rabbânî tavır

Transkript

rabbânî tavır
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 1
G‹R‹fi
Musîbetlere Karfl›
RAB
BBÂN
NÎ TAVIR
M. YAS‹R SEV‹M
A
maları ile karşı karşıya kalacaktır. Ancak mü’min
kul bilmelidir ki bu, Allahû Teâlâ’nın geçmişten
günümüze kadar gelen bir sünnetinden başka bir
şey değildir. Bu yolun kendisinden önce yaşamış
kutlu davetçileri de bir çok sıkıntı ve meşakkate
mâruz kalmışlardır. Hz. İbrahim(as) ateşe atılarak
ve yine İsmail’ini kurban etme emrine muhatap
kalarak, Hz. İsmail(as) ise kurban edilmek için
şakağı üzerine yere yatırılarak meşakkatlerle yüz
“Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz
yüze gelmiş ve buna paralel olarak da bir imtihada mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme
na tâbi tutulmuşlardır. Aynı şekilde Hz. Yunus(as)
ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri!”
balığın
karnına düşmüş, hastalık Hz.
(Bakarâ Sûresi: 2/155)
Eyyub(as)’ın belini bükmüş,
“Her nefis ölümü tadaHz. Yusuf(as) kuyuya atılmış,
caktır. Sizi bir imtihan olarak
...dâvet yolunda ilk
az bir ücret karşılığı köle
kötülük ve iyilikle deneyecead›m nas›l ki,
olarak satılmış, orada uzun
ğiz. Hepiniz de sonunda bize
Lâ ‹lâhe ‹llallah
yıllar zindanı kendisine meddöndürüleceksiniz.”
diyerek müslüman
rese edinmiş, Hz. Yakup(as),
olmak ise bu yolun
(Enbiyâ Sûresi: 21/35)
Yusuf’undan ve daha sonra da
ikinci ad›m› da
diğer oğlundan ayrı kalmıştır.
Sıkıntı ve meşakkatler çebelâ ve s›k›nt›lar›n
Âlemlere rahmet olarak gönderişit çeşittir. Kimi zaman fakirateflinden iman ehli
lik, kimi zaman da zenginlik
len son rasul Hz. Muhammed(sav)
olarak s›yr›labilmektir.
kul için bir imtihan vesileise 23 yıllık peygamberliği süSon ad›m olan,
sidir. Kimi zaman bu vesile
resince
olmadık sıkıntı ve memüs lüman olarak
kişiye isabet eden bir hastalık
şakkatlerle karşılaşmıştır. O
ölebilme aflamas› ise
olabileceği gibi, kimi zaman
halde iman eden fert de hayatı
ancak bu yo¤un
bedenen zorluklarla yüz yüze
boyunca çeşitli imtihanlara
ateflin içinde iyice
kalmak ya da azgın otoriter
tâbi tutulacak, ancak bu imtiyo¤rulduktan, tüm bu
güçler tarafından zulüm,
hanları başarı ile geçtikten
imtihanlar› baflar› ile
işkence ve esâret olabilir.
sonra ehl-i iman olarak rabb’igeçtikten sonra
Ancak imtihan vesileleri her
nin mükâfatlarına kavuşmaya
mümkün
ne çeşit olursa olsun, yukarıda
hak kazanacaktır. Zîra dâvet
olabilecektir.
da belirttiğimiz gibi, gerek
yolunda ilk adım nasıl ki, Lâ
mü’min gerekse kâfir her kul
İlâhe İllallah diyerek müslüman
dünyada kendisine takdir edilmiş nasibi ile mutolmak ise bu yolun ikinci adımı da belâ ve
laka yüz yüze gelecek, Allahû Teâlâ’ya ancak bu
sıkıntıların ateşinden iman ehli olarak sıyrınasibi ile nasiplendikten sonra kavuşacaktır.
labilmektir. Son adım olan, müslüman olarak
ölebilme aşaması ise ancak bu yoğun ateşin
Kul, kendisini yüce Allah’ın indirdiklerine
içinde iyice yoğrulduktan, tüm bu imtihanları
teslim etmekle başlayan İslâmi yaşantısında daha
başarı ile geçtikten sonra mümkün olabilecektir.
İslâm kapısından içeri girer girmez belâ ve
Aynı şekilde iman eden bir ferdin dünyada insansıkıntılar vesilesiyle bir takım imtihanlarla yüz
lara
imam/önder olması ve rabbinin davetini
yüze gelecektir. Gün olacak yüce Allah’ın dinini
hakiki
şekliyle icrâ edebilmesi, fitne (imtihan)
tercih etmesi sebebiyle en yakınları tarafından
ateşinde
iyice piştikten ve başına gelen musîterk edilecek, sözlü ya da fiili baskılara mâruz
betlere karşı rabbânî bir tavır sergiledikten sonra
kalacak, gün olacak içinde yaşadığı toplumun
mümkün olacaktır. Nitekim Allahû Teâlâ, dostu
baskısını sırtında hissedecek ve yine gün olacak
İbrahim’i de denemiş, ancak bu denemeden sonzâlim totaliter rejimlerin baskı ve şiddet uygulallahû Teâlâ insanı yaratmış, onu dünyaya göndermiş ve her insana dünyanın meşakkatinden bir pay ayırmıştır.
Her insanın, doğumu ile başlayan, ölümü ile biten şu fâni hayatta Allahû Teâlâ tarafından takdir
edilmiş belâ, musîbet ve sıkıntılarla yüz yüze
gelmesi kaçınılmazdır. Bu, Allahû Teâlâ’nın, kendisinde büyük hikmetleri olan bir sünnetidir.
Musîbetlere
Karfl›
Rabbânî
Tav›r
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
1
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 2
G‹R‹fi
ra onu insanlara imam kılmıştır.
“Şunu da unutmayın ki, bir zamanlar
Rabb’i, İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan
etti, o, onları sona erdirince, Rabb’i ona, ‘Ben
seni bütün insanlara imam yapacağım’ buyurdu. İbrahim, ‘zürriyetimden de yap!’ dedi.
Rabb’i ona ‘zâlimler benim ahdime nâil olamaz!’ buyurdu.”
(Bakarâ Sûresi: 2/124)
Yâni Hz. İbrahim(a.s), Allahû Teâlâ tarafından bizzat imtihana tâbi tutulmuş, ancak bu imtihanı başarı ile geçtikten sonra Allahû Teâlâ’nın
“Ben seni bütün insanlara imam yapacağım”
vaadi ile müjdelenebilmiştir.
Musîbetlere
Karfl›
Rabbânî
Tav›r
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
2
Yine bilinmelidir ki fert, İslâmi yaşantısında
yüce Allah’a yaklaştıkça, yüce Allah(cc) ile
olan bağını arttırdıkça belâ ve meşakkatlerin
ateşi kendisine daha çok yönelecektir. Zîra
yüce Allah’a hakkıyla teslim olan bir fert için
başa gelen her nev’i sıkıntı ve meşakkat ancak
imanının artmasına, kalbinin kuvvetlenmesine,
tevekkülünün güçlenmesine ve bir adım daha
Rabb’ine yakınlaşmasına vesile olacaktır. Bazen de imtihan ve fitne ateşinin alevlenmesi,
büyük veya küçük günahların silinmesine bir
vesile olacaktır. Ve aynı şekilde başa gelen
sıkıntı ve musîbetler kulun ahirette makamının
yükselmesine, yüce Allah’ın en sevdiği kullarından olmasına vesile olacaktır. Allahû Teâlâ
tarafından kulların yüz yüze geldikleri bu musibetlerin en şiddetlisinin özellikle yüce Allah’ın
dostlarına isâbet edeceği Rasûlullah(sav)’in hadislerinde de belirtilmektedir:
Sa'd b. Ebi Vakkâs şöyle der:
"Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlardan hangilerinin imtihanı daha şiddetlidir?" dedim.
Şöyle buyurdu:
"Peygamberler, sonra salihler, sonra üstünlük sırasına göre devam eder. Kişi, dini
ölçüsünce imtihana tabi tutulur. Dininde
sağlamlık varsa musibeti artırılır. Dininde
zayıflık varsa musibeti hafifletilir. Mümin,
yeryüzünde hiçbir günahı olmadan yürüyene
kadar musîbete uğramaya devam eder."
(Buhâri)
Yine bir başka hadiste şöyle buyurulmaktadır:
adına iman etmiş görüntüsü verenler birbirlerinden ayrılacaktır. Bu öteden beri gelen asıl bir
kâidedir. Nitekim Allahû Teâlâ kitâbında şöyle
buyurmaktadır:
“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan
geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki,
biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”
(Ankebût Sûresi: 29/1-3)
“Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenleri
belli etmeden, sabredenleri ortaya çıkarmadan
cennete girivereceğinizi mi sandınız?”
(Âl-i İmrân Sûresi: 3/142)
Meâlini verdiğimiz âyetlerde de görüleceği
üzere iman etme davası güden her kul, bu dâvâsının doğruluğunu ispatlayabilme adına farklı
şekillerde imtihana tabii tutulacaktır. Bu imtihan
neticesinde ise kimlerin hakkıyla yüce Allah’a
iman ettikleri, dilleri ile söylediklerini kalpleri
ile tasdik ettikleri, kimlerin ise sadece dille iman
iddiasında bulunan yalancılardan oldukları, en
açık hali ile ortaya çıkacak ve böylece mü’minlerin safı, yalancılardan, münafıklardan temizlenecek ve arınacaktır. Nitekim bir başka âyet-i
kerîmede ise şöyle buyrulmaktadır:
“İnsanlardan kimi vardır ki, ‘Allah'a
inandık’ der; fakat Allah uğrunda eziyete
uğratıldığı zaman, insanların işkencesini
Allah'ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabb’inden
bir yardım gelecek olsa mutlaka ‘doğrusu biz
de sizinle beraberdik’ derler. Acaba Allah,
herkesin kalplerindekileri en iyi bilen değil
midir? Allah, elbette (kendisine gönülden)
iman edenleri de ortaya çıkaracak ve yine
elbette münafıkları da ortaya çıkaracaktır.”
(Ankebût Sûresi: 29/10-11)
Burada hatırlatılması gereken elzem nokta
şudur ki; mü’min kulların yüz yüze kaldığı tüm
bu meşakkatler asla ve asla Allahü Teala’nın
kullarına reva gördüğü bir zulmü değil bilakis
yukarıda zikrettiğimiz ya da zikretmediğimiz,
bildiğimiz ya da aslına vakıf olamadığımız daha
nice hikmetleri bulunan bir hadisedir. Zira;
"Allah kimin hayrını dilerse ona musibet
verir."
(Buhâri)
“Allah kullarına asla zulmedici değildir.”
(Âl-i İmrân Sûresi: 3/182)
Belâ ve musîbetlere uğratılmanın bir diğer ve
en önemli sebeplerinden bir tanesi de bu tip sıkıntıların safları ayrıştırması, mü’minlerin birlikteliğini berraklaştırmasıdır. Kulların mâruz kaldıkları imtihanlar vesilesi ile yüce Allah’a hakkıyla iman edenler ile maddî ve mânevi değerler
Bilinmelidir ki, musîbetlere mâruz kalmanın
tek sebebi imtihan edilmek değildir. Bilakis
maruz kalınan tüm bu sıkıntılar yüce Allah(cc)
tarafından verilen bir cezanın karşılığı da olabilir.
Zîra yüce Allah’a isyan etmek, haddi aşmak,
yüce Allah’ın sınırlarını çiğnemek, zulüm ve
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 3
G‹R‹fi
küfürde ileri gitmek de insanoğlunun bir takım
sıkıntılara maruz kalmasının ve bu şekilde daha
dünyada iken cezalandırılmaya başlamasının bir
nedenidir. Mâlum olduğu üzere helak edilen kavimlerin bu helaka mâruz kalmalarının en büyük
sebebi yüce Allah’ın resullerini yalanlamaları, yüce
Allah’a isyan ederek haddi aşmalarıdır. Bakınız bu
noktada da Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“İçinizden cumartesi günü yasağını çiğneyenleri elbette bilirsiniz. İşte bundan dolayı
onlara ‘sefil maymunlar olun!’ dedik. Bu ibret
dolu cezayı öncekilere ve sonrakilere bir ders,
korunacaklara da bir nasihat, bir öğüt yaptık.”
(Bakarâ Sûresi: 2/65-66)
“İçlerinden bir kısım zalimler, sözü değiştirdiler, kendilerine söylenenden başka şekle soktular. Zulmü alışkanlık haline getirdikleri için
biz de üzerlerine gökten azap yağdırdık.”
(Â’raf Sûresi: 7/162)
İman eden her ferdin mutlak sûrette, bu imanının sahihliğinin ortaya çıkması adına bir imtihana tâbi tutulacağı kesin olduğuna göre ilk adımda üzerinde durulması gereken esas ise tüm
bu sıkıntı ve musîbetlere mâruz kalmadan önce
gerekli hazırlığın yapılması esasıdır. Kişi her
zaman için bir imtihana tâbi tutulacağını asla aklından çıkarmamalıdır. Bunun için iman eden bir
fert belalarla, sıkıntı ve meşakkatlerle yüz yüze
gelmeden önce hazırlığını yapmalıdır. Bu ise
öncelikle kalbin gerekli şekilde hazırlanması ile
mümkün olacaktır. Zîra gerek rıza, gerek tevekkül, gerek nankörlük gerekse sabır ya da isyan
gibi amellerin tamamı kalbin fiillerindendir.
Kalbin, başa gelebilecek hallere karşı uygun bir
vaziyet alması ancak bu hallerle karşılaşmadan
önce gerekli eğitimin yapılması ile mümkün olacaktır. Bakınız Rasulullah(sav) vücudumuzda bulunan bu et parçası hakkında şöyle buyurmaktadır:
“…Haberiniz olsun! Vücudda bir et parçası
vardır ki, eğer o sağlıklı olursa, vücudun tamamı
sağlıklı olur. Eğer o bozulursa vücudun tamamı
bozulur. Haberiniz olsun! Bu et parçası kalptir.”
(Buhâri, Müslim)
O halde yapılması gereken ilk iş yukarıda da
değindiğimiz gibi bu et parçasını sağlıklı tutmak,
hastalanmaması için gerekli önlemleri almaktır.
Zira bu et parçası yani kalp, hastalandığı zaman
bütün vücut dengesini kaybedecektir. Bu ise
kişinin ayağının her an kaymasına, en ufak bir
sıkıntı yada musibet halinde yoldan çıkmasına
sebep olacaktır.
Kalplerin hazırlığı ise ancak yüce Allah’ın
zikri ile mümkündür. Nitekim Allahû Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
“Onlar, iman etmiş ve kalbleri Allah zikriyle
yatışmış olanlardır. Evet, iyi bilin ki, kalbler
Allah'ın zikri ile yatışır.”
(Râd Sûresi: 13/28)
O halde kalp, gerçek rızkı ile yani yüce
Allah’ın zikri ile devamlı beslenmelidir. Kişi
devamlı surette vahiy ile iç içe olmalı, yüce
Allah’ın ayetlerini düşünmeli, cennet ve cehennem ile ilgili ayetler üzerinde durarak bunları
kalben hissetmeye çalışmalıdır. Aynı şekilde
rasullerin kıssalarını okuyarak onların yüz yüze
geldiği sıkıntı ve meşakkatleri düşünmeli ve bu
sıkıntılara karşı nasıl bir tavır takındıklarını idarak
etmelidir. Elbette ki kalbin hazırlığı bununla
sınırlı değildir. Ancak burada kısaca belirtmek
istediğimiz en önemli husus müslümanların ilk
adımda kalben bir eğitime başlamaları gerekliliği
ve bunun da ancak yüce Allah’ın zikri ile mümkün olabileceği esasıdır.
Yine aynı şekilde iman eden bir fert yukarıda
belirttiğimiz üzere yüce Allah’ın dininde haddi
aşmanın, haram ve helal sınırlarını gözetmemenin
yüce Allah(cc) tarafından daha dünyada iken
farklı şekillerde cezalandırılacağını bilmeli ve
kendi eliyle yaptığı suçlar yüzünden sıkıntı ve
meşakkatlere maruz kalmamaya özen göstermelidir.
Bu noktada iman eden bir kimseye düşen
diğer vazife ise ne tür bir sıkıntı ve belâ ile imtihana tabii tutulursa tutulsun tüm bunları gönül
rızası ile karşılamalı, başına gelen musîbetlerden
ibret alarak kendine bir pay çıkarrmalıdır. Bazı
imtihanlar vardır ki, kişi bunlara karşı mecburi
bir sabır göstermek zorundadır. Bu tip sıkıntı ve
meşakkatler karşısında gösterilecek olan mecbûri
sabrın yüce Allah(cc) katında elbette fazlaca bir
önemi olmayacaktır. Asıl övgüye layık olan tavır
ise mecbûri bir sabırdan ziyâde sıkıntı ve
meşakkatleri gönül rızası ile karşılamak, tüm bu
başa gelen meşakkatlerin yüce Allah’ın dilemesi
ile olduğunu düşünerek kalben rıza göstermektir.
“Onlar başlarına bir musîbet geldiği zaman
‘biz Allah'a aidiz ve sonunda O'na döneceğiz’
derler.”
(Bakara Suresi: 2/156)
Allahû Teâlâ bizleri kendisine hakkıyla iman
eden ve her türlü belâ ve musîbetlere karşı sabreden kullarından eylesin. (ÂMİN)
Musîbetlere
Karfl›
Rabbânî
Tav›r
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
3
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 4
GÜNDEM
Haçl› Seferi
ya da
‹ N T ‹ K A M S A V A fi I
RAMAZAN YILMAZ
“Bu savaş, müslümanlara karşı bir Haçlı seferidir.” (ABD Diktatörü Bush)
E
Haçl› Seferi
ya da
‹ntikam Savafl›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
4
mperyalizm tarihine bakıldığında emni dışarıya çevirmek, çıkar elde etmek ve
peryalizmin yaptığı savaşların çoğunun
emperyalist emellerine ulaşmak için Feodalite
Haçlı Seferleri adı altında gerçekleştiği
ve Burjuva’nın düzenlediklerini herkes bilir.
görülecektir. Özellikle İslam’ın ortaya çıkışı ve
Feodal ağalar ve Burjuva, halkı yanlarına almak
yayılışı ile başlayan Haçlı Seferleri adı ile anılan
için, düzenledikleri seferlere din kılıfı giydiremperyalizmin gasp ve sömürü savaşları değişik
mişler ve bunun müslümanların yayılmacılığına
tarihlerde zaman zaman şiddetlenmiş, kimi zakarşı bir Haçlı seferi olduğunu iddia etmişlerdi.
man ise alttan alta alevli bir ateş gibi yanŞimdi aynı film yine vizyonda ve
Haçl›
dığı halde, kimi nedenlerle üzeri külABD emperyalizmi, başındaki diklenmiş görüntüsüne bürünmüştür.
tatörü ile, Afgan doğal gazına ve
seferlerinin
Ancak hiçbir zaman sönmemiş,
Irak petrolüne çöreklenmek için,
ortadan kalkmamıştır; emperyal- günümüz organizatörü,
uyduruk bahanelerle, savaşlar
izm ve emperyalist duygular ABD emperyalizmi ve bu yapıyor, mâsum insanları,
varolduğu sürece de bitmeyegünahsız çocukları katlediyor
cektir. Haçlı Seferleri saldır- emperyalizmin bafl›ndaki
ve bunun adına Haçlı Seferi
ganlık ve savaş dönemlediktatörü Bush’tur. Bush,
adını koyuyorlar. Oysa aynı
rinde askeri güç olarak
‹slâm topraklar›na sald›r› emperyalizm daha önce
varlık gösterirken, savaş
Kore’ye, Vietnam’a, Küba’ya
olmadığı dönemlerde poli- bahanesi oluflturmak için kendi ve halkı hristiyan olan birtik olarak varlığını sürdürçok ülkeye saldırmış, çeşitli
gizli örgütleri CIA ve FBI’›n
müştür.
bahanelerle Avrupa’da iş-
organize ettikleri 11 Eylül
Haçlı seferlerinin günügal üsleri kurmuştur. Peki,
müz organizatörü ABD
halkları hristiyan olan bu
olay›n›n hemen akabinde,
emperyalizmi ve bu emperülkelere açtığı savaşları,
Afganistan’a sald›raca¤›n›
yalizmin başındaki diktatörü
ABD emperyalizmi hangi
ve bunun bir Haçl› Seferi isimlerle adlandırmıştı?!
Bush’tur. Bush, İslâm topraklarına saldırı bahanesi oolaca¤›n› tüm dünya
Emperyalizm kural tanıluşturmak için kendi gizli örmaz,
belli bir din ve millete tâbi
gütleri CIA ve FBI’ın organize bas›n› önünde yukar› değildir, bu nedenle sömürü ve
ettikleri 11 Eylül olayının hemen
daki ifadeleriyle
gasp
için her türlü kılığa girer, her
akabinde, Afganistan’a saldıracağını
türlü
değeri
istismar eder. ABD,
aç›kl›yordu.
ve bunun bir Haçlı Seferi olacağını
emperyalist
ve
sömürgeci
bir ülke olarak
tüm dünya basını önünde yukarıdaki
kendi
mantığı
içinde
kendince
haklıdır.
Çünkü
ifadeleriyle açıklıyordu.
zorba bir güç olarak kendisini üstün görmekte,
ABD diktatörü tarih boyunca Haçlıların müsher türlü kuralsızlığı ve istismarı kendisi için bir
lümanlar karşısında aldıkları yenilgilerin inhak olarak görmektedir. Emperyalizme destek
tikamını almayı yukarıdaki sözleriyle ifade
veren çıkarcı ve yandaş ülkeler ile Kemalizm
ederken emperyalist ve kafir birinin tavrını serbenzeri halklarından kopuk diktatör ve empergiliyordu. Aslında tarih boyunca düzenlenen
yalizmin uşağı ülkeler emperyalizmin tüm
Haçlı seferlerini hiçbir zaman hristiyanlar yapsömürü ve zorbalığına yardım ederler. “Küfür tek
mamışlardı ve yapılan savaşlar, hristiyan–müslüman çatışması olmamıştı. Haçlı seferlerini, kenmillettir”, bu nedenle zulüm ve sömürüde ortak
dilerine karşı oluşan halkın tepkisini ve dikkatiolmaları doğaldır.
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 5
GÜNDEM
Anadolu’yu işgali altında tutup halkı inim
inim inleten Kemalist diktatörlüğün, kendisinin
varlık sebebi olan, Anadolu’yu işgalinde kendisine destek veren, bugün bile her vesile ile kendisini destekleyen emperyalizme uşak olması ve
onun her emrini anında yerine getirmesi kendisi
açısından normaldir. Zaten ABD emperyalizmi de
Kemalizm’in bu uşaklığının ve teslimiyetinin
nedenlerini çok iyi bilmektedir. Bu nedenle, zorba sistemin generallerini kendi hizmetçisi ve
emireri olarak değerlendirir. Nitekim 12 Eylül
1980 kanlı ihtilalinin olacağı gece, ABD
emperyalizminin önde gelen yöneticileri Kemalist generaller için “bizim çocuklar Türkiye’de bu
gece ihtilal yapacaklar” diye beyanat verdiklerini dünya basını ile beraber Türkiye’deki basında
da yayımlandı. Buradan da anlaşılacağı gibi,
Kemalist generaller, emperyalizmin çocukları ve
emirerleridirler. Buna, Kemalist generallerin,
emekli olduktan sonra şükranlarını ifade etmek
ve görevlerini emperyalizmin istekleri doğrultusunda ifa edip bitirdiklerini bildirmek için
ABD’ye gidişleri ve oradan plaketler alışları da
eklendiğinde bu gerçek daha net bir şekilde
ortaya çıkmış olur. Çevik Bir, İsmail Karadayı vb.
generallerin emekli olduktan sonra ayaklarının
tozuyla ABD’ye gidip plaketler almaları, bunların
kimlerin hizmetinde olduklarının apaçık göstergeleridir. Bütün bunlar, Kemalist generallerin
neden Anadolu halkının dinlerinin, inanç değerlerinin, kültür, gelenek ve göreneklerinin düşmanı olduklarını ve her vesile ile halkın değerlerine saldırmalarının nedenini daha iyi ve açık bir
şekilde ortaya koymaktadır.
Şu da bir gerçektir ki, yalnızca Kemalist generaller değil, dikta rejiminin tüm yöneticileri de
ABD emperyalizminin uşakları, emirerleri ve
maşasıdırlar. Bu yöneticiler, gerek göreve gelmeden önce, gerekse göreve geldikten sonra
ABD’ye gidip izin ve icazet almakta, efendilerine gidip kendilerini takdim etmekte ve her emirlerine kayıtsız şartsız tâbi olacaklarını bildirmektedirler. Bizzat ABD’de yetiştirildikten sonra
Türkiye’ye idareci yapılan Demirel ve Çiller’le
beraber Menderes, Ecevit, Özal, M.Yılmaz,
Erbakan ve Erdoğan gibi kimseler de ABD’ye
gidip icâzet alan ve emperyalizmin her emrini
kayıtsız şartsız yerine getirenlerdir. Özellikle dikta rejiminin son maşası Erdoğan, hizmet ve
uşaklığına uygun bir parti kurmuş ve partisinin
ismini görevine uygun koymuştur. AKP yani,
Amerikan Kuklaları Partisi!
Dikta rejiminin general ve idarecileri ABD
tarafından yapılan her türlü aşağılanmayı iltifat
kabul etmekte, her türlü hakareti övgü olarak
almaktadırlar. Örneğin ABD Savunma Bakan
Yardımcısı Wolfowitz, Kemalist generallere ve
onların şahsında diğer askerlere en ağır ifadeleri
kullanıyor. Askerlerin başlarına çuval geçirip
aşağılanıyor, hakaret ediliyor; diktatör Bush,
Bakan Rumsfeld en ağır hakaretleri ararda sıralıyor, tehdit ve hakaret dolu ifadeler kullanıyorlar
Kemalist diktatörlüğün temsilcileri için. Ancak
bunca aşağılanma, hakaret, tehdit ve küçümsemeler karşısında Kemalist diktatörlüğün temsilcilerinden en küçük bir tepki gelmiyor. Hatta
tepki şöyle dursun, Amerika Kuklaları Partisi’nin
Dışişleri Bakanı Gül, ABD’nin gerçek dostları
olduğunu, dostluklarının (daha doğru ifadeyle
uşaklıklarının) süreciğini sırıtarak ifade ediyor.
Üstüne üstlük bu bakan, kalkıp efendilerinden
özür dilemek için ABD’ye gidiyor, orada da aynı
küçümsemeyle karşılanıyor; o ise, her zamanki
meşhur gülümsemesi ile, ABD ile dost olduklarını söylüyor.
Amerikan Kuklaları Partisi ve maşalığını
yaptıkları zorba Kemalizm, ABD ile efendi–uşak
ilişkisi içinde dost(!) olabilirler; peki ya Kemalizm’in ve emperyalizmin zulüm ve baskısı altında
inim inim inleyen, “kafirden dost, köpek derisinden post olmaz” diyen, Kemalizm’den, onun temsilcilerinden ve emperyalizmden tiksinip nefret
eden inançlı Anadolu insanı ve pırıl pırıl evlatları
gençler?! Anadolu insanı, askerocağını peygamberocağı bilir ve asker çocuklarına conki ya da
coni değil, Peygamber Hz. Muhammed(as)’in
“Mehmetçik” adını verir.
Asker Mehmetçik, dini, inancı, ülkesi ve kutsal değerleri için askerlik görevini yapar, ancak
Haçl› Seferi
ya da
‹ntikam Savafl›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
5
fiu da bir gerçektir ki, yaln›zca Kemalist
generaller de¤il, dikta rejiminin tüm
yöneticileri de ABD emperyalizminin uflak lar›, emirerleri ve maflas›d›rlar. Bu yöneti ciler, gerek göreve gelmeden önce,
gerekse göreve geldikten sonra ABD’ye
gidip izin ve icazet almakta, efendilerine
gidip kendilerini takdim etmekte ve her
emirlerine kay›ts›z flarts›z tâbi olacaklar›n›
bildirmektedirler. Bizzat ABD’de yetifltiril dikten sonra Türkiye’ye idareci yap›lan
Demirel ve Çiller’le beraber Menderes,
Ecevit, Özal, M.Y›lmaz, Erbakan ve
Erdo¤an gibi kimseler de ABD’ye gidip
icâzet alan ve emperyalizmin her emrini
kay›ts›z flarts›z yerine getirenlerdir.
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 6
GÜNDEM
ne yazık ki Mehmetçik, Anadolu’nun Kemalizm
tarafından işgal edilmesinden sonra Kemalist
diktatörlüğün korunması için kullanılmıştır.
Zorba sistem, Anadolu gençlerini kullandığı yetmiyormuş gibi, üstüne üstlük Kemalist generaller, geleneksel de olsa, imanlı, ahlaklı, kutsal
değerlerine, gelenek ve göreneklerine bağlı
askerlerin koruması altında, onların gözünün
içine bakarak İslam’a, İslami değerlere ve müslümanlara ağızlarının salyalarını akıtarak hakaret
etmiş, küfür ve bağnazlıklarını inançlı askerlerin
gölgesine sığınarak yapmışlardır.
Kemalist diktatörlüğün generalleri ve yöneticileri, emperyalizme hizmette yarışabilir, emperyalizmin çıkarlarını koruyabilirler. Ancak Anadolu’nun inançlı gençlerine emperyalizmin çıkarlarını fedâ edemezler. Buna onların ne hakları,
ne de yetkileri vardır.
Haçl› Seferi
ya da
‹ntikam Savafl›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
6
Anadolu gençleri, Kemalist diktatörlük
tarafından ABD emperyalizminin çıkarları için
feda ediliyor! Kemalizm uğruna bu zorba sistemi korumak için boşu boşuna can verip hiç
uğruna öldükleri yetmiyormuş gibi, şimdi de
emperyalist ABD’nin conileri Irak’ta öldürülmesin, onlar yaşasın diye Anadolu gençleri
onlara feda ediliyor, hedef tahtası yapılıyor. Daha
önce de yine ABD çıkarları ve sömürüsüne
yardımcı olmak için Kore’de boşu boşuna
ölmüşlerdi. Şehâdet ve şehitlik; Allah yolunda
mücadele ederken ölmektir; oysa Kemalizm ve
ABD uğrunda ölmek, yokolup gitmek ve kafirler
uğrunda can verildiği için de cehennemde ebediyen yanıp helak olmaktır.
“İman edenler Allah yolunda savaşırlar,
kafirler de tağut (düzenler) yolunda savaşırlar.
fi ehâdet ve flehitlik; Allah yolunda
mücâdele ederken ölmektir; oysa
Kemalizm ve ABD u¤runda ölmek,
yokolup gitmek ve kafirler u¤runda
can verildi¤i için de cehennemde
ebediyen yan›p helak olmakt›r…
“‹man
edenler
Allah
yolunda
savafl›rlar, kafirler de ta¤ut (düzenler)
yolunda savafl›rlar. O halde fleytan›n
dostlar› (kafirler) ile savafl›n, çünkü
fleytan›n tuza¤› zay›ft›r.”
(4 Nisa, 76)
O halde şeytanın dostları (kafirler) ile savaşın,
çünkü şeytanın tuzağı zayıftır.”
(4 Nisa, 76)
Anadolu halkının genç nesilleri, şeytanın
dostu tağuti zorbalığa askerlik yapıp yüce
Allah(cc) indinde sorumlu oldukları, günaha ve
küfre girdikleri, küfür yolunda can verip helak
oldukları yetmiyormuş gibi, bir de büyük şeytan,
azgın terörist, kafir emperyalist ABD’nin çıkarı
için gidip müslüman Irak mücahitleriyle
savaşacaklar, müslüman mücahitlerin kurşunlarına hedef olup kafir olarak cehennemi boylayacaklar.
Kemalist diktatörlük Irak’a, ABD askeri
coniler ölmesin diye, Anadolu gençlerini ölüme
gönderiyor. Yani Anadolu insanı, büyük şeytanın
yanında Haçlı(!) ordusuna katılıp müslüman
Arap mücâhitlerden intikam almaya gidiyor ya
da gönderiliyor. Bu ne büyük bir küstahlık ve ne
büyük bir ahmaklık!
Amerikan Kuklaları Partisi’nin (AKP) zulüm
bakanı, hapishane celladı Cemil Çiçek adlı kafir,
Amerika’nın gerçek dost olduğunu, gerçek dostu
ABD’ye karşı Iraklı aşiret reisleriyle beraber
olmayacağını söylüyor. Zaten istese de Iraklı
müslüman mücahitlerle beraber olamaz; çünkü
şerefi emperyalist kafirlerin yanında arayan,
şereften ve imandan yoksun cezaevi celladının,
şerefli ve imanlı olan Iraklı müslüman mücahitlerinin yanında bulunması zaten mümkün
değildir. Cezaevi celladı ve Amerikan Kuklaları
Partisi’nin diğer piyonlarının sonu Saddam diktatöründen daha kötü olacak. ABD, Saddam’ı
kullanıp kullanıp çöpe attığı gibi, AKP’li kuklalarını da yakında bir çöplüğe fırlatacaktır.
ABD ile yandaşları, İslam’dan ve müslümanlardan, tarihte uğradıkları hezimetlerin, yenilgilerin intikamlarını alıyorlar. Bunun için küfür tek
millet olmuş, saldırıyor, terör estiriyorlar.
Kemalist diktatörler de efendilerinin yanında
İslam topraklarına saldırıyor, genç yavrularımızı
coniler ölmesin diye hedef tahtası olarak müslümanların kurşunlarının önüne sunuyor. Dikta rejimi, kendi askerlerini, ABD askeri için helak
ediyor. Kemalist zorbalık, Anadolu halkından
intikam alıyor; her on yılda bir yaptığı kanlı ihtilaller ve zorba muhtıralarla halkın gözünü korkutamayan, halkı sindiremeyen dikta rejimi son
çare olarak ABD emperyalizminin çıkarlarını
korumak, ABD conilerini ölmekten korumak için
Anadolu halkının çocuklarını ölüme gönderiyor.
Zorba sistem, Kore, Afganistan, Somali, Irak ve
daha birçok yerde bu gençleri ABD için feda
etmiştir. Ancak halkın zorba sistemden alacağı
intikam çok daha şiddetli, çok daha acı olacaktır.
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 7
GÜNDEM
Bugün ABD’nin bir numaralı
destekçileri Polonya, Irak’ta tehlikeli
bölgeden askerini çekiyor, ABD conilerine orayı bırakıyor, İspanya,
Avustralya, Japonya Irak’a asker göndermekten vazgeçiyor; ABD’nin maşaları BM ve Dünya bankası, görevlilerini Irak’tan çıkarıp Lübnan’a yerleştiriyor, Fransa, Almanya ABD’ye
karşı her türlü karşı çıkışlar yapıyorlar
iken, emperyalizmin uşağı Kemalist
diktatörlüğün generalleri ile AKP
(Amerikan Kuklaları Partisi)’nin elemanları bir araya gelip askeri nasıl
Irak cehennemine süreceklerinin hesaplarını yapıyorlar. Çünkü efendileri
ABD öyle emretmiş, bu emir, Kemalizm’in generalleri ve sivil kadroları
için mutlaktır; itiraz edilemez, savsaklanamaz.
Irak, Afganistan, Ortado¤u, Anadolu
vb. yerler ‹slâm topra¤›, buralardaki
halk bugün ‹slâm’dan uzaklaflm›fl,
uzaklaflt›r›lm›fl olsa bile bu gerçek
de¤iflmez. ‹slâm topraklar›n› iflgâl
eden emperyalist kâfirlerin yan›nda,
saf›nda bu iflgâle ortak olmak ve
müslüman
mücâhitlere
karfl›
savaflmak, küfür ve azg›nl›kta haddi
aflmak, yüce Allah’a isyanda doruk
noktaya ulaflmakt›r.
Amerikan Kuklaları Partisi (AKP)
yöneticileri, kendilerini iktidara (!) getiren
ABD’ye nimet borçlarını ödemek ve iktidarda (!)
biraz daha Kemalizm’in maşalığını yapabilmek
için bu intikam savaşında müslümanlara karşı
kafir ABD saflarında yer alıyor, askerleri, conileri
kurtarmak için feda ederek cehenneme gönderiyor. Elbette Iraklı müslüman mücahitler,
Irak’ı kafirler ve onların yardakçıları için cehenneme çevirecek, orada hiç uğruna ölen Kemalist
askerler de ahiretteki ebedi cehenneme gireceklerdir.
İslâmcı basın, Kuklalar Partisi’ne destek
olmak, Kemalist diktatörlüğü kızdırmamak ve
basit dünyevi çıkarlarını tehlikeye sokmamak için
intikam ya da Haçlı(!) savaşında, kafirlerin safında savaşa sokulan askerlerin Irak’a gönderilmesine ses çıkarmıyor, dilsiz şeytanlık görevlerini ifa ediyorlar. İslamcı basının İslâmi bir kimliği
ve kişiliği yok, bu nedenle şeytâni tavırları
anlaşılıyor; peki ya kandırdıkları halk nezdinde
rezil olduklarını hiç düşünmüyorlar mı?!
Irak, Afganistan, Ortadoğu, Anadolu vb.
yerler İslâm toprağı, buralardaki halk bugün
İslâm’dan uzaklaşmış, uzaklaştırılmış olsa bile
bu gerçek değişmez. İslâm topraklarını işgal eden
emperyalist kafirlerin yanında, safında bu işgâle
ortak olmak ve müslüman mücâhitlere karşı
savaşmak, küfür ve azgınlıkta haddi aşmak, yüce
Allah’a isyanda doruk noktaya ulaşmaktır. Bu
isyan ve azgınlığın hesabı kafirlerden, onların
kuklaları mürted ve müşrik AKP(Amerikan
Kuklaları Partisi)’nin yöneticilerinden ve Kemalizm’in koruyucularından mutlaka sorulacak,
onlar dünyada rezil ve rüsvay, ahirette de aşağılık
yaratıklar olarak cehennemin odunu olacaklardır.
Bu süreç uzak değildir. Kafir emperyalistler ve
onların kuklaları bilmelidirler ki, İslâm’a, İslâmi
değerlere ve İslâm beldelerine yapılan düşmanlıkların ve saldırıların hesabı mutlak sorulacak ve
tarihte birçok örneği görüldüğü üzere kafir emperyalistler ve onların kuklaları er geç yerle bir
olacaklardır.
Yüce Allah(cc), mutlaka kendi dinine yardım
edecek ve müslümanlar yüce Allah’ın izni ve rahmeti, yardım ve mağfiretiyle galip geleceklerdir;
yeter ki Kur’ani gerçeklere dönülsün, yüce
Allah’a gereği gibi kulluk yapılsın.
“...Allah, kendi(dini)ne yardım edenlere
mutlaka yardım eder. Elbette Allah, güçlüdür,
üstündür.”
(22 Hac, 40)
Haçl› Seferi
ya da
‹ntikam Savafl›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
7
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 8
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
DEMOKRAS‹
KÜFÜR N‹ZÂMIDIR–2
Abdulkadim ZELLÛM
D
emokrasinin İslâm dini ile olan
çelişkisini ve demokrasiyi kabul
etmenin İslâm’a göre hükmünü açıklamaya başlamadan önce, müslümanlar tarafından, diğer milletlerden nelerin alınabileceğini ve
yine diğer milletlerden neleri almanın caiz olmayacağını, şeriatın nasları çerçevesince izah etmekte fayda vardır.
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
8
Buhâri ve Müslim, Rasulullah(sav)'in şu
hadisini rivayet etmişlerdir:
“Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir
amel de bulunursa, o amel reddedilmiştir.”
Bu ayetler ve hadisler, kişinin tüm fiillerinde
şeriata uymasının farz olduğuna açık olarak
delalet etmektedir. O halde bir müslümanın,
hakkında Allah'ın hükmünü bilmeden herhangi
1- İnsandan meydana gelen bütün fiiller ve
bir şeyi yapmaya ya da terk etmeye kalkışması
insan fiili ile alakalı olan her şey hakkında asıl
kendisine caiz değildir. Önce bir şey hakkında
olan, Rasulullah(sav)’e uymak ve getirdiği
Allah'ın hükmünün farz mı, mendub mu oldurisaletin hükümlerine bağlı kalmaktır. Çünkü,
ğunu bilecek ki, ondan sonra onu yapmaya kalhüküm ve fikirlerle ilgili
kışsın. Yine bu işin yapılayetlerin genel oluşu, bu
masının
haram mı, yoksa
“Hay›r! Rabbine
konularda şeriata dönmekruh mu olduğunu bilemenin ve her işte şeriatın
andolsun ki, onlar
cek ki, ona yaklaşmasın
hükümlerine bağlı kalmaveyahut da, bu işin yapılaralar›nda ç›kan
nın farz olduğuna delâlet
masının mübah olup olmaetmektedir. Nitekim Allahû
çekiflmeli ifllerde seni
dığını bilecek ki, ondan
Tealâ şöyle buyurmaksonra ona yönelebilsin
hakem yap›p sonra da
tadır:
veya onu terk edebilsin.
“Rasul size ne getirÇünkü mübah bir fiil,
senin verdi¤in hükme
diyse onu alın ve sizden
yapılması ya da terk edilkarfl› içlerinde hiçbir
neyi nehyetmiş ise (yamesi serbest olan bir fildir.
saklamışsa) ondan kaçının”
s›k›nt› duymaks›z›n,
İşte müslüman, bir şey
(Haşr Sûresi 59/7)
hakkında Allah'ın hükmü
tam bir teslimiyetle
olan farz, mendub, haram,
“Hayır! Rabbine andmekruh ve mübahı bilmeboyun e¤medikçe iman
olsun ki, onlar aralarında
den önce hiç bir şey yapaçıkan çekişmeli işlerde
etmifl olamazlar.”
maz. Çünkü, insanın fiilseni hakem yapıp sonra
lerinde asıl olan husus,
(Nîsâ Sûresi: 4/65)
da senin verdiğin hükme
Allah'ın hükmüne bağlı
karşı içlerinde hiçbir sıkalmaktır.
kıntı duymaksızın, tam bir
teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olaEşyalarda asıl olan ise, tahrim delili (yani
mazlar.”
haram kılıcı bir delil) olmadıkça mübahlıktır.
(Nîsâ Sûresi: 4/65)
Yani, herhangi bir şeyi haram kılacak bir delil
“İhtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin
olmadıkça onda asıl olan mubah olmasıdır. Buhükmü Allah indindedir. (Allah'ın Kitabı ve
nun izâhı şöyledir: Şer’î nasslar, her şeyi mübah
Resulullah'ın Sünneti'nin getirdiği İslâm şerikılmıştır. Zira nasslar, her şeyi kapsayarak genel
atındadır.)”
olarak geldi. Nitekim Allahû Teâlâ şöyle buyurdu:
(Şûrâ Sûresi: 42/10)
“Bir şey hakkında ihtilafa düştüğünüz
zaman onu Allah'a (Kuran’a) ve Resulü'ne
(Sünnete) götürün.”
(Nîsâ Sûresi: 4/59)
“Görmedin mi ki; Allah, göklerde ne varsa
ve arzda ne varsa sizin için hazırlayıp boyun
eğdirdi.”
(Lokman Sûresi: 31/20)
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 9
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
Bu ayetin manası; Allahû Teâlâ, göklerde ve
yerde ne bulunuyorsa insanlara mübah kıldı,
demektir. Diğer ayetlerde de şöyle buyrulmaktadır:
“Arzda (yeryüzünde) ne varsa hepsini sizin
için yaratan O’ dur.”
(Bakara Sûresi: 2/29)
“Ey insanlar, arzda olanlardan helâl ve temiz olarak yiyin.”
(Bakara Sûresi: 2/168)
“Sizin için arzı yumuşatan ve boyun eğdiren
O'dur. Şu halde arzın sırtlarında dolaşın (arzın
bütün etrafını gezin) ve O’nun (Allah'ın)
rızkından yiyin.”
(Mülk Sûresi: 67/15)
Tüm bu ayetlerden anlaşılan, insan için
eşyada asıl olanın mübah olmasıdır. Ancak bir şey
haram kılınmışsa mutlaka bu genel hükmü
özelleştiren bir ayeti kerime ile bildirilmesi
gerekir ki, böylece haram kılınan o şeyin bu
genel hükmün dışında kaldığı bilinmiş olsun.
2- İslâm şeriatı; geçmiş vâkıâların, şimdiki
cereyan eden meselelerin ve gelecekte çıkabilecek olayların hepsi için hükümler içeriyor. Şeriatta hükmü olmayan hiç bir şey yoktur. İster geçmişte vukûu bulsun ister şimdi meydana gelsin,
ister ise gelecekte ortaya çıksın, her şeyin hükmü
şeriatta vardır. Böylece İslâm şeriatı, insanların
bütün fiillerini çepeçevre kapsamıştır. Nitekim
Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir
hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir
müjde olarak indirdik.”
(Nahl Sûresi: 16/89)
“Biz Kitap’ta (Kuran’da) hiç bir şeyi eksik
bırakmadık.”
(En’âm Sûresi: 6/38)
Böylece İslâm şeriatı, kulların fiillerinden ne
olursa olsun hiç bir şeyi ihmal etmemiştir. Zira
İslâm şeriatı, ya Kuran’dan ve hadis-i şeriflerden
bir nass ile fiillere bir delil gösterir ya da ayetler
ve hadislerden bir emare (işaret) belirtir ki, o
işaret, şeriatın maksadına ve hükmün geliş sebebine dikkati çeker. Böylelikle o işaretin ya da o
sebebin içerdiği her şeye o hüküm uygulansın.
Hakkında delilin ya da onun hükmüne delâlet
eden bir işaretin olmadığı bir amelin insan için
var olması, şer’an mümkün değildir. Çünkü,
Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Kitabı sana her şey için bir açıklama, bir
hidayet bir rahmet ve müslümanlar için bir
müjde olarak indirdik.”
(Nahl Sûresi: 16/89)
Yine Allahü Teâlâ bu dini tamamladığını açık
olarak bildirmiştir.
“Bu gün size dininizi kemâle erdirdim,
üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din
olarak İslâm'ı seçtim.”
(Maide : 5/3)
3- Artık, yukarıda izah edilen kaidelerin
ışığında müslümanlar tarafından, diğer ümmetlerden nelerin alınabileceği ve yine diğer milletlerden nelerin alınmasının caiz olmadığı yerlerin
açıklanması mümkün olur. O halde; ilim, teknik,
sanayi, keşifler ve buna benzer fikirler, ilimden
ve ilmin ilerlemesinden, sanayiden ve sanayinin
gelişmesinden doğan medenî şekillerin tümü
İslâm'a aykırı olmadıkça diğer milletlerden
alınabilir. Bunlardan bir şey İslâm'a aykırı
düşerse o şeyin alınması haram olur. Çünkü; ilim,
sanayi ve keşifler ve bunlardan doğan bütün
medenî şekiller, akideyle ilgili olmadığı gibi,
hayatta insanın problemlerini tedavi eden şer’î
hükümlerle de ilgili değildir. Onlar ancak, insan
kendi işlerinde kullandığı mübah şeylerdendir.
Bunların alınmasının caiz oluşunun delili ise,
kainatta insanlar için olan her şeyden faydalanmanın mübahlığıyla ilgili, birinci kaidede de
yazdığımız genel ayetlerdir.
Bu konu üzerine Rasulullah(sav) ise şöyle
buyurmaktadır:
“Ben sizin gibi bir beşerim. Size dininizle
ilgili bir şey emretsem, onu alın. Size dünyevi
hususlardan bir şeyi emretsem, bir beşer olarak
emrederim.”
(Sahîh-i Müslim)
Hurmanın aşılanmasıyla ilgili
Rasulullah(sav) şöyle demektedir:
hadiste
“Dünyanızla ilgili konuları siz daha iyi
bilirsiniz.”
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
9
Yine Rasulullah(sav), Yemen'de Cureş bölgesine silah imâlatı öğrenmek için bir kaç sahabe
göndermişti.
‹slâm fleriat›; geçmifl vâk›âlar›n,
flimdiki cereyan eden meselelerin ve
gelecekte ç›kabilecek olaylar›n hepsi
için hükümler içeriyor. fieriatta
hükmü olmayan hiç bir fley yoktur.
‹ster geçmiflte vukûu bulsun ister
flimdi meydana gelsin, ister ise gelecekte ortaya ç›ks›n, her fleyin hükmü fleriatta vard›r. Böylece ‹slâm
fleriat›, insanlar›n bütün fiillerini
çepeçevre kapsam›flt›r.
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 10
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
Bunun için akîde ve hükümlerle ilgili
olmayan her şeyin, İslâm'a aykırı olmadığı ve
onu haram kılan özel bir delil geçmediği
müddetçe alınması câizdir.
Buna göre; tıp, mühendislik, matematik,
astronomi, kimya, fizik, ziraat, sanayi, ulaşım ve
iletişim, deniz ilmi, coğrafya, üretim, bunların
geliştirilmesi ve bunların araçlarını icat edip
geliştirmeyi inceleyen ekonomi ilmini İslâm'a
aykırı olmadıkları sürece almak câizdir. Bunun
için, “insanın aslı maymundur” diyen Darwin
teorisinin alınması caiz değildir. Çünkü bu teori,
Allahû Tealâ'nın sözleriyle çelişmektedir. Ve
yine heykel veya hac yapmak ya da içki satmak
gibi ticâri şekilleri almak da câiz değildir.
Çünkü, bunları haram kılan nasslar vardır.
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
10
Bu ilimleri almak câiz olduğu gibi bunlardan
türemiş olan imalat, araç-gereç ve medenî şekillerin alınması da câizdir. Böylece bütün
çeşitleriyle fabrikaların açılması ve sanayilerin
kurulması ile ilgili bilgilerin tümünün alınması
caiz olur. Bu sanayiler ister askerî olsun ister
olmasın, ister tank, uçak, füze, uzay gemisi, nükleer, hidrojen, elektronik bombaların sanayisi,
buldozer, kamyon, tren ve gemi sanayisi gibi
ağır sanayi olsun, ister tüketim sanayisi ve silah
sanayisi gibi hafif sanayi olsun, ister ise laboratuar aletleri, tıbbî malzeme, ziraat araçları,
mobilya, ev eşyaları, tuhafiye ve diğer tüketim
malları sanayisi olsun… Bunların hepsinin
alınması câizdir. Çünkü bunlar, mübahlıklarına
delâlet eden genel delilin olduğu, mübah şeylerdendirler.
4- Akide, şerî hükümler, İslâm düşüncesi,
hayata bakış açısı ile ilgili fikirler, insanların
problemlerini tedâvi eden hükümler…vs. Bunların tümü şeriatın esaslarına göre olmalıdır. Yani
bunlar ancak Allah’ın kitabından, Rasûlullah’ın
sünnetinden, şer’î kıyas ve icmaa’dan alınırlar.
Bunların dışından alınması hiç bir şekilde caiz
değildir.
a- Allahû Teâlâ, Rasulullah(sav)’in getirdiği
her şeyi almamızı ve nehyettiği her şeyden de
uzak durmamızı emretmiştir:
“Rasul size ne getirdiyse onu alın ve sizden
neyi nehyetmiş ise (yasaklamışsa) ondan
kaçının..”
(Haşr Sûresi 59/7)
Bu ayette “…size neyi getirirse...” ifâdesi
geçmektedir ki bu genel bir ifadedir. Rasulullah
(sav)'in Allahû Teâlâ’dan getirdiği bütün hususları almayı ve nehyettiği bütün hususları bırakmayı gerektiriyor. Ayetin mefhumu, Rasûlullah
(sav)'in getirdiğinin dışındaki herhangi bir hükmü almamaktır.
b- Allahû Teâlâ, bizlere kendisine ve
Râsulü’ne itaat etmemizi farz kılmıştır:
“Allah'a itaat edin, peygamber'e de itaat
edin. Yüz çevirirseniz bilin ki, elçimize düşen
apaçık bir duyurmadır.”
(Teğâbun Sûresi: 64/12)
Allah'a ve rasûlüne itaat, ancak resulüne
indirdiği şeriatın hükümleriyle amel etmek ve bu
hükümle amel etmekle gerçekleşir.
c- Allahü Tealâ, bizlere Allah'ın ve rasulünün
verdiği hükümlere bağlanmamızı emrettiği gibi
çekişme ve ihtilaf halinde de Allah'ın ve
rasulünün hükmüne dönmemizi emretmiştir.
“Allah ve rasulü, bir işe hüküm verdikleri
zaman inanmış bir erkek ve kadına o işte bir
serbestlik yoktur. (O konuda istedikleri gibi
hareket edemezler.)”
(Ahzâb Sûresi: 33/36)
“Eğer Allah’a ve ahiret gününe inanmış
iseniz; bir şey hakkında çekişince onu Allah'a
ve Resulü'ne götürün.”
(Nîsâ Sûresi: 4/59)
d-) Allahü Tealâ, rasulüne, kendisine
vahyedilen ile hükmetmesini emretmiş ve
Allah’ın kendisine indirdiği esaslardan herhangi
bir şekilde sapmamasını istemiştir:
“Sana da (ey Muhammed) geçmiş kitapları
tasdik eden ve onları kollayıp koruyan Kitab
(Kur'ân)ı hak ile indirdik. Onların aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların arzu ve
heveslerine uyarak, sana gelen haktan sapma.
Biz, her biriniz için bir şeriat ve yol belirledik.
Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı,
fakat size verdiklerinde sizi denemek istedi.
Öyleyse iyiliklere koşun. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. O, ihtilafa düştüğünüz şeyleri size
haber verir. Aralarında Allah'ın indirdiğiyle
hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah'ın hükmünden
yüzçevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları
sebebiyle onları musîbete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkanlardır.”
(Maide Sûresi: 5/48-49)
e- Allahû Teâlâ, müslümanların İslâm şeriatının dışından bir şey almalarını yasaklamıştır.
Allahü Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Hayır! Rabbine andolsun ki! Onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.”
(Nîsâ Sûresi: 4/65)
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 11
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
“Resulün emrine muhalefet edenler, başlarına bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar.”
(Nûr Sûresi: 24/63)
Rasûlullah(sav) şöyle buyurmaktadır:
“Kim, bizim işimize uymayan herhangi bir
amelde bulunursa, o amel reddedilmiştir.”
(Buhâri, Müslim)
Bütün bu deliller, Rasulullah(sav)'in getirdiğinin tümüne bağlanmamızın farziyetini apaçık
şekilde gösteriyor. Ancak, Allah'ın helâl kıldığı
şeyi helâl sayarız ve ancak Allah'ın haram kıldığı
şeyi haram kılarız. Resulullah (s.a.v)'in getirmediği
şeyi almayız ve haram kılmadığı şeyi de haram
telakki etmeyiz.
“Sana indirilene ve senden önceki indirilene
inandıklarını iddia edenleri gördün mü? Tağut’a (küfür ahkâmıyla) muhakeme olunmak
istiyorlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle
emir olundular. Şeytan ise, onları derin bir
sapıklığa sürüklemek istiyor.”
(Nîsâ Sûresi: 4/60)
Bu ayet delâlet ediyor ki; rasulün getirdiğinin
dışındaki şeylerle muhakeme olunmak, dalâlettir
(sapıklık, şaşkınlıktır). Zira bu, tağutun hükmüyle
yani küfürle muhakeme olunmak demektir.
Halbuki Allahü Tealâ; müslümanların, onu
(tağutu) reddetmelerini emretmiştir.
Tüm bu anlatılanlardan sonra deriz ki; Batı
düşüncesi ve ondan kaynaklanan her düzen ve
her kanunu almak caiz değildir. Çünkü bunlar
İslâm düşüncesiyle çelişir. Ancak, fennî ve idarî
Haşr suresi’nin 7. âyeti ile Nûr Sûresi’nin 63.
kanun ve düzenler mubahlardandır. Bunları
âyeti bir arada düşünülürse görülür ki; müsalmak câizdir. Aynen, Ömer b. Hatlümanlar ancak ve ancak resul’ün
Bat›
tab (r.a)'ın, Fars ve Rumlardan
getirdiği ile sınırlı kalmak
düflüncesi
ve
ondan
divan (daireler) düzenini alzorundadırlar. Bu bizlere
kesin bir şekilde farz kaynaklanan her düzen ve dığı gibi.
kılınmış bir emirdir.
Demokrasiye geResul’ün getirmiş ol- her kanunu almak caiz de¤ildir. lince; demokrasinin
duğundan başkasına Çünkü bunlar ‹slâm düflüncesiyle asıl kaynağı insandır.
yönelmek ise büyük
Demokraside fiillebir günah olup, gü- çeliflir. Ancak, fennî ve idarî kanun ve re ve olaylara güzel
nahı işleyenin azap
düzenler mubahlardand›r. Bunlar› veya çirkin hükmügöreceği gerçeği apnü veren akıldır. Asaçık bir şekilde âyet- almak câizdir. Aynen, Ömer b. lında demokrasiyi orlerde bildirilmiştir. Nitaya atanlar, Avrupa’tekim Allahü Teâlâ; a- Hattab (r.a)'›n, Fars ve Rumlardan da, imparator ve krallar
melinde, Rasulullah'ı hadivan (daireler) düzenini ile halkları arasında var
kem kılmayan kişinin iman
olan korkunç çatışma esnasınald›¤› gibi.
sahibi olmadığını bildirmektedir:
da ortaya çıkan Avrupalı filozof ve
düşünürlerdir. Böylece demokrasi, beşer
“Hayır! Rabbine andolsun ki, Onlar aralatarafından ortaya çıkartılmıştır ve demokraside
rında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp,
hükmü belirleyen asıl kaynak insanın insanın bizsonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde
zat aklıdır.
hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle
İslâm'a gelince, bu noktada demokrasi ile taboyun eğmedikçe iman etmiş olamazlar.”
mamen zıttır. Zira İslâm, Allah'tandır. Allah, onu
(Nîsâ Sûresi: 4/65)
Bu âyet, delâlet ediyor ki; hakimlik (yöneticilik) konusunun Rasulullah (s.a.v)'in getirdiği ile
sınırlandırıldığı kesindir. Özellikle Allahû Teâlâ,
Rasûlü’nü, vahyin bir kısmından kendisini
saptırmaları hususunda sakındırmıştır:
“Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından
seni saptırmalarından sakın.”
(Mâide Sûresi: 5/49)
Üstelik Kur’ân, Rasûl’ün getirdiğinin dışındaki şeylerle, yani küfür ahkâmıyla muhakeme
olunmak isteyenleri de azarlamıştır:
Râsul’ü Muhammed b. Abdullah’a (s.a.v) vahyetmiştir.
İslâm'da, hükümlerin çıkarılmasında kendisine başvurulan hakim yani, hüküm verme yetkisine sahip olan, Allahü Teâlâ'dır, yani şeriattır.
Akıl değildir. Aklın işi, yalnız Allah'ın indirdiği
esasları anlama sınırı içerisindedir. Allahü Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz ki hüküm ancak Allah'a aittir.”
(En’âm Sûresi: 6/57)
(Yusuf Sûresi: 12/40-68)
“Eğer bir şey hakkında çekişirseniz o şeyi,
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
11
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 12
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
Allah'a (Kuran’a) ve Rasûlüne (Sünnete)
götürün.”
(Nîsâ Sûresi: 4/59)
“Hakkında ihtilafa düştüğünüz herhangi bir şeyin hükmü Allah indindedir.”
(Şûrâ Sûresi: 42/10)
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
12
Yine bu noktada da demokratik
düşünce sistemi, İslâm düşünce sis temiyle (İslâm akidesiyle) bütünüyle
çelişmektedir. İslâm düşüncesi, yani
İslâm akidesi, hayatın ve devletin
bütün işlerinin Allah'ın emir ve
nehiyleri ile yürütülmesini, yani
İslâm akidesinden kaynaklanan şer ’î
ahkâmla yürütülmesini ger ektirir.
İnsan, kanun koyma yetkisine sahip
değildir. Ona düşen ancak, Allah'ın
kendisi için koyduğu kanunlara göre
yürümesidir. İşte bu akîde esası
üzerine İslâm düşüncesi oluşmuş ve
hayata bakış açışı tayin edilmiştir.
Demokrasinin kendisinden kaynaklandığı akîde ise; dini hayattan ayırma
ve dini devletten ayırma akidesidir. Bu
akide, orta çözüm yoluna dayalıdır. Bu
orta çözüm, krallar ve çarlar tarafından
kullanılan halkları sömürmek, zulmetmek ve onların kanlarını emmek için bir
araç olarak kullanıldı. Ve herkesin din
adıyla boyun eğdiğini görmek isteyen
hıristiyan din adamları ile dini ve dinin
otoritesini inkâr eden filozof ve düşünürler arasında Avrupa’da meydana gelmiş
çatışmanın neticesinde doğdu. Bu
düşünce sistemi, dini inkâr etmedi.
Fakat, hayatta ve devlette onun rolünü
pasifize etti. Ve buna göre insana hayatta kendi
nizamını koyma özgürlüğü tanıdı.
Yine bu noktada da demokratik düşünce sistemi, İslâm düşünce sistemiyle (İslâm akidesiyle) bütünüyle çelişmektedir. İslâm düşüncesi,
yani İslâm akidesi, hayatın ve devletin bütün
işlerinin Allah'ın emir ve nehiyleri ile yürütülmesini, yani İslâm akidesinden kaynaklanan
şer’î ahkâmla yürütülmesini gerektirir. İnsan,
kanun koyma yetkisine sahip değildir. Ona
düşen ancak, Allah'ın kendisi için koyduğu
kanunlara göre yürümesidir. İşte bu akide esası
üzerine İslâm düşüncesi oluşmuş ve hayata
bakış açışı tayin edilmiştir.
Demokrasinin üzerine kurulu olduğu esas şu
iki düşüncedir :
1- Egemenlik halkındır.
2- Halk otoritelerin kaynağıdır.
Bu şekilde, halk kendi iradesine sahip olduğu
gibi bu iradeyi yürütür. Halkın iradesine sahip
olan krallar ve imparatorlar değildir. Bu iradeyi
uygulayan da halktır. Halk, egemenliğin sahibi ve
iradenin maliki olması ve bu iradeyi yürütmesiyle
teşriye (yasa çıkarma yetkisine) sahiptir. Bu ise,
halkın iradesini kullanması ve yürütmesi demektir. Aynı şekilde bu, halk topluluklarının genel
iradesini ifade eder. Halk, yasa çıkarma işini kendi tarafından seçilecek vekiller yoluyla yapar.
Halk, maslahatı doğrultusunda herhangi bir
anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir
düzeni meydana getirebileceği gibi; herhangi bir
anayasayı, herhangi bir kanunu ve herhangi bir
düzeni kaldırma yetkisine de sahiptir. Halk,
yönetimi krallıktan cumhuriyete çevirebileceği
gibi tersine de yapabilir. Aynı şekilde cumhuriyeti başkanlık sisteminden parlamenter sisteme çevirebileceği gibi tersine de yapabilir.
Meselâ; böyle bir şey, Fransa, İtalya, İspanya ve
Yunanistan'da gerçekleşti. Yönetim sistemlerinin bir kısmı krallıktan cumhuriyete çevirildi
ve bir kısmı da cumhuriyetten krallığa çevrildi.
Yine, parlamento yoluyla iktisadî nizamı,
kapitalizmden sosyalizme ve sosyalizmden kapitalizme çevirebilir. Nitekim halk, parlamentoda
vekilleri vasıtasıyla, bir dinden başka dine geçmeye izin verdiği gibi dinsizliğe geçme hakkı da
verebilir. Yine, zinayı, homoseksüelliği mübah
kıldığı gibi bunlardan para kazanmayı da mübah
kılabilir.
Halk, otoritelerin kaynağı olunca, çıkarttığı
kanunları kendi üzerine uygulatmak ve yönettirmek için istediği idareciyi seçer ve onu istemediği zaman indirip yerine başka idareciyi
tayin eder. Çünkü halk, otoritenin sahibidir, idareci ise otoriteyi halktan alır.
İslâm’da ise egemenlik ümmetin değil şeriatındır. Teşrî eden (kanun koyan) yalnız Allah'tır.
Ümmetin tümü olsa bile, bir tek hüküm dahi
koyma hakkına sahip değildir. Ekonomik durumu canlandırmak üzere ribayı (faizi) mubah
kılmak için bütün müslümanlar toplanıp ittifak
etseler veya zina insanlar arasında yayılmasın
diye zina için yerlerin açılmasının mübahlığı
üzerine toplanıp ittifak etseler veya ferdî olarak
mülk edinme hakkını iptal etmek için ittifak
etseler veya üretimi artırmak için oruç farzını
iptal etmek için ittifak etseler veya müslümanın
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 13
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
istediği inanca sahip olabilmesi için inanç hürise, küfür sistemidir. Bu nedenle Allahû Teâlâ
riyetini, haram vesileleriyle olsa bile müslümanın
şöyle buyurdu :
mülkünü geliştirmesini müsaade eden mülk
“Rasûlün emrine muhalefet edenler, başlarına
edinme hürriyetini, içki içme ve zina etme gibi
bir fitne (belâ) gelmesinden veya kendilerine
istediği şekilde hayatını yaşaması adına şahsî
elim bir azabın dokunmasından sakınsınlar.”
hürriyet gibi genel hürriyetleri benimsemek için
(Nûr Sûresi: 24/63)
ittifak etseler; böyle ittifak ve kabullenmenin hiç
“Râsulün emrine muhalefet etmek”, insanbir değeri yoktur. Bu, İslâm nazarında bir sinek
ların çıkarttıkları kanunlara uymak ve rasulün
kanadı kadar bile bir değer ifade etmez.
emrine uymamaktır.
Müslümanlardan bir gurup böyle şeyler üzerine
ittifak etseler, bundan vazgeçinceye kadar onlarEgemenlik ve hakimiyetin, şeriatın olduğunu,
la savaşmak gerekir. Çünkü, müslümanlar hayteşrî edicinin (kanun koyan) yalnız Allahû Teâlâ
atın bütün işlerinde, Allah'ın emir ve nehiyleriyle
olduğunu, insanların herhangi bir kanunu teşrî
kayıtlıdırlar (bağlıdırlar). İslâm ahkâmıyla
etmelerinin (çıkartmalarının) câiz olmadıçelişecek bir işi yapmaları caiz değildir.
ğını ve bu hayatta bütün işlerin, Allah'ın
“Sana
Aynı şekilde tek bir hüküm bile olsa,
emir ve nehiylerine göre yürüthüküm koymaları câiz değildir. Zira,
indirilene ve
melerinin farz olduğunu açıklayan
teşrî edici (kanun koyucu) yalnız
daha nice âyetler ve kesin hadisler
senden önceki
Allahû Teâlâ'dır.
vardır.
indirilene
İslâm, Allah'ın emirlerini ve
inand›klar›n› iddia
nehiylerini (yasaklarını) uygulaedenleri
mak hakkını müslümanlara verdi. Allah'ın emirleri ve negördün mü? Ta¤utla
hiylerinin uygulanması ise bir
(küfür ahkâm›yla)
otoriteyi gerekli kılar. Onun
için otoriteyi (idareyi) ümmete
muhakeme olunmak
ait kıldı. Yani; Allah'ın emiristiyorlar. Halbuki onu
lerini ve nehiylerini infaz ede(ta¤utu)
reddetmekle
cek
(uygulayacak) idareciyi
“Şüphesiz ki hüküm ancak
seçme
hakkını müslümanlara
Allah'a aittir.”
emrolundular. fieytan
ait
kıldı.
Bunun delili, Allah'ın
(Enam Sûresi: 6/57)
ise onlar› derin bir
Kitabı ve Resulü’nün sünneti
(Yusuf Sûresi: 12/40-68)
üzerine biat edecek halifeyi nasb
sap›kl›¤a sürükle“Sana indirilene ve senden önetme (tâyin etme) hakkını müslümek istiyor.”
ceki indirilene inandıklarını iddia
manlara veren biat hadislerinden
“Hayır! Rabbine andolsun ki iş
bildikleri gibi değil, onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni
hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde
hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam
bir teslimiyetle boyun eğmedikçe
iman etmiş olamazlar.”
(Nîsâ Sûresi: 4/65)
edenleri gördün mü? Tağutla (küfür
alınmıştır. Rasûlullah(sav) şöyle buNisa Sûresi
ahkâmıyla) muhakeme olunmak istiyyurmaktadır:
4/60
orlar. Halbuki onu (tağutu) reddetmekle
“Kim boynunda (halifeye) bir biat
emrolundular. Şeytan ise, onları derin bir
olmaksızın ölürse, cahiliyye ölümüyle ölür.”
sapıklığa sürüklemek istiyor.”
(Müslim)
(Nisa Sûresi: 4/60)
Abdullah b. Amr, Rasulullah (s.a.v)'in şöyle
“Tağutla muhakeme olunmak”; Allah'ın
dediğini rivayet etmiştir:
indirdiği dışında bir şeyle muhakeme olunmak
“Kim bir imama (halifeye) biat edip avudemektir. Yani, insanların çıkarttıkları sistem olan
cunu sıkarsa ve kalbinin meyvesini verirse (rıza
küfür sisteminin ahkâmını uygulamak ve bu
gösterirse), o halifeye gücü yettiği kadar itaat
ahkâma başvurmak demektir. Başka âyette
etsin. O halifeyle çekişecek başka bir kişi çıkarAllahû Teâlâ şöyle buyurdu :
sa onun boynunu vurun.”
(Müslim)
“Cahiliyye hükmünü mü (küfür sistemini
mi) istiyorlar? Şüphesiz olarak inananlar için,
Allah'ın hükmünden daha güzel hüküm var
mıdır?”
(Mâide Sûresi: 5/50)
İşte cahiliyye hükmü, Rasulullah(sav)'in
Rabb’inden getirmediği sistem olup, insanların
teşrî ettikleri (ortaya koydukları) sistemdir. Bu
Ubâde b. Es’Sâmed de bu noktada şunu rivâyet etmiştir:
“Zorlukta ve darlıkta, işitmek ve itaat etmek
üzere Rasulullah'a biat verdik."
(Buhâri)
Bunun dışında daha bir çok hadisler var ki,
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
13
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 14
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünneti üzerine biat
etmek yoluyla idarecinin tâyin edilmesinin
ümmet tarafından gerçekleşeceğini belirtiyor.
Şeriat, otoriteyi ümmete ait kılıp biat yoluyla
kendini yönetecek kişiyi yerine tayin etme hakkı
vermesine rağmen, demokraside olduğu gibi
idareciyi azletme hakkını ümmete vermedi. Çünkü halife, masiyeti (Allah'a isyan eden şeyi) emretmedikçe zulüm (haksızlık) yapsa bile halifeye
itaati farz kılan sahih hadisler geçmiştir. İbn-i
Abbas, Rasulullah(sav)'in şöyle dediğini rivâyet etti:
“Kim, emirinden hoşlanmadığı bir şeyi
görürse ona karşı sabretsin. Zira kim, cemaatten (İslâm cemaatinden) bir karış kadar ayrılırsa ve ölürse cahiliyye ölümüyle ölür.”
(Buhâri)
“Sizin şerli imamlarınız; buğz ettiğiniz ve
size buğz eden, lânet ettiğiniz ve size lânet eden
imamlardır.”
Sahabeler dediler ki :
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
14
“O zaman, onlarla çekişelim mi, Ya
Rasulullah?”
Rasulullah (s.a.v) dedi ki:
“Hayır. Aranızda namazı ikame ettikleri
müddetçe savaşmayın. Kim kendi üzerine bir
vali tayin edilirse ve bu valinin Allah'a masiyetten bir şey yaptığını görürse bu masiyetleri terk
etmesine onu zorlasın ve hiç bir kimse elini
itaattan çekmesin.”
(Müslim)
Burada “namazı ikâme etmek”, İslâm'la
yönetmek demektir. Zira, burada “cüz’ü söyleyip
küllü kast etmek” manası vardır. Burada İslâm'ın
bir kısmı gösterilerek tümü kast ediliyor.
İdareci açık küfür göstermedikçe ona karşı
gelmek câiz değildir. Zira biat etmekle ilgili,
Ubâde b. Es’Sâmed hadisinde şöyle geçmektedir:
Resulullah(sav)'e biat ettik. Resulullah'ın
bizden aldığı söz ise şudur: “Sevdiğimiz ve
sevmediğimiz hallerde, zor ve kolaylık durumlarında kendisini işitmek ve itaat etmek, onu
kendimize tercih etmek ve emir sahipleri çekişmemektir.”
Resulullah:
Ancak siz de Allah'ın indinde gelmiş bir
delile binaen emir sahiplerinde açık küfür
görürseniz müstesna olur” dedi.
(Buhari)
Yani onlar küfrü uyguladıkları zaman onlarla
çekişiriz.
Halifeyi azletme yetkisine sahip olan ise,
mezalim (zulümleri kaldırma) mahkemesidir.
İşte bu mahkeme, şer’î bir nedenle halifeyi azle-
debilir. Halife, yok edilmesi gereken bir zulüm
yapıp azli hak etmiş olunca bu mahkeme öyle
karar verir.
Demokrasi, çoğunluğun yönetimi ve çoğunluğun kanunudur. İdarecilerin, parlamento üyelerinin, kuruluşlarının, otoritelerin ve diğer komisyonların seçilmesi çoğunlukla gerçekleşir.
Yine parlamentoda kanunların çıkartılması, diğer
meclis, otorite, kuruluş ve komisyonların kararları da çoğunluğunun oylarıyla gerçekleşir.
Bu nedenle demokratik sistemde çoğunluk,
idareci olsun olmasın herkesi bağlar. Çünkü
demokrasiye göre çoğunluğun görüşü, halkın
iradesini açığa çıkartır. Azınlık ise, bu çoğunluğun görüşüne boyun eğecek ve uyacaktır.
İslâm'daki durum ise tamamen farklıdır. Teşrî
etmekle (kanun çıkartmakla) ilgili hususlar, çoğunluk veya azınlık oylarına bağlı değildir. Ancak, şer’î nasslara bağlı olur. Çünkü, teşrî edici
(kanun koyucu) ümmet değil, Allahû Teâlâ'dır.
İnsanların işlerini gütmek ve yönetimi yürütmek
için gerekli şer’î hükümleri benimseme konusunda yetki sahibi ise yalnız halifedir. Halife
Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünnetinde geçen
şer’î nasslardan hükümler çıkarır. Halifenin, benimseyeceği şerî hükümler hakkında Ümmet
Meclisi'nin görüşünün alınması farz değildir,
fakat caizdir. Raşid Halifeler, şer’î hükümlerden
bir hükmü benimsemek istedikleri zaman sahabelerin görüşlerini almak için onlara başvuruyorlardı. Nitekim Ömer b. Hattab(r.a); Şam,
Mısır ve Irak toprakları fethedilince, bu topraklarla ilgili meselelerde müslümanlarla istişare
yapmıştır.
Halife, benimseyeceği hükümler hakkında
Ümmet Meclisi'nin reyine başvurursa, bu
meclisin görüşü, çoğunluk veya oy birliği ile
gerçekleşse bile halifeyi bağlayıcı olmaz.
Nitekim Rasulullah(sav), Hudeybiye Sulhu
sözleşmesini yapınca, itiraz eden müslümanların
görüşlerine aldırış etmedi, hem de bu itiraz edenler çoğunluğu oluşturuyorlardı. Buna rağmen
görüşlerini reddetti ve sözleşmeyi yapmaya devam etti. Ve onlara şöyle dedi :
“Muhakkak ki ben, Allah'ın kulu ve Rasûlüyüm, Onun emrine muhalefet etmem.”
Kerim sahabeler, halifenin bir takım hükümleri benimseyip insanlara bunlarla amel
etmelerini emredebileceğine dair ve müslümanların kendi görüşlerini terk edip bunlara itaat
etmelerinin gerektiğine dair icma etmişlerdir.
İşte bu icmadan şu ünlü şer’î kaideler
çıkartılmıştır:
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 15
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
olmadığını sordu. Rasulullah, bu konaklamanın
vahiyden olmadığını söyleyince o; bu konakla“İmamın (halifenin) emri, gizli ve âşikâr
manın
savaş için elverişli olmadığını söyledi.
infaz edilir.”
Rasulullah, kendi görüşünden vazgeçip diğer
“Sultanın (halifenin) ortaya çıkan
sahabelerle istişare yapmadan Habab'ın görümüşküller (problemler) miktarınca hükümler
şünü kabul etti ve gösterdiği yere gitti.
çıkarma hakkı vardır.”
Genel veya temel hürriyetler düşüncesi,
Nitekim Allahû Teâlâ, ulû’l-emre itaati emredemokrasinin getirdiği en bariz fikirlerdendir ve
derek şöyle buyurmuştur:
en önemli esaslardan sayılır. Zira o hürriyetlerle
insan iradesini, baskısız ve zorlanma olmaksızın
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Raistediği şekilde kullanıp yürütebilir. Halkın bütün
sûl’e ve sizden olan ulu’l emire itaat edin.”
fertleri için temel hürriyetler sağlanmazsa, halkın
(Nisa Sûresi: 4/59)
genel iradesinden söz
“Ulu’l emr” ise,
edilmez.
Halifenin,
benimseyeceği
şerî
idareciler demektir.
“İmamın emri bütün ihtilafları kaldırır.”
Demokratik sistemhükümler hakkında Ümmet
Yine; uzmanlığa, düde ferdî (şahsî) hürriyet
şünmeye ve dikkatle bak- Meclisi'nin görüşünün alınması
kutsaldır. Devlet olsun
maya muhtaç olan fennî
fertler olsunlar, bu hürfarz
değildir,
fakat
caizdir…
ve fikrî hususlar da teşrî
riyete dokunamazlar.
hususlarına benzer. Bü…Halife, benimseyeceği
Kapitalist demokratik
tün bu hususlarda asıl oferdîyetçi düzen
hükümler hakkında Ümmet düzen,
lan şey doğruluktur. Busayılır. Temel hürriyetrada çoğunluk ve azınlık Meclisi'nin reyine başvurursa, leri korumak ve onları
söz konusu değildir. Bu
muhafaza etmek, devlefennî ve fikrî hususlarda bu meclisin görüşü, çoğunluk tin en önemli görevihtisas sahiplerine gidiveya oy birliği ile gerçekleşse lerinden sayılır.(!)
lir. Zira, bu işlerin gergetirbile halifeyi bağlayıcı olmaz. diğiDemokrasinin
çeklerini onlar idrak etemel hürriyetler,
derler. Askerî hususlarNitekim Rasulullah(sav),
sömürülmüş halkların kenda, askerî uzmanlara gisömüren devletHudeybiye Sulhu sözleşmesini dilerini
dilir. Fıkhî hususlarda,
lerin pençesinden kurtulfâkih müçtehitlere gidi- yapınca, itiraz eden müslüman- ması demek değildir.
lir. Tıbbî hususlarda, uzsömürme düşünların görüşlerine aldırış etmedi, Çünkü,
man tabiplere gidilir.
cesi; demokrasinin getirhem de bu itiraz edenler
Mühendislikle ilgili işdiği mülk edinme hürlerde, yüksek mühendisriyetinin neticelerindençoğunluğu oluşturuyorlardı. dir. Böylece, bu sömürlere gidilir. Fikrî hususgeci demokratik devletler, diğer halkları sömürlarda, büyük düşünürlere gidilir. Böylece bunun
meye devam edip bu halkların servetlerini isgibi işlerde ve hususlarda asıl olan doğru olan ve
tismar eder ve zenginliklerini çalarlar.
İslâm şeriatına aykırı olmayandır. Yoksa asıl olan
çoğunluğun düşüncesi değildir.
Yine demokrasinin getirdiği temel hürŞu var ki, batı dünyasında parlamento üyeriyetler, kölelikten kurtulmak ve köleyi kurtarlerinin çoğu ihtisas sahipleri değildirler. Bu işleri
mak demek değildir. Çünkü, bugün dünyamızda
pek idrak etmezler ve bu işlere vakıf değillerdir.
kölelik ve ondan kurtulmak diye bir şey kalmadı.
Bu nedenle bu işlerde parlamento üyelerinin
Genel veya temel hürriyetler, şu dört hürriyet
çoğunluğunun görüşünün bir faydası ve değeri
demektir :
olmaz. Böylece onların onaylamaları veya muha1- İnanç Hürriyeti,
lefet etmeleri ancak şeklî olur, idrakle, uyanıklıkla ve bilerek değildir. Bu nedenle, bu tür
2- Görüş veya Fikir Hürriyeti,
işlerde çoğunluğun görüşü bağlayıcı değildir.
3- Mülk Edinme Hürriyeti,
Bunun delili ise, Bedir Savaşı'nda Rasulullah
4- Şahsî Hürriyet.
(sav)'in, Habab b. Munzir'in görüşüne göre
hareket etmesidir. Habab, yerleri tespit etmede
Bu dört temel hürriyet, İslâm'da bulunmauzmandı. Rasulullah(sav), Bedir Savaşı'nda bir
maktadır. Çünkü, müslüman bütün fiillerinde
şer’î hükümlerle kayıtlıdır (bağlıdır). Herhangi
yerde konaklayınca Habab; vahiyden olup
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
15
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 16
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
bir fiilde hür değildir. İslâm'da, köleyi kölelikten
kurtarıp hürriyete kavuşturmaktan başka hürriyet yoktur. Kölelik ise çoktan beri bitmiştir.
Bu dört hürriyet, İslâm'la ve ahkâmıyla her
şeyde tamamen çelişir. Şöyle ki :
İnanç hürriyeti; insanın baskı ve zorlanma
olmaksızın istediği inanca sahip olmasıdır. Aynı
şekilde kişi, inancını ve dinini bırakıp başka
inanca (akideye) ve dine geçme hakkına sahiptir.
Demokrasilerde kişi, istediği gibi dinini değiştirebilir ya da hiçbir dine inanmayabilir. Bir hristiyan hiçbir zorlama olmaksızın müslüman olabileceği gibi, bir müslümanda hiçbir zorlama ile
karşılaşmaksızın hristiyan veya yahudi olabilir.
Ne devletin, ne de başkasının onu engelleme
hakkı yoktur. İşte inanç veya itikat hürriyeti
budur.
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
Halbuki İslâm düşünce sistemine göre; bir
müslümanın, İslâm akidesini terk etmesini,
yahudiliğe, hıristiyanlığa geçmesini haram
kılıyor, yasaklıyor. Kim, İslâm'dan dönerse tevbe
ettirilir, eğer İslâm'a tekrar dönmezse öldürülür,
mal ve mülküne el konulur ve karısından uzaklaştırılıp boşandırılır. Rasulullah(sav) şöyle
buyurdu :
“Kim, dinini değiştirirse onu öldürün.”
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
16
Mürtedler (İslâm dininden dönenler), bir cemaat olup mürted kalmaları üzerine ısrar ederlerse, onlar İslâm'a dönünceye ve yok edinceye
kadar onlarla savaşılır. Nitekim Rasulullah(sav)
vefat edince, bir takım gruplar mürted oldular.
Müslümanların halifesi Ebu Bekir(r.a), onlarla
şiddetlice savaştı, onlardan kalanlarla dine dönünceye kadar savaşı sürdürmüştü.
Demokratik sistemdeki görüş veya fikir hürriyetine gelince; bu, insanın istediği görüş veya
fikri taşıması hakkına sahip olması demektir. Bu
görüş veya bu fikir ne olursa olsun. Yine insanın
istediği görüş ve fikri söylemesi ve ona davet
etme hakkına sahip olması demektir. Kayıtsız ve
şartsız tam hürriyetle ve istediği üslupla kendi
düşüncesine davet etme hakkı vardır. Ne devletin
ne de başkasının, insanı bunu yapmaktan alıkoyma hakkının olmaması demektir. Yeter ki o insan,
başkalarının hürriyetine dokunmasın. Görüşün
benimsenmesine, ifade edilmesine veya ona
davet edilmesine herhangi bir şekilde engel olmak, hürriyete dokunmak ve saldırmak olarak
kabul edilir.
İslâm'i düşünce sistemine gelince; ondaki
durum bambaşkadır. Müslüman, bütün fiillerinde ve sözlerinde şer’î nasslarda geçen fikirlere
bağlıdır. Müslüman’ın, şer’î delillerde geçmedikçe hiç bir amel yapması veya hiç bir söz söy-
lemesi caiz değildir. Şer’î deliller, bir fikrin
söylenmesine veya ona davet edilmesine cevaz
verirse, müslüman o zaman o fikri söyleyebilir
veya ona davet edebilir. Şer’î deliller, o fikrin
veya görüşün taşınması veya söylenmesi veya
ona davet edilmesini yasaklarsa, müslüman bu
yasağa bağlı kalır. Eğer onu yine de yaparsa,
cezalandırılır. Çünkü müslüman; görüş ve fikri
taşımasında ve davet etmesinde şer’î ahkâma
bağlıdır, bu hususta hür değildir ve hürriyet yoktur.
Mülk edinme hürriyetine gelince; bu hürriyet, ekonomide kapitalizm düzenini doğurdu
ve bilahare diğer halkları sömürme, servetleri
alıp götürmek ve zenginliklerini gasbetmek
düşüncesini de doğurdu. Bu hürriyetin manası,
insanın istediği şekilde mülk edinmesi, bu mülkü
geliştirmesi ve herhangi yolla bunu gerçekleştirmesinde serbest olmasıdır. Sömürmek, sömürülen halkların servetlerini çalmak ve zenginliklerini gasbetmek, ihtikârcılık (vurgunculuk)
yapmak, mal sahiplerinin bir birlerini düşürmesi, faiz almak, hile yapmak, aldatmak ve sahtekârlık yapmak, kumar oynamak, zina etmek,
homoseksüellik yapmak, kadının dişiliğini kullanmak, içkiyi imal etmek ve satmak, rüşvet
almak ve buna benzer diğer usullerle insanın
mülk edinmeye ve mülkü büyütmeye serbest
olması demektir.
İslâm ise, bu hürriyetle de taban tabana zıttır
ve onunla çelişir. Bu hürriyet, İslâm'daki malmülk edinme hükümleriyle çelişir. Çünkü,
İslâm; halkları sömürmek, onların servetlerini
çalmak, zenginliklerine el koymakla savaşır. Ribâ (faiz) ile savaşır, ister faiz basit miktar olsun
ister katlanmış olsun, hepsi İslâm'da haram ve
yasaktır. İslâm, mal-mülk edinme sebeplerini,
malın geliştirilmesi ve ondaki tasarruf keyfiyetini belirterek sınırlandırmıştır. Belirttiği sınırlar
dışına çıkmayı haram kılıp yasaklamıştır.
Müslüman’ın mülk edinme hususunda, bu mülkü
geliştirmede ve bu mülkte tasarrufta bulunma
hususunda bu sınırlara bağlı olmasını farz kılmış
ve istediği şekilde mülk edinsin veya tasarrufta
bulunsun (davransın) diye serbest bırakmamıştır.
Daha doğrusu insanı, koyduğu ahkâmla bağlı
kılmıştır. Gasbetmek, çalmak, alıp götürmek,
rüşvet, faiz, kumar, zina, homoseksüellik, aldatmak, hile, sahtekârlık, içkiyi imal etmek ve satmak, kadının dişiliğini kullanmak ve buna benzer mülk edinme usullerine başvurmayı ve onlarla mülkü çoğaltmayı haram kılıp yasaklamıştır.
Bütün bu yollar, mülk edinmek ve mülkü geliştirmek için yasaklanan sebeplerdir. Herhangi
bir mal, bu şekilde mülk edinilirse, müslümanın
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 17
ARAfiTIRMA–‹NCELEME
ona sahip olması da haramdır ve onu yapan cezalandırılır.
Böylece İslâm'da, mülk edinme hürriyetinin
bulunmadığı apaçık şekilde görülür. Müslüman,
İslâm'ın mülk edinmekle ve malda tasarrufu ile
ilgili getirdiği ahkâmla kayıtlıdır, onları aşamaz.
Şahsî hürriyet ise; her türlü bağdan kurtulma
hürriyetidir. Ruhanî, insanî ve ahlâkî her
değerden ayrılma hürriyetidir. Ailenin parçalanması; varlığının ve bağlarının yok edilmesi hürriyetidir. Kendi adıyla her kötülüğün işlendiği ve
her haramın mubah kılındığı hürriyettir. O hürriyet ki, batı toplumlarını insanı utandıran bir hayvanlar topluluğu haline düşürmüştür. Ve o
toplumların ahalisini, hayvanların seviyesinden
daha aşağı bir seviyeye ulaştırmıştır.
Bu hürriyet, insana kendi yaşantısında istediği şekilde davranma ve yine kendi yaşantısında
zevk aldığı şekilde davranma hakkını verir. Ne
devletin, ne de başkasının, insanın tam hürriyetle
davranmasına karşı bir engel koyma hakkı yoktur. Böylece; zina, homoseksüellik (erkek ile
erkek ve kadın ile kadın aralarında cinsî temas
yapmak), içki, çıplaklık gibi herhangi bir baskı
veya zorlama bulunmadan ve herhangi bir sınır
tanımadan tam hürriyetle en basit ve alçak her
işin yapılmasına müsaade eder.
Şüphesiz ki, İslâm'ın hükümleri bu şahsî hürriyetle tam şekilde çelişir. İslâm'da şahsî hürriyet
yoktur. Her müslüman, Allah'ın emirleri ve
nehiyleriyle bütün fiillerinde ve davranışlarında
bağımlıdır. Allah'ın yasakladığı fiili yapması
haramdır. Bu şekilde yasak olan bir fiili yapan
günah işlemiş olur ve şiddetli bir cezayla cezalandırılır.
İslâm; zinayı, homoseksüelliği, içkiyi, çıplaklığı ve diğer kötü işleri haram kılmış ve bunların her birisine caydırıcı ceza koymuştur. Aynı
anda İslâm, insanın güzel ahlâka ve övülen huylara sahip olmasını emretmiştir. İslâm toplumunu, tahir (temiz) ve iffetli bir toplum haline
getirdiği gibi yüksek değerlerin toplumu haline
de getirmiştir.
Yukarıda anlatılan hususlardan açıkça belli
oluyor ki; batı düşüncesi, batı değerleri, batının
bakış açısı, batı ürünü olan demokrasi ve genel veya
temel hürriyetler; İslâm'la ve İslâm'ın ahkâmıyla
tam ve küllî şekilde çelişirler. Zira o batı fikirleri,
düşünce sistemi, nizam ve kanunları, hepsi
küfürdür. Demokrasinin İslâm'dan olduğunu, onun
şuranın, marufu emretmek ve münkeri nehyetmenin ya da idarecileri muhasebe etmenin benzeri
veya aynısı olduğunu söylemek, saptırmadan ya da
cahillikten başka bir şey değildir.
Zira şûrâ, marufu emretmek, münkeri nehyetmek ve idarecileri muhasebe etmek… Tüm bunlar birer şer’i hükümlerdir. Allahû Tealâ bunları
bizlere bildirmiş ve birer şer’i hüküm oldukları
için müslümanların bunları almaları ve bunlarla
amel etmeleri vacib olmuştur.
Demokrasi ise, Allahû Teâlâ’nın bizden
almamızı istediği şer’i bir düşünce sistemi
değildir. Aynı şekilde Allahû Teâlâ’nın indirdiği
ve teşri ettiği bir esas da değildir.
Aynı anda demokrasi, şura demek de değildir.
Çünkü, şura; sırf görüş göstermektir. Demokrasi
ise; hayata bakış açısıdır. Beşerin (insanların)
vahye binaen değil de akıllarının gördüğü maslahat ve menfaate binaen çıkarttıkları anayasa,
nizam ve kanunları ikame etmektir.
Bundan dolayı, müslümanların demokrasiyi
almaları ve kabul etmeleri haram olduğu gibi ona
davet etmeleri veya onun esası üzerine parti kurmaları, onu hayata bakış açısı olarak ittihaz
etmeleri veya onu tatbik etmek için almaları
haramdır. Yine onu, anayasanın ve kanunların
esası kılmaları veya anayasa ve kanunların kaynağı olarak tayin etmeleri veyahut onu öğretimin
temeli veya gayesi olarak tayin etmeleri de
haramdır.
Aynı anda, müslümanların demokrasiyi tam
ve küllî şekilde reddetmeleri ve terk etmeleri en
önemli farzdır. Çünkü, kendisi pis ve necistir,
tağutun hükmüdür. Bizatihi küfürdür. Sistemi,
fikirleri ve kanunları küfürdür. İslâm'la yakından
uzaktan herhangi bir ilgisi yoktur.
Yine, müslümanların İslâm'ın tamamını kâmil
şekilde hayatta, devlette ve toplumda uygulama
ve yürütme mevkiine koymaları da en elzem
farzdır.
“Kendisine hidayet gösterildikten sonra
kim, Resul’e (Resul’ün getirdiği Kuran ve Sünnete) karşı çıkar ve müminlerin yolundan
(İslâm Yolundan) başka bir yola tâbi olursa,
onu o yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. O
(Cehennem), ne kötü bir gelecektir.”
(Nîsâ Sûresi: 4/115)
Demokrasi
Küfür
Nizâm›d›r
–2–
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
17
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 18
YORUM
Kemâlizm’in Temel Felsefesi:
ZORBALIK ve YOLSUZLUK
RAMAZAN YILMAZ
Türkiye’yi seksen y›ld›r iflgali alt›nda tutan, halk› inim inim inleten,
zulüm ve despotlu¤un doru¤una ulaflan Kemalist diktatörlük,
varl›¤›n› zulüm ve yolsuzluk üzerine bina emifltir. Bugün Kemalizm
denince halk›n akl›na ilk gelen, zorbal›k ve yolsuzluk olmaktad›r.
Z
Kemalizm’in
Temel Felsefesi
Zorbal›k ve
Yolsuzluk
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
18
orbalık ve yolsuzluk, insan yaşamında
nefret edilen, tiksinti veren ve sevilmeyen
iki olumsuz menfur kavram ve fiildir. Bu
kavramları kendi içinde barındıran, temeli bu
fiillere dayanan düşünce ve ideolojiler, sistem ve
yönetimler de aynı şekilde nefret edilen ideoloji ve
yönetimlerdir. Böyle özelliklere sahip olan sistemler, insanlık düşmanı ve gayri insani sistemlerdir.
Zorbalık ve yolsuzluk, birbirini tamamlayan,
birbirini koruyan, birbirleriyle bütünleşen, biri
olmadan diğerinin yaşama şansı bulunmayan iki
kavram, iki gayri ahlaki ve gayri insani fiildir.
Tarihin her döneminde, bu iki kavramı içinde
barındıran ideolojiler, sistem ve yönetimler
olduğu gibi, bugün de bu tür sistem ve yönetimler mevcuttur. Bu özelliklere sahip olan yönetimler genelde zorba ve despotturlar. İdareleri
altında tuttukları halklar tarafından sevilmeyen,
nefret edilen bu zorba ve despot yönetimler,
varlıklarını korumak ve sürdürmek için bir
taraftan halkın değerlerini, maddi varlıklarını
çalıp hırsızlık, gasbedip yolsuzluk yaparlarken,
diğer taraftan soyup soğana çevirdikleri halkın
tepkisini bastırmak, hırsızlıklarını örtbas edebilmek için zorbalık yapmakta, şiddet ve terör
estirerek halkı sindirmektedirler.
Yolsuzluk ve hırsızlıkla halkın maddi
varlıklarını çalıp gasbeden diktatörlükler ve diktatörler, halkı güvenmedikleri, yarınlarından
emin olmadıkları için çalıp gasbettikleri halkın
varlıklarından kazandıkları paraları, başka ülkelerdeki bankalara yatırmaktadırlar. Çünkü yönetimleri altında zorla tuttukları halkın isyan edip
saltanatlarını yerlebir ettikleri zaman kaçıp
sığınacakları yer, paralarını daha önce yatırdıkları
dış ülkelerdir. Geçmişte ve günümüzdeki tüm
zorbalar, saltanatları halk tarafından yerlebir
olduktan sonra canlarını kurtardıkları an
ülkelerinden kaçıp dış ülkeler sığınmışlardır.
Türkiye’yi seksen yıldır işgali altında tutan,
halkı inim inim inleten, zulüm ve despotluğun
doruğuna ulaşan Kemalist diktatörlük, varlığını
zulüm ve yolsuzluk üzerine bina emiştir. Bugün
Kemalizm denince halkın aklına ilk gelen, zorbalık ve yolsuzluk olmaktadır. Nasıl ki, İslâm denince adalet, eşitlik, özgürlük, barış, kardeşlik,
güven ve huzur, mutluluk ve saadet akla geliyorsa; aynı şekilde Kemalizm denince de insanlık
düşmanı zorbalık ve yolsuzluk, zulüm ve baskı,
şiddet ve terör akla gelmektedir.
ZORBALIK
Kemalizm’in İlk ve En Önemli Vasfı
Anadolu halkının inanç değerlerine, ahlak
ilkelerine, yaşam felsefesine, kültür, gelenek ve
göreneklerine aykırı bir sistem olan Kemalist
diktatörlük, hile ve düzenbazlıkla, yalan ve istismarlarla gasbettiği Anadolu topraklarını işgâli
altında tutmak, zulme dayalı saltanatını sürdürebilmek; ateist, inkarcı ve küfür içeren ideolojisini Anadolu halkına zorla benimsetmek için, tarihin tüm zorbalarına rahmet(!) okutacak derecede
baskıya, şiddete, terör ve zulme başvurmuş,
Anadolu halkının ve bu halkın temsilcileri olan
değerli alim ve aydınlarının oluk oluk kanlarını
akıtmış, halkın inancıyla alay etmiş, inanç
değerlerine savaş açmıştır.
Kemalizm’in Anadolu topraklarını işgali ile
başlayan zorbalık süreci, günümüze kadar, akla
hayale gelmeyen şeytani yöntemlerle, gayri
insani bir vahşetle devam etmiştir. Dikta rejimi,
işgalinin ilk yıllarında İstiklal Mahkemeleri adı
altında oluşturduğu cinayet mahkemelerinde
sebepsiz ve yere ve sudan bahanelerle binlerce
ilim ehli alimi ve halkın önderlerini, hakim ve
savcı kılığına bürünmüş cellatlarının kararlarıyla
darağacılarda katletmişti. Kan dökmeyi ve kan
içmeyi alışkanlık haline getiren Kemalist dik-
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 19
YORUM
tatörlük, suikast ve faili meçhul cinayetleriyle
onlarca insanı öldürtmesine paralel olarak, kimilerini kendisinin meydana getirttiği (Menemen
olayı gibi), bu nedenle birçok masum insanın
kanını döktüğü, kimileri de halkın despot diktatörlüğe olan tepkisinden kaynaklanan isyanları
(Şeyh Said isyanı, Çerkez Ethem isyanı,
Çapanoğlu isyanı vb.) bahane ederek binlerce
insanı katletmiştir.
Zorbalık, Kemalist diktatörlüğün ilk ve en
önemli vasfıdır. Bu gerçek, dikta rejiminin en üst
kurumları tarafından açık bir şekilde tescil edilmiştir. Mücâhede Yayınları’ndan çıkan “Hukuk
Zorbalarına Karşı Onur Mücâdelesi” adlı kitapta sistemin zorbalığı ile ilgili şu ifadelere yer verilmiştir:
“Diğer taraftan yukarıdaki sıfatları Türkiye
için, sistemin en üst yargı birimi olan Yargıtay
9. Dairesi ve Yargıtay Başkanı Sami Selçuk Bey
kullanıyorlar. Yargıtay 9. Dairesi, İHD İstanbul
Şube Başkanı’nın T.C. devleti için kullandığı
‘Mafyalaşmış devlet’, ‘Kaba kuvvetin hâkim
olduğu hukuk dışı devlet’, ‘Cinâyet işleyen(câni) devlet’, ‘Suçluları yönetici yapan,
serveti koruyan devlet’, ifadelerini hakaret kabul etmeyerek verilen cezâyı bozmuştur
(10.05.1998 Posta). Yargıtay Başkanı Sami
Selçuk Bey, yazdığı kitabına “Zorba Devletten
Hukukun Üstünlüğüne” adını vermiştir.
Bundan da anlaşılıyor ki, Yargıtay Başkanı ve 9.
Dairesi, sistemin zorbalığını tescil etmişlerdir.
ları üzerindeki işgalini korku üzerinde sürdüren
Kemalizm, halka dayanmadığı, halk tarafından
benimsenip kabul edilmediği için her an halkın
isyanı sonucu yıkılacak endişesiyle her şeyden ve
herkesten kuşkulandı. Hatta öyle ki, Anadolu’yu
işgali sırasında ülkeyi dış düşmanlardan kurtarmaya çalışan ve bir yönüyle kendisine yardımcı
olmuş nice değerli insanlardan bile şüphelenip
korkmaya başladı ve bu kimseleri hain ilan edip
harcamaya çalıştı. Örneğin bunların en meşhurlarından biri Çerkez Ethem’dir. Ülkenin kurtarılmasında birçok kahramanlıklara imza atan
Çerkez Ethem, Kemalist diktatörlüğün halkın
inancına, ahlaki ilkelerine, yaşam felsefesine,
kültür, gelenek ve göreneklerine düşman olduğunu, bu diktatörlüğün halk tarafından istenmediğini anlayınca ona karşı tavır aldı. Ancak bu
tavır alışı Çerkez Ethem’e pahalıya mal oldu. İki
ağabeyi de mecliste milletvekili olduğu söylenen
Çerkez Ethem, dikta rejimi tarafından önce vatan
haini olarak suçlandı, ardından zorba rejimin
saldırısına uğradı. Aynı akıbete birçok kişi daha
uğradı; bunlardan birçoğu ülke dışında vatan hasreti çekerek can verdi. İşte Mehmet Akif Ersoy
bunlardan yalnızca birisiydi. M. Akif Ersoy, nice
fedakârlıklar yapmasına ve T.C.’nin istiklâl(!)
marşını yazmasına rağmen, dış düşmandan görmediği zulmü, başlarına bela ettikleri iç düşman
Kemalist zorbalıktan görmüştür. Akif, kurtuluşu
yurtdışına kaçmakta görmüş ve Mısır’da can vermiştir.
Aynı şekilde Hükümet ortağı ve ANAP Genel
Başkanı Mesut Yılmaz Bey de sistemi “Mitolojik
Haydut Prokrus-tes”e benzeterek, bu haydutun,
kurbanlarını öldürdükten sonra, kısa olanlarını
çekiçle uzattığını, uzun olanlarını ise, testere ile
kesip kısalttığını ifade etmiştir.” (Hukuk Zorbalarına
Karşı Onur Mücâdelesi, Ramazan Yılmaz,
Mücâhede Yayınları, İstanbul 2002, shf. 276)
Ülkenin içinde bulunduğu zor şartlarda hayatlarını hiçe sayarak mücadele eden nice insan,
savaştan sonra Kemalist zorbalığın ihanetine
uğramış, zulüm görmüş, zorba sistem tarafından
düşman ilan edilmiş, hakkında soruşturmalar
açılmış, kovuşturmalar yapılmıştır. Dikta rejimi,
kendi varlığını sürdürmek adına ülkenin seçkin
şahsiyetlerini tek tek harcamıştır.
Onur Mücâdelesi kitabından alıntılanan
ifadelerden de anlaşılıyor ki, sistem ve sistemin
yöneticileri kendi zorbalıklarını kabul etmekte,
bu zorbalığın sistemin temel felsefesi olduğunu
açıkça belirtmektedirler.
Dikta rejiminin Anadolu halkı ve özellikle de
müslümanlar üzerinde estirdiği terör, uyguladığı
şiddet ve baskı, İslâmi değerlere, ahlaki ilkelere,
gelenek ve göreneklere olan düşmanlığı, halkın
bu diktatörlüğe karşı duyduğu kin ve nefreti daha
çok artırmıştır. Halk, diktatör rejime karşı duyduğu kin ve nefretini kimi zaman örgütler
kurarak ortaya koymuş, kimi zaman da despot
rejim taraftarlarını seçim sandıklarında silip
atarak ortaya koymuştur. Demokratik dinin 1950
yılından sonra yapılan tüm seçimlerinde halk,
rejim taraftarı asker ve sivilleri seçim sandıklarına gömmüş, onlara iktidar hakkı vermemiştir. Ancak dikta rejimi, halkın kendisine ve
taraftarlarına vermediği iktidarı, her on yılda bir
yaptığı kanlı ihtilallerle, zorla gasbetmiştir.
Zorbalığı tek çıkar yol, yegane çözüm
zanneden Kemalizm, halkın kendisine olan tepkisini ve halk tarafından gayri meşru görülmesini bastırmak ve halkın gözünü korkutup onu
sindirmek için kanlı eylemlerini şiddet ve terör
estirerek bugüne kadar sürdürmüştür. Ancak zorba sistemin başvurduğu her şiddet ve estirdiği
her terör, hem halkın kin ve nefretini daha çok
artırmış, hem de yeni isyanların çıkmasına neden
olmuştur.
Kurulduğu günden itibaren Anadolu toprak-
Kemalizm’in
Temel Felsefesi
Zorbal›k ve
Yolsuzluk
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
19
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 20
YORUM
Kemalizm’in
Temel Felsefesi
Zorbal›k ve
Yolsuzluk
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
20
Kemalist diktatörlük, sosyal bir düzen
kurup halkın yaşam standartlarını, refah
düzeyini yükselterek, kendisine karşı
biriken kin ve nefreti azaltacak, halk
arasında sosyal adaleti sağlayacak yerde,
tam aksine hareket ederek baskı ve zulmüne, şiddet ve terörüne devam etmiş,
silah ve zorbalıkla halkın duygularını bastırmaya, halkı korkutup sindirmeye çalışmıştır. Her on yılda bir yapılan kanlı ihtilaller, verilen muhtıralar, dikta rejiminin
içinde bulunduğu çıkmazı ve halka gözdağı
verdiğini açıkça göstermektedir. Özellikle
halkın seçip iktidar verdiği başbakanların
kimini darağacında sallandırması, kimilerini cezaevine kapatması, dikta rejiminin
halkla ne kadar ters düştüğünün ve halka
gözdağı verdiğinin birer belgesi, birer
göstergesidir. Ancak Anadolu halkı, dikta
rejiminin bu şantajlarına, gözdağı vermesine, onca baskı ve zulmüne, estirdiği tüm
şiddet ve terörüne boyun eğmemiş, susmamış, tam aksine her vesile ile tepkisini,
kin ve nefretini daha güçlü bir şekilde
ortaya koymuştur.
Türkiye’deki Kemalist diktatörlük
de, tarihteki diğer zorbalar gibi,
baskı ve zulümle işgali altında tut tuğu halk tarafından maddi bir
destek bulamadığından dolayı,
işgalini sürdürmek, varlığını devam
ettirmek için yolsuzluk ve hırsızlık
yapmakta, halkın değerlerini gayri
meşr u bir şekilde gasbedip çalmak tadır. Dikta rejimi, Anadolu halkına
ait olan ülkenin maddi kaynaklarını,
yeraltı ve yerüstü zenginliklerini,
efendisi emper yalist lere ve ülke için deki yandaşı bir avuç burjuva
sınıfına çeşitli hile ve desiselerle
aktarmakta, ülkenin gerçek sahibi
Anadolu halkının aç, sefil ve
perişan olmasına neden olmaktadır.
Anadolu halkı tarihi, nice despot ve diktatörlerin defedildiği, zorbalara hak ettikleri cezaların
verildiği örneklerle doludur. Bu kural, Kemalist
diktatörlük için de geçerlidir ve bu halk, eski
inancına, sarsılmaz imanına kavuştuğu ya da
kavuşturulduğu anda yine eski gücünü ortaya
koyacak ve Kemalist zorbalığın hile ve yalanlarla gasbettiği işgaline son verecek, dikta rejimini,
tarihin çöplüğünde layık olduğu yere, önceki
zorbaların yanına fırlatacaktır. Bu süreç çok
yakındır ve inşaAllah çok kısa bir süre sonra bu
zorba diktatörlük, bu insanlığın yüzkarası ur, AB
sözcüsü Ooslander’ın bile tespit ettiği bu çağdışı,
putperest rejim, kirlettiği temiz Anadolu topraklarından sürülüp çıkarılacak ya da yerin dibine
geçirilecektir. Böylece Anadolu halkı bir zorbadan daha kurtulmanın mutluluğunu yaşayacaktır. Ne mutlu, o günleri görecek gözlere ve o
gözlerin sahiplerine!
YOLSUZLUK–HIRSIZLIK
Kemalizm’in Temel Felsefesi
Meşruiyeti bulunmayan, işgal ve esareti
altında tuttuğu halka dayanmayan, insan hak ve
özgürlüklerine aykırı olan bir sistemin varlığını
korumak için başvurduğu iki yol vardır. Birincisi, yukarıda da belirtildiği üzere, zorbalık, şiddet ve terör; ikincisi ise yolsuzluk ve hırsızlık,
gasp ve sömürüdür. Tarih boyunca tüm diktatör
despotlar, gayri meşru iktidarlarını sürdürmek,
varlıklarını devam ettirmek için bu iki yola, bu
iki iğrenç fiile başvurmuşlardır.
Halka, halkın inanç ve değerlerine dayanmadıkları, saygı göstermedikleri için halk tarafından
en küçük bir destek görmeyen, halkın maddi
yardımından yararlanamayan tüm despotlar, iktidarlarını sürdürebilmek için halkın maddi değerlerini gasbetmişler, bu değerleri usulsüz yollarla
alıp çalarak hırsızlık ve yolsuzluk yapmışlar, bu
hırsızlıklarını örtbas edebilmek için de baskı ve
şiddete başvurmuşlar, halkı sindirmeye çalışmışlardır. Bu, dün öyle olduğu gibi, bugün de böyledir, yarın da böyle olacaktır. Bu tavır, despotizmin mantığıdır. Despotizm ise gelişmemiş beyinlerin ürünüdür.
Türkiye’deki Kemalist diktatörlük de, tarihteki diğer zorbalar gibi, baskı ve zulümle işgali
altında tuttuğu halk tarafından maddi bir destek
bulamadığından dolayı, işgalini sürdürmek,
varlığını devam ettirmek için yolsuzluk ve
hırsızlık yapmakta, halkın değerlerini gayri
meşru bir şekilde gasbedip çalmaktadır. Dikta
rejimi, Anadolu halkına ait olan ülkenin maddi
kaynaklarını, yeraltı ve yerüstü zenginliklerini,
efendisi emperyalistlere ve ülke içindeki yandaşı
bir avuç burjuva sınıfına çeşitli hile ve desiselerle aktarmakta, ülkenin gerçek sahibi Anadolu
halkının aç, sefil ve perişan olmasına neden
olmaktadır. Bugün halkın yüzde sekseninden
fazlası dikta rejiminin uyguladığı yolsuzluk ve
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 21
YORUM
zorbaca politikası yüzünden gayri safi milli
hasıladan yararlanmamaktadır.
Ülke zenginliklerinin gayri meşru yollarla
kendilerine aktarıldığı emperyalist güçler, Kemalist zorbalığı dışarıdan destekleyip işgalini sürdürmesine yardımcı olurlarken burjuva kesimi de
kendilerini semirtip zenginleştiren zorba sistemi
içeriden desteklemektedirler. Dikta rejimi ile
destekçileri arasındaki bu dönüşümlü yardımlaşma, Anadolu halkına çok pahalıya mâlolmaktadır.
İnsan hak ve özgürlüklerini çiğneyen, zorbalık ve yolsuzluğu temel felsefe olarak kabul
eden despotizm, kendisi çağdışı olduğu gibi,
işgali altında tuttuğu hakları da geri bırakır. Bugün bazı ülkeler de hâlâ hüküm süren diktatörlükler, halklarına açlık, sefalet ve gözyaşından
başka bir şey veremediği gibi, o ülkelerin üçüncü dünya ülkesi olarak adlandırılmalarına neden
olmaktadırlar. Bu ülkelerden biri de Türkiye’dir.
Onca zenginliğine, gelir kaynaklarına, coğrafi
konumuna, kültürel varlığına rağmen Türkiye,
seksen yıldan fazla bir zamandan beri Kemalizm’in işgali altında kaldığı ve bu işgal hâlâ
devam ettiği için üçüncü dünya ülkeleri arasındadır. Çünkü ülke zenginliği, halkın refah
düzeyini yükseltmek, çağın teknolojisini satın
almak için değil, zorba sistemin iç ve dış
destekçileri burjuva kesimi ve emperyalizmi kalkındırmak için kullanılmakta, ülke zenginliği onlara akmaktadır.
Bozuk bir yönetimin hayatiyetini ve işgalini
devam ettirmesi, ancak insani özelliklerini yitirmiş, insan hak ve özgürlüklerini hiçe saymış,
hukuk anlayışından mahrum kalmış kimselerin
varlığı ile mümkündür. Bu nedenle Kemalist diktatörlük, uyguladığı bozuk eğitim ve totaliter
yönetim sonucunda bu tür insanların yetişmesini
sağlamış ve bunlar sayesinde işgalini bugüne
kadar, halkın tepkisine rağmen, baskı, şiddet ve
terörle devam ettirmiştir.
Kemalist diktatörlüğün uyguladığı bu bozuk
eğitim sistemi ve çağdışı yönetimi nedeniyle
bugün rejimin tüm kurumları hırsızlık ve yolsuzluklarla gündemin baş sorunlarından biri olarak
karşımızdadır. Neredeyse her gün dikta rejiminin
bir kurumunda, rejimin yöneticilerinin hırsızlıkları, yolsuzlukları su yüzüne çıkıyor. Daha
doğrusu rejimin kurumlarında yıllardır yapılan
yolsuzluk ve hırsızlıklar o kadar çoğaldı ki, artık
kapalı kapılar arkasına sığmadığından sokağa
taştı. Rejimin yolsuzluk ve hırsızlık yapmamış
yöneticisi, soruşturma görmedik kurumu kalmadı. Rejimin baş kurumu cumhurbaşkanlığından meclisine, başbakanlığından bakanlığına,
sağlık sektöründen enerji sektörüne, yerel yönetimlerinden en küçük birimine kadar hemen hemen tüm kurum ve kuruluşlarında hırsızlık ve
yolsuzluklar yapıldı.
Dikta rejiminin askeri kanadındaki hırsızlık ve
yolsuzluklar üzerine gidilmedi. Bunun nedeni,
bu kurumun temiz oluşu ya da yolsuzluk yapmayışı değil, bu kurumun üstüne gidebilecek
mangal yürekli soruşturmacıların olmayışıdır.
Genel Kurmay’da kurmay bir albayın ya da generalin önünde yerde diz çöküp kendilerine verilen talimatları birer emireri gibi tekrarlayıp kabullenen ve adliye, daha doğrusu zulüm binasında
bu talimatları yerine getiren savcı ve hakim sıfatlı
hangi yürekli, efendi edindiği askerlerden hesap
soracak, onların yaptıkları yolsuzlukları araştıracak?! Böyle bir şeye kalkışacak hakim ve savcı
kılıklı biri, kendi mezarını kendisi hazırlamış demektir. Susurluk komisyonu savcısı ile o zamanın
başbakanlarından Mesut Yılmaz, aynı ağızdan,
soruşturmayı bir yere kadar götürdüklerini, ondan sonrasını soruşturmaya güç yetiremediklerini
söylüyorlardı. Soruşturmanın “ondan ötesi”nin
adresi belliydi... ancak o adrese gitmeye yürek
isterdi!
Bugün üçüncü dünya ülkelerinde bile askerlerin dokunulmazlıkları kaldırılıyor, yolsuz ve
hırsız, zalim ve despot askerlerden hesap soruluyor. İşte Şili ve Arjantin... Son olarak bu iki
ülke de askerlerden hesap sormak için onların
dokunulmazlıklarını kaldırıyorlar. Ancak maalesef Türkiye, çağın çok daha gerisinde kaldığı için
hâlâ askerlerden hesap sorma yürekliliğini ortaya
koyacak durumda değildir. Tıpkı dünyadaki tüm
putlar tek tek yıkılıp totemciliğe putçuluğa son
Kemalizm’in
Temel Felsefesi
Zorbal›k ve
Yolsuzluk
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
21
Bozuk bir yönetimin hayatiyetini ve
işgalini devam ettirmesi, ancak
insani özelliklerini yitirmiş, insan
hak ve özgürlüklerini hiçe saymış,
hukuk anlayışından mahrum kalmış
kimselerin varlığı ile mümkündür. Bu
nedenle Kemalist diktatörlük, uyguladığı bozuk eğitim ve totaliter yönetim sonucunda bu tür insanların
yetişmesini sağlamış ve bunlar
sayesinde işgalini bugüne kadar,
halkın tepkisine rağmen, baskı,
şiddet ve terörle devam ettirmiştir
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 22
YORUM
verilirken, Türkiye’de hâlâ her okulun önünde,
her resmi daire içinde bulunan putların yıkılmadığı gibi. Daha ilköğretim birinci sınıfından itibâren Anadolu’nun tertemiz çocuklarına, körpecik
dimağlara putperestlik aşılanıyor, puthanelere
gidiliyor, putlar önünde merasim adı altında putlara tapınma ve tazim törenleri düzenleniyor.
Dikta rejimi, uyguladığı putçu, materyalist,
ateist ve bozuk eğitim sistemi ile kendi zorba ve
hırsız karakterine uygun elemanlar yetiştirdi. Bu
yetişen elemanlar, geldikleri ya da getirildikleri
her makamda hırsızlık ve yolsuzluk yaptılar. Dikta rejiminin bugüne kadar Başbakanlık görevinde bulunmuş hemen herkesin haklarında açılmış
yolsuzluk ve hırsızlık dosyaları mevcuttur. Bunlara bir de aynı karakterdeki bakanlar, genel müdürler ve idare amirleri katıldığı zaman rejimin
yapısı ve kimliği daha iyi bir şekilde anlaşılıyor.
Kemalizm’in
Temel Felsefesi
Zorbal›k ve
Yolsuzluk
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
22
Kemalizm, suçluların, yolsuzların, hırsızların
yönetimine izin veren, böyle olmayanlara yönetme hakkı vermeyen bir sistemdir. Ülkenin maddi kaynaklarını kardeşlerine ve yeğenlerine
peşkeş çeken Süleyman Demirel’den neredeyse
her karış toprağın tapusunu kendi üzerine çıkaran
Tansu Çiller’e, kardeşi Turgut’la beraber yolsuzluğun zirvesine ulaşan Mesut Yılmaz’dan
halkın mücevherlerini, yoksullara yapılan yardım
paralarını gabedip 150-200 kg altın biriktiren,
saray ve köşkler edinen Necmettin Erbakan’a,
ailesini ve çevresini semirtip zenginleşen Turgut
Özal’ından İstanbul Belediyesi’ni soyup soğana
çeviren ABD’nin son kuklası R.T. Erdoğan’ına
kadar mesleğinde yetişmiş tüm hırsızlar, dikta
rejimi tarafından yetiştirilip başbakanlığa getirilmiştir.
Materyalist, ateist ve putperest bir eğitim sistemi ile Anadolu halkının inanç değerlerine, ahlak ilkelerine, yaşam felsefesine, kültür, gelenek
ve göreneklerine saldıran dikta rejimi, genç nesilden birçoğunu saptırdı; ateist, materyalist ve
tüm değerlerine yabancılaşan, Batı emperyalizmine, Batı kültür ve değerlerine hayran, Batı’yı
ilah edinen bir nesil yetiştirdi. Kendi öz değerlerine, inanç ve kültürüne yabancılaşan bu Batı
hayranı soysuz ve köksüz nesil, kapitalizmin
“bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler” felsefesini
esas alarak yetiştiler. Bu felsefe ile yetişen cumhuriyet çocukları, bu felsefenin gereği olarak
istedikleri gibi çalıp soydular, gayri meşru bir
şekilde toplumun maddi değerlerini gasbedip
semirdiler. Bugün birbiri ardına ortaya çıkan yolsuzluklar, dikta rejiminin yetiştirdiği bu bozuk,
dinsiz, materyalist ve çıkarcı neslin yolsuzluk-
larıdır. İşin garip yanı, bu yolsuzlukları ortaya
çıkaranlar, dürüst, ilkeli, vatanperver, toplumu
düşünen, Allah’tan korkan insanlar oldukları için
yolsuzlukları ortaya çıkarmıyor; tam aksine yolsuzluk yapanlardan çok daha hırsız ve yolsuz
oldukları için, kendi hırsızlıklarını örtbas edebilmek ve yeni yapacakları hırsızlık ve yolsuzluklara zemin hazırlamak, en önemlisi de zedelenen çıkarlarını düzeltmek için diğer hırsızların
ve yolsuzluk yapanların üzerine gidip onların
kirli çamaşırlarını ortaya çıkarıyorlar. Bu hırsızlar
ve yolsuzlar, bazen de aralarında ittifaklar
oluşturup hırsızlıklarını gizlemeye çalışıyorlar.
Örneklendirecek olursak:
1- İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ve yan
kuruluşlarını soyup soğana çeviren, hakkında
onlarca hırsızlık ve yolsuzluk dosyası bulunan
AKP (= Amerikan Kuklaları Partisi) başkanı
Erdoğan ve kendisi gibi hırsızlık ve yolsuzluklarla donanmış yandaşları, şimdi eski Başbakan
Ecevit’i ve yardımcılarını sorgulamaya çalışıyorlar. Üstelik kendilerinin hırsızlıkları ve ülkeyi
soymaya çalışmaları halen devam ettiği halde...
Erdoğan ve AKP(= Amerikan Kuklaları Partisin)’deki diğer elemanları, ülkenin soyulacak
yeri kalmamış olacak ki, şimdi de orman arazilerini yemeye ve soymaya çalışıyorlar. Aslında
önceden çaldıkları orman arazilerini şimdi (sözümona) meşrulaştırmak için uğraşıyorlar. Maliye’yi teslim ettikleri baş hırsız Unakıtan’ın çaldığı orman arazileri, halen güncelliğini koruduğu
şu günlerde orman arazileri kanununu çıkarmak
için çırpınmaları ve yolsuzluklar üzerine gittiklerini (!) söylemeleri, Amerikan Kuklaları Partisi’nin elemanlarının hırsızlıklarını örtbas etmekten başka bir şey değildir.
2- Yolsuzluğu ve hırsızlığı ile gündemden
düşmeyen, hakkında açılmış onlarca hırsızlık ve
yolsuzluk dosyası bulunan Çiller, düşmanı olduğu ve kendisi gibi bir hırsız ve yolsuz olan,
Bosna’daki zavallı insanlar için toplanan paraları
gasbedip çalan Erbakan’la, hırsızlıklarını ve yolsuzluklarını örtbas edebilmek için koalisyon
hükümeti kurdu.
3- Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller, daha önce
bir kaç oy uğruna birbirlerini yiyip dururlarken,
meclise girdikten sonra hırsızlık ve yolsuzluklarını örtbas edebilmek için koalisyon hükümeti
kurdular.
Bu hırsızlık ve yolsuzluklar, yaza yaza bitirilecek bir şey değildir. Çünkü bataklığın, varolduğu sürece, sivrisinek ürettiği gerçeği gibi, bu
soyguncu, hırsız, zorba düzen, halkın inanç de-
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 23
YORUM
Anadolu halkı, bu soyguncu ve zorba
düzeni başından defedip atmadıkça ne
soygunlar, hırsızlık ve yolsuzluklar
biter, ne de soyguncular ve hırsızlar
biter. Aksi halde soygun ve hırsızlığın
biri biter, diğeri başlar ya da soyguncu
ve hırsızın biri gider diğeri gelir ve halk
kaz gibi yolunmaya ve soyulmaya yine
mahkum olur. Bunun için yapılacak tek
şey, İslâm’a yönelip yeniden iman
etmek, İslâm’ın şerefiyle şereflenmek,
İslâmi bir kimlik kuşanıp zorba ve soyguncu düzene karşı tavır almaktır. Bu
tavır, en basitinden, zorba ve soyguncu
düzene oy vermemek, sistem için taze
kan olan seçimlere katılmamaktır.
ğerlerine, ahlak ilkelerine, yaşam felsefesine,
gelenek ve göreneklerine aykırı ve düşman eğitimini sürdürdüğü sürece daha çok soysuz ve köksüz nesiller yetiştirilecektir. Bu hırsızlıkların, yolsuzluk ve soygunların bitmesi, ancak bu soyguncu, yağmacı ve hırsız düzenin yokedilmesi ile
mümkündür.
Türkiye’deki yağmanın, talanın, soygunun,
hırsızlık ve yolsuzluğun temel nedeni, ülkeyi seksen yıldan fazla bir süreden beri işgal eden
Kemalist diktatörlüktür. Anadolu’nun saf evlatlarını, uyguladığı materyalist ve ateist eğitim
sonucunda öz değerlerinden, inanç ve kültüründen koparmış, onuncu yıl marşında da itiraf ettiği
gibi “on yılda” on bin bozuk ürün yetiştirmiştir.
Bu bozuk ve materyalist eğitimden etkilenmeyen
kimi insanları da sistemde belli yerlerde
görevlendirdikten sonra bozmuş, insani özelliklerinden uzaklaştırmıştır. İşte bugün sistemin
tepesinde göstermelik ya da sembolik olarak
oturtulan A. Necdet Sezer...! Bu şahıs, Cumhurbaşkanı olduğu ilk günlerde Anadolu insanlarına
has özellikleriyle hareket ediyor, olması gereken
ve halk tarafından beğenilen tavırlar sergiliyordu.
Ancak bu güzel tavırları uzun sürmedi ve
“devletin malı deniz...” felsefesine uyarak o da
tıpkı halefleri diğer başkanlar gibi, tüyü bitmeyen
yetimlerin hakkına el uzatıp Çankaya
Köşkü’nü firavunlara yakışır bir şekilde
donattı; o mütevazı Sezer, birdenbire değişmiş, halkın parasıyla köşke en lüks ve
pahalı malları almıştı. İşte bu bozuk ve
kokuşmuş Kemalist zorbalığın insanı getirdiği nokta!...
Anadolu halkı, bu soyguncu ve zorba
düzeni başından defedip atmadıkça ne
soygunlar, hırsızlık ve yolsuzluklar biter,
ne de soyguncular ve hırsızlar biter. Aksi
halde soygun ve hırsızlığın biri biter,
diğeri başlar ya da soyguncu ve hırsızın
biri gider diğeri gelir ve halk kaz gibi
yolunmaya ve soyulmaya yine mahkum
olur. Bunun için yapılacak tek şey,
İslâm’a yönelip yeniden iman etmek,
İslâm’ın şerefiyle şereflenmek, İslâmi
bir kimlik kuşanıp zorba ve soyguncu
düzene karşı tavır almaktır. Bu tavır, en
basitinden, zorba ve soyguncu düzene
oy vermemek, sistem için taze kan olan
seçimlere katılmamaktır. Çünkü demokratik dinin bir gereği ve Kemalist diktatörlüğün hayat kaynağı olan seçime
katılmak, zorbalığın ve hırsızlığın devam
etmesine katkıda bulunmak olduğu gibi
aynı zamanda şirk ve küfürdür ve katılanların müşrik ve kafir olarak cehennemde ebediyyen yanmalarına neden olacaktır.
“Küfre rıza küfürdür” gerçeğini Anadolu
halkı çok iyi bilir. Bu küfür ve kokuşmuş düzenin
devam etmesi, genç nesillerden daha birçoklarının özbenliklerinden, inanç, kültür, gelenek ve
göreneklerinden uzaklaşarak yozlaşması, hırsızlığın, yolsuzluğun, gasp ve soygunun sürmesi, halkın mallarının talan ve yağma edilmesi, zorbalık
ve despotluğun azgınlaşarak artması demektir.
Artık bu zulüm bitmeli, Anadolu halkı layık
olduğu özgürlüğe, huzur ve güvene, zenginlik ve
bolluğa, rahmet ve berekete kavuşmalıdır. Bunun
için yapılacak şey, bir an önce İslâmi değerlere,
Kur’âni gerçeklere yönelmek; şeref, mutluluk ve
saadeti İslâm’da aramaktır.işte bu, gerçek kurtuluştur!...
Kemalizm’in
Temel Felsefesi
Zorbal›k ve
Yolsuzluk
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
23
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 24
PERSPEKT‹F
Daveti T afl›mada
Allah’›n Y ard›m›
Mahmud Abdullatif UVEYDA
‹
Daveti
Tafl›mada
Allah’›n
Yard›m›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
24
slam davetini taşıyan bir kimsenin,
istisnalar haricinde daveti taşıma noktasında, peygamberler gibi çalışması
gerekir. Allahû Teâlâ’nın göndermiş olduğu tüm
peygamberler ise dinin aslında, akidede en güzel
örnektirler. İşte bu bağlamda, Allah’ın, nebîlerine ve rasullerine yardımı konusuna değinilmesi
gerekmektedir. Allah(cc), nebîlerine ve rasullerine yardım ettiği gibi, davetini taşıyanlara da
yardım eder. Ancak Allah(cc) tarafından gelecek
olan bu yardım, nasıl ve ne zaman gelecektir?
İşte bu sorular konu ile ilgili âyetlerin incelenmesini, ele alınmasını gerektirmektedir.
“Nuh’da daha önceleri bize niyaz etmişti.
Onun duasını kabul edip kendisini ve ailesini
büyük bir sıkıntıdan kurtardık. Âyetlerimizi
yalanlayan kavme karşı, O’na yardım ettik.
Doğrusu onlar fena bir kavimdi. Ve hepsini
suda boğduk.”
(Enbiyâ Sûresi: 21/76-77)
Kur’an’da nebîlerin ve rasullerin kıssaları
incelendiği zaman, Allah’ın onlara yardımının üç
şekilde geldiği görülür:
“(Lut) Dedi ki: Rabbim bozgunculara karşı
bana yardım et.”
(Ankebût Sûresi: 29/30)
1- Karşıtlarına, kavmine ve kendisine inanmayanlara karşı bizzat nebînin kendisine
yardım.
“Öyle ki peygamberler ümitsizliğe düşüp
yalanlandıklarını sandıkları bir sırada onlara
yardımımız gelmiştir. Böylece dilediğimizi kurtarırız. Azabımız suçlu kavimden geri çevrilmeyecektir.”
(Yusuf Sûresi: 12/110)
2- Davetine veya taşıdığı fikre yardım.
3- Hem nebînin kendisine hem de davetine
yardım.
Allah(cc), nebîleri olan Nûh’a, Hûd’a, Salih’e, Şuayb’a ve Lût’a; kavimlerine karşı
yardım etmiş, kavimlerini helak etmiş; azabın
çeşitli türleri ile onları yerle bir etmiştir. Bu,
yardımın birinci türünü oluşturmaktadır. Yani
bizzat nebînin kendisine yardımdır.
Allah(cc), nebîlerinden Yunus ve Mûsa’nın
taşıdığı fikre ve davete yardım etmiş, hem
Yunus’un hem de Mûsa’nın kavmi iman etmiştir.
Bu ise yardımın ikinci türünü oluşturmaktadır.
Allah(cc), Nebîsi Muhammed(sav)’e; Kureyş’den, yahudilerden, yarımada ve civarında
bulunan diğer Araplardan olan düşmanlarına
karşı yardım etmiştir. Yine taşıdığı düşünceye,
davetine, dinine yardım etmiş, Araplar ve diğer
insanlar İslâm’a inanmışlardır. Bu ise yardımın
üçüncü türünü oluşturmaktadır.
Allah Subhanehû, ya nebîsine, ya nebîsine
indirdiği şeriata veya hem kendisine hem de
şeriatına yardım eder. Bu mesele, konuya delâlet
eden çok sayıdaki âyetlerin ortaya konulmasını
gerektirmeyecek kadar açıktır.
Nebîlere ve rasullere gelen bu yardımlar ya
Alemlerin Rabb’ine nispet edilir ya da bu
nebîlere ve rasullere yardım eden insanlara nispet edilirler. Her iki duruma delâlet eden bir çok
ayet vardır. Birinci duruma delâlet eden âyetler
şunlardır:
İkinci durumu ilgilendiren âyetler ise
şunlardır:
“İman edip hicret edenler, Allah yolunda
mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve
muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler… İşte bunlar birbirinin dostudurlar. İman
edip hicret etmeyenlerle, hicret edinceye kadar
sizin dostluğunuz yoktur. Fakat din uğrunda
yardım isterlerse yardım etmek üstünüze borçtur. Şu kadar ki sizinle aralarında anlaşma
bulