rabbânî tavır
Transkript
rabbânî tavır
5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 1 G‹R‹fi Musîbetlere Karfl› RAB BBÂN NÎ TAVIR M. YAS‹R SEV‹M A maları ile karşı karşıya kalacaktır. Ancak mü’min kul bilmelidir ki bu, Allahû Teâlâ’nın geçmişten günümüze kadar gelen bir sünnetinden başka bir şey değildir. Bu yolun kendisinden önce yaşamış kutlu davetçileri de bir çok sıkıntı ve meşakkate mâruz kalmışlardır. Hz. İbrahim(as) ateşe atılarak ve yine İsmail’ini kurban etme emrine muhatap kalarak, Hz. İsmail(as) ise kurban edilmek için şakağı üzerine yere yatırılarak meşakkatlerle yüz “Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz yüze gelmiş ve buna paralel olarak da bir imtihada mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme na tâbi tutulmuşlardır. Aynı şekilde Hz. Yunus(as) ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!” balığın karnına düşmüş, hastalık Hz. (Bakarâ Sûresi: 2/155) Eyyub(as)’ın belini bükmüş, “Her nefis ölümü tadaHz. Yusuf(as) kuyuya atılmış, caktır. Sizi bir imtihan olarak ...dâvet yolunda ilk az bir ücret karşılığı köle kötülük ve iyilikle deneyecead›m nas›l ki, olarak satılmış, orada uzun ğiz. Hepiniz de sonunda bize Lâ ‹lâhe ‹llallah yıllar zindanı kendisine meddöndürüleceksiniz.” diyerek müslüman rese edinmiş, Hz. Yakup(as), olmak ise bu yolun (Enbiyâ Sûresi: 21/35) Yusuf’undan ve daha sonra da ikinci ad›m› da diğer oğlundan ayrı kalmıştır. Sıkıntı ve meşakkatler çebelâ ve s›k›nt›lar›n Âlemlere rahmet olarak gönderişit çeşittir. Kimi zaman fakirateflinden iman ehli lik, kimi zaman da zenginlik len son rasul Hz. Muhammed(sav) olarak s›yr›labilmektir. kul için bir imtihan vesileise 23 yıllık peygamberliği süSon ad›m olan, sidir. Kimi zaman bu vesile resince olmadık sıkıntı ve memüs lüman olarak kişiye isabet eden bir hastalık şakkatlerle karşılaşmıştır. O ölebilme aflamas› ise olabileceği gibi, kimi zaman halde iman eden fert de hayatı ancak bu yo¤un bedenen zorluklarla yüz yüze boyunca çeşitli imtihanlara ateflin içinde iyice kalmak ya da azgın otoriter tâbi tutulacak, ancak bu imtiyo¤rulduktan, tüm bu güçler tarafından zulüm, hanları başarı ile geçtikten imtihanlar› baflar› ile işkence ve esâret olabilir. sonra ehl-i iman olarak rabb’igeçtikten sonra Ancak imtihan vesileleri her nin mükâfatlarına kavuşmaya mümkün ne çeşit olursa olsun, yukarıda hak kazanacaktır. Zîra dâvet olabilecektir. da belirttiğimiz gibi, gerek yolunda ilk adım nasıl ki, Lâ mü’min gerekse kâfir her kul İlâhe İllallah diyerek müslüman dünyada kendisine takdir edilmiş nasibi ile mutolmak ise bu yolun ikinci adımı da belâ ve laka yüz yüze gelecek, Allahû Teâlâ’ya ancak bu sıkıntıların ateşinden iman ehli olarak sıyrınasibi ile nasiplendikten sonra kavuşacaktır. labilmektir. Son adım olan, müslüman olarak ölebilme aşaması ise ancak bu yoğun ateşin Kul, kendisini yüce Allah’ın indirdiklerine içinde iyice yoğrulduktan, tüm bu imtihanları teslim etmekle başlayan İslâmi yaşantısında daha başarı ile geçtikten sonra mümkün olabilecektir. İslâm kapısından içeri girer girmez belâ ve Aynı şekilde iman eden bir ferdin dünyada insansıkıntılar vesilesiyle bir takım imtihanlarla yüz lara imam/önder olması ve rabbinin davetini yüze gelecektir. Gün olacak yüce Allah’ın dinini hakiki şekliyle icrâ edebilmesi, fitne (imtihan) tercih etmesi sebebiyle en yakınları tarafından ateşinde iyice piştikten ve başına gelen musîterk edilecek, sözlü ya da fiili baskılara mâruz betlere karşı rabbânî bir tavır sergiledikten sonra kalacak, gün olacak içinde yaşadığı toplumun mümkün olacaktır. Nitekim Allahû Teâlâ, dostu baskısını sırtında hissedecek ve yine gün olacak İbrahim’i de denemiş, ancak bu denemeden sonzâlim totaliter rejimlerin baskı ve şiddet uygulallahû Teâlâ insanı yaratmış, onu dünyaya göndermiş ve her insana dünyanın meşakkatinden bir pay ayırmıştır. Her insanın, doğumu ile başlayan, ölümü ile biten şu fâni hayatta Allahû Teâlâ tarafından takdir edilmiş belâ, musîbet ve sıkıntılarla yüz yüze gelmesi kaçınılmazdır. Bu, Allahû Teâlâ’nın, kendisinde büyük hikmetleri olan bir sünnetidir. Musîbetlere Karfl› Rabbânî Tav›r A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 1 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 2 G‹R‹fi ra onu insanlara imam kılmıştır. “Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar Rabb’i, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etti, o, onları sona erdirince, Rabb’i ona, ‘Ben seni bütün insanlara imam yapacağım’ buyurdu. İbrahim, ‘zürriyetimden de yap!’ dedi. Rabb’i ona ‘zâlimler benim ahdime nâil olamaz!’ buyurdu.” (Bakarâ Sûresi: 2/124) Yâni Hz. İbrahim(a.s), Allahû Teâlâ tarafından bizzat imtihana tâbi tutulmuş, ancak bu imtihanı başarı ile geçtikten sonra Allahû Teâlâ’nın “Ben seni bütün insanlara imam yapacağım” vaadi ile müjdelenebilmiştir. Musîbetlere Karfl› Rabbânî Tav›r A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 2 Yine bilinmelidir ki fert, İslâmi yaşantısında yüce Allah’a yaklaştıkça, yüce Allah(cc) ile olan bağını arttırdıkça belâ ve meşakkatlerin ateşi kendisine daha çok yönelecektir. Zîra yüce Allah’a hakkıyla teslim olan bir fert için başa gelen her nev’i sıkıntı ve meşakkat ancak imanının artmasına, kalbinin kuvvetlenmesine, tevekkülünün güçlenmesine ve bir adım daha Rabb’ine yakınlaşmasına vesile olacaktır. Bazen de imtihan ve fitne ateşinin alevlenmesi, büyük veya küçük günahların silinmesine bir vesile olacaktır. Ve aynı şekilde başa gelen sıkıntı ve musîbetler kulun ahirette makamının yükselmesine, yüce Allah’ın en sevdiği kullarından olmasına vesile olacaktır. Allahû Teâlâ tarafından kulların yüz yüze geldikleri bu musibetlerin en şiddetlisinin özellikle yüce Allah’ın dostlarına isâbet edeceği Rasûlullah(sav)’in hadislerinde de belirtilmektedir: Sa'd b. Ebi Vakkâs şöyle der: "Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlardan hangilerinin imtihanı daha şiddetlidir?" dedim. Şöyle buyurdu: "Peygamberler, sonra salihler, sonra üstünlük sırasına göre devam eder. Kişi, dini ölçüsünce imtihana tabi tutulur. Dininde sağlamlık varsa musibeti artırılır. Dininde zayıflık varsa musibeti hafifletilir. Mümin, yeryüzünde hiçbir günahı olmadan yürüyene kadar musîbete uğramaya devam eder." (Buhâri) Yine bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır: adına iman etmiş görüntüsü verenler birbirlerinden ayrılacaktır. Bu öteden beri gelen asıl bir kâidedir. Nitekim Allahû Teâlâ kitâbında şöyle buyurmaktadır: “Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût Sûresi: 29/1-3) “Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girivereceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân Sûresi: 3/142) Meâlini verdiğimiz âyetlerde de görüleceği üzere iman etme davası güden her kul, bu dâvâsının doğruluğunu ispatlayabilme adına farklı şekillerde imtihana tabii tutulacaktır. Bu imtihan neticesinde ise kimlerin hakkıyla yüce Allah’a iman ettikleri, dilleri ile söylediklerini kalpleri ile tasdik ettikleri, kimlerin ise sadece dille iman iddiasında bulunan yalancılardan oldukları, en açık hali ile ortaya çıkacak ve böylece mü’minlerin safı, yalancılardan, münafıklardan temizlenecek ve arınacaktır. Nitekim bir başka âyet-i kerîmede ise şöyle buyrulmaktadır: “İnsanlardan kimi vardır ki, ‘Allah'a inandık’ der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabb’inden bir yardım gelecek olsa mutlaka ‘doğrusu biz de sizinle beraberdik’ derler. Acaba Allah, herkesin kalplerindekileri en iyi bilen değil midir? Allah, elbette (kendisine gönülden) iman edenleri de ortaya çıkaracak ve yine elbette münafıkları da ortaya çıkaracaktır.” (Ankebût Sûresi: 29/10-11) Burada hatırlatılması gereken elzem nokta şudur ki; mü’min kulların yüz yüze kaldığı tüm bu meşakkatler asla ve asla Allahü Teala’nın kullarına reva gördüğü bir zulmü değil bilakis yukarıda zikrettiğimiz ya da zikretmediğimiz, bildiğimiz ya da aslına vakıf olamadığımız daha nice hikmetleri bulunan bir hadisedir. Zira; "Allah kimin hayrını dilerse ona musibet verir." (Buhâri) “Allah kullarına asla zulmedici değildir.” (Âl-i İmrân Sûresi: 3/182) Belâ ve musîbetlere uğratılmanın bir diğer ve en önemli sebeplerinden bir tanesi de bu tip sıkıntıların safları ayrıştırması, mü’minlerin birlikteliğini berraklaştırmasıdır. Kulların mâruz kaldıkları imtihanlar vesilesi ile yüce Allah’a hakkıyla iman edenler ile maddî ve mânevi değerler Bilinmelidir ki, musîbetlere mâruz kalmanın tek sebebi imtihan edilmek değildir. Bilakis maruz kalınan tüm bu sıkıntılar yüce Allah(cc) tarafından verilen bir cezanın karşılığı da olabilir. Zîra yüce Allah’a isyan etmek, haddi aşmak, yüce Allah’ın sınırlarını çiğnemek, zulüm ve 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 3 G‹R‹fi küfürde ileri gitmek de insanoğlunun bir takım sıkıntılara maruz kalmasının ve bu şekilde daha dünyada iken cezalandırılmaya başlamasının bir nedenidir. Mâlum olduğu üzere helak edilen kavimlerin bu helaka mâruz kalmalarının en büyük sebebi yüce Allah’ın resullerini yalanlamaları, yüce Allah’a isyan ederek haddi aşmalarıdır. Bakınız bu noktada da Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı onlara ‘sefil maymunlar olun!’ dedik. Bu ibret dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders, korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.” (Bakarâ Sûresi: 2/65-66) “İçlerinden bir kısım zalimler, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Zulmü alışkanlık haline getirdikleri için biz de üzerlerine gökten azap yağdırdık.” (Â’raf Sûresi: 7/162) İman eden her ferdin mutlak sûrette, bu imanının sahihliğinin ortaya çıkması adına bir imtihana tâbi tutulacağı kesin olduğuna göre ilk adımda üzerinde durulması gereken esas ise tüm bu sıkıntı ve musîbetlere mâruz kalmadan önce gerekli hazırlığın yapılması esasıdır. Kişi her zaman için bir imtihana tâbi tutulacağını asla aklından çıkarmamalıdır. Bunun için iman eden bir fert belalarla, sıkıntı ve meşakkatlerle yüz yüze gelmeden önce hazırlığını yapmalıdır. Bu ise öncelikle kalbin gerekli şekilde hazırlanması ile mümkün olacaktır. Zîra gerek rıza, gerek tevekkül, gerek nankörlük gerekse sabır ya da isyan gibi amellerin tamamı kalbin fiillerindendir. Kalbin, başa gelebilecek hallere karşı uygun bir vaziyet alması ancak bu hallerle karşılaşmadan önce gerekli eğitimin yapılması ile mümkün olacaktır. Bakınız Rasulullah(sav) vücudumuzda bulunan bu et parçası hakkında şöyle buyurmaktadır: “…Haberiniz olsun! Vücudda bir et parçası vardır ki, eğer o sağlıklı olursa, vücudun tamamı sağlıklı olur. Eğer o bozulursa vücudun tamamı bozulur. Haberiniz olsun! Bu et parçası kalptir.” (Buhâri, Müslim) O halde yapılması gereken ilk iş yukarıda da değindiğimiz gibi bu et parçasını sağlıklı tutmak, hastalanmaması için gerekli önlemleri almaktır. Zira bu et parçası yani kalp, hastalandığı zaman bütün vücut dengesini kaybedecektir. Bu ise kişinin ayağının her an kaymasına, en ufak bir sıkıntı yada musibet halinde yoldan çıkmasına sebep olacaktır. Kalplerin hazırlığı ise ancak yüce Allah’ın zikri ile mümkündür. Nitekim Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlar, iman etmiş ve kalbleri Allah zikriyle yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalbler Allah'ın zikri ile yatışır.” (Râd Sûresi: 13/28) O halde kalp, gerçek rızkı ile yani yüce Allah’ın zikri ile devamlı beslenmelidir. Kişi devamlı surette vahiy ile iç içe olmalı, yüce Allah’ın ayetlerini düşünmeli, cennet ve cehennem ile ilgili ayetler üzerinde durarak bunları kalben hissetmeye çalışmalıdır. Aynı şekilde rasullerin kıssalarını okuyarak onların yüz yüze geldiği sıkıntı ve meşakkatleri düşünmeli ve bu sıkıntılara karşı nasıl bir tavır takındıklarını idarak etmelidir. Elbette ki kalbin hazırlığı bununla sınırlı değildir. Ancak burada kısaca belirtmek istediğimiz en önemli husus müslümanların ilk adımda kalben bir eğitime başlamaları gerekliliği ve bunun da ancak yüce Allah’ın zikri ile mümkün olabileceği esasıdır. Yine aynı şekilde iman eden bir fert yukarıda belirttiğimiz üzere yüce Allah’ın dininde haddi aşmanın, haram ve helal sınırlarını gözetmemenin yüce Allah(cc) tarafından daha dünyada iken farklı şekillerde cezalandırılacağını bilmeli ve kendi eliyle yaptığı suçlar yüzünden sıkıntı ve meşakkatlere maruz kalmamaya özen göstermelidir. Bu noktada iman eden bir kimseye düşen diğer vazife ise ne tür bir sıkıntı ve belâ ile imtihana tabii tutulursa tutulsun tüm bunları gönül rızası ile karşılamalı, başına gelen musîbetlerden ibret alarak kendine bir pay çıkarrmalıdır. Bazı imtihanlar vardır ki, kişi bunlara karşı mecburi bir sabır göstermek zorundadır. Bu tip sıkıntı ve meşakkatler karşısında gösterilecek olan mecbûri sabrın yüce Allah(cc) katında elbette fazlaca bir önemi olmayacaktır. Asıl övgüye layık olan tavır ise mecbûri bir sabırdan ziyâde sıkıntı ve meşakkatleri gönül rızası ile karşılamak, tüm bu başa gelen meşakkatlerin yüce Allah’ın dilemesi ile olduğunu düşünerek kalben rıza göstermektir. “Onlar başlarına bir musîbet geldiği zaman ‘biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz’ derler.” (Bakara Suresi: 2/156) Allahû Teâlâ bizleri kendisine hakkıyla iman eden ve her türlü belâ ve musîbetlere karşı sabreden kullarından eylesin. (ÂMİN) Musîbetlere Karfl› Rabbânî Tav›r A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 3 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 4 GÜNDEM Haçl› Seferi ya da ‹ N T ‹ K A M S A V A fi I RAMAZAN YILMAZ “Bu savaş, müslümanlara karşı bir Haçlı seferidir.” (ABD Diktatörü Bush) E Haçl› Seferi ya da ‹ntikam Savafl› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 4 mperyalizm tarihine bakıldığında emni dışarıya çevirmek, çıkar elde etmek ve peryalizmin yaptığı savaşların çoğunun emperyalist emellerine ulaşmak için Feodalite Haçlı Seferleri adı altında gerçekleştiği ve Burjuva’nın düzenlediklerini herkes bilir. görülecektir. Özellikle İslam’ın ortaya çıkışı ve Feodal ağalar ve Burjuva, halkı yanlarına almak yayılışı ile başlayan Haçlı Seferleri adı ile anılan için, düzenledikleri seferlere din kılıfı giydiremperyalizmin gasp ve sömürü savaşları değişik mişler ve bunun müslümanların yayılmacılığına tarihlerde zaman zaman şiddetlenmiş, kimi zakarşı bir Haçlı seferi olduğunu iddia etmişlerdi. man ise alttan alta alevli bir ateş gibi yanŞimdi aynı film yine vizyonda ve Haçl› dığı halde, kimi nedenlerle üzeri külABD emperyalizmi, başındaki diklenmiş görüntüsüne bürünmüştür. tatörü ile, Afgan doğal gazına ve seferlerinin Ancak hiçbir zaman sönmemiş, Irak petrolüne çöreklenmek için, ortadan kalkmamıştır; emperyal- günümüz organizatörü, uyduruk bahanelerle, savaşlar izm ve emperyalist duygular ABD emperyalizmi ve bu yapıyor, mâsum insanları, varolduğu sürece de bitmeyegünahsız çocukları katlediyor cektir. Haçlı Seferleri saldır- emperyalizmin bafl›ndaki ve bunun adına Haçlı Seferi ganlık ve savaş dönemlediktatörü Bush’tur. Bush, adını koyuyorlar. Oysa aynı rinde askeri güç olarak ‹slâm topraklar›na sald›r› emperyalizm daha önce varlık gösterirken, savaş Kore’ye, Vietnam’a, Küba’ya olmadığı dönemlerde poli- bahanesi oluflturmak için kendi ve halkı hristiyan olan birtik olarak varlığını sürdürçok ülkeye saldırmış, çeşitli gizli örgütleri CIA ve FBI’›n müştür. bahanelerle Avrupa’da iş- organize ettikleri 11 Eylül Haçlı seferlerinin günügal üsleri kurmuştur. Peki, müz organizatörü ABD halkları hristiyan olan bu olay›n›n hemen akabinde, emperyalizmi ve bu emperülkelere açtığı savaşları, Afganistan’a sald›raca¤›n› yalizmin başındaki diktatörü ABD emperyalizmi hangi ve bunun bir Haçl› Seferi isimlerle adlandırmıştı?! Bush’tur. Bush, İslâm topraklarına saldırı bahanesi oolaca¤›n› tüm dünya Emperyalizm kural tanıluşturmak için kendi gizli örmaz, belli bir din ve millete tâbi gütleri CIA ve FBI’ın organize bas›n› önünde yukar› değildir, bu nedenle sömürü ve ettikleri 11 Eylül olayının hemen daki ifadeleriyle gasp için her türlü kılığa girer, her akabinde, Afganistan’a saldıracağını türlü değeri istismar eder. ABD, aç›kl›yordu. ve bunun bir Haçlı Seferi olacağını emperyalist ve sömürgeci bir ülke olarak tüm dünya basını önünde yukarıdaki kendi mantığı içinde kendince haklıdır. Çünkü ifadeleriyle açıklıyordu. zorba bir güç olarak kendisini üstün görmekte, ABD diktatörü tarih boyunca Haçlıların müsher türlü kuralsızlığı ve istismarı kendisi için bir lümanlar karşısında aldıkları yenilgilerin inhak olarak görmektedir. Emperyalizme destek tikamını almayı yukarıdaki sözleriyle ifade veren çıkarcı ve yandaş ülkeler ile Kemalizm ederken emperyalist ve kafir birinin tavrını serbenzeri halklarından kopuk diktatör ve empergiliyordu. Aslında tarih boyunca düzenlenen yalizmin uşağı ülkeler emperyalizmin tüm Haçlı seferlerini hiçbir zaman hristiyanlar yapsömürü ve zorbalığına yardım ederler. “Küfür tek mamışlardı ve yapılan savaşlar, hristiyan–müslüman çatışması olmamıştı. Haçlı seferlerini, kenmillettir”, bu nedenle zulüm ve sömürüde ortak dilerine karşı oluşan halkın tepkisini ve dikkatiolmaları doğaldır. 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 5 GÜNDEM Anadolu’yu işgali altında tutup halkı inim inim inleten Kemalist diktatörlüğün, kendisinin varlık sebebi olan, Anadolu’yu işgalinde kendisine destek veren, bugün bile her vesile ile kendisini destekleyen emperyalizme uşak olması ve onun her emrini anında yerine getirmesi kendisi açısından normaldir. Zaten ABD emperyalizmi de Kemalizm’in bu uşaklığının ve teslimiyetinin nedenlerini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, zorba sistemin generallerini kendi hizmetçisi ve emireri olarak değerlendirir. Nitekim 12 Eylül 1980 kanlı ihtilalinin olacağı gece, ABD emperyalizminin önde gelen yöneticileri Kemalist generaller için “bizim çocuklar Türkiye’de bu gece ihtilal yapacaklar” diye beyanat verdiklerini dünya basını ile beraber Türkiye’deki basında da yayımlandı. Buradan da anlaşılacağı gibi, Kemalist generaller, emperyalizmin çocukları ve emirerleridirler. Buna, Kemalist generallerin, emekli olduktan sonra şükranlarını ifade etmek ve görevlerini emperyalizmin istekleri doğrultusunda ifa edip bitirdiklerini bildirmek için ABD’ye gidişleri ve oradan plaketler alışları da eklendiğinde bu gerçek daha net bir şekilde ortaya çıkmış olur. Çevik Bir, İsmail Karadayı vb. generallerin emekli olduktan sonra ayaklarının tozuyla ABD’ye gidip plaketler almaları, bunların kimlerin hizmetinde olduklarının apaçık göstergeleridir. Bütün bunlar, Kemalist generallerin neden Anadolu halkının dinlerinin, inanç değerlerinin, kültür, gelenek ve göreneklerinin düşmanı olduklarını ve her vesile ile halkın değerlerine saldırmalarının nedenini daha iyi ve açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Şu da bir gerçektir ki, yalnızca Kemalist generaller değil, dikta rejiminin tüm yöneticileri de ABD emperyalizminin uşakları, emirerleri ve maşasıdırlar. Bu yöneticiler, gerek göreve gelmeden önce, gerekse göreve geldikten sonra ABD’ye gidip izin ve icazet almakta, efendilerine gidip kendilerini takdim etmekte ve her emirlerine kayıtsız şartsız tâbi olacaklarını bildirmektedirler. Bizzat ABD’de yetiştirildikten sonra Türkiye’ye idareci yapılan Demirel ve Çiller’le beraber Menderes, Ecevit, Özal, M.Yılmaz, Erbakan ve Erdoğan gibi kimseler de ABD’ye gidip icâzet alan ve emperyalizmin her emrini kayıtsız şartsız yerine getirenlerdir. Özellikle dikta rejiminin son maşası Erdoğan, hizmet ve uşaklığına uygun bir parti kurmuş ve partisinin ismini görevine uygun koymuştur. AKP yani, Amerikan Kuklaları Partisi! Dikta rejiminin general ve idarecileri ABD tarafından yapılan her türlü aşağılanmayı iltifat kabul etmekte, her türlü hakareti övgü olarak almaktadırlar. Örneğin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz, Kemalist generallere ve onların şahsında diğer askerlere en ağır ifadeleri kullanıyor. Askerlerin başlarına çuval geçirip aşağılanıyor, hakaret ediliyor; diktatör Bush, Bakan Rumsfeld en ağır hakaretleri ararda sıralıyor, tehdit ve hakaret dolu ifadeler kullanıyorlar Kemalist diktatörlüğün temsilcileri için. Ancak bunca aşağılanma, hakaret, tehdit ve küçümsemeler karşısında Kemalist diktatörlüğün temsilcilerinden en küçük bir tepki gelmiyor. Hatta tepki şöyle dursun, Amerika Kuklaları Partisi’nin Dışişleri Bakanı Gül, ABD’nin gerçek dostları olduğunu, dostluklarının (daha doğru ifadeyle uşaklıklarının) süreciğini sırıtarak ifade ediyor. Üstüne üstlük bu bakan, kalkıp efendilerinden özür dilemek için ABD’ye gidiyor, orada da aynı küçümsemeyle karşılanıyor; o ise, her zamanki meşhur gülümsemesi ile, ABD ile dost olduklarını söylüyor. Amerikan Kuklaları Partisi ve maşalığını yaptıkları zorba Kemalizm, ABD ile efendi–uşak ilişkisi içinde dost(!) olabilirler; peki ya Kemalizm’in ve emperyalizmin zulüm ve baskısı altında inim inim inleyen, “kafirden dost, köpek derisinden post olmaz” diyen, Kemalizm’den, onun temsilcilerinden ve emperyalizmden tiksinip nefret eden inançlı Anadolu insanı ve pırıl pırıl evlatları gençler?! Anadolu insanı, askerocağını peygamberocağı bilir ve asker çocuklarına conki ya da coni değil, Peygamber Hz. Muhammed(as)’in “Mehmetçik” adını verir. Asker Mehmetçik, dini, inancı, ülkesi ve kutsal değerleri için askerlik görevini yapar, ancak Haçl› Seferi ya da ‹ntikam Savafl› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 5 fiu da bir gerçektir ki, yaln›zca Kemalist generaller de¤il, dikta rejiminin tüm yöneticileri de ABD emperyalizminin uflak lar›, emirerleri ve maflas›d›rlar. Bu yöneti ciler, gerek göreve gelmeden önce, gerekse göreve geldikten sonra ABD’ye gidip izin ve icazet almakta, efendilerine gidip kendilerini takdim etmekte ve her emirlerine kay›ts›z flarts›z tâbi olacaklar›n› bildirmektedirler. Bizzat ABD’de yetifltiril dikten sonra Türkiye’ye idareci yap›lan Demirel ve Çiller’le beraber Menderes, Ecevit, Özal, M.Y›lmaz, Erbakan ve Erdo¤an gibi kimseler de ABD’ye gidip icâzet alan ve emperyalizmin her emrini kay›ts›z flarts›z yerine getirenlerdir. 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 6 GÜNDEM ne yazık ki Mehmetçik, Anadolu’nun Kemalizm tarafından işgal edilmesinden sonra Kemalist diktatörlüğün korunması için kullanılmıştır. Zorba sistem, Anadolu gençlerini kullandığı yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük Kemalist generaller, geleneksel de olsa, imanlı, ahlaklı, kutsal değerlerine, gelenek ve göreneklerine bağlı askerlerin koruması altında, onların gözünün içine bakarak İslam’a, İslami değerlere ve müslümanlara ağızlarının salyalarını akıtarak hakaret etmiş, küfür ve bağnazlıklarını inançlı askerlerin gölgesine sığınarak yapmışlardır. Kemalist diktatörlüğün generalleri ve yöneticileri, emperyalizme hizmette yarışabilir, emperyalizmin çıkarlarını koruyabilirler. Ancak Anadolu’nun inançlı gençlerine emperyalizmin çıkarlarını fedâ edemezler. Buna onların ne hakları, ne de yetkileri vardır. Haçl› Seferi ya da ‹ntikam Savafl› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 6 Anadolu gençleri, Kemalist diktatörlük tarafından ABD emperyalizminin çıkarları için feda ediliyor! Kemalizm uğruna bu zorba sistemi korumak için boşu boşuna can verip hiç uğruna öldükleri yetmiyormuş gibi, şimdi de emperyalist ABD’nin conileri Irak’ta öldürülmesin, onlar yaşasın diye Anadolu gençleri onlara feda ediliyor, hedef tahtası yapılıyor. Daha önce de yine ABD çıkarları ve sömürüsüne yardımcı olmak için Kore’de boşu boşuna ölmüşlerdi. Şehâdet ve şehitlik; Allah yolunda mücadele ederken ölmektir; oysa Kemalizm ve ABD uğrunda ölmek, yokolup gitmek ve kafirler uğrunda can verildiği için de cehennemde ebediyen yanıp helak olmaktır. “İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kafirler de tağut (düzenler) yolunda savaşırlar. fi ehâdet ve flehitlik; Allah yolunda mücâdele ederken ölmektir; oysa Kemalizm ve ABD u¤runda ölmek, yokolup gitmek ve kafirler u¤runda can verildi¤i için de cehennemde ebediyen yan›p helak olmakt›r… “‹man edenler Allah yolunda savafl›rlar, kafirler de ta¤ut (düzenler) yolunda savafl›rlar. O halde fleytan›n dostlar› (kafirler) ile savafl›n, çünkü fleytan›n tuza¤› zay›ft›r.” (4 Nisa, 76) O halde şeytanın dostları (kafirler) ile savaşın, çünkü şeytanın tuzağı zayıftır.” (4 Nisa, 76) Anadolu halkının genç nesilleri, şeytanın dostu tağuti zorbalığa askerlik yapıp yüce Allah(cc) indinde sorumlu oldukları, günaha ve küfre girdikleri, küfür yolunda can verip helak oldukları yetmiyormuş gibi, bir de büyük şeytan, azgın terörist, kafir emperyalist ABD’nin çıkarı için gidip müslüman Irak mücahitleriyle savaşacaklar, müslüman mücahitlerin kurşunlarına hedef olup kafir olarak cehennemi boylayacaklar. Kemalist diktatörlük Irak’a, ABD askeri coniler ölmesin diye, Anadolu gençlerini ölüme gönderiyor. Yani Anadolu insanı, büyük şeytanın yanında Haçlı(!) ordusuna katılıp müslüman Arap mücâhitlerden intikam almaya gidiyor ya da gönderiliyor. Bu ne büyük bir küstahlık ve ne büyük bir ahmaklık! Amerikan Kuklaları Partisi’nin (AKP) zulüm bakanı, hapishane celladı Cemil Çiçek adlı kafir, Amerika’nın gerçek dost olduğunu, gerçek dostu ABD’ye karşı Iraklı aşiret reisleriyle beraber olmayacağını söylüyor. Zaten istese de Iraklı müslüman mücahitlerle beraber olamaz; çünkü şerefi emperyalist kafirlerin yanında arayan, şereften ve imandan yoksun cezaevi celladının, şerefli ve imanlı olan Iraklı müslüman mücahitlerinin yanında bulunması zaten mümkün değildir. Cezaevi celladı ve Amerikan Kuklaları Partisi’nin diğer piyonlarının sonu Saddam diktatöründen daha kötü olacak. ABD, Saddam’ı kullanıp kullanıp çöpe attığı gibi, AKP’li kuklalarını da yakında bir çöplüğe fırlatacaktır. ABD ile yandaşları, İslam’dan ve müslümanlardan, tarihte uğradıkları hezimetlerin, yenilgilerin intikamlarını alıyorlar. Bunun için küfür tek millet olmuş, saldırıyor, terör estiriyorlar. Kemalist diktatörler de efendilerinin yanında İslam topraklarına saldırıyor, genç yavrularımızı coniler ölmesin diye hedef tahtası olarak müslümanların kurşunlarının önüne sunuyor. Dikta rejimi, kendi askerlerini, ABD askeri için helak ediyor. Kemalist zorbalık, Anadolu halkından intikam alıyor; her on yılda bir yaptığı kanlı ihtilaller ve zorba muhtıralarla halkın gözünü korkutamayan, halkı sindiremeyen dikta rejimi son çare olarak ABD emperyalizminin çıkarlarını korumak, ABD conilerini ölmekten korumak için Anadolu halkının çocuklarını ölüme gönderiyor. Zorba sistem, Kore, Afganistan, Somali, Irak ve daha birçok yerde bu gençleri ABD için feda etmiştir. Ancak halkın zorba sistemden alacağı intikam çok daha şiddetli, çok daha acı olacaktır. 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 7 GÜNDEM Bugün ABD’nin bir numaralı destekçileri Polonya, Irak’ta tehlikeli bölgeden askerini çekiyor, ABD conilerine orayı bırakıyor, İspanya, Avustralya, Japonya Irak’a asker göndermekten vazgeçiyor; ABD’nin maşaları BM ve Dünya bankası, görevlilerini Irak’tan çıkarıp Lübnan’a yerleştiriyor, Fransa, Almanya ABD’ye karşı her türlü karşı çıkışlar yapıyorlar iken, emperyalizmin uşağı Kemalist diktatörlüğün generalleri ile AKP (Amerikan Kuklaları Partisi)’nin elemanları bir araya gelip askeri nasıl Irak cehennemine süreceklerinin hesaplarını yapıyorlar. Çünkü efendileri ABD öyle emretmiş, bu emir, Kemalizm’in generalleri ve sivil kadroları için mutlaktır; itiraz edilemez, savsaklanamaz. Irak, Afganistan, Ortado¤u, Anadolu vb. yerler ‹slâm topra¤›, buralardaki halk bugün ‹slâm’dan uzaklaflm›fl, uzaklaflt›r›lm›fl olsa bile bu gerçek de¤iflmez. ‹slâm topraklar›n› iflgâl eden emperyalist kâfirlerin yan›nda, saf›nda bu iflgâle ortak olmak ve müslüman mücâhitlere karfl› savaflmak, küfür ve azg›nl›kta haddi aflmak, yüce Allah’a isyanda doruk noktaya ulaflmakt›r. Amerikan Kuklaları Partisi (AKP) yöneticileri, kendilerini iktidara (!) getiren ABD’ye nimet borçlarını ödemek ve iktidarda (!) biraz daha Kemalizm’in maşalığını yapabilmek için bu intikam savaşında müslümanlara karşı kafir ABD saflarında yer alıyor, askerleri, conileri kurtarmak için feda ederek cehenneme gönderiyor. Elbette Iraklı müslüman mücahitler, Irak’ı kafirler ve onların yardakçıları için cehenneme çevirecek, orada hiç uğruna ölen Kemalist askerler de ahiretteki ebedi cehenneme gireceklerdir. İslâmcı basın, Kuklalar Partisi’ne destek olmak, Kemalist diktatörlüğü kızdırmamak ve basit dünyevi çıkarlarını tehlikeye sokmamak için intikam ya da Haçlı(!) savaşında, kafirlerin safında savaşa sokulan askerlerin Irak’a gönderilmesine ses çıkarmıyor, dilsiz şeytanlık görevlerini ifa ediyorlar. İslamcı basının İslâmi bir kimliği ve kişiliği yok, bu nedenle şeytâni tavırları anlaşılıyor; peki ya kandırdıkları halk nezdinde rezil olduklarını hiç düşünmüyorlar mı?! Irak, Afganistan, Ortadoğu, Anadolu vb. yerler İslâm toprağı, buralardaki halk bugün İslâm’dan uzaklaşmış, uzaklaştırılmış olsa bile bu gerçek değişmez. İslâm topraklarını işgal eden emperyalist kafirlerin yanında, safında bu işgâle ortak olmak ve müslüman mücâhitlere karşı savaşmak, küfür ve azgınlıkta haddi aşmak, yüce Allah’a isyanda doruk noktaya ulaşmaktır. Bu isyan ve azgınlığın hesabı kafirlerden, onların kuklaları mürted ve müşrik AKP(Amerikan Kuklaları Partisi)’nin yöneticilerinden ve Kemalizm’in koruyucularından mutlaka sorulacak, onlar dünyada rezil ve rüsvay, ahirette de aşağılık yaratıklar olarak cehennemin odunu olacaklardır. Bu süreç uzak değildir. Kafir emperyalistler ve onların kuklaları bilmelidirler ki, İslâm’a, İslâmi değerlere ve İslâm beldelerine yapılan düşmanlıkların ve saldırıların hesabı mutlak sorulacak ve tarihte birçok örneği görüldüğü üzere kafir emperyalistler ve onların kuklaları er geç yerle bir olacaklardır. Yüce Allah(cc), mutlaka kendi dinine yardım edecek ve müslümanlar yüce Allah’ın izni ve rahmeti, yardım ve mağfiretiyle galip geleceklerdir; yeter ki Kur’ani gerçeklere dönülsün, yüce Allah’a gereği gibi kulluk yapılsın. “...Allah, kendi(dini)ne yardım edenlere mutlaka yardım eder. Elbette Allah, güçlüdür, üstündür.” (22 Hac, 40) Haçl› Seferi ya da ‹ntikam Savafl› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 7 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 8 ARAfiTIRMA–‹NCELEME DEMOKRAS‹ KÜFÜR N‹ZÂMIDIR–2 Abdulkadim ZELLÛM D emokrasinin İslâm dini ile olan çelişkisini ve demokrasiyi kabul etmenin İslâm’a göre hükmünü açıklamaya başlamadan önce, müslümanlar tarafından, diğer milletlerden nelerin alınabileceğini ve yine diğer milletlerden neleri almanın caiz olmayacağını, şeriatın nasları çerçevesince izah etmekte fayda vardır. Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 8 Buhâri ve Müslim, Rasulullah(sav)'in şu hadisini rivayet etmişlerdir: “Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir amel de bulunursa, o amel reddedilmiştir.” Bu ayetler ve hadisler, kişinin tüm fiillerinde şeriata uymasının farz olduğuna açık olarak delalet etmektedir. O halde bir müslümanın, hakkında Allah'ın hükmünü bilmeden herhangi 1- İnsandan meydana gelen bütün fiiller ve bir şeyi yapmaya ya da terk etmeye kalkışması insan fiili ile alakalı olan her şey hakkında asıl kendisine caiz değildir. Önce bir şey hakkında olan, Rasulullah(sav)’e uymak ve getirdiği Allah'ın hükmünün farz mı, mendub mu oldurisaletin hükümlerine bağlı kalmaktır. Çünkü, ğunu bilecek ki, ondan sonra onu yapmaya kalhüküm ve fikirlerle ilgili kışsın. Yine bu işin yapılayetlerin genel oluşu, bu masının haram mı, yoksa “Hay›r! Rabbine konularda şeriata dönmekruh mu olduğunu bilemenin ve her işte şeriatın andolsun ki, onlar cek ki, ona yaklaşmasın hükümlerine bağlı kalmaveyahut da, bu işin yapılaralar›nda ç›kan nın farz olduğuna delâlet masının mübah olup olmaetmektedir. Nitekim Allahû çekiflmeli ifllerde seni dığını bilecek ki, ondan Tealâ şöyle buyurmaksonra ona yönelebilsin hakem yap›p sonra da tadır: veya onu terk edebilsin. “Rasul size ne getirÇünkü mübah bir fiil, senin verdi¤in hükme diyse onu alın ve sizden yapılması ya da terk edilkarfl› içlerinde hiçbir neyi nehyetmiş ise (yamesi serbest olan bir fildir. saklamışsa) ondan kaçının” s›k›nt› duymaks›z›n, İşte müslüman, bir şey (Haşr Sûresi 59/7) hakkında Allah'ın hükmü tam bir teslimiyetle olan farz, mendub, haram, “Hayır! Rabbine andmekruh ve mübahı bilmeboyun e¤medikçe iman olsun ki, onlar aralarında den önce hiç bir şey yapaçıkan çekişmeli işlerde etmifl olamazlar.” maz. Çünkü, insanın fiilseni hakem yapıp sonra lerinde asıl olan husus, (Nîsâ Sûresi: 4/65) da senin verdiğin hükme Allah'ın hükmüne bağlı karşı içlerinde hiçbir sıkalmaktır. kıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olaEşyalarda asıl olan ise, tahrim delili (yani mazlar.” haram kılıcı bir delil) olmadıkça mübahlıktır. (Nîsâ Sûresi: 4/65) Yani, herhangi bir şeyi haram kılacak bir delil “İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin olmadıkça onda asıl olan mubah olmasıdır. Buhükmü Allah indindedir. (Allah'ın Kitabı ve nun izâhı şöyledir: Şer’î nasslar, her şeyi mübah Resulullah'ın Sünneti'nin getirdiği İslâm şerikılmıştır. Zira nasslar, her şeyi kapsayarak genel atındadır.)” olarak geldi. Nitekim Allahû Teâlâ şöyle buyurdu: (Şûrâ Sûresi: 42/10) “Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüz zaman onu Allah'a (Kuran’a) ve Resulü'ne (Sünnete) götürün.” (Nîsâ Sûresi: 4/59) “Görmedin mi ki; Allah, göklerde ne varsa ve arzda ne varsa sizin için hazırlayıp boyun eğdirdi.” (Lokman Sûresi: 31/20) 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 9 ARAfiTIRMA–‹NCELEME Bu ayetin manası; Allahû Teâlâ, göklerde ve yerde ne bulunuyorsa insanlara mübah kıldı, demektir. Diğer ayetlerde de şöyle buyrulmaktadır: “Arzda (yeryüzünde) ne varsa hepsini sizin için yaratan O’ dur.” (Bakara Sûresi: 2/29) “Ey insanlar, arzda olanlardan helâl ve temiz olarak yiyin.” (Bakara Sûresi: 2/168) “Sizin için arzı yumuşatan ve boyun eğdiren O'dur. Şu halde arzın sırtlarında dolaşın (arzın bütün etrafını gezin) ve O’nun (Allah'ın) rızkından yiyin.” (Mülk Sûresi: 67/15) Tüm bu ayetlerden anlaşılan, insan için eşyada asıl olanın mübah olmasıdır. Ancak bir şey haram kılınmışsa mutlaka bu genel hükmü özelleştiren bir ayeti kerime ile bildirilmesi gerekir ki, böylece haram kılınan o şeyin bu genel hükmün dışında kaldığı bilinmiş olsun. 2- İslâm şeriatı; geçmiş vâkıâların, şimdiki cereyan eden meselelerin ve gelecekte çıkabilecek olayların hepsi için hükümler içeriyor. Şeriatta hükmü olmayan hiç bir şey yoktur. İster geçmişte vukûu bulsun ister şimdi meydana gelsin, ister ise gelecekte ortaya çıksın, her şeyin hükmü şeriatta vardır. Böylece İslâm şeriatı, insanların bütün fiillerini çepeçevre kapsamıştır. Nitekim Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl Sûresi: 16/89) “Biz Kitap’ta (Kuran’da) hiç bir şeyi eksik bırakmadık.” (En’âm Sûresi: 6/38) Böylece İslâm şeriatı, kulların fiillerinden ne olursa olsun hiç bir şeyi ihmal etmemiştir. Zira İslâm şeriatı, ya Kuran’dan ve hadis-i şeriflerden bir nass ile fiillere bir delil gösterir ya da ayetler ve hadislerden bir emare (işaret) belirtir ki, o işaret, şeriatın maksadına ve hükmün geliş sebebine dikkati çeker. Böylelikle o işaretin ya da o sebebin içerdiği her şeye o hüküm uygulansın. Hakkında delilin ya da onun hükmüne delâlet eden bir işaretin olmadığı bir amelin insan için var olması, şer’an mümkün değildir. Çünkü, Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl Sûresi: 16/89) Yine Allahü Teâlâ bu dini tamamladığını açık olarak bildirmiştir. “Bu gün size dininizi kemâle erdirdim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'ı seçtim.” (Maide : 5/3) 3- Artık, yukarıda izah edilen kaidelerin ışığında müslümanlar tarafından, diğer ümmetlerden nelerin alınabileceği ve yine diğer milletlerden nelerin alınmasının caiz olmadığı yerlerin açıklanması mümkün olur. O halde; ilim, teknik, sanayi, keşifler ve buna benzer fikirler, ilimden ve ilmin ilerlemesinden, sanayiden ve sanayinin gelişmesinden doğan medenî şekillerin tümü İslâm'a aykırı olmadıkça diğer milletlerden alınabilir. Bunlardan bir şey İslâm'a aykırı düşerse o şeyin alınması haram olur. Çünkü; ilim, sanayi ve keşifler ve bunlardan doğan bütün medenî şekiller, akideyle ilgili olmadığı gibi, hayatta insanın problemlerini tedavi eden şer’î hükümlerle de ilgili değildir. Onlar ancak, insan kendi işlerinde kullandığı mübah şeylerdendir. Bunların alınmasının caiz oluşunun delili ise, kainatta insanlar için olan her şeyden faydalanmanın mübahlığıyla ilgili, birinci kaidede de yazdığımız genel ayetlerdir. Bu konu üzerine Rasulullah(sav) ise şöyle buyurmaktadır: “Ben sizin gibi bir beşerim. Size dininizle ilgili bir şey emretsem, onu alın. Size dünyevi hususlardan bir şeyi emretsem, bir beşer olarak emrederim.” (Sahîh-i Müslim) Hurmanın aşılanmasıyla ilgili Rasulullah(sav) şöyle demektedir: hadiste “Dünyanızla ilgili konuları siz daha iyi bilirsiniz.” Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 9 Yine Rasulullah(sav), Yemen'de Cureş bölgesine silah imâlatı öğrenmek için bir kaç sahabe göndermişti. ‹slâm fleriat›; geçmifl vâk›âlar›n, flimdiki cereyan eden meselelerin ve gelecekte ç›kabilecek olaylar›n hepsi için hükümler içeriyor. fieriatta hükmü olmayan hiç bir fley yoktur. ‹ster geçmiflte vukûu bulsun ister flimdi meydana gelsin, ister ise gelecekte ortaya ç›ks›n, her fleyin hükmü fleriatta vard›r. Böylece ‹slâm fleriat›, insanlar›n bütün fiillerini çepeçevre kapsam›flt›r. 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 10 ARAfiTIRMA–‹NCELEME Bunun için akîde ve hükümlerle ilgili olmayan her şeyin, İslâm'a aykırı olmadığı ve onu haram kılan özel bir delil geçmediği müddetçe alınması câizdir. Buna göre; tıp, mühendislik, matematik, astronomi, kimya, fizik, ziraat, sanayi, ulaşım ve iletişim, deniz ilmi, coğrafya, üretim, bunların geliştirilmesi ve bunların araçlarını icat edip geliştirmeyi inceleyen ekonomi ilmini İslâm'a aykırı olmadıkları sürece almak câizdir. Bunun için, “insanın aslı maymundur” diyen Darwin teorisinin alınması caiz değildir. Çünkü bu teori, Allahû Tealâ'nın sözleriyle çelişmektedir. Ve yine heykel veya hac yapmak ya da içki satmak gibi ticâri şekilleri almak da câiz değildir. Çünkü, bunları haram kılan nasslar vardır. Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 10 Bu ilimleri almak câiz olduğu gibi bunlardan türemiş olan imalat, araç-gereç ve medenî şekillerin alınması da câizdir. Böylece bütün çeşitleriyle fabrikaların açılması ve sanayilerin kurulması ile ilgili bilgilerin tümünün alınması caiz olur. Bu sanayiler ister askerî olsun ister olmasın, ister tank, uçak, füze, uzay gemisi, nükleer, hidrojen, elektronik bombaların sanayisi, buldozer, kamyon, tren ve gemi sanayisi gibi ağır sanayi olsun, ister tüketim sanayisi ve silah sanayisi gibi hafif sanayi olsun, ister ise laboratuar aletleri, tıbbî malzeme, ziraat araçları, mobilya, ev eşyaları, tuhafiye ve diğer tüketim malları sanayisi olsun… Bunların hepsinin alınması câizdir. Çünkü bunlar, mübahlıklarına delâlet eden genel delilin olduğu, mübah şeylerdendirler. 4- Akide, şerî hükümler, İslâm düşüncesi, hayata bakış açısı ile ilgili fikirler, insanların problemlerini tedâvi eden hükümler…vs. Bunların tümü şeriatın esaslarına göre olmalıdır. Yani bunlar ancak Allah’ın kitabından, Rasûlullah’ın sünnetinden, şer’î kıyas ve icmaa’dan alınırlar. Bunların dışından alınması hiç bir şekilde caiz değildir. a- Allahû Teâlâ, Rasulullah(sav)’in getirdiği her şeyi almamızı ve nehyettiği her şeyden de uzak durmamızı emretmiştir: “Rasul size ne getirdiyse onu alın ve sizden neyi nehyetmiş ise (yasaklamışsa) ondan kaçının..” (Haşr Sûresi 59/7) Bu ayette “…size neyi getirirse...” ifâdesi geçmektedir ki bu genel bir ifadedir. Rasulullah (sav)'in Allahû Teâlâ’dan getirdiği bütün hususları almayı ve nehyettiği bütün hususları bırakmayı gerektiriyor. Ayetin mefhumu, Rasûlullah (sav)'in getirdiğinin dışındaki herhangi bir hükmü almamaktır. b- Allahû Teâlâ, bizlere kendisine ve Râsulü’ne itaat etmemizi farz kılmıştır: “Allah'a itaat edin, peygamber'e de itaat edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen apaçık bir duyurmadır.” (Teğâbun Sûresi: 64/12) Allah'a ve rasûlüne itaat, ancak resulüne indirdiği şeriatın hükümleriyle amel etmek ve bu hükümle amel etmekle gerçekleşir. c- Allahü Tealâ, bizlere Allah'ın ve rasulünün verdiği hükümlere bağlanmamızı emrettiği gibi çekişme ve ihtilaf halinde de Allah'ın ve rasulünün hükmüne dönmemizi emretmiştir. “Allah ve rasulü, bir işe hüküm verdikleri zaman inanmış bir erkek ve kadına o işte bir serbestlik yoktur. (O konuda istedikleri gibi hareket edemezler.)” (Ahzâb Sûresi: 33/36) “Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmış iseniz; bir şey hakkında çekişince onu Allah'a ve Resulü'ne götürün.” (Nîsâ Sûresi: 4/59) d-) Allahü Tealâ, rasulüne, kendisine vahyedilen ile hükmetmesini emretmiş ve Allah’ın kendisine indirdiği esaslardan herhangi bir şekilde sapmamasını istemiştir: “Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab (Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma. Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı, fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi. Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size haber verir. Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden yüzçevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musîbete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkanlardır.” (Maide Sûresi: 5/48-49) e- Allahû Teâlâ, müslümanların İslâm şeriatının dışından bir şey almalarını yasaklamıştır. Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Hayır! Rabbine andolsun ki! Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nîsâ Sûresi: 4/65) 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 11 ARAfiTIRMA–‹NCELEME “Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar.” (Nûr Sûresi: 24/63) Rasûlullah(sav) şöyle buyurmaktadır: “Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir amelde bulunursa, o amel reddedilmiştir.” (Buhâri, Müslim) Bütün bu deliller, Rasulullah(sav)'in getirdiğinin tümüne bağlanmamızın farziyetini apaçık şekilde gösteriyor. Ancak, Allah'ın helâl kıldığı şeyi helâl sayarız ve ancak Allah'ın haram kıldığı şeyi haram kılarız. Resulullah (s.a.v)'in getirmediği şeyi almayız ve haram kılmadığı şeyi de haram telakki etmeyiz. “Sana indirilene ve senden önceki indirilene inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağut’a (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle emir olundular. Şeytan ise, onları derin bir sapıklığa sürüklemek istiyor.” (Nîsâ Sûresi: 4/60) Bu ayet delâlet ediyor ki; rasulün getirdiğinin dışındaki şeylerle muhakeme olunmak, dalâlettir (sapıklık, şaşkınlıktır). Zira bu, tağutun hükmüyle yani küfürle muhakeme olunmak demektir. Halbuki Allahü Tealâ; müslümanların, onu (tağutu) reddetmelerini emretmiştir. Tüm bu anlatılanlardan sonra deriz ki; Batı düşüncesi ve ondan kaynaklanan her düzen ve her kanunu almak caiz değildir. Çünkü bunlar İslâm düşüncesiyle çelişir. Ancak, fennî ve idarî Haşr suresi’nin 7. âyeti ile Nûr Sûresi’nin 63. kanun ve düzenler mubahlardandır. Bunları âyeti bir arada düşünülürse görülür ki; müsalmak câizdir. Aynen, Ömer b. Hatlümanlar ancak ve ancak resul’ün Bat› tab (r.a)'ın, Fars ve Rumlardan getirdiği ile sınırlı kalmak düflüncesi ve ondan divan (daireler) düzenini alzorundadırlar. Bu bizlere kesin bir şekilde farz kaynaklanan her düzen ve dığı gibi. kılınmış bir emirdir. Demokrasiye geResul’ün getirmiş ol- her kanunu almak caiz de¤ildir. lince; demokrasinin duğundan başkasına Çünkü bunlar ‹slâm düflüncesiyle asıl kaynağı insandır. yönelmek ise büyük Demokraside fiillebir günah olup, gü- çeliflir. Ancak, fennî ve idarî kanun ve re ve olaylara güzel nahı işleyenin azap düzenler mubahlardand›r. Bunlar› veya çirkin hükmügöreceği gerçeği apnü veren akıldır. Asaçık bir şekilde âyet- almak câizdir. Aynen, Ömer b. lında demokrasiyi orlerde bildirilmiştir. Nitaya atanlar, Avrupa’tekim Allahü Teâlâ; a- Hattab (r.a)'›n, Fars ve Rumlardan da, imparator ve krallar melinde, Rasulullah'ı hadivan (daireler) düzenini ile halkları arasında var kem kılmayan kişinin iman olan korkunç çatışma esnasınald›¤› gibi. sahibi olmadığını bildirmektedir: da ortaya çıkan Avrupalı filozof ve düşünürlerdir. Böylece demokrasi, beşer “Hayır! Rabbine andolsun ki, Onlar aralatarafından ortaya çıkartılmıştır ve demokraside rında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, hükmü belirleyen asıl kaynak insanın insanın bizsonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde zat aklıdır. hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle İslâm'a gelince, bu noktada demokrasi ile taboyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” mamen zıttır. Zira İslâm, Allah'tandır. Allah, onu (Nîsâ Sûresi: 4/65) Bu âyet, delâlet ediyor ki; hakimlik (yöneticilik) konusunun Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği ile sınırlandırıldığı kesindir. Özellikle Allahû Teâlâ, Rasûlü’nü, vahyin bir kısmından kendisini saptırmaları hususunda sakındırmıştır: “Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın.” (Mâide Sûresi: 5/49) Üstelik Kur’ân, Rasûl’ün getirdiğinin dışındaki şeylerle, yani küfür ahkâmıyla muhakeme olunmak isteyenleri de azarlamıştır: Râsul’ü Muhammed b. Abdullah’a (s.a.v) vahyetmiştir. İslâm'da, hükümlerin çıkarılmasında kendisine başvurulan hakim yani, hüküm verme yetkisine sahip olan, Allahü Teâlâ'dır, yani şeriattır. Akıl değildir. Aklın işi, yalnız Allah'ın indirdiği esasları anlama sınırı içerisindedir. Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir.” (En’âm Sûresi: 6/57) (Yusuf Sûresi: 12/40-68) “Eğer bir şey hakkında çekişirseniz o şeyi, Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 11 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 12 ARAfiTIRMA–‹NCELEME Allah'a (Kuran’a) ve Rasûlüne (Sünnete) götürün.” (Nîsâ Sûresi: 4/59) “Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir.” (Şûrâ Sûresi: 42/10) Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 12 Yine bu noktada da demokratik düşünce sistemi, İslâm düşünce sis temiyle (İslâm akidesiyle) bütünüyle çelişmektedir. İslâm düşüncesi, yani İslâm akidesi, hayatın ve devletin bütün işlerinin Allah'ın emir ve nehiyleri ile yürütülmesini, yani İslâm akidesinden kaynaklanan şer ’î ahkâmla yürütülmesini ger ektirir. İnsan, kanun koyma yetkisine sahip değildir. Ona düşen ancak, Allah'ın kendisi için koyduğu kanunlara göre yürümesidir. İşte bu akîde esası üzerine İslâm düşüncesi oluşmuş ve hayata bakış açışı tayin edilmiştir. Demokrasinin kendisinden kaynaklandığı akîde ise; dini hayattan ayırma ve dini devletten ayırma akidesidir. Bu akide, orta çözüm yoluna dayalıdır. Bu orta çözüm, krallar ve çarlar tarafından kullanılan halkları sömürmek, zulmetmek ve onların kanlarını emmek için bir araç olarak kullanıldı. Ve herkesin din adıyla boyun eğdiğini görmek isteyen hıristiyan din adamları ile dini ve dinin otoritesini inkâr eden filozof ve düşünürler arasında Avrupa’da meydana gelmiş çatışmanın neticesinde doğdu. Bu düşünce sistemi, dini inkâr etmedi. Fakat, hayatta ve devlette onun rolünü pasifize etti. Ve buna göre insana hayatta kendi nizamını koyma özgürlüğü tanıdı. Yine bu noktada da demokratik düşünce sistemi, İslâm düşünce sistemiyle (İslâm akidesiyle) bütünüyle çelişmektedir. İslâm düşüncesi, yani İslâm akidesi, hayatın ve devletin bütün işlerinin Allah'ın emir ve nehiyleri ile yürütülmesini, yani İslâm akidesinden kaynaklanan şer’î ahkâmla yürütülmesini gerektirir. İnsan, kanun koyma yetkisine sahip değildir. Ona düşen ancak, Allah'ın kendisi için koyduğu kanunlara göre yürümesidir. İşte bu akide esası üzerine İslâm düşüncesi oluşmuş ve hayata bakış açışı tayin edilmiştir. Demokrasinin üzerine kurulu olduğu esas şu iki düşüncedir : 1- Egemenlik halkındır. 2- Halk otoritelerin kaynağıdır. Bu şekilde, halk kendi iradesine sahip olduğu gibi bu iradeyi yürütür. Halkın iradesine sahip olan krallar ve imparatorlar değildir. Bu iradeyi uygulayan da halktır. Halk, egemenliğin sahibi ve iradenin maliki olması ve bu iradeyi yürütmesiyle teşriye (yasa çıkarma yetkisine) sahiptir. Bu ise, halkın iradesini kullanması ve yürütmesi demektir. Aynı şekilde bu, halk topluluklarının genel iradesini ifade eder. Halk, yasa çıkarma işini kendi tarafından seçilecek vekiller yoluyla yapar. Halk, maslahatı doğrultusunda herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni meydana getirebileceği gibi; herhangi bir anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir düzeni kaldırma yetkisine de sahiptir. Halk, yönetimi krallıktan cumhuriyete çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Aynı şekilde cumhuriyeti başkanlık sisteminden parlamenter sisteme çevirebileceği gibi tersine de yapabilir. Meselâ; böyle bir şey, Fransa, İtalya, İspanya ve Yunanistan'da gerçekleşti. Yönetim sistemlerinin bir kısmı krallıktan cumhuriyete çevirildi ve bir kısmı da cumhuriyetten krallığa çevrildi. Yine, parlamento yoluyla iktisadî nizamı, kapitalizmden sosyalizme ve sosyalizmden kapitalizme çevirebilir. Nitekim halk, parlamentoda vekilleri vasıtasıyla, bir dinden başka dine geçmeye izin verdiği gibi dinsizliğe geçme hakkı da verebilir. Yine, zinayı, homoseksüelliği mübah kıldığı gibi bunlardan para kazanmayı da mübah kılabilir. Halk, otoritelerin kaynağı olunca, çıkarttığı kanunları kendi üzerine uygulatmak ve yönettirmek için istediği idareciyi seçer ve onu istemediği zaman indirip yerine başka idareciyi tayin eder. Çünkü halk, otoritenin sahibidir, idareci ise otoriteyi halktan alır. İslâm’da ise egemenlik ümmetin değil şeriatındır. Teşrî eden (kanun koyan) yalnız Allah'tır. Ümmetin tümü olsa bile, bir tek hüküm dahi koyma hakkına sahip değildir. Ekonomik durumu canlandırmak üzere ribayı (faizi) mubah kılmak için bütün müslümanlar toplanıp ittifak etseler veya zina insanlar arasında yayılmasın diye zina için yerlerin açılmasının mübahlığı üzerine toplanıp ittifak etseler veya ferdî olarak mülk edinme hakkını iptal etmek için ittifak etseler veya üretimi artırmak için oruç farzını iptal etmek için ittifak etseler veya müslümanın 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 13 ARAfiTIRMA–‹NCELEME istediği inanca sahip olabilmesi için inanç hürise, küfür sistemidir. Bu nedenle Allahû Teâlâ riyetini, haram vesileleriyle olsa bile müslümanın şöyle buyurdu : mülkünü geliştirmesini müsaade eden mülk “Rasûlün emrine muhalefet edenler, başlarına edinme hürriyetini, içki içme ve zina etme gibi bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine istediği şekilde hayatını yaşaması adına şahsî elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar.” hürriyet gibi genel hürriyetleri benimsemek için (Nûr Sûresi: 24/63) ittifak etseler; böyle ittifak ve kabullenmenin hiç “Râsulün emrine muhalefet etmek”, insanbir değeri yoktur. Bu, İslâm nazarında bir sinek ların çıkarttıkları kanunlara uymak ve rasulün kanadı kadar bile bir değer ifade etmez. emrine uymamaktır. Müslümanlardan bir gurup böyle şeyler üzerine ittifak etseler, bundan vazgeçinceye kadar onlarEgemenlik ve hakimiyetin, şeriatın olduğunu, la savaşmak gerekir. Çünkü, müslümanlar hayteşrî edicinin (kanun koyan) yalnız Allahû Teâlâ atın bütün işlerinde, Allah'ın emir ve nehiyleriyle olduğunu, insanların herhangi bir kanunu teşrî kayıtlıdırlar (bağlıdırlar). İslâm ahkâmıyla etmelerinin (çıkartmalarının) câiz olmadıçelişecek bir işi yapmaları caiz değildir. ğını ve bu hayatta bütün işlerin, Allah'ın “Sana Aynı şekilde tek bir hüküm bile olsa, emir ve nehiylerine göre yürüthüküm koymaları câiz değildir. Zira, indirilene ve melerinin farz olduğunu açıklayan teşrî edici (kanun koyucu) yalnız daha nice âyetler ve kesin hadisler senden önceki Allahû Teâlâ'dır. vardır. indirilene İslâm, Allah'ın emirlerini ve inand›klar›n› iddia nehiylerini (yasaklarını) uygulaedenleri mak hakkını müslümanlara verdi. Allah'ın emirleri ve negördün mü? Ta¤utla hiylerinin uygulanması ise bir (küfür ahkâm›yla) otoriteyi gerekli kılar. Onun için otoriteyi (idareyi) ümmete muhakeme olunmak ait kıldı. Yani; Allah'ın emiristiyorlar. Halbuki onu lerini ve nehiylerini infaz ede(ta¤utu) reddetmekle cek (uygulayacak) idareciyi “Şüphesiz ki hüküm ancak seçme hakkını müslümanlara Allah'a aittir.” emrolundular. fieytan ait kıldı. Bunun delili, Allah'ın (Enam Sûresi: 6/57) ise onlar› derin bir Kitabı ve Resulü’nün sünneti (Yusuf Sûresi: 12/40-68) üzerine biat edecek halifeyi nasb sap›kl›¤a sürükle“Sana indirilene ve senden önetme (tâyin etme) hakkını müslümek istiyor.” ceki indirilene inandıklarını iddia manlara veren biat hadislerinden “Hayır! Rabbine andolsun ki iş bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.” (Nîsâ Sûresi: 4/65) edenleri gördün mü? Tağutla (küfür alınmıştır. Rasûlullah(sav) şöyle buNisa Sûresi ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyyurmaktadır: 4/60 orlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle “Kim boynunda (halifeye) bir biat emrolundular. Şeytan ise, onları derin bir olmaksızın ölürse, cahiliyye ölümüyle ölür.” sapıklığa sürüklemek istiyor.” (Müslim) (Nisa Sûresi: 4/60) Abdullah b. Amr, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle “Tağutla muhakeme olunmak”; Allah'ın dediğini rivayet etmiştir: indirdiği dışında bir şeyle muhakeme olunmak “Kim bir imama (halifeye) biat edip avudemektir. Yani, insanların çıkarttıkları sistem olan cunu sıkarsa ve kalbinin meyvesini verirse (rıza küfür sisteminin ahkâmını uygulamak ve bu gösterirse), o halifeye gücü yettiği kadar itaat ahkâma başvurmak demektir. Başka âyette etsin. O halifeyle çekişecek başka bir kişi çıkarAllahû Teâlâ şöyle buyurdu : sa onun boynunu vurun.” (Müslim) “Cahiliyye hükmünü mü (küfür sistemini mi) istiyorlar? Şüphesiz olarak inananlar için, Allah'ın hükmünden daha güzel hüküm var mıdır?” (Mâide Sûresi: 5/50) İşte cahiliyye hükmü, Rasulullah(sav)'in Rabb’inden getirmediği sistem olup, insanların teşrî ettikleri (ortaya koydukları) sistemdir. Bu Ubâde b. Es’Sâmed de bu noktada şunu rivâyet etmiştir: “Zorlukta ve darlıkta, işitmek ve itaat etmek üzere Rasulullah'a biat verdik." (Buhâri) Bunun dışında daha bir çok hadisler var ki, Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 13 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 14 ARAfiTIRMA–‹NCELEME Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünneti üzerine biat etmek yoluyla idarecinin tâyin edilmesinin ümmet tarafından gerçekleşeceğini belirtiyor. Şeriat, otoriteyi ümmete ait kılıp biat yoluyla kendini yönetecek kişiyi yerine tayin etme hakkı vermesine rağmen, demokraside olduğu gibi idareciyi azletme hakkını ümmete vermedi. Çünkü halife, masiyeti (Allah'a isyan eden şeyi) emretmedikçe zulüm (haksızlık) yapsa bile halifeye itaati farz kılan sahih hadisler geçmiştir. İbn-i Abbas, Rasulullah(sav)'in şöyle dediğini rivâyet etti: “Kim, emirinden hoşlanmadığı bir şeyi görürse ona karşı sabretsin. Zira kim, cemaatten (İslâm cemaatinden) bir karış kadar ayrılırsa ve ölürse cahiliyye ölümüyle ölür.” (Buhâri) “Sizin şerli imamlarınız; buğz ettiğiniz ve size buğz eden, lânet ettiğiniz ve size lânet eden imamlardır.” Sahabeler dediler ki : Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 14 “O zaman, onlarla çekişelim mi, Ya Rasulullah?” Rasulullah (s.a.v) dedi ki: “Hayır. Aranızda namazı ikame ettikleri müddetçe savaşmayın. Kim kendi üzerine bir vali tayin edilirse ve bu valinin Allah'a masiyetten bir şey yaptığını görürse bu masiyetleri terk etmesine onu zorlasın ve hiç bir kimse elini itaattan çekmesin.” (Müslim) Burada “namazı ikâme etmek”, İslâm'la yönetmek demektir. Zira, burada “cüz’ü söyleyip küllü kast etmek” manası vardır. Burada İslâm'ın bir kısmı gösterilerek tümü kast ediliyor. İdareci açık küfür göstermedikçe ona karşı gelmek câiz değildir. Zira biat etmekle ilgili, Ubâde b. Es’Sâmed hadisinde şöyle geçmektedir: Resulullah(sav)'e biat ettik. Resulullah'ın bizden aldığı söz ise şudur: “Sevdiğimiz ve sevmediğimiz hallerde, zor ve kolaylık durumlarında kendisini işitmek ve itaat etmek, onu kendimize tercih etmek ve emir sahipleri çekişmemektir.” Resulullah: Ancak siz de Allah'ın indinde gelmiş bir delile binaen emir sahiplerinde açık küfür görürseniz müstesna olur” dedi. (Buhari) Yani onlar küfrü uyguladıkları zaman onlarla çekişiriz. Halifeyi azletme yetkisine sahip olan ise, mezalim (zulümleri kaldırma) mahkemesidir. İşte bu mahkeme, şer’î bir nedenle halifeyi azle- debilir. Halife, yok edilmesi gereken bir zulüm yapıp azli hak etmiş olunca bu mahkeme öyle karar verir. Demokrasi, çoğunluğun yönetimi ve çoğunluğun kanunudur. İdarecilerin, parlamento üyelerinin, kuruluşlarının, otoritelerin ve diğer komisyonların seçilmesi çoğunlukla gerçekleşir. Yine parlamentoda kanunların çıkartılması, diğer meclis, otorite, kuruluş ve komisyonların kararları da çoğunluğunun oylarıyla gerçekleşir. Bu nedenle demokratik sistemde çoğunluk, idareci olsun olmasın herkesi bağlar. Çünkü demokrasiye göre çoğunluğun görüşü, halkın iradesini açığa çıkartır. Azınlık ise, bu çoğunluğun görüşüne boyun eğecek ve uyacaktır. İslâm'daki durum ise tamamen farklıdır. Teşrî etmekle (kanun çıkartmakla) ilgili hususlar, çoğunluk veya azınlık oylarına bağlı değildir. Ancak, şer’î nasslara bağlı olur. Çünkü, teşrî edici (kanun koyucu) ümmet değil, Allahû Teâlâ'dır. İnsanların işlerini gütmek ve yönetimi yürütmek için gerekli şer’î hükümleri benimseme konusunda yetki sahibi ise yalnız halifedir. Halife Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünnetinde geçen şer’î nasslardan hükümler çıkarır. Halifenin, benimseyeceği şerî hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin görüşünün alınması farz değildir, fakat caizdir. Raşid Halifeler, şer’î hükümlerden bir hükmü benimsemek istedikleri zaman sahabelerin görüşlerini almak için onlara başvuruyorlardı. Nitekim Ömer b. Hattab(r.a); Şam, Mısır ve Irak toprakları fethedilince, bu topraklarla ilgili meselelerde müslümanlarla istişare yapmıştır. Halife, benimseyeceği hükümler hakkında Ümmet Meclisi'nin reyine başvurursa, bu meclisin görüşü, çoğunluk veya oy birliği ile gerçekleşse bile halifeyi bağlayıcı olmaz. Nitekim Rasulullah(sav), Hudeybiye Sulhu sözleşmesini yapınca, itiraz eden müslümanların görüşlerine aldırış etmedi, hem de bu itiraz edenler çoğunluğu oluşturuyorlardı. Buna rağmen görüşlerini reddetti ve sözleşmeyi yapmaya devam etti. Ve onlara şöyle dedi : “Muhakkak ki ben, Allah'ın kulu ve Rasûlüyüm, Onun emrine muhalefet etmem.” Kerim sahabeler, halifenin bir takım hükümleri benimseyip insanlara bunlarla amel etmelerini emredebileceğine dair ve müslümanların kendi görüşlerini terk edip bunlara itaat etmelerinin gerektiğine dair icma etmişlerdir. İşte bu icmadan şu ünlü şer’î kaideler çıkartılmıştır: 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 15 ARAfiTIRMA–‹NCELEME olmadığını sordu. Rasulullah, bu konaklamanın vahiyden olmadığını söyleyince o; bu konakla“İmamın (halifenin) emri, gizli ve âşikâr manın savaş için elverişli olmadığını söyledi. infaz edilir.” Rasulullah, kendi görüşünden vazgeçip diğer “Sultanın (halifenin) ortaya çıkan sahabelerle istişare yapmadan Habab'ın görümüşküller (problemler) miktarınca hükümler şünü kabul etti ve gösterdiği yere gitti. çıkarma hakkı vardır.” Genel veya temel hürriyetler düşüncesi, Nitekim Allahû Teâlâ, ulû’l-emre itaati emredemokrasinin getirdiği en bariz fikirlerdendir ve derek şöyle buyurmuştur: en önemli esaslardan sayılır. Zira o hürriyetlerle insan iradesini, baskısız ve zorlanma olmaksızın “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Raistediği şekilde kullanıp yürütebilir. Halkın bütün sûl’e ve sizden olan ulu’l emire itaat edin.” fertleri için temel hürriyetler sağlanmazsa, halkın (Nisa Sûresi: 4/59) genel iradesinden söz “Ulu’l emr” ise, edilmez. Halifenin, benimseyeceği şerî idareciler demektir. “İmamın emri bütün ihtilafları kaldırır.” Demokratik sistemhükümler hakkında Ümmet Yine; uzmanlığa, düde ferdî (şahsî) hürriyet şünmeye ve dikkatle bak- Meclisi'nin görüşünün alınması kutsaldır. Devlet olsun maya muhtaç olan fennî fertler olsunlar, bu hürfarz değildir, fakat caizdir… ve fikrî hususlar da teşrî riyete dokunamazlar. hususlarına benzer. Bü…Halife, benimseyeceği Kapitalist demokratik tün bu hususlarda asıl oferdîyetçi düzen hükümler hakkında Ümmet düzen, lan şey doğruluktur. Busayılır. Temel hürriyetrada çoğunluk ve azınlık Meclisi'nin reyine başvurursa, leri korumak ve onları söz konusu değildir. Bu muhafaza etmek, devlefennî ve fikrî hususlarda bu meclisin görüşü, çoğunluk tin en önemli görevihtisas sahiplerine gidiveya oy birliği ile gerçekleşse lerinden sayılır.(!) lir. Zira, bu işlerin gergetirbile halifeyi bağlayıcı olmaz. diğiDemokrasinin çeklerini onlar idrak etemel hürriyetler, derler. Askerî hususlarNitekim Rasulullah(sav), sömürülmüş halkların kenda, askerî uzmanlara gisömüren devletHudeybiye Sulhu sözleşmesini dilerini dilir. Fıkhî hususlarda, lerin pençesinden kurtulfâkih müçtehitlere gidi- yapınca, itiraz eden müslüman- ması demek değildir. lir. Tıbbî hususlarda, uzsömürme düşünların görüşlerine aldırış etmedi, Çünkü, man tabiplere gidilir. cesi; demokrasinin getirhem de bu itiraz edenler Mühendislikle ilgili işdiği mülk edinme hürlerde, yüksek mühendisriyetinin neticelerindençoğunluğu oluşturuyorlardı. dir. Böylece, bu sömürlere gidilir. Fikrî hususgeci demokratik devletler, diğer halkları sömürlarda, büyük düşünürlere gidilir. Böylece bunun meye devam edip bu halkların servetlerini isgibi işlerde ve hususlarda asıl olan doğru olan ve tismar eder ve zenginliklerini çalarlar. İslâm şeriatına aykırı olmayandır. Yoksa asıl olan çoğunluğun düşüncesi değildir. Yine demokrasinin getirdiği temel hürŞu var ki, batı dünyasında parlamento üyeriyetler, kölelikten kurtulmak ve köleyi kurtarlerinin çoğu ihtisas sahipleri değildirler. Bu işleri mak demek değildir. Çünkü, bugün dünyamızda pek idrak etmezler ve bu işlere vakıf değillerdir. kölelik ve ondan kurtulmak diye bir şey kalmadı. Bu nedenle bu işlerde parlamento üyelerinin Genel veya temel hürriyetler, şu dört hürriyet çoğunluğunun görüşünün bir faydası ve değeri demektir : olmaz. Böylece onların onaylamaları veya muha1- İnanç Hürriyeti, lefet etmeleri ancak şeklî olur, idrakle, uyanıklıkla ve bilerek değildir. Bu nedenle, bu tür 2- Görüş veya Fikir Hürriyeti, işlerde çoğunluğun görüşü bağlayıcı değildir. 3- Mülk Edinme Hürriyeti, Bunun delili ise, Bedir Savaşı'nda Rasulullah 4- Şahsî Hürriyet. (sav)'in, Habab b. Munzir'in görüşüne göre hareket etmesidir. Habab, yerleri tespit etmede Bu dört temel hürriyet, İslâm'da bulunmauzmandı. Rasulullah(sav), Bedir Savaşı'nda bir maktadır. Çünkü, müslüman bütün fiillerinde şer’î hükümlerle kayıtlıdır (bağlıdır). Herhangi yerde konaklayınca Habab; vahiyden olup Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 15 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 16 ARAfiTIRMA–‹NCELEME bir fiilde hür değildir. İslâm'da, köleyi kölelikten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktan başka hürriyet yoktur. Kölelik ise çoktan beri bitmiştir. Bu dört hürriyet, İslâm'la ve ahkâmıyla her şeyde tamamen çelişir. Şöyle ki : İnanç hürriyeti; insanın baskı ve zorlanma olmaksızın istediği inanca sahip olmasıdır. Aynı şekilde kişi, inancını ve dinini bırakıp başka inanca (akideye) ve dine geçme hakkına sahiptir. Demokrasilerde kişi, istediği gibi dinini değiştirebilir ya da hiçbir dine inanmayabilir. Bir hristiyan hiçbir zorlama olmaksızın müslüman olabileceği gibi, bir müslümanda hiçbir zorlama ile karşılaşmaksızın hristiyan veya yahudi olabilir. Ne devletin, ne de başkasının onu engelleme hakkı yoktur. İşte inanç veya itikat hürriyeti budur. Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– Halbuki İslâm düşünce sistemine göre; bir müslümanın, İslâm akidesini terk etmesini, yahudiliğe, hıristiyanlığa geçmesini haram kılıyor, yasaklıyor. Kim, İslâm'dan dönerse tevbe ettirilir, eğer İslâm'a tekrar dönmezse öldürülür, mal ve mülküne el konulur ve karısından uzaklaştırılıp boşandırılır. Rasulullah(sav) şöyle buyurdu : “Kim, dinini değiştirirse onu öldürün.” A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 16 Mürtedler (İslâm dininden dönenler), bir cemaat olup mürted kalmaları üzerine ısrar ederlerse, onlar İslâm'a dönünceye ve yok edinceye kadar onlarla savaşılır. Nitekim Rasulullah(sav) vefat edince, bir takım gruplar mürted oldular. Müslümanların halifesi Ebu Bekir(r.a), onlarla şiddetlice savaştı, onlardan kalanlarla dine dönünceye kadar savaşı sürdürmüştü. Demokratik sistemdeki görüş veya fikir hürriyetine gelince; bu, insanın istediği görüş veya fikri taşıması hakkına sahip olması demektir. Bu görüş veya bu fikir ne olursa olsun. Yine insanın istediği görüş ve fikri söylemesi ve ona davet etme hakkına sahip olması demektir. Kayıtsız ve şartsız tam hürriyetle ve istediği üslupla kendi düşüncesine davet etme hakkı vardır. Ne devletin ne de başkasının, insanı bunu yapmaktan alıkoyma hakkının olmaması demektir. Yeter ki o insan, başkalarının hürriyetine dokunmasın. Görüşün benimsenmesine, ifade edilmesine veya ona davet edilmesine herhangi bir şekilde engel olmak, hürriyete dokunmak ve saldırmak olarak kabul edilir. İslâm'i düşünce sistemine gelince; ondaki durum bambaşkadır. Müslüman, bütün fiillerinde ve sözlerinde şer’î nasslarda geçen fikirlere bağlıdır. Müslüman’ın, şer’î delillerde geçmedikçe hiç bir amel yapması veya hiç bir söz söy- lemesi caiz değildir. Şer’î deliller, bir fikrin söylenmesine veya ona davet edilmesine cevaz verirse, müslüman o zaman o fikri söyleyebilir veya ona davet edebilir. Şer’î deliller, o fikrin veya görüşün taşınması veya söylenmesi veya ona davet edilmesini yasaklarsa, müslüman bu yasağa bağlı kalır. Eğer onu yine de yaparsa, cezalandırılır. Çünkü müslüman; görüş ve fikri taşımasında ve davet etmesinde şer’î ahkâma bağlıdır, bu hususta hür değildir ve hürriyet yoktur. Mülk edinme hürriyetine gelince; bu hürriyet, ekonomide kapitalizm düzenini doğurdu ve bilahare diğer halkları sömürme, servetleri alıp götürmek ve zenginliklerini gasbetmek düşüncesini de doğurdu. Bu hürriyetin manası, insanın istediği şekilde mülk edinmesi, bu mülkü geliştirmesi ve herhangi yolla bunu gerçekleştirmesinde serbest olmasıdır. Sömürmek, sömürülen halkların servetlerini çalmak ve zenginliklerini gasbetmek, ihtikârcılık (vurgunculuk) yapmak, mal sahiplerinin bir birlerini düşürmesi, faiz almak, hile yapmak, aldatmak ve sahtekârlık yapmak, kumar oynamak, zina etmek, homoseksüellik yapmak, kadının dişiliğini kullanmak, içkiyi imal etmek ve satmak, rüşvet almak ve buna benzer diğer usullerle insanın mülk edinmeye ve mülkü büyütmeye serbest olması demektir. İslâm ise, bu hürriyetle de taban tabana zıttır ve onunla çelişir. Bu hürriyet, İslâm'daki malmülk edinme hükümleriyle çelişir. Çünkü, İslâm; halkları sömürmek, onların servetlerini çalmak, zenginliklerine el koymakla savaşır. Ribâ (faiz) ile savaşır, ister faiz basit miktar olsun ister katlanmış olsun, hepsi İslâm'da haram ve yasaktır. İslâm, mal-mülk edinme sebeplerini, malın geliştirilmesi ve ondaki tasarruf keyfiyetini belirterek sınırlandırmıştır. Belirttiği sınırlar dışına çıkmayı haram kılıp yasaklamıştır. Müslüman’ın mülk edinme hususunda, bu mülkü geliştirmede ve bu mülkte tasarrufta bulunma hususunda bu sınırlara bağlı olmasını farz kılmış ve istediği şekilde mülk edinsin veya tasarrufta bulunsun (davransın) diye serbest bırakmamıştır. Daha doğrusu insanı, koyduğu ahkâmla bağlı kılmıştır. Gasbetmek, çalmak, alıp götürmek, rüşvet, faiz, kumar, zina, homoseksüellik, aldatmak, hile, sahtekârlık, içkiyi imal etmek ve satmak, kadının dişiliğini kullanmak ve buna benzer mülk edinme usullerine başvurmayı ve onlarla mülkü çoğaltmayı haram kılıp yasaklamıştır. Bütün bu yollar, mülk edinmek ve mülkü geliştirmek için yasaklanan sebeplerdir. Herhangi bir mal, bu şekilde mülk edinilirse, müslümanın 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 17 ARAfiTIRMA–‹NCELEME ona sahip olması da haramdır ve onu yapan cezalandırılır. Böylece İslâm'da, mülk edinme hürriyetinin bulunmadığı apaçık şekilde görülür. Müslüman, İslâm'ın mülk edinmekle ve malda tasarrufu ile ilgili getirdiği ahkâmla kayıtlıdır, onları aşamaz. Şahsî hürriyet ise; her türlü bağdan kurtulma hürriyetidir. Ruhanî, insanî ve ahlâkî her değerden ayrılma hürriyetidir. Ailenin parçalanması; varlığının ve bağlarının yok edilmesi hürriyetidir. Kendi adıyla her kötülüğün işlendiği ve her haramın mubah kılındığı hürriyettir. O hürriyet ki, batı toplumlarını insanı utandıran bir hayvanlar topluluğu haline düşürmüştür. Ve o toplumların ahalisini, hayvanların seviyesinden daha aşağı bir seviyeye ulaştırmıştır. Bu hürriyet, insana kendi yaşantısında istediği şekilde davranma ve yine kendi yaşantısında zevk aldığı şekilde davranma hakkını verir. Ne devletin, ne de başkasının, insanın tam hürriyetle davranmasına karşı bir engel koyma hakkı yoktur. Böylece; zina, homoseksüellik (erkek ile erkek ve kadın ile kadın aralarında cinsî temas yapmak), içki, çıplaklık gibi herhangi bir baskı veya zorlama bulunmadan ve herhangi bir sınır tanımadan tam hürriyetle en basit ve alçak her işin yapılmasına müsaade eder. Şüphesiz ki, İslâm'ın hükümleri bu şahsî hürriyetle tam şekilde çelişir. İslâm'da şahsî hürriyet yoktur. Her müslüman, Allah'ın emirleri ve nehiyleriyle bütün fiillerinde ve davranışlarında bağımlıdır. Allah'ın yasakladığı fiili yapması haramdır. Bu şekilde yasak olan bir fiili yapan günah işlemiş olur ve şiddetli bir cezayla cezalandırılır. İslâm; zinayı, homoseksüelliği, içkiyi, çıplaklığı ve diğer kötü işleri haram kılmış ve bunların her birisine caydırıcı ceza koymuştur. Aynı anda İslâm, insanın güzel ahlâka ve övülen huylara sahip olmasını emretmiştir. İslâm toplumunu, tahir (temiz) ve iffetli bir toplum haline getirdiği gibi yüksek değerlerin toplumu haline de getirmiştir. Yukarıda anlatılan hususlardan açıkça belli oluyor ki; batı düşüncesi, batı değerleri, batının bakış açısı, batı ürünü olan demokrasi ve genel veya temel hürriyetler; İslâm'la ve İslâm'ın ahkâmıyla tam ve küllî şekilde çelişirler. Zira o batı fikirleri, düşünce sistemi, nizam ve kanunları, hepsi küfürdür. Demokrasinin İslâm'dan olduğunu, onun şuranın, marufu emretmek ve münkeri nehyetmenin ya da idarecileri muhasebe etmenin benzeri veya aynısı olduğunu söylemek, saptırmadan ya da cahillikten başka bir şey değildir. Zira şûrâ, marufu emretmek, münkeri nehyetmek ve idarecileri muhasebe etmek… Tüm bunlar birer şer’i hükümlerdir. Allahû Tealâ bunları bizlere bildirmiş ve birer şer’i hüküm oldukları için müslümanların bunları almaları ve bunlarla amel etmeleri vacib olmuştur. Demokrasi ise, Allahû Teâlâ’nın bizden almamızı istediği şer’i bir düşünce sistemi değildir. Aynı şekilde Allahû Teâlâ’nın indirdiği ve teşri ettiği bir esas da değildir. Aynı anda demokrasi, şura demek de değildir. Çünkü, şura; sırf görüş göstermektir. Demokrasi ise; hayata bakış açısıdır. Beşerin (insanların) vahye binaen değil de akıllarının gördüğü maslahat ve menfaate binaen çıkarttıkları anayasa, nizam ve kanunları ikame etmektir. Bundan dolayı, müslümanların demokrasiyi almaları ve kabul etmeleri haram olduğu gibi ona davet etmeleri veya onun esası üzerine parti kurmaları, onu hayata bakış açısı olarak ittihaz etmeleri veya onu tatbik etmek için almaları haramdır. Yine onu, anayasanın ve kanunların esası kılmaları veya anayasa ve kanunların kaynağı olarak tayin etmeleri veyahut onu öğretimin temeli veya gayesi olarak tayin etmeleri de haramdır. Aynı anda, müslümanların demokrasiyi tam ve küllî şekilde reddetmeleri ve terk etmeleri en önemli farzdır. Çünkü, kendisi pis ve necistir, tağutun hükmüdür. Bizatihi küfürdür. Sistemi, fikirleri ve kanunları küfürdür. İslâm'la yakından uzaktan herhangi bir ilgisi yoktur. Yine, müslümanların İslâm'ın tamamını kâmil şekilde hayatta, devlette ve toplumda uygulama ve yürütme mevkiine koymaları da en elzem farzdır. “Kendisine hidayet gösterildikten sonra kim, Resul’e (Resul’ün getirdiği Kuran ve Sünnete) karşı çıkar ve müminlerin yolundan (İslâm Yolundan) başka bir yola tâbi olursa, onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O (Cehennem), ne kötü bir gelecektir.” (Nîsâ Sûresi: 4/115) Demokrasi Küfür Nizâm›d›r –2– A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 17 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 18 YORUM Kemâlizm’in Temel Felsefesi: ZORBALIK ve YOLSUZLUK RAMAZAN YILMAZ Türkiye’yi seksen y›ld›r iflgali alt›nda tutan, halk› inim inim inleten, zulüm ve despotlu¤un doru¤una ulaflan Kemalist diktatörlük, varl›¤›n› zulüm ve yolsuzluk üzerine bina emifltir. Bugün Kemalizm denince halk›n akl›na ilk gelen, zorbal›k ve yolsuzluk olmaktad›r. Z Kemalizm’in Temel Felsefesi Zorbal›k ve Yolsuzluk A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 18 orbalık ve yolsuzluk, insan yaşamında nefret edilen, tiksinti veren ve sevilmeyen iki olumsuz menfur kavram ve fiildir. Bu kavramları kendi içinde barındıran, temeli bu fiillere dayanan düşünce ve ideolojiler, sistem ve yönetimler de aynı şekilde nefret edilen ideoloji ve yönetimlerdir. Böyle özelliklere sahip olan sistemler, insanlık düşmanı ve gayri insani sistemlerdir. Zorbalık ve yolsuzluk, birbirini tamamlayan, birbirini koruyan, birbirleriyle bütünleşen, biri olmadan diğerinin yaşama şansı bulunmayan iki kavram, iki gayri ahlaki ve gayri insani fiildir. Tarihin her döneminde, bu iki kavramı içinde barındıran ideolojiler, sistem ve yönetimler olduğu gibi, bugün de bu tür sistem ve yönetimler mevcuttur. Bu özelliklere sahip olan yönetimler genelde zorba ve despotturlar. İdareleri altında tuttukları halklar tarafından sevilmeyen, nefret edilen bu zorba ve despot yönetimler, varlıklarını korumak ve sürdürmek için bir taraftan halkın değerlerini, maddi varlıklarını çalıp hırsızlık, gasbedip yolsuzluk yaparlarken, diğer taraftan soyup soğana çevirdikleri halkın tepkisini bastırmak, hırsızlıklarını örtbas edebilmek için zorbalık yapmakta, şiddet ve terör estirerek halkı sindirmektedirler. Yolsuzluk ve hırsızlıkla halkın maddi varlıklarını çalıp gasbeden diktatörlükler ve diktatörler, halkı güvenmedikleri, yarınlarından emin olmadıkları için çalıp gasbettikleri halkın varlıklarından kazandıkları paraları, başka ülkelerdeki bankalara yatırmaktadırlar. Çünkü yönetimleri altında zorla tuttukları halkın isyan edip saltanatlarını yerlebir ettikleri zaman kaçıp sığınacakları yer, paralarını daha önce yatırdıkları dış ülkelerdir. Geçmişte ve günümüzdeki tüm zorbalar, saltanatları halk tarafından yerlebir olduktan sonra canlarını kurtardıkları an ülkelerinden kaçıp dış ülkeler sığınmışlardır. Türkiye’yi seksen yıldır işgali altında tutan, halkı inim inim inleten, zulüm ve despotluğun doruğuna ulaşan Kemalist diktatörlük, varlığını zulüm ve yolsuzluk üzerine bina emiştir. Bugün Kemalizm denince halkın aklına ilk gelen, zorbalık ve yolsuzluk olmaktadır. Nasıl ki, İslâm denince adalet, eşitlik, özgürlük, barış, kardeşlik, güven ve huzur, mutluluk ve saadet akla geliyorsa; aynı şekilde Kemalizm denince de insanlık düşmanı zorbalık ve yolsuzluk, zulüm ve baskı, şiddet ve terör akla gelmektedir. ZORBALIK Kemalizm’in İlk ve En Önemli Vasfı Anadolu halkının inanç değerlerine, ahlak ilkelerine, yaşam felsefesine, kültür, gelenek ve göreneklerine aykırı bir sistem olan Kemalist diktatörlük, hile ve düzenbazlıkla, yalan ve istismarlarla gasbettiği Anadolu topraklarını işgâli altında tutmak, zulme dayalı saltanatını sürdürebilmek; ateist, inkarcı ve küfür içeren ideolojisini Anadolu halkına zorla benimsetmek için, tarihin tüm zorbalarına rahmet(!) okutacak derecede baskıya, şiddete, terör ve zulme başvurmuş, Anadolu halkının ve bu halkın temsilcileri olan değerli alim ve aydınlarının oluk oluk kanlarını akıtmış, halkın inancıyla alay etmiş, inanç değerlerine savaş açmıştır. Kemalizm’in Anadolu topraklarını işgali ile başlayan zorbalık süreci, günümüze kadar, akla hayale gelmeyen şeytani yöntemlerle, gayri insani bir vahşetle devam etmiştir. Dikta rejimi, işgalinin ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri adı altında oluşturduğu cinayet mahkemelerinde sebepsiz ve yere ve sudan bahanelerle binlerce ilim ehli alimi ve halkın önderlerini, hakim ve savcı kılığına bürünmüş cellatlarının kararlarıyla darağacılarda katletmişti. Kan dökmeyi ve kan içmeyi alışkanlık haline getiren Kemalist dik- 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 19 YORUM tatörlük, suikast ve faili meçhul cinayetleriyle onlarca insanı öldürtmesine paralel olarak, kimilerini kendisinin meydana getirttiği (Menemen olayı gibi), bu nedenle birçok masum insanın kanını döktüğü, kimileri de halkın despot diktatörlüğe olan tepkisinden kaynaklanan isyanları (Şeyh Said isyanı, Çerkez Ethem isyanı, Çapanoğlu isyanı vb.) bahane ederek binlerce insanı katletmiştir. Zorbalık, Kemalist diktatörlüğün ilk ve en önemli vasfıdır. Bu gerçek, dikta rejiminin en üst kurumları tarafından açık bir şekilde tescil edilmiştir. Mücâhede Yayınları’ndan çıkan “Hukuk Zorbalarına Karşı Onur Mücâdelesi” adlı kitapta sistemin zorbalığı ile ilgili şu ifadelere yer verilmiştir: “Diğer taraftan yukarıdaki sıfatları Türkiye için, sistemin en üst yargı birimi olan Yargıtay 9. Dairesi ve Yargıtay Başkanı Sami Selçuk Bey kullanıyorlar. Yargıtay 9. Dairesi, İHD İstanbul Şube Başkanı’nın T.C. devleti için kullandığı ‘Mafyalaşmış devlet’, ‘Kaba kuvvetin hâkim olduğu hukuk dışı devlet’, ‘Cinâyet işleyen(câni) devlet’, ‘Suçluları yönetici yapan, serveti koruyan devlet’, ifadelerini hakaret kabul etmeyerek verilen cezâyı bozmuştur (10.05.1998 Posta). Yargıtay Başkanı Sami Selçuk Bey, yazdığı kitabına “Zorba Devletten Hukukun Üstünlüğüne” adını vermiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, Yargıtay Başkanı ve 9. Dairesi, sistemin zorbalığını tescil etmişlerdir. ları üzerindeki işgalini korku üzerinde sürdüren Kemalizm, halka dayanmadığı, halk tarafından benimsenip kabul edilmediği için her an halkın isyanı sonucu yıkılacak endişesiyle her şeyden ve herkesten kuşkulandı. Hatta öyle ki, Anadolu’yu işgali sırasında ülkeyi dış düşmanlardan kurtarmaya çalışan ve bir yönüyle kendisine yardımcı olmuş nice değerli insanlardan bile şüphelenip korkmaya başladı ve bu kimseleri hain ilan edip harcamaya çalıştı. Örneğin bunların en meşhurlarından biri Çerkez Ethem’dir. Ülkenin kurtarılmasında birçok kahramanlıklara imza atan Çerkez Ethem, Kemalist diktatörlüğün halkın inancına, ahlaki ilkelerine, yaşam felsefesine, kültür, gelenek ve göreneklerine düşman olduğunu, bu diktatörlüğün halk tarafından istenmediğini anlayınca ona karşı tavır aldı. Ancak bu tavır alışı Çerkez Ethem’e pahalıya mal oldu. İki ağabeyi de mecliste milletvekili olduğu söylenen Çerkez Ethem, dikta rejimi tarafından önce vatan haini olarak suçlandı, ardından zorba rejimin saldırısına uğradı. Aynı akıbete birçok kişi daha uğradı; bunlardan birçoğu ülke dışında vatan hasreti çekerek can verdi. İşte Mehmet Akif Ersoy bunlardan yalnızca birisiydi. M. Akif Ersoy, nice fedakârlıklar yapmasına ve T.C.’nin istiklâl(!) marşını yazmasına rağmen, dış düşmandan görmediği zulmü, başlarına bela ettikleri iç düşman Kemalist zorbalıktan görmüştür. Akif, kurtuluşu yurtdışına kaçmakta görmüş ve Mısır’da can vermiştir. Aynı şekilde Hükümet ortağı ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz Bey de sistemi “Mitolojik Haydut Prokrus-tes”e benzeterek, bu haydutun, kurbanlarını öldürdükten sonra, kısa olanlarını çekiçle uzattığını, uzun olanlarını ise, testere ile kesip kısalttığını ifade etmiştir.” (Hukuk Zorbalarına Karşı Onur Mücâdelesi, Ramazan Yılmaz, Mücâhede Yayınları, İstanbul 2002, shf. 276) Ülkenin içinde bulunduğu zor şartlarda hayatlarını hiçe sayarak mücadele eden nice insan, savaştan sonra Kemalist zorbalığın ihanetine uğramış, zulüm görmüş, zorba sistem tarafından düşman ilan edilmiş, hakkında soruşturmalar açılmış, kovuşturmalar yapılmıştır. Dikta rejimi, kendi varlığını sürdürmek adına ülkenin seçkin şahsiyetlerini tek tek harcamıştır. Onur Mücâdelesi kitabından alıntılanan ifadelerden de anlaşılıyor ki, sistem ve sistemin yöneticileri kendi zorbalıklarını kabul etmekte, bu zorbalığın sistemin temel felsefesi olduğunu açıkça belirtmektedirler. Dikta rejiminin Anadolu halkı ve özellikle de müslümanlar üzerinde estirdiği terör, uyguladığı şiddet ve baskı, İslâmi değerlere, ahlaki ilkelere, gelenek ve göreneklere olan düşmanlığı, halkın bu diktatörlüğe karşı duyduğu kin ve nefreti daha çok artırmıştır. Halk, diktatör rejime karşı duyduğu kin ve nefretini kimi zaman örgütler kurarak ortaya koymuş, kimi zaman da despot rejim taraftarlarını seçim sandıklarında silip atarak ortaya koymuştur. Demokratik dinin 1950 yılından sonra yapılan tüm seçimlerinde halk, rejim taraftarı asker ve sivilleri seçim sandıklarına gömmüş, onlara iktidar hakkı vermemiştir. Ancak dikta rejimi, halkın kendisine ve taraftarlarına vermediği iktidarı, her on yılda bir yaptığı kanlı ihtilallerle, zorla gasbetmiştir. Zorbalığı tek çıkar yol, yegane çözüm zanneden Kemalizm, halkın kendisine olan tepkisini ve halk tarafından gayri meşru görülmesini bastırmak ve halkın gözünü korkutup onu sindirmek için kanlı eylemlerini şiddet ve terör estirerek bugüne kadar sürdürmüştür. Ancak zorba sistemin başvurduğu her şiddet ve estirdiği her terör, hem halkın kin ve nefretini daha çok artırmış, hem de yeni isyanların çıkmasına neden olmuştur. Kurulduğu günden itibaren Anadolu toprak- Kemalizm’in Temel Felsefesi Zorbal›k ve Yolsuzluk A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 19 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 20 YORUM Kemalizm’in Temel Felsefesi Zorbal›k ve Yolsuzluk A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 20 Kemalist diktatörlük, sosyal bir düzen kurup halkın yaşam standartlarını, refah düzeyini yükselterek, kendisine karşı biriken kin ve nefreti azaltacak, halk arasında sosyal adaleti sağlayacak yerde, tam aksine hareket ederek baskı ve zulmüne, şiddet ve terörüne devam etmiş, silah ve zorbalıkla halkın duygularını bastırmaya, halkı korkutup sindirmeye çalışmıştır. Her on yılda bir yapılan kanlı ihtilaller, verilen muhtıralar, dikta rejiminin içinde bulunduğu çıkmazı ve halka gözdağı verdiğini açıkça göstermektedir. Özellikle halkın seçip iktidar verdiği başbakanların kimini darağacında sallandırması, kimilerini cezaevine kapatması, dikta rejiminin halkla ne kadar ters düştüğünün ve halka gözdağı verdiğinin birer belgesi, birer göstergesidir. Ancak Anadolu halkı, dikta rejiminin bu şantajlarına, gözdağı vermesine, onca baskı ve zulmüne, estirdiği tüm şiddet ve terörüne boyun eğmemiş, susmamış, tam aksine her vesile ile tepkisini, kin ve nefretini daha güçlü bir şekilde ortaya koymuştur. Türkiye’deki Kemalist diktatörlük de, tarihteki diğer zorbalar gibi, baskı ve zulümle işgali altında tut tuğu halk tarafından maddi bir destek bulamadığından dolayı, işgalini sürdürmek, varlığını devam ettirmek için yolsuzluk ve hırsızlık yapmakta, halkın değerlerini gayri meşr u bir şekilde gasbedip çalmak tadır. Dikta rejimi, Anadolu halkına ait olan ülkenin maddi kaynaklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, efendisi emper yalist lere ve ülke için deki yandaşı bir avuç burjuva sınıfına çeşitli hile ve desiselerle aktarmakta, ülkenin gerçek sahibi Anadolu halkının aç, sefil ve perişan olmasına neden olmaktadır. Anadolu halkı tarihi, nice despot ve diktatörlerin defedildiği, zorbalara hak ettikleri cezaların verildiği örneklerle doludur. Bu kural, Kemalist diktatörlük için de geçerlidir ve bu halk, eski inancına, sarsılmaz imanına kavuştuğu ya da kavuşturulduğu anda yine eski gücünü ortaya koyacak ve Kemalist zorbalığın hile ve yalanlarla gasbettiği işgaline son verecek, dikta rejimini, tarihin çöplüğünde layık olduğu yere, önceki zorbaların yanına fırlatacaktır. Bu süreç çok yakındır ve inşaAllah çok kısa bir süre sonra bu zorba diktatörlük, bu insanlığın yüzkarası ur, AB sözcüsü Ooslander’ın bile tespit ettiği bu çağdışı, putperest rejim, kirlettiği temiz Anadolu topraklarından sürülüp çıkarılacak ya da yerin dibine geçirilecektir. Böylece Anadolu halkı bir zorbadan daha kurtulmanın mutluluğunu yaşayacaktır. Ne mutlu, o günleri görecek gözlere ve o gözlerin sahiplerine! YOLSUZLUK–HIRSIZLIK Kemalizm’in Temel Felsefesi Meşruiyeti bulunmayan, işgal ve esareti altında tuttuğu halka dayanmayan, insan hak ve özgürlüklerine aykırı olan bir sistemin varlığını korumak için başvurduğu iki yol vardır. Birincisi, yukarıda da belirtildiği üzere, zorbalık, şiddet ve terör; ikincisi ise yolsuzluk ve hırsızlık, gasp ve sömürüdür. Tarih boyunca tüm diktatör despotlar, gayri meşru iktidarlarını sürdürmek, varlıklarını devam ettirmek için bu iki yola, bu iki iğrenç fiile başvurmuşlardır. Halka, halkın inanç ve değerlerine dayanmadıkları, saygı göstermedikleri için halk tarafından en küçük bir destek görmeyen, halkın maddi yardımından yararlanamayan tüm despotlar, iktidarlarını sürdürebilmek için halkın maddi değerlerini gasbetmişler, bu değerleri usulsüz yollarla alıp çalarak hırsızlık ve yolsuzluk yapmışlar, bu hırsızlıklarını örtbas edebilmek için de baskı ve şiddete başvurmuşlar, halkı sindirmeye çalışmışlardır. Bu, dün öyle olduğu gibi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu tavır, despotizmin mantığıdır. Despotizm ise gelişmemiş beyinlerin ürünüdür. Türkiye’deki Kemalist diktatörlük de, tarihteki diğer zorbalar gibi, baskı ve zulümle işgali altında tuttuğu halk tarafından maddi bir destek bulamadığından dolayı, işgalini sürdürmek, varlığını devam ettirmek için yolsuzluk ve hırsızlık yapmakta, halkın değerlerini gayri meşru bir şekilde gasbedip çalmaktadır. Dikta rejimi, Anadolu halkına ait olan ülkenin maddi kaynaklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini, efendisi emperyalistlere ve ülke içindeki yandaşı bir avuç burjuva sınıfına çeşitli hile ve desiselerle aktarmakta, ülkenin gerçek sahibi Anadolu halkının aç, sefil ve perişan olmasına neden olmaktadır. Bugün halkın yüzde sekseninden fazlası dikta rejiminin uyguladığı yolsuzluk ve 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 21 YORUM zorbaca politikası yüzünden gayri safi milli hasıladan yararlanmamaktadır. Ülke zenginliklerinin gayri meşru yollarla kendilerine aktarıldığı emperyalist güçler, Kemalist zorbalığı dışarıdan destekleyip işgalini sürdürmesine yardımcı olurlarken burjuva kesimi de kendilerini semirtip zenginleştiren zorba sistemi içeriden desteklemektedirler. Dikta rejimi ile destekçileri arasındaki bu dönüşümlü yardımlaşma, Anadolu halkına çok pahalıya mâlolmaktadır. İnsan hak ve özgürlüklerini çiğneyen, zorbalık ve yolsuzluğu temel felsefe olarak kabul eden despotizm, kendisi çağdışı olduğu gibi, işgali altında tuttuğu hakları da geri bırakır. Bugün bazı ülkeler de hâlâ hüküm süren diktatörlükler, halklarına açlık, sefalet ve gözyaşından başka bir şey veremediği gibi, o ülkelerin üçüncü dünya ülkesi olarak adlandırılmalarına neden olmaktadırlar. Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir. Onca zenginliğine, gelir kaynaklarına, coğrafi konumuna, kültürel varlığına rağmen Türkiye, seksen yıldan fazla bir zamandan beri Kemalizm’in işgali altında kaldığı ve bu işgal hâlâ devam ettiği için üçüncü dünya ülkeleri arasındadır. Çünkü ülke zenginliği, halkın refah düzeyini yükseltmek, çağın teknolojisini satın almak için değil, zorba sistemin iç ve dış destekçileri burjuva kesimi ve emperyalizmi kalkındırmak için kullanılmakta, ülke zenginliği onlara akmaktadır. Bozuk bir yönetimin hayatiyetini ve işgalini devam ettirmesi, ancak insani özelliklerini yitirmiş, insan hak ve özgürlüklerini hiçe saymış, hukuk anlayışından mahrum kalmış kimselerin varlığı ile mümkündür. Bu nedenle Kemalist diktatörlük, uyguladığı bozuk eğitim ve totaliter yönetim sonucunda bu tür insanların yetişmesini sağlamış ve bunlar sayesinde işgalini bugüne kadar, halkın tepkisine rağmen, baskı, şiddet ve terörle devam ettirmiştir. Kemalist diktatörlüğün uyguladığı bu bozuk eğitim sistemi ve çağdışı yönetimi nedeniyle bugün rejimin tüm kurumları hırsızlık ve yolsuzluklarla gündemin baş sorunlarından biri olarak karşımızdadır. Neredeyse her gün dikta rejiminin bir kurumunda, rejimin yöneticilerinin hırsızlıkları, yolsuzlukları su yüzüne çıkıyor. Daha doğrusu rejimin kurumlarında yıllardır yapılan yolsuzluk ve hırsızlıklar o kadar çoğaldı ki, artık kapalı kapılar arkasına sığmadığından sokağa taştı. Rejimin yolsuzluk ve hırsızlık yapmamış yöneticisi, soruşturma görmedik kurumu kalmadı. Rejimin baş kurumu cumhurbaşkanlığından meclisine, başbakanlığından bakanlığına, sağlık sektöründen enerji sektörüne, yerel yönetimlerinden en küçük birimine kadar hemen hemen tüm kurum ve kuruluşlarında hırsızlık ve yolsuzluklar yapıldı. Dikta rejiminin askeri kanadındaki hırsızlık ve yolsuzluklar üzerine gidilmedi. Bunun nedeni, bu kurumun temiz oluşu ya da yolsuzluk yapmayışı değil, bu kurumun üstüne gidebilecek mangal yürekli soruşturmacıların olmayışıdır. Genel Kurmay’da kurmay bir albayın ya da generalin önünde yerde diz çöküp kendilerine verilen talimatları birer emireri gibi tekrarlayıp kabullenen ve adliye, daha doğrusu zulüm binasında bu talimatları yerine getiren savcı ve hakim sıfatlı hangi yürekli, efendi edindiği askerlerden hesap soracak, onların yaptıkları yolsuzlukları araştıracak?! Böyle bir şeye kalkışacak hakim ve savcı kılıklı biri, kendi mezarını kendisi hazırlamış demektir. Susurluk komisyonu savcısı ile o zamanın başbakanlarından Mesut Yılmaz, aynı ağızdan, soruşturmayı bir yere kadar götürdüklerini, ondan sonrasını soruşturmaya güç yetiremediklerini söylüyorlardı. Soruşturmanın “ondan ötesi”nin adresi belliydi... ancak o adrese gitmeye yürek isterdi! Bugün üçüncü dünya ülkelerinde bile askerlerin dokunulmazlıkları kaldırılıyor, yolsuz ve hırsız, zalim ve despot askerlerden hesap soruluyor. İşte Şili ve Arjantin... Son olarak bu iki ülke de askerlerden hesap sormak için onların dokunulmazlıklarını kaldırıyorlar. Ancak maalesef Türkiye, çağın çok daha gerisinde kaldığı için hâlâ askerlerden hesap sorma yürekliliğini ortaya koyacak durumda değildir. Tıpkı dünyadaki tüm putlar tek tek yıkılıp totemciliğe putçuluğa son Kemalizm’in Temel Felsefesi Zorbal›k ve Yolsuzluk A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 21 Bozuk bir yönetimin hayatiyetini ve işgalini devam ettirmesi, ancak insani özelliklerini yitirmiş, insan hak ve özgürlüklerini hiçe saymış, hukuk anlayışından mahrum kalmış kimselerin varlığı ile mümkündür. Bu nedenle Kemalist diktatörlük, uyguladığı bozuk eğitim ve totaliter yönetim sonucunda bu tür insanların yetişmesini sağlamış ve bunlar sayesinde işgalini bugüne kadar, halkın tepkisine rağmen, baskı, şiddet ve terörle devam ettirmiştir 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 22 YORUM verilirken, Türkiye’de hâlâ her okulun önünde, her resmi daire içinde bulunan putların yıkılmadığı gibi. Daha ilköğretim birinci sınıfından itibâren Anadolu’nun tertemiz çocuklarına, körpecik dimağlara putperestlik aşılanıyor, puthanelere gidiliyor, putlar önünde merasim adı altında putlara tapınma ve tazim törenleri düzenleniyor. Dikta rejimi, uyguladığı putçu, materyalist, ateist ve bozuk eğitim sistemi ile kendi zorba ve hırsız karakterine uygun elemanlar yetiştirdi. Bu yetişen elemanlar, geldikleri ya da getirildikleri her makamda hırsızlık ve yolsuzluk yaptılar. Dikta rejiminin bugüne kadar Başbakanlık görevinde bulunmuş hemen herkesin haklarında açılmış yolsuzluk ve hırsızlık dosyaları mevcuttur. Bunlara bir de aynı karakterdeki bakanlar, genel müdürler ve idare amirleri katıldığı zaman rejimin yapısı ve kimliği daha iyi bir şekilde anlaşılıyor. Kemalizm’in Temel Felsefesi Zorbal›k ve Yolsuzluk A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 22 Kemalizm, suçluların, yolsuzların, hırsızların yönetimine izin veren, böyle olmayanlara yönetme hakkı vermeyen bir sistemdir. Ülkenin maddi kaynaklarını kardeşlerine ve yeğenlerine peşkeş çeken Süleyman Demirel’den neredeyse her karış toprağın tapusunu kendi üzerine çıkaran Tansu Çiller’e, kardeşi Turgut’la beraber yolsuzluğun zirvesine ulaşan Mesut Yılmaz’dan halkın mücevherlerini, yoksullara yapılan yardım paralarını gabedip 150-200 kg altın biriktiren, saray ve köşkler edinen Necmettin Erbakan’a, ailesini ve çevresini semirtip zenginleşen Turgut Özal’ından İstanbul Belediyesi’ni soyup soğana çeviren ABD’nin son kuklası R.T. Erdoğan’ına kadar mesleğinde yetişmiş tüm hırsızlar, dikta rejimi tarafından yetiştirilip başbakanlığa getirilmiştir. Materyalist, ateist ve putperest bir eğitim sistemi ile Anadolu halkının inanç değerlerine, ahlak ilkelerine, yaşam felsefesine, kültür, gelenek ve göreneklerine saldıran dikta rejimi, genç nesilden birçoğunu saptırdı; ateist, materyalist ve tüm değerlerine yabancılaşan, Batı emperyalizmine, Batı kültür ve değerlerine hayran, Batı’yı ilah edinen bir nesil yetiştirdi. Kendi öz değerlerine, inanç ve kültürüne yabancılaşan bu Batı hayranı soysuz ve köksüz nesil, kapitalizmin “bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesini esas alarak yetiştiler. Bu felsefe ile yetişen cumhuriyet çocukları, bu felsefenin gereği olarak istedikleri gibi çalıp soydular, gayri meşru bir şekilde toplumun maddi değerlerini gasbedip semirdiler. Bugün birbiri ardına ortaya çıkan yolsuzluklar, dikta rejiminin yetiştirdiği bu bozuk, dinsiz, materyalist ve çıkarcı neslin yolsuzluk- larıdır. İşin garip yanı, bu yolsuzlukları ortaya çıkaranlar, dürüst, ilkeli, vatanperver, toplumu düşünen, Allah’tan korkan insanlar oldukları için yolsuzlukları ortaya çıkarmıyor; tam aksine yolsuzluk yapanlardan çok daha hırsız ve yolsuz oldukları için, kendi hırsızlıklarını örtbas edebilmek ve yeni yapacakları hırsızlık ve yolsuzluklara zemin hazırlamak, en önemlisi de zedelenen çıkarlarını düzeltmek için diğer hırsızların ve yolsuzluk yapanların üzerine gidip onların kirli çamaşırlarını ortaya çıkarıyorlar. Bu hırsızlar ve yolsuzlar, bazen de aralarında ittifaklar oluşturup hırsızlıklarını gizlemeye çalışıyorlar. Örneklendirecek olursak: 1- İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ve yan kuruluşlarını soyup soğana çeviren, hakkında onlarca hırsızlık ve yolsuzluk dosyası bulunan AKP (= Amerikan Kuklaları Partisi) başkanı Erdoğan ve kendisi gibi hırsızlık ve yolsuzluklarla donanmış yandaşları, şimdi eski Başbakan Ecevit’i ve yardımcılarını sorgulamaya çalışıyorlar. Üstelik kendilerinin hırsızlıkları ve ülkeyi soymaya çalışmaları halen devam ettiği halde... Erdoğan ve AKP(= Amerikan Kuklaları Partisin)’deki diğer elemanları, ülkenin soyulacak yeri kalmamış olacak ki, şimdi de orman arazilerini yemeye ve soymaya çalışıyorlar. Aslında önceden çaldıkları orman arazilerini şimdi (sözümona) meşrulaştırmak için uğraşıyorlar. Maliye’yi teslim ettikleri baş hırsız Unakıtan’ın çaldığı orman arazileri, halen güncelliğini koruduğu şu günlerde orman arazileri kanununu çıkarmak için çırpınmaları ve yolsuzluklar üzerine gittiklerini (!) söylemeleri, Amerikan Kuklaları Partisi’nin elemanlarının hırsızlıklarını örtbas etmekten başka bir şey değildir. 2- Yolsuzluğu ve hırsızlığı ile gündemden düşmeyen, hakkında açılmış onlarca hırsızlık ve yolsuzluk dosyası bulunan Çiller, düşmanı olduğu ve kendisi gibi bir hırsız ve yolsuz olan, Bosna’daki zavallı insanlar için toplanan paraları gasbedip çalan Erbakan’la, hırsızlıklarını ve yolsuzluklarını örtbas edebilmek için koalisyon hükümeti kurdu. 3- Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller, daha önce bir kaç oy uğruna birbirlerini yiyip dururlarken, meclise girdikten sonra hırsızlık ve yolsuzluklarını örtbas edebilmek için koalisyon hükümeti kurdular. Bu hırsızlık ve yolsuzluklar, yaza yaza bitirilecek bir şey değildir. Çünkü bataklığın, varolduğu sürece, sivrisinek ürettiği gerçeği gibi, bu soyguncu, hırsız, zorba düzen, halkın inanç de- 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 23 YORUM Anadolu halkı, bu soyguncu ve zorba düzeni başından defedip atmadıkça ne soygunlar, hırsızlık ve yolsuzluklar biter, ne de soyguncular ve hırsızlar biter. Aksi halde soygun ve hırsızlığın biri biter, diğeri başlar ya da soyguncu ve hırsızın biri gider diğeri gelir ve halk kaz gibi yolunmaya ve soyulmaya yine mahkum olur. Bunun için yapılacak tek şey, İslâm’a yönelip yeniden iman etmek, İslâm’ın şerefiyle şereflenmek, İslâmi bir kimlik kuşanıp zorba ve soyguncu düzene karşı tavır almaktır. Bu tavır, en basitinden, zorba ve soyguncu düzene oy vermemek, sistem için taze kan olan seçimlere katılmamaktır. ğerlerine, ahlak ilkelerine, yaşam felsefesine, gelenek ve göreneklerine aykırı ve düşman eğitimini sürdürdüğü sürece daha çok soysuz ve köksüz nesiller yetiştirilecektir. Bu hırsızlıkların, yolsuzluk ve soygunların bitmesi, ancak bu soyguncu, yağmacı ve hırsız düzenin yokedilmesi ile mümkündür. Türkiye’deki yağmanın, talanın, soygunun, hırsızlık ve yolsuzluğun temel nedeni, ülkeyi seksen yıldan fazla bir süreden beri işgal eden Kemalist diktatörlüktür. Anadolu’nun saf evlatlarını, uyguladığı materyalist ve ateist eğitim sonucunda öz değerlerinden, inanç ve kültüründen koparmış, onuncu yıl marşında da itiraf ettiği gibi “on yılda” on bin bozuk ürün yetiştirmiştir. Bu bozuk ve materyalist eğitimden etkilenmeyen kimi insanları da sistemde belli yerlerde görevlendirdikten sonra bozmuş, insani özelliklerinden uzaklaştırmıştır. İşte bugün sistemin tepesinde göstermelik ya da sembolik olarak oturtulan A. Necdet Sezer...! Bu şahıs, Cumhurbaşkanı olduğu ilk günlerde Anadolu insanlarına has özellikleriyle hareket ediyor, olması gereken ve halk tarafından beğenilen tavırlar sergiliyordu. Ancak bu güzel tavırları uzun sürmedi ve “devletin malı deniz...” felsefesine uyarak o da tıpkı halefleri diğer başkanlar gibi, tüyü bitmeyen yetimlerin hakkına el uzatıp Çankaya Köşkü’nü firavunlara yakışır bir şekilde donattı; o mütevazı Sezer, birdenbire değişmiş, halkın parasıyla köşke en lüks ve pahalı malları almıştı. İşte bu bozuk ve kokuşmuş Kemalist zorbalığın insanı getirdiği nokta!... Anadolu halkı, bu soyguncu ve zorba düzeni başından defedip atmadıkça ne soygunlar, hırsızlık ve yolsuzluklar biter, ne de soyguncular ve hırsızlar biter. Aksi halde soygun ve hırsızlığın biri biter, diğeri başlar ya da soyguncu ve hırsızın biri gider diğeri gelir ve halk kaz gibi yolunmaya ve soyulmaya yine mahkum olur. Bunun için yapılacak tek şey, İslâm’a yönelip yeniden iman etmek, İslâm’ın şerefiyle şereflenmek, İslâmi bir kimlik kuşanıp zorba ve soyguncu düzene karşı tavır almaktır. Bu tavır, en basitinden, zorba ve soyguncu düzene oy vermemek, sistem için taze kan olan seçimlere katılmamaktır. Çünkü demokratik dinin bir gereği ve Kemalist diktatörlüğün hayat kaynağı olan seçime katılmak, zorbalığın ve hırsızlığın devam etmesine katkıda bulunmak olduğu gibi aynı zamanda şirk ve küfürdür ve katılanların müşrik ve kafir olarak cehennemde ebediyyen yanmalarına neden olacaktır. “Küfre rıza küfürdür” gerçeğini Anadolu halkı çok iyi bilir. Bu küfür ve kokuşmuş düzenin devam etmesi, genç nesillerden daha birçoklarının özbenliklerinden, inanç, kültür, gelenek ve göreneklerinden uzaklaşarak yozlaşması, hırsızlığın, yolsuzluğun, gasp ve soygunun sürmesi, halkın mallarının talan ve yağma edilmesi, zorbalık ve despotluğun azgınlaşarak artması demektir. Artık bu zulüm bitmeli, Anadolu halkı layık olduğu özgürlüğe, huzur ve güvene, zenginlik ve bolluğa, rahmet ve berekete kavuşmalıdır. Bunun için yapılacak şey, bir an önce İslâmi değerlere, Kur’âni gerçeklere yönelmek; şeref, mutluluk ve saadeti İslâm’da aramaktır.işte bu, gerçek kurtuluştur!... Kemalizm’in Temel Felsefesi Zorbal›k ve Yolsuzluk A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 23 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 24 PERSPEKT‹F Daveti T afl›mada Allah’›n Y ard›m› Mahmud Abdullatif UVEYDA ‹ Daveti Tafl›mada Allah’›n Yard›m› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 24 slam davetini taşıyan bir kimsenin, istisnalar haricinde daveti taşıma noktasında, peygamberler gibi çalışması gerekir. Allahû Teâlâ’nın göndermiş olduğu tüm peygamberler ise dinin aslında, akidede en güzel örnektirler. İşte bu bağlamda, Allah’ın, nebîlerine ve rasullerine yardımı konusuna değinilmesi gerekmektedir. Allah(cc), nebîlerine ve rasullerine yardım ettiği gibi, davetini taşıyanlara da yardım eder. Ancak Allah(cc) tarafından gelecek olan bu yardım, nasıl ve ne zaman gelecektir? İşte bu sorular konu ile ilgili âyetlerin incelenmesini, ele alınmasını gerektirmektedir. “Nuh’da daha önceleri bize niyaz etmişti. Onun duasını kabul edip kendisini ve ailesini büyük bir sıkıntıdan kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayan kavme karşı, O’na yardım ettik. Doğrusu onlar fena bir kavimdi. Ve hepsini suda boğduk.” (Enbiyâ Sûresi: 21/76-77) Kur’an’da nebîlerin ve rasullerin kıssaları incelendiği zaman, Allah’ın onlara yardımının üç şekilde geldiği görülür: “(Lut) Dedi ki: Rabbim bozgunculara karşı bana yardım et.” (Ankebût Sûresi: 29/30) 1- Karşıtlarına, kavmine ve kendisine inanmayanlara karşı bizzat nebînin kendisine yardım. “Öyle ki peygamberler ümitsizliğe düşüp yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiştir. Böylece dilediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu kavimden geri çevrilmeyecektir.” (Yusuf Sûresi: 12/110) 2- Davetine veya taşıdığı fikre yardım. 3- Hem nebînin kendisine hem de davetine yardım. Allah(cc), nebîleri olan Nûh’a, Hûd’a, Salih’e, Şuayb’a ve Lût’a; kavimlerine karşı yardım etmiş, kavimlerini helak etmiş; azabın çeşitli türleri ile onları yerle bir etmiştir. Bu, yardımın birinci türünü oluşturmaktadır. Yani bizzat nebînin kendisine yardımdır. Allah(cc), nebîlerinden Yunus ve Mûsa’nın taşıdığı fikre ve davete yardım etmiş, hem Yunus’un hem de Mûsa’nın kavmi iman etmiştir. Bu ise yardımın ikinci türünü oluşturmaktadır. Allah(cc), Nebîsi Muhammed(sav)’e; Kureyş’den, yahudilerden, yarımada ve civarında bulunan diğer Araplardan olan düşmanlarına karşı yardım etmiştir. Yine taşıdığı düşünceye, davetine, dinine yardım etmiş, Araplar ve diğer insanlar İslâm’a inanmışlardır. Bu ise yardımın üçüncü türünü oluşturmaktadır. Allah Subhanehû, ya nebîsine, ya nebîsine indirdiği şeriata veya hem kendisine hem de şeriatına yardım eder. Bu mesele, konuya delâlet eden çok sayıdaki âyetlerin ortaya konulmasını gerektirmeyecek kadar açıktır. Nebîlere ve rasullere gelen bu yardımlar ya Alemlerin Rabb’ine nispet edilir ya da bu nebîlere ve rasullere yardım eden insanlara nispet edilirler. Her iki duruma delâlet eden bir çok ayet vardır. Birinci duruma delâlet eden âyetler şunlardır: İkinci durumu ilgilendiren âyetler ise şunlardır: “İman edip hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler… İşte bunlar birbirinin dostudurlar. İman edip hicret etmeyenlerle, hicret edinceye kadar sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah işlediğinizi hakkıyla görücüdür.” (Enfâl Sûresi: 8/72) “...O peygambere inanıp ona saygı gösteren, yardım eden, onunla birlikte gönderilen nura uyanlar yok mu… Murâda erenler işte onlardır.” (Âraf Sûresi: 7/157) “Hani Allah peygamberlerden ahid almıştı. And olsun ki size Kitab’ı, hikmeti verdim. Sonra sizde olanı tasdik edecek bir peygamber geldiğinde mutlaka ona inanacak ve yardım edeceksiniz...” (Ali İmran Suresi: 3/81) 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 25 PERSPEKT‹F Görüldüğü üzere birinci gruptaki âyetlerde yardım Allah’a nispet edilirken, ikinci gruptaki âyetlerde ise insanlara nispet edilmektedir. Allah(cc), nebîlerine ve rasullerine yardım ettiği gibi bu nebîlere ve rasullere inanan, Allah’a itaat eden mü’minlere de yardım edecektir. Yani nebîlerin şeriatına inanan, getirdiği hükümlere bağlı kalan, emirlerine itaat eden ve yasaklarından da sakınan kimselere Allah’ın yardımı gelecektir. Bir başka anlamda, davet taşıyana –ki burada söz konusu odur– Allah Subhanehû’nun yardımı inecektir. Allah(cc), şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki biz elçilerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.” (Gâfir Suresi: 40/51) Davet taşıyıcılarına yardımın/zaferin bu türlerden yalnızca biri ile ineceğini söylemek veya iddia etmek doğru değildir. Böyle bir söz söylemek ve iddiada bulunmak doğru olmadığı gibi câiz de değildir. Çünkü davet taşıyıcılarına gelecek olan yardımı sadece belirli bir durumla tahsis edici bir delil olmadan, bu türlerden birisi ile tahsis etmek şer'î bir çıkarım değil bilakis aklî bir çıkarımdır. Dolayısıyla daveti taşıyanlar, şer'î hükme muhalefet etmekten sakınmalıdırlar. Mü’minlere inecek olan yardımın/zaferin Allah katında olduğu; arzulara ve akli çıkarımlara tâbi olmaktan uzak durulup; Allah’a itaat ederek, hükümlerine bağlanıldığında, daveti taşıyanlara yardım edeceği unutulmamalıdır. Yardımın/zaferin Allah katında ve Allah’ın elinde olduğu âyetlerde şöyle belirtilmektedir: “Bu yardımı Allah size sırf bir müjde olsun ve Allah Subhanehû, mü’minlere olan yardımını, kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zabelli bir sıralamaya tabi tutmaktadır. Yani davet fer, ancak Aziz ve Hakim olan Allah’tandır.” taşıyıcılarının yaptıkları gibi, dinin (Âl-i İmrân Sûresi: 3/126) hükümlerine bağlı kalanlara yar“Muhakkak dım edecektir. Çünkü davet “...Hatta peygamber ve betaşıyıcısı, bağlılık ve itaat raberlerindeki mü’minki b iz e lçilerimize v e açısından zirvede bulunler, Allah’ın yardımı maktadır. zaman, diyorlardı. iman e denlere h em d ünya neBiliniz ki Allah’ın Buraya kadar anlayardımı elbette ki tılanları özetleyecek hayat›nda, h em d e flahitlerin pek yakındır.” olursak; Allah Subha(Bakara Sûresi 2/214) nehû, nebîlerine ve raflahitlik e decekleri g ünde sûllerine; Nuh, Hûd, “Allah’ın yardımı ve yard›m e deriz.” Salih, Şuayb ve Lût fetih geldiğinde...” (as)’da olduğu gibi doğru(Nasr Sûresi: 110/1 ) Gâfir Suresi dan yardım etmiştir. Veya bi“Rahman’ın azabından sizi zim Rasûlümüz (sav)’de olduğu 51. Âyet kurtaracak kimdir? Yoksa şu orgibi başkaları aracılığı ile yardım etdunuz mu? Kafirler ancak aldanma içindemiştir. Zirâ Allah(cc), Medine halkı aracılığı ile dirler.” Rasülü’ne yardım etmiş ve onları “Ensar” olarak (Mülk Sûresi: 67/20) isimlendirmiştir. “Allah’tan başka yardım edecek adamları Allah Subhanehû, Nûh, Hûd, Salih, Şuayb ve da yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.” Lût (as)’da olduğu gibi bizzat kendilerine yardım (Kehf Sûresi: 18/43) etmiş; Musa ve İsa(as)’da olduğu gibi hem kendisine hem de şeriatına yardım etmiştir. Allah “Nihâyet onu da sarayını da yerin dibine Subhanehû’nun kudreti, bazı nebîlerde, rasulgeçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek lerde olduğu gibi bazen hayatlarında, İsa(as)’da kimsesi de yoktu.” (Kasas Sûresi 28/ 81) olduğu gibi bazen ölümlerinden sonra yardım etme şeklinde tecelli etmiş ve göğe yük“Göklerin ve yerin mülkünün, hakikaten seltmesinden sonra İsa(as)’ın şeriatı muzaffer Allah’ın olduğunu ve sizin için Allah’tan başka olmuştur. Aynı hal daveti taşıyanlar için de geçerbir sahip ve yardımcı olmadığını bilmez li olmuştur. Bazen Allah’ın yardımı doğrudan misiniz?” (Bakârâ Sûresi: 2/ 107) doğruya gelmiş; bazen de başkaları aracılığı ile yardım ederek onlara zafer vermiştir. Şimdi zaferin yalnızca Allah’ın elinde olduğuna ve Allah’ın emri olmadan da zafer gelmeYardım/zafer, bazen hayatlarında iken kendileryeceğine göre acaba müslümanlar, bu zaferin seine, bazen de öldükten sonra onların davetlerine beplerine sahip midir, yoksa yalnızca şartlarına gelmiştir. Daveti Tafl›mada Allah’›n Yard›m› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 25 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 26 PERSPEKT‹F Daveti Tafl›mada Allah’›n Yard›m› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 26 mı sahiptirler? Bir başka ifade ile; müslümanlar, bu zaferin sebepleri aracılığıyla diledikleri zamanda ve diledikleri şekilde yardımı indirebilirler mi? Yoksa iş böyle değildir ve de müslümanlar ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl uğraşırlarsa uğraşsınlar; zaferin/yardımın iniş vaktini ve keyfiyetini belirlemeye sahip değildirler ve sadece Allah(cc)’ın takdir ettiği zamanda ve keyfiyette, onlara zaferi ikram edeceği gerekli olan şartları gerçekleştirme gücüne mi sahiptirler? Zaferle/yardımla alakalı âyetleri inceleyen kimse, bu âyetlerden, zaferin tıpkı rızık gibi Allah’ın kazası olduğu sonucunu çıkarır. Zafer, tıpkı rızık emri gibi yalnızca Allah’ın elindedir. Nebîler ve rasullerden olsa bile Allah’ın kazası, insanların değil Allah’ın elindedir. Rızık bir kaza olduğu gibi; ömür, yağmurun ve zaferin inmesi de kazadır. Kaza ise, yaratılanlardan herhangi bir kimsenin elinde değil yalnızca Allah(cc)’ın elindedir. İnsan, rızkını, zamanını ve miktarını tahdit etmeye, ömrünün uzunluğunu ve kısalığını belirlemeye, yağmurun inme zamanını ve miktarını tespit etme gücüne sahip olmadığı gibi; zaman ve miktar olarak zaferin/yardımın inmesini sağlama gücüne de sahip değildir. Zira bunların tamamı kazadır. Konu, Allah’ın hükmettiği diğer kaza türlerinden birisi olması açısından ele alındığı zaman, herhangi bir kimsenin, zaferi doğuracak bir sonucun sebeplerine sahip olmadığı görülür. Eğer zafer, herhangi bir insanın elinde olmuş olsaydı istenilen sonucu doğuracak sebepleri getirmekten geri durmazdı. Nebîler ve rasuller, ihtiyaç duydukları anda bunu hemen indirirlerdi. Nebîler ve rasuller bile zaferi elde etme sebeplerine sahip olmadıklarına göre, mü’minlerin sahip olmaları kesinlikle söz konusu değildir. Allah(cc), şöyle buyurmaktadır: “Öyle ki peygamber ümitsizliğe düşüp yalanlandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmişti. Böylece istediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu milletten geri çevrilmeyecektir.” (Yusuf Sûresi: 12/110) “(Nûh) da Rabbine yalvarmış; ben yenildim bana yardım et, demişti.” (Kamer Sûresi: 54/10) Ancak izzet sahibi olan Allah (cc) mü’minlere olan yardımın inmesi için birtakım şartlar koymuştur. Yani dinin hükümlerine bağlı kalmalarını, emrettiği her hususta O’na itaat etmelerini şart koşmuştur. Dolayısıyla müslümanlar, Allah tarafından konulan şartları yerine getirdikleri zaman onlara yardımını indirir. Aksi takdirde Allah, onları rezil eder, yardımını çeker ve onlar da ne kendileri ne de başkaları aracılığı ile bu yardımın inmesine güç yetiremezler. Eğer zafer Allah Nebî’si Nûh’un kudretinde olmuş olsaydı, dilediği zaman bunu elde eder ve şu şekilde denilmezdi: “Yoksa siz sizden evvel geçenlerin hali sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi ve sarsıntıya uğradılar ki; hatta peygamber ve beraberinde bulunan mü’minler, -Allah’ın yardımı ne zaman?- diyorlardı. Gözünüzü açın Allah’ın yardımı pek yakındır.” (Bakara Suresi: 2/214) Evet, eğer zafer Rasul (sav)’in elinde olmuş olsaydı böyle söylenmezdi. Allah (cc), şöyle buyurmaktadır: Görüleceği üzere yardım/zafer bütünüyle Allah’ın kudreti altındadır. Yardım sebeplerinin nebîlerin elinde olduğunu iddia eden kimsenin, şer'î bir delil getirmesi gerekir. “Ey iman edenler! Allah’a (dinine) yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir.” (Muhammed Sûresi: 47/7) Bu âyet ise, kesinlikle insanların sebeplere sahip olduğu iddiasına delil olmaz. Üstelik Rasul (sav) yardım indirme sebebine sahip olmuş olsaydı, aşırı bir şekilde ihtiyaç duyduğu, şiddetli bir şekilde sarsıldıkları ve ashabın çeşitli tahminlerde bulundukları Uhud Savaşı’nda hemen yardımı indiriverirdi. Bu durum, âyette şöyle anlatılmaktadır: “Hani onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü, gözler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde bulunuyordunuz. İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzab Sûresi: 33/10-11) Hak ve doğru olan, tartışma kabul etmeyen şeydir. Doğru ise kendisinden sapılması istenilmeyecek olandır ki, bu da zaferin/yardımın tıpkı rızıkta, ömürde ve yağmurun inmesinde olduğu gibi, yalnızca Allah’ın elinde olduğu gerçeğidir. Allah’ın mü’minlere olan yardımı bizim isteğimize bağlı olmadığı gibi Allah için de böyle bir şey söz konusu olamaz. “Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi mağlup edecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa ondan başka size yardım edecek kimdir? Mü’minler sadece Allah’a güvenip dayansınlar.” (Ali İmran Suresi: 3/160) Öyleyse mü’minler, Allah’ın yardımını alabilmek için bu yardımın inmesini gerektirecek 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 27 PERSPEKT‹F şartları hazırlamalıdırlar. Şart tahakkuk ettiğinde, Allah’ın yardım vaadi tahakkuk edebilir. Şartı hazırlamazlarsa, Allah onları rezil eder ve onlara yardım etmez. Bu nedenle müslümanların şu âyete kulak vermeleri gerekir: “Ey iman edenler! Eğer Allah’a (dinine) yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir.” (Muhammed Sûresi: 47/7) çabaların sağlıklı hale getirilmesinden sonra yardım gelebilir, umulabilir. İslâmi hareketin öncüleri, İslâm ordusunu, savaşmak için yapılması gereken askeri sorumlulukları, güçleri oranında sağlıklı bir şekilde yerine getirmedikçe, şer'î vazifeleri yapmaya kalkışmaları yeterli olmadığı gibi; tıpkı Rasûlullah(sav)’in yaptığı, doğru/sahih bir şekilde daveti taşıma işlevine girişmeksizin şer'î emirlere ve yasaklara uymak ve yalnızca Allah için çalışmış olmak da yeterli Bu âyette Allah(cc), bize yardım etmesi için değildir. Yalnızca ibadet etmek, Allah için ihlâslı dinine yardım etmemizi şart koşmaktadır. Biz olmak ve haramlardan sakınmak da yeterli dinine yardım edersek Allah da bize yardım eder, değildir. Bunların yanında bir de güzel çalışmak, yardım etmezsek bizi rezil eder ve yardımını çekgayeye ulaşmaya götürecek vesilelere ve metoder. Bu durum, âyette yer alan (in) şart edatından lara ittiba etmek lazımdır. Zira biz, Allah’ın bize kaynaklanmaktadır. “Allah’ın dinine yardım ederyardım ikramında buseniz” ifadesi, “Allunmasını istiyorsak, lah’a (dinine) yardım Öyleyse mü’minler, Allah’ın bunların tamamı, yeetmek üzerinize şartyardımını alabilmek için bu rine getirmemiz getır”, anlamına gelmektedir. Bunun bir yardımın inmesini gerektirecek reken şartlar içerisinbaşka anlama yorumde yer almaktadır. lanması doğru değildir. şar tları hazırlamalıdırlar. Şar t Gayemiz ister hilâfeti kurmak olsun, istahakkuk ettiğinde, Allah’ın Yukarıda da dediterse savaş yapmak ğimiz gibi Allah’a yar dım vaadi tahakkuk edebilir . olsun durum değişyardım etmemiz: O’nun mez. Bu nedenle daŞar tı hazırlamazlarsa, Allah emirlerine bağlı kalveti taşıyanın, zaferin mamız, yasaklarınonları r ezil eder ve onlara yar dım Allah’a ait bir kaza dan sakınmamız, itaat etmemiz ve bu uğur- etmez. Bu nedenle müslümanların olduğunu ve bu yardımın inmesi için birda çaba göstermemiz şu âyete kulak vermeleri ger ekir: takım şartların bulunanlamına gelmektedir. Eğer emirlerinin “Ey iman edenler! Eğer Allah’a duğunu bilmesi kaçınılmazdır. Bunların tamamını uygular ve (dinine) yardım ederseniz, hiçbirisi, daha fazla gücümüz nispetinde uğraşıldığında veya de emirlerini hazırlaAllah da size yardım eder önem verildiğinde, maya çalışırsak, Alve ayaklarınızı sabitleştirir.” görevler yapılıp halah(cc) bize yardım ramlardan sakınıldıeder. Eğer bunlardan (Muhammed Sûresi: 47/7) ğında kesin sonuca herhangi birisinin ingötürecek sebeplerden değildir. Bizler, yardıfazında kusur gösterirsek, Allah(cc) bize yardım mın/zaferin yalnızca Allah’ın elinde olduğunun; etmez. Zaferle ilgili olan tüm unsurlar için bu durum geçerlidir. Çünkü bunlar yardımın sebephazırlanması gereken şartların tamamını tahakkuk leri değil, şartlarıdır. ettiren kimseye bu zaferi nasip edeceğinin bilincinde isek, yardımın bizden uzaklaşmasına yol Buna göre davet taşıyıcıları Allah katından açacak kusurlardan şiddetle kaçınmak durumunkendilerine zaferin inmesini istiyorlarsa, yardıda olduğumuzu anlarız. Bu kusurlar, noksanmın inmesi için gerekli olan şartları gerçekleşlıklar; ister ibadetler, itaat veya gayeye ulaşmayı tirmelidirler. Bunlardan herhangi birisini hafife sağlayacak sahih vesilelerdeki eksiklikler olsun, alamazlar, aksi halde yardım gelmez. Bu şartlar isterse metoda tabi olmamak şeklinde olsun fark ise, İslâm akidesine ve hükümlerine bağlı kalıyoktur, bunların tamamı kusurdur, hatadır; narak ve gereğince yaşamakla, Allah’ı razı etyardımın inmesinden önce hazırlanması gereken mekle yani Allah’a (dinine) yardım etmeye yöneşartların gerçekleşmemesi demektir. lik iş yapmakla hazırlanır. Bunlardan veya Birinci noktaya –ibadetlerde ve itaatlerin kusumücadele için yapılan sağlıklı hazırlıklardan ya da runa– Tevbe Sûresindeki şu âyeti örnek verebiliriz: davet taşıyıcılarının daveti taşıma esnasında güç“Andolsun ki Allah, size bir çok savaş yerleri oranında ortaya koydukları çabalardan ve bu Daveti Tafl›mada Allah’›n Yard›m› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 27 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 28 PERSPEKT‹F lerinde ve sayınızın çokluğundan hoşlanıp övündüğünüz; fakat çokluğunuzun size bir fayda vermediği, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen size dar geldiği, nihâyet gerisin geri çevrilerek dönüp gittiğiniz Huneyn gününde de size yardım etti.” (Tevbe Sûresi: 9/25) Daveti Tafl›mada Allah’›n Yard›m› A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 28 Çoklukla gururlanman›n ve say› çoklu¤unun, zaferin kazan›lmas› na yol açaca¤› zann›, fleriata ters bir düflüncedir; günaht›r, itaatla ve kullukla çeliflir. Zafer, Allah’›n elinde olup bunu hak olarak do¤rulukla diledi¤ine verir. ‹flte bu muhalefet ve masiyet bir tak›m davet tafl›y›c›lar›nda da görülmekte olup onlar; zaferin Allah’tan gelece¤ini dikkate almadan sa¤l›kl› bir metoda, muhkem bir örgütlenmeye ve düflüncelere sahip olman›n; yönetimin ele ge çirilmesi ve iktidara ulafl›lmas› için yeterli olaca¤›n› zannetmektedirler. Çoklukla gururlanmanın ve sayı çokluğunun, zaferin kazanılmasına yol açacağı zannı, şeriata ters bir düşüncedir; günahtır, itaatla ve kullukla çelişir. Zafer, Allah’ın elinde olup bunu hak olarak doğrulukla dilediğine verir. İşte bu muhalefet ve masiyet bir takım davet taşıyıcılarında da görülmekte olup onlar; zaferin Allah’tan geleceğini dikkate almadan sağlıklı bir metoda, muhkem bir örgütlenmeye ve düşüncelere sahip olmanın; yönetimin ele geçirilmesi ve iktidara ulaşılması için yeterli olacağını zannetmektedirler. Oysa zafer Allah’ın elinde olup, O’ndan zaferi dileyene ve O’na tevekkül edene verir. Daveti taşıyıcılarından, yardım sebeplerine sahip oldukları ve zaferi kendilerinin hazırladıklarını söyleyen kimse; şeriata muhalefet etmiştir ve asi sayılır. Böyle yapmakla tıpkı Allah Rasûl’ü (sav)’in ashabından meydana gelen orduda olduğu gibi, zaferin gecikmesine neden olur. Zira sahabeler çoklukları ile gururlandılar ve bunun, zaferi elde etmeleri için yeterli olduğunu sandılar. İkinci duruma -sahih bir metoda, vesilelere ve metodlara ittiba olmadaki kusura- şu âyeti örnek olarak gösterebiliriz: "Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine getirmiştir. Nihâyet, öyle bir an geldi ki, Allah arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamberin verdiği) emir konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için sizi onlardan (onları mağlup etmekten) alıkoydu. Ve andolsun sizi bağışladı. Zâten Allah, müminlere karşı çok lütufkârdır." (Ali İmran Sûresi: 3/152 Uhud Savaşı’nda bazı okçuların, Rasulullah (sav)’in emrine muhalefet ederek tepede durmamaları, ganimet toplamak üzere aşağı inmeleri, gayenin gerçekleşmesine yol açacak vesilelere, metodlara tabiiyyette kusur göstermeleri günahtır. Ve de müslümanlardan yardımın çekilme- si demektir. Zaferin geri çekilmesine neden olan bu kusur, sorumlulardan gelen birtakım emirleri uygulamada, kendilerinden istenen görevlerin yerine getirilmesinde de söz konusudur. Fikirlerin, görüşlerin ve hükümlerin, insanlar tarafından kabul edilmesine yol açacak olan metodlar, vesileler ve amellerin tespiti açısından kusur göstermek de böyledir. İşte davetin insanlara taşınmasında yerine getirilmesi istenen bu emirlerin, talimatların ve görevlerin infazındaki kusur; Uhud Savaşı’nda kendilerine verilen emre aykırı hareket eden, dolayısıyla da zaferin kazanılmamasına neden olan okçulardan bazılarının yaptıkları gibidir. Allah’ın bize yardım etmesi (zafere ulaştırması) ve bunu çabuklaştırması için gerekli olan şartların tümünü; ibadetleri, şer'î itaatleri, görüşleri, talimatları ve sorumlular tarafından verilen emirleri yerine getirmek kaçınılmazdır. Bunlardan herhangi birisinin etkisi, bir diğerinden daha az değildir. Allah’ın bize yardımının gelmesi için, bizim de O’na (dinine) yardım etmemiz gereklidir. Her iki iş, bir arada bulunmadıkça, yerine getirilmedikçe bize yardım gelmez. 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 29 KAVRAM ‘Ekini v e N esli B ozan’ E ylem FESAD MURAT GEZENLER K ur’ânî kavramların en önemlilerinden bir tanesi de hiç şüphesiz fesad kavramı ve bu kavramdan türeyen ifsad, fasid, müfsid gibi kavramlardır. Fesad kökünden türeyen Kur’ân-ı Kerîm’de tam olarak 50 adet kelime mevcuttur. Bugün yaşadığımız şu zaman diliminde yeryüzünün tamamının büyük bir fesad ve gerek ahlakî, gerek maddî, gerekse manen değerlerin yok olması bakımından ciddi bir bozulmuşluk içerisinde bulunduğunu dikkate aldığımız takdirde Allahû Teala’nın bizlere fesad kavramı hakkında vermiş olduğu bilgilere ihtiyacımızın önemini daha iyi kavrarız. Bugün insanlık, Şehid Seyyid Kutub’un deyimi ile “tam bir cehennemi uçurumun kenarında durmaktadır”. İnsanlık her türlü ahlaki değerlerden uzaklaşmış, toplumlar büyük bir kokuşmuşluk içerisinde yaşamaktadırlar. Maddî ve mânevî ne kadar değer varsa unutulmuş, tek ölçü insanların kendi çıkarları olmuştur. Herkes kendi çıkarına uygun olanı, esas doğru olarak kabul etmektedir. İnsanlar zulmeden müstekbirler ve zulme uğrayan mustazaflar olmak üzere tamamen ikiye ayrılmışlardır. Öyle ki; insanlık için yüz karası olabilecek fiiller bile artık toplumlar tarafından normal görülmeye başlanmış, bir devletin elinde bulundurduğu güç ve kuvvet sayesinde mazlumları hedef alması, insanları katletmesi, mallara, canlara ve ırzlara saldırması gayet normal bir eylem olarak telakki edilmeye başlanmıştır. Toplumun önde gelen aydın yazarçizer takımı bile bu büyük fesada meşru sebepler arama niyetiyle kılıktan kılığa girmişlerdir. Büyük şeytan ABD’nin mazlum Irak halkına yapmış olduğu gayri insani saldırının günlerce televizyonlar da, açık oturumlarda tartışılması ve geniş bir kesim tarafından bunun meşruiyetinin gündeme getirilmesi bile yeryüzünün ne kadar büyük bir fesad içerisinde olduğunun tam anlamıyla göstergesidir. Şu an içinde yaşadığımız zamanda varolan bu büyük fesad örneklerini sayamayacak kadar çoğaltmamız mümkündür. Her akl-ı selim insan şöyle bir etrafına baktığı zaman toplumsal alanda ne kadar büyük bir kokuşmuşluğun, fesadın var olduğunu görmekte fazla gecikmeyecektir. Bu yazıda, var olan fesad örneklerini zikretmek yerine Kur’ân’ın fesad kavramı hakkında bizlere verdiği bilgileri aktarmaya çalışacağız. Acaba Kur’ân fesad kavramını nasıl ele almıştır? Fesad’ın, toplumsal bozulmanın sebepleri nelerdir? Bu kokuşmuşluktan, gayri insani bir yaşantıdan kurtulmanın çareleri hakkında Allahû Teâlâ bizlere nasıl bir çözüm yolu sunmaktadır? Fesad kelimesi; Arap gramerinde FE-SE-DE fiil kökünden türemiştir. Bu fiil; yiyecek ve içecekler için bozulma ve kokma, ameller için geçersiz olma, hükmü olmama, bunların dışında ise gerek nefsi gerekse bedenen meydana gelen maddî ve mânevî bozulma, toplumda ortaya çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını ifade etmek için kullanılır. Râgıp El’İsfehâni’nin tarifine göre; az veya çok olsun her hangi bir şeyin itidalden çıkmasıdır. Aslında fesad, bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir. Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde genelde yeryüzünde fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama yollarını doğruluktan saptırıp, dîni ve dünyeviî çıkarları zedelemek manasında kullanılır. Yeryüzünde ilk fesad Adem(a.s)’in iki oğlundan Kâbil’in Hâbil’i öldürmesi ile başlamış, o günden bugüne dek sürüp gitmiştir. Tarihe bir göz attığımızda Kâbil’in açmış olduğu bu yoldan insanlar yürümekte hiç gecikmemişler, devamlı sûrette güç ve iktidar sahipleri ellerinde bulundurdukları dünyalık kuvvete başvurarak yeryüzünün güçsüz kesimine karşı büyük bir zulüm uygulamışlar ve bu sayede fesadın yayılmasına ön ayak olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm bizlere yeryüzündeki fesadın sebepleri hakkında çok net bilgiler vermektedir. Genel olarak baktığımız zaman fesadın tek sebebi insanın bizzat kendisidir. Çünkü fesad, insanın fiilidir. İnsanın varlığı bizzat fesadın varolmasına sebep olmuş, insan yeryüzünde yaptığı fiillerle fesadın baş mîmârı olmuştur. Nitekim ilk insanın yaratılışı esnasında meleklerin Allahü Teala’ya karşı şu sözleri fesadın temel kaynağı hakkında bizlere ışık tutmaktadır: “Bir zamanlar Rabb’in meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 29 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 30 KAVRAM (Melekler), ‘orada bozgunculuk yapacak (fesad çıkartacak) ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’ dediler. (Rabb’in), ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.” (Bakârâ Sûresi: 2/30) Görüleceği üzere melekler kendilerinde var olan bir sezgi ve ilim sayesinde yeryüzünde insanın bizzat fesad çıkartacağını Allahû Teâlâ’ya karşı dile getirmişlerdir. Nitekim diğer bir âyette ise fesadın sebebi insanın elleriyle yaptığı fiillere bağlanmıştır. Bakınız Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu (fesad çıktı) ki, Allah yaptıklarının bir kısmını onlara tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.” (Rûm Sûresi: 30/41) Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 30 Açık bir şekilde bu âyette yeryüzündeki fesadın, bozulmuşluğun tek sebebinin insan olduğu görülmektedir. Tabii ki insanın varlığı değil fiilleridir fesadın sebebi. Peki insanoğlu hangi fiilleri sebebi ile fesadın varolmasına, yaygınlaşmasına neden olmuştur? Bu noktada da Allahû Teâlâ yeryüzündeki bu kokuşmuşluğun, dengelerin alt üst olmasının sebebini yine insanın fiili olan Allah’a ortak koşma, Allah ile beraber başka söz sahipleri edinme, Allah’ı bırakarak Allah’tan gayrısına hakkın belirlenmesi yetkisini vermeye bağlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman yeryüzündeki fesadın, karışıklığın ve bozulmanın temel sebeplerinden en büyüğü hiç şüphesiz ki Allah’tan başka bir ilah kabul ederek O’na şirk koşmaktır. Zira şirk yüce Allah’ın insan üzerindeki tasarruf yetkisini bir kenara bırakılarak, kulların kullara hakimiyet sağlamaya çalışmasıdır. Şirk dininde esas belirleyici faktör göklerin ve yerin rabbi olan Allahû Teâlâ değil, bizzat insanın kendi nefsidir. İnsanlar yine kendileri gibi insan olan varlıklar hakkında ölçü koymaya kalkıştıkları zaman, nefisler çatışmasının olması kaçınılmazdır. Herkes kendi çıkarına uygun bir ölçü belirleyecek ve karşısındakinden bu ölçüye tâbi olmasını isteyecektir. Tabii ki insanın Allahû Teâlâ gibi hak ve âdil bir ölçü belirlemesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki yeryüzünün her hangi bir coğrafyasında, ne zaman esas ölçüyü belirleyen insan olmuş ise orada fesad başlamış, toplumlar madden ve mânen bir bozulmuşluk içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Nitekim bu noktada Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada uğrar yok olurdu. O halde Arş’ın Rabbi olan Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden (bütün noksanlıklardan) berîdir, münezzehtir.” (Enbiyâ Sûresi: 21/22) “Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar kendi şereflerine sırt çevirirler.” (Mü’minûn Sûresi: 23/71) Dikkat edileceği üzere zikrettiğimiz âyetlerin ilkinde göklerin ve yerin fesada uğraması Allah’tan başka ilahların edinilmesine bağlanmış, ikinci ayette ise fesadın sebebi, hakkın, yani doğru ve hayır olanın, insanın arzusuna bırakılmasına bağlanmıştır. Mâlum olduğu üzere insanlar topluluk halinde yaşamaktadırlar. Toplumsal bazda bir yaşantı ise eski devirlerden beri idare edenler ve idare edilenler olmak üzere toplumları iki kısma ayırmıştır. Halkın içerisinde gerek madden gerekse manen güçlü kimliklere sahip olan şahsiyetler toplumlarında bir adım öne çıkarak idare eden, içinde bulunduğu toplumu yöneten konumuna geçmişlerdir. Toplumları idare edenler için bu idare eyleminde karşı karşıya kaldıkları iki seçenek her zaman için mevcut olmuştur. İdare sahipleri toplumlarını ya Allahû Teâlâ’nın rasulleri vasıtasıyla göndermiş olduğu vahyi esaslarla idare edecekler yahut ta kendi hevalarından çıkardıkları bir takım esaslarla idare edeceklerdir. İşte bu nokta, fesadın def’ine yahut da bizzat var olmasına neden olmuştur. Tarihe baktığımız zaman ne zaman ki idareciler içinde bulundukları toplumu Allah’ın indirdiği ölçüler çerçevesince idare etmişlerse, daha doğru bir ifade ile toplumsal yaşantının esaslarını belirleme noktasında tek söz sahibi olarak Allah’ı birlemişlerse, böyle toplumlarda bir huzur ve güven hakim olmuş, insanlar fesad ve kokuşmuş bir hayattan uzak kalarak mal, can, ırz, akıl ve nesil emniyetlerine sahip olmuşlardır. Zira böyle toplumlarda idare ve söz sahibi bizzat Allahû Teâlâ’nın kendisi olduğu için bir kimsenin başka bir kimse üzerinde söz hakkı olmayacak, böylece fesad ve bozulmuşluğa temel vesile olan çıkarlar çatışması yaşanmayacaktır. Kullar sadece ve sadece Allahû Teâlâ’ya, yerlerin ve göklerin sahibine teslim olacaklar, Allah’ın kulları üzerinde hiçbir yaratılmışın esâret zinciri olmayacaktır. İnsanın insanı rab ya da insanın insanı kul edinemediği böyle toplumlarda bizzat insanların eliyle bir fesadın baş göstermesi, zulmün ve kötülüğün toplumu sarması elbette düşünülemeyecektir. 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 31 KAVRAM Zira kulların hepsi Allah’ın indirdiği esaslar karşısında eşittir ve herkes bu esaslara tâbi olmak zorundadır. Allah’ın indirmiş olduğu esaslara tâbiyet ise içinde yaşanılan topluma ancak bir huzur ve güven getirecektir. Gerçi insanların çoğunluğunun nankör olmaları ve rabb’lerine âsi gelmeleri sonucu böyle devirler tarihte pek az yaşanmıştır. Bunun karşısında ise çoğunlukla insanlar gerek idare edenler gerekse idare edilenler bazında Allah’ın indirdiği vahyi esaslardan uzaklaşmışlar, ölçü koymayı, toplumları sevk ve idare etmeyi bizzat kendi yanlarından çıkarmış oldukları esaslarla yürütmeye çalışmışlar, bu da ister istemez toplum içerisinde büyük bir fesada sebep olmuştur. Zira elbette insan ilim bakımından göklerin ve yerin tek hükümdarı ile boy ölçüşmeye muktedir değildir. İnsan hiçbir zaman Allahû Teâlâ gibi, sosyal yaşantının, ahlaki yapının, cezâ hukukunun belirlenmesi noktasında fesadı yok edecek, insanlara güven ve huzur getirecek kurallar bütününü oluşturmaya elverişli değildir. Bundan dolayıdır ki, bizzat yaratıcının indirmiş olduğu esasların terk edilerek insanların kendi başlarına meydana getirdikleri yasalar topluluğu, esaslar bütünü ister istemez toplumu huzur ve güven ortamından çıkarıp büyük bir bozulmuşluğa götürecektir. Bakınız Şehid Seyyid Kutub bu noktada şöyle demektedir: “Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak türlü türlü olur. Bunların hepsi Allah’ın sözünün dışına çıkmaktan, Allah’a karşı üstlenilen taahhütleri bozmaktan, Allah tarafından sürdürülmesi emredilen ilişkileri kesmekten kaynaklanır. Yeryüzünde görülen bozgunculukların başı, insanların hayatına egemen olması ve onları yönlendirmesi için Allah tarafından belirlenmiş yaşama tarzı dışına çıkmaktır. Bu nokta, sonu kesinlikle sosyal kargaşaya varan bir yol ayrımıdır. Yüce Allah’ın önerdiği yaşama tarzı, toplumların uygulamalarından uzak tutuldukça, Allah’ın şeriatı hayatın pratiğine yabancı kaldıkça, bu dünyanın işlerinin düzene girmesi, hatta onun iki yakasının bir araya gelmesi mümkün değildir. İnsanlar ile Rabb’leri arasındaki ilişkinin halkası bu şekilde kopunca, bu durum; vicdanları, davranışları, pratik hayatı, geçim şartlarını, yeryüzünün bütünü ile üzerinde bulunan insanların ve nesnelerin tamamını kapsayan bir kargaşanın kol gezmesi demektir. Bu durum, yüce Allah’ın yolundan ayrılmış olmanın sonucu olarak baş gösteren bir yıkım, bir kötülük ve bir kargaşadır.” (Seyyid Kutub, 2/26-27 ayetinin tefsiri) Allahû Teâlâ toplumların idaresi noktasında kendisinden korkmayan, kendi indirdiği esaslara tâbi olmayan fertlerin idareleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Halbuki O, İslâm düşmanlarının en yamanıdır. O iş başına geçti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır. Allah fesatçılığı sevmez. Ona, ‘Allah’tan kork!’ dendiği zaman da kendisini onuru (gururu) günah işlemeye sevkeder. Cehennem de onun hakkından gelir. O ne kötü bir yataktır! Yine insanlardan kimi de vardır ki, Allah’ın rızasına ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok merhametlidir.” (Bakârâ Sûresi: 2/204-207) Bu meâlde bir başka âyet-i kerîme ise yüce Allah’ın şu kavlidir: “Demek siz iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi? İşte onlar, Allah’ın lanetlediği, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.” (Muhammed Sûresi: 47/22-23) Görüleceği üzere Allahû Teâlâ yeryüzünün fesadını bizzat Allah’a karşı sorumluluğunun bilince de olmayan, günah işlemeye pek hevesli kimselerin idare sahibi olmalarına bağlamıştır ki, bu idare sahipleri yaptıkları icraatlarla toplumlarının gerek ekonomik yönden gerekse manevî yönden fesada uğramalarına sebep olmuşlardır. Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman açık bir şekilde görürüz ki ne zaman idare Allah’a karşı hakkıyla sorumluluk taşımayanların eline geçmişse yeryüzü büyük bir fesada boğulmuştur. Bunun en tipik örneği Hz. Musa(as)’ın rasul olarak gönderildiği İsrailoğulları tarihinde görülmektedir. İsrailoğulları, istemeyerek de olsa yönetimlerini Firavun’a teslim etmişlerdir. Firavun ise Allah’tan korkmayan, ölçü ve yetkiyi belirlemeyi, insanları sevk ve idare etmeyi bizzat kendi nefsinde gören bir şahsiyettir. Bunu bizzat kendisi Nâziat Sûresi’nde belirtildiği üzere “Ben sizin en büyük rabbinizim” ifadesi ile de toplumuna devamlı sûrette hatırlatmaktadır. Hatırlanacağı üzere Şehâdet isimli dergimizin ilk sayısında Firavun’un bu iddiasının toplumu idare etme ve yönetme noktasında bağımsızlık ve tek başınalık tarzında bir iddia olduğunu müfessirlerin açıklamalarıyla izah etmiştik. İşte Firavun bu şekilde İsrailoğullarını tek başına kendi belirlediği esaslar doğrultusunda idare etmeye çalışmış, sonuçta da idare ettiği toplumunu büyük bir fesad bataklığına sürüklemiştir. “Çünkü Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlar- Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 31 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 32 KAVRAM dan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o bozgunculardandı. (fesad çıkaranlardandı)” (Kasas Sûresi: 28/4) Bu noktada, yani Allah’ın elçilerine karşı gelerek, vahyi yalanlayarak idareyi Allah’ın esasları doğrultusunda değil de bizzat kendileri belirleyen toplumların karşılaştığı son, mutlak sûrette büyük bir fesad bataklığına gömülmek olmuştur. İşte Nuh(a.s), Lut(a.s) ve diğer peygamberlerin kavimleri ve vahyî esaslardan uzak kalmaları sonunda içine düştükleri fesad bataklığı… Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 32 “Lut’u da gönderdik. O, kavmine demişti ki: ‘Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz! (Bu ilâhî ikazdan sonra) siz, ille de erkeklere yaklaşacak, yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?’ Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: ‘Doğru söyleyenlerden isen Allah’ın azabını getir bize!’ (Lut), ‘ey Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana yardım eyle’ dedi.” (Ankebût Sûresi: 29/28-30) “Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). ‘Ey kavmim’, dedi, ‘Allah’a kulluk edin, sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur. Size Rabbinizden açık bir delil geldi; ölçüyü ve tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar iseniz, böylesi sizin için daha iyidir! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o yolun eğriliğini arayarak öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi çoğalttı. Bakın ki bozguncuların sonu nasıl olmuştur.” (Â’raf Sûresi: 7/85-86) “O şehirde dokuz çete vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına hiç yanaşmıyorlardı. Allah’a and içerek birbirlerine şöyle dediler: ‘Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, ‘biz, o ailenin yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki doğru söylüyoruz’ diyelim.” (Neml Sûresi: 27/48,49) Erkeklerin bizzat toplumun gözü önünde bir birileri ile fuhuş yapmaları… yol kesicilik… her türlü edepsizliğin alenen işlenmesi… idare sahiplerinin halklarına acımasızca zulmetmeleri… ölçü ve tartıda hile yaparak insanları aldatmak… insanları Allah’ın yolundan tehdit ve işkence ile alıkoymak… Allah’ın nebîlerine suikast düzenlemek ve bunu da bin bir türlü hile ve desise ile inkar etmek… vs… Evet bu saydıklarımızın hep- si yeryüzünde var olmuş ve yaşanmış birer fesad örnekleridir. Ve bu fesadın topluma hakim olmasının yegane sebebi ise yukarıda da belirttiğimiz gibi vahyi esaslardan uzak kalarak gerek idare noktasında, gerekse de sosyal yaşantı da Allah’ın göstermiş olduğu dosdoğru yoldan sapmaktan başka bir şey değildir. Bugün, yazımızın girişinde de belirttiğimiz gibi, genelde tüm dünyada, özelde ise üzerinde yaşadığımız Türkiye topraklarında gerek idare bazında, gerekse toplumsal bazda büyük bir kokuşmuşluk ve yok oluş hakimdir. Özellikle üzerinde yaşadığımız topraklarda var olan bu bozulmuşluğu ve fesadı görmemek için tam anlamıyla bir kör olmak lazımdır. Toplum, sosyal hayatın her alanında tamamıyla bir yok olma içerisindedir. Ekonomik noktada insanlar tamamen iki zıt kutuba ayrılmışlardır. Bir tarafta karnını doyurmak için çöplüklerden ekmek toplayan, gece gündüz demeden çalışmalarına rağmen temel ihtiyaçlarını dahi gidermekten aciz kalmış geniş bir insan topluluğu varken diğer tarafta ezilen ve sömürülen bu insanların emekleri üzerine saltanatlarını kuran, zevk ve sefası uğruna eğlence yerlerinde askeri ücretli bir işçinin bir yılda kazanabileceği parayı bir gecede harcayan, vücûdunu sergilemek suretiyle bir defilede milyarlarca lira kazanan ve örneklerini saymakla bitiremeyeceğimiz azgın ama azınlık bir gurup oluşmuştur. Ekonomik dengenin bu şekilde bozulması ister istemez toplumda işlenen suç oranlarını da zirveye çıkarmıştır. Daha birkaç yıl önce kendisine karşı işlenen suçları affetmeyen T.C., fertlere karşı işlenen suçları hiç kimseye sormadan affetmiş ve suçluları cezâevlerinden salıvermişti. Ama çok geçmeden aynı cezâevleri eski haline dönmekte gecikmedi. Ve son yapılan istatistikler de en çok işlenilen suçun hırsızlık, yankesicilik, dolandırıcılık, kapkaççılık olduğunu göstermektedir. İster istemez ekonomik dengelerin fesada uğraması böyle bir sonu kendiliğinden doğurmuştur. Mânevî ve ahlâki yaşam da bu toplumsal fesaddan nasibini almakta gecikmemiştir. Durum artık öyle bir hal almıştır ki, insan sokağa çıkmaktan korkar olmuştur. Sokaklar kadınların en mahrem yerlerini sergiledikleri bir yatak odasına dönmüştür. Toplumda her türlü gayri ahlâki hal ve tavırlar artık normal karşılanmaya başlanmıştır. Her türlü cinsel ilişki serbest olmuş, yazın sıcak günlerinde insanların en mahrem yerlerini açmaları tabii bir hale dönüşmüştür. Özellikle televizyonlarda kimlerin kimlerle yatıp kalktığını 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 33 KAVRAM konu edinen programlar toplum tarafından büyük ilgi ile takip edilerek raiting rekorları kırmaktadır. Üzerinde yaşadığımız coğrafyada mâlum fesad örneklerini, toplumsal bozulmayı ve kokuşmuşluğu aslında uzun uzadıya anlatmanın fazlaca bir önemi yoktur. Zira bu bozulmuş hal, toplumun her ferdi tarafından rahatlıkla gözlemlenebilmektedir. Peki, daha çok değil 70-80 yıl önce böyle ifsad olmuş bir yaşamdan tamamen uzak bir toplum nasıl bu hale gelmiştir? Saçının bir telini dahi göstermekten haya eden bir kadının torunu nasıl olmuştur da kısa bir süre de bu şekilde vücudunu tamamen açarak çarşı ve pazarlarda hayasızca dolaşabilmektedir? Aslında tüm bu soruların cevabı da toplumun her kesimi tarafından rahatlıkla bilinmektedir. Tüm bu bozulmuşluğun temel sebebi yukarıda da uzun uzadıya izah etmeye çalıştığımız gibi, Allah’ın indirdiği esaslardan uzak bir yaşantı sergilemekten başka bir şey değildir. Demokratik din anlayışı bu topraklarda hüküm sürmeye başladığı günden bugüne toplumsal bozulma ve kokuşmuşluk başlamış ve insanlar günden güne hayatın her alanında hayvanca yaşamaya alıştırılmışlardır. İşte Kemalist ideolojinin, domokratik din anlayışının diğer bir ifade ile Allah’ın indirdiği ölçülerden uzaklaşmanın sonucu budur. Bu sonuç elbette bir son değil, bilakis daha kötü sonların yeni bir başlangıcıdır. Zira bu gidişat daha nice kötülüklerin, bozulmuşlukların önünü açacak; sonuç ise hem dünyada hem de ahirette aşağılık ve rezillik olacaktır. Fesad kavramı üzerinde Kur’ân-ı Kerîm’de belirtilen en ilginç hususlardan birisi de şudur: Fesadcı zihniyetin sahipleri devamlı sûrette kendilerini, çevrelerine karşı toplumu düzeltmeye çalışan, ıslah eden kimseler olarak tanıtmışlardır. Her türlü fesadı ve fesada sebep olacak fiilleri hem kendileri yaptıkları hem de yapılmasına olanak sağladıkları halde kendilerinin de kalben ve zihnen fesada uğramaları böyle garip ve de komik iddialar ortaya atmalarına vesile olmuştur. Yukarıda meâlen yazmış olduğumuz Bakârâ Sûresi’nin 204. âyetinde, aslında, değindiğimiz bu noktaya bir işaret yapılmıştı: “İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o kalbindekine Allah’ı şahit tutar…” (Bakârâ Sûresi: 2/204) Görüleceği üzere burada bu fâsid ruhlu kimselerin sözlerinin insanlar tarafından hoş karşılanabileceği, daha doğru bir ifade ile bu tip kimselerin devamlı surette insanların hoşlanacakları ve sevecekleri sözler sarf ettikleri vurgulanmak- tadır. Bir başka âyet-i kerîmede ise Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Onlara ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’, denildiği zaman ‘biz, ancak ıslah edicileriz’ derler. Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.” (Bakârâ Sûresi: 2/11-12) Fesadcılar, aklî fonksiyonlarını yitirdikleri, anlayabilme yeteneğini kaybettikleri için her türlü pisliği, her türlü rezaleti toplumlarına ve çevrelerine revâ görmelerine rağmen, hâlâ kendilerini çevrelerine ıslahatçı kişilikler olarak tanıtma gayretine girmektedirler. “En iğrenç bozgunculuğu yaptıkları halde kendilerinin yapıcı ve düzeltici olduklarını ileri sürenlerin sayısı her devirde çoktur. Bunlar böyle derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri, kriterler bozuktur. Çünkü insanın vicdanındaki ihlâs ve sırf Allah’ı amaç bilme ölçüsü bozulunca diğer ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması kaçınılmaz olur. Başka bir deyimle yüce Allah’a ihlâsla bağlı olmayanların, kalplerinde böylesine kesin inanç barındırmayanların, bozguncu davranışlarının farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince; böylelerinin vicdanlarındaki iyilikkötülük, yapıcılık ve bozgunculuk ölçüleri, kişisel arzu ve ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir zaman ilâhî bir kaidenin üzerine oturamaz.” (Seyid Kutub, Fi’Zilal’il Kur’an, adı geçen âyetin tefsiri) Allahû Teâlâ’nın, bundan yaklaşık 14 asır önce bizlere bildirdiği gerçek bugün canlı olarak yaşanmaktadır. Büyük şeytan ABD, tıpkı bir sokak serserisi gibi önüne gelene çatmakta, menfaat umduğu toprakları işgal etmekte, çoluk-çocuk, erkek-kadın, yaşlı-genç demeden insanları katletmekte, tüm bu yaptığı bozgunculuğu ise ıslah adına yaptığını utanmadan söyleyebilmektedir. Amacının, işgal ettiği toprakların halkını demokrasi ile tanıştırmak olduğunu iddia ederek kendi yok oluşunu bir müddet daha geciktirmek istemektedir. Sanki demokrasi, girdiği toplumlara dirlik ve düzen getirmiş gibi büyük şeytan ABD devamlı sûrette tüm dünyayı bu şekilde kandırmaya çalışmaktadır. Bilakis demokrasinin girdiği topluma ne verdiğini en iyi bilen üzerinde bulunduğumuz coğrafya halkıdır. Yukarıda da değindiğimiz gibi daha bundan 70-80 yıl önce ahlâki değerlere sahip, madden ve mânen huzur içerisinde yaşamını sürdüren bir toplum, demokratik anlayış ile bu kadar kısa bir süre içerisinde tamamen bozulmuş, dejenere olmuş, madden ve mânen bir yok oluşla karşı karşıya gelmiştir. Fesadçıların bu aşağılık tavrını aynen üzerinde yaşadığımız coğrafyada da görmekteyiz. Özellik- Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 33 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 34 KAVRAM Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 34 le idare mekanizmasının nimetlerinden faydalanmak isteyen siyasiler kurdukları bir parti ile her seçim döneminde topluma ıslah edici bir çok şey vaad eder durular. Ancak yaptıkları, selefleri gibi fesaddan başka bir şey değildir. İşin en tuhaf tarafı ise seçimle idareye sahip olan bir siyasi parti ve idarecileri iktidarda kaldıkları dönemde öncelikle Allah’ın indirdiklerinden yüz çevirerek, Allah’tan korkmaz bir şekilde icraat yaparak ve sonra da bizzat gayri ahlâki hal ve davranışlara izin vererek, bu tip davranışlara engel olmayarak maddi ve manevi her türlü bozgunculuğu yaparlar. Bir sonraki seçim döneminde ise tekrar halkın karşısına çıkarak geçmişte yaptıklarını unutmuşçasına tekrar halka yeni yeni vaatlerde bulunurlar. Zavallı Türkiye halkı ise tarihlerinden hiç ders almayarak devamlı surette aynı kimselere idareyi emanet ederler. Halbuki bu noktada takınılması gereken rabbanî tavır en açık şekliyle Allah’ın kitabında bizlere öğretilmiştir. Öncelikle bu idarecilere karşı, Allah’ın indirdiği esaslardan yüz çevirdikleri, Allah’ın ahkâmı ile hükmetmedikleri ve böylece toplumsal bir fesada sebep oldukları için kalben ve fiilen bir buğz edilmesi gerekmektedir. Yoksa her yeni seçim döneminde idareye sahip olanlar, demokratik din anlayışının bir gereği olarak Alllah’ın indirdiği ölçülerden yüz çevirecekler kendi arzu ve hevâlarınca toplumu idare etmeye kalkacaklar –ki 80 yıldır bu böyle olmaktadır– ve böylece her türlü fesadın bizzat var olmasına sebep teşkil edeceklerdir. Ancak bilinmesi gerekir ki, fesada direkt olarak sebep olan bu idare heveslileri kadar onlara yetki vererek toplumsal bozulmaya direkt olmasa da dolaylı yoldan sebep olanlar Allah’ın katında yaptıkları bu çirkin fiillerin hesabını vereceklerdir. Elbette o gün pek uzak değildir. Fesad kavramı ile ilgili bir diğer önemli durum ise şudur: Nasıl ki tarih boyuncu tüm fesadcılar kendilerinin ıslahatçı olduklarını ileri sürmüşlerse, aynı şekilde, karşılarında yer alan, onların fesadlarına engel olmaya çalışan, toplumsal bozulmaya ortak olmaktan kaçınarak insanları Allah’ın dinine davet etmek suretiyle huzura ve selâmete çağıran kimseleri de toplumlarına fesadçı olarak lanse etmeye çalışmışlar, huzur ve güven içerisinde yaşamayı çağıran İslâm davetçilerini birer bozguncu olarak tanıtmışladır. “Firavun kavminin ileri gelenleri dediler ki: ‘Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa’yı ve kavmini serbest bırakacaksın?” Firavun da dedi ki: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.” (Â’raf Sûresi: 7/127) “Gerçekten biz, Firavun sülâlesini, senelerce kıtlık ve gelir noksanlığı içinde tutup kıvrandırdık ki, düşünüp ibret alsınlar. Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu bilmezler. (Â’raf Sûresi: 7/130-131) “Firavun: Bırakın beni, dedi. Musa’yı öldüreyim; (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın! Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden, yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum. “ (Mü’min Sûresi: 40/26) Bu yapı, yukarıda da değindiğimiz gibi, tarih boyunca tüm fesad ehlinin vazgeçilmez karakteri olmuştur. Onlar, ellerinde mevcut bulunan iktidarı kaybetme, ellerinde bulunan güç ve kuvveti yitirme endişesine kapıldıkları zaman, ilk olarak çevrelerinde yaptıkları fesaddan razı olmayan insanları fesadçılıkla suçlamışlardır. Böylece hem yukarıda belirttiğimiz üzere ıslah edici oldukları iddialarını pekiştirmek, hem de otoriteleri altına aldıkları insanların davetçilerden etkilenmesine engel olmak istemişlerdir. Zira fesaddan hoşlanmayan ve yeryüzündeki fesadın kökünü kazımak isteyen davetçilerin varlığı her zaman fesad ehli için bir tehdit unsurudur. Ve fesadın def’i için gayret gösteren kimseler bir de halk desteğini arkalarına aldıkları zaman kibir ve gurur içerisinde otoritesini sürdürmek isteyen fesad ehlinin varlığı tamamen yok olacaktır. O halde yapılması gerek arınmaya niyetlenmiş, fesadı yok etmeye yürüyen bu küçük topluluğu halkın nazarında ehli fesad olarak göstermektir. Nitekim gerek günümüzde gerekse yukarıda yazılan ayeti kerimelerde de açıkca görüleceği üzere tarih boyunca ehli fesad bu çabanın doğal gereği olarak müslümanları bir diğer anlamı ile yeryüzünün imar ve ıslahını isteyen kimseleri daima fesadçı, bozguncu, terörist göstermeye çalışmışlarıdır. Ve bu çalışma bugünde aynı hızıyla devam etmektedir. Allah’tan başka bir ilah tanımayan ve zalim otoriter dikta rejimlerine karşı kıyama kalkan müslümanlar genelde tüm dünya da özelde de üzerinde yaşadığımız coğrafya da fesadçı, bozguncu, anarşist, terörist kabul edilmekte ve bu, fesad ehlinin eli ile halka empoze edilmektedir. Bakınız bu konuya Seyyid Kutub şu şekilde değinmiştir: “Bu söz, her bozguncu azgının her ıslahat (iyilik) önderi için söylediği sözün aynısı değil midir? Bu, çirkin batılın, güzel olan hakkın karşısında söylediği sözün kendisi değil midir? 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 35 KAVRAM Bu söz, imanın, sakin ve masum olan yüzüne karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisi değil midir? Onların bakış açılarına göre yeryüzünde fesat çıkarmak insanları Allah’ın ilâhlığını kabul etmeye çağırmaktır. Çünkü böyle bir çağrı Firavun’un devlet düzenini ve yönetim mekanizmasını doğrudan iptal etmek anlamına gelir. Çünkü bu sistem Firavun’un kendi hakimiyeti ilkesine dayanır. Başka bir ifadeyle Firavun’un kendi kavmine ilâhlık etmesi esasına dayanır. Dolayısıyla onların anlayışında böyle bir hareket yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Devlet düzenini değiştirmek, insanın insana kulluğu ilkesine dayanan mevcut yönetim şeklini değiştirmeye çalışmaktır. Bu yönetim şekline tamamen aykırı olan bir sistem kurmaya, ilâhlığın insana değil, Allah’a ait olduğu ilkesine dayalı bir düzen inşa etmeye çalışmaktır. İşte bu nedenle onlar Hz. Musa’nın ve kavminin Firavun’u ve ilâhlarını terk etmesiyle, yeryüzünde fesat çıkarma arasında bir bağ kurmuşlardır. Firavun’un ve kavminin taptığı ilâhları bırakmayı bozgunculuk olarak görmüşlerdir.” (Seyyid Kutub, 7/127 ayetinin tefsiri) Burada, yakın çağımızda bizzat devletlerin eliyle yapılan fesadın, günümüz versiyonu ile şiddet ve terörün –ki bu devletler eliyle yapılan şiddet ve terör yeryüzünde var olan fesadların en büyüğüdür– örneklerini verme adına Sayın Ramazan Yılmaz’ın pek yakında piyasaya çıkacak olan eseri “Şiddet, Terör ve İslâm” isimli eserinden konu ile ilgili bir bölümü burada nakletmekte fayda vardır: “Yakınçağdaki devlet terörüne Rusya’daki çarlık saltanatını ve bu saltanatı kanlı bir şekilde ortadan kaldırdıktan sonra onun yerin geçen Sosyalist ideolojiyi örnek gösterebiliriz. Rusya’daki çarlık saltanatı ve onun yerine geçen sosyalist ideoloji, kendi halklarını şiddet ve baskı ile sindirmiş, birçok insanı öldürüp ortadan kaldırmış, kan ve gözyaşı ile yoğrulmuş bir saltanat sürmüşlerdir. Çarlık saltanatı ve sosyalist ideoloji, üzerinde egemen oldukları halkı insan yerine koymamış, aç ve sefil bırakmış, halkın en küçük bir hareketini kanlı bir şekilde bastırmıştır. Bugün Türkiye’ye çeşitli yollarla gelip bedenlerini 15-20 dolara satacak dereceye düşen binlerce kadın, sosyalist ideolojinin baskı ve zulmü altında yaşayan insanlardan başkaları değildirler. Rusya, Çarlık saltanatının ve sosyalist ideolojinin kalıntısı bir zihniyete sahip olan kimselerin idaresinde olan Rus devleti, eski kanlı tutumunu halen sürdürmekte, Çeçenler başta olmak üzere tüm milletlere kan kusturmaktadır. Rusya, 15-20 dolar karşılığında bedenlerini satan ve birçoğu öğretmen, doktor, mühendis vb. mesleklere sahip olan kadınlara insanca bir yaşam sağlayacağı yerde, bunları sefâlete terketmiş, bunun yerine kendi egemenliği altında yaşayan ayrı ırklardaki toplumlar üzerinde şiddet uygulamakta, terör estirmektedir. Hitler, ülkesinde yaşayan yahudilere, tarihin yüzünü karartacak bir terör uygulayarak, çolukçocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı ayırımı yapmadan top yekün bir şekilde yok etmiş, bu mâsum insanları gaz odalarında diri diri yakmış, Almanya’nın çevresindeki ülkelerde taş üstünde taş bırakmamıştır. Çin, egemenliği altında inlettiği halklara, özellikle Doğu Türkistanlı insanlara uyguladığı şiddet ve terör, Fir’avn’ın İsrailoğullarına uyguladığı şiddet ve terörü çok geride bırakmış durumdadır. Fir’avn, yalnızca erkek çocukları öldürdüğü halde, Çin, bugün halen Doğu Türkistan’da doğan çocukları ailelerinin elinden alıp götürmekte ve onları yok etmektedir. Çin, egemenliği altında yaşayan ayrı ırktaki ailelere iki çocuktan başka izin vermemektedir. Ayrıca hemen her konuda, diğer ırktaki insanlar üzerinde insanlık dışı bir şiddet uygulamaktadır. ABD, uyguladığı insanlık dışı terörle, Amerika’da yaşayan yerlilerin soyunu tüketen, köklerini kurutan, Vietnam’ı kan gölüne çeviren Orta Amerika ülkelerinde, Ortadoğu’da ve nihâyet Kafkaslarda uyguladığı politikalarla, yaptığı saldırılarla ve CIA adlı örgütü eliyle terör estirmekte, ülkeleri karıştırmakta, halkları huzursuz etmektedir. ABD’nin sebep olduğu kanlı ihtilaller, saldırı ve savaşlar nedeniyle akan kanlar, okyanusları birkaç defa dolduracak kadar çoktur. İsrail; bütün dünyanın gözleri önünde Filistin halkına karşı yürüttüğü ve çoluk-çocuk, kadınerkek, genç-yaşlı, hatta hayvanlar da dahil olmak üzere canlı-cansız ayırımı yapmadan her şeyi yok eden; bina, ağaç, direk türünde dikili hiçbir şeyi bırakmayan, elektrik, su, gaz şebekelerini tahrip eden İsrail terör merkezi, 20. ve 21. yüzyılın çıbanı olarak Ortadoğu’da kan emmektedir. Dünya, terör merkezi bu kanlı yaratığa adeta alkış tutmakta, cinâyetlerini seyretmektedir. İsrail, Hitler’in yahudilere yaptığının acısını, mazlum ve mâsum Filistin halkından çıkarmaya çalışmaktadır. Suriye; müslümanlara karşı giriştiği kanlı terör hareketini hala sürdüren Suriye diktatörlüğü, bir terör devletinin ta kendisidir. Hama’da kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden katliam yapmış, bina adına ne varsa hepsini yerle bir etmiştir. Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 35 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 36 KAVRAM Suriye’deki Esad yönetimi, tıpkı İsrail ve Irak’taki kan içici idareciler gibi, kan dökmekten sonsuz haz alan bir ruh haline sahipti. Bu nedenle de kan dökmediği gün rahat etmiyordu. Irak; bozuk bir ruh yapısına sahip Saddam, terör ve şiddetin adeta simgesi durumundadır. Yıllarca kendi halkına kan kusturan Saddam ve ekibi, bir zamanlar, ağabeyi ve efendisi olan Amerika yönetimi tarafından İran’a saldırtılmış, on yıl boyunca binlerce insanın kanını boş yere akıtmış, bu döktüğü kanlarla yetinmeyerek kendi idaresi altındaki Kürt halkına saldırmış, Halepçe’ye kimyasal bombalar atarak oradaki halka katliam yapmıştır. Daha da kana doymayan Saddam, bu sefer kendi ırkından olan Kuveyt halkına saldırmıştır. Efendisi Amerika tarafından Kuveyt’e saldırttırılan Saddam, yine bu efendisi tarafından oradan çıkartılmıştır. Tabii ki her seferinde de Amerika’yı karlı çıkartmış, böylece efendisine en güzel hizmeti yapmıştır. Saddam, bir ur olarak Irak’ta halen varlığını, şiddet ve terörünü devam ettirmektedir. Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 36 Türkiye; günümüz terör devletlerinin sonuncusudur. Kemalist ideolojinin seksen yıldır sürdürdüğü şiddet, terör ve zulüm, halkı canından bıktırmış, toplumu yok olma noktasına getirmiş, kendi çöküşü ile beraber ülkeyi de çökme noktasına getirmiştir. Türkiye’deki Kemalist ideoloji, müslümanlar ve Kürtler üzerinde estirdiği terör nedeniyle on binlerce insanın kanını dökmüş, halkın %8085’ini sefalet içine sürüklemiş, ülkede kaos ve bunalımı doruk noktasına çıkarmıştır. Türkiye’deki Kemalist ideoloji, tıpkı komşusu Suriye, Irak ve kardeşi İsrail gibi kendi halkını kurşunlamış, köyleri bombalamış, yakmış, taş üstünde taş bırakmamıştır. Bunun sonucunda Doğu’daki Kürt halkı, baskı, terör ve şiddetten kurtulmak için önce köylerini, daha sonra ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır. Kemalist ideolojinin zulüm ve teröründen kaçan yüz binlerce Kürt halkı bugün çeşitli Avrupa ülkelerinde yaşamaktadır. Kemalist ideoloji, müslümanlara da şiddet uygulamış, terör estirerek bu kesimi yok olma noktasına getirmiştir. Düşünen müslüman aydınları tutuklatıp cezâevine atan, kimilerini faili meçhul cinâyetlerle ortadan kaldıran kanlı terör ideolojisi Kemalist sistem, giderek şiddetini artırmış ve namaz kılan, başını örten ya da yalnızca iman ettiğini söyleyen insanları okullardan, işyerlerinden, askeri birliklerden atmış, İslâmi zannettiği ticari organizasyonları, holdingleri, kurumları ve bu konudaki tüm teşekkülleri tâkibe almış, bunlar hakkında soruşturmalar açmış, ticari faaliyetlerini durdurmuş, bir çoğunu kapatmıştır. Bunun sonucunda da Kemalist rejim, bir dolar sadaka için IMF ve Dünya Bankası’nın emireri, kölesi ve uşağı haline gelmiştir. Kemalist ideolojinin baskı, zulüm, şiddet ve estirdiği terör, hala devam etmekte, halk, bu totaliter diktatör rejim altında hala inim inim inlemektedir. İşin en acı yanı ise, insan haklarına saygılı olduğunu iddia eden Avrupa Birliği, acaba bu terörist Kemalist ideolojiyi hangi gerekçelerle birliğin bünyesine alacaktır? Kemalist ideoloji, şiddet ve terör tanımında belirtilen tüm özelliklere sahiptir. Şöyle ki, karşıt görüşte olanlara karşı her türlü kaba kuvveti kullanmış, şiddete başvurarak insanları sindirip korkutmuş, bu nedenle cezâevlerini tıka basa doldurmuştur. Kemalist ideoloji, bu insanlık dışı, insana değer vermeyen, köhne, ilkel, putçu sistemi ve ideolojiyi kabul etmeyen insanlara ve özellikle de müslümanlara karşı korkunç bir terör başlatmış, sapık ideolojisini zorla benimsetmeye çalışmıştır. Bu nedenle karşı fikirde olan insanlara akıl almaz işkenceler, baskılar ve zulümler yapmıştır, yapmaktadır ve canı çıkıp son nefesini verinceye kadar da yapacaktır. Görünen o ki, Avrupa Birliği’nin çabaları da bu köhnemiş, putperest rejimi hizaya getirmeye güç yetiremeyecektir. Kemalist rejimin ve üç beş baldırı çıplak taraftarının ya da çıkarları gereği bu rejimi destekleyen ikiyüzlü münafıkların estirdikleri terör, şu anda dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemektedir. Bugün terör denilince hemen akla üç beş serserinin yaptığı eylemler dile getiriliyor. Oysa en büyük terörü, devletleşmiş(!) teröristler, tankla, topla, en son teknolojik imkanlarla kendi halklarına ya da başka toplumlara yapmaktadırlar. Ancak medeni olduğunu iddia eden dünya, ne hikmetse devletleşmiş teröre ve teröristlere hiçbir şekilde ses çıkarmamaktadır. İşin en acı yanı ise medeni dünya hemen her vesile ile bu devletleşmiş teröre destek olmaktadır. İnsan bunları görünce insanlığından utanır hale geliyor.” (Ramazan YILMAZ, “Şiddet, Terör ve İslâm” adlı çıkacak eserden) Burada üzerinde durulması gereken son husus ise şudur: Acaba fesadın def’i mümkün müdür; mümkünse nasıl def edilecektir? Gerek kendimizi, gerek aile efradımızı ve gerekse içinde yaşadığımız toplumu bu fesaddan korumak ve kurtarmak için ne yapmalıyız? 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 37 KAVRAM Aslında bu sorunun cevabı da yukarıda açık olarak verilmiştir. Zira bir fiilin sebebi ortadan kaldırılırsa daha doğru bir ifade ile bir olaya sebep olan faktörlerin önüne geçilirse o olayın vukuu bulması da imkansızlaşır. O halde yukarıda anlattığımız esaslar paralelinde öncelikle gerek fertsel gerekse toplumsal bir fesadın önüne geçmek, ancak ve ancak kişinin nefsinde ya da sosyal yaşantısında Allah’ın indirdiklerine tam bir teslimiyeti ile mümkün olacaktır. Fertler ve toplumlar içerisinde yüzdükleri bu pis yaşantıdan ancak alemlerin rabbine dönerek kurtulabileceklerdir. Kim nefisinde, ailesinde, yaşadığı toplumunda ve tüm dünyada hakiki bir güvenin ve huzurun ikamesini istiyor ve fesadın, başı boşluğun, kokuşmuşluğun yok olmasını diliyorsa, öncelikle kendi nefsinde, sonra da en yakınından başlayarak tüm dünyada Allah’ın indirdiği esasları hakim kılmaya çalışmalıdır. Zira bilinmelidir ki, Allah’ın koymuş olduğu ölçülerden uzaklaşmak fertsel ve toplumsal bozulmanın en belirgin sebebidir. Bu noktada öncelikle hakimiyet mefhumunu gündeme getirilip, yegane hakim Allahü Teala’nın kanunlarını bir kenara atarak beşeri esaslı yasalarla insanları sevk ve idare eden yöneticilerin varlığına son verilmeli, eğer bu fertlerin imkanı nispetinde değil ise dahi müslüman olmamızın bir gereği olarak son nefesimize kadar toplumsal fesadın temel kaynağı olana Allah’tan başka rablerin/idare sahiplerinin varlığına son verebilme adına bütün güç ve kuvvetimizle çalışmalıyız. Yine bununla birlikte direk fesad olarak nitelendirilen fiillerden de özellikle müslümanlar olarak imtina etmeliyiz. Zira Allahû Teâlâ kitabında bir çok yerde bizleri fesad gibi ferdi ve toplumu bozan bir fiil işlemekten şiddetle sakındırmıştır. “Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır” (Â’raf Sûresi: 7/56) “Düşünün ki, (Allah) Âd kavminden sonra yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.” (Â’raf Sûresi: 7/47) harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (Kasas Sûresi: 28/77) Bu konu üzerine Kurân âyetleri dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, bazı âyetlerde Allahû Teâlâ bizleri genel olarak fesaddan sakındırmış, bir takım ayetlerde de bir takım çirkin fiillerle birlikte son olarak fesadı yasaklamıştır. Zira Allahü Teala’nın yasaklamış olduğu tüm fiiller yeryüzünde fesadın bir şubesi olup, bu fiillerin fertsel ya da toplumsal bazda işlenmesi fesadın varlığına sebep teşkil edecektir. Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yaparak insanları kandırmak, yeryüzünde maddi değerleri tek gaye edinerek sadece madde için çaba harcamak, adaletsiz bir yaşam tarzı sergilemek, Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörlük etmek, insanlara kötü muamale etmek… vs. Tüm bu fiiller Allahû Teâlâ tarafından yasaklanmış fiillerdir. Ve tüm bu fiiller yeryüzünde toplumsal fesada sebep olan fiillerdir. O halde müslüman kimliği taşıyan bir kimse hayatında sadece Allahû Teâlâ’yı tek rab, tek ilah, tek idareci olarak birledikten sonra sosyal yaşantısında da Allah’ın emir ve yasaklarına itina göstermelidir ki, böylece hem kendisini, hem ailesini, hem de içinde yaşadığı toplumu fesaddan korumuş olsun, yahut ta yeryüzünce bir fesadın baş göstermesine sebep teşkil etmesin. Aynı zamanda tüm bu kötü fiillerden uzak durmakla beraber islami kimliği taşıyan bir ferdin öncelikli yapması gereken şeylerden bir tanesi de Allahû Teâlâ’nın yasaklamış olduğu kötü fiilleri yapanları bunlardan men etmek ve insanlara iyiliği, güzelliği, Allah’a kul olmayı emretmektir. Toplum içerisinde yapılan kötü fiillere nemelazımcı bir tutum sergilemek asla ve asla fesaddan yüz çevirmekle emrolunmuş bir müslümanın sergileyebileceği bir tutum değildir. Bakınız Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır (bunlar görevlerini yaptılar). Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.” (Hûd Sûresi: 11/116) “Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık etmeyin.” (Hûd Sûresi: 11/85) Burada bu âyetin tefsiri üzerine Şehid Seyyid Kutub ve Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın birbirinden muhteşem yorumlarını aktarmak istiyoruz: “Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda “Bu ifâde, yüce Allah’ın milletlerin hayat Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 37 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 38 KAVRAM Ekini ve Nesli Bozan Eylem ‘Fesad’ A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 38 süreçlerine ilişkin yasa sisteminden bir kanunu ortaya koymaktadır. Buna göre, herhangi bir şekilde insanların Allah’tan başkasına kulluk yapmalarıyla içinde bozgunculuk baş gösteren bir millette, bu durumu bertaraf etmek için harekete geçen kimseler bulunuyorsa, o millet kurtulmuş bir millettir. Yüce Allah azap etmek, köklerini kurutmak suretiyle onları cezâlandırmaz. Ama zalimlerin zulüm işledikleri, bozguncuların bozgunculuk yaptıkları, buna karşılık içinde bu zulme ve bozgunculuğa karşı koyacak kimsenin bulunmadığı veya bu durumdan hoşnut olmamasına rağmen bozulmuş realiteye etki edecek gücü bulunmayan kimselerin yeraldığı milletler ya kökten yokedilme felâketi ile ya da çözülme ve çökme felâketi ile cezâlandırılmalarını gerektiren Allah’ın kanunun işlemesini hakederler. O halde, Allah’ın bir ve ortaksız Rabblığını egemen kılmaya davet edenler, yeryüzünü Allah’dan başkasına kulluk yapma çirkefinden dolayı içine düştüğü fesattan temizlemeye çağrı yapan mü’minler, halklar ve milletler için Allah’ın azabına karşı emniyet sübobu niteliğindedirler. Bu ise, Allah’ın Rabblığını egemen kılmak için mücadele eden savaşçıların, her çeşit zulüm ve bozgunculuğa karşı koyan davetçilerin değerini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar sadece Rabblerine ve dinlerine karşı görevlerini yerine getirmekle kalmıyorlar, bununla Allah’ın öfkesini, felâket ve perişanlığı gerektiren azabını da milletlerinden uzaklaştırmış oluyorlar.” (Seyyid Kutub) “İşte daha önceki çağlarda helak olan kavimlerin helaklerine sebep olan şey başlıca bu ikisidir: Birincisi içlerinde fesattan engelleyecek faziletli bir cemaatın bulunmayışı, bulunsa bile yetersiz kalışıdır. Birisi de refaha ermiş olanların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle halkın baştan çıkmasına sebep olmaları.” (Elmalılı Hamdi Yazır) Bu anlatılanlara paralel olarak İslami kimliğe sahip olan bir fert, içerisinde yaşadığı toplumunu fesadçılıktan alıkoymayı bıraktığı, iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmekten uzaklaştığı zaman fesadçılarla aynı akıbete uğrayacağını bilmelidir: “Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Enfâl Sûresi: 8/25) Son olarak hatırlatılması gereken esaslardan bir tanesi de şudur: Fesadın var olmasının sebeplerinden bir tanesi de müslümanların cemaatsel bir yaşantıyı bırakarak fertsel bir yaşantıyı tercih etmeleridir. Aynı şekilde müslümanların kendi aralarında tefrikaya düşmeleri dağılmaları, fırka fırka ayrılmaları da fesadın direkt sebeblerindendir. “Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları ve yardımcılarıdırlar. Eğer siz de öyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat çıkar.” (Enfâl Sûresi: 8/73) Görüleceği üzere yukarıda meâlini verdiğimiz âyet-i kerîmede Allahû Teâlâ açık bir şekilde müslümanların velâyet bağını kuramamalarını, birbirlerine yardım etmekten imtina etmelerini, fırka fırka, gurup gurup ayrılarak ehli kitab gibi dağılarak parçalanmalarını, fesadın ve fitnenin bir sebebi olarak göstermiştir. O halde bizlere düşen müslümanların birliğini parçalayacak söz, düşünce tarzı ve fiillerden tamamen uzaklaşmalıyız. Çünkü ayrılık ve tefrikaya sebep olacak her türlü fiil yeryüzünde fesadın baş göstermesini de beraberinde getirecektir. Ve son olarak bilinmelidir ki, hiç şüphesiz akıbet Allah’a davet eden, Allah’tan başka ilah, rabb, sevk ve idare edici tanımayan, Allahû Teâlâ’nın yasaklamış olduğu fiillerden kaçınarak yeryüzünde hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve bir binanın tuğlaları gibi Allah yolunda cihad eden, tefrikaya ve ayrılığa düşmeyen müslümanların olacaktır. “İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (Kasas Sûresi: 28/83) “Yoksa, iman edip de salih amel işleyenleri biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi yapar mıyız? Yoksa o takva sahiplerini azgın günahkârlar gibi yapar mıyız?” (Sâd Sûresi: 38/28) “Onlar ortaya atınca Musa dedi ki, “Sizin yaptığınız şey sihirdir. Muhakkak ki, Allah onu iptal edecektir. Şüphe yok ki, Allah fesatçıların işlerini düze çıkarmaz.” (Yunus Sûresi: 10/81) 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 39 TEFS‹R îmanve ve iimtihan mtihan îman SEYY‹D KUTUB Elif, L âm, M îm. ‹ nsanlar, i mtihandan g eçirilmeden, s adece ‘iman e ttik’ d emeleriyle b ›rak›l›vereceklerini m i s and›lar? Andolsun k i b iz, o nlardan ö ncekileri d e i mtihandan g eçirmiflizdir. Elbette A llah, d o¤rular› o rtaya ç ›karacak, y alanc›lar› d a m utlaka ortaya k oyacakt›r.” (Ankebût S ûresi: 2 9/1-3 ) “ Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût Sûresi: 29/1-3 ) Sûrenin bu bölümünde yer alan bu ilk ve güçlü mesaj, insanların iman anlayışına, onu dille söylenen bir sözden ibaret sanmalarına yönelik kınama amaçlı bir soru şeklinde sunuluyor. “İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?” İman, sırf dille söylenen bir söz değildir. İman, birtakım yükümlülükleri olan bir gerçektir. Kendine özgü ağırlıkları bulunan bir emanettir. Sabretmeyi gerektiren bir cihaddır. Katlanılması zorunlu olan bir çabadır. Bu yüzden, insanların “inandık” demeleri yeterli değildir. Sınavdan geçirilmeden, bu sınav esnasında kararlılıklarını ortaya koymadan, bu sınavdan cevherleri arınmış, kalpleri berraklaşmış olarak çıkmadan sırf böyle bir iddiada bulunmakla bırakılmazlar. Tıpkı ateşin altını eriterek, saf altın madeni ile karışımında bulunan diğer değersiz madenleri birbirinden ayırması gibi –sınav anlamına alınan fitne kelimesinin sözlük anlamı, altının eritilerek saflaştırılmasıdır. Bu açıdan kelimenin kendine özgü bir anlamı, bir çağrışımı ve bir işareti vardır– aynı şekilde sınavlar da kalpleri şekillendirir. İşte, bu iman uğruna sınavdan geçirilme olgusu, yüce Allah'ın ölçüsünde değişmez bir temel, her zaman geçerli olan bir kanundur! “Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” Hiç kuşkusuz yüce Allah, sınamadan önce de kalplerin gerçek durumunu bilir. Ne var ki, sınavdan geçirme, Allah'ın bilgisince bilinen, ancak insan bilgisine gizli olan durumları realite dünyasında gözler önüne serer. Şu halde, insanlar meydana gelen hareketlerinden dolayı hesaba çekilirler. Sırf yüce Allah'ın bildiği, ancak hareket olarak ortaya konmayan durumlarından dolayı değil. Bu bir yandan yüce Allah'ın insanlara yönelik lütfudur. Bir yandan onun adaletinin belirtisidir, bir yandan da insanları eğitişinde uyguladığı yöntemin bir parçasıdır. Bu eğitim sayesinde insanlar da herhangi bir kimseyi ancak açığa çıkmış ve davranışları ile ortaya konmuş durumlarından dolayı sorumlu tutmayı öğrenmiş olurlar. Çünkü insanın kalbinin gerçek durumunu Allah’tan daha iyi bilmeleri mümkün değildir. Şimdi mü'minlerin içindeki doğru sözlülerle, yalancıların belirlenmesi için onların sınavdan geçirilmelerine, denemeye tâbi tutulmalarına ilişkin yüce Allah’ın belirlediği yasaya dönüyoruz. Kuşku yok ki, iman, yüce Allah’ın yeryüzündeki emânetidir. Bu emâneti ancak ona lâyık olanlar, onu taşıyacak güce sahip bulunanlar, kalplerini tüm diğer duygulardan soyutlayıp, içtenlikle ona özgü kılanlar yüklenebilir. Onu rahata ve konfora, huzur ve güvenliğe, nimet ve aldanmaya tercih edenler taşıyabilirler bu emaneti. Bu emânet, yeryüzü halifeliğidir. İnsanları Allah'ın yoluna sevk etme, yüce Allah'ın mesajını insanların hayatında gerçekleştirme görevidir. Hiç kuşkusuz bu, onur verici bir emanettir. Ve bu emânet oldukça ağırdır. Bu emânet, insanların yerine getirmekle yükümlü oldukları yüce Allah'ın bir emridir. Bu yüzden sınamalara sabredecek şekilde özel yöntemle hareket etmek gerekmektedir. Bir mü'minin batıl ve batıl taraftarları tarafından eziyetlere uğratılması, sonra kendisini savunacak, destek olacak bir yardımcı bulama- ‹man ve ‹mtihan A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 39 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 40 TEFS‹R ması, kendi kendisini savunup kurtaracak durumda olmaması, tağutlara, zorbalara karşı koyacak güçten yoksun bulunması da bir imtihandır. Ve bu, imtihanın en belirgin şeklidir. O kadar ki, imtihan sözü duyulur duyulmaz, zihinde uyanan ilk olgu budur. Ancak bu, imtihanın en ağır şekli değildir. Değişik şekillerde ve yöntemlerde beliren daha birçok imtihan vardır. Bunlar işaret ettiğimiz imtihan şeklinden daha acı ve sonuçları bakımından daha yıkıcı olabilirler. ‹man ve ‹mtihan A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 40 Bir insanın kendisinden dolayı aile fertlerinin ve sevdiklerinin başına bir felâketin gelmesinden korkması, üstelik böyle bir durumda onları savunamaması, son derece acı ve etkileyici bir imtihan şeklidir. Aile fertleri ve sevdikleri ona gelip barış yapmasını ya da teslim olmasını telkin ederler. Sevgi adına, yakınlık adına eziyetlere ya da ölüme terk ettiği kimseler için Allah'tan korkması gerektiğini ileri sürerek, taviz vermesi çağrısında bulunurlar. Bir insanın kendisinden dolayı aile fertlerinin ve sevdiklerinin başına bir felâketin gelmesinden korkması, üstelik böyle bir durumda onları savunamaması, son derece acı ve etkileyici bir imtihan şeklidir. Aile fertleri ve sevdikleri ona gelip barış yapmasını ya da teslim olmasını telkin ederler. Sevgi adına, yakınlık adına eziyetlere ya da ölüme terk ettiği kimseler için Allah'tan korkması gerektiğini ileri sürerek, taviz vermesi çağrısında bulunurlar. Nitekim bu surede, bu tür bir imtihanın son derece ağır ve meşakkatlisi olan anne ve baba açısından imtihana tabi tutulmaya işaret edilmiştir. Dünyanın batıl taraftarlarına yönelmesi, insanların onları başarılı ve zinde görmesi, herkesin onları övmesi, kitlelerin onların başarılarını alkışlaması, önlerine dikilen tüm engelleri bertaraf etmeleri, onların adına övgülerin düzülmesi, seçkin bir hayat yaşamaları, buna karşılık mü'minin ihmal edilmiş olması, sevilmemesi, hiç kimse tarafından bilinmemesi, kimsenin onu savunmaması, o hayatta pek bir şeyleri bulunmayan kendisi gibi az sayıdaki mü'minlerden başka savunduğu hakkın değerinin bilinmemesi de çok acı bir imtihan şeklidir. Çevreden uzaklaşmak, inanç adına yalnız kalmak da bir imtihandır. Bu durumdaki bir mü'min, çevresindeki toplumların ve fertlerin sapıklığa daldıklarını, kendininse yapayalnız, garip ve kovulmuş olarak kaldığını görür. Bir diğer imtihan şekli de var ki, onu günümüzde açıkça görmek mümkündür. Evet, bir mü'minin, ahlâki açıdan, toplumsal değer yargıları bakımından kokuşmuş bazı milletlerin ve devletlerin toplumsal açıdan kalkınmış olmalarını, uygarca bir hayat sürdürmelerini, her ferdin bu toplumlarda insanın değerine yaraşır gözetim ve korunma imkânından yararlanmalarını, Allah'ın dinine karşı çıkıp isyan ettikleri halde güç ve zenginlik elde etmelerini görmesi de üstesinden gelinmesi çok zor olan bir imtihandır. Bir de en büyük imtihan vardır. Nefis ve ihtiras imtihanı. Toprağın çekiciliği, et ve kanın ağırlığı, nimet ve iktidar ya da rahatlık ve güven arzusu. Nefsin derinliklerinde, hayat şartlarında, toplumun mantığında ve devrin insanlarının düşüncelerinde yer eden engellere ve geçit vermez önlemlere rağmen iman yolunu izlemenin, imanın öngördüğü üstün düzeye ulaşmanın zorluğu bütün imtihan şekillerinden daha ağır ve daha büyük imtihandır. Yol uzayıp Allah'ın yardımı gecikince, imtihan daha şiddetli ve daha ağır olur. Deneme her zamankinden çok şiddetlenir, sertleşir. Bu durum karşısında yüce Allah'ın koruduğu kimselerden başkası direnç göstermez, sabretmez. Bunlar iman gerçeğini içlerine sindiren kimselerdir, bu büyük emâneti, göğün yeryüzündeki emânetini, Allah'ın insan vicdanına yüklediği emâneti eksiksiz bir şekilde yüklenen ve gereğini yapan kimselerdir. Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu şekilde mü'minleri imtihan etmekle onlara azap etmeyi, sıkıntılara sokup denemekle, onlara eziyet etmeyi istemiyor. (Haşa Allah'a) Bu imtihan ve denemelerin asıl amacı, emâneti yüklenebilmek için gerçek anlamda hazırlanmaktır. Çünkü bu emânet özel bir hazırlığı gerektiriyor. Bu da ancak fiili olarak meşakkat çekmekle, zorlukları pratik hayatta tutmakla, gerçek anlamda ihtirasları yenmekle, acılara, ızdıraplara karşı hakkıyla sabretmekle, imtihanın uzun süreli olmasına ve dene- 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 41 TEFS‹R menin çok ağır olmasına rağmen, gerçekten Allah'ın zaferine ya da sevabına güvenmekle mümkün olur. Zorluklar, insan ruhunu adeta eritir, pisliklerini giderir. İçindeki potansiyel güçleri uyarır ve yoğunlaştırır. Sert ve şiddetli darbelerle döverek madenini sertleştirir, parlatır. Aynı şekilde zorlukların toplumlar üzerinde de büyük ve kalıcı etkileri vardır. Acıların, zorlukların potasında eritilen toplumlardan geriye sadece tabiat itibariyle en sarsılmaz olanları, karakterleri en sağlam olanları, Allah'la sıkı sıkıya ilişki halinde bulunanları, O'nun katındaki iki güzelliği; zafere ya da ahiret sevabına şiddetle bağlananları kalır. Böyle bir süreçten geçen toplumlar en sonunda bayrağı teslim alırlar. Çünkü bu hazırlık ve deneme devresinden sonra artık emâneti yüklenecek niteliklere sahip olmuşlardır. Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz –salât ve selâm üzerine olsun– şöyle buyurmaktadır: “İnsanlar arasında en ağır imtihandan geçirilenler peygamberlerdir. Sonra salih kişiler gelir. Bu böylece devam eder gider. Kişi dîni duygularının düzeyine göre, denenmek amacı ile imtihandan geçirilir. Eğer sarsılmaz bir inanca, köklü bir dini pratiğe sahipse, imtihanın dozajı arttırılır.” İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi, nihaî zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın vaadi ile garanti altına alınmıştır. Bir mü'min Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden kuşku duymaz. Ama eğer bu vaad gecikirse hiç kuşkusuz yüce Allah'ın planladığı bir hikmetten dolayıdır. Ve mutlaka iman davası için, mü'minler için hayır kaynağıdır. Onlar, ağır bir bedel ödedikleri, sıkıntılara karşı sabrettikleri, uğrunda birçok acılara katlandıkları, büyük fedakârlıklarda bulunduklârı için bu emaneti teslim alırlarken, onu her şeyden üstün tutarlar. Kanını feda eden, sinirlerini yıpratan, rahatını, huzurunu bir kenara bırakan, arzularından ve zevklerinden vazgeçen, sonra eziyetlere ve birçok şeyden yoksun olmaya karşı sonuna kadar sabreden biri kuşkusuz, uğrunda bunca fedakârlıkta bulunduğu emanetin ne kadar değerli olduğunun bilincinde olur. Bu yüzden çektiği bunca acıdan, katlandığı bunca fedakârlıktan sonra bu emaneti ucuza kaptırmaz. İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi, nihaî zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın vaadi ile garanti altına alınmıştır. Bir mü'min Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden kuşku duymaz. Ama eğer bu vaad gecikirse hiç kuşkusuz yüce Allah'ın planladığı bir hikmetten dolayıdır. Ve mutlaka iman davası için, mü'minler için hayır kaynağıdır. Hiç kimse yüce Allah kadar gerçeğe ve gerçek taraftarlarına ilgi gösteremez, onları koruyamaz. İmtihandan geçirilen, çeşitli musîbetlerle denenen mü'minler için, Allah'ın hak davasını yüklenecek güvenilir kimseler olarak Allah tarafından seçilmeleri yeterli bir ödüldür. Onları sınayarak seçmek suretiyle yüce Allah'ın imâni direktiflerinin sağlam olduğuna şahitlik etmeleri en büyük onurdur. Mü'minleri dinlerinden döndürmek için onlara baskı uygulayanlara, eziyet edenlere, bu amaçla her türlü kötülüğü yapanlara gelince; onlar Allah'ın azabından kaçıp kurtulamazlar. Onların kof güçleri istediği kadar debdebeli, ihtişamlı görünsün, bir balon gibi şişirilmiş batıl sistemleri istediği kadar sağlam ve sarsılmaz görünsün, sonunda kesinlikle yakayı ele vereceklerdir. Allah'ın vaadi bu yöndedir, her zaman geçerli olan yasası eninde sonunda bunu öngörür. “Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (Ankebût Sûresi: 29/1-3 ) HİÇ ŞÜPHESİZ YÜCE ALLAH DOĞRU SÖYLÜYOR ‹man ve ‹mtihan A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 41 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 42 ‹KT‹BAS Siyonist Zulmü -IDerleyen: M.Yasir Sevim F ilistin’de kendi öz vatanlarında yaşama haklarını kullanmak dışında bir “suç (!)”ları olmayan Filistinlilerin en az üçte biri, o topraklarda hiçbir hakları olmadığı halde şiddet yoluyla, silahın gücünü ve arkalarında duran emperyalistlerin desteklerini kullanarak hakimiyet kuran işgalci siyonistlerin zindanlarına en az bir kere girmişlerdir. Bazıları daha çocuk yaşta iken, bazıları ise yetmişini devirdikten sonra… Bazıları adeta izine çıkar gibi on beş günlüğüne, bir aylığına dışarı çıktıktan sonra tekrar tekrar o zindanlara girmişlerdir. Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 42 Zindanlara atılanlar genellikle, İsrail işgal devletinin işkence mekanizması durumundaki iç istihbarat örgütü ŞABAK’ın diğer adıyla ShinBet’in sorgulama odalarından geçmektedirler. İsrail yasaları Filistinlilere işkence yapılmasına izin verdiğinden, yurtlarına sahip çıkma kararlılığındaki Filistinliler, zindana atılmadan önce mutlaka işkenceye de tâbi tutulmuşlardır. Bu işkence, birçoklarının ömür boyu sakat kalmalarına sebep olmuştur. Birçok kişi de bu işkence yüzünden hayatını kaybetmiştir ki, 1987 intifâdası döneminde işkence yüzünden ölen Filistinli sayısının 40’ı, geçtiği bizzat İsrail insan hakları örgütü Betselim’in raporlarında dile getirilmiştir. İşgal devleti Filistinli esirleri, zaman zaman pazarlık malzemesi olarak da kullanıyor ve bu yolla Filistin tarafından büyük tavizler koparmaya çalışıyor. Nitekim 1991’de başlayan Oslo sürecinde esirleri pazarlık malzemesi olarak kullandı. Yapılan pazarlıklar sonucunda istediklerini elde ederek esirleri serbest bırakmayı kabul ettiği halde serbest bırakma işini bayağı sallantılı bir şekilde yürüttü. Üstelik serbest bırakacağı kişilerden İsrail aleyhtarı faaliyetlere katılmayacaklarına dair bir belge imzalamalarını şart koştu. Böyle bir belgeyi imzalamayı kabul etmeyenleri ise anlaşmanın dışında tutmaya kalkıştı ve onlar için ayrıca pazarlık yaptı. Oysa yapılan anlaşmalara göre esirleri şartsız olarak bırakması gerekiyordu. İsrail açısından Filistinli esirleri serbest bırakmak fazla bir mânâ taşımıyor. Çünkü zindanlara doldurup yıldırmaya çalıştığı onca insanı serbest bıraktıktan sonra yeni tutuklama kampanyalarıyla yeni kişileri zindanlara doldurup, kısa süre içinde serbest bırakılanlardan boşalan yerleri doldurabiliyor. Sonra bu ikinci grup esirler üzerinden pazarlık yaparak, onlar vasıtasıyla yeni kazanımlar elde etmeye çalışıyor. Yani İsrail işgal devleti bir bakıma, dağlardaki yol kesen eşkıyalar veya şehir mafyası gibi Filistinli esirleri rehineler olarak kullanmaya ve onlar vasıtasıyla kazanımlar elde etmeye çalışıyor. Bu durum, İsrail işgal devletinin, hukuk ve siyaset biliminin tanımlarındaki “devlet” kavramından çok uzak bir eşkıya düzeni olduğunun apaçık göstergelerinden biridir. 1987 intifâdası döneminde işgal devletinin zindanlarına doldurulan Filistinli esirlerin sayısı 7 bini bulmuştu. Bunların önemli bir kısmı Oslo sürecinde, zikrettiğimiz pazarlıklar neticesinde kademeli olarak serbest bırakıldı. Ama tamamı serbest bırakılmadı. Bununla birlikte zindanlarda tutulanların sayısı 1000’in altına düşmüştü. Aksa İntifâdası sürecinde işgal devletinin gerçekleştirdiği tutuklamalar neticesinde zindanlara doldurulan esir sayısı 8 bini buldu. Şimdi onlarla ilgili pazarlıklar yapılıyor. Fakat bu konunun da çarpıtıldığını ve İsrail’in esirler üzerinde önemli oyunlar çevirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu sebeple biz “Filistinli Esirler Dosyası”nı açmak istedik. İnşallah bu dosyamızda Filistinli esirlerle, Ebu Mazin hükümetinin tutumuyla ve son yapılan pazarlıklarla ilgili bilgiler vermeye çalışacağız. Sekiz Bin Esir Esir alma veya tutuklama, İsrail işgal devleti açısından bir yıldırma ve Filistin tarafını birtakım tavizlerde bulunmaya zorlama metodudur. Bu yüzden onun için esir alma ya da tutuklamada herhangi bir hukuk veya kural söz konusu değildir. İsrail’in esir alma veya tutuklama işlemlerinde ne bir savaş hukuku, ne de oturmuş bir devlet hukuku görülür. Çünkü oturmuş devlet hukukunda, tutuklamalara suç ya da suç şüphesi gerekçe teşkil eder. Savaş hukukuna göre ise, savaşan tarafın savaşçıları veya onlara yardımda bulunanlar esir alınır. İsrail işgal devleti için ise bunların hiçbirinin bir geçerliliği yoktur. İsrail’in Filistin topraklarındaki işgali gayri meşru, do- 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 43 ‹KT‹BAS layısıyla savaşı da haksız bir savaş olduğu halde İsrail açısından, savaşsın savaşmasın yürürlükteki yasalara göre herhangi bir fiilleri olsun olmasın kundaktaki bebekten yatak mahkumu yaşlıya kadar bütün Filistinliler hedeftir ve tutuklanmalarında, esir alınmalarında mahzur yoktur. Çünkü İsrail esir aldığı insanları aynı zamanda birer rehine olarak kullanmakta ve onlar üzerinden pazarlıklar yapmaktadır. Bundan dolayıdır ki belli pazarlıklar neticesinde zindanlarını boşaltsa bile yeniden doldurması fazla zaman almamaktadır. İşgal devleti zindanlarına doldurduğu Filistinli esirler hakkında ikna edici, net bilgiler vermekten çekiniyor. Çünkü esir aldıklarından bazılarını da bilinmeyen zindanlara dolduruyor. Bu gizli zindan konusu daha önce de gündeme gelmişti. Ancak geçtiğimiz günlerde işgal devleti yönetimi bu konudaki iddiaları kabul etti ve gizli zindanlarının olduğunu itiraf etti. İsrail zindanlarındaki Filistinli esirler hakkında bilgileri Filistin Esir Kulübü yetkililerinden alalım. Filistin Esir Kulübü başkanı İsa Karaki’nin verdiği bilgilere göre son tutuklamalardan sonra işgal devletinin zindanlarına ve tutukevlerine doldurulan Filistinli sayısı sekiz bini buldu. Bu sekiz bin kişi içinde, 11’i çocuk yaşta olmak üzere 62 kişi bayan, 350 kişi de 18 yaşın altında çocuk. Tutuklamalar sürekli devam ettiğinden sayı her gün artıyor. İşgalciler son olarak da 7 Temmuz 2003 Pazartesi günü Tubas ve Kabatiye’ye yaptıkları baskında 6 kişiyi tutukladılar. Özerk yönetimin Esirler Bakanlığı’na bağlı, işgal devleti zindanlarındaki esirlerle irtibat dairesinin müdürü Hasan Kunayta da işgal devleti zindanlarındaki esirlerin sayısının sekiz bine ulaştığını teyit etti. Filistinli esirlerle ilgili gelişmeleri takip edenlerin verdiği bilgilere göre İsrail zindanlarındaki Filistinlilerin sayısı Aksa İntifâdası’nın başlamasından önce iki binin altındaydı. Şimdi ise sekiz bini buldu. Fakat bu, intifada süresince tutuklananların sayısının altı binden ibaret olduğu anlamına gelmiyor. Bu süre içinde on binlerce insan tutuklanıp esir kamplarında birkaç gün tutulduktan veya ŞABAK sorgulama merkezlerinde sorgulandıktan sonra serbest bırakıldılar. Tabii bu sorgulama esnasında işkenceye veya kötü muameleye de tabi tutuldular ki, bu muameleler gerek Filistin gerekse İsrail insan hakları kuruluşlarının raporlarına geçmiştir. Nazi Usulü Tutuklamalar Siyonistler yürüttükleri lobicilik faaliyetlerinde sürekli, Nazilerin yahudilere karşı başvurdukları insanlık dışı uygulamaları malzeme olarak kullanıyorlar. Oysa İsrail işgal devletini yöneten siyonistlerin Filistinlilere karşı başvurdukları uygulamalar Nazilerin uygulamalarının aynısıdır. Hatta tutuklama metotlarında bile aynen onların metotlarını uygulamaktadırlar. Filistin Esirler Kulübü başkanı Ahmed Karaki işgalci siyonistlerin tutuklama uygulamalarıyla ilgili bir açıklamasında şunları söyledi: “Siyonistlerin bu uygulamaları Alman askerlerinin II. Dünya Savaşı’nda kullandıkları metodun harfiyen taklididir. Şöyle ki siyonist askerler belli bir bölgeye baskın düzenliyorlar. O bölgedeki sivillere ait tüm evleri kuşatma altına alıyorlar. Ardından 15-50 yaş arası bütün erkekleri evlerinden dışarı çıkmaya zorluyorlar. Sonra onları geçici olarak belli bir bölgede topluyor ve orada elleri havada, gözleri bağlı bir halde bekletiyorlar. Sonra da teker teker kimliklerini inceliyor ve herhangi bir tevkif ya da tutuklama belgesi olmaksızın onlarcasını gözetim altına alıyorlar.” Aynı hususu özerk yönetime bağlı Esirler bakanı Hişam Abdurrazık da vurguluyor ve işgalcilerin, baskınlarda insanları toplu halde belli bir sahada uzun süre aramaya ve sorgulamaya tabi tuttuktan sonra gruplar halinde tutukladıklarına dikkat çekiyor. Bakan bu uygulamaya sadece belli bir bölgede değil, Filistinlilerin yaşadığı tüm şehirlerde, yerleşim bölgelerinde ve mülteci kamplarında başvurulduğunu ifade ediyor. İşgal güçlerinin bu tür toplu tutuklama işlemleri, Aksa İntifâdası sürecinde neredeyse gündelik hâle geldi. Çünkü işgal güçleri her gün bir yere baskın düzenliyor ve böyle toplu tutuklamalar yapıyorlardı. Geçici olarak belli bir meydanda tutulanlar daha sonra bırakılsalar da orada saatler süren sorgulama ve kimlik denetimi esnasında büyük eziyetlere ve aşağılayıcı muamelelere tâbi tutuluyorlar. Bu yüzden denilebilir ki Aksa İntifâdası süresince Gazze ve Batı Yaka bölgelerinde yaşayan, 15-50 yaş arası Filistinli erkeklerin en az üçte ikisi bu çirkin muameleye maruz kalmıştır. El’Mizan İnsan Hakları Merkezi yetkililerinden Av. Adnan el-Hicaz, bu çirkin tutuklama uygulamalarıyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor: “Bu uygulama intifadanın başlangıcından itibaren gündelik hale gelmiş ve bir çok sayıda insan bu yolla gözetim altına alınmıştır. İnsanların kalabalık kitleler halinde, köyleri, şehirleri ve muhtelif yerleşim birimlerini birbirinden ayıran geçiş noktalarında saatlerce eziyet altında bekletilmeleri uygulaması ise bunun dışındadır. Siyonist yönetim tutuklamalarda her ne kadar yasaları uyguladığını söylese de yapılanların hiçbir yasal gerekçesi yoktur. Öyle toplu halde tutuklanarak kendi yerleşim alanlarından kitleler halinde başka yerlere nakledi- Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 43 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 44 ‹KT‹BAS len insanların tamamı sivildir ve Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin himayesinde olmaları gerekir. Bu sözleşme, sivillerin kendi yerleşim alanlarından zorla başka yerlere nakledilmelerini yasaklamaktadır. Oysa işgal devleti Gazze veya Batı Yaka bölgelerinden topluca tutuklananları içeriye (yani İsrail olarak gösterilen 1948’de işgal edilmiş bölgeye) naklediyor. Ayrıca bunları herhangi bir yargılamaya tâbi tutmadan idari cezaya çarptırıyor.” Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 44 gece ve gündüz sürekli ellerim bağlıydı. Kollarıma biri bileklerimin altından diğeri de üstünden bağlı iki ayrı kelepçe geçirdiler. Zorunlu ihtiyaçlar için çözüp tekrar bağlamak istediklerinde iri cüsseli, çirkin görünümlü bir adamı çağırıyorlardı ve o öyle şiddetli bir şekilde bağlıyordu ki adeta kendimi ölecek gibi hissediyordum. Kelepçelerin kollarımda yol açtığı acıdan dolayı yemek için çözdüklerinde ellerimi ağzıma götüremiyordum. Soruşturmanın ilk 48 saati en zor ve çekilmez dönemdi. Tutuklanışımın ilk daNe yazık ki emperyalist güçler, Cenevre Sözkikasıyla birlikte bu zor dönem başladı. Önce bir leşmesi’ni İsrail işgal devletine karşı işletmediksaat süreyle sürekli sorguya çekildim. Hiç uyulerinden işgalciler Filistinlileri esir almada ve mama fırsat vermediler. Buna ek olarak oldukça onlara kötü muamele yapmada kendilerini tamaeziyet verici bir şekilde bedensel ve psikolojik men serbest ve rahat hissediyorlar. işkenceler yaptılar. Sonra benim askeri soruşEsirlere İşkenceler turmaya tabi tutulmam için karar çıktığını bilİsrail işgal devleti işkenceyi yasalaştıran bir dirdiler. Oysa bana böyle bir karara dair herdevlettir. İşgal devletihangi bir yazı veya belnin yasaları ŞABAK adı İsrail işgal devleti işkenceyi yasa- ge göstermediler. Sonra verilen iç istihbarat ör- laştıran bir devlettir. İşgal devle- Filistin askısı olarak bigütü elemanlarının Filinen askıya çektiler. Bu listinli tutuklulara iş- tinin yasaları ŞABAK adı verilen iç askı bedenimin her takence yapmalarına izin istihbarat örgütü elemanlarının rafında acı duymama veriyor. Bu yasaların sebep oldu. Bu işkence kaldırılması için bizzat Filistinli tutuklulara işkence yap- en çok acı veren işkenİsrail insan hakları ör- malarına izin veriyor. Bu yasaların ceydi. İkinci derecede gütleri İsrail Yüksek de kollarımdaki kelepMahkemesi’ne müra- kaldırılması için bizzat İsrail insan çelerin iyice sıkılması caatta bulundular. An- hakları örgütleri İsrail Yüksek geliyordu. Bir diğer işcak İsrail Yüksek Mahkence şekli de “şibh” kemesi bu talepleri red- Mahkemesi’ne müracaatta bulun- metoduydu. Bunda da dederek sadece bazı iş- dular. Ancak İsrail Yüksek Mahke- ben ayaktayken kollakence metotlarının yarımı tavandan bağlıyor saklanması için müraca- mesi bu talepleri reddederek sade- sonra ayaklarımı yavaş atta bulunulabileceği ce bazı işkence metotlarının yasak- yavaş aşağıya indiriyönünde açıklama yaptı. yorlardı. Bu da çok acı Ne var ki İsrail Yüksek lanması için müracaatta bulunula- veriyordu. Uygulanan Mahkemesi açısından bileceği yönünde açıklama yaptı. işkencelerin şiddeti ve bu yöndeki taleplerin de zorluğu sebebiyle bedebir anlam taşımayacağı belliydi ve o yönde de nim iyice hareketsiz bir hale geldi. Bunun üzeriherhangi bir gelişme olmadı. Bundan dolayıdır ki ne, işkence sebebiyle kol ve bacaklarımda kırık çıkık olup olmadığını inceletmek için beni, işgal Filistinli esirlere ve tutuklulara işgalci güçler altındaki Kudüs’te bulunan Hedasa hastanesine tarafından ağır işkenceler yapılmakta ve hatta götürdüler. Kelepçelerin iyice sıkılması sebebiybazıları bu işkenceler yüzünden hayatlarını kayle bileklerimde büyük oyuklar oluştu. En büyüğü betmektedirler. Biz de dosyamızın bu bölümünde de bayağı ezilen sol bileğimde oluştu ki bunun söz konusu işkenceler hakkında bazı özet bilgiler izi bugün hala gözle görülebilecek şekilde devermek istiyoruz. vam ediyor.” Esirlere uygulanan işkenceler hakkında bizAvukatı bayan Ed’Dekmak, Ebu’n Nediyy’in zat işkenceye mâruz kalan esirlerin verdiği bilsol bileğindeki oyuğu tetkik ettirdi ve bunun sol gileri aktaralım. Tam kırk dört gün süreyle ŞAkolunda kalıcı bir rahatsızlığa yol açabileceğini BAK elemanları tarafından sorgulamaya tâbi tudile getirdi. tulan, Ramallahlı Felah Ebu’n Nediyy mâruz Yine Ebu’n-Nediyy’in verdiği bilgilere göre kaldığı işkenceler hakkında şunları söylüyor: işgalciler soruşturma süresince eşini üç kere ya“Soruşturmanın sürdüğü 44 gün boyunca nına getirmişler. Bunu yapmaktaki amaçları ise 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 45 ‹KT‹BAS eşini manevi yönden yıpratmak ve ona psikolojik eziyet etmek. İşgalciler Ebu’n-Nediyy’e karşı muhtelif tehditlerle de eziyet etmişler. Bu tehditlerden biri: “Senin fuhuş yaptığına ve ahlak dışı işlere bulaştığına dair haberler yayarız.” Bir diğer tehditleri: “Bulunduğun bölgede bizimle yardımlaştığını ve istihbarat elemanımız olarak çalıştığını iddia ederiz.” İşgalciler bu iki tehdidi çok sık kullanıyor ve hatta bazı kişileri yıpratmak amacıyla bu tür haberleri yayıyorlar. Dolayısıyla bir kimse hakkında siyonistlerin yaydığı bu tür haberlere kesinlikle itibar etmemek gerekir. Çünkü onlar kendi adamlarını deşifre etmez, düşmanlarına iftira atarlar. İşgalcilerin Ebu’n-Nediyy’e ve daha birçoklarına karşı kullandıkları bir diğer tehdit metodu ise evine baskın düzenleyerek eşine ve çocuklarına kötülük edebilecekleri tehdidi. Muhammed Amr durumunu Esirler Kulübü avukatlarından Fehmi El’Uveyvi’ye arz etti. Amr, oldukça vahşi işkencelere maruz kaldığını, özellikle kollarının arkadan bağlanması suretiyle yapılan işkencelerden dolayı büyük eziyetler çektiğini ifade etti. Askalan (Aşkelon) zindanında tutulan Amr kendisine bu işkencenin gündelik olarak 12 saat süreyle ve 12 gün boyunca yapıldığını ifade etti. Ramallah’tan 25 yaşındaki Zahir Atta, Arif Er’Rimavi de sorgulama esnasında 48 saat süreyle kollarının arkadan bağlı bir şekilde askıda tutulduğunu, bu esnada hem kollarının, hem de ayaklarının bağlandığını, üstelik kendisine çok çirkin ifadelerle sövüldüğünü, hakaretler edildiğini, verilen yemeklerin de yenmeyecek derecede kötü olduğunu ifade etti. İşgalcilerin işkencelerine mâruz kalan Bu aktardıklarımız sadece birkaç tutsağın Filistinli tutsaklardan bir ağzından İsrail işgal diğeri, Batı Yaka’nın elCihad Kasım Ubeydo, hakkında devletinin, Filistinli tutHalil şehrinden 23 yasaklara uyguladığı işkenşındaki Cihad Kasım verilen idari mahkûmiyet süresinin celere dikkat çekme aUbeydo da şu bilgileri taşıyan bilgiler mâsonra tutulduğu macı veriyor: “Beni beş gün dolmasından hiyetindedir. Tabii işsüreyle gece ve gündüz En’Nakab zindanından soruştur- kenceye mâruz kalanlar sürekli devam edecek şesadece bunlar değil, yakilde bir sandalyeye ma amacıyla alındı. İşgalciler, pılan işkence türlerinin bağladılar. Ellerim arkatehdit amacıyla hamile eşini de hepsi bu kadar değil. dan bağlıydı. İtirafta buBöyle tekli soruşturmalunmadığım halde eşimi yanına getirdiler ve gözlerinin larda yapılan işkenceleöldürecekleri tehdidinde önünde ona saldırdılar. Bu saldırı rin yanı sıra toplu işkenbulundular.” celer de yapılıyor. Toplu Cihad Kasım Ubeydo, yüzünden hamile kadının kar- işkencelerin başında ise 11 gün süreyle hücrede nındaki cenin hayatını kaybetti ve zindanlardaki kötü şartlar geliyor. Kendisi Batı tutuldu. Önce hakkında Yaka’nın Beytlahm şehkadın daha sonra düşük yaptı. idari mahkûmiyet kararı rinden olan 22 yaşındaki verildi. İdari mahkûmiMuhammed Abdülkadir yet ise herhangi bir yargılamaya tâbi tutmaksızın El’Musalime, Filistin Esirler Kulübü avukatsoruşturma merhalesinde, herhangi bir yasal larına verdiği bilgide kendisinin tutulduğu zinzemine oturtulmadan verilen mahkûmiyetlere danda şartların çok kötü olduğunu dile getirdi. deniyor. İdari mahkûmiyetler için bir sınırlama Zindanda haşeratın ve zararlı böceklerin her tarafı getirilmiyor. Sorgulayanlar, verdikleri idâri mahkuşattığını, bu yüzden de birçok tutsağın bu zararkûmiyet süresinin dolmasından sonra bu süreyi lı canlıların yaydığı hastalığa mâruz kaldığını, biruzatabiliyor veya yeni bir idâri mahkûmiyet çoklarının haşerat tarafından ısırıldığını dile getirkararı verebiliyorlar. Cihad Kasım Ubeydo, hakdi. Askalan cezaevinde tutulan ve adından yukakında verilen idari mahkûmiyet süresinin dolmarıda söz ettiğimiz Mahmud Muhammed Amr, sından sonra tutulduğu En’Nakab zindanından kaldığı cezaevinde tutsakların mâruz kaldıkları soruşturma amacıyla alındı. İşgalciler, tehdit açirkin muameleler ve zindan şartlarının kötü olmacıyla hamile eşini yanına getirdiler ve gözması sebebiyle birçok kez açlık grevine gittiklerilerinin önünde ona saldırdılar. Bu saldırı yüzünni ifade etti. Yine aynı kişinin verdiği bilgilere den hamile kadının karnındaki cenin hayatını kaygöre, Askalan zindanında cezaevi yönetimi tutbetti ve kadın daha sonra düşük yaptı. saklardan hasta olanların hastaneye kaldırılmalarını veya doktor gözetiminden geçirilmelerini Siyonist vahşilerin işkencelerine mâruz kalan kabul etmedi. Sadece Askalan’da değil daha birFilistinli tutsaklardan biri de yine el-Halil’den 26 çok zindanda tutsaklar mâruz kaldıkları kötü muyaşındaki Mahmud Muhammed Amr idi. Mahmud Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 45 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 46 ‹KT‹BAS ameleler ve kötü şartlar sebebiyle değişik zamanlarda açlık grevleri düzenlediler. Bu açıdan zindanlardaki şartların biraz daha ayrıntılı olarak ele alınmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz. Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 46 sına çıkma imkanları yok. Bunun sebebi ise “dinlenme sahası” nitelendirmesine uygun bir yerin olmaması. Dinlenme sahası olarak tahsis edilen yer zindanın arka tarafında 3x3 m ebatlarında, etrafı demir parmaklıklarla ve dikenli Zindanlar tellerle çevrilmiş dar bir alan. Temizlik diye bir Kesintisiz İşkence Mekanları şey yok. Tutsakların tutulduğu yerler nemli ve Filistinli tutsakların tutulduğu zindanlar tam bakımsız. Her tarafını haşerat kuşatmış. Temizanlamıyla kesintisiz işkence mekanlarıdır. Ne yalik maddeleri ve havalandırma aletleri yok. Kişizık ki uluslararası anlaşmaların, İnsan Hakları sel temizlik imkanları ise yok denebilecek duEvrensel Beyannamesi’nin ve meşhur Cenevre rumda. Birçok tutsak oraya atıldığı gün üzerinde Sözleşmesi’nin tutsaklarla ve mahkumlarla ilgili olan elbiselerle duruyor, çünkü değiştirebileceği maddeleri İsrail işgal devletinin zulüm uygulabir başka elbisesi yok. Zindan yönetimi başka malarına karşı işletilmiyor. Bu yüzden de Filisbir elbise vermiyor. Zindanı ziyaret etmelerine tinli tutsaklar, siyonist işgalcilerin sınır tanımaz imkan verilen avukatların sağladığı şeyler tutvahşetleri karşısında her türlü ilgiden, haklarını sakların ihtiyaçlarının yüzde otuzunu karşılamıarayacak bir ilgi elinden yor. Zaten avukatların yoksun vaziyette, zulgötürdüğü eşyalara zinmün bütün şiddetini dan girişinde el konu“Beyt İl”, İbranicede Tanrının hissediyorlar. yor, onların da birçoğu Filistinli tutsakların Evi anlamına geliyor. İşgalciler tutsaklara ulaştırılmımâruz kaldığı zindan yor. Kızılhaç teşkilaşartları hakkında fikir Batı Yaka’da işgal güçlerinin tının sokabildiği ihtiyaç vermesi için bir örnek maddeleri ise tutsaklaüzerinde durmak istiy- yönetim merkezlerini o mıntıkaya rın ihtiyaçlarının çok az oruz: Beyt İl zindanı. kurduklarından bu adı vermişler. bir kısmını karşılayabi“Beyt İl”, İbranicede liyor. Tutsakların banyo Tanrının Evi anlamına İşte, “Tanrının Evi” adını verdik- yapmalarına ve ihtiyaç geliyor. İşgalciler Batı oranında su kullanmaYaka’da işgal güçleri- leri bu mıntıkada kurdukları zin- larına fırsat verilmiyor. nin yönetim merkezleriZaten banyo yapmak isni o mıntıkaya kurduk- danda, ırkçı zihniyetlerini bütün teseler de banyodan larından bu adı vermişsonra üstlerine giyebiler. İşte, “Tanrının Evi” çıplaklığıyla ortaya koyuyor ve lecekleri yeni ve temiz adını verdikleri bu mınelbiseleri olmuyor. tıkada kurdukları zin- Filistinli tutsaklara kendilerince Tutsaklara verilen danda, ırkçı zihniyetleyiyecekler son derece “Tanrının Gazabı”nı gösteriyorlar. rini bütün çıplaklığıyla berbat. Üstelik ihtiyaç ortaya koyuyor ve Filismiktarının da altında. tinli tutsaklara kendilerince “Tanrının Gazabı”nı Çok kötü olması sebebiyle de çoğu zaman geri gösteriyorlar. gönderiyorlar. Sağlık hizmetleri için bir doktor Filistin Esirler Kulübü’nden avukat Fatıma var ve hasta tutsakları bu doktor muayene ediyEn’Netişe’nin Beyti İl zindanını ve oradaki tutor. Ancak zindan yönetimi doktorun istediklerini sakları ziyaret etmesinden sonra verdiği bilgileri yaptırmıyor. Doktorun yazdığı ilaçlar zamanında burada aktaralım: verilmiyor. Bazen yazılan ilaçlar değil alternatif ilaçlar veriliyor. Kışın soğuk günlerde, tutsaklar Buradaki tutsaklar son derece kötü şartlarda çok sıkıntı çekiyorlar. Zindanda iyi bir ısıtma sistutuluyorlar. Her şeyden önce ailelerine buluntemi bulunmadığından ve çoğu zaman üstlerinde dukları yeri kesin bir şekilde bildirmelerine izin yeterli giysi olmadığından üşüyorlar. Yatakta verilmiyor. Yanlarında götürdükleri eşyalarına üstlerine örtünmeleri için verilenler ise kirli ve çoğu zaman paralarına el konuyor. Birçok olması sebebiyle oldukça pis kokan battaniyeler. tutsak bu konuda zindan yönetimine şikayette Zindanın özel sorgulama bölümünde sadece bir bulunduğu halde hiçbir sonuç alamamış. tane tuvalet var ve burada ön sorgulamaya tabi Esirler Kulübü’nün Beyti İl zindanıyla ilgili tutulan tutukluların tuvaleti 15 dakika öğleden önce, 15 dakika da öğleden sonra olmak üzere raporunda da şu bilgiler veriliyor: günde toplam yarım saat kullanmalarına izin Zindanda tutulan tutsakların dinlenme saha- 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 47 ‹KT‹BAS veriliyor. Bu bölümde tutulanların sayısı az da olsa bu uygulama değişmiyor. Zindanın içindeki tutsakların gardiyanlarla konuşup anlaşmaları zor. Çünkü gardiyan olarak Rusya göçmeni yahudilerden seçilen askerler tayin edilmiş ve onların da hiçbiri Arapça bilmiyor. Bu yüzden tutsaklar onlara durumlarını anlatamıyorlar. Hatta haklarındaki yasal süreçle ilgili durumları bile izah edemiyorlar. Beyti İl zindanındaki şartları bir örnek olarak sunmaya çalıştık. Ancak diğer zindanların durumu daha farklı değil. Hatta bazı zindanlardaki şartlar belki Beyti İl’deki şartlardan çok daha fenadır. Ancak biz Beyti İl zindanıyla ilgili bilgilerin diğerleri hakkında da fikir vereceğini düşündüğümüzden bu konuyla sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz. Siyonist Vahşet Mağduru Çocuklar En son hazırlanan raporlara göre halen İsrail zindanlarında 18 yaşın altında 350-400 civarında çocuk bulunuyor. Bunların 35’i idari mahkumiyetle yani yargı dışı mahkumiyet kararıyla zindanda tutuluyorlar. Çocuklar tutuklamalarda ve sorgulamalarda oldukça kötü muamelelere maruz kaldıkları gibi zindanlarda da son derece çirkin ve insanlık dışı uygulamalara muhatap oluyorlar. Kendilerine karşı tehdit ve şiddet uygulamalarına başvuruluyor, en doğal haklarından mahrum bırakılıyorlar, işkenceye tabi tutuluyorlar. Bu çocukların durumları, uluslararası kuruluşları ve insan hakları örgütlerini, tutsak ve tutuklu haklarıyla ilgili metinler açısından ilgilendirdiği gibi, ayrıca çocuk olmaları yönünden yani çocuk haklarıyla ilgili metinler ve maddeÇocuk tutsakların mâruz kaldığı ler açısından da ilgilenAma ne yazık ki işkence metotlarının başında darp diriyor. işgal devletine karşı bu yani dövme geliyor. Bu çocuklar yönden de baskı ve yapvücutlarının her tarafından dövü- tırım yapılmıyor ve siyonistlerin zindanlarında lüyorlar. En çok da vücutlarının üst tutulan çocuklar da sakısımlarından ve başlarından dö- hipsiz ve perişan halde terk ediliyorlar. Filistinli çocuklar, İsrail işgal güçleri ve genelde tüm siyonistler için sürekli hedef olagelmişlerdir. Birinci intifâda döneminde kuytu yerlere götürülüp kolları vülüyorlar. Şiddetli bir şekilde İşkenceden bacakları kırılan çocuk- silkelendikleri oluyor. Bu dövmeler Çocuklar da ların görüntülerini bütün ve silkelemeler sebebiyle bazen Kurtulamıyor dünya seyretti. Aksa İntifâdası’nın başlangıç şuurlarını kaybettikleri oluyor. İsrail zulmünün izin günlerinde Muhammed Bazen kolları ve bacakları bağla- verdiği işkenceden FiCemal Ed’Durre adlı çolistinli çocuk tutsaklar cuğun, babasının onca nıyor ve bu şekilde uzun süre bek- ve tutuklular da kurtuhaykırışlarına, yalvar- letiliyorlar. Bazen duvara yapışık lamıyor. Filistin Esirler malarına rağmen hedef Kulübü’nün bu konuda alınarak öldürülmesini halde dimdik bir vaziyette saa- hazırladığı raporlarda şu de bütün insanlık tele- tlerce durmaları isteniyor. bilgiler veriliyor: Çocuk vizyon ekranlarından tutsakların mâruz kaldığı gördü. İşte bu çocuklarla aynı hakları yani varlık işkence metotlarının başında darp yani dövme haklarını, kendi öz yurtlarında yaşama haklarını geliyor. Bu çocuklar vücutlarının her tarafından savunan binlerce çocuk, işgal güçlerinin tutukladövülüyorlar. En çok da vücutlarının üst kısımma ve esir alma faaliyetlerinde de sürekli hedef larından ve başlarından dövülüyorlar. Şiddetli bir olmuşlardır. şekilde silkelendikleri oluyor. Bu dövmeler ve silkelemeler sebebiyle bazen şuurlarını kaybetFilistin özerk yönetimi Esirler Bakanlığı’nın tikleri oluyor. Bazen kolları ve bacakları bağlahazırladığı bir rapora göre Aksa İntifâdası’nın nıyor ve bu şekilde uzun süre bekletiliyorlar. başlangıcından buyana iki binden fazla çocuk işBazen duvara yapışık halde dimdik bir vaziyette gal güçleri tarafından tutuklanmıştır. saatlerce durmaları isteniyor. Bazen de yakınlaİşgal devleti, birinci intifâda döneminde rına, beraberlerindeki tutuklulara ve hatta dini uygulamaya koyduğu ve 12-14 yaş arası çocukinançlarına, ilahlarına küfredilerek manevi işların da tutuklanmasına izin veren 231 sayılı askence yapılıyor. keri yönergesini, 1999’da yeniden uygulamaya Esirler Kulübü avukatları, çocuk tutsakların koydu. İşte bu yönergeye dayanılarak binlerce tutulduğu zindanları ziyaretlerinden sonra yaptıkçocuk işgal güçleri tarafından aşırı derecede ları açıklamalarda bu çocukların, uluslararası anşiddet kullanılarak tutuklanmış ve zindanlara laşmalarda kayda bağlanmış haklarının hepsindoldurulmuştur. Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 47 5.Dergi 14/9/03 18:15 Page 48 ‹KT‹BAS Siyonist Zulmü -1- A¤ustos-Ekim 2003 Say›: 5 fiehâdet 48 den mahrum olduklarını dile getirdiler. Avukatların verdiği bilgilere göre Talmund cezaevinde 2000 yılı başından çocuklar oldukça kötü muamelelere mâruz kalmaktan ve saldırılardan 2001 yılı sonuna kadar geçen iki yıllık şikayetçi oluyorlar. Çoğu zaman askeri süre içinde cezaevi yönetimi tarafından mahkemelere çıkarılıyorlar ve haklarında oldukça sert hükümler veriliyor. Oy- çocuklara dört kere toplu saldırı gerçeksa uluslararası anlaşmalara göre çocukların askeri mahkemelerde yargılanma- leştirilmiştir. Bu saldırılarda göz yaşarmaları gerekiyor. tıcı gazlar ve sert coplar kullanılmıştır. 16 Nisan 2003 tarihinde Beyti İl zindanını ziyaret eden, Esirler Kulübü 26 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştiravukatlarından bayan Fatıma En’Netişe, burada tutulan tutsakların önemli bir ilen toplu saldırıda da üç çocuk şuurunu kısmının 18 yaşın altındaki çocuklardan oluştuğunu ifade etti. Beyti İl zindanın- kaybetmiş, 11 çocuk muhtelif yerlerindaki şartlar hakkında ise daha önce den şiddetli şekilde yara almıştır. yeterince bilgi vermiştik. Bu bilgiler bile, İsrail zindanlarında tutulan çocuk normalde oranın görevlisi olarak gösterildiği tutsakların ne gibi kötü muamelelere ve insanlık halde sadece zindan yönetiminden herhangi bir dışı uygulamalara mâruz kaldıkları hakkında fikir talep olduğu zaman gidiyor. Hasta çocuklar için vermeye yeter. Av. Fatıma En’Netişe’nin verdiği gerekli ilaçlar da temin edilmiyor. Öte yandan bilgilere göre Beyti İl’de tutulan çocuk tutsaktedaviye alınan çocuk adeta bir hücreye alınıp ların birçoğu kötü şartlar sebebiyle solunum yolarkadaşlarıyla irtibatı kesiliyor. Bu yüzden ları rahatsızlıkları çekiyor. Burada tutulan çocukçocuklar sıhhi şikayetlerini iletmek istemiyorlar. ların banyo yapmalarına ve mâruz kaldıkları hastalıklardan dolayı tedavi görmelerine fırsat verilTalmund cezaevinde 2000 yılı başından 2001 miyor. İlginçtir ki burada tutulan çocuk tutsakyılı sonuna kadar geçen iki yıllık süre içinde ların birçoğu gıyâbi olarak yani mahkeme önüne cezaevi yönetimi tarafından çocuklara dört kere çıkmalarına bile fırsat verilmeden mahkûm ediltoplu saldırı gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılarda miş. Bu gıyâbi kararlarda da ŞABAK’ın polis göz yaşartıcı gazlar ve sert coplar kullanılmıştır. merkezlerinde aldığı itiraflar dayanak kabul edil26 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştirilen toplu miş. Oysa bu itirafların tamamı işkence altında, saldırıda da üç çocuk şuurunu kaybetmiş, 11 şiddetli dövmelerle ve muhtelif işkence metotçocuk muhtelif yerlerinden şiddetli şekilde yara larıyla alınmış itiraflar. almıştır. Zindanlarda tutulan çocukların, çoğu zaman DEVAM EDECEK … aileleri ve yakınları tarafından ziyaret edilmeleri engelleniyor. İşgal devletinin sık sık uyguladığı Bu yazı abluka dönemlerinde ise zaten aile fertleri tawww.vahdet.com.tr rafından ziyaret edilmeleri mümkün olmuyor. Bu isimli siteden iktibas engellemeler çocukların psikolojik yönden yıpedilmiştir ranmalarına sebep oluyor ve bu da onlara mânevi bir işkence oluyor. Sadece bu kadar değil. Çocuk tutsaklara aileleri tarafından gönderilen mektuplar da çoğu zaman ulaştırılmıyor. Bu yüzden aile fertleriyle irtibatları bazen çok uzun süre kesiliyor. Aileleri tarafından, ihtiyaçlarının temini için getirilen eşyalara el konuluyor. Çocuk hapishanesi olarak bilinen Talmund zindanında resmi olarak bir doktor bulunduruluyor. Ancak buradaki çocuk tutsaklar doktorun kendilerine insanca muamele etmemesinden şikayetçi oluyorlar. Bazen herhangi bir şikayetlerini ilettiklerinde sert ve düşmanca bir muameleyle karşılaştıklarını söylüyorlar. Ayrıca doktor