Sayı:7/2014 - WordPress.com
Transkript
Sayı:7/2014 - WordPress.com
“tohum altta nefes nefese / kulağı gök gürültüsünde” Sayı:7/2014 İÇİNDEKİLER *Merhaba *Çayhane 3 4 5 6 8 10 12 15 18 22 26 *Türkiye: Erdoğan ya da Güç Savaşı *Sınıfa Merkeziliğini Yeniden Kazandırmak 30 32 *Black Mirror GEZİ ÜZERİNE: *Kahrolsun Bağzı Şeyler *Bu Kavga Hürriyet Kavgasıdır *Yok Anne! Biz Arkalardayız Zaten *Babamız Bizi Çok Korkuttu *Devrim Televizyonlarda Yayınlanmayacak *Harmandalı’da Çöp Mücadelesi Büyüyor *Devlete İnanırsan Dikenleri Kopardığın Yerler Teker Teker Kanar ÜNİVERSİTE ÜZERİNE: *Bir Güvencesizleştirme Projesi: Yeni Yök Yasa Tasarısı *Üniversitelerde Neoliberal Dönüşüm Üzerine Birkaç Söz ÇEVİRİ: FİLM-DİZİ TANITIMI: 35 *”Georges Perec - Şeyler” Üzerine... 38 KİTAP TANITIMI: KAPAK TASARIM: SELEN BABAYAKALI 2 gunebakanfanzin@hotmail.com Merhaba Hayatımızdaki en önemli amaç oldu üniversiteye girebilmek. İyi bir yaşamın ve mutluluğun anahtarıydı. Tüm çabamız, tüm gayretimiz, bu amaca erişebilmekti. En sonunda eriştik. Tek başına tüm kişilerdik kampüste. Çay eşliğinde sohbetlerle dostluklar kurduk. Hırslandık, sınavlarda başarı sağlayabilmek için çırpındık. Konuştuk. Bol bol konuştuk. Söyleyecek sözümüz çoktu. Sonra durduk düşündük. Başka sözlerin peşine düştük. Kulak kesildik konuşulanlara, ortak olduk olabildiğince. Teker teker sözcükler çarparken kampüsün duvarlarına, bir ağızdan yükselmeye başladı sesler. O zaman anladık; ortaklaşmaktı bu, üniversiteli olmaktı. Söylenecek sözler, örülecek bir hayat vardı. Fakültenin duvarlarını öykülerle süsledik. Bahçenin ortasına kocaman bir şiir yazdık. En görünen yerine okulun, kızgınlıklarımızı döşedik. Hep birlikte üniversiteli olmayı öğrendik. Dört senedir kendini dilediğince ifade etmek isteyenlerin peşindeyiz. Kurulan her cümleye eklenecek virgüller var biliyoruz. Herkesi bir virgülle ortaklaşmaya, üniversiteli olmaya davet ediyoruz. gunebakanfanzin@hotmail.com 3 ‘’Kampüse maya çaldık,ya tutarsa’’ demiştik bundan dört sene önce. Çaldığımız maya paylaşmanın, muhabbetin, dayanışmanın mayasıydı. Zamanının çoğunu üniversitede geçiren öğrenciler olarak uzun uzun tartışmalar yapabileceğimiz, oturup dertleşebileceğimiz, sınav stresinden soyutlanmak istediğimiz bir alan özlemi itti bizi bu yola. Birbirimizin isminden çok notlarını öğrenmeye itildiğimiz bu sistem içinde çıkar ilişkilerini reddeden, üniversitenin gerçek yapısı içinde bu ilişkilerin yeri olmadığını gösteren birçok arkadaşın buluştuğu bir yer halini aldı çayhane. Bazen muhabbetimize çay eşlik etsin diye, bazen soğuk içimize işledi diye; bazen birşey sormak için (‘’çay kaçak mı heval?’’), bazen bir öneride bulunmak için (‘’bence kaçak çay yapın heval.’’) bazen de öneriyle yetinmeyip hayata geçirebileceğimiz bir imkanı sunmak için (‘’kaçak çay getirdim heval’’) uğradık çayhaneye. Çünkü çay, şairin sevmeye bahanesiydi.Ve bu yüzden çay ‘’henüz herşey bitmedi’’ demekti. Yarın için kurduğu düşleri her defasında aynı heyecanla anlatan güzel çocukların, sokağa taşıdığı düşlerini koyulaştıran demdi. Mayamız buydu;işte tam da bu yüzden tuttu. 4 KAHROLSUN BAĞZI ŞEYLER İlk bakışta neye “kahrolsun” diyeceğini bilmeyen birinin “ben de bir şeyler yazayım şuralara“ diyerek yazdığı bir duvar yazısı olarak görünse de Haziran direnişçilerinin ortak düşüncelerinin bir özetidir kısacık cümle. Her şeye kayıtsız gibi görünse de isyan, bir bütün olarak iktidara bir tepkiydi. Belki şöyle desek daha doğru: Gücünü egemen olan her şeye kayıtsızlıktan alanların tarihe düştükleri bir kayıttı yaşananlar. Bu ‘’bağzı’’ şeyler hiçbir zaman netleştirilmeyecektir çünkü herkesin “kahrolsun” diyeceği başka başka ‘’bağzı’’ şeyleri vardır. Bu başka başkalıktır ki, Haziran İsyanı’nı herkesin ortak eylemi kılmış, Haziran günlerini çok başka kaynaklardan çıkan ama muhakkak her coğrafyaya uğrayan bir nehre dönüştürmüştür. Gezi parkı öncesinde “kahrolsun” denmiyor muydu bu ‘’bağzı’’ şeylere? Deniyordu elbet ama ilk kez bu kadar büyüdü bu ses çünkü insanlar bir şeylere “kahrolsun” demek yerine kahredene karşı durmuşlardı bu sefer. Peki, neydi halkın “kahrolsun” dediği bu ‘’bağzı’’ şeyler? Giden özgürlüklerimiz miydi bizi sokaklara döken ya da yerini artık paranın aldığı yavaş yavaş unuttuğumuz “bağzı” değerlerimiz miydi? İnsanların dinleri, mezhepleri, ırkları, cinsel tercihleri yüzünden ötekileştirilip aradaki sevginin, bağlılığın koparılması hiç mi canımızı sıkmıyordu? Hepimiz bıkmamış mıydık gazetede zam haberleri okumaktan? İşte tam bu soruların cevabı olarak geliyordu bu duvar yazısı. Bazen “kahrolsun yitip giden özgürlüklerimize” bazen “kahrolsun kadını aşağılayan erkek egemen söyleme” bazen “kahrolsun asgari ücrete, har(a)çlara, zamlara.” Evet kahrolsun diyelim insanın insana, insanın doğaya yabancılaşmasına. Yani demem odur ki “Kahrolsun bağzı şeylere“. Ne yapmalıyız peki, kahrolsun dememek ya da daha az demek için? Belki karşısında durmalıyız bize dayatılan yaşamın. Daha çok sevmeliyiz insanları, farklılıklarını önemsemeden. Eşlik etmeliyiz hep birlikte türkülere, dillerini ayırmadan. 3-5 ağacın hayatın kaynağı olduğunu unutmamalıyız hiçbir zaman. Bir kap koymalıyız kapımıza açlığını susuzluğunu dile getiremeyen hayvanlar için vs… Belki ancak böyle şekillendirebiliriz kendimizi daha az “kahrolsun” diyeceğimiz bir yaşamı kurmak için, hep birlikte… TANER GENDİHAL / URDU DİLİ 5 BU KAVGA HÜRRiYET KAVGASIDIR Aslında hürriyet kavgası olarak yapılabilecek (!) sözler söylüyorlardı. başlamadı bu kavga. İlk önce mesele Herkes haklı olarak neye karşı rahatsızsa başka idi sonra olaylar geniş kitlelere dile getiriyordu. Sokaklar artık sözde yayıldı, kavga ‘hürriyet kavgası’na değil özde kamu malıydı. Bazen biber dönüştü. Ama dönüşmüştü bir kere; gazı ve TOMA falan olsa da, onların artık insanlar partili kimliklerini bırakıp kamulaştırıldığı da oldu, üzerlerine şiirler gerçekten de devletin gidişatına yön yazılarak… veren kişilerden rahatsız olduklarını Kavga, bir hürriyet ve en alenen dile getiriyorlardı. Getiriyorlardı önemlisi bir fikir hareketine dönmüştü. ama bu öyle bir filmdi ki, başrol her İnsanlar yekvücut zaman TOMA, Bundan 6-7 yıl önce ‘iktidara isyan olmuş, taleplerini başrol her zaman ediyorum’ diyen borsa simsarından bozma istedikleri gibi biber gazı, cop gazeteciler, şimdi klasikleşen tabirle haykırıyordu. ve RTE’den duygusal sebeplerden ötürü ‘başbakanı ibaretti. Sanki telekinezi yöntemi ile öldürmeye Cumhuriyet basın, başrol çalışıyorlar’ diyerek, üzerine derin felsefi tarihinde oyuncularını tartışmalar yapılabilecek (!) sözler görülmemiş bir kayıran söylüyorlardı. halk hareketiydi bu senaristmişçesine kavga. daima Emniyet birimlerinin haklı(!) müdahalesine Kavga öyle büyüktü ki, eğitim ve RTE abi ile yaverlerinin şakalarına sistemini temelden değiştirmeden okula (Çünkü söylediklerinin birer şaka başlama yaşını 60 aya indiren, ders olduğuna inanmak istiyorduk) ayırıyordu geçme notunu 50 yapan, iktidar partisine köşelerini. oy vermeyenleri dinsiz, imanı zayıf ya da vatan haini olarak lanse eden zihniyet Bunlar tabii ki olağandı; çünkü hemen kara çalmaya, hürriyet direnişine iş hürriyet kavgasına dönüşmüştü ve üzerine ciddi suçlamalar atmaya başladı. dünyadaki tüm örnekleri gibi bizim ülkemizde de her hürriyet kavgasına Öyle büyüktü ki bu kavga, çamur atılacaktı illa ki. Bundan 6-7 yıl suyun başını tutan birileri bu direnişten önce ‘iktidara isyan ediyorum’ diyen ürküp ‘şiddete karşı şiddet’ (sanki borsa simsarından bozma gazeteciler, ortada şiddet varmış gibi) gibi sözleri şimdi klasikleşen tabirle duygusal kutsal kavramlar ile birlikte kullanarak, sebeplerden ötürü ‘başbakanı telekinezi şiddeti meşrulaştırmaya çalıştılar. Diğer yöntemi ile öldürmeye çalışıyorlar’ insanların gözünde hürriyet kavgası diyerek, üzerine derin felsefi tartışmalar verenleri “bunlar aslında ayrılıkçı biz de 6 bunlara karşı yasal yollarla müdahale ediyoruz” imajı vermeye çalıştılar. Oysa yasal dedikleri emniyet şiddeti 8 kişiyi öldürdü. Sonuçta istekleri şimdilik gerçekleşti. Bir daha böyle geniş katılılımlı bir özgür fikir hareketi ne zaman olur bilinmez ancak bu kavga “birileri”nin canını gerçekten çok sıktı. Bir dahaki sefere, kesin bir hedef ve izlenecek yöntemlerle alakalı beyin fırtınaları yapılarak açığa çıkacak bir fikir hareketinin daha net sonuçlar doğuracağı kanaatindeyim. Daha güzel yarınlar özlemiyle... AHMET EDİZ KURT / TARİH 7 YOK ANNE! BİZ ARKALARDAYIZ ZATEN -Gece mi gündüz mü, tam hatırlayamıyorum ama ortalık bembeyaz. İğne atsan yere düşmez, yani öyle bir kalabalık. Tek başımayım. Tanıdık kimse yok. Saçlarımdan damla damla sular akıyor. Yağmur mu yağıyor bilmiyorum ama sırılsıklam olmuşum. Etrafımdaki insanları tek tek çevirip yüzlerine bakıyorum. Bir kere bakmam yetiyor, hepsinin yüzü aklıma kazınıyor. Sonra onların da ıslanmış olduklarını fark ediyorum. ’’Aman’’ diyorum ’’yağmur yağıyor!’’ Canım nasıl sıkılıyor anlatamam! -Yağmur ferahlık demektir kızım ama canım sıkılıyor, diyorsun. Kalabalık, sonra yüzlerin aklına kazınması hayırlıdır. Tanımadığın insanlardan iyilik göreceksin demek ki. Çay içer misin? -Yağmur yağıyor mu, emin değilim ama. Yani sanki herkes sırılsıklam uyanmış o güne. Neyse. Canım sıkkın baya, birden kalabalığın ortasında, 8 nasıl anlatsam, küçük bir tamiratla kürsü olarak kullanabileceğin, simsiyah bir yükselti çarpıyor gözüme. Hiç düşünmeden oraya doğru koşmaya başlıyorum. Yukarı çıkıp tanıdık bir yüz arama niyetindeyim. Ben koştukça insanlar çoğalıyor. Yükseltiye ulaşmak için öyle hızlı koşuyorum ki kan ter içinde kalıyorum. Sonrası malum zaten, sabah 5 dedi mi uyutmuyorlar! -Çok yoruluyorsunuz kızım koş oraya koş buraya. Gözlerinin altı çökmüş uykusuzluktan! Ne arıyorsun evladım orada? Söyle bana ben vereyim. -Bir tane pembe polar battaniye vardı ya hani üzeri desenli olan. Nerede o anne? Giderken onu da götüreyim diyorum. Gece soğuk oluyor epey. -Benim odamdaki dolabın sağ kapağını aç, en yukarda, battaniyelerin üstünde, görürsün hemen. Yolladığım börekleri bitirdiniz mi? Sağ olsun Nesrin teyzenin oğlu giderken uğradı da tutuşturuverdim eline iki dakikada. Sana kalsa çürümüştü şimdiye! -Of anne, gerek yok diyorum arayıp arayıp ‘’börek yaptım gel al’’ diyorsun! Ağzım, yüzüm şişmiş, önümü göremiyorum; telefon çalıyor ‘’zır zır’’ bir de onunla uğraşıyorum. -E açma kızım müsait değilsen. bu arada unutuyordum söylemeyi. -Sen de selam söyle kızım. Ama biraz dinlenseydin, geldin gidiyorsun hemen! Neyse hadi dikkat edin kendinize. Başınızı koruyun, baretinizi çıkarmayın sakın. Birbirinizden de ayrılmayın. Yarın geleceğim ben. İstediğiniz bir şey olursa haber verirsin. -Nereden bileyim ben evde misin, geldin mi! Geçen defa başımıza geleni hatırlatırım; gazlı börek ziyafeti. Hayır, ısrarla bırakmadın ya o poşeti elinden, vallahi bravo! -Tamam, haberleşiriz zaten de sen nasıl geleceksin tek başına? Haber ver evden çıkarken bari. Çatışmanın ortasına düşüverirsin bak; masken yok, bir şeyin yok. -Aman sen de! Hiç hatırlatma o günü, hala başım ağrıyor. Portakal mı demiştin sen, neydi o? Ay ne fena bir şey kızım! Çok solumayın gazları, vallahi kanser olacaksınız! -Var var, aldım ben Karaköy’den. Hem ben arkalarda duruyorum hep kızım. Bir şeycik olmaz, merak etme sen. -Tamam, anneciğim söylerim ben, topluca solumamayı deneriz. Zaten pek bir şey fark etmiyor gazı yedikten sonra. Kalın bir şal vardı bizim, kırmızı. Nerede o? Bulamadım bir türlü. Öte gecelerde büyüdü zamanın ruhu. Duvarların içi, ağaçların arasına taşındı. ‘’El bebek gül bebekler’’ sıkıldı halılardan, toprağa bastı. Arkalarında bir çift terlik; birincinin gelişi diğer tekin habercisiydi tüm ıskalara inat! Böyle öğrendi bir kuşak inatla direnmeyi. Şimdi kim, hangi yüzle buna ‘’ıska’’ diyebilir ki! -Geçen geldiğinde götürdün ya onu. Dur bakayım... Heh buldum. Al bak bunu. O gün böreklerin üzerini bununla örtmüştüm. Hiçbir şey de olmadı. Sizin ağzınızda gaz tadı vardı çocuğum, börekler nefisti nefis! -Tamam, tamam bu da olur. İşe yararlılığı da ispatlandıysa evde durması kabahat zaten. Haydi, ben çıkıyorum anne. Haberleşiriz yine. Bizimkilerin selamı var IRMAK MELEK / SANAT TARİHİ 9 B A B A M I Z B I Z I Gezi Parkı direnişi sırasında, parka çıkan merdivenlerde, siyah sprey boya ile merdivenlere yazılmış bir slogandı bu. İlk başta fazla sorgulamadım. “Harbiden ya, korkuttu illaki” dedim geçtim ancak, bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde, üzerine biraz düşünme fırsatı buldum. . . 10 Belki iki farklı mesaj veriyordu bu slogan bize. Birincisi, daha önce en azından bir darbe görmüş, bizden önceki neslin deneyimleri belki de bu. Darbenin yarattığı korku zihniyetinin bir yansımasıdır günümüze. Sokaklarda dolaşan tankların, “sol” sözcüğünün yarattığı korkuyu, kendinden sonraki nesillere aktardı babalar. Birçoğumuz gerek lise gerekse üniversite döneminde baskı gördü. İçinde “-izm” kelimesi geçen konuşmalarda, babalar kızdı, susturmaya çalıştı bizleri darbenin üzerlerinde bıraktığı yara izleri yüzünden. Ünlü bir baba sözü vardır: “yabancılarla konuşma evladım”. Bizler Haziran Direnişi sırasında bu sözü yerle bir ettik; aynı barikatta, tanımadığımız insanlarla omuz omuza direndik, aynı parkta, yine hiç bilmediğimiz insanlarla aynı horonu, halayı oynayıp aynı şarkılara beraber eşlik ettik. Birçok güzel insan tanıdık, kendimizi o güzel insanlara tanıttık. Alternatif bir yaşam alanında, alternatif sözümüzü kurduk: “Burada kimse yabancı değil evladım.” Diğer bir durum ise, başka bir babaydı, hani şu ünlü tamlama: Devlet Baba. Tüm organları ile bizlere özellikle de öğrencilere saldırdı ve hala da saldırmakta. Baskı mekanizmaları bizi evlerimizde suskun tutmaya çalışırken, sistemin yarattığı mutsuzluğu, yine kendi mekanizması olan tüketim çılgınlığı ile örtmeye çalışıyor. ‘’Toplumsal huzuru’’ sağlamak üzere, bireylere sahte tedavi sunuyor. Silahlı güçleri ile bizleri korkutup, pahalı C O K . K O R K U T T U B A B A M I Z tüketim malları ile bizleri cezbetmeye çalışıyor. Yani “babamız bizi çok korkutuyor.” Bu mevzu bahis para ilişkisi Gezi sürecinde olabildiğince ortadan kalkmış, yerini karşılıklı yardımlaşmaya, dayanışma toplumuna, bireyler arası ittifaka götürmüştür. Bu bağlamda Gezi Direnişi, Devlet Baba’nın gücünü, isyanın merkezi olan Gezi Parkı’nda ve daha sonra yaygınlaşacak olan park forumlarında bir hayli ortadan kaldırmıştır. Gezi Parkı sürecinde, daha önce de konusu geçen bu korku ve teslimiyet yerini topyekûn isyana bıraktı. Bizler, korkutulmuş bireyler olarak, fobilerimizin üzerine gitmeye başladık. Yani, babalara karşı bir isyan başlattık bir nevi. ...ve her şey “Babamız Bizi Çok Korkuttu” yazan o merdivenlerde başladı. Şimdi ise, meydanlarda, okullarda, yurtlarda, hanelerde, her bireyin içinde, gerek rüyalarında gerek gerçek hayatlarında, hayallerinde ve eylemlerinde gerçekleşmeye devam ediyor. B I Z I . . C O K . K O R K U T T U EMİRHAN LİMAN İTALYAN DİLİ VE DEDEBİYATI 11 DEVRİM TELEVİZYONLARDA YAYINLANMAYACAK ESKİ NTV ÇALIŞANI ÖMER KAVRUK’LA RÖPORTAJ Geçtiğimiz Mayıs ayının son günleri ve Haziran ayında patlak veren Gezi Direnişi nerede ise tüm toplumsal dengeleri alt-üst etti. Hükümetin ve yandaşlarının, hükümetten korkan, onun uyguladığı politikalara çıkar ilişkileri üzerinden biat eden herkesin maskesi yere düştü. Demokrasi anlayışı sandıktan çıkan “kafa sayısı” ile yakından ilişkili olan Akp, geçirdiği uzun soluklu iktidarın ve halk üzerinde kurduğu tahakkümün kendisine verdiği güvenle daha uzun yıllar rahat rahat at koşturacağını zannediyordu. Nitekim öyle olmadı! Toplumsal muhalefet iktidara basınç uyguladıkça Akp hükümeti de kibri ve kendine güveni ile giderek daha fazla baskı kullandı. Sözde demokratik, özde 12 Eylül’ün hükümeti olan Akp’nin maskesi fena düştü. Başbakan, bakanlar, parti yöneticileri, emniyet müdürü, belediye başkanı Gezi’den yükselen direniş sesini kısmak için ayrı enstrümanlardan şarkılar çaldılar ama hiçbiri aynı melodiyi çalmıyordu. Bir halk tarafından gelen direniş nidalarını ilk kez bu kadar yüksek desibelde duyunca ne yapacaklarını şaşırıp ayrı ağızlardan farklı yalanlarla meşruluklarını kurtarma savaşı verdiler. Akp ve yandaşları korosunun kendini kurtarmaya çalışırlarken söylediği yalanların ortaya çıkması, batağa saplanan birinin çırpındıkça başına gelenleri andırıyordu. Birilerinin ‘’polis kardeşleri’’nin görevi insan öldürmek değildi, birileri camide içki 12 içmedi, başka kimseler “türbanlı bacıyı” darp etmedi, kimse attığı taş başına 5 lira almadı, birisinin ‘’kahraman polis’’inin linç ederek öldürdüğü birisini kendi arkadaşları dövmedi... Nitekim meşruluk savaşını böylece bu halk nezdinde kaybettiler! Kaybeden, meşruluğu zedelenen, güven kaybına uğrayan, söylediği yalanları ya da “söylemediği doğruları” ortaya çıkan sadece Akp hükümeti olmadı… Paydaşları ve yandaşları da nasibini aldı. Biz bu röportajımızda maskesi düşen paydaş-yandaşlardan biri olan medyayı konu aldık. Gezi Süreci’nde NTV’nin yayın politikalarından dolayı istifa eden İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi öğrencisi Ömer Kavruk’la konuştuk. C.B.-M.Ö. : NTV de nasıl işe başladın? Ö.K. : Bir tanıdığım vasıtasıyla önce NTV’de gönüllü stajyer olarak işe başladım. Daha sonra sözleşmeli haber prodüktörü olarak işe devam ettim. Toplamda 11 ay NTV’de çalıştım. C.B.-M.Ö. :Çalışma şartların nasıldı? Ö.K. : Hafta iki ya da üç gün izin yapıyordum. Günde 9 saat çalışıyordum.1.400 lira maaş alıyordum. Sigortam maaşımdan fazla fazla yatıyordu. Her ay yemek ücreti olarak 290 lira yatırıyorlardı. C.B.-M.Ö. : NTV’nin yayın politikası nasıldı peki? Ö.K. : İki üç yıllık bir dönemde NTV yayın politikasında büyük bir dönüşüm geçirdi. Sahibi değişince yayın politikası da değişti diyebilirim. Gezi Olayları’ndan önce yeni bir yapılanma söz konusuydu. İşçi çıkarmaya gidiliyordu. Editörler ve prodüktörlerde işten çıkarılanlar arasındaydı. Kendilerine sağlam bir ekip kurmaya çalışıyorlardı. Haberi yapanın tek bir kaynak olmasını istiyorlardı. Normalde, haberle ilgili editör metin kısmı ile prodüktör görsel kısmı ile ilgilenirlerdi. Şimdi bu iki işin tek bir kişi tarafından yapılmasını sağlamaya çalışıyorlar. Haberi iki kişi yaparken şimdi tek bir kişiye düşürecekler. Bu olay başladıktan sonra işçi çıkarımı arttı. Çalışanlara izin günlerinde eğitim veriyorlar. İnsanları işten çıkartırken, yeni yapılanmada “sana ihtiyacımız yok diyerek” işlerine son veriyorlar. Bütün çalışanlarda işten çıkarılma korkusu vardı. Bazıları kendilerinden ödün vermemeye çalışıyorlardı. C.B.-M.Ö. : Gezi Direnişi’nden önce şahit olduğun bir sansür uygulaması oldu mu? Ö.K. : Reyhanlı Katliamı’nda yayın yasa- ğı geldi. Yasak sadece görsellere gelmişti fakat görselsiz de verilmedi haber. Sabah haberlerinde bangır bangır patlamayı duyururken birden haber akışımızdan çıktı patlama. Öğlen haberlerinde hiçbir haber yapılmadı, bir şey olmamış gibi davranıldı akşam haberlerine kadar. Reyhanlı’dan sonra sürekli yaralar sarılıyor diye hükümet diline yakın bir dille haberler yapıldı. Başbakan Reyhanlı’ya gideceği için patlamanın olduğu yerde yeteri kadar inceleme yapılmadan geniş çaplı bir temizlik yapıldı. Kabataslak temizlendi diyebilirim ve bu olay ne internete ne de basına yansıdı. C.B.-M.Ö. : İstanbul’daki tüm üniversitelerden patlamayı protesto etmek için öğrenciler Başbakanlık Ofisine doğru yürüyüş düzenlemişlerdi. Polis öğrencilere sert bir müdahalede bulundu. Bunun haberini yaptınız mı? Ö.K. : Bunun haberi yapılmadı, olaydan da haberim yoktu. C.B.-M.Ö. : NTV neden Gezi Direnişi’nde sansür uygulama gereği duydu sence? Ö.K. : Cevabı basit aslında. Haber müdürü hükümet yanlısı biriydi. Haber müdürüne kimse diş geçiremiyordu. Hükümet yanlısı haber yapmak için uğraşıyordu. Konumundan dolayı da yaptırabiliyordu. 13 C.B.-M.Ö. : Neden Gezi sürecinde istifa ettin? Ö.K. : İlk günlerde Gezi Direnişi NTV’de gösteriliyordu. Haberleri ajanslardan alıyorduk. Müdahale görüntülerini özellikle seçip yayınlıyorduk. Sonra görüntüler yayınlanmamaya başladı. Görüntüler ayıklanarak verilmeye başladı. İzinli olduğum bir hafta, 3 gün Taksim’e gittim. Gittiğim o 3 günde çatışmaların en yoğun yaşandığı günlerdi. Oradaki müdahaleyi bire bir yaşadım. Yanımdaki insanların biber kapsülleriyle nasıl yaralandığına ve polis şiddetine maruz kaldığına şahit oldum. Haber bülteninde görüntülerin yayınlanmadığını, ayıklandığına bire bir şahit olunca istifa ettim. C.B.-M.Ö. : Sen istifa ettikten sonra tepkiler nasıl oldu? Ö.K : Destekleyenler de desteklemeyenler de oldu. Çalışma arkadaşlarımdan olumlu tepkiler aldım. Özellikle üst yöneticilerden olumsuz tepkiler geldi. İstifam sosyal medyada, internetteki haber sitelerinde bir anda haberim olmadan yankı buldu. bulamama durumları var. NTV’den çıktıktan sonra vasfın kalmıyor. Çünkü orada yapılan habercilik değil. Bu durumu da orada çalışanlar çok iyi biliyor. Haber kesip, cümleleri atmak habercilik değildir. Editör, prodüktör ve yönetmen dahil kendilerinin bu vasıfları taşımadıklarını çok iyi biliyorlar. Haber merkezinde her şeyin en kolayına kaçılmış. Haber ajanslarından sürekli besleniyorlar. Aldıkları maaşları başka yerlerde alamayacaklarını biliyorlar. Hepsi belli yaşların üzerinde insanlar ve başka sektöre de geçemeyeceklerini biliyorlar. C.B.-M.Ö. : Sonrasında iş bulma sıkıntısı çektin mi? Ö.K. : İş aramadım, artık haber merkezinde çalışmama kararı aldım. Çünkü ne kadar yandaş habercilik yapılabileceğini gördüm. Artık haber merkezinde çalışmak istemiyorum. C.B.-M.Ö. : Bize zaman ayırdığın için teşekkür ederiz. C.B.-M.Ö. : İstifa etmeyip rahatsız olanlar var mı? Varsa neden istifa etmediler? Ö.K. : Rahatsız olup istifa etmeyen bir sürü insan var. İstifa etmeyenlerin birçoğunun sorumlulukları var. İçlerinde her şeyi o maaşa bağlı olan insanlar var. Mesela 45 yaşındaki insan artık başka yerde yapamaz. O insanlar öncelikle maddiyatı düşünüyorlar ve birçoğunun kredi borcu var, ev geçindiriyorlar. Başka yerde iş 14 MERVE ÖZÇELİK / İLETİŞİM FAKÜLTESİ CANER BOSTANCI / SOSYOLOJİ , Harmandalı da Çöp Mücadelesi Büyüyor Haziran İsyanı tüm mahallelerde, sokaklarda, şehir merkezlerinde bir silkinme süreci oldu. Yarına dair yeni ve belki de köklü değişimlere neden olacak mücadelelerin tohumlarını serpti. Bu tohumlardan biri de, büyük çoğunluğunu Kürt ve Alevi işçi ailelerinin oluşturduğu Harmandalı’da yeşermeye, yeşertilmeye çalışılıyor. İzmir’in (Urla’dan Aliağa’ya) bütün bölgelerinden getirilen her türlü çöp (inşaat sanayi, tıbbi atık, evsel atık..vs) ayrıştırılmadan, üzeri sadece toprakla örtülerek Harmandalı’na atılıyor. Vahşi çöp depolama sistemi dediğimiz bu sistemle, 21 yıldır, her gün 4 bin ton çöp Harmandalı’ya geliyor. Çöpün kokusu, çöp arabalarından dökülen çöp suyu, çöplükte çıkan yangınlar, metan gazı sıkışmaları ve çöp arabalarının yaptığı kazalar. Belediye, çöp arabalarını kullanan işçiler üzerinde baskı kurarak kapasitelerinden fazla çöp toplamaya zorluyor bu nedenle de çöp arabalarını kullanan işçiler hızla semtimizden geçmeye mecbur kalıyor. Bunun bedelini biz ve çöp arabası kullanan işçiler kazalarla ödüyor. Ayrıca, ne bölge halkına ne de çöplükte çalışan işçilerin hiçbirine sağlık kontrolü yapılmıyor. Çöplük sadece mekansal bir rezalet değil, çöplükte çalışan geri dönüşüm işçileri, çöp arabalarını kullanan ve çöp toplayan işçiler için de büyük bir tehdit. Bölge halkının ve işçilerin yaşam haklarına yapılan açık bir saldırı. Çöplüğün etrafında kurulan ve geri dönüşüm işçilerinin barındıkları yasal olmayan çöp depoları (çoğu barakalardan oluşuyor ve bu depoların sahipleri tarafından geri dönüşüm işçileri güvencesiz, düşük ücretlerle çalıştırılıyor) uyuşturucu satıcıları ve kadın ticareti yapanların cirit attığı bir yer haline gelmiş durumda. Haziran’ın Yeşerttiği Tohum Haziran ayında bütün Türkiye’yi saran mücadele dalgası Harmandalı’ya da bir mücadele tohumu ekti. Daha doğrusu, çöplük kurulduğundan beri süren irili ufaklı mücadelelere yeniden hayat verdi. Haziran direnişiyle birlikte yaz 15 boyu yapılan park forumlarının ardından mahalleliler çöpün kaldırılması için yürüyüşler yapıyor, çöp arabalarının önünü kesiyor, çöpün yarattığı çevre felaketi ve sağlıksız koşullara dair topluca belgeseller izliyor, tartışma forumları düzenliyor. 2003’te süresi dolan çöplük alanının kullanım süresi mevcut hukuksal düzenlemelerdeki açıklardan faydalanan yerel yönetim, buna göz yuman bakanlık ve merkezi yönetimlerce sürekli uzatılıyor. Yerel yönetim ‘’sorunun farkında olduğunu, en kısa sürede sorunu çözeceğini’’ söyleyedursun söylediğimiz gibi günde 4 bin ton çöp yaklaşık 150 bin insanın yaşadığı ve artık bu insanların yaşadığı mahallelerin ortasında kalan Harmandalı Çöplüğü’ne dökülmeye devam ediyor. 2003’ten bu yana çeşitli eylemlerle bu sorunu gündeme getirmeye ve kamuoyu baskısı yaratmaya çalışan halkın ise tek istediği, uğruna şehrin nefes alınacak nadide yerlerinden İnciraltı’nı katlederek almaya çalıştıkları (onu da beceremedikleri) Expo 2020 için söyledikleri gibi; Herkes İçin Sağlık. Herkes İçin Sağlık gibi temel bir hak için mücadele edenler bir yandan da haklarında açılan davalarla baskı altına alınmaya, susturulmaya ve İzmir’in çöplüğü olmayı kabul etmeye zorlanıyor. 7 16 mahalleliye dava açılmış durumda. Hakkında dava açılan bir mahallelinin sözleriyle bitirelim: “HES’lerin yapımında görmüştük bu tavrı, nükleer santral yapımında görmüştük, Hasankeyf’te görmüştük, 3. Boğaz Köprüsü’nün yapımında, ODTÜ’ye yol yapımında, Gezi’de… Kısacası görmüştük, görmüştük ve yine görmüştük. Bedelini her seferinde ödedik. Peki ya onlar?” SELÇUK KOÇAK DOKUZ EYLÜL ÜNV. ENDÜSTRİ MÜHENDİSLİĞİ YÜKSEK LİSANS ÖĞRENCİSİ 17 DEVLETE İNANIRSAN DİKENLERİ KOPARDIĞIN YERLER TEKER TEKER KANAR Bir diriliş, bir uyanış gibiydi 31 Mayıs gecesi. Yanan barikatların yalazında soluk soluğa bağırdık, yazdık dizelerimizi duvarlara. Aştık taa en başta korku duvarını... İkinci Yeni yolculuğunun en güzel yeri olan göğe bakma durağının ustası Turgut Uyar’ın Fransız Kültür’ün duvarına yazılmış dizeleri vardı isyan ateşinde yankılanan; “ Muş – Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan / dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar” Birilerinin askerleri olanlara inat zoru seçip, üstadın dizeleri oldu insanlar. Göğe bakma durağında oturup Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaya binebilmek idi özlem. Edebiyatın, hayatın her alanına değebilme yetisini kuvvetlendirdi o isyan günleri, güneşe gömdük ölülerimizi ve yıllardır haritada var olan ancak hiç bilmediğimiz illerdeki isyanın ateşinde harladık isyanımızı. Sokağa atılan ilk adım, yankılanan ilk slogan besledi yüreklerimizdeki düşleri. Her birimiz 18 diğerimizden destek aldı düştüğünde. “Devlet bizim devletimiz, polis bizim polisimiz” diyenler de vardı sokağa çıktığında ancak ilk gaz bombasının düşüşü ile gülün dikeni koptuğunda, en çok o kanadı koştum elimi sardım yarasına. Elinden tutup getirdim o “yokuş yol’a” Sahi sen hiç bildin mi Muş - Tatvan yolunu, Kürdistan topraklarını, acının rengini bildin mi? Sahi sen hiç Muş - Tatvan yolunda çiçekler ne renk açar, ağıt ne renk yankılanır bildin mi? Sahi sen hiç halay hangi dilde, zılgıt ne renkte bildin mi? 11 yıllık neo-liberal politikaları ile AKP’nin, yaşam tarzı başta olmak üzere, toplumsal ve siyasal alanda uyguladığı faşist politikalar, insanları soluksuz bırakacak hale getirmiş; “Gezi Parkı” ile üzerlerindeki ölü toprağını atan “Y kuşağı, apolitik 90’lar” sokağa çıkmıştı. Başka bir dünyanın mümkün olduğuna inananlar bir avuç çapulcu ya da marjinaldi. 30 – 35 yıllık Kürt sorununu yandaş medyadan izleyen insanlar sokağa çıktıklarında, penguen belgeselini görünce anladılar içinde bulundukları gafleti. Tek başına bir şey ifade etmese de bu, başka bir dünya için atılan önemli bir adımdı. 3-5 ağaç değildi mesele. Mesele insan olabilmek daha da ötesi bu faşist sistemde insan kalabilmekti. Canlarımızı faşizme kurban verdiğimizde, gömdük öfkemizi bereketli topraklara ve analarımızın gözyaşları ile suladık. Ve inandık gün gelecek Pablo Neruda’nın da dediği gibi “bu topraktan gülecek ölülerimiz/ kalkık yumrukları titreyecek/buğdayın üstünde” GİZEM HIZAL / SANAT TARİHİ 19 BİR GÜVENCESİZLEŞTİRME PROJESİ: YENİ YÖK YASA TASARISI Akp hükümeti (kendi ifadesiyle) “yükseköğretim sistemini yeniden yapılandırmak amacıyla1“ hummalı bir çalışma içerisinde. İlk olarak Mart 2011’de başlayan çalışmalar, en son Ocak 2013’de yeni bir tasarının yayınlanmasıyla önemli bir aşamaya geldi.2 Muhtemelen Haziran İsyanı’nın iktidara verdiği korkuyla daha da otoriterleştirilerek kabul edilecek olan tasarı, Akp iktidarının üniversiteleri piyasalaştırma anlamında en cüretkar ve en kapsamlı hamlesi olarak yorumlanabilir. Bu hamleye yine aynı güçte bir cevap vermek için üniversitede üniversitenin gerçek öznelerini muktedir kılmanın yollarını aramalıyız. Bunun için yeni yasanın bütün detaylarına hakim olmak gerekiyor. *** Yasa tasarısı üniversiteyi 5 ana eksen doğrultunda dönüştürmeyi hedefliyor: çeşitlilik, kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik, performans değerlendirmesi ve bilimsel rekabet, mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısı, kalite güvencesi. İlk hedef çeşitlilik olarak sunuluyor. Ülkede 4 çeşit üniversite olması hedefleniyor. Buna göre üniversiteler zaten var olan devlet, vakıf üniversiteleri ve açılmasına izin verilecek olan özel ve yabancı üniversiteler olmak üzere kate1 2 gorize ediliyor. Ayrıca, vakıf üniversiteleri de özel üniversite olabilecekler(son yıllarda ülkenin her yerinde ‘kar amacı gütmeyen’ onlarca vakıf üniversitesi açılmasının alamet-i farikası bu olsa gerek). Zaten paralı eğitim veren vakıf üniversiteleri ve açılması düşünülen özel üniversiteler paralı eğitimin bir adım daha yaygınlaşmasına, halk nezdinde daha da normalleşmesine yardımcı olacaktır. AKP hükümetinin her ile bir üniversite yapması, üniversite varolan illerde de üniversite sayısını arttırmasının sosyal devlet anlayışı sürdürmekle bir alakası yok. Devlet üniversitelerini kendi aralarında nitelik ve nicelikleri üzerinden kategorize etme ‘’herkese parasına göre eğitim’’ gibi piyasacı ve liberal anlayışı yerleştirme amacı taşıyor. Çoğu büyük kentlerde olan Boğaziçi, ODTÜ, İTÜ gibi ülkedeki diğer üniversitelere göre ‘’daha nitelikli’’ bu üniversiteler emekçi-yoksul çocuklarına kapatılacaktır. OMÜ, 9 Eylül, Kocaeli gibi okullar dershanelere belirli bir para ayırabilen orta sınıf ailelerin çocuklarına, Sütçü İmam, Çoruh, Tunceli, Namık Kemal gibi ‘’taşradaki’’ üniversiteler ise yoksul ailelerden gelenlerin gidebileceği en güçlü, hatta muhtemel tek seçenek olacaktır. Çeşitlilik ilkesinin bir diğer hedefi ise örgün eğitim dışında yaygınlaştırılacak bir eğitim sistemi inşa etmektir. Bunun için Açıktan ve Uzaktan Eğitim http://yeniyasa.yok.gov.tr/files/b494b17ff7566b86ef17f23893baa909..pdf Ocak 2013 taslağını şuradan ulaşılabilir : http://yeniyasa.yok.gov.tr/?page=yazi&c=90&i=120 22 Fakülteleri açılmış, çoğaltılmıştır. AB normlarına uyum için ülkedeki üniversite mezun sayısını arttırabilmek bunun nedenlerinden biridir. Bir diğer önemli neden de kadınların evlere hapsedilmesidir. Uzaktan ya da açıktan eğitim ile hem üniversite okuyacaklar hem de “ev kadınlığı“ adı altında ev içi ücretsiz emek olacaklardır. Tasarının önüne koyduğu ikinci hedef ise, kurumsal özerklik ve hesap verebilirlik. ‘’Kurumsal özerklik’’ üniversiteyi bölge piyasasının bir ‘’girdi’’si haline getirecek. Kentteki veya bölgedeki sermayenin özelliklerine uyumlu, ihtiyaçlarına cevap veren bir üniversite yapısı oturtulacak. Tamamen iktidarın otoriter politikalarına bağımlı kılınan üniversite sözde özerklikle, idari anlamda iktidara avuç açacak; ama ekonomik ihtiyaçları piyasaya havale edilecektir. Böylelikle üniversiteler sadece bölgedeki sermayenin ihtiyaçlarına uygun projeler üretmekle kalmayacak, aynı zamanda ihtiyaç duyulan ‘’nitelikli emek gücünü’’ de yetiştirecektir. Yasayı tasarlayanlar, bu yasalaştırılmış talan düzeninde ahlak ve dürüstlük düsturunu önemsediklerini göstermek için “şeffaflık, hesap verebilirlik“ ilkelerine de yer vermişlerdir. Oysa buradaki hesap verebilirlik ve şeffalık üniversitenin gerçek özneleri öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalışanlarına değil, girdi- çıktı hesapları yapan kâr mekanizmasına yani sermayeye ve siyasal iktidara verilen hesaptır. Geçtiğimiz aylarda RedHack’in YÖK’ün sitesini hackleyip kamuoyuna yayınladığı talan belgeleri bunun en somut örneğidir. Tasarının bir diğer hedefi, performans değerlendirmesi ve rekabet. Yeni sisteme göre, öğretim elemanları ve araştırma görevlileri her 12 ay için performansları üzerinden puan alacaklar. Bu puan, bölüm başkanlarını, bölümlerini, üniversitelerini de etkileyecek, karnelerine işlenecektir. Yani akademisyene salt kendi gibi akademisyenlerle yürüttüğü rekabet şartlarının basıncı olmayacak, bunun yanında okulunun da baskısı olacaktır. Zaten asıl amaç “rekabeti“ ve “kaliteyi“ teşvik edebilmek adına akademisyenler üzerinde her yönden basınç oluşturmaktır. Akademisyenlerin alacağı maaşın bu puanlama sistemi üzerinden belirleneceği de akıldan çıkarılmamalıdır. Lisans öğrencileri de dahil akademisyenlerin tümünü kapsayan rekabetçilik anlayışı, anabilim dalları, bölümler, enstitüler, fakülteler ve üniversiteleri, paralı eğitim sisteminin sonucu olarak yüksek öğretim piyasasında ‘’marka olma yarışı’’na sokacaktır. Bir diğer ilke de, mali esneklik ve çok kaynaklı gelir yapısıdır. Hazırlanan bütçe modelinde üniversitenin döner sermayesi, öğrenciden alınacak öğrenim ücretleri, projelerin piyasaya sunulması ve bağışlarla oluşacaktır. Yani kendi büt- 23 çesini hazırlamakla yükümlü üniversite yönetimi, yeteri kadar döner sermayesi ve başka geliri olmadığı gerekçesi ile öğrencilerden yüksek meblağlarda öğrenim ücreti alma hakkına sahip olacaktır. Böylece bütçe açığını kapatma ve üniversitedeki öğrenim hayatının programlı ve sağlıklı işlemesi gibi birçok ‘’masum’’ bahaneyle binlerce öğrencinin bilgileri bankalara satılabilir, okul kimlikleri kimseye sormadan bankamatik kartı yapılıp öğrenciler banka müşterisi yapılabilir, bilimsel faaliyetler için sponsorlar bulunabilir ya da holdingler için AR-GE çalışması yapılabilir, teknoparklar açılabilir, okulun içi lüx AVM’leri aratmayacak onlarca mağaza ile yeni bir şekle büründürülebilir. Bu saydıklarım sadece planlanan dönüşümün birkaç muhtemel sonucu. Sözde öğrencilerin üzerindeki öğrenim ücreti yükünü azaltmak için üniversitenin bulunduğu şehirde en çok vergiyi veren ya da üniversiteye en çok bağışı yapan patron Üniversite Konseyi’nde yer alacak. Böylece üniversite içerisinde yapılacak bilimsel çalışmalar, şirketlerin ihtayaçlarına entegre edilecek; halk için değil, piyasa ve özel sermaye için bilim politikasında bir aşama daha geçilecektir. Bu sayede akedemisyenler ve öğrenciler yaptıkları projeler için kendilerine sponsor bulabileceklerdir. Kaçınılmaz sonuç; maddi nedenlerden dolayı akademik personel, çalışmalarını patronların belirleyeceği görevler ve sınırlar içerisinde yapacak, piyasaya uygun olmayan ya da piyasaya kendini adapte edemeyen bölümler, anabilim dalları kapanacak ya da önemsizleşecek, özgürce çalışma yapan akademisyenlerse maddi yetersizlikten dolayı çalışma yapacak mecra bulamaya- 24 caklardır. Öğrecileri büyük holdinglerin stajyeri, akademisyenleri ise AR-GE müdürleri ve personeli sayabilirsiniz. Üniversitenin elindeki bütçenin kullanımı da esnekleştirilip, kariyer günleri düzenleyen öğrenci kulüplerine bütçe ayrılırken, bilimsel araştırma yapan ve konferans düzenleyen kulüplere ise bütçe ayrılmayacaktır. Aynı durum bölümler için de geçerli olacaktır. Bu şekilde tasarlanan yeni yüksek öğretim sistemimizde artık tamamen müşteriye dönüşeceğimiz için ücretin tahsil edilmesi de önemli bir başlık. Tahsilat konusunda da birkaç öneri ve proje olduğu biliniyor. Bunlardan en güçlüleri, kredi ve borçlandırma sistemi. Şimdiki öğrenim kredisine kısmen benzeyen ama daha kapsamlı ve ciddi borçlandırmaları içerecek bir model düşünülüyor. Bu modele göre üniversite yönetimi YÖK’ün belirleyeceği esas ve usüller kapsamında, bir öğrencinin senede ne kadar para vereceğine karar verecek. Öğrenci okula borçlandırılarak, ya mezun olduktan sonra ya da sene içinde paranın geri ödemesini yapacak. Kredi ve borçlandırma sistemi üzerinde mutabık kalınmış bir sistem şimlik yoktur, ama uzun zaman geçmeden olacaktır. Muhtemelen yeni yöntemler geliştirilecek, yumuşak geçişler denenecek ve değişik versiyonları ile önümüze getirilecektir. Vakıf üniversitelerinde yaygın olan, devlet üniversitelerinde de yaygınlaşmaya başlayan, öğrencinin okulda çalışması da işin püf noktalarından biridir. Bu şekilde paralı eğitimin mağduru öğrencinin krediyi ödeyememe durumu da sözde ortadan kaldırılacaktır. Yeni sistemin oturması için yumuşak geçiş denemelerinin olacağını unutmamak lazım. ‘Yoksul‘ öğrenciye burs verilmesi yahut paralı okumaması gibi. Bu ‘yoksulluk‘ tanımı ucu açık, sınırları belli olmayan , kendi istedikleri gibi tanımlayabilecekleri bir ‘yoksulluk‘ olacaktır şüphesiz. Gerçekten yoksul olan binlerce öğrenciyi borçlandırıpiçin para alabilmek için bu esnek yoksulluk tanımı epeyce işlerine yarayacaktır. Yasada yapısal değişikliklerin yanı sıra yeni kontrol mekanizmalarından da söz ediliyor. Bu da ilkelerden biri olan “kalite güvencesi” ile ilintilidir. Keza yasada şöyle bir cümle geçiyor: “Yükseköğretim Kurulu, bugüne kadar olduğu gibi sadece girdi kontrolü değil, süreç ve çıktı kontrolü de yapmak zorundadır.’’ Süreç ve çıktı kontrolünden kastedilen, üniversitelerimizin yıldızını parlatabilmek ve dünya pazarında yer edinebilmeleri için kalite ve denetim sistemi yerleştirilmesidir. *** Görüldüğü üzere, 80 sonrası ülkedeki neo-liberal dönüşümle başlayan ve 99 Bologna süreci ile üniversiteler özelinde şekillenen, AKP döneminde de egemenler arası mutabakatın sağlanması ile hızlanan üniversitenin yeniden yapılandırılması biz öğrencileri, akademisyenleri ve diğer üniversite emekçilerini daha fazla güvencesizleştirecek, geleceksizleştirecektir. Bu güvencesizleştirmeye, üniversitenin iktidara karşı onurlu duruşunu yerle bir eden “hizmet et” şiarına karşı, üniversite içinde sermayeye karşı barikatlar kurmak gerekir. Tüm bunlara inat, rekabetçiliğe karşı dayanışmayı, piyasa yararına değil toplumsal fayda için bilgi üretmeyi ve her türlü baskıya karşı özgürlüklerimizi bu barikatlarda savunmalıyız. Dernekleri, kulüp faaliyetlerini, fanzinleri, dergileri, forumları ve elbette ki her zaman bizlerin olmuş olan sokağı, üniversitede siyasal duruş sağlayacak araçlar olarak benimsememiz; yaratıcılığımızı ve kolektif iş yapabilme yeteniğimizi, yok edilmeye çalışılan kamusal alanları var etmek ve çoğaltmak için kullanmamız gerekir. Ancak böyle bir perspektif üniversite ile toplum arasına kurulan duvarları yıkabilir, eğitimi bir özgürleşme projesine dönüştürebilir... CANER BOSTANCI – SOSYOLOJİ 25 Üniversitelerde Neoliberal Dönüşüm Üzerine Birkaç Söz “Değiştirilebilirlik, mübadelenin nesnelere uyguladığı işlemlerin aynısının fikirlere uygulanmasına yol açar. Ölçülmez olan tasfiye edilir. Düşüncenin ilk görevi piyasadaki mübadele ilişkilerinin sonucu olan o her şeyi kapsayan ölçülebilirliği eleştirmektir.” Theodor W. Adorno Bir ezberi tekrar ederek başlamak gerekirse; Türkiye’de 80 darbesinden sonra toplumun tümünde uygulamaya konan piyasacı mantık, YÖK eliyle üniversitelere de dayatılmıştır. YÖK ile beraber üniversiteler idari, mali olarak merkezileştirilmiş, dönemin iktidarından bağımsız karar alabilme yetisi elinden alınmıştır. O döneme kadar, bin bir mücadele ile kazanılan sınırlı demokratik ortam da, toplumsal dalganın kırılmasına paralel olarak yok edilmiştir. Darbe sonrasından bugüne kadarki hükümetlerin geliştirdikleri üniversite politikaları, bir yandan üniversitenin kendisinin neoliberal dönüşüme entegre olması, bizzat bileşenlerinin bu ilişkilere dahil edilmesini hedeflerken, diğer yandan bütün toplumun neoliberal dönüşümünü derinleştirecek ideolojik altyapıyı layığıyla hazırlayacak bir enstrümana dönüşmesini hedeflemektedir. AKP döneminde ise, özellikle 2007 sonrasında neoliberal mantık otoriter politikalara 26 daha çok ihtiyaç duymuş, üniversite neoliberal otoriterizmin tüm boyutlarla hissedildiği ana mecralardan biri olmuştur. Üniversitenin ilk ortaya çıkışından bu yana, bu tarz köklü dönüşümlerde üniversitenin hep kilit bir rolü olmuştur. İktidarlar için üniversitenin önemi, sadece piyasada ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü ve nitelikli elemanları yetiştiren bir araç olmasında değil, bizzat bu politikaların yarattığı ilişki biçimlerini üniversiteye ve ardından tüm topluma mal edecek bir yapıya sahip olmasındadır. Mevcut iktidar ilişkilerini “meşrulaştıran” ideolojik altyapıyı hazırlamakta üniversiteye büyük görev düşerken, üniversiteliler de eğitim süreci içerisinde kapitalist toplumun ve sermayenin gerekliliklerine göre bir hayatı nasıl “örgütlemesi” gerektiğini öğrenirler. Bu yüzden her iktidar, eğitim ile ilgili düzenlemeleri ciddiye alır, masraftan ve zahmetten kaçınmaz. Tabii buraya kadar anlatılanlar madalyonun sadece bir yönü. Üniversiteyi “devletin bir ideolojik aygıtı” olarak ele almanın sonucu. Doğru ama eksik. Eksik olan yan, üniversitenin bahsedilen kapitalist ilişkileri eleştirme, parçalama, giderek yok etme potansiyeline sahip örgütlenmeler için de “verimli” bir toprak olması. Türkiye’de devrimci mücadelenin tarihi bunun sayısız örnekleriyle dolu. Peki, nasıl oluyor da üniversite hem devletin bir ideolojik aygıtı olarak sermayenin ihtiyaçlarına yönelik bir toplum inşa etmeye yararken hem de sermayeye karşı gelişen mücadelelerin ana damarlarından biri oluyor? Cevabı, hem eleştirel bilginin doğasında hem de üniversite içerisinde hayat bulan kolektif ilişkilerde aramak lazım. Elbette metalaşan bilgi, kâr mekanizmasını güçlendirmekten başka bir derde deva olmazken, egemen paradigmayı öyle ya da böyle delebilen her türlü eleştirel bilgi, diyalektik bir sürecin önünü açarak, üniversitelilerin hayatında mayalanır. Bu mayalanma süreci, üniversite yaşamının kolektif kültürü ile buluştuğu zaman toprağa tutunur, filiz verir, “ürün” devrimci mücadeledir. Dolayısıyla, üniversitenin neoliberal otoriterizm döneminde yaşadığı dönüşüm sürecini çelişkileri, gedikleri olan, üniversitenin öznelerinin müdahalesine açık bir süreç olarak kavramak, siyasal yığınağı bu çelişkileri derinleştirme perspektifiyle yapmak gerekiyor. Yoksa ceberrut, her şeye kadir neoliberal-otoriter bir “ideolojik aygıt” anlatısının, bizzat mücadelenin öznelerini pasifleştirici etkisinden sıyrılamayız. Çelişkileri Derinleştirmek Haziran İsyanı kuşkusuz egemen sınıfların elini zayıflattı. Esasen sermaye sınıfının değişik fraksiyonlarının bir ittifakı olan AKP, henüz bu kesimlerin desteğini tamamen yitirmezken, “vazgeçilebilir” olduğunu gördü. Bu güç kaybının emek sermaye çelişkisinin kazanacağı yeni boyutlardan tutun da medyaya, yargıya, güvenlik aygıtına, üniversiteye kadar bir dizi alana bir dizi etkisi olacak. Önümüzdeki dönem, ülke gündemiyle üniversite gündeminin yeniden iç içe geçtiği bir dönem olacak. Haziran İsyanı’nın oyuna sürdüğü “haysiyet” kozu, şimdi egemen sınıflar için kıvılcımı üniversiteden çakılacak bir dizi yeni mücadelenin önünü açabilir. ODTÜ’den yükselen direnişin anlamı budur. Üniversiteyi sermaye diktatörlüğüne teslim etmeme ana yönelimini yitirmeden, üniversite öğrencisinin arayışının, Haziran İsyanı süresince sokaklara hakim olan yaratıcılık ve başkaldırı ruhuyla şekillenmesine imkân tanıyacak mecralar açığa çıkarmanın tam sırası. 27 MÜHENDİSLİK VE MİMARLIK FAKÜLTELERİ : NEOLİBERAL MÜDAHALENİN VELİ NİMETİ kentleşmeye yatırım yaparak çözmeye çalışır. Kentsel inşa bir yandan büyük sermaye yatırımı gerektirmesi sebebiyle önemli bir sermaye kesimine kârlılık alanı açarken diğer yandan istihdam kapasitesinin büyüklüğü sebebiyle işsizlik sorununu çözmeye yarar. “Burjuvazi şimdiye kadar itibar gören ve saygılı bir huşuyla bakılan her mesleğin halesini çekip aldı. Doktoru, avukatı, şairi, bilim adamını ücretini ödediği kendi Dünya kapitalist sistemi 2008 ücretli emekçisi durumuna getir” yılından beri etkileri ancak 1929 Buhranı Komünist Manifesto ile karşılaştırılabilecek önemli bir sermaye birikim krizi yaşıyor. Bu kriz Mimarlık ve Mühendislik Fakülteleri ortamı sermayeyi kentsel inşa arayışına böyle bir mecra yaratmak için önemli itiyor. Akp’nin “yok şu metroyu yaptık, imkânlar sunuyor. Bu imkânlardan nasıl yok şu kadar bina diktik” diye övünmesi yararlanabileceğimiz ve somut olarak salt seçmene verilen bir “çalışıyoruz neler yapabileceğimize geçmeden mesajı” değil, büyük sermaye önce, neoliberal dönüşümün Mimarlık kesimlerine yönelik “bir çağrı” aynı ve Mühendislik Fakülteleri’ni nasıl zamanda. etkilediğine değinmek yerinde olur. Kentleşme ve Mimarlık ve Mühendislik Kentsel yatırım artıp, sermaye Fakülteleri birikimi için önemli uğraklardan biri haline geldikçe bu yatırımı hayata Yedi kapılı Teb Şehri’ni kuran kim? geçirecek mimar ve mühendislere Kitaplar yalnız kralların adını yazar. düşen görev de artıyor. Bu sebeple, Yoksa kayaları taşıyan krallar mı? ulusal ve uluslararası piyasada rekabet …. edebilecek, hızlı teknolojik değişikliklere karşı hazırlıklı olabilecek, teknolojik Ne oldular dersin duvarcılar Çin bilgiyi piyasanın acil ihtiyaçlarına göre Seddi bitince? üretip uygulayabilecek Mimarlık ve Yüce Roma’da zafer anıtı dikenler? Mühendislik Fakülteleri’ne olan ihtiyaç Bertolt Brecht artıyor. David Harvey, önemli makalelerinden birisi1“Kent Hakkı”nda “kentleşmenin sermayedarların kâr arayışlarında aralıksız ürettikleri artı ürünü emmede özellikle etkin bir rol oynadığını1” ile sürer. Sermaye birikimin önündeki engelleri ve işsizliği 1 İsteniyor ki, inşaat mühendisleri inşaat sektöründeki iş cinayetlerinden kim sorumlu diye mimarlar kentsel dönüşüm mü kentsel talan mı diye, maden mühendisleri teknolojik gelişmeler ne kadar işçiler yararına kullanılıyor diye, deniz inşaat http://www.sendika.org/2013/05/kent-hakki-david-harvey/ 28 mühendisleri yapı sökümde asbest kullanımı kimin canına mal oluyor diye sormasın. İsteniyor ki, nitelikli işgücünün direnme, isyan eğilimi daha üniversitedeyken ezilsin. Mimarlar ve mühendisler sermayenin doğa ve emek sömürüsünün suç ortağı olsun. Fakültelerin yanı sıra TMMOB’a yönelik baskıları da bu çerçevede düşünmek gerekiyor. Geleneğinde, sermaye İstanbul’a köprüyü tartışırken, toplumsal sorumluluk adına Zap üzerine Devrimci Gençlik Köprüsü inşa edenlerden korkmakta pek haksız da sayılmazlar. Ne Yapmalı? Sonuç olarak üniversitelerde cafcaflı formüllerle önümüze sunulan piyasalaşma süreci, akademisyenlerin ve idari personelle beraber artık öğrencilerin de büyük oranda sermayeyle içli dışlı olmasını getiriyor. Eleştirel, sorgulayıcı, yaratıcı bir bilgi üretme sürecinin yerini sermayenin siparişine göre şekillenen bir kırtasiyecilik aldı. Mimarlık ve Mühendislik Fakülteleri’nde bu kârlılık virüsünü deşifre etme, tüm hayatımızı işgal eden metalaşmaya karşı koyma, sermayenin dayattığı “bilgi”leri depolamaya mecbur bırakılan zihinlerimizi doğanın insanın kısacası hayatın özgürleşmesi için kullanacak yeni mecralar yaratma ihtiyacı çok açık. Bunun yolu da öğrencilerin kendi özüretimlerini örgütlemesinden geçiyor. Ancak ve ancak bu öz üretimlerde filiz verecek düşüncelerle, uzmanlaşmaktan çıkıp birlikte üretme- yetkinleşme ve kolektif özgürleşmeye varabiliriz. Bu noktadan hareketle ezilenlerin yanında saf tutan mimar ve mühendisler için kapitalizme karşı koymak bugünden yapılacak olan çalışmaları tasarlamak gerekmektedir. Siyasal mücadelenin örgütsel bağlarla can bulamadığı alanlarda üniversitenin yaşam alanlarına nüfuz edebilmenin, teknik bilimlerdeki sermayenin ve iktadarın yoğun saldırısına karşı dur diyebilmenin zemini yaratabilmek için mimarlık ve mühendislik fakültelerinde bülten ve fanzinlerin çıkartılması, sosyal medya ve internet sitesi çalışmaları, öğrencilerin fikirlerini ifade edecekleri yaratıcılıklarını besleyecek bir karşı hegemonya yaratacak araçlara olan ihtiyacın giderilmesi açısından elzemdir. Yazı boyunca belirtilen yüzlerce toplumsal yaraya müdahale edebilmek için bu bölümlerdeki üniveritelilerin kendi alanlarında yetkinleşmesi ve bu yetkinliği siyasallaştıracak bir yayın içersinde sorumluluk alması politikleşme süreci için de katkı koyacaktır. Bu yayın en başta bulunduğu yerellerde bir araya gelen arkadaşların üniversite içersindeki sorunları ve bunları genel anlamda toplumun geri kalanını nasıl etkilediğini deşifre edebilecek bir ufka sahip olmalıdır. Bu ufku da ancak olayları , üniversite içinde rektör ve idari kurumların önce öğrencilerin özgürlük ve yaratıcılığını nasıl ipotek edip sonra bunu sermayeye nasıl peşkeş çektiğini ifşa ederek gerçekleştirebilir. GÖKSU UYAR FRANSIZ DİLİ VE EDEBİYATI 29 Türkiye: Erdoğan ya da Güç Sarhoşluğu Arap baharından sonra Türk baharı da doğmak üzere mi? Bazı eylemcilerin haykırdığı gibi Taksim, İstanbul’un Tahrir meydanı mı? Kuşkusuz bu hafta İstanbul’un merkezi bir meydanında başlayan harekelenme Türkiye siyasetinde bir dönüm noktası olacaktır. Eylemcilerin bir avuç marjinal olarak lanse edilmesi, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın kamuya ait bir parkın koruyuculuğunu üstlenme hakkını doğuruyor. Fakat polisin aşırı güç kullanımı ve şiddetini yüreklendiren Hükümet Başkanına karşı yapılan bu eylemler, geniş bir halk hareketine dönüşmüştür. Aşırı solcusundan sağcısına kadar siyasi arenada bu halk hareketi, 10 yıldan beri tekelleşen hükümete karşı birikmiş tüm şikayetleri açığa çıkaran niteliktedir. Laikler ise, toplumsal hayattaki her gün biraz daha artan din baskısı ve Erdoğan’ın din istismarından tedirgin olmuş durumdalar. Bunun dışında birkaç gün içinde alkol tüketimini sınırlamak için yapılan yasa oylandı. Muhammed’i eleştiren Sevan Nişanyan ‘’küfrettiği’’ gerekçesiyle 3 ay mahkum edildi. Ankara Belediye Başkanı ise vatandaşlarını ‘’ahlaki değerlere uygun 30 davranışlar sergilemeye’’ çağırıyor. Terörle Mücadele adına birkaç aydan beri tutuklamaların ve baskıların hedefinde olan sol ve aşırı sol partiler, öğrenciler ve ayrıca sendika örgütleri bu durumdan bıkmış durumdalar. AKP Hükümeti, Türkiye’deki kültürel farklılıkları tanımıyor. Bundan dolayı İslam’ın daha özgürlükçü ve azınlık tarafını oluşturan Aleviler, kendilerini Hükümetin yaptığı ayrımcılığın kurbanı olarak görüyor. Bu liste uzayıp gidiyor. İstanbul’u komik bir duruma düşüren Hükümet başkanının otoritesi, onun kaba üslubu, megaloman kent projeleri ve yaklaşık 20 yıl önce şehirde inşa ettiği sistem bu eylemlerle hep bir ağızdan ifşa ediliyor. Reformcu duruşu ve AB’ye üyelik müzakere sürecine sırtını dayamış Erdoğan’ın iktidarının etrafı kuşatılmış durumda. 2007 ve 2011 yıllarındaki iki seçimle %47 ve %50 oyla halk oylamasına dönüşmüş ve bu, iktidarını güçlendirmiştir. Bu seçim hakimiyeti, Erdoğan’a iç yollarda yapılan iktidar karşıtı her şeyden sıyrılmasına izin veriyor. Bürokratik ve adli bir araç olan ordu ve vaktiyle ona karşı olan basın da çoğunluğun partisi AKP ve onun başkanının hizmetine girmiştir. Ayrıca Taksim’de ayaklanmalar patlak verdiğinde televizyon kanalları, Dünya Sigarasız Günü dolayısıyla verdiği bir konferansı yayınlamaktaydı. Erdoğan’ın başbakanlık görevine geldiğinden itibaren polislerin sayısını üç katına çıkarması, eylemcilere karşı yapılan ve cezasız olan olağanüstü şiddetin kanıtıdır. Türkiye’nin Anayasa’nın değiştirilmesi ve başkanlık sistemine evrilmesiyle Devlet başkanı olma fikri Erdoğan’ın isteklerinden biri. İşte bu da çok korkulacak bir dönüşüm olacaktır. 31 KAYNAK: LE MONDE - FRANSA ÇEVİRİ: RUKEN DEMİRER FRANSIZ DİLİ VE EDEBİYATI 31 Sınıfa Merkeziliğini Yeniden Kazandırmak* Ellen Meiksins Wood E.P. Thompson 1963 yılında İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nu yayınladığı zaman, entelektüel solda hâlâ daha canlı bir anti-kapitalist kültür vardı. Bu canlı anti kapitalist kültür, E.P. Thompson’ın da dahil olduğu, etkili bir grup olan İngiliz Marksist Tarihçiler1 arasında coşkuyla karşılık bulmuştu. 1968’deki militan kalkışma ve onu takip eden birkaç yıl içinde gelişen çeşitli etkileyici işçi mücadelelerine rağmen (belki de yüzünden?) Batı’daki solun entelektüel hayatı, on yıldan biraz fazla bir süre içinde, kapitalizme teslim olma ve “sınıftan kaçış2” ile şekillendi. Solun önde gelen akademik akımlarında, “post Marksizm” ile başlayan ve postmodernizm ile doruğuna ulaşan eğilim, kapitalizmin öyle ya da böyle uygulanabilir tek seçenek olduğu ve sınıf mücadelesinin artık gündemde olmadığı ilkesinden hareket etti. 1970’lerin sonuna gelindiğinde bu akademik akımlar az ya da çok “yeni sağ” ve neoliberalizme paralel olarak gelişme yolundaydı. Böylelikle, neoliberal öğreti tarafından yönlendirilen hükümetlerin emeğe karşı sermaye lehine açık bir sınıf savaşı yürüttüğü bir zamanda sınıf kavramı düşüşteydi. Örneğin İngiltere’de Margaret Thatcher hükümeti işçilere karşı amansız bir sınıf savaşı yürüttüğünde onun retorik stratejisi sınıfın varlığını reddetmek üzerine kuruluydu. Sınıfın varlığını reddetmek üzerine kurulu ideolojik stratejinin entelektüel soldaki yansıması ise daha endişe vericiydi. Bu, sadece sözde post Marksistler için geçerli değildi. “Thatchercılık” kavramını icad eden İngiliz Komünist Partisi’nin son moda teorik yayını Marxism Today bile coşkuyla “sınıftan kaçış”a geçmişti. Solun yeni sınıf-dışı savaşçıları toplumsal evrenin neoliberal yorumunu hararetle onayladılar. Buna göre, yalnızca parçalanmışlığın, farklılığın ve çoğul kimliklerin eski sınıf dayanışmasını erittiği postmodern dünya vardı. Sınıf ve sınıf siyasetine yer yoktu. Elbette bunun, birçok kişi için, özellikle ırk ve cinsiyete dair diğer baskı biçimlerine karşı gerekli mücadelelerin yürütülmesine devam, anlamına geldiği doğrudur. Fakat diğer mücadele biçimlerine yönelik ilgide sınıftan kaçıştan fazlası - belki de azı demeliyiz- vardı. Sınıftan kaçış için, basitçe 70’ler ve 80’lerdeki emek hareketinin inişe geçmesini suç- * Bu yazı Against the Current’ ın Eylül/Ekim 2013 tarihli 166. Sayısından alınmıştır. ( http://www.solidarity-us.org/node/3980) 1 Bu konuda aydınlatıcı bir çalışma için bkz. Harvey J. Kaye, İngiliz Marksist Tarihçiler (İletişim:2009)-ç.n. 2 Bkz. Ellen Meiksins Wood, Sınıftan Kaçış (Yordam:2006)-ç.n. 32 layamayız. Entelektüel solun belirli kesimlerinin sınıfı reddi, düşüşü önceleyen daha başka kökenlere sahiptir.3 Sınıf kavramından vazgeçmeye hevesli bu sol entelektüellerin çoğu aynı zamanda, –şayet önceden olduysa bile- yeni parçalı gerçeklikte kapitalist sistem gibi bir şey olmadığı için, sistemli bir bütünlük olarak kapitalizme meydan okumaya da gerek olmadığını iddia etmeye meyillidirler. Şimdi elde olan, daha önce de söylediğimiz gibi, bireysel tercih yelpazesinin aşırı genişlemesi olarak “sivil toplum”un muazzam yayılmasıdır.4 Buna göre neoliberal öğreti ile savaşmanın yolu açıkça onun temel varsayımlarını kabul etmek ve onu kendi retorik oyununda yenmeye çalışmaktır. Gerçek Kapitalist Kriz Bugün dünya kapitalizminin uzun zamandır görmediğimiz gerçek bir krizi ile karşı karşıyayız. 2008 krizinden ve onu takip eden kemer sıkma projesi felaketinden beri kapitalizmin acımasız sistemsel etkilerini ve korkunç sınıf gerçekliklerini görmezden gelmek zorlaşmıştır. Occupy gibi, yeni muhalefet hareketlerinin bazı umut verici işaretleri vardır. Bu hareketler hâlâ daha tutarlı bir siyasal hareket oluşturamamışsa da kapitalizmin sonuçları ve sınıf eşitsizlik- leri hakkındaki algıyı değiştirmeye başlamıştır. Buna rağmen entelektüel solun büyük bir bölümü önemli bir alışkanlığını kaybetmişti: sadece pratikte değil teoride de, kapitalizme muhalefet araçları ve hatta iradesi. Bu, yaşadığımız anı E. P. Thompson ‘ı yeniden canlandırmak için doğru moment yapan şeydir. Thompson sadece, muhtemelen diğer tarihçilerden daha fazla, sınıf oluşum sürecini ve mücadeleyi canlı biçimde hayata yönelten kişi değildir. Aynı zamanda diğer tarihçilerden ve hatta her türlü bilim insanı ve yazardan da fazla, kapitalizmi net bir biçimde, bir doğa yasası olarak değil tarihsel olarak özgül bir toplumsal biçim şeklinde kavramıştır. Böylelikle o, bizi kapitalizmi eleştirel antropolojik bir mesafeden görmeye sevk etmektedir. Bu, uzun zamandan beri kapitalizmi kanıksama alışkanlığı kazandığımız, onu soluduğumuz hava gibi evrensel ve görünmez saydığımız günümüzde özellikle önemlidir. Thompson, toplumsal pratikler ve ahlaki prensipler bütünü olarak kapitalizmin en temel varsayımlarına, onların sürekli çatışmalı bir süreç olarak gelişiminin izlerini sürerek, karşı gelmiştir. Thompson bunu, sadece İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nda değil diğer eserlerinde de yapmıştır. Bir Bu ayrıntılı bir şekilde benim “A Chronology of the New Left and Its Successors, or: Who’s Old-Fashioned Now?” ( Yeni Solun Bir Kronolojisi yada Kim Eski Moda Şimdi)Socialist Register 1995, 22-49 adlı makalemde ve Sınıftan Kaçış adlı kitabımın 1998 tarihli önsözünde tartışılmıştır.-y.n. 3 4 Wood’un sivil toplum hakkındaki görüşleri için bkz. Ellen Meiksins Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı (Yordam:2008) içinde “Sivil Toplum ve Kimlik Politikası” s.275-303.- ç.n. 33 klasiğe dönüşmüş olan “Halkın Ahlaki Ekonomisi”nde pazar rasyonalitesi çekişmesinin izini sürer. Pazar rasyonalitesi muhalif geleneklerden, beklentilerden ve geçim hakkının farklı anlayışlarından doğan direnişe karşı zorla kabul ettirilmiştir. Diğer makalesi “Görenek, Hukuk ve Genel Haklar”da mülkiyet tanımlarının nasıl kapitalist kâr için üretkenliğe dayandığını ortaya çıkarır. Bunların kendisini nasıl egemen kullanım hakkı anlayışlarına ve pratiklerine karşı ifade ettiğinin izini sürer. “Zaman, İş Disiplini ve Endüstriyel Kapitalizm”de endüstrileşme kavramına saldırır. Endüstriyel kapitalizmin tarihsel olarak özgül bir sömürü biçimi olduğu konusunda ısrar eder. Onu tarafsız teknolojik değişim sürecinin bir sonucu olarak görmez. Aksine, sadece iş pratikleri üzerinde değil fakat zaman deneyimimiz gibi gündelik yaşamın temelindeki şey üzerinde etkili bir değişim olarak ele alır.5 larının ısrar ettiği gibi, birbirinin katıksız anti-tezi olmadığı anlamına gelir. Thompson için zorlu iş, tarihsel süreci ele geçirmek ve aydınlatmaktır. Sınıfa “katmanlaşma” yapısı içinde durağan bir konum olarak değil, aksine bir süreç ve toplumsal ilişki olarak yaklaşır. Başka bir deyişle, Thompson Marx’ın kendi prensibini ciddiye alır: tarihsel materyalizm insanın “pratik etkinliği”, özgül tarihsel ve toplumsal koşullarla sınırları belirlenmiş insan eylemi hakkındadır. Bu onu, çelişkili bir zemin ve mücadelenin hedefi olarak kapitalizmin yetkin bir çözümleyicisi yapar. Thompson’ın tarihe yaklaşımı, benim için tarihsel materyalizmin esas niteliğini ortaya koyar. Onun yaklaşımı hem teori ve pratiğe hem de siyaset ve tarihe ışık tutar. Thompson, teorik bir dil kullanmaktan kaçınma eğilimi gösterse de, onun tarihsel eserini her zaman teorik olarak verimli, tarihsel olarak aydınlatıcı bulmuşumdur. Thompson teorik bilgiyi “durağan kavramsal temsil” olarak değil “süreci araştırmaya uygun kavramlar” olarak tanımlar. Bu tanım, başka şeylerin yanında, tarih ile teorinin ve ampirik olan ile teorik olanın, Marksizm’in bazı etkili dal5 E.P. ÇEVİRİ: İBRAHİM SARIKAYA Thompson’ın bu makaleleri Avam ve Görenek : İngiltere’de Geleneksel Popüler Kültür Üzerine Araştırmalar (İletişim:2006) da bir araya getirilmiştir. 34 Black Mirror Gündelik hayatımız, teknolojik gelişmeye dayanan bir ütopya yaratır çevremizde. Daha çok tüketim üzerinden şekillenen bu ütopyada, dilediğimiz her şeyi alabiliriz. Daha çok özelliği olan bir telefon, daha hızlı bir bilgisayar, daha iyi ses veren bir kulaklık, daha yüksek çözünürlüklü bir kamera, daha geniş kapasiteli bir tablet, daha geniş ekranlı bir televizyon, daha, daha, daha… Kuşkusuz çok uzak olmayan bir gelecekte, nesne olarak görmeye alıştığımız bu teknoloji mucizelerini kendi bedenimizde de taşıyacağız. Unutmak istemediğimiz güzel anılarımızı – kelimenin tam anlamıyla – bize yeniden gösterecek bir hafıza kartını kim istemez? Kumandanın tek hareketiyle sevgilimizle ilk öpüşmemiz, ikinci bir hareketiyle nefret ettiğimiz bir dersten geçtiğimizi öğrendiğimiz an ve belki de bir başkası, işgal altındaki Taksim’de bayrak ve pankartlarla donatılmış AKM binası ve tüm kalabalığıyla capcanlı Gezi parkı. Ahh… O güzel günler… Bugünü yaşamaya gerek bırakmayacak kadar güzel günler… Birçok teknolojik aletin yaptığı da tam olarak budur; bizi günümüz gerçekliğinden kopararak, sahte bir gerçeklikle sarmalamak. Bu konuda en çok suçlanan da, bilgisayar oyunları olur. Bilgisayar oyunlarının, televizyon ya da sinema gibi öznesi olamayacağımız teknolojik aletlerden daha çok benimsenmesi ve bu nedenle hayatımızı daha çok etkilemesi, bu oyunlarda özne olabilmemizdir. Hayatta yapamayacağımız birçok şey, olamayacağımız birçok kişi, bilgisayar oyunlarının geniş yelpazesinde önümüze serilir. Peki ya bilgisayar oyunları yerine gerçeklikle oynamamız bu denli kolay olsaydı? Kötülerin avlandığı bir oyunun parçası olsak? Ve bunu gerçek hayatta yapabilseydik? Avlananların gerçek insanlar olması bizi kaygılandırır mıydı? Yoksa av ile avcı arasındaki heyecanlı gerilimi izlemek, hatta onun bir parçası olmak bizi daha da mı heyecanlandırırdı? Ya da o çok arzulanan ve bir o kadar da korkulan sınır, insan üretmek! Bu mümkün olabilir miydi? Neden olmasın? Şu anda elimizde olan teknolojilerde 35 insan klonlaması gerçekleştirilebiliyor. Peki, bunun – eğer henüz yapılmıyorsa – yapılmasını, yaygınlaştırılmasını ve piyasaya sürülmesini engelleyen şey nedir? Ahlak mı? Yoksa var olan sistem içinde anlamlı bir yer bulamayacağı çekincesi mi? Klon bir insan nasıl pazarlanabilir? Kaybettiği birinin yakınlarına sunulabilir mi, yoksa iş yükü altında ezilen bir çalışana mı daha uygundur? Ölen birinin yerine klonu geçebilir mi? Ya da iki kişi (asıl kişi ve klonu) bir kişinin çalışma yükünü-ücretini paylaşabilir mi? Klon mu daha uygun olur, yoksa insansı bir robot mu? En azından robotun ihtiyaçları klona göre daha az olabilir; belki sadece biraz daha yüksek bir elektrik faturası. Peki ya onların hakları ne olacak? Nesne gibi mi davranılacaklar, köle mi olacaklar, yoksa ikinci sınıf vatandaş mı sayılacaklar? Belki de eşit olurlar? Tüm bunlar ve daha birçokları, tüketilmek için üretilen teknolojik ürünlerin yarattığı yeni toplumsallığın muhtemel ürünleridir. Buradaki muhtemelin altını iyice çizmek gerekir. Çünkü bize dayatıldığının aksine teknolojiler, tarihteki tüm olgular gibi, zorunlu olarak var olan kaçınılmaz durumlar değildir. Belirli toplumsal ilişkiler, ekonomik ve siyasi nedenler sonucunda şekillenirler. Ve karşılıklı bir etkileşim içinde, doğdukları toplumsal ilişkileri etkileyerek yeni ekonomik ve siyasal gelişmelere neden olurlar. Bu nedenle teknolojinin kendisi son derece toplumsal, ekonomik ve siyasaldır. Ve aynı nedenle, müdahaleye de açıktır. Haziran İsyanı’nın kanıtladığı binlerce şeyden biri de, çevremizi sardığı, bizi körelttiği ve sisteme bağlı kıldığı söylenen sosyal paylaşım sitelerinin, birden bire en önemli direniş unsurları haline gelmesiydi. İletişim ve propaganda açısından, hem çok kullanışlı, hem de çok yaygın birer araç haline geldiler. Bunu bir sosyal medya güzellemesi yapmak amacıyla söylemiyorum. Aksine, bazı teknolojik ürünlerin ne kadar kolay karakter değiştirebileceğini, tahakküm aracı olanların direniş aracına dönüştürülebileceğini, ama sonuçta birer araç olduklarını belirtmek için söylüyorum. Aynı zamanda unutulmamalı ki, bizim direniş aracı olarak benimsediğimiz aynı sosyal medya, yeni tahakküm biçimlerine de izin verebilir, onların da aracı olabilir. 36 Velhasıl kelam, tarihin hiçbir döneminde olmadığı gibi şimdi de, teknolojiyi yabana atmamak gerek. Bizim için önemli ve anlamlı olan, günümüzde çok yoğun bir şekilde tahakküm aracı olarak kullanılan teknolojinin bize ve dolayısıyla, bizim müdahalemize de bu denli açık olmasıdır. Teknolojiyi kullanmak elimizdeyken, onu kullanmayı bilmek gerekir. Geleceğe dair teknoloji merkezli distopyalar1, eleştirel bir teknoloji okuması için anlamlıdır. Ancak, bu distopyaları okurken ya da izlerken, teknolojinin bize sunduğu imkanların da aklımızın bir köşesinde var olması gerekir. Yoksa sonsuz bir karamsarlık dehlizine yuvarlanır gideriz. Bu yazıyı bıkmadan, usanmadan okuyanlar için tavsiyem, bir İngiliz yapımı olan, Black Mirror isimli kısa diziyi izlemeleridir. “Ben bilimkurgu sevmem,” diyenlerin de “Bilimkurgu mu? Getirin bana hemen,” diyenlerin de anlamlı bulacakları bir distopya dizisidir bu. Yukarıda bahsi geçen teknoloji örneklerinin bu diziden alıntı olduğunu da fark edeceksiniz. Gönül ister ki, bu yazıyı okuyup da diziyi izleyenler için dizi, bana olduğu gibi onlara da ilham verici olur ve Günebakan’ın bir sonraki sayısında, başka birinin distopya düşünceleriyle karşılaşırız. Gecikmiş de olsa, bu da bizim teknoloji kullanımımız olur, siber çağda kağıt yoluyla iletişim kurmak… BÜLAY DOĞAN KOÇ ÜNİVERSİTESİ DOKTORA ÖĞRENCİSİ 1 Kelime anlamı olarak distopya, ters ütopya ya da kötü ütopya anlamlarına gelmektedir. Distopyalar, istenmeyen ya da kötü bir toplum hayaline dayanır. Çoğunlukla baskıcı, otoriter ya da totaliter devlet sistemlerini ve/veya dev şirketlerin elindeki baskıcı rejimleri konu edinir. Karakterler genellikle, antikahramandır. Klasik örnekler arasında Cesur Yeni Dünya (Aldous Huxley), Fahrenheit 451 (Ray Bradbury), Biz (Yevgeniy İvanoviç Zamyatin) ve 1984 (George Orwell) sayılabilir. Biz dışında kalan romanların filmleri de çekilmiştir. Ayrıca siberpunk akımına ait birçok roman, film ve çizgi roman, distopik öğeler barındırmaktadır. Blade Runner (Ridley Scott) adıyla filmleştirilen Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi? (Philip K. Dick) adlı roman ya da William Gibson’ın Neuromancer’ı, yine distopya sayılabilecek bilimkurgulardır. Ancak bir eserin distopya olması için illa bilimkurgu olmasına gerek yoktur. Yeni bir örnek olarak China Miéville’in Perdido Sokağı İstasyonu adlı romanı, bilimkurgu, fantazya ve korku türlerinin iç içe geçtiği distopik bir dünyada geçer. Bazı eserlerde ise, ütopik ve distopik öğeler bir arada olabilir. Mülksüzler (Ursula K. LeGuin) bu tarzın var olduğu, göz ardı edilmemesi gereken bir örnektir. 37 “Georges Perec - Şeyler” Üzerine... “Sonuç kadar araç da gerçeğin bir parçasını oluşturur. Gerçek arayışının kendisinin de gerçek olması gerekir; gerçek araştırma, açık kolları sonuçta birleşen, ortaya serilmiş gerçektir.” Karl Marx Bu alıntı ile noktalıyor Georges Perec ‘Şeyler’ isimli kitabını. Alt başlığı “Altmışlı Yılların Bir Hikâyesi” olan roman, iki bölümden oluşuyor. Perec bu kitabında, kapitalizm ile yaşamlarımıza sirayet eden ve zaman geçtikçe varlığını arttıran tüketim çılgınlığı, meta fetişizmi gibi kavramların bireyler ve bireylerin davranışları, algıları ve hayata bakışları üzerindeki etkilerini Sylvie, Jerome ve onların arkadaş çevreleri üzerinden irdelemekte. Aslında roman, sadece 60’lı yılları değil günümüz toplumunun da bir yansımasını oluşturmakta. Sylvie ve Jerome 60’lı yılların Fransa’sında yaşamaktadır. O günün koşullarının ötesinde, tüketim toplumunun sürekli dayattığı; her şeye sahip olma ve ne kadar fazla şeye sahip olunursa aynı orada da mutlu olma düsturunun sağlam birer sahiplenicisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Birbirleri ile olan ilişkileri kadar arkadaş 38 çevreleriyle olan ilişkileri de bunda belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu algılayışta, bulundukları, varlıklarını tanımladıkları arkadaş çevresinin de etkisi bulunmaktadır. Evlerindeki duvarların renginden kitaplıklarına, dizecekleri kitapların boyutlarına hatta evlerinin hangi odasına ne kadar güneş ışığı gireceğine kadar kendi şekillendirdikleri hayatı (daha doğrusu yaşam alanını) düşünüyor, hayal ediyor ve hayal ettiklerinden daha azını kesinlikle istememektedirler. Onlara göre mutlu olabilmenin en temel koşulu budur. En azından bir süre için buna inanıyor ve ona göre bir hayat yaşamaktadırlar. Etrafları mülkiyetle çevrilmiştir, bunun farkındadırlar, ancak farkına varmak istedikleri zaman. Dünya kusurlu bir yerdir, düzen kusurludur ama bu kusurlu düzen içerisinde en kusurlu yaşayan onlar olamaz ya? Buna kendilerini inandırmaları hiç de zor olmuyor. “Onların dünyasında elde edeceğinden daha çoğunu istemek neredeyse bir kuraldı. Bu kuralı onlar ilan etmemişlerdi; bu bir uygarlık yasasıydı, en uygun ifadesini genelde reklamlarda, dergilerde, vitrinlerde, sokaklarda, hatta bir ölçüde, herkesçe kültür adı verilen şeylerde bulan apaçık bir veriydi.” Zamanla kendilerine dayatılan bu tüketim toplumunun birer parçası olmanın hayatlarındaki anlamsızlığını kavramaya başlıyorlar. Zamanın Fransa’sında toplumsal hareketlerin sokağa yansımasının, onları öncelikle düşünmeye sevk ettiğini sonrasında ise bir şeyler yapma arzusuna sürüklediğini görüyoruz. “Polisinin insan saygısıyla meşhur olduğu İngiltere’de yaşamak isterlerdi.” Yani özgür olabilmenin önemini kavramışlardı artık, insana saygı, yaşam hakkına, yaşam tarzına saygı daha az önemli olamazdı mülkiyetten. Yaşanan olaylar onları tavır almaya sürüklemişti bir kere, “… Mahallelerinde kurulan antifaşist komiteye girdiler. Bazı günler, insanları uyanık olmaya çağıran, suçluları ve iş birlikçilerini teşhir eden, kalleşçe saldırıları kınayan, masum kurbanları anan afişleri üçdört kişi birlikte asmaya gitmek için sabahın beşinde kalktılar. Sokaklarında bildiriler dağıttılar, üç-dört kez tehdit edilen evlerde nöbet tutmaya gittiler.” İlk kez gerçek bir kavganın içerisinde yer almışlardı, ancak sürüncemeye giren süreç ile birlikte eski hayat pratiklerine geri dönmüşlerdi. Ancak farklı olan bir durum da yok değildi eskisine göre hayatlarında. İçine doğmasalar bile sonrasında sağlam bir şekilde kazandıkları bu tüketim pratiğinin kendilerine zevk vermediğini fark etmişlerdi. Eskiye dönmüşlerdi ama eskisi gibi değildi artık şeyler. Sıkılıyorlar, kaçmak istiyorlardı. Çabalıyorlardı. İşte bence kitap tam da bundan sonra başlamaktadır zaten. Kahramanlarımızın uzaklaşma arzusu ile yeni yerlere gitmesi, farklı pratikleri deneyimlemeleri, mutluluğu aramaları, bulduklarını sanmaları… EVRİM EYLEM ŞİŞMAN / SOSYOLOJİ 39 BARIŞIN TADI Bir ağaç, kesebilirler ağacı, Ağacın ne gelir elinden? Biraz çaba, testere falan, Eh, az çok da zaman, Ağaç devrildi gitti. Bir kuş, vurabilirler bir kuşu Bir el ateş ya da bir iki taş Bir avuç tüy düşer toprağa. Bir öküzün ya da bir atın İşi kolay görülür ve hazırdır Kesimevinde kasap önlüğü. Bir çocuğun, oğlan ya da kız, Ne gelir elinden katile karşı? Bakışlar, diyeceksiniz şimdi, Ama gözü dönmüşse katilin Ya da kimse yoksa ortada? Bir adam, koca bir adam da Bir kuş gibi avlanabilir, Belki daha da kolay hatta. Bir ağaç, bir kuş, bir öküz, bir at Bir çocuk, bir adam Yok oldular işte ard arda. Ama dostlarım, hepimiz olsak Ne bok yiyebilirler Onca insanın karşısında? Ne yapabilirler Direnen halklara? 40 Eugène GUILLEVIC Çeviri: Cemal SÜREYA