Hollandalı yaratıcı Marcel Wanders, ürünlerden mekanlara, sürekli
Transkript
Hollandalı yaratıcı Marcel Wanders, ürünlerden mekanlara, sürekli
Marcel Wanders Hollandalı yaratıcı Marcel Wanders, ürünlerden mekanlara, sürekli algılarımızı değiştirecek görseller ortaya koymanın peşinde. Quasar İstanbul’da yine onun imzası var. Ona göre ilham denen şey içimizde yanan bir ateş. Işık Cansu Canayak 264 Marcel Wanders 265 D Quasar Big Mask, Marcel Wanders tasarımı. 266 ünyanın en yaratıcı, deli dolu, üretken ve birikimli iç mekan ve ürün tasarımcılarından Marcel Wanders ile sabah erken bir saatte, telefonda yaptık röportajı. Aslında hikaye şöyle: Harper’s Bazaar Türkiye’nin 20’nci yaşını, Wanders’in iç dekorasyonunu ve genel tasarım dilini üstlendiği rezidans projesi Quasar İstanbul’da kutladığımız geceden hemen sonra kendisiyle mutlaka bir röportaj yapmamız gerektiğini biliyorduk. Ancak kendisi tam da o sırada Amsterdam’ın nefis modern sanat ve tasarım müzesi Stedelijk Museum’da kariyeninin en büyük retrospektif sergilerinden birine hazırlanıyor olduğu için, röportajı yapabilmemiz Mart ayını buldu. O sabaha dönersek: Tüm enerjisi ve rock’n’roll görünümüyle karşımda (Skype ekranında) oturuyordu. Sakin ve etkileyiciydi. Güne enteresan bir başlangıç yaptığını anlatıyordu: “Kız arkadaşım büyük bir telaşla bisikletinin kaybolduğunu söyledi. Her yerde onu aradık. Başka bir sokakta, üstelik kilidi de takılı bir halde bulduk. Sihirli bir bisiklet, kendi kendine bir yerlere gidip duruyor, bir de kendini kilitliyor sürekli!” (Tasarımcı olarak işin içine bir parça hayalgücü katmasını garipsemeyin lütfen. Neticede Wanders, baktığı her obje ve eşyada sıradan bir gözün gördüğünden, sıradan bir kalbin hissettiğinden daha fazlasını yapabildiği için bugün olduğu yerde.) Hollandalı yaratıcı ruh, fırtınalı bir eğitim hayatının ardından 32 yaşındayken, 1995’te Amsterdam’daki ilk stüdyosunu açtı. 1996’da, yüksek teknoloji ürünü materyalleri, çok az teknoloji gerektiren bir metotla bir araya getirdiği, kariyerinin en önemli eserlerinden biri olan Knotter Chair ile dünyanın dikkatini çekti, ödüller aldı. Bugün dünya haritasının hemen her noktasında lüks bir otelin iç mekan dilinden sorumlu olan, aynı zamanda sürekli yeni ürünler ve mobilyalar tasarlayan, sanat yönetmenliği yapan, ambalaj, kozmetik ürünlerin sunumu ve diğer tasarımlarla ilgilenen Wanders’ın galaksisinden geçen markalar arasında Alessi, Bisazza, Marks & Spencer, Japon lüks kozmetik markası Kosé, KLM, Flos, Swarovski, Puma’yı bir çırpıda sayabiliriz. Bir zamanlar çok ‘garip’ işler yaptığını kendisi de kabul ediyor, tasarım dünyasında bir ‘anormallik’ olarak adlandırılmış olmasından da memnun. Ona ‘dizaynın Lady Gaga’sı’ diyenler dahi var. Provoke eden, heyecanlandıran ve mutlaka var olana farklı bir anlam yüklemeyi başaran tasarımları ve mekanlarıyla Wanders, gerçekten aynı dünyayı paylaşıyor olmaktan mutluluk duyacağınız türde bir adam. Harper’s Bazaar: Galiba çok yoğun bir kış geride kaldı sizin için, değil mi? Marcel Wanders: Çok yoğun ve duygusal bir süreçti. Bin 275 metrekarelik bir alana yayılan, 400 parçalık bir retrospektiften söz ediyoruz. Geçmiş yıllara bakıp ürünleri seçmek, kategorilere ayırmak, işin PR kısmı, partileri, davetleri derken çok fazla emek isteyen ama bu emeğin karşılığını fazlasıyla veren, yaşamımın bir tür özeti gibi oldu bu sergi. 15 Haziran’a kadar da devam edecek. Tabii bu sırada diğer projeler mecburen geride kaldı, şimdi onlara bakıyoruz. HB: Yorulmak bilmeyen zihniniz şu sıralar nelerle meşgul? MW: 8-13 Nisan arasında Milano’da tasarımın en büyük fuarlarından biri olan Salone del Mobile var, ona hazırlık yapıyoruz. Moskova, Doha, Zürih ve Mayorka’da otel projelerimiz devam ➤ 267 ediyor. Oteller çok zaman alan projeler. Mesela Mayorka’daki otel beş sene sürdü, bitmek üzere şimdi. Quasar İstanbul’a bir buçuk sene önce başladık, Ocak 2016 gibi bitecek. İki, üç ayda bir İstanbul’dayım. HB: Karada geçirdiğinizden daha fazla vakti havada geçiriyor olmalısınız! MW: Seyahat elbette muhteşem bir şey ama bir noktadan sonra hem bağımlılık halini alıyor, hem de fazla gelmeye başlıyor. Dengenizi, özgünlüğünüzü, gerçek yaşamla olan bağınızı yitirebiliyorsunuz. Harika bir bisikletim var ama iki lastiği de uzun süredir patlak. Yaptırmama gerek olmayacak kadar az vakit geçiriyorum onunla çünkü. HB: Aklım hala serginizdeki 400 parçanın hikayesinde. Neyi niçin yarattığınızı sizin dışınızda kimsenin bilmesine imkan var mı? MW: Tasarıma olan tutkumu on binlerce insanla, yeni bir eksende paylaşıyor olmak harika. Haklısınız, sadece onu yaratan kişi bilebilir aslında ne anlatmak istediğini. Bu nedenle sergi alanındaki duvarlara bol bol açıklama yazdım. Çünkü benim bildiğim şeyi tam olarak paylaşmak bana da imkansız geliyor. O noktada ikilik yaşıyorum. HB: Quasar İstanbul, heyecan verici bir proje. 20’nci yaşımızı kutladığımız parti alanı da harikaydı. O cephede neler oluyor? MW: Quasar İstanbul, sınırları zorluyor. Büyüklüğü, ölçeği ve başarmak istedikleriyle bir tutkuyu yansıtıyor. Darbe indirebilecek, etki yaratabilecek, her gün bize gelmesini hayal ettiğimiz türden bir iş. Bize özgürlük verdiler, biz de bunu akıllıca kullanıyoruz. İstanbul için efsanevi bir yer hayal ediyorlar. Quasar, şehrin içinde bulunduğu duygusal evreyi ve gelişimi sembolize ediyor. Şunu hissetmenizi istiyoruz: Burada eğlenceli ve cool komşularınız olacak. Global bir topluluğun parçası olacaksınız. Dünyanın en lüks evine sahip olabilirsiniz ama bu duyguyu yakalamak zordur. Bunu başarmak istiyoruz. Proje 2016’nın başında tamamlanacak ama şimdiden uluslararası alanda sekiz ödülümüz oldu bile. HB: İstanbul’un sizin gözünüzden nasıl göründüğünü çok merak ediyorum. MW: Aslında farklılıkları fark etmek için yaratıcı bir gözünüz olması gerekmiyor. İstanbul’u açmaya hazır, bir buket çiçeğe benzetiyorum. Hepsi teker teker açıyor. Bir döngüleri var. Güneş için yarışıyorlar, çiçek açıp büyüdükçe daha fazla gölge yaratıyorlar, hepsi kendine bir pozisyon arıyor, kimileri bundan şikayetçi oluyor, artık uğruna savaşılacak daha fazla değeriniz var, dünyanın dikkati de bu bir buket çiçeğin üzerinde. Çok derin, çok fazla farklı etki taşıyan bir kültürünüz var. Başkasınız. HB: Amsterdam’dan sonra nasıl geliyor İstanbul’un hali? MW: Amsterdam çok daha açık görüşlü bir yer, dünyanın en kozmopolit şehirlerinden biri ama İstanbul’da o kadar bariz olmamakla beraber aynı frekansı yakalayabilirsiniz. Ben İstanbul’a çok açık ve sorunsuz bir yerden bakabildiğim için, keyfini daha çok çıkarabiliyorum belki de. Açık görüşlülük, her şeyin tadını daha fazla almanızı sağlar. Çünkü korkularınız yoktur. Galiba insanlar daha tolere edici olup birbirlerinden bir şeyler öğrenirlerse ortaya daha mutlu şehirler çıkıyor. Amsterdam, Creative Capital adlı bir kitap yazdım. Son 700 sene içinde şehrin kaderini değiştiren 100’den fazla kişinin hikayesini bir araya getirdim. Ve gördüm ki; bu insanların Cappellini Eye yüzde 40’ı başka ülkelerdendi! Onlara söz ve eylem lamba, Marcel hakkı tanıdığımız için yaratıcı olabildiler ve bu bize Wanders tasarımı. 268 güzellik olarak geri döndü. Amsterdam’ı özgür bir kent yapan tam da bu. HB: Bu kadar ilham, yaratıcılık, fikir ve iş yükü... Tüm bunları nasıl başarıyorsunuz? MW: Yaklaşık 50 kişilik harika bir ekibim var. Stüdyomda iki tip insan çalışıyor: Kaos yaratanlar ile düzeni sağlayanlar. Çünkü tüm yaratıcı süreçler, aynı zamanda kaotik süreçlerdir. Şöyle; içinde kaos olmayan bir tasarım stüdyosu hiçbir fikri dile getiremez, içinde düzen olmayan bir stüdyo ise günün sonunda ortaya hiçbir ürün koyamaz. Bu, şehirlerden bireysel çalışmalara kadar tüm organizasyonlar için geçerli. Kaos ve düzen kendi aralarında sürekli kavga etmeli ve bundan ikisi de galip çıkmalı. İkisi birbiri olmadan bir işe yaramaz. HB: Aynı şey aklınıza bir fikir geldiği zamanlarda da geçerli, değil mi? MW: Aklımda ne kadar çok fikir olduğundan çok bazılarından kurtulmayı nasıl başardığım, onları sırasıyla nasıl gerçeğe dönüştürebildiğim önemli. Bir şeyi yapmaya karar verirsem hiç beklemem, hemen icraata geçerim. Bunu yapmak için de fikri kafanızda yapılandırmaya, iyi bir organizasyona ve diğer fikirlerinize duyduğunuz aşktan vazgeçmeye ihtiyacınız var. HB: Mesela bir bardak görüyorsunuz ve aklınızdan binbir türlü fikir geçiyor... MW: Bardak benzetmesini yapmanız ilginç çünkü işlerime baktığınızda hep geçmiş ile gelecek arasında bir köprü kurmaya çalıştığımı görürsünüz. Şöyle de söyleyebilirim: Bildiğimiz bir şey ile (geçmiş) henüz bilmediğimiz başka bir şeyin ortaklığı (gelecek). Yani yine düzen ile kaosun birlikteliği! Tüm işlerimde var olan algıyı değiştirebilmek isterim, bu da kaosun içinden geçerek mümkün olur. Bir obje, bir fikir tamamıyla yepyeni olursa kimse bundan bir şey anlamaz ve onunla bağ kuramaz. HB: Kulağa çok klişe geleceğini biliyorum ama sanırım şu noktada size ilhamlarınızı sormak zorundayım. MW: Sanırım ilham kelimesini de yanlış anlıyoruz. Bundan yıllar önce ilham almak için İstanbul’a gelip insanları seyredebilir, bir seyahat yapıp yeni bir kültürden etkilenebilirdiniz. Artık bunlar eskidi. Esas ilham, içten gelen, tamamen kişinin özüyle alakalı bir şeydir. En içinizde aslında ne yapmak istediğinizi biliyorsunuzdur. Kime ait olduğunuzu da. İçinizde gürül gürül yanan bir ateştir ilham. ‘Güzel bir film izledim, farklı bir desen gördüm’ demek kadar basit değildir. Gerçek ilham dışarıdan değil; içeriden gelir. Bu, neden bu dünyaya geldiğin, neden her yeni sabaha uyandığınla alakalıdır. Gördüğüm, duyduğum, sevdiğim her şey dönüp dolaşıp bu temel soruyla buluşur ve ilham ancak bundan sonra doğabilir. Mesela, bisikletiyle giden bir kız görürüm, bana güneş ışığı gibi gülümser, sonra derim ki; mutluluğu bulacağım ve insanlar bunu anlayacak. Bu içimden taşan bir duygudur, dışarıdan gelmez. HB: Bugüne kadar sizde en çok iz bırakan, sizi en çok zorlayan işiniz hangisiydi? MW: Yıllar önce kız arkadaşım çok hastalanmıştı. Onu mutlu etmek için hediye olarak üzerinde ‘Hero’ (kahraman) yazan, basit ve sevimli bir broş tasarladım. Hiçbir maddi karşılığı olmayan ama anlamlı bir objeydi. Derken bunu büyütmek istedim. Ama on binlerce broş yapamazdım. Bu fikir, içimde bir yerde bekledi. Bundan üç sene önce, yani ilk broştan 18 sene sonra, Libelle, bana dergilerinin o ayki kapağını tasarlamamı teklif etti. Ve aklıma birden bu küçük broş geldi! Onu dergiyle beraber vermeyi teklif ettim, böylece ‘hero’ yaka broşu, 500 bin kişiye ulaştı! Basit ama çok değerli bir fikir. Ama bunun için 18 sene bekledim. Buna zorlanmak diyebilirsiniz... Mondrian Miami lobisinden bir kare (Üstte). Mondrian Miami merdivenler (Üstte). Andaz lobi (Solda). Tasarımcının Alessi Dressed adını verdiği tasarımlar (Altta). HB: Tasarımlarınıza insani dokunuşlar katmanın önemini sürekli vurguluyorsunuz. MW: Yarattığım şeylerin biçimleri ve amaçları değişse de hepsinin temelindeki felsefe, güzel, sağlam ve anlamlı olmaları. Kendimi bundan sorumlu hissediyorum. Bazen hak ettiğimden daha şanslı bir adam olduğumu düşünüyorum. Dünyadaki acılar elbette kalbimi kırıp beni üzüyor, ama günün sonunda sanırım mutlu biriyim. Tasarımın insanileştirilmesinden bahsediyorum hep, doğru. Bunun tam tersi, tamamen teknolojileştirildiğimiz bir yaşam olurdu. Her şeyin bu kadar basite indirgenmiş olmasından rahatsızım. Sadece mantığı referans alan bir dünya istemiyorum. İnsanın karmaşık yapısı hiç de kötü bir şey değildir çünkü! n 269