan ve Yahudilerin eline geçmesinde görev alıp bayram etmişlerdir. İslâmın 20’nci asırdaki en önemli ve tek mucizesi olan İstiklal Savaşımız’a Hindistan Müslümanları (Pakistanlılar) ve Orta Asya Türk dünyasından her türlü maddi ve manevi destek gelirken, Araplar en ufak bir teşebbüste dahi bulunmamışlardır. Suudlar, Türk’e ait çöllerden geçen, yokluk içinde yapılmış tren yollarını dahi bombalayıp kullanılamaz hale getirmişlerdir. Bizi suçlarlar: İsrail’i neden tanıdınız ve kuruluşuna mani olmadınız? Cezayirlilere neden destek olmadınız da Fransızlar yanında durdunuz? Bunlar temelsiz suçlamalardır. Kudüs’ün İngilizlerin eline geçmesine, Yahudilerin oraya doluşmasına biz mi sebep olduk? Filistinlilerin yerinden yurdundan edilmesini biz mi sağladık? Hayır!... Yaser Arafat itiraf etti: “Biz Türklere, Osmanlı Devletine yaptığımız ihanetin bedelini ödüyoruz”, diye. Türkiye görünürde Birleşmiş Milletlerde Fransızların yanında hareket etti ama gizlice oraya isyancılara silah gönderdi. Tıpkı Bosna Hersek’te yaptığı gibi. Peki bu dönemde Araplar ne yaptılar? Bir gün Birleşmiş Milletlerde Kıbrıs için bize destek oldular mı? Bizim tarafımızda mı oldular, Yunanistan’ın tarafında mı? Makaryos onların dostları değil miydi? Sıkıştığında Mısır’ı ziyaret edip moral bulmuyor muydu? Sahabeden Hala Sultan’ın makamın olduğu Kıbrıs’ın, İslamın ilk hedeflerinden biri olan bu adanın bir kısmının da olsa yeniden fethi bir İslami hareket değil midir? Tabii onlara göre Türkler yaparsa değil. Suriye düne kadar Yunanistan’la müttefikti. Türklere karşı anlaşmaları vardı. Irak her seferinde ya bizzat devleti ve liderleri eli ile veya oradaki Kürtler vasıtasıyla Kerkük Türklerine karşı katliam uygular, liderlerini ortadan kaldırırdı. Yine Suriye 20 yıl Apo’yu besleyip, PKK eli ile Anadolu çocuklarının katledilmesini sağlamadı mı? Oralarda hangi grup bunlara ses çıkardı? Yazımı 1988 yılında kara yolu ile yapmış olduğum ilk hac sırasında şahit olduğum bazı hâdiseleri aktararak bitireceğim: Buradan, bin bir meşakkatle Irak ve Suudi Arabistan sınırlarına kadar ulaştık. Temmuz-Ağustos mevsi- Gençlik Dergisi mi idi ve hava çok sıcaktı. Sınırda beklemek de o kadar zordu. Evvel gelmiş olduğumuz halde, burada işleme önce daha sonra gelen Arap hacı adayları alınıyor onlar bitince Türklere sıra geliyordu. Sıcak ve sıkıcı bir yolculukla Suudi Arabistan’da Taif kentine kadar vardık. Orada otobüsten inerek abdest alıp vaktin namazını kılalım dedik. Kasaba gibi olan bu yerde bir grup, yerlilerinin evine yaklaştık. Maksadımız onların tuvaletlerini kullanıp abdest almaktı. Umumi bir tuvalet ve abdest alınacak musluk görememiştik. O sırada bizim Türk yolcular olduğumuzu gören 20 yaşlarında sarışın bir Türk çocuğu bağırarak koşup geldi. İşçi olarak gitmiş birkaç yıldır orada çalışıyormuş. “ Amcalar, teyzeler durun, bu adamların evine girilmez, derhal çekilin, bu adamlardan her şey beklenir” diye bağırıyordu. Çok sıkışmıştık. Çaldığımız kapıdan suratsız bir Arap çıktı. Kalabalığı görünce buyur etmek zorunda kaldı. Biz de ihtiyaçlarımızı giderdik. Zavallı çocuk orada ne türlü hadiselere şahit olmuştu ki bizi böyle canhıraş ikaz etmeye çalışıyordu. Zaten Suudi Arabistan’a giden Türk işçileri tam bir esir hayatı yaşamaktadırlar. Hak, hukuk diye bir şey arama. Bu garibanları “delil” diye bir Arab’a mahkum edip kazandıkları paraları önce bu adamlara öderler, onlar da keyfi yetince, istedikleri kadar miktar zavallılara verir. Bunları kimseye şikayet edemezler, etseler de netice alamazlar. Mekke’ye vardığımızda birgün Mescid-i Haram’da (Kâbe Camiinde), çevrede akmakta olan Zemzem çeşmelerin birinde normal abdestlerimizi yenilemek istedik. Yanımızda hanımlarımız da vardı. Bir yaşlı Arap yaklaşıp bize “Haram!” diye bağırmaya başladı. Zemzem suyu ile abdest almanın haram olduğunu söylüyordu. Düşündüm böyle bir şey okumamış ve duymamıştım. Biz çeşmeden abdest almaya devam ettikçe Arap sesini yükselterek “Ha- ram!” diye daha fazla bağırıyordu. Neticede bize mani olamayacağını anlayınca, âdi herif “Türki! külli kâfir” diyerek yanımızdan ayrıldı. Rozetlerimizden Türk olduğumuzu anlamıştı ve Kabenin içinde Hacca gelmiş insanlara bütün Türklerin kâfir olduğunu söylüyordu. Medine’de Hz. Peygamber’in türbesinin bulunduğu camide teknisyen olarak görevli Kayseri İmam Hatip’ten mezun bir talebemle karşılaştım. Daha sonra yüksek tahsil de yapmış, orada böyle bir iş bulmuştu. Ona, “madem buradasın, boş zamanlarında burada bulunan MemlukluOsmanlı kitabelerini okuyup kaydetsen, Medine’de Türk Kitabeleri ismi ile yayınlasak” dedim. Çocuk irkildi. “Ne yapıyorsun hocam, böyle bir şey yaptığımı öğrenirlerse, benim derhal işime son verirler ve beni gönderirler” demişti. Evet… Bizim din kardeşlerimiz maalesef böyle. Bunlara başka örnekler ilave edilip yazı uzatılabilir. O zaman dergi hacmini çok aşar. Yazıma “İnşallah İslam âlemi şuurlanır da Türklerin kadri, kıymeti bilinir.” temennisi ile son veriyorum. 17 Osman SEL “SENEDİ BÂTIL OLUR BÂTIL OLAN DAVANIN” 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarında devlet protokolünün yüz hatlarına bakınca, bunun bir kutlama değil anma günü olduğu hissine kapıldım. Zira hiçbirinin yüzü gülmüyordu. Sanki bir taziyeye gelmişler gibi, hüzünlü, üzgün ve asık suratlı bir görünümleri vardı. Bir bayram sevinci, mutluluğu, neşesi hakim değildi. Belli ki beyinlerinin bir yanında yaptıklarının muhasebesi vardı. Bayram, bayram gibi değil. Bu durumu televizyon ekranlarında görünce aklıma merhum Abdürrahim Karakoç’un şu dizeleri geldi: “Ya bayramlar bayram olsun, Ya takvimler cayır cayır yırtılsın” Bu, 30 Ağustos Zafer Bayramı takvimlerin cayır cayır yırtılacağı bir gündü. Bunun nedeni çeşitli bahanelerle, suçlamalarla, komplolarla, tezgâhlarla, sahte delillerle, gizli tanıklarla Türk Ordusu’nun 900 civarında subay ve astsubayının tutuklu ABD’nin şimdi yapması gereken Türk Ordusu’ndan korkan, temel referansları Türk Ordusu ile taban tabana zıt bir partiyi iktidara getirmek ve Türk Ordusu üzerinde yapmayı düşündüğü operasyonları onlara yaptırmaktı. ve hükümlü olarak cezaevinde olmasıydı. Hem bunları cezaevine göndereceksin, hem de bayramlarını kutlayacaksın… Her halde bu durum müsebbiplere bile biraz traji-komik geldi. Bunun için rol bile yapamadılar, gerçek yüzleri 30 Ağustos Zafer Bayramı kutlamalarında ortaya çıktı. Mahcup, birbirinin yüzüne bakamayan, gözlerini ya yere ya gökyüzüne çevirmiş, tedirgin, suçluluk psikolojisine girmiş bir devlet protokolü, pek çok gerçeği hiçbir şey konuşmadan bütün çıplaklığı ile anlatıyordu. Bu günlere neden ve nasıl geldik? 1989 yılında Sovyetler Birliği çökünce, yeni dünya düzeninde ABD’nin Türk Ordusu’na güveni kalmamıştı, ama Türk Ordusu da yabana atılacak, hesaba katılmayacak bir güç değildi. Asker sayısıyla, donanımı ve elinde bulundurduğu silahlarla, ta- 18 rihsel misyonu ve geçmişiyle, disiplin ve vatanseverliğiyle her zaman potansiyel bir tehlike idi. Aslında bu gerçeği ABD’nin gayri resmi sözcüsü Soroz da bir konuşmasında dile getirmişti. Şöyle diyordu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin patentli iki ihraç ürünü var: Biri Mustafa Kemal Atatürk, diğeri Türk Ordusu.” ABD’nin yeni dünya düzeni ve Orta Doğu’nun yeniden yapılandırılması projesinde başarılı olması için Türkiye kilit önemde bir ülke idi. Türk Ordusu, Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra kem-küm etmeye başlamıştı. ABD’nin her dediğini onaylamıyor, artık NATO’yu ve ABD işbirliğini sorgulamaya başlıyordu. Bu, ABD’nin Türkiye’de yeni müttefikler bulması ve yoluna öyle devam etmesi gerektiğini anlaması ve karar vermesi açısından yeterli bir sebepti. ABD, Türk Ordusu’ndan ümidini kesmişti. Türk Ordusu bundan böyle kendi devleti, milleti ve vatanı için mücadele edecekti. ABD’nin çıkarlarının bekçisi olmayacaktı. ABD’nin şimdi yapması gereken Türk Ordusu’ndan korkan, temel referansları Türk Ordusu ile taban tabana zıt bir partiyi iktidara getirmek ve Türk Ordusu üzerinde yapmayı düşündüğü operasyonları onlara yaptırmaktı. Bunun alt yapısını 28 Şubat’ta hazırladı. Türk Ordusu’na devrin hükümetine muhtıra verdirdi ve hükümeti düşürdü. Yerine Ecevit başkanlığında bir hükümet kuruldu. 2001 yılında ABD’nin finansal darbesi ile bu hükümet 2002 yılında yapılan seçimlerde bütün ortaklarıyla beraber Türk milleti tarafından devre dışı bırakıldı. Bu arada Tayyip Erdoğan ve arkadaşlarını yanına çekerek kurdurttuğu AKP büyük bir seçim başarısı ile iktidara getirildi. 2003 Mart ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi, hükümetin ABD’ye söz vermesine rağmen meclisten Irak tezkeresini geçirmedi. Hükümet yandaşları ve yandaş basın bunun sebebinin Türk Ordusu olduğu, onlar bu konuda sessiz kaldıkları için tezkerenin meclisten geçmeyeceğini yaymaya başladılar. Ayrıca 2003 yılında zamanın Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Türkiye biraz da çevresindeki ülkelere yönelmelidir. İran ve Rusya ile yakınlaşmalıdır mealinde sözler söylemişti. Bütün bunlar ABD’nin Türk Ordusu hakkındaki kanaatini pekiştirdi ve Türk Ordusu için hazırlanan operasyon palanı devreye gizli olarak sokuldu. Önce Türk Ordusu’nun saygınlığına gölge düşürmek için Kerkük’te ki birliğin başına çuval geçirildi. Hiç kimse sesini çıkarmadı. Devlet, hükümet ve Türk Ordusu bu katlanılması zor durumda hiçbir tepki vermediler. Türk Ordusu yalnız bırakıldı. ABD’ye nota vermek şöyle dursun müzik notası bile söyleyemediler. Gençlik Dergisi Bu durum ABD’nin AKP hükümetine olan güvenini arttırdı. Türk Ordusu üzerinde yapacağı operasyon için hiçbir şüphe ve korku kalmadı. Bir gerçeği de burada vurgulamak gerekir. Türk Ordusu geçmişte yaptığı yanlış işler ve darbeler sebebiyle Türk milletini AKP’nin, AKP’yi de ABD’nin kucağına atmıştır. Hatırlayınız: “Biz zinde güçlerin şerrinden Brüksel’in şefaatine sığınıyoruz” sözü meşhurdur. ABD, 1950 yılından beri Türkiye Cumhuriyetinin bütün kurumlarında ve kuruluşlarında etkin bir şekilde yer almıştır. NATO vesilesiyle Türk Ordusu’nu iyi tanımış, siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik münasebetler dolayısıyla Türkiye’de her alandaki etkin kişi ve kurumlar üzerinde kontrol kurmuş, basın, dernek ve vakıflar kanalıyla ABD çıkarlarını ve politikalarını Türk toplumuna benimsetmek yolunda büyük mesafeler almıştı. Bu arada CIA Türkiye’de olup bitenleri, toplantıları, plan ve projeleri çok rahat ele geçiriyor ve hatta bu palanların ve projelerin hazırlanmasında açık veya gizli yer alıyor, söz sahibi oluyordu. İki devlet arasında yapılan istihbarat paylaşımı antlaşması ile MİT’in tüm bilgilerine ulaşabiliyordu. Bu da ABD’nin Türkiye hakkındaki her türlü bilgi ve belge biriktirmesi ve bunları istediği zaman, istediği yerde ve istediği şekilde kullanması için çok büyük bir imkân sağlıyordu. ABD Türk Ordusu’na darbe indirmek için zamanın ve zeminin hazır hale geldiğine karar verdi ve düğmeye bastı. Tarih 2006. Elindeki bilgi ve belgeleri çuval çuval, valiz valiz, basın mensuplarına, resmi makamlara, kendine hizmet eden kişi ve kuruluşlara dağıtmaya başladı. Proje Washington’da yazılmış, oyun Türkiye’de sahneye konulmuştu. 2006 AKP’sini gözünüzde canlandırırsanız bu operasyonu yapmasına, bilgisi, tecrübesi, gücü, aklı ve cesareti yetmezdi. Ergenekon davasının savunucularının Zaman ve Taraf gazetesi ile Samanyolu televizyonunun olduğu, Fettullah Gülen’in de ABD’de rehin tutulduğunu bilince projenin gerçek sahibinin ABD olduğu kendiliğinden ortaya çıkıyor. Ergenekon davasının başlamasına sebep olan Tuncay Güney’in bu gün Kanada’da İsrail bayrağı altında hahamlık yaptığını bilmek de bu konudaki görüşümüzün ne kadar isabetli olduğunun ayrı bir göstergesidir. Oyun; Balyoz, Ergenekon, Casusluk davaları ile sahneye konulunca bu durum AKP tarafından iç politikada kendi çıkarları ve iktidarlarının devamı için bir fırsat olarak görüldü veya büyük bir güç tarafından böyle algılanması, böyle kullanılması ve oyunun içine girerek böyle oynanması için talimatlandırıldı. Her ne şekilde olursa olsun bu AKP’nin çok işine yaradı. Kraldan çok kralcılık oynamaya başladı. Halen de oyunu seyrini değiştirmeden oynuyor. AKP bu oyunu iç politikada kendi ajandasını uygulamak, iktidarının devamını sağlamak, kendisine rakip olacak veya projesine karşı çıkacakları sindirmek, korkutmak ve cezalandırmak için bir fırsat bildi. ABD’nin senaryosuna bunları da ekledi ve bildiğimiz sonuç ortaya çıktı. AKP’nin devlet teamüllerine, devletin kurucu felsefesine, Türkiye Cumhuriyetinin kazanımlarına ters düşen uygulamalarını rahat yapabilmesi için bunlara tepki gösterecek kişileri, grupları ve kurumları baskı altına almak, sustur- mak gerekiyordu. Biliyorlardı ki; bunlar susarsa, kimse konuşamaz. Bu insanlar bilgileri, konumları, donanımları, imkânları ve güçleri ile iktidarı korkuturlar. Bunlar bertaraf edilirse projelerini uygulamak için hiçbir tehlike ve tehdit unsuru kalmaz. Bu düşüncelerle ve senaryo ile 2013 yılı Temmuz ayına gelindiğinde oyun bitti, sahne indi. Adına Ergenekon denilen dava hiçbir sürpriz olmadan sonuçlandı. Ben sonucun böyle olacağından hiçbir şüphem yoktu. Hüküm açıklandı, tutukluların yaşı, rütbesi, boyu, ünvanı, etki gücü, ince ince ele alınarak cezalar verilmiş. Cezalar tabir yerindeyse “ bir ata dört nal, dört ata bir nal” şeklinde adaletli, tutarlı, mantıklı, TCK’na uygun(!) bir şekilde dağıtılmış. Hükmü görünce 1960’larda İstanbul liginde oynayan Adalet Sporun küme düşmesi üzerine bir gazetenin o gün attığı manşeti hatırladım. “Adalet küme düştü” diye yazmışlardı. O gün kinayeli yazılan bu cümle bugün gerçek anlamıyla karşımıza çıktı. Bir şairimiz de bundan kırk yıl önce “Adaleti gelin ettik dul çıktı” diye bir mısra yazmıştı. Sembolik olarak yazılan dizeler yıllar sonra somutlaştı. Ergenekon davasında verilen karar ve açıklanan hüküm Türkiye’de adaletin ruhunu kaybettiğinin ispatıdır. Bu sonuçtan sonra İsviçre Denizcilik Bakanının sözü aklıma geldi. Bir gazeteci İsviçre Denizcilik Bakanına soruyor: Sayın bakan İsviçre’de deniz yok, siz ne iş yapıyorsunuz? diye. O da cevap veriyor: “ Bunda şaşılacak bir şey yok Türkiye’de de Adalet Bakanlığı var” diye. Yazımın başlığı 19. Yüzyıl, Tanzimat yazarlarından Şinasi’ye ait. “Senedi batıl olur, batıl olan davanın” Er- Ergenekon, Balyoz, Casusluk davalarından hüküm giyen kişiler üzülmesinler. Her şeyin bir bedeli vardır Tarih bedel ödenerek değişmiştir. Her güzel ve iyi şeyin arkasında ödenmiş büyük bedeller vardır. genekon davası batıl ( haksız, delilsiz) bir davadır. Bunun senedi ‘de (hükmü) batıldır, geçersizdir. Ergenekon, Balyoz, Casusluk davalarından hüküm giyen kişiler üzülmesinler. Her şeyin bir bedeli vardır Tarih bedel ödenerek değişmiştir. Her güzel ve iyi şeyin arkasında ödenmiş büyük bedeller vardır. Ergenekon, Balyoz, Casusluk davalarında ceza alan kişiler, şimdi Namık Kemal’in şu dörtlüğünü haykırmalılar: “Zâlim olsa ne rütbe bî-perva, yine bünyâd-ı zulmü biz yıkarız; Merkez-i hâke atsalar bizi, küre-i arzı patlatır çıkarız!” 19 MEHMED’İM Mustafa ÖZTÜRK 20 Boğaz’da Mehmed’e pusu kuruldu Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Nice yiğit uykusunda vuruldu Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Toplar mevzilerde paslanıp kaldı Teğmen güverteye yaslanıp kaldı Dostlar da çaresiz, hislenip kaldı Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Dağdaki eşkiya Meclis’e indi Türk’ün adı her tarafta silindi İhanette son noktaya gelindi Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Kimi ağıt yakar öldün diyerek Kimi sevincinden bakar gülerek Şimdi doğrulmaya bir hamle gerek Şu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Üzerine iftiralar attılar Para verip yalancılar tuttular Toprağını parsel parsel sattılar Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Ergenekon denen yurdu hatırla Demir dağı delen kurdu hatırla Sakarya boyunda merdi hatırla Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Yiğit olan yiğit almaz mı tedbir? Gaflet anınızı bilmez mi muhbir? Yaradan aşkıyla getirip tekbir Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Bozkurt tutsak olmaz yaralansa da Yiğit yine yiğit karalansa da Ciğerin dert ile parçalansa da Bu kahpe pusuyu yar çık Mehmed’im Gençlik Dergisi “EY TÜRK MİLLETİ! DÜŞÜN VE KENDİNE DÖN!” Mehmet KILINÇ 13 asır önce ikinci Kök Türk kağanlığı döneminBilge Kağana göre yönetici kadroların bilgili ve cesur de 726’da vezir Bilge Tonyukuk, 732’de Kök Türk or- oluşları, devletin yükselişi için kâfi değildir. Bu konuda bir duları başkomutanı/genel kurmay başkanı Kül Tigin ve üçüncü şart vardır. Bilge Kağan devam ediyor: 734’te Bilge Kağan adına dikilen ve orijinal adıyla tam bir “Beğleri, milleti düz imiş.” Yönetenlerle, topyekûn “Bengü(ebedî) Taş” niteliği taşıyan “Kök Türk Yazıtları” yönetici kitleyle yönetilenler, halk “düz” imiş. Ne demek yahut “Orhun Âbideleri” diye anılan bu taşlar, devrin en “düz” olmak? “Doğru olmak” mı? Hayır! Doğruluk zaişlek yolları üzerinde dikilmiştir; gelen geçen herkes oku- ten milletin bir özelliğidir. Yalancılık, sahtekârlık zaten sun, anlasın, ibret alsın ve bir daha aynı hatalara düşülme- Türklerce çok ayıplanan gayr-ı ahlâkî niteliklerdir; bunun sin diye. ayrıca belirtilmesine de lüzum yok. Peki, “düz” olmakla Âbideler Türk dili, Türk tarihi, Türk medeniyeti, Türk neyi ifade ediyor? Bunu “ Milletle beğler düz imiş, aynı millî şuurunun ifadesi bakımından tam bir şaheserdir; Türk seviyede imiş, denk imiş”, daha doğrusu “beğlerle milletin milletinin ebedîliğini haykıran ölümsüz, emsalsiz eserler- aynı ülküler, aynı inançlar, aynı kültür değerleri etrafında dir. Türk milletinin bugünkü evlâtları olarak bizlerin bu toplanmış olmaları gerekir” şeklinde anlamak lâzım. eserlerden geleceğimize ışık tutacak mühim neticeler çıYönetici kadrolarla milletin gönülleri aynı olacak; sekarmamız lâzımdır. vinçleri, kederleri aynı olacak; birinin üzüldüğüne öteki Âbidelerde Türk devletinin nasıl kurulduğu, hangi sevinmeyecek, birinin tiksindiğinden öteki zevk almayaesaslar üzerinde yükseldiği ve hangi zaaflar neticesinde cak. Milletin hangi duygular, hangi arzular içinde olduyıkılıp Türk milletinin perişan hale düştüğü çok açık bir ğunu yöneticiler bilecek ve milletin bu arzularını tatmin şekilde ifade edilmiştir. Bakınız, Bilge Kağan Kök-Türk edecek şekilde icraatta bulunacaklar. İşte bu şartlar yerine Devletini kuran ataları Bumın ve İstemi kağanlar için ne getirildiği için devlet kurulmuş, yükselmiş; millet saadete diyor: erişmiştir. “Bilge kağan imiş, alp kağan imiş; buyrukları da bilge Peki, niye yıkılmış devlet, millet neden perişan olmuş? imiş tabii, alp imiş tabii.” Devleti kuran kağanlar bilgili ve Bilge Kağan bunu da açıklamış: cesur imişler; vezirleri, beğleri de kendileri gibi bilgili ve “Ondan sonra küçük kardeşi kağan olmuş tabii, oğlu cesur oldukları için devlet kurulmuş, yükselmiş. kağan olmuş tabii. Küçük kardeşi büyük kardeşi gibi kılınİfadeye dikkat edilirse kağan ve beğlerin “bilge” olma- mamış olacak, oğlu babası gibi kılınmamış olacak, bilgisiz ları, “alp” olmalarından önde gelmektedir. Yönetici kadro kağan oturmuştur. Kötü kağan oturmuştur. Buyruk(lar)ı her şeyden önce bilgili olmak zorundadır. Bilgili yöneti- da bilgisizmiş tabii, kötü imiş tabii. Milleti beğleri tüzsüz ciler elinde devlet ve onun çatısı için(düz olmadığı, anlaşmış halde altındaki millet kolayca yükselebilolmadıkları için), Çin milleti hilekâr mektedir. Ama bilgi nedir? Yönetici ve sahtekâr olduğu için, küçük karkadronun öğrenmiş olması gereken deş ve büyük kardeşi birbirine düMilletin hangi duygular, hangi bilgi nasıl bir bilgidir? şürdüğü için, beğ ve milleti karşılıklı çekiştirttiği için Türk milleti il arzular içinde olduğunu Düşmanlarla dolu çetin bir coğyaptığını ilini elden çıkarmış, kağan rafyada çetin bir hayat süren Türkyöneticiler bilecek ve milletin yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin leri idare etme mevkiinde bulunanmilletine beğlik erkek evlâdın kul bu arzularını tatmin edecek lar, tatbiki mümkün olmayan felsefî oldu, hanımlık kız evlâdın cariye bilgilerle donatılamazlar. Onların şekilde icraatta bulunacaklar. oldu. Türk beğler Türk adını bıraktı, sahip olmaları gereken bilgiler, haÇinli beğler gibi Çin adını tutup Çin yat tecrübelerinden çıkarılmış, dekağanına itaat etmiş.” nenmiş, atalar sözü hâline gelmiş bilgilerdir. Yöneticiler, önce milleti Dikkat ediniz: Yöneticiler “bilfelâketlerden kurtaracak ve onu regisiz, korkak ve kötü” insanlar. Yöfaha ulaştıracak bilgilere sahip olacaklar, ondan sonra da neticilerle halk uyum içinde değil; birlik yok. Düşman “alp (cesur)” olacaklardır. Çin sahtekâr, hilekâr, kurnaz; ne yapıyor? Milleti birbiri- 21 ne düşürüyor. Bilge Kağan milleti mizin önlerini açmağa, dalgalanan ikaz ediyor: “Çin milletinin sözü saç örgülerimizi çözmeğe, dilimitatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. zi değiştirmeğe ve sizin kanunlaTatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla rınızı kabul etmeğe gelince örf ve Millî kültür değerleri aldatıp uzak milleti öylece yaklaştıâdetlerimiz çok eski olduğu için millet varlığının temelidir. rırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra onları bozmağa cesaret edemedim. Bunlardan taviz vermek, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. Bütün milletimiz de aynı kalbe sakendi kültür değerlerine İyi, bilgili insanı, iyi cesur insanı hiptir.” yabancılaşmak, yabancı kültür yürütmezmiş.” «Orda kötü kişi şöydeğerlerini benimsemek dediği kaydedilir. Her türlü büyük felâketlerin sebebi le öğretiyormuş: Uzakta ise kötü fedâkârlığa katlanan, haraç vermeyi olarak görülmektedir. mal verir, yakında ise iyi mal verir. ve tabiiyeti kabul eden hükümdar, Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşımilletin mâ’nevî değerleri, millî na aldanıp çok çok Türk milleti ölşahsiyeti, töreleri üzerinde hiçbir dün.” fedâkârlığa katlanamayacağını beİkaz gayet açık. Bilgisiz yönetilirtir. ciler, millî kültürden uzaklaşmış yöneticiler, aydınlar ÇinDemek ki millî kültür değerleri millet varlığının temelilere aldanmışlar; Türk olma özelliklerini yitirmişler. lidir. Bunlardan taviz vermek, kendi kültür değerlerine yaBir Çin kaynağında şöyle bir bilgi var: “Bir Kun hü- bancılaşmak, yabancı kültür değerlerini benimsemek bükümdarı Çinlilere karşı kudretli olmalarını millî ahlâk ve yük felâketlerin sebebi olarak görülmektedir. Bilge Kağan, an’ânelerinin üstünlüğü ile izah ediyor. Bu sebeple Çin devletin yıkılışında millî kültür erozyonunun, yabancılaşkültür ve âdetlerine rağbeti, milletin esaretine bir başlan- manın etkisini belirtiyor. gıç kabul ediyor.” Tarihî kaynaklarda 630 yılında Çin hâkimiyetine düşen Başka bir Çin kaynağında Çin imparatorunun tabiiyeti- Kieli Han (Kara Kağan)ın “Tanrı’dan korkmadığı, atalane düşen İşbara Hanın imparatora: rını töresine tecavüzde bulunduğu, dinî inançlarla istihza “Oğlumu sarayınıza gönderiyorum. Bize semavî ettiği, ailesi ile de ihtilâfa düştüğü, Çinli bir mütefekkirin menşe’den gelen atları (cennet atlarını) her yıl takdim tavsiyelerine göre hareket etiği ve memuriyetlere yabancıları getirdiği için” felâketlere sebep olduğu belirtilmekedecektir. tedir. Sabah akşam emrinizi bekleyeceğim. Fakat elbiseleriDüşmandan dost olmaz. Düşmanın tavsiyelerine göre hareket edilmez. İlmen, fikren ve madden kendi gücüne dayanmayan milletlerin akıbeti korkunç olmaktadır. Bugün de İngiliz’in Fransız’ın, Alman’ın Amerikan’ın yahut Moskof’un, Çinli’nin veya Arap’ın, Acem’in fikirlerine göre hareket edenlerin bu tarihî tecrübelerden ders alması gerekmektedir. Düşman, kuzu postuna bürünmekte, dost gibi görünmektedir; onun bu görünüşüne aldanmamak gerekir. Düşmanın kültürünü benimseyip ona kapılmak büyük gaflettir. Türk milleti belki teknik yönden, maddî zenginlik yönünden, ilmî yönden, askerî güç bakımından geridir; ama medeniyet bakımından başka milletlerden kat kat üstündür. Daha düne kadar yamyamca bir hayat yaşayan, çocuklarını pişirip yeme hakkına bile sahip olduklarını kanun maddesi hâline getiren Avrupalılar Türk milletine insanlık dersi vermeğe kalkışıyorlar. İnsanlığın zerresinden bile nasipsiz bulunanlar, Türkler gibi insanî özellikleri millî özellik haline getirmiş bir millete nasıl ders verebilir? Bir Türk çocuğu, yamyamların torunlarına nasıl hayran olur, nasıl onlara benzemeğe çalışır! Maalesef bugün devletimizi yönetme yetkisini elinde bulunduran zevat -Müslümanlık ve İslamcılık iddiasına rağmen- A.B. (Avrupa Birliği)’ni “tarihin en büyük medeniyet projesi» olarak ilân edebiliyor ve bu birliğe kabul edilmemiz için bütün millî değerlerimizden tavizler vermeğe devam ediyor. 22 Gençlik Dergisi Biz Türklerin anlayışına göre devlet, babadır ve mukaddestir. Bu babalık sadece kendi milletimiz için değil, bütün milletler içindir; çünkü Türk devlet başkanı aynı zamanda cihan padişahıdır, “zillullah-ı fi’l âlem (Allah’ın yeryüzündeki gölgesi)”dir. Kitabelerde Bilge Kağan: “Üstte mavi (kutlu/nurlu) gök, altta yağız yer yaratıldığında ikisi arasında insanoğlu yaratılmış, insanoğulları üzerine atalarım Bumın Kağan, İstemi Kağan kağan olarak oturmuşlar.” demektedir. Kendi milletine babalık yapan Türk kağanı, bütün cihanın babası olmak sıfatıyla diğer bütün milletlere de babalık yapmak durumundadır. Baba nasıl ailesinin geçimini temin etmek zorundaysa devlet yöneticileri de milletin babası olarak onları doyurmak, giydirmek, kısacası geçimlerini sağlayacak her türlü tedbiri almak zorundadırlar. O yüzdendir ki Bilge Kağan “aç milleti doyurdum, çıplak milleti giydirdim, yoksul milleti zengin yaptım” diyor. Bütün bunları yaparken, milletini refaha kavuştururken “gece uyumamış, gündüz oturmamış”, sürekli “ölesiye, yitesiye” çalışmıştır. Kardeşi, Kök-Türk orduları başkumandanı Kül Tigin vefat ettiğinde Bilge Kağan, büyük üzüntüye kapılmış, ağlamak istemiş, ağlayamamış. Bu ölüm yüzünden geceleri uykusu kaçmış, düşünceye dalmış, endişelenmiş. Kardeşinin ölümünden ve kendi istikbalinden, geleceğinden dolayı değil, “milletimin sonu ne olacak” diye endişelenmiş. Milletini bu derecede düşünen yöneticiler elinde Türk milleti yükselmiştir. Türk devleti cihan devleti olmak sıfatıyle idaresi altındaki başka milletlere de kendi milletine götürdüğü hizmetleri götürmüştür. Devlet başkanı ve diğer yöneticiler bütün mesailerini millete hasretmişler, bugünküler gibi servet biriktirme yoluna gitmemişler, hatta elde ettikleri serveti her yıl yağmalatma ve ziyafet yoluyla millete dağıtmışlardır. Bu sebeple büyük bir milletin bugünkü fertleri olarak sorumluluklarımızı iyi bilmeliyiz. Bütün imkânları kullanarak bilgimizi arttırmaya çalışırken seçtiklerimizin de bizden daha fazla bilgili, millî kültür değerlerine bağlı, milletini aşk derecesinde seven ve onun için her türlü fedâkârlığa katlanabilecek insanlar olmalarına dikkat etmeli; kan ve süt bozukluğuyla mâlûl olanlardan uzak durmalı, düşmanlarımızdan dost peydahlamamalıyız. Tarihten ders almalı, dünkü hataları tekrardan sakınmalı, Bilge Kağanın ikazlarına kulak vermeliyiz. O zaman, içinde bulunduğumuz sıkıntılar sona erer, geleceğimiz parlak olur. Bilge Kağan, yüzyıllar öncesinden sesleniyor: “Türk Oğuz beğleri, millet, işitin! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe Türk milleti senin ilini, senin töreni kim bozabilir? Ey Türk milleti! Düşün ve kendine dön!” İsmail ÖZÖREN HAREKETİN BEREKETİ Seçim maratonu yaklaşırken kamuoyu araştırma şirketleri de tempolarını arttırdı. Araştırma üzerine araştırma yapıyorlar. Ulaştıkları sonuç, iktidar partisinin oylarının düştüğü, muhalefet partilerinin oylarının ise yükseldiği şeklindedir. İktidarın oyundaki düşüş, uyguladığı politikalarla doğrudan ilgili…Türkiye’ye dayattığı “Kürt açılımı”, bu açılımın bölücülere sağladığı korkunç cüret, milliyetçi-vatansever seçmenleri rahatsız etmiştir. Bu yüzden MHP’ye bir yöneliş başlamıştır. Ayrıca, dış politikada yapılan büyük hatalar, buna bağlı olarak dövizin hızlı yükselişi ve akaryakıt ürünlerine yapılan fütursuz zamlar seçmenin AKP’den uzaklaşmasının önemli sebepleri arasındadır. Benim açımdan doğru yaptıkları fazlaca bir şey yok, yanlışları ise saymakla bitmez. Hele bunlardan birisi var ki yanlışın ve hatanın çok ötesinde bir şey… O da TSK’ya yaptıkları operasyondur. Bu yolla Türk milletine açtıkları yara uzun süre kapanmayacaktır. Muhalefetin oylarındaki artış, temelde iktidarın yanlışlarına dayansa da bu partilerdeki hareketliliğin etkisini göz ardı etmemeliyiz. Özellikle MHP, “ millî değerleri koru ve yaşat” mitingleriyle göz doldurdu. Bursa’da Kuruluş, İzmir’de Bayrak, Adana’da Vatan, Erzurum’da Birlik, Konya’da-Türkçe temalı mitinglerde Türk halkından beklenenin üzerinde ilgi gördü. Bu ilgi MHP dışındaki milliyetçi-vatansever seçmenin yuvaya dönüşü olarak yorumlanabilir. Bu da “Nerede hareket, orada bereket” sözünü doğrulamaktadır. Anlaşılıyor ki Türk halkı MHP’den millî misyonuna uygun adımlar bekliyor. MHP bu beklentiyi gerçekleştirirse iktidarın en büyük alternatifi olur. 23 İbrahim GÜNGÖR KİTLE İLETİŞİM ARAÇLARI VE SUSKUNLUK SARMALI Günümüz dünyasında kişilerin bilgiye ulaşması kolaylaşmış ve kitle iletişim araçları oldukça gelişmiş olsa da bu gelişim aynı zamanda yeni bazı sorunları da beraberinde getirmiştir. Bilgi kirliliği ya da kitle iletişim araçlarının bazı güç odaklarının tekeline geçmesi, ticari kaygılarla toplumun çıkarı yerine kitle iletişim aracı sahibinin çıkarının ön plana çıkması gibi. Bunun yanında kitle iletişim araçlarını takip eden insanların bilinç durumları da başka bir sorundur. Yani kitle iletişim araçlarını takip eden insanların kitle iletişim araçlarını nasıl ve ne kadar süzgeçten geçirerek, sorgulayarak yorumladıkları şüphelidir. Kitle iletişim araçlarının içinde bulunduğumuz çağda çok aktif bir belirleyici olması, özellikle eğitim seviyesi düşük ve nüfusu yüksek toplumlarda, toplum gündemini belirleyen yegâne güç olarak televizyonu çıkarıyor karşımıza. Elisabeth Noelle-Neumann’ın kuramı ile, kitle iletişim araçları ve bireylerin davranışları arasındaki ilişkiler, gözler önüne çok net bir biçimde seriliyor. Almanya’da 70’li yıllarda gerçekleştirilen seçimlerdeki araştırmalar bu kuramın ilk sonuçlarını ortaya koyması açısından önemli bir noktada yer alıyor. Seçimleri Hıristiyan Demokratlar (CDU) kazanmış olsa da seçim propaganda döneminde CDU ve Sosyal Demokratların (SPD) başa baş gittiği istatistiklerle gözler önüne serilmiş, bu gerçeği ortaya koyan bilgiler ortada dolaşmaya başladıktan sonra seçimleri CDU’nun kazanacağı beklentisi gitgide artarken SPD düşüşe geçmiş. Seçimin gerçekleşeceği tarihe iki ay kala CDU’nun oy oranı beklentisi % 50’lerin üstüne çıkmış, seçimleri kazanacağı varsayılan partiye, diğer partiye oy vermeyi düşünenlerin %3-4’lük kısmı da oy vermiş. Tahmini oylarda başa baş giden iki partinin son birkaç ayda seçmenler üzerinde görülen bu farklılığı araştırmaya değer bulan araştırmacılar çeşitli varsayımlarda bulunmuş. Beklentiler ve tahminler ile seçmenlerin oylarını son dakika değişiklikleri ile seçimleri kazanacağını düşündükleri (düşündürtüldükleri) partilere vermesi, kitle iletişim araçlarının kamuoyu beklentisi yaratması açısından irdelenen bir sonuç olarak karşımıza çıkıyor. Suskunluk sarmalının temelinde yer alan dışlanma korkusu, egemen olan görüşü desteklemese bile bireyleri egemen görüşü desteklermiş gibi davranmaya itiyor. Kitle iletişim araçlarının genel kanı ve düşünceleri hangi siyasi organı destekler yöndeyse o görüşe ilişkin varsayım ve paylaşımlar medya organlarında o dönemde sıkça yer almaya başlar. Kişilerin kendi fikirlerinin azınlıkta olduğunu düşündüklerinde hissettikleri rahatsızlık, suskunluk sarmalı kuramının temelinde yer alır. (TOKMAKOĞLU, 2011). 24 Suskunluk Sarmalı Nedir? Suskunluk Sarmalı kuramı sosyal psikolog Leon Festinger’in Bilişsel Çelişki Modelinin sosyal bilimlerdeki bir yansıması olarak da görülmektedir. Suskunluk Sarmalı, Alman bilim kadını Elisabeth Noelle Neumann tarafından geliştirilen bir kuramdan kaynaklanmaktadır. Kuram, insanların kişisel düşüncelerini oluştururken başkalarının ne düşündüğüne dair temel sosyal psikolojik düşünceden kaynaklanır. Kişinin kendi kişisel düşüncelerini başkalarının ne düşündüğüne bağlamasıdır. Bu model, kamuoyunun nasıl oluşturulduğuna ilişkin soruya dayanmaktadır. Bu sorunun cevabı şudur ki; kitle iletişimi, kişilerarası iletişim ve toplum içinde kişinin başkalarıyla ilgili kendi bireysel algısı arasında bir etkileşim yatmaktadır. Böylece, baskın ya da kazanan düşünceye daha çok eğilim göstermektedir. Yani, kişi bu eğilimleri edinip görüşlerini bu doğrultuda aktardıkça; bir grup, hizip baskın olarak ortaya çıkar ve diğer aykırı düşünce düşüşe geçer. Bu nedenle, egemen düşünceye sahip kişinin konuşmasına ve diğer kişinin sessiz kalmasına yönelik; egemen düşüncenin yükselerek pekiştirildiği sarmallaşma süreci başlar. Bu kurama göre, insanlar doğal olarak toplumsal “yalnızlık korkusu”na sahiptir. Fikirlerinin azınlık içinde yer aldığını algılayan kişiler, yukarıda ifade edildiği gibi toplumun çoğunluğu tarafından dışlanmak korkusuyla, açıkça davranışta bulunmaz, düşüncelerini ifade ederken çoğunluğun görüşünü, oybirliğini kabul eder. Oybirliğine ulaşmada temel bilgi kaynağı kitle iletişim araçları ya da belirli bir konuda hâkim fikir ve düşünceleri belirleyecek güce sahip gazetecilerdir (günümüzde daha çok TV’ler). Kuramın temelinde sosyal-psikolojik bir düşünce olan kişisel fikrin Gençlik Dergisi başkalarının ne düşündüğüne bağımlı olduğu görüşü yer almaktadır. Suskunluk sarmalı kuramında iki kavramdan söz edilebilir: 1)Toplumsal yalnızlık korkusu 2) Yarı-istatiksel duyu. Bu model; genel fikirlere uyma ve azınlık fikirleri taşımada suskun kalmayı maddesel ilişkiler düzeninin yapısal gerçeğine ve bu yapının günlük çalışma biçimine bağlarsa, anlamlı bir yaklaşım olabilir. Neumann kuramı bu bağlamda (medya konusunda) diğer kuramlara göre daha güç olan bir kuramdır. «Sessizliğin sarmalı», olarak ifade edilen kuram; medyanın güçlü etkilerinin kamu düşüncesi üzerinde olduğunu tartışır. Sessiz kalan bireyler kaynak olduğu için, oyunun önemli bir parçası olan medyaya yönelir. Medya, sarmala neden olan sessizliği üç yolla sonuçlandırır: 1. Sessiz kalan gruptan birinin bile aykırı davranması, halkın söyleyebileceği düşünce hakkında izlenimlere şekil verir. 2. Düşünce hakkında izlenimleri olan grup baskındır. 3. Sessiz kalan grup düşüncede artış ya da azalış olduğu hakkında izlenimlere şekil verir. Neumann bir grup bireyin kendi düşüncelerini yaydığını ifade eder ve bu düşünce kendinden emin bir şekilde halkın oluşturduğu kamuoyu tarafından yapılır. Diğer taraftan, kendi düşüncelerini kaybediyor olduğunu fark eden bireyler de bu konumda önemli bir yer tutar, çoğunluğu benimseme eğilimi insanları ayrıma sürükler. Buna göre; sessizlik içinde kalan bireyler şöyle sınıflandırılabilir: 1.Çoğunlukla kabul edilen konumu onaylayan, görüş- lerini ifade etmek için gönüllü olan azınlıklar, 2. İnsanlar, düşünceleri paylaşmak ve konuşmak için gönüllüdür. 3. Kendini beğenme duygusu, sessiz kalmak için bir sebep olabilir. 4. Orta ve üst sınıflarda erkeklerin, genç erişkinlerin duygularını daha iyi, cesaretli bir şekilde ifade ettikleri gözlenmiştir. 5. İnsanların sayıca üstün oldukları durumda cesaretleri artar. Suskunluk Sarmalı›na göre tartışmalı bir sorun karşısında insanlar, kamuoyunun dağılımıyla ilgili izlenimlere bakar. Azınlıkta ya da çoğunlukta olup olmadıklarını anladıktan sonra, eğer azınlıktaysalar konu hakkında sessiz kalmayı tercih ederler. Kamuoyunun değişip değişmediğini de takip eden insanlar, eğer kamuoyunun kendilerinden farklı yönde değiştiğini hissederlerse yine sorun hakkında sessiz kalırlar. Onlar daha çok sessiz kaldıkça, diğer insanlar belirli bir görüşün temsil edilmediğini daha çok hisseder ve aynı görüşteki diğer insanlar da sessiz kalarak sessiz kitleyi büyütürler (ÖZGÜN, 2011). 22 Eylül 2013’te yapılacak olan Almanya seçimlerinde kitle iletişim araçlarının kamuoyu oluşturma ve algıyı biçimlendirme faaliyetleri kolaylıkla görülebilmektedir. Bu biçimlendirme “ekonominin iyi gitmesi için Merkel’in yeniden seçilmesini iş dünyası olumlu buluyor” türünden haberler Alman seçmeninin algısını, tercihini mutlaka etkileyecektir. Bu örnek bize toplumsal algılayışın bireyden başladığını, topluma yansıdığını ama aynı zamanda kitle iletişim araçları ile toplumdaki var olan algının da bireye yansıdığını, yani çift yönlü bir etkileşimin olduğunu gösteriyor. Konuyla ilgili olarak Elisabeth Noelle Neumann’ın Türkçeye çevrilen kitabını okumalarını tavsiye ederim. KAYNAKÇA ÖZGÜN, G. (2011, 11 30). Suskunluk Sarmalı. 09 02, 2013 tarihinde Academia.edu: http://www.academia. edu/1471762/Suskunluk_Sarmali adresinden alındı TOKMAKOĞLU, B. (2011, 01 14). Suskunluk Sarmalı Kuramı. 09 02, 2013 tarihinde www.blog.milliyet.com. tr: http://blog.milliyet.com.tr/suskunluk-sarmali-kurami/ Blog/?BlogNo=284605 adresinden alındı 25 Doç. Dr. Tuncay ÇELİK EKONOMİDEKİ SON GELİŞMELER: İYİYE Mİ, KÖTÜYE Mİ GİDİYORUZ? Değerli okuyucular! Bundan iki yıl önce yine bu derginin Temmuz/Agustos sayısında yazdığım yazının son paragrafını hatırlatarak yazıma başlamak istiyorum. Bu paragraf şöyley di: “Dış güçlerin Türkiye’den beklentileri gerçekleştiği sürece sağlayacakları sıcak para desteği, ülkemizde dış ticaret açığı olsa bile bir döviz sıkıntısı yaratmayacak gibi görünebilir. Her şeyin olduğu gibi bunun da bir sonu olacağı unutulmamalıdır! Destek bittiği gün, döviz gereksiniminden kaynaklı yeni bir ekonomik kriz kapıda demektir.” Yukarıda da belirtildiği gibi dış desteğin bittiği günler sanırım bugünler olmaktadır. Türkiye ekonomisinde rantiyecileri ya da yandaşları daha da zengin etmeye yönelik olarak yıllardır uygulanan yanlış ekonomik politikalar, sonunda ülkemizin ciddi bir döviz krizi ile karşı karşıya kalmasına neden olabilecektir. Bugünü daha iyi anlayabilmek için geçmişte yaşadığımız bazı ekonomik gelişmeleri hatırlamamız gerekmektedir. Şöyle ki: Türkiye ekonomisi 2001 yılı Şubat ayında çok ciddi bir finansal kriz yaşadı. Bu kriz, uluslararası güçlerin desteği ile Türkiye’nin Irak bataklığına sürüklenmesini istemeyen, bu konuda Amerika’ya destek olmayacağı görülen koalisyon hükümetinin seçimleri kaybetmesi ile sonuçlandı. Krizin patlak vermesiyle birlikte Türk Lirası yabancı para birimleri karşısında yaklaşık %100 oranında değer kaybetti. Kısaca develüasyon denilen iktisadi olay gerçekleşti ve finans piyasasında ortaya çıkan panik ile faizler hızla yükselirken develüasyona hazırlıksız yakalanan bazı bankalar battı, bazılarının da faaliyetleri kamu otoritesi tarafından durduruldu. Krizin ticaret hayatında yarattığı olumsuzlukları da neredeyse hepimiz hatırlıyoruz. Bugün, ülkemizin ekonomik ve siyasi olarak içinde bulunduğu duruma bakınca o gün yaşanan krizin doğal bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmadığı şüphesi yerli yerine oturuyor. Krizden bir önceki yıl, yani 2010’da cari işlemler açığı yaklaşık 10 milyar $ olarak gerçekleşmiş, krizin sebebi olarak da devam eden cari işlem açığı ve uygulanan kur çıpası politikası gösteril- Bugün, ülkemizin ekonomik ve siyasi olarak içinde bulunduğu duruma bakınca o gün yaşanan krizin doğal bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkmadığı şüphesi yerli yerine oturuyor. 26 Gençlik Dergisi miştir. Bu durum, “minareyi çalan kılıfını hazırlar” atasözümüzü hatırlatmaktadır. Kriz yaratılacaksa, bahanesi de bulunacaktır. 2001 krizinin ardından yaklaşık 12 yıl geçmiştir. Krizden bir yıl sonra yapılan seçimlerde hükümet değişikliği yaşanmış, tek partili hükümetin güven verdiği dış kaynaklarca sıkça belirtilmiş ve Türkiye’nin krizin olumsuz etkilerinden bir an önce kurtulması için ülkeye yabancı para girişi hızlandırılmıştır. Türkiye’de 2000 yılı sonunda 10 milyar $ seviyesinde olan ve ülkemizin döviz ihtiyacını gösteren cari işlem açığımız her yıl katlanarak artmış ve 2010 yılında 45.5, 2011 yılında 75, 2012 yılında 48 milyar $’a yükselmiş ve şu anda yani 2013 yılının daha ilk yarısında 36 milyar $ seviyesinde gerçekleşmiştir. 2001 yılı krizinin temel nedenleri arasında gösterilen cari açık, nasıl olmuş da her yıl katlanarak artmasına rağmen 2001-2013 aralığında yeni bir ekonomik krize sebep olmamıştır (Bu sorunun cevabı ilerleyen kısımda verilecektir). Açıkca belirtmek isterim ki, iktisat teorisi ülkede yerli paranın eğer ülkede enflasyon var ise, en azından enflasyon oranı kadar değerinin azaltılması gerektiğini söyler. Acaba teorinin bunu söylemekteki amacı nedir? Burada şöyle basit bir yol izleyerek durumu açıklamaya çalışalım. Ülkemizde 2002 yılında yerli otonun 10 bin TL olduğunu, 1 $’ın da 1 TL olduğunu varsayalım. Ülkenin dış ticarete açık olması, dış pazarlarda acaba daha ucuza otomobil var mı? sorusunu karşımıza getirir. Diyelim ki ABD’de bizdeki arabanın ikamesi var ve bize 5 bin $’a (tüm vergiler dahil) satacak olsun. Siz olsanız hangisini tercih edersiniz?. Tabii ki doğal olarak ben olsam 5 bin Dolar karşılığı bana maliyeti yine TL cinsinden 5 bin TL olan Amerikan arabasını tercih ederim. İşte son 10 yıldır ülkemizde de dış ticarette olan budur. Politika uygulayıcılar döviz kurunu sürekli baskı altında tuttular. Şöyle bir hatırlatırsak eğer neredeyse 10 yıldır Dolar 1.5 TL civarlarında, Euro’da 2 TL civarlarında gezinip durmadı mı? Bununla birlikte ülkemizde enflasyon her ne kadar azalmış gibi görünse de son 10 yılda yıllık yaklaşık ortalama %10 seviyelerindeyse eğer, ABD’de enflasyon olmadığı için otomobili hala 5 bin $’a satarken yerli üretici enflasyondan kaynaklı maliyet artışlarını mecburen fiyata yansıtarak araç fiyatını 15-20 bin TL’lere çıkardı. Ülkemizde dolar genelde 1.5 TL seviyelerinde olunca da Amerikan arabası TL cinsinden 7.5 bin TL yani yerli ürüne göre çok daha cazip oldu ve ithalat patladı, ihracatçı ise zor durumda kaldı. Dış ticaret açığımız arttıkça arttı, bu nedenle az önce rakamlarını verdiğimiz cari açığımız da açıldıkça açıldı. Bugünlerde cari açıktan kaynaklı olduğu belirtilen döviz kurundaki yükselişler nasıl oldu da son on yıldır böyle bir kriz sinyali vermedi. Bunun cevabını aşağıdaki paragrafta açıklamaya çalışalım. Türkiye, Amerika’nın Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında önemli bir müttefiki olarak görülmekteydi. Bu nedenle ülkemiz 2001 yılında krizin bahanesi olarak gösterilen cari açığın 5 katına çıkmasına rağmen herhangi bir döviz sıkıntısıyla karşılaşmadı. Bu proje kapsamında Amerika ile iyi ilişkiler sürdüğü sürece, uluslar arası finans kuruluşları ülkemizin döviz ihtiyacını karşılayacak biçimde borç verdikleri gibi, yurt dışından sıcak para girişinde de bir problemle karşılaşılmadı. Hem niye karşılaşılsın ki? Yabancı dövizini ülkemize getirip TL’ye çevirdi ve bi güzel borsada ve faizde para kazandı, sonra da parasını yeniden dövize çevirip çekip gitti. Nasıl olsa kur olduğu yerde sayıyordu. Ayrıca son 10 yılda ülkemizde ciddi manada gösterebileceğimiz yüksek teknolojiye dayalı bir üretim yatırımı da yapılmadı. Ekonomi sürekli birilerine rant sağlamanın kolay olduğu inşaat sektörü öncülüğünde canlı tutulmaya çalışıldı. Cumhuriyet döneminde ya da daha sonra yapılan kamu işletmeleri özelleştirme adı altında arsalarının bedellerine satıldı. Kamu arazileri satıldı, o satıldı, bu satıldı şimdi de şehir merkezlerindeki askeri arazilere göz dikildi. İşte bu şekilde son 10 yıl iyi kötü atlatıldı ama ülkemizin dış borcu katlanarak arttı ve 2001 krizinde 200 milyar $ civarında olan dış borç 550 milyar $’a dayandı. Değişen tek şey ise IMF’den borç almak yerine yerli bankalar aracılığıyla dış borç alarak, faizi de baskı altında tutarak bankacıları daha da zengin yapmak oldu. Gelir dağılımı bozuldukça bozuldu, yeni zenginler türerken fakir gittikçe fakirleşti. Bilimde ilerme kaydetmek bi yana dursun, geriledikçe geriledi. Peki, hiç mi iyi bir şey olmadı, derseniz yolarımız duble oldu rahatladık ama kazalarda hiçbir gerileme görülmedi. Kısacası ekonomik, siyasi ve sosyal olarak iyiye giden bir şeyi biliyorsanız siz bana söyleyebilirsiniz. Türkiye, uzun yıllardır yapılmayan, ileride karşımıza çıkacağını bildiğimiz yapısal değişiklikler yapılmadığı, görmezden gelindiği ve hep günü kurtarma çabası içinde olduğu için ekonomik açıdan duvara tosladı. Ülkemiz enerji açısından neredeyse tamamen dışa bağımlı hale geldi. Bunu 10 yıl önce “ileride en önemli sektör ne olacak?” diye çocuğa bile sorasınız o çocuk bile “enerji ve bilgi teknolojisi” olacağını söylerdi. Biz ise ülke olarak buralara yoğunlaşmamız gerekirken onunla didiş, bunun işlerine karış derken herkesle kötü olduk ve etrafımızda artık döviz sıkıntısı ile karşılaştığımızda yardımcı olacak birileri de kalmadı. Merkez bankamızın döviz rezervleri de öyle söylendiği gibi yeterli değil. Kriz fısıltısıyla ülkeden döviz çıkışı başladığında, bunun durudurulabilmesinin çok zor olacağı açıkça görülüyor. Ünümüzdeki kışın sert geçeceği ortada. Güneydoğudan ülke bütçesine de artık bir şey gelmiyor. Oranın açığını da biz kapatmıyor muyuz? Vergiler arttıkça artıyor ve hepimiz artık faturalara ve vergiye çalıştığımızı söylemiyor muyuz? Eğer ne olacak bu işin sonu derseniz, dış güçler yeni beklentilerle yeni tavizler kopardıkları sürece sanırım kriz biraz ertelenebilir fakat eğer beklentiler bittiyse, kriz kapıda demektir. 27 Mustafa YILDIRIM SÜVARİNİN RUHU HAİNİ BOĞACAK “Arkadaş! Esarette saçlarına aklar düşmüş; ama biliyorum ki kararlılığın hiç eksilmeyecek. Ne seni ne de Kurtkayası Süvarilerini unuttum!” Büyük taarruza hazırlanılıyordu. İstiklal Meclisi’nde yüreklendirici konuşmalar yapılması kararlaştırılmıştı. Hamdullah Suphi Bey, ulusal kurtuluş savaşını değerlendirirken “(bizimkisi) mukaddes cinnet ” dedi. Başkumandan Mustafa Kemal, yanında oturana kızgınlıkla “Ne diyor bu?” dedi ve birden sesini yükseltti: “Ne demek cinnet?! Millî mücadele hesap işidir, hesap!” Dilerseniz Başkumandan’ın sözünü gençler için yineleyelim: Ne çılgınlığı?! Ulusal savaşım hesap işidir hesap!” Aslına bakarsanız İstiklal Meclisi’nde Mustafa Kemal’in Başkumandanlığı’na karşı çıkanlar da az değildi. Hesapsızlık felakettir! Savaşın hesaplarını çözümleyebilmek için günümüzün değme bilgisayar programları yetmez! Hem içerde hem dışarıda sürdürülen alçaklığa karşı, Meclisteki sinsi darbecilere karşı sürdürülen savaş. Halife Sultan Vahidettin’in isteğiyle, Moudros adasında orduyu, jandarmayı, polis teşkilatını, haberleşme ağını (o günlerde Telgraf, bugün Telekom), demiryollarını, tersaneleri, yurdun topraklarını teslim etmişlerdi. İstiklal Savaşçılarına halk desteği, neredeyse yok denecek denli azdı. Padişahla başlayan teslimiyetçilik ve ihanet önde gidiyordu. Yokluk ve yoksullukta gece-gündüz, aklın yolundan ayrılmadan, ince ince örülüyordu İstiklal Harbi -Bağımsızlık Savaşı. En kısa savaş hattında bile eldeki olanaklar, her bir savaşçı, her bir mermi kılı kırk yararak değerlendiriliyordu. 26 Ağustos 1922 ve tam zamanında Öyle İngiliz generalinin ağzıyla “Crazy Turks”, birden şahlanıp, öne atılmamıştı. En küçük birliğin saldırı ya da savunma yeri, sayısı, görev sınırları önceden belirlenmişti. Savaşçıların sayıları azdı; ama komutanları aklı başındaydı. Çoğu liselerden, öğretmen mekteplerinden alınıp ik-üç aylık kurlarda yetiştirilmiş, 19-24 yaşında gençlerdi. En kilit görevi, tam zamanında yerine getirenlere bir örnektir Kocatepe’ye birkaç Km uzaklıktaki Kurtkayası’nda savaşanlar. 28 Bundan tam 11 yıl önceydi. Afyon-Çay-Akşehir yoluna çıktıktan 3 km sonra sağa döndük. Düz ovadan dağlara çıkmaya başladık: Birbirinin ardına sıralanmış sivri tepeler, vadiler... Uzaklarda, karlı dorukları görünen Sultandağı, önümüzde, yılan gibi kıvrılıp yükselen yol... Afyon çok gerilerde kaldı. Son dönemeci geçince sol yanımızda ilginç kayalar: Gökten yere atılıp da oturtulmuş ve birbirinin sırtına binmiş, özenle bıçkıdan geçirilmişçesine düzgün levhalar gibi, yüksek, keskin kenarlı, dipleri yeşil-mor yosunlu kızıl kayalar… Ortalardaki en büyük kayanın tepesi tıraşlanmış gibi düz. O düzlüğe sonradan konulmuş gibi duran, kalın levha biçiminde bir başka kaya... İşte o kaya uzaktan, yere oturmuş, başını göğe kaldırmış, uluyan, tüyleri bozkırlarda kızıllaşmış bir kurda benziyor. Yörenin Türkmenleri işte o O süvarilerin ruhunu taşıyan gençler, kâğıt üstündeki Başkomutanları, onların emrine kayıtsız-koşulsuz giren sözde komutanları, rol kesen sözde genel başkanları çok, ama çok yanıltacaklar! kayalığa “Kurtkayası” demişler. Karşımızdaki tepelerin arasında, eteklere yerleşmiş, kırmızı kiremitli evleriyle Büyükkalecik. Kurtkayası’nı yüz metre geçince solumuzda düzgün duvarlı üst üste yerleşmiş üç teras. Teraslarda alçak boylu çamlar. Yola bakan duvarda üç metreye bir buçuk metre boyutlarında bir mermer levha. 26-27 Ağustos 1922’de boğazı tutan 2500 kişilik Yunan garnizonunun tel örgülerini parçalayarak, işgalcileri boğazdan Afyon’a doğru süren 131 Alay, 36. Süvari Bölüğünün öyküsü anlatıyor. Görev: 26 Ağustos 1922 sabahı, top sesiyle, ne bir dakika erken ve ne de bir dakika geç, tam zamanında Gençlik Dergisi Türkmen köylüler, kurtuluşlarına sevinmeyi unutarak gece boyu toprağa düşenlere ağıt yaktılar; yaşlılar dualar ettiler, şehitlere şükrettiler. Yıldızı özleyen hilâlin altında Daha sonraları şehitlerin künyeleri kabirlerinin başına konan ak mermerlere yazıldı. Şehit süvarilerden 16-18 yaşlarındakiler çoğunluktaydı. Kırklı yaşlarında olanlar da vardı. Şimdi terasta çamların gölgesinde, Karadenizliler, İç Anadolular, Halepliler, Egeliler, Akdenizliler, koyun koyuna yatıyorlar. “Yerel tarih” safsatalarını yalanlarcasına, bu yurdun (moda deyimle “coğrafya” değil) tarihinin ulusal tarih olduğunu kanıtlarcasına, yan yana, arka arkaya yatıyorlar. En üst terasta, birkaç basamak erişilen, Selçuk mimarisine uygun, dört direk ve göğe yükselen kubbenin miğfer başında karanlıkta ışıldayan yıldızı özlemle çağıran bir hilal… Kubbenin altında yan yana iki kabir, kabirlerin arasındaki ince, narin direkte esen yelle çırpınan İstiklal Bayrağı- Bağımsızlık Bayrağı… Kabirlerin kitabelerinde künyeleri: Bayburtlu Ziver Oğlu Yüzbaşı Agâh (24) Sinoplu Ahmet Oğlu Feyzullah (22) işgalciye saldırılacak!erken saldırılacak! İstiklal-Bağımsızlık Ruhu Bölük Komutanı Bayburtlu Üsteğmen Agâh Efendi, yardımcısı Sinoplu Teğmen Feyzullah ve 150 süvari, atlarını aşağılardaki bıraktılar. Gece boyunca sürünerek dik yamacı tırmandılar. Kurtkayası’na otuz metre kala çakırdikenlerinin arasına uzandılar. Karanlığı delen bakışları işgalcinin dikenli teline odaklandı; soluklarını tuttular, işaret topunun sesini duymak için kıpırtısız beklediler. Tanyeri ışırken top sesi duyuldu. Kumandan Agâh Efendi tel örgülere doğru atıldı; ilk telin üstünden atlarken “İleri!” diye bağırarak koştu; ikinci tel örgüyü aşarken alnından vurulup düştü. Feyzullah Efendi, bir an ona baktı ve “İleri!” diye haykırarak son tel örgüyü aştı. Akasından gelen süvariler kayalığın altına yerleştiler ve tüfeklerinin tetiklerine bastılar. 26 Ağustos sabahı başlayan çatışma, gece boyunca da sürdü. 27 Ağustos öğleden sonra süvarilerin mermileri tükeniyordu. Sağ kalanlarla birlikte yaralananların bir bölümü de ölümüne direniyorlardı. İkindiye doğru Büyükkalecik arkalarından yetişen 131. Alayın yardımcı güçlerini gürünce aşağıdaki dere kıyısında tutunmaya çalışan işgalcilerin üstüne atıldılar. Yunan birliğinden sağ kalanlar Afyon’a doğru kaçtılar. Büyükkalecik’ten koşup gelen yaşlılar, kadınlar ve çocuklar, Kumandan Agâh Efendi ve Feyzullah Efendi ile 100 süvariyi kaya diplerinden, çalı altlarından kucakladılar ve yamaçta toprağa verdiler. Yeni erdemli utkular için Karanlık günlerimizde “30 Ağustos” utkusunu kutlamak yerine “nihayetinde vatana namus borçlarını ödeyenler” gibi silkinmek ve kendi ruhumuzu temizleyerek işe başlamak asıl görevdir! Vicdanlarını Batı-Doğu emperyalistlerine kiraya verenlerin içi boş nutukları, Kocatepe-Kurtkayası’nda toprağa düşen 16-18 yaşlarındaki şehit süvarileri unutturamayacak ve Türk askeri yeni işgalcilerin maşası olmayacak! O süvarilerin ruhunu taşıyan gençler, kâğıt üstündeki Başkomutanları, onların emrine kayıtsız-koşulsuz giren sözde komutanları, rol kesen sözde genel başkanları çok, ama çok yanıltacaklar! Gün, şenlik günü değil, savaşım günüdür! Gençlerimiz, başka devletlerin gücüne değil, yalnızca ve yalnızca kendi güçlerine güvenerek bayrağı yeniden yükseklere kaldıracaklar! Yoksa siz duymuyor musunuz? Üsteğmen Agâh’ın, Teğmen Feyzullah’ın ve süvarilerinin sesi geliyor karanlığın ötesinden: Deniz deniz Akdeniz – Suları berrak deniz Karşıda yar ağlıyor… Geçeyim bırak deniz Ve diyorlar ki: Dağları-ovaları kurtarmak için ateşi önce yüreklerinizde yakın ve korkunuzu söküp atın! Yaşasın, 30 Ağustos Bağımsızlık Utkusu! 30 Ağustos 2013 (*) “Sivil Örümceğin Ağında” adlı eserin yazarı. 29 Mehmet KABAKTEPE T TÜRKİYE’DE İŞÇİ SORUNLARI ve ÇALIŞMA HAYATI ürkiye’de işçi meseleleri ve çalışma hayatı denildiğinde ilk akla gelen, sosyal devlet kavramı ve bu kavramı kapsayan insan hakları ve özgürlüklerdir. Belirleyici olan da o ülkenin rejimidir. Rejimimiz, demokratik düzene dayalı, eşitlik ilkesini ön plana çıkaran, kişi haklarına riayeti öngören Cumhuriyet sistemidir. Bu sistemin olmazsa olmazlarından biri de sivil toplum kuruluşlarıdır. Sendikalar da bunlardan biridir. Sendika kavramı, Türk hukuk düzeninde işçi ve işveren kuruluşları için kullanılmaktadır. Sendikalar sahip oldukları üye sayısı, yaptıkları toplu iş sözleşmeleri ve başvurdukları grev ve lokavt hakları ile toplum hayatının sosyal ve iktisadi düzenini etkilerler. alt üst olur. Söz konusu düzeni dengeli yürütebilmek için yasalar konmuştur. Sosyal devletin hukuk sistemi bu hakları teminat altına alır. Söz konusu hakları adil bir şekilde eşitlik ilkesine riayet ederek uygular. Tarafların haklarını korur, birini ötekine ezdirmez. Sosyal devlet, çalışma hayatını düzenleyen yasaları bunun için yapmıştır. Çalışanların kendisine tanınan hakları bilmesi ve ona göre hareket etmesi gerekir. Bu konuda devlet de, sendikalar da işçiyi bilinçlendirmekle görevlidirler. Ancak bilerek ve isteyerek bu görevi yapan ne bir iktidar ne de bir sendika vardır. Günümüzde siyasi iktidar işverenden yana, sendikalar da pasif, yetersiz veya siyasi iktidar ve sermayenin kontrolü altındadır. Sendikaların gücü, örgütlenmiş olmalarından ileri gelmektedir. İşçiler örgütlü olmak sayesinde toplu iş sözleşmesi yapma hakkını kazanmışlardır. Bu, sadece işçilerin yaranına değildir; aynı zamanda tüm ülkenin yararınadır. Çünkü sendikalar, ülke kalkınmasında lokomotif görevi yaparlar. TÜRK-İŞ, DİSK ve HAK-İŞ ne kadar bağımsız? Genel başkanı iktidarın adamı olan hiçbir sendika bağımsız olamaz. Çünkü iktidara danışmadan, onay almadan hiçbir karar veremezler. Bugün Türkiye’de olan da budur. Hukuk sistemine dayalı örgütlenmiş bir işçi sendikası taraf olarak emeğin haklarını korur ve müdafaa eder, toplu iş sözleşmesi yapar. Mevcut sendikalar bu görevlerini hiç yapmadılar, iktidarın küçük sadakalarıyla yetindiler. 18. yüzyıldan günümüze kadar bu haklar, işçi ve işveren olarak birbirlerini tamamlamışlardır. Günümüzde modern çalışma ilişkileri düzeni sağlayan en etkili araçlardan biri toplu iş sözleşmesidir. Öte yandan toplu iş sözleşmesi düzeni tek başına işveren karşısında zayıf olan işçilere birleşme şansı vererek pazarlık yapma yolu ile işçi ve işveren ilişkilerinde karşılıklı eşitlik ilkesinin kurulmasını sağlamaktadır. Bu sayede Doğru sendikacılık anlayışı, emek sermaye barışına dayanır. Bu anlayış, dinimizin de emri olan, çalışan kesimin haklarının zamanında ve yerinde verilmesi anlamına gelmektedir. İşverenler sözde Müslüman değillerse işçilerin haklarını verirler. Ancak insan açgözlüdür, hep daha çok kazanmak ister. Bu yüzden de emek sermaye barışı sık sık bozulur. Dengelerin bozulması halinde toplumda huzursuzluklar başlar, kavgalar olur, çatışmalar çıkar toplum düzeni 30 Gençlik Dergisi kurulan güç dengesi çalışma barışını ve çalışma düzenini sürekli kılmaktadır. Ülkemizde 1936 tarihli 3008 Sayılı İş Kanunundan günümüze değin işçi ve işveren ilişkilerini düzenleyen yasal düzenlemeler bireysel ve toplu iş yasaları, hazırlandıkları dönemin ekonomik, sosyal ve siyasi koşullarından etkilenmişlerdir. Türk çalışma mevzuatı, ilgili oldukları dönemlerin koşullarını taşıyan bir birikimle gelişme seyrini izlemişlerdir. Özellikle toplu iş ilişkileri alanında yapılan düzenlemeler, Türk endüstri ilişkileri sistemini şekillendirmiştir. Diğer bir ifade ile örgütlenme özgürlüğüne ilişkin haklar, taleplerden önce gelmiştir. Devletçi bir dönemin ruhunu taşıyan 3008 Sayılı Kanun, çalışanları, bedenen ve fikren çalışma durumuna bağlı olarak ikiye ayırmıştır. Toplu iş sözleşmelerinde, sadece bedenen çalışanları, kapsama almıştır.1938 yılında Cemiyetler Kanunu kapsama alınarak izin sistemine bağlanmıştır. Sendikanın faaliyetleti denetime tabi tutulmuştur. 2. Dünya Savaşı sonrasında yaşanan demokratikleşme hareketleri ülkemizi de etkiledi. Türkiye, BM’e üye oldu ve 1932 yılından beri üyesi olduğumuz Uluslararası Çalışma Örgütü ILO’ya tam delegasyonla katılmaya başladı. Birçok ILO sözleşmesini imzaladık. 1946 yılında çeşitli isimler altında işçi örgütleri kurulmaya başladı.1947 yılında devletçi sendikacılık sistemi korunarak 5018 Sayılı Sendikalar Kanunu kabul edildi. Devletçi de olsa bu kanun rekabete dayalı bir sendikacılık sistemi getirmiştir. Sendikaların Milli Kuruluşlar ibareleri değişmemiştir. 1961 Anayasası sendika özgürlüğü ve toplu pazarlık düzeni açısından yeni bir dönem başlatmıştır. 1961 Anayasasında sosyal devlet ilkesi Türkiye Cumhuriyetinin temel nitelikleri arasında sayılmış, sendika kurma özgürlüğü ve toplu sözleşme hakları açıkça düzenlenmiştir. Grev hakkı, iktisadi haklar bölümünde zikredilmiş ve bütün bu gelişmeler yeni bir sendika kanunun çıkarılmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu amaçla 1963 yılında 274 Sayılı Sendika Kanunu ile 275 sayılı iş sözleşmesi Grev ve lokavt kanunu kabul edildi. 12 Eylül İhtilali ile bir kısım sendikalar kapatıldı, bir kısmında da faaliyetler askıya alınarak kayyum tayin edildi. Grev ve lokavt iptal kararı alındı. 2324 ve 2364 sayılı yasalar geçici olarak yürürlüğe kondu. Süresi sona eren toplu iş sözleşmelerinin sosyal haklarının yeniden yürürlüğe konması hakkında kanun çıkarıldı. 1982 Anayasasında, çalışma hayatını yeniden düzenleyen 2821 ve 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunları yürürlüğe girdi. Ancak 1982 Anayasası 1961 Anayasasının özgürlükçü sendikacılık hareketlerini kısıtlamıştır. 1982 Anayasası sendikalar arası rekabeti ortadan kaldırmış, sendikal hayata işkolu barajı getirmiştir. Böylece, faaliyetleri durdurulan ve askıya alınan sendikaların üyeleri, hak kaybına uğramamak için, mevcut sendikalara üye oldular. “Yeni” yasalarda üyelik, noter şartına bağlandı. Birçok sendika çalışma hayatından silindi. 1982 Anayasası, tek tip sendikacılığı dikte etti. İhtilal anayasası örgütlenmeyi güçleştiren yasalarla halkın gelişmesini engellemeye çalışsa da, Türkiye bu nedenle uluslararası baskılara maruz kalmıştır. Türkiye bu baskıları Doğru sendikacılık anlayışı, emek sermaye barışına dayanır. Bu anlayış, dinimizin de emri olan, çalışan kesimin haklarının zamanında ve yerinde verilmesi anlamına gelmektedir. azaltmak için ve AB üyelik sürecinde ilerleme sağlamak amacıyla 2821 ve 2822 sayılı kanunlarda ve anayasada kısmi değişiklikler yaptı. İlk değişiklik, ILO’nun denetim mekanizması etkisiyle 1988 yılında 3449 Sayılı Kanunla yapıldı. 1993 yılında, sendika özgürlüğü ve örgütlenme hakkının korunması hususlarında 87 nolu anlaşmaya dayanarak kamu hizmetlerinde örgütlenme hakkının korunması ve çalışma koşullarının belirlenmesi hususunda 151 nolu sözleşme onaylandı. 1995 yılında 4221 Sayılı Kanun ile anayasanın 53. Maddesine bir fıkra eklenerek kamu görevlilerine sendika kurma hakkı tanındı. Sendikaya üye olma ve sendikaya yönetici olma hususundaki değişiklikler, 1997, 2002, 2005, 2007 ve 2010 yıllarında devam etti. Bugün çarpıklık devam etmektedir. Yeni kurulan sendikalarda baraj %3 iken güdümlü mevcut sendikaların barajı %1’dir. Sistem resmen kurulu, güdümlü mevcut sendikaları kayırmaktadır. Bu, anayasadaki eşitlik ilkesine aykırıdır. Bu düzenlemelerle hedeflenen yeni kurulacak sendikalara set çekmektir, örgütlenmenin engellenmesidir. Ortaya konulan politikalar gösteriyor ki, hükümet ve sermaye tarafından desteklenen mevcut konfederasyonlar sendikal mücadele noktasında fonksiyonlarını yitirmişler ve sistemin çarklarını döndürür hale gelmişlerdir. Bu yapılar emekçiler nezdinde güvenilirliklerini kaybettiler. Kayıtlı on iki milyon işçinin sadece dokuz yüz kırk bininin sendikalı olmasının başlıca sebebi de budur. TÜM-İŞ Konfederasyonu olarak bizim ortaya çıkışımızın sebebi de işte bu gerçeklerdir. Her birimiz, işçinin tanıdığı, bildiği ve şimdiye değin emekçiyi satmamış sendikacılarız. Mevcut yapılarda gördüğümüz çarpıklık bizi yeni bir oluşuma gitme yoluna itti. Bu çetin yola çıkarken bize enerji veren hedef emeğin ve emekçinin sömürülen gücünü yeniden ayağa kaldırmak hedefidir. Biz, sadece üyelerimizin değil tüm işçi sınıfının emek mücadelesini sırtlamak için masaya yumruğumuzu vurduk ve emek varsa, biz de varız dedik. İşçinin alın terini kimseye sömürtmeyiz. İşçinin sırtından sırça köşkler inşa edenler bundan sonra karşılarında bizi bulacaklar. Üretiyorsak, çarkları biz döndürüyorsak, refahtan da hakkımızı alırız. 31 Bilgehan AYATA TÜCCARLARIN KISKACINDAKİ ÇİFTÇİLER Bilindiği üzere harman ayını geride bıraktık. Çiftçiler, bir yıllık alın terinin mahsulünü bu aylarda toplamaya çalıştı. Toplamaya çalıştı diyoruz; çünkü, tam olarak topladıkları söylenemez. Bu yazımızda farklı bir konuyu, bir çiftçi çocuğu olarak çiftçilerin sorunlarını, yaşadığımız ve gözlemlediğimiz kadarıyla dile getirmek istedik. Yazımıza bir hesapla başlayalım. Sonucu iyi kavramak için hesabı dikkatle incelemenizi istirham ediyoruz. Bir çiftçinin 10 dekar tarlada buğday yetiştireceğini varsayalım. Bunun için şu işlem ve yaklaşık masrafları yapması gerekmekte: Tarlayı ekime hazır hâle getirmek için harcanan yaklaşık mazot litresi ve masrafı: Pullukla kaba sürüm: 20 lt. İkinci kez sürüm (ikileme): 10 lt. Ekime hazır hâle getirme (düzleme): 10 lt. Ekim: 10 lt. Toplam 50 lt. Mazotun litre fiyatı 4.40 TL. (24.08.2013) Yalnızca ekim için edilen toplam mazot masrafı 50 lt. × 4.40 TL= 220 TL. Ekimden hasat zamanına değin yapılan işlem ve yaklaşık masraflar: Ekim sırasında 5 torba taban gübresi: 400 TL. Ekin yeşerdikten sonra yarım/bir holder1 ilaç : 16 TL. İlaç sıkmak için harcanan mazot 5 lt. : 22 TL. 5 torba üst gübresi: 250 TL. Toplam: 688 TL. 1) holder: Tarlayı ilaçlamaya yarayan makine. 32 Buğdayı hasat etmek için biçerdöverciye verilen ücret: 100 TL. Yani 10 dekar tarla eken bir çiftçi yaklaşık toplam 220+688+100=1008 TL masraf etmekte. Bu tarlayı ekmek için 320 kg. (40 şinik) buğday gereklidir. Allah takdir ederse en iyi olasılıkla bire on verim alınır ve 3200 kg (400 şinik) buğday hasat edilir -ki bu en azından yöremize göre imkânsız gibidir-. 3200-320= 2880 kg ürün alınmış olur. Bu ürünü bir tüccar en iyi ihtimalle 0,56 TL’ye alır. 2880 kg.×0.56 TL= 1.612,8 TL kazanç sağlanır. …ve sonuç: 1.612,8 TL kazanç-1008 TL masraf= 604,8 TL kâr. Yani bir çiftçinin 10 dekardan bir senede kazanacağı 604 lira. Bu parayla bir insan hangi ihtiyacını giderebilir? Kaldı ki bu kazanca en yüksek verim hesap edilerek ulaşılmıştır. Ayrıca, tohum ve tarla çiftçinin kendisinin olarak düşünülmüştür; alınteri, traktör ile alet arızası ve bakımı ise hesaba hiç katılmamıştır. Sıfıra sıfır deyimi tam da bu durum için uygun düşmektedir. 1 Litre Mazot = 8 kilogram Buğday Çiftçinin can damarı mazottur. Mazot alamayan çiftçi traktörünü hareket ettiremez. Traktörünün deposunu doldurmak, çiftçi için bir lüks hâlini almıştır. Kırsal kesimdeki herhangi bir petrol istasyonunda kısa bir gözlemde bulunulursa çiftçinin taşıma suyla değirmen döndürmeye çalıştığı görülecektir. Mevcut durumda çiftçi yaklaşık 8 kg. buğday satarak 1 lt. mazot almaktadır. Bunun tam tersi olması gerekmektedir. Yeni Bir Altın (!) Çeşidi: Gübre Hormonlu dünyada insanlar gibi, toprağın da huyu değişti. Sadık yârimiz toprak da rüşvet almazsa ürün vermi- Gençlik Dergisi yor artık. masına yardımcı olması gerekmektedir. Yoksa çoğu çiftçi bu sistemi Çiftçi de verim almak için kullanma olanağına ve becerisine toprağına gübre atmak zorunda. sahip değildir. Zorunda; ama, adeta altın değeÇiftçinin can damarı rinde, tonu 1.000-1.600 TL olan TMO, tapulu ya da belgeli topmazottur. Mazot alamayan gübreden tonlarca almak zorunda raklar üzerinden sınır belirlediğinçiftçi traktörünü hareket ise ne yapacak? Ya gübre bayisiden ata toprağını işleyen, tapusu ne ya da tüccara borçlanacak ve ya da icar belgesi olmayan çiftçi ettiremez. Traktörünün bu borç her yıl yenilendiğinden TMO’ya ürün satamamaktadır. deposunu doldurmak, çiftçi bu kısır döngü sürüp gidecek. TMO’nun belirlediği buğday için bir lüks hâlini almıştır. Takım-Tezgâh Fiyatları alımı fiyatı kg. başına 0,620 - 0,765 TL iken tüccarın verdiği en yüksek Çiftçinin toprağını işlemesi rakam 0,570 TL’dir. İşin garip yanı için bir dizi alete gereksinimi var. tüccarlar, çiftçilerden aldıkları huEn önce iyi bir traktörü olmalı. bubatı yine TMO’ya yatırmakta; Bizim çiftçimiz 1960’lı model oturduğu yerden, çiftçinin alınteri üzerinden, çiftçiden kat traktörlerle ömür tüketmektedir. Bazen de yeni traktör hayali kuran çiftçiler, büyük firmalarca kredi kullandırtılarak kat fazla para kazanmaktadır. Sonuçta “milletin efendisi” altından kalkamayacağı borçlara sokulmaktadır. Bu yüz- olan köylü “sermaye sahibinin kölesi” ne dönüşmüş vaziyette 1972 model 3000’lik Ford’uyla köyünün yolunu tuden ocağı dağılan birçok çiftçiyi bizzat tanımaktayız. tarken sermayedar, köylünün traktöründen daha çok benDiğer alet ve edevatların da yanına yaklaşılmamaktazin yakan son model tankıyla -affedersiniz- otomobiliyle 2 dır. Yedi bin liraya pulluk , eski bir traktör parasına mibdaha çok kazanmak için yola koyulmaktadır. zer3 satılır mı? Çiftçi bir römork almak için kaç sene katıkNe Yapılmalı? sız çalışmak zorundadır? Yapılacak ilk iş mazot fiyatının düşürülmesidir. Hiç Desteklemeler Destekliyor mu? değilse, mazot desteği yerine çiftçiye özel düşük fiyattan Devlet, son yıllara kadar destekleme veriyordu; ancak, mazot verilmelidir. Sahtekârlığın önüne geçmek için çiftbu desteklemeler tapu üzerinden yapıldığı için yerini bulçilerin ihtiyacı belirlenerek yıllık istihkak sistemi uygulamadı. Tapulu tarlası olan; ama, çiftçilik yapmayan onca nabilir. insan yok yere para aldı. Türkiye’deki kaç çiftçi kendi taÇiftçinin ihtiyaç duyduğu tüm araç gereçler ucuzlatılpulu tarlasını ekmektedir? Büyük çoğunluk, yüzlerce varimalı, çiftçinin ürünü para etmelidir. En önemlisi devlet, si olan baba, dede toprağını işlemektedir. çiftçiyi tüccarlara mahkûm etmemeli, çiftçi derdini anlataBugün verilen mazot ve gübre desteği de yerini bulmacak merci bulabilmelidir. maktadır; çünkü, bu destek de kendi üzerine tapulu tarlası Saydığımız tüm olumsuzluklar giderilmelidir. Bu olan çiftçiler içindir. Ayrıca, verilen destek çok gülünçtür. Dekar başına 10 TL’dir. Bu paraya iki buçuk litre mazot olumsuzluklar giderilirken üretilen politikalar masa başında, Avrupa ülkelerine göre değil, ülkemizin gerçekleri bile etmemektedir. düşünülerek saha araştırması yapılarak çiftçiler dinlenerek Takım tezgâh alırken de destek veriliyor; ama, öyle oluşturulmalıdır. şartlar öne sürülüyor ki küçük çiftçinin bu şartları yerine getirmesi imkânsızdır. Sonuç Tüccarların Kıskacındaki Çiftçiler Ülkemizde çiftçilerin yüzde doksanı ata, dede toprağıBin bir güçlük ve imkânsızlıklar içinde ürününü yetiştiren çiftçi bu kez de pazar sorunu yaşamaktadır. Ürününü nı işleyen, kendi yağında kavrulmaya çalışan küçük çiftToprak Mahsulleri Ofisi (TMO)’ne vermek isteyen çiftçi- çilerdir. Bunu kendi çevremizden yola çıkarak görebiliriz. nin karşısına pek çok engel çıkmaktadır. İlk olarak, TMO Çiftçiye yönelik desteklemelerde bu gerçek göz önünde aldığı ürünün ücretini 15 ila 30 günde vermektedir. Çiftçi- bulundurulmalıdır. Çiftçilik, hayvancılığı da kapsayacak nin ise biçerdöverciye ücretini vermek, mazot almak, borç şekilde ele alınmalıdır, bu konu ise başlı başına bir makale ödemek vb. nedenlerle acil paraya ihtiyacı vardır. Bu du- konusudur. rumda tek çare olarak çiftçi tüccarları kapı kapı gezmekteEn yoksulundan en mükellef sofralara kadar baş tacı dir. Tüccar ise çiftçinin bu durumundan istifade etmekte, nimet ekmektir. O ekmeğin soframıza gelmesinde birinci mahsulünü yok pahasına almaktadır. derecede rol oynayan çiftçiler de baş tacı edilmeden kalBir diğer sorun TMO’nun randevu sistemiyle çalışma- kınma mümkün değildir. Hele hele onların sırtından haksız sında yaşanmaktadır. Bu sistem, günlerce sıra beklemeyi kazanç elde edip onları aşağılamak, onurlu ve insanca bir önlese de çiftçinin genel ağ (internet) üzerinden randevu davranış değildir. almasını gerektirdiğinden sıkıntı yaşanmaktadır. Bu sisteTuz ekmek hakkı için onların sesine kulak verelim. min daha iyi işlemesi için görevlilerin çiftçinin randevu al- 2) pulluk: toprağı sürmeye yarayan alet 3) mibzer: ekin ekmeye yarayan alet 33 Ali BENLİ 2013-2014 eğitim-öğretim yılı; ana sınıfı ve ilkokul 1. sınıf öğrencileri için 9 Eylül 2013 Pazartesi günü başladı. İlkokulun-1.sınıflar hariç-diğer sınıfları, ortaokul ve liseler ise 16 Eylül 2013 Pazartesi günü ders başı yaptılar. Eğitim ve öğretim, iç içe girmiş, birbirlerini tamamlayan kavramlardır. Eğitimcilerin, eğitim nedir ? Sorusuna verdikleri cevaplar şu şekildedir: 1)Bireylerin toplumun standartlarını, inançlarını ve yaşama yollarını kazanmasında etkili olan tüm sosyal süreçlerdir. 2) Kişinin yaşadığı toplum içinde değeri olan yetenek, tutum ve diğer davranış biçimlerini geliştirdiği süreçlerin tümüdür. 3) Seçilmiş ve kontrollü bir çevrenin (özellikle okulun) etkisi altında sosyal yeterlik ve optimum (en iyi) bireysel gelişmeyi sağlayan sosyal bir süreçtir. 4) Günümüzde daha çok tercih edilen tanım: “Bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme meydana getirme sürecidir.” Bu tanıma göre, eğitim bir süreç tir. Eğitim sürecinde bireyin davranışlarının istenilen yönde değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Ülkemizde eğitim öğretim faaliyetlerini planlayan, uygulayan bakanlık, Millî Eğitim Bakanlığı (MEB)’dır. Adının önünde millî kelimesi bulunan iki bakanlığımızdan (diğeri Millî Savunma Bakanlığı) biridir. Bu bakanlıkların adlarının önüne millî kelimesi tesadüfen konulmamıştır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti, temeli Türk kültürüne, Türk kahramanlığına dayanan millî ve üniter bir devlettir. 34 EĞİTİMİMİZ MİLLî Mİ? Millî Eğitim Bakanlığındaki planlama ve uygulamaların, millî olma mecburiyeti vardır. Bu gerçek ortadayken maalesef özellikle son birkaç yıldır, “millî değerlerimize yönelik saldırılar, millî bayramlarımızın içlerinin boşaltılmasına yönelik uygulamalar” had safhaya ulaşmıştır. Millî Eğitim eski Bakanı Hüseyin ÇELİK bir televizyon programında şu talihsiz açıklamayı yaptı: “Atatürk’ü kanunla sevdiremezsiniz... Peygamberi bile koruma kanunu yok. ‘Gençliğe Hitabe’ ve ‘Andımız’ ayet mi? Kamuoyunun bunları tartışması lazım…” Bir önceki Millî Eğitim Bakanı Ömer DİNÇER ise Ârif Nihat ASYA’nın bir şaheser olan “Bayrak ”adlı şiirinden rahatsızlığını dile getirdi. “Biz, kısık sesleriz; / Minareleri, sen ezansız bırakma Allahım…” mısralarının da yazarı olan Ârif Nihat ASYA’nın “Bayrak” adlı şiirinden, “Gençliğe Hitabe” ve “Andımız”dan rahatsız olduğunu ifade edenler, derhal, büyük Türk milletinden özür dilemelidir. Geçen eğitim-öğretim yılında uygulamaya konulan (dayatılan) “4+4+4 sistemi” (Sistemsizliği” demek daha doğru olur.) ile “eğitim camiası”nın yaşadığı sıkıntılarözetle-şunlardır: 1) İlkokula başlama yaşının 72 aydan 60 aya indirilmesi, telafisi güç sıkıntılara sebep olmuştur. Geçen eğitimöğretim yılı (2012-2013)’nda; 60,66,72,76 hatta 84 aylık yavrularımız, aynı dersliği paylaşmak mecburiyetinde kalmışlardır. Bilim adamları ve eğitimcilerin ortak görüşü; “Kalem tutmak, psikomotor bir beceridir. Bunun için en az 72 ay gereklidir.” şeklindeyken ilkokula başlama yaşının 60 aya indirilmesi; akla ziyan bir uygulama, “akıl tutulması”na verilebilecek en çarpıcı örnektir. Aşağıdaki yazıyı okuyunca, durumun vahameti net olarak anlaşılacaktır: Millî Eğitim Bakanlığı, geçen yıl okula başlayan 60-66 aylık öğrencilerin yaşadığı uyum sorunu nedeniyle revizyona gidecekmiş. Vatan’ın haberine göre; 60-66 aylıkların okula başlama kararı, veliye bırakılmıştı. Şimdi “veli onayı” yanı sıra, “uzman komisyon onayı” da istenecek. Başbakanın kulakları çınlasın! Çocuklarının okula o yaşta başlamasını sakıncalı bulan velilere demediğini bırakmamıştı. Tam bir yıl önce bu endişeler içinde olan velilere, şöyle seslenmişti: “Gidip rapor alanlar var. Bunları, evlâtlarına ihanetle vasıflandırıyorum. Bu çocuklar, geri zekâlı mı?” Zekâ tartışmasına hiç girmeyeceğim, çocuklara ihanet eden kim acaba diye merak ediyorum! Gençlik Dergisi Habere göre, 40 dakikalık derslere 60-66 aylıklar uyum sağlayamamış. Dinleme bozukluğu ve dikkat dağınıklığı söz konusu… Bunun için dersler 20-30 dakikaya indirilecek. 60-70 aylık çocuklarla 71-84 aylık olanlar ayrı sınıflarda toplanacak. Dersliklerin de bu yaştaki çocuklar için uygun olmadığı ortaya çıktı. Sıra boyları onlara göre değil. Şimdi bunun için minderli derslikler oluşturulacak. Okulların çatılarına ve bodrumlarına oyun alanları yapılacak. 66 ayın altındaki her beş çocuktan dördü okumayı sökemedi. Yüzde 67’si en az bir kez altına kaçırdı. Öğretmenlerin yüzde 65’i de zaten bu yaştaki çocuklara eğitim verebilecek meslek içi eğitimden geçirilememişti. Bütün bunlar, bir gece yarısı gündeme getirilen ve Millî Eğitim Bakanının bile haberi olmayan 4+4+4 sistemi yüzünden oldu. Mehmet Y. YILMAZ (Hürriyet, 2 Temmuz 2013) Eğitim işlerinde, mutlaka başarılı olmak gerekir. Herhangi bir sistem veya modeli uygulamaya koymadan önce bilim adamları ve işin mutfağında olanların görüşlerini dikkate alma mecburiyeti olmalıdır. Bu yolu izlemez, “kral mantığı” diye özetleyebileceğimiz “ben yaptım oldu!” anlayışını öne çıkarırsanız Türk çocuklarının geleceğini karartır, ihanete çanak tutarsınız. Dayatılan sistem (4+4+4)le birlikte yaşanan mağduriyet ve sıkıntıların bazılarını sıralamaya devam edelim: 2) Bu sistem (sistemsizlik)le her beş sınıf öğretmeninden biri boşa çıkarılıp mağdur edilmiştir. Yıllardır “sınıf öğretmeni” olarak tecrübe sahibi olanlara reva görülenler, akıl ve vicdan sahibi herkesi üzmüştür. Boşa çıkarılan eğitim çalışanlarının istihdamları, aşağıdaki şekilde olmuştur: a) İki yıllık yükseköğretim mezunu olanlar, lisans tamamladıkları alanlara, b) Diplomalarında yazılı olan yan alanlara, c) Zihinsel engelliler sınıfı öğretmenliğine, d) Zihinsel engelliler, sınıf öğretmenliği alanına boş kadro yoksa -sınıf öğretmenleri-Teknoloji ve Tasarım Öğretmeni olarak istihdam edilmişlerdir. 3) Sn. Nabi AVCI’dan önceki Millî Eğitim Bakanımız Sn. Ömer DİNÇER, Bakanken katıldığı bir televizyon programında; “4+4+4 Sistemi’nin oturabilmesi için, 170 bin yeni dersliğe ihtiyacımız var.” dedi. Bu ifade de gös- teriyor ki hiç bir planlama ve hazırlık yapılmadan, paydaşların görüşleri alınmadan sistem (daha doğrusu sistemsizlik) dayatılmıştır. 4) Millî Eğitim Bakanlığının çalışanları sıkıntıya sokan bir başka uygulaması da şudur: Fizik ve Kimya bölümü mezunu sınıf öğretmenlerinin “Fen Bilgisi ”öğretmenliğine geçişini engellerken diplomasında yan alan olarak “Fen Bilgisi” yazanların atamasını yapmıştır. Kısacası “alan değişikliği” adı altında bir “yıkım projesi”ne daha imza atılmıştır. Atandıkları alanda hiçbir donanımı olmayan öğretmenlerin yetiştireceği öğrencilerin başarılı olmalarını beklemek, “abesle iştigal” olur. Geçtiğimiz gün, basına yansıyan “bir yıkım haberi” ile daha sarsıldık: “…Bir yayınevinin -mevcut ders kitapları yönetmeliğine aykırı olarak- Türkçe öğretmen kılavuz kitabının ilk 3 sayfasında yer alması gereken İstiklâl Marşı, Öğrenci andı ve Atatürk posterine-bilinçli olarak-yer vermediği ortaya çıktı…” (21 Ağustos, 2013 ANKARA Milliyet) Millî değerlerimiz ve Türk büyüklerine karşı -her fırsatta- saldıranlar şu gerçeği çok iyi bilsinler: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.” diyen Başöğretmenimiz Atatürk başta olmak üzere, bütün Türk Büyükleri ve millî değerlerimize canımız ve kanımız pahasına sahip çıkacağız. Büyük devlet adamı, başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün -mesaj yüklü- şu sözlerinin hayata geçirilmesi, “eğitimde birinci önceliğimiz” olmalıdır: “Efendiler, yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri eğitim sınırı ne olursa olsun, en önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığı için kendi benliğine ve milli geleneklerimize düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir. Uluslararası dünyanın bu günkü durumuna göre, böyle bir savaşın gerektirdiği mücadele ruhunu taşımayan insanlara ve bu nitelikteki insanlardan kurulu topluluklara yaşama ve bağımsızlık hakkı yoktur.” (1 Mart 1922,TBMM Açış Konuşması’ndan) 35 ORTADOĞU’DA ARKA PLANLAR Ahmet MUHTAROĞLU Değerli okuyucularımız hatırlayacaklardır 2012 yılının masına rağmen ABD Nasır’a Arap milliyetçiliği yaptırmıştır. kasım ayında Bilgiyurdu merkezindeki sohbetimizin konu- Gaye Arap dünyasının Sovyetler Birliğinin etki alanına girsu “Doğu Akdeniz’de Petrol Savaşları” başlığını taşıyor- mesini önlemekti. du. Bugün bu savaşın tam da ortasındayız ve fiilen bu savaşı 1950’den bu yana ABD her yıl Mısır ordusuna 3 ila 4 milyaşıyoruz. Savaşın taraflarına bakacak olursak Mısır, İsrail, yar dolar hibe adı altında yardım etmektedir. Dolayısıyla MıSuriye, Lübnan ve Türkiye. Tam da Doğu Akdeniz ener- sır ordusu maalesef ABD güdümündeki bir ordudur. Mısır’da ji kaynaklarına sınırı olan ülkeler. Şimdilik savaş Mısır ve Mübarek’i getiren güçle Mursi’yi getiren güç aynı güçtür. Suriye merkezli cereyan ediyor, ileride Lübnan’a yayılması ABD, Mısır’da Mursi’nin raf ömrünü 1 yıl olarak belirlemişmuhtemeldir. tir. Türkiye bu gerçeği bilmiyorsa şahsen üzülürüz. Biliyor Tarihin her döneminde enerjiye ve hatta suya erişim sa- ise Ortadoğu’da nasıl siyaset yapılacağının gereği yapmalıvaşlarla olmuştur. Saydığımız bu ülkelerin gerçekte savaşın dır. Dört parmak işareti ile ne Sisi iktidarı bırakır gider ne hangi sebeplerle verdiği kendilerince bilinmektedir. Ancak de uzaktan Mısır’a sultan olunur. ABD İsrail’le kim dostluk Türkiye’yle ilgili kuşkularımızın olduğunu söylemeliyiz. kurarsa Mısır’ın başına onu getirir. ABD için demokrasi söyHangi saikle Suriye’ye bulaştığımız net değil. Türkiye “Esad lemi, kendisine bağlı olmayan ülkeleri ve liderleri demokhalkına zulmediyor” söylemini içselleştirmiş gibi gözüküyor. rasi sopasıyla dövmek anlamına gelir. ABD için demokrasi Aynı söylemle Mısır üzerinden Müslüman Kardeşler lisanıy- hiç bir zaman nihai hedef olmamıştır. Ayrıca gazeteci Hüsla dünyaya mesaj veriyor. Bizce Türkiye, Mısır ve Suriye’de nü Mahalli’nin ifadesine göre Mursi toplam Mısır halkının 3 yıla yakın süredir devam eden yüzde 22’sinin oyuyla seçilmiştir. olayların gerçek sebebini okuyamıAslında Arap Baharının gerçekte yor ya da iç politikaya dönük siyaset halkın uyanışı ve demokrasi talebinyapıyor. Oysa bu coğrafya zor bir den kaynaklanmadığın, bu halkların coğrafyadır. Kitlelerin algısı farklıdemokrasiyi tanımadıklarını, tanındır. Algıyı yönetebilirsiniz. Ancak mayan şeyin talep edilemeyeceğini Tarihin her döneminde siyasi gerçeklik çok daha farklıdır. bu oyunun bir kurgudan ibaret olduenerjiye ve hatta suya Yalnız Müslüman Kardeşler gözüyğunu biz de yazık söyledik; başkaerişim savaşlarla olmuştur. le siyaset yapılmamalıdır. Hamaset ları da yazdı söylediler. Geldiğimiz söylemi ile Ortadoğuda oyun kurucu noktada Arap Baharı bölge ülkeleriSaydığımız bu ülkelerin olmak kolay değildir. Osmanlı’nın nin hepsine özelliklede Türkiye’ye gerçekte savaşın hangi gerilemesinin ve dağılmasının süreci pahalıya mal oldu. Mısır isyanıyla başlar. 1946 yılından Ortadoğu’da oyun kurucu olmasebeplerle verdiği bu yana İngiltere’nin Mısır’dan çıknın yolu ülkelerle dostluk kurmaktan kendilerince bilinmektedir. masıyla ABD emperyalist bayrağını geçer. Etrafımızdaki tüm ülkelerle bu bölgede devralmıştır. O günden ilişkilerimiz adeta dibe vurmuştur. bu güne Mısır hiçbir zaman MısırMısır Cumhurbaşkanı sözcüsü Türlıların olmamıştır, Nasır döneminde kiye Cumhuriyetinin Başbakanıbile…. Nasır’ın kendisi Arap olmana hitaben “ Batı’nın ajanı olan 36 Gençlik Dergisi Recep Tayyip Erdoğan’dan vatanseverlik dersi alacak değiliz.” ifadesini kullanmıştır ve Türk basını da yazmıştır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaş olarak Başbakanımızdan bunun gerçek olmadığının beyanını bekliyoruz, bunu beklemek tüm Türk vatandaşlarının hakkıdır. Keza Esad konuşmasında “Türkiye’ye üç beş dolar karşılığında her şeyi yaptırırsın.” diyor. Durum gerçekten öyle mi? Değilse “Türkiye böyle bir ülke değildir” denmelidir. “Türkiye Irak’ın Toprak Bütünlüğünden Vaz mı Geçiyor?” konu başlığı ile önceki sayımızda konu ettiğimiz Irak petrollerinin Batı Petrol Şirketlerince nasıl yağma edildiğini ayrıntılı olarak yazmıştım. Geçen hafta CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu’nun Irak seyehatinda tam da bu konuyla ilgili olarak Irak Başbakanı yardımcısı “Türkiye petrollerimizi çalıyor.” ifadesini sayın Kılıçdaroğlu’nun yüzüne karşı söyleyebilmiştir. Konuyla ilgili olarak, yetkililer Türkiye’nin hırsız olmadığını söylemek durumunda değil midir? Bunlar kanımıza dokunan konulardır. Bu konular toplumun değişik kesimlerinde tepki birikimine sebep olmaktadır. Türkiye, Arap Baharının ve özellikle Mısır, Irak ve Suriye’ye dönük yanlış politikalarından kaynaklanan derin buhrana doğru sürüklenmektedir. Bu buhran hem ekonomik hem de siyasi olarak ülkemize ağır bir yük getirecektir. ABD, Suriye’yle ilgili riske girmeden Türkiye eliyle Suriye’yi sonuçlandırmak istemiştir. ABD Genelkurmay Başkanının Suriye’ye harekat konusundaki görüşü aynen şöyledir “Suriye’deki muhalefet çıkarlarımızı savunmaz. Şu anda Suriye’de aralarında seçim yapacak iki taraf yo, birçok taraf var. Bizim seçeceğimiz tarafın güç dengeleri kendi lehlerine döndüğünde bizim çıkarlarımıza hizmet etmesi gerekiyor. Ama şu anda durum öyle değil.” Bu ifadelere mukabil Türkiye’nin Suriye’ye harekâtıyla ilgili tezi nedir? “Esad halkına zulmediyor” lütfen bu iki mantığı ve yaklaşımı karşılaştırın. Ortadoğu siyasetini belirlemede bu iki düşünce sisteminin hangisinin geçerli olacağına siz karar verin. Suriye’de yüz bin insanın ölmesine ABD’nin üzüleceğini zannedenler yanılırlar. Aksine Batılıların her iki taraftan ölenlerin müslüman olduğuna sevindiğinin yazıları ve belgeleri var. Sonuç olarak Türkiye, Suriye ye karşı yapılacak müdaha- leye kesinlikle girmemelidir. Aksi halde bu yükün altından kalkamayız. Bölge ülkelerinin içerisinde ekonomik açıdan Türkiye en zayıf halkadır. Maalesef bunu söylemek durumundayız. Türkiye gücünün sınırlarını belirlemek durumundadır. Türkiye’nin bu yıl ki ödeyeceği kısa vadeli dış borç miktarı 215 milyar dolardır. Cari açık ise 100 milyar doları aşacak gibi gözükmektedir. Enerji ithalat faturamızın miktarı ise 70 milyar dolar seviyelerinde tahmin edilmektedir. Libya’da müteahhitlerimiz 25 milyar dolar kaybetti. Bir o kadar da Suriye ve Mısır’ı hesap ederseniz ülkenin ekonomik kayıpları altından kalkılamaz durumdadır. Irak, Suriye, Mısır kapıları ticari araçlarımızın geçişine kapanmıştır. Mısır’da tırlarımız aylarca beklemektedir. Bu ülkelerle ticaretimiz adeta sıfırlanmıştır. Ortadoğu’da önümüzün kapanması, Asya ve Afrika ticaretimizi dahi etkiler. Bu durum ülkenin bekasının tehlikeye girmesi demektir. Ortadoğu’da Mısır dahil hiçbir ülke Suriye’ye yapılan emperyalist müdahaleye razı değildir, Türkiye; Arap Baharının ve özellikle Mısır, Irak ve Suriye’ye dönük yanlış politikalarından kaynaklanan derin buhrana doğru sürüklenmektedir. Bu buhran hem ekonomik hem de siyasi olarak ülkemize ağır bir yük getirecektir. Türkiye ve İsrail hariç. ABD güdümünde olduğunu söylediğimiz Mısır dahi Suriye’ye ABD müdahale ederse Süveyş Kanalını ABD gemilerine kapatacağını deklare etmiştir. Bu beyanatta bile milliyetçilik ruhu Mısır’da ön plana çıkmıştır. Sizce yalnız Barzani’nin dostluğu ile bu bölgede tutunabilir miyiz? Bizce çok zor... TEBRİKLER Öğretmen arkadaşımız Bilal ATEŞ ile Sema MARAL 28 Ağustos 2013 Çarşamba günü Öğretmen Düğün salonunda yapılan düğünle evlendiler. *** Dergimizin yazı işleri müdürü ve yazarı Osman Karababa’nın oğlu Halil KARABABA ile Nihan SÜTCÜOĞLU 31 Ağustos 2013 Cumartesi günü İdeal Garden Düğün salonunda yapılan düğünle evlendiler. Evlenen çiftlerimize mutluluklar dileriz. 37 YAKIN ÇEVREMİZDEKİ ERMENİ OLAYLARINI ANLATAN ROMAN: BOZKIRDA AŞK VE İSYAN Hakan TUNÇ Anadolu coğrafyası Türklerin simgesel mekânı olmuştur. Bu mekân Türk gelenekleriyle harmanlanarak tarih ve coğrafyanın et ve tırnak gibi kaynaşmasına sebep olmuştur. Mehmet Necati Demircan’ın yazdığı Bozkırda Aşk ve İsyan romanı Anadolu’nun kültürel ve coğrafi zenginliğinin güzel bir ������ yansıması olarak karşımıza çıkmıştır. Romanda geçen olaylar tarihsel olarak da gerçeklik payı bulunan olaylardır. Yani roman salt bir hayal ürünün eseri değildir. Romandan edindiğim bilgilere bakınca çok derinlemesine uzun bir araştırmadan sonra romanın kaleme alındığını anlayabilmekteyiz. Hele hele yazarın bizzat sahada olaya tanıklık edenler veya yakınlarıyla yaptığı bire bir görüşmeler romanda geçen olayların gerçeklik paylarını daha da arttırmaktadır. Bozkırda Aşk ve İsyan, Haziran 2013’te IQ Kültür Sanat Yayınlarınca yayınlanıp okuruyla buluştu. Romana iddialı bir isim seçilmiş. Bozkır, aşk ve isyan bir arada. Tarihi olayların kurgulandığı eserde o alışılagelen didaktikliğin getirdiği kuruluk yok. Tasvirler oldukça başarılı, bir anda kendinizi 1892 yılında bozkırın ortasında buluveriyorsunuz. Bozkır insanını anlatırken kullandığı şu ifade gerçekten çok etkileyici: “Bozkırın hem kadını hem erkeği çilelidir. İnsanı çifte kavrulmuştur. Güneşin harında dövülen insan, soğuk pınarında çelikleşmiştir.” Bunda yazarın yaşadığı yöreyi anlatmasının payı tartışılmaz. Kahramanların fiziksel ve ruhsal portreleri başarıyla çizilmiş. Tarihi olaylar konularla bağlantılı olarak verilmiş. Yazar, bize bir şeyleri öğretmeye ya da dikte etmeye kalkmıyor. Olayları gözler önüne sererek yargıyı bizlere bırakıyor. Romanın geçtiği yer küçük bir alan olmasına rağmen yazar, dünya siyasi tarihine damgasını vuran olayları romanın içine ustaca girdirmeyi başarmıştır. Küçük bir Anadolu beldesi birden bire dünya siyasi dengelerinin odak noktası haline gelmiştir. Ana olay Yozgat ili Çandır ilçesine bağlı İğdeli köyünde yaşanıyor. Roman bir aşk hikâyesiyle başlıyor, başlar başlamaz sizi sarıyor. Gerilim hep yüksek tutulmuş, merak unsuru ön planda… Bu, çevremizde her an rastlayabileceğimiz hayatımıza dokunan öykülerden. Farkı ise farklı din ve etnik kökene bağlı iki gencin umutsuz aşkı olması. Umutsuz bir aşk hikâyesiyle başlayan romanın geri planında Anadolu’da başlayan Ermeni isyanları, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Tehcir, Kurtuluş Savaşı anlatılıyor. Roman bir tarih kitabı değil. Amacı da tarihi olayları anlatmak değil. Yazar bu olayları verirken okuru sıkmıyor, suda erimiş şeker gibi tattıkça farkına varıyorsunuz. Romanın bazı bölümlerinde içiniz acıyor. Dış güçlerin 38 Osmanlı coğrafyasında bitmek bilmeyen entrikalarına şahit oluyorsunuz. Yüz yıl önce yaşananlarla bugün arasında benzerlikler yakalıyorsunuz. Bu benzerliklerden yola çıkarak aynı oyunların tekrar tekrar sahnelendiğini görüyorsunuz. Romanın en trajik sahnelerinden biri İngilizlerin baskısı nedeniyle Ermeni tehcirini uygulayan Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey’in düzmece belgelerle idam edilmesidir. Ermeni tehcirini uygulayanların yargılandığı Bekirağa Bölüğündeki mahkûmlardan ünlü Ağaoğlu Ahmet ile Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in arasında geçen diyaloglar çok ibretlik anlardır. Bozkırda Aşk ve İsyan ’da Amerikalıların başı çektiği misyonerlik faaliyetlerine ayna tutuluyor. Okurun dikkati Amerikan Board Teşkilatının açtığı Amerikan Kolejleri üzerine çekiliyor. Amerikalı misyonerlerin Osmanlı Devleti coğrafyasında açtıkları kolejlerde yetişen Ermeni gençlerde ayrılıkçı kinler kabarmıştır. Sadece Ermenilere değil diğer etnik unsurlara ayrılık tohumları ekmek için çabalamışlardır. Örneğin Amerikan Board teşkilatı çok sayıda Arap gencine Amerika’da öğrenim görmeleri için burs vermiştir. Bu tür verilen burslarda koşul olarak bursu alanların akrabalık yoluyla da olsa Türklerle ������������������������ hiçbir ilişkisinin bulunmaması gerekiyordu. Sıcak denizlere inmek isteyen Ruslar, Ermenilerin ayrılıkçı duygularını her seferinde istismar ediyor. Ermenileri umutlandırıp ortada bırakıyor. Ermeniler de “Belki bu sefer…” diye her seferinde umutlarını diri tutuyorlar. Yazar, olayları ve kahramanları verirken yaşadıkları dönemin sosyal hayatını da gözler önüne seriyor. Bu durum yazarın folklorcu kimliğinin bir yansıması olarak algılanabilir. Dönemin sosyal hayatının böylesine başarıyla yansıtılması romanın geri planında uzun bir hazırlık ve araştırma döneminin olduğunu düşündürüyor. Romanda hâkim bakış açısı kullanılmış, olaylar yazarın diliyle anlatılıyor. Yüz yıllık bir geçmiş, yakın tarih olarak adlandırılabilir ama romanı okuduktan sonra anlıyoruz ki biz yakın tarihin olaylarını kavrayamamışız. Roman yakın tarihte yaşananları bir trajedi olarak ortaya koyuyor. Akıcı bir dille yazılan romanı okudukça arkası geliyor ve bir de bakmışsınız bitmiş. Ben burada romandaki olayları özetlemedim. Bundan özellikle kaçındım. Çünkü romanda ne anlatıldığını öğrenen kişi okuma zahmetine katlanmıyor. Romanla ilgili birtakım ipuçları verdim, bundan ötesi okurun ilgisine sunulur. Roman D&R mağazalarında sizleri bekliyor. Not: Bozkırda İsyan ve Aşk romanın yazarı Mehmet Necati Demircan derneğimizin düzenli olarak yaptığı Cuma Sohbetlerinde kitabında geçen olaylar hakkında bilgi verecektir. Tüm hemşehrilerimizi bekleriz. Gençlik Dergisi “OSMANLI’YA DÖNÜYORUZ” SÖZÜ POLİTİK BİR ALDATMACADIR Aytekin AYDOĞAN Başbakan Erdoğan iktidara geldiği ilk günden beri hep, “Biz Osmanlı torunuyuz, Osmanlı’ya dönüş yapıyoruz” demekte ve Osmanlı tarihini her zaman övmektedir. Ancak yaptıklarına bakınca Osmanlı’ya yakışmayacak eylemlerde bulunduğu ortaya çıkmaktadır… Söylem başka eylem başkadır… Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey Allah yolunda cihad etmiş ve gazi unvanını hak etmiş bir bey olarak oğlu Orhan Gazi’ye vasiyetinde “davasının kuru kavga ve cihangirlik davası olmadığını” beyan ederek vefat etmişti. Vasiyetinde; “Allah’ın buyruğundan gayrısını hiç bilmeyesin. Bilmediğini din ulemasından sorup anlayasın. İyice bilmeyince bir işe başlamayasın. Sana itaat edenleri hoş tutasın ve askerine ihsanı eksik etmeyesin ki ihsan insanın kılavuzudur. Zalim olma, adaletle şenlendir. Ve cihadı terk etmeyerek beni şâd et. Ulemaya riayet eyle ki din işleri nizam bulsun. Nerede bir ilim ehli duyarsan ona rağbet, ikbal ve hilim göster. Askerine ve malına gurur getirip din ehlinden uzaklaşma. Bizim mesleğimiz Allah yolu ve maksadımız Allah’ın dinini yaymaktır. Yoksa kuru kavga ve cihangirlik davası değildir. Sana da bunlar yaraşır. Daima herkese ihsanda bulun. Memleket işlerini noksansız gör” diyerek asırlara hükmedecek olan anlayışın sırrını ortaya koymuştu. Osmanlı’ya dönüyoruz diyen AKP’ye bakalım… Amerika’nın buyruğuna hizmet eden bir iktidar nasıl olur da Allah’ın buyruğuna hizmet etmiş sayılır. Allah’ın buyruğuna hizmet etmek ile Yahudi hizmet ödülü almak bir çelişki değil de nedir? Kendisine itaat edenleri hoş tuttuğuna kesin kanaatimiz var… Evlerinde tuttuğumuz % 50 var deyince bunu zaten anladık… Askerine ihsan ettiği de su götürmez bir gerçektir… Çünkü kendisine iman etmeyen askerlerin akıbeti bellidir… Eski Genelkurmay Başkanı İlker BAŞBUĞ, Emekli Albay Dursun ÇİÇEK, Emekli Orgeneral Hasan IĞSIZ, Hurşit TOLON, Şener ERUYGUR 05 Ağustos 2013 tarihli ERGENEKON adlı davada müebbet hapis cezası alanlardan sadece bir kaçıdır. Yıllarca ülkesi için mücadele etmiş bu insanlar terör örgütü kurmak ve yönetmek gibi ağır bir suçla itham edilmişlerdir. Bu nasıl bir ihsan örneğidir? Zalimlik ve adalet konularına bakalım: Türk halkı olarak Gezi Parkı olaylarında ne kadar zalim olduğunu gördük... Olayları yatıştırmak yerine ağzından çıkan her kelime daha kışkırtıcı olmuş ve yangını daha çok alevlendirmiştir. Ayrıca adalet diyoruz ya hani… Osmanlı adaletiyle Erdoğan adaletinin arasındaki farklar o kadar çok ki… Katiller serbest, askerler tutuklu; palalı serbest, bayrak satıcısı tutuklu… Adaletin aydınlattığı yolları nasıl kararttığına hepimiz şahidiz… Nerede bir ilim ehli bulursan ona rağbet et demiş Osman gazi… Günümüzde birçok araştırmacı, gazeteci ve yazar Başbakan Erdoğan tarafından çok sert eleştirilere hedef olmuştur. Oysa bizim için ilim adamlarının, araştırmacıların önemi çok büyüktür. Erdoğan iktidara gelmeden önce “Biz orduyu tasfiye edeceğiz” dediğinde pek inandırıcı gelmemişti, ancak içeri alınan askerlere baktığımız zaman bu konuda kararlı olduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Osmanlı’da amaç Allah’ın dinini yaymaktır bu doğru… Oysa başbakanımızın Osmanlı’ya dönüş felsefesi dinler arası diyalog adı altındaki misyonerlikten geçmektedir… Osmanlı’nın ve Atatürk’ün kapattığı kiliseleri kim açıyor? Kimin dinini kime yayıyoruz acaba? Hele hele memleket işlerini noksansız görme konusunda hiç şüphemiz yoktur… Memleketin her tarafındaki ayaklanmalara, protestolara, eylemlere şahit olduk 10 yıldır… Kargaşanın bu kadar çok olması memleket işinin düzenli gitmediğini ve Erdoğan’ın halkının isteklerini karşılayamadığının göstergesi sayılmalıdır. Osmanlı devleti altı asırlık bir tarihi geçmişe sahip olan şanlı bir imparatorluktur. İçinden at üstünde kılıç sallayan yiğit padişahlar çıktığı gibi ülkesini başkalarına teslim eden Vahdettin gibi acizler de çıkmıştır. Osmanlı siyaseti adaleti, hoşgörüyü, vatan - millet - namus aşkını her zaman ön planda tutmuş ancak babadan oğula geçen saltanatlık anlayışının bedelini de son zamanlarında ağır toprak kayıplarıyla ödemiştir… Kim bilir belki de Türk isminden rahatsız olduğu için Osmanlı diyen Başbakan Erdoğan, “Osmanlı’ya dönüyoruz.” derken sanırım sadece yükseliş dönemine bakmış. Ancak yıkılma dönemindeki dışarıya mahkûm siyasetin farkında olmamıştır. Birlik beraberlik içerisinde yaşayan bir ülkeyi birbirine kırdırma yolunu seçmiş ve herkes etnik köken arayışının derdine düşmüştür... Dış siyasetimiz bağımsız olmadığı gibi iç siyasetimiz de bağımsız değildir. Eğer bir devlet varlığını yabancı ülkelere bağlı ve onların inayetiyle sürdürme durumundaysa o devletin bir geleceği olamaz. Osmanlı devletinin karşısında bütün dünya devletlerinin dizleri titrerken günümüzde sıradan küçük devletler dahi bize kafa tutmaktadır. Bir terör örgütünün hakkından gelemeyen, Ege denizindeki 16 adaya Yunanistan’ın el koymasına göz yuman, Türkiye’nin itibarını ve çıkarlarını koruyamayan bir iktidarın “Osmanlı’ya dönüyoruz” sözü inandırıcı olamaz. İktidar mensuplarının Osmanlı’yı anlamak için daha çok tarih okumaları gerekir… Ancak Kadir Mısıroğlu ve Mustafa Armağan gibi yazarların yerine Turgut Özakman, Necdet Sevinç, İlber Ortaylı, Halil İnalcık, Osman Turan, Kemal Karpat gibi yazarları tercih etmeleri gerekmektedir… “Osmanlıya dönüyoruz.” sözü, ABD’nin “ Büyük Ortadoğu Projesi” nin bir kamuflajıdır. Türklük kavramı yerine “Türkiyeli” kavramının ikame edilmesi, Kürt açılımı, ŞiiSünni çatışmasının körüklenmesi hep bu projenin uygulama alanlarıdır. Osmanlı kelimesinin cazibesine kapılarak bu oyunlara asla gelmemeliyiz. 39 MANTIKSIZ MANTIK: Alper KEPEZKAYA Ben Aptalım Siz Akıllısınız! Lisedeyken mantık derslerinin pek önemli olmadığını düşünürdüm. Yıllar geçtikçe aslolan şeyin mantıkla yoğrulmuş bilgi olduğunu, kullanılmayan bilginin pek önemli olmadığını gördüm. Siyasette insanlar liderlerinin akla ve mantığa aykırı davrandığını kabul etmiyor. Özellikle iktidar yandaşları “istikrar sürsün” sloganıyla muhaliflerin doğru yolda olmadığını, gerçekleri görmediğini, akıllı davranmadığını iddia ediyor. Ben bu durumda iktidarın “akıllı” tanımına uymaktansa akılsızlığı tercih ederim. İslam âlemi yıllardan beri bir türlü kan ve gözyaşından kurtulamıyor. Batının haçlı seferleri bitmiş değil. Amerikan askerinin Afganistan’da tecavüzü, Müslümanların birbirini öldürmesi sürerken benim gibi akılsız da çıkmış ne düşünüyor? İslam âlemi bu buhrandan nasıl kurtulur? İslam devletlerinin politikaları ne kadar İslamidir? Haçlılarla birlikte Müslümanlara karşı savaşmak ne kadar doğrudur? Kendini mücahit olarak adlandıranlar niçin Amerika ve İsrail’e karşı değil de Müslümanla savaşır? Müslüman devlet adamlarının Müslümanlar nezdinde sicili son derece bozuk Hıristiyan ve Yahudi devletleriyle ortak çalışmasının hükmü nedir? vs. Gerçekleri görmek nedir? Olanı olduğu gibi bilmek ve söylemek! 42 milyon icra dosyasının bulunduğu ülkemizde vatandaşlarımız borcu yüzünden intihar ederken; bankalar “işlem ücreti” adı altında halkı soyarken; elektrik, su, doğalgaz, telefon faturalarına abartılı faiz ve kaçak kullanım bedeli eklenirken; tüketici kredileri başını almış gitmekteyken padişahlığa hazırlanan şahıs çıkmış şeyhülislam gibi fetva ve nasihat veriyor: “Kredi kartı kullanmayın.” Bir devlet adamının görevi, nasihatlerle geçiştirmek değil, sorumluluğunu ve görevini yerine getirmesidir. On yıl önce gazete köşelerinde iktidarı bölücülükle suçlayarak küfreden, kendisine büyük koltuklardan biri verilince Usta’ya mürit olan Çakma Yiğit (!) açıklama yapıyor: “Kürdistan’ın kurulması sizi endişelendirmesin.” Aslında bu söz düpedüz bir itiraftır. Namı diğer “Jöleli Kafa’ya” sormak lazım: “Planlanan Yahudi maşası bu devlet Muzistan’da mı kurulacak? Benzinin litresi beş lira, tarım ürünleri ucuzladı, lira eriyor, maaşlara yüzde beşlerden fazla zam yapılmıyor, diyerek ekonominin kötü olduğunu düşünüyordum. Meğer dünyanın en güçlü ekonomilerden biri bizim(!)kiymiş. Artık şehit haberleri gelmiyor! PKK’nın eylem yaparak Şırnak’ta öldürdüğü vatandaşlar şehit değil mi? Değil tabii. Evladımı dağa göndermem, diyen ailelerin çatışması sonucu vefat edenler şehit değil mi? Değil. Ne dersen de, kardeşim. Ülkede şehit yok. PKK bitti; inanacaksınız. “Kadir” inandı “akil” oldu. Siz de inanacaksınız. Birileri “yok” diyorsa öyledir. Zaten büyük Usta tavrını koydu: “PKK ile kucaklaşan İmralı’ya gitmeyecek.” İmralı’da önemli kim var ki? Onu Usta’nın destekçileri ve avanesi 40 bilir. Güneydoğu’da bulunan altı jandarma taburu kaldırılacak, çünkü PKK bitmiş(!). Bu askerler İstanbul’a sevk edilecek, çünkü PKK’nın orada eylem yapacağı istihbaratı var. Hani terör bitmişti?! Bütün ülkelerde icraatların sorumlusu hükümetler iken bizim ülkemizde sorumlu siyasi hükümet değil, muhalefet... Zinayı kanunla suç olmaktan çıkaran bu iktidar… “Zina arttı.” dersin; cevap hazır: “O” mu yaptı? İktidarın bulunmaz malzemesi “türban yasağı” sürüyor, kaldır şunu, dersiniz kaldırmaz. Çünkü liderleri her şeyin iyisini bilir; bu konuda bir bildiği vardır. Suç ve günahtan münezzehtir. Amerikan elçisi Güneydoğu’da yurt gezisine çıktı, inceleme yaptı! Bu adam sömürge valisi mi ki yurt gezisine çıksın. Hangi ciddi devlette böyle bir şey olur? Daha beteri, sarıklı şeyhler Amerika elçisinin elini öptü. Bizim gibi aptallar, imkânı yok, bunu anlayamaz. Ekranlarda Suriye ve Mısır’ı izlerken hep aynı görüntüyle karşılaşıyoruz: “Allah-u Ekber!” tekbiri eşliğinde ağlayan sakallı bir insan. Niçin bu insanların silah kullanırken bir kere olsun görüntüsü yok? Oysa kendi ordularına karşı Amerikan yapımı ve hediyesi silahlarla aylardır çarpışıyorlar. Gelelim iade-i itibar olayına. Yani devlet vatandaşına, “Seni zamanında haksız yere cezalandırdım, affet beni.” diyor. Her ne hikmetse iade-i itibar yapılan insanlar hep cumhuriyet karşıtı, Milli Mücadele’de Yunan işbirlikçiliği bugün Kürtçülük propagandası yapan, PKK-AB(D) yandaşı kişiler. Ülkemizde Suriye’nin iç kargaşasından dolayı patlamalar meydana geldi, onlarca vatandaşımız hayatını kaybetti. Başka ülkede olsa bu savaş sebebi sayılır; kamuoyu günlerce bunu haber yapardı. Biz ise ayranın millî içecek olup olmadığını tartıştık. Susalım, istikrar sürsün. Bir hafta önce “Suriye sınırına PYD yerleşti.” diyen basın bir hafta sonra “Esad sınırdan ateş açtı.” açıklaması yapıyor. Kimse de “Hani orası Kürtlerin eline geçmişti.” demiyor. Niçin dünya basınını ayağa kaldıran haberler, bizim basın ve medyamızda yer almaz? Hayatında olmadık haltı işlemiş birisi Allah’ın adını kirli emellerine kılıf yapar, ama onu kimse eleştirmez! Halbuki ayet çok açık: ““Ey İnsanlar,hiç şüphesiz Allah’ın va’di haktır;öyleyse dünya hayatı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da,sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın. (Fatır5) Biz akılsızız. Oysa Usta’nın peşinden gidenler! Ne kadar akıllısınız(!)…Ülkemizde konuşulan, tartışılan her şey ne kadar mantıklı ve İslami değil mi? Keşke sizin anladıklarınızı biz de anlasaydık! Selam ve dua ile… Gençlik Dergisi Derneğimizin açmış olduğu 2012-2013 Öğretim Yılı Kayseri Liseler arası Kampozisyon Yarışmasının ikincisi. İHANETE YASALLIK GÖMLEĞİ GİYDİRMEK Ezgi SÜLLÜ (*) Türkiye Cumhuriyeti dilinin Kürtçe olmasını kabul etanayasası’nın 3. maddesinmek, bölücü başının Türk mahkedeki “Türkiye Cumhuriyeti melerinde Kürtçe savunma yapDevletinin dili Türkçedir.” ması karşısında ses çıkaramamak, ifadesinin “Resmî dili kamu kurumlarında Kürtçe konuResmi dil “yasama Türkçedir.” ifadesiyle deşan kamu görevlileriyle muhatap organlarından en alt ğiştirilmesi teklif ediliyor. olmaya mecbur kalmak, okullarıkademedeki idari Peki devlet dilinin Türkçe mızda Kürtçe eğitim verilmesine olmasıyla devletin resmi göz yummak ve Türk toprakları organlara kadar tüm dilinin Türkçe olması araüzerinde Özerk Kürdistan’ın (!) devlet teşkilatının öncelikli sındaki fark nedir ki böyle kurulmasını kabul etmektir. Bu olarak hizmet verdiği dil” bir değişikliğe gerek duda Türk milletinin varlığının ve yulmaktadır? birliğinin temeline dinamit koydemektir. maktır. Resmî dil; “yasama organlarından en alt kademeDiyarbakır’da polislerimize deki idari organlara kadar Kürtçe ders verilmeye başlanmatüm devlet teşkilatının önsı, anayasamızın 42. maddesincelikli olarak hizmet verdeki “Türkçeden başka hiçbir dil, diği dil” demektir. Bu tanımdaki “öncelikli olarak hizmet eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana verdiği dil” kavramı kamu makamlarının resmi dil dışında dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez.” ifadesini yok bir dilde de hizmet verebileceği anlamındadır. Devletin sayarak yine Diyarbakır’da bir vakfın, eğitim dili Kürtçe dili ise Türkçenin yalnızca bir resmi dil olmaktan ibaret olan ilk üniversiteyi kurmak için çalışmalara başlaması ve olmadığı, Türkiye Cumhuriyeti Devletindeki herkesin dili bir Başbakan Yardımcısının “bu çalışmalara ellerinden geolduğunun kabul edilmesidir. len yardımı yapacaklarını” belirtmesi bu meselenin ne kaÖncelikle, anayasa teklifindeki bu değişiklik bir dil me- dar ciddi bir boyuta taşındığı anlamak açısından yeterlidir. selesi değildir. Türk milletinin yüzyıllardan beri üzerinde Görülüyor ki; bu gafillere Hüseyin Nihal ATSIZ’ın şu sötükenmez savaşların olduğu ve tükenmez kanların dökül- zünü hatırlatmakta geç kalmışız: “Hayali Kürdistan’a başdüğü topraklarını paylaşma planıdır. Demokratik özerk- kent yapmak istediğiniz Diyarbakır, Büyük Türkmen Beği Uzun Hasan’ın şehridir. Don Kişotlar’ın başkenti olamaz.” lik(!) ve Büyük Kürdistan (!) … Unutulmamalıdır ki, bu değişikliği onaylamak TürkBazı aydınlarımız bu meselenin bizi bir iç savaşa sülüğümüzden, vatanımızdan ve namusumuzdan taviz verrüklediğini yazıyor. Suret-i katiyyede bu bir iç savaş değildir. Bu mesele dün olduğu gibi bugün de bizim dış me- mektir. Anayasadaki bu değişiklik, 93 yıl önce zavallı canı selemizdir. Şeyh Said 1924’te din perdesi altında bağımsız için ata yurdunu İngiliz’e, Yunan’a, Fransız’a, İtalyan’a Kürdistan hayaliyle isyan ettiğinde ona yardım edenler peşkeş çekenlerin kelle kurtarmak için imza attıkları fakat İngilizler değil miydi? Milli varlığa düşman cemiyetler Türk milletinin direnişi karşısında uygulanmayan “Sevr”i İtilaf Devletlerinin destekleriyle kurulmuş ve işgallerin bugün kabul etmektir. Peki bu ne demektir? İhanete yasalkolaylaşmasını sağlamamış mıydı?.. Aradan yıllar geçti lık gömleği giydirmektir… ama Türk’e düşman devletlerin Türkler üzerindeki oyunlaBu hainlere ve gafillere karşı Tanrı, Türk’ü korusun! rı değişmedi; Türk Devletini yıkmak, topraklarını bölmek ve bu hesaptan payına düşeni almak… Dipnot: Peki bugün bu anayasa değişikliği altında hangi gizli * Bu yazı, “yurdu nihayetsiz bir Kerbelâ” olan nitekim amaçlar yatmaktadır? Bu değişiklik bölücülerin destekbu ihanetlere karşı susmayacağını, sinmeyeceğini, memlediği “ikinci resmi dil” teklifine açık kapı bırakmaktır. leketinin cenaze namazını kıldırmayacağını bildiğim Türk Resmi olarak kabul edilen anadilde savunmaya anayasal gençlerine ve onların şahsında bütün milletimize ithaf oludayanak sağlamaktır. Kamu kurumlarında anadilde hiznur. met verilmesi, anadilde eğitimin mümkünleşmesi ve “de(*) Kilim Sosyal Bilimler Lisesi öğrencisi mokratik özerklik”e ortam hazırlamaktır. Bu değişikliği onaylamak; Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ikinci resmi 41 Yavuz Sezer OĞUZHAN BİR MİLLETTEN BİR YIĞINA Cemil Meriç, ‘Yığın, düşünmez, maruz kalır. Yığını kolayca kandırabilirsiniz, duyguları hiçbir temele dayanmaz.’ diyor. Dönüp de memleketime, memleketimin insanlarına yani bize bakıyorum da acaba yığın mıyız, ötesi miyiz yoksa gerisi mi diye düşünüp duruyorum. şekillenirken ne düşündüğümüzden kimse bizi hesaba çekmiyor. Belki ne söylediğinden, ne yazdığından veya ne yaptığından dolayı suçlanırsın. Ama düşünelim, illâ ki düşünelim... Simsiyah da olsa düşünelim. Kandırılıyor muyuz? Hem de nasıl, hem de ne zamandan beri... Kaç nesil kendi değerlerimizden tikÖncelikle, ‘hala millet miyiz’ sorusunu sormak sindirildik. Maddi, manevi değerlerimizden, örf ve icap ediyor. Millet miyiz? Meriç’in yukarıdaki tanı- adetlerimizden uzaklaştık vesselam. Uzaklaştırıldık mına göre topluluk olarak, millet kimliğinden sıyrılalı çünkü. Ben aslında ne maneviyatçıyım ne maddeci, çok olmuş. Siz deyin 16. yüzyıl, ben diyeyim Tanzi- ne örfçü. Kendimi bir kimliğe sığdırmıyorum. Fakat mat bir milat. Kesin bir tarih, açık bir olay, derin bir anlatmak istediğim, insanlar bir fikirden, bir yaklaalaka yok. Ne de olsa sonuç ortada ve önemli olan da şımdan uzaklaşacak ise kendileri uzaklaşmalı ya da o. Bu vakitten sonra hangi yüzyıl milat diye düşün- bunları benimseyecek ise kendileri benimsemeli. Etmek yersiz. ken olmalı insan, edilgen değil. Nasıl istenirse öyle Evet, millet değiliz. Neden? Biz heyecanımızı, davranıyoruz. Uyuşmuşuz, vücudumuzdan oluk oluk rengimizi, dengemizi kaybedeli çok oldu. Sağlam bir kan akıyor ama biz acısını hissedemiyoruz. Görüyokişiliğin torunları üzerine yani bize kimler –manevi ruz, ‘ah’ çekiyoruz. Ancak bu ne sahte bir ah ki acıyı olarak da- hâkimiyet kurmadı ve kurmuyor ki? Ne- hissetmiyoruz ama yine de ‘ah’ diyoruz. lere maruz kalıyoruz da felçli bir hasta misali sadece Uyuşmuşuz, uyuşturulmuşuz... Ne şiirimiz kaldı, gözlerimizi oynatabiliyoruz. Maruz kalıyoruz, maruz ne estetik duygumuz... Ne türküler heyecanlandırıyor bırakılıyoruz. Bize senaryolar yazılıyor ve biz sadece bizi artık ne tarih... Ne sevdamızın farkındayız ne heoynuyoruz. Hesapsız, kitapsız, arzusuz… Kâh Avru- yecanımızın ne de korkularımızın... Geleceği düşünpa adına, kâh çağdaşlık adına, kâh Kemalizm adına, mek mi? Bugün varken. Kaygılarımız, kavgalarımız kâh İslamcılık adına. ne kadar da basit. Ne kızların güzelliği kaldı ne de Düşünmüyoruz, düşünemiyoruz. Düşündürülme- bakışlarımızın masumiyeti. diğimizden mi? Biraz. Yani insanların dikkatlerinin Millet miyiz, yığın mı, daha mı ötesi? Umarım ki farklı yerlere çekildiği su götürmez bir gerçek; bunun- yığın sıfatından sıyrılmamışızdır henüz. Yığın sıfatıla birlikte hiçbir gücün size karşı ‘neden kitap oku- mız giderse ötesi; kimliksizliktir. yorsun’ diye bir savaşı da yok. Düşünceler bir yandan 42 GENÇLİK EĞİTİM VE KÜLTÜR DERNEĞİ YAYINLARI ARKA KAPAK İsmail BOZKURT derneğimizin ak şaçlılar grubundan olup Bilgiyurdu dergisinin yazar kadrosundadır. 1944 yılında Akkışla’da doğmuştur. İlkokulu Pazarören’de okudu. Orta, lise ve yüksek öğrenimini de Kayseri’de tamamladı. Kayseri Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olduktan sonra Milli Eğitim teşkilatının çeşitli kademelerinde öğretmenlik ve yöneticilik görevlerinde bulundu. Bozkurt, 2005 yılında 35 yılı aşkın hizmetten sonra kendi isteği ile emekliğe ayrıldı. Evli olup iki oğlan bir kız babasıdır. Bilge ile Özge, Doğuhan ile Batıhan torunlarıdır. Yazı hayatına öğrencilik yıllarında başlayan İsmail Bozkurt, 1970’li yıllarda Orta Doğu ve Tercüman gazetelerinde Oğuzhan Mimarsinanlı mahlası ile yazılar yazdı. 1980’li yıllarda Doğuş Edebiyat dergisinde çeşitli deneme ve makaleleri yayımlandı. Emekli olduktan sonra Ötüken Neşriyat tarafından yayımlanan “Anadolu Türk Aşiretleri” ve “Manzum-Mensur Hikayeler”den sonra Bilgiyurdu Derneği tarafından neşre sunulan “Armutlu Tarla” isimli hikaye çalışması yazarın üçüncü eseridir. Ayrıca, “Göller Bölgesi Hatıraları” ile “Torun Aşireti ve Gırcı Mahmut” adlı roman çalışması yayıma hazır durumdadır. Yazarımız, Türk-İslam ülküsü sevdalısıdır. Türklüğün dününü de bu gününü de canlı tutma çabasındadır. Türklüğün unutulmaması için, Türk’e ait olan her şeyin göz önünde olması, hafızalardan silinmemesi gerektiğini düşünür. Türk’ü Tanrı’nın yarattığı en güzel millet diye sever. Yaratılıştan bu yana yeryüzünde; Türk’e İslam, İslam’a da Türk’ün yakıştığına inanır. Türkün İslam’la buluşmasını Rabb’in boyası (rengi) ile renk alış olarak değerlendirir. ARKA KAPAK Dini bilgi eksikliklerinden dolayı taassuba dayalı ama dini renge bürünmüş sapık akımlar çıkmıştır. Bunlar toplumumuza büyük zorluklar vermişlerdir. Türk toplumunun dini bilgisizliğine Selçuklu ve Osmanlı Türk devletlerinin izlediği resmi eğitim siyaseti de sebep olmuştur. Medreselerde eğitim dilinin Arapça olması, medrese mezunlarının halka inememesi ve halkın kendi diliyle anlatılan sağlam dini bilgilere ulaşamaması dini tefekkür gelişimini engellemiştir. Anadolu insanının dini bakımdan bilgilendirilmesi için, âyin ve ibadetlerinde Arapçanın kutsal din, din dili olduğu varsayımından hızla uzaklaşılması lazımdır. Günümüz Anadolu Türk insanı dini metinleri anlamadığı için dinî coşkudan uzak kalmakta, ibadetlerini heyecandan mahrum bir kısım tekrarlamalar halinde uygulamaktadır ve şekilci bir uygulamaya yönelmektedir. Ayrıca ortaya çıkan dinî bilgisizlik sebebiyle kendisini davet eden bazı bilgisiz, sapık kişi ve grupların telkinine uymakta, onların değişik amaçlarına alet olmaktadır. Türk insanının çağlar boyu bağlı bulunduğu islam dini ile arasında inşa edilmiş olan anlaşmazlık duvarı mutlaka kaldırılmalıdır. O zaman bugün sürdürülen anlaşmazlıklar ve fikri, siyasi (dinin siyasallaştırılması gibi) çatışmalar ortadan kalkacaktır. kur’an’ın getirdiği din bilgisinin Türk insanının anlayabileceği biçimde Türkçe olarak sunulması halinde hem Türk dili yaygınlaşıp gelişecek, ilim ve felsefe dili olmaya doğru yönelecek; hem de İslam dini basit bir namaz bilgisinden ibaret olmayıp insanı her yönüyle kuşatan kültür, sanat, felsefe, ahlak ve manevi değerler bütünü olarak algılanacaktır. Böyle olunca da Müslümanlar dinî hayatlarıyla sosyal ve siyasi hayatları arasındaki çelişkiyi kaldıracak ve güçlerini birbirlerinin aleyhinde değil, ilerleme ve yükselmeye yönlendireceklerdir.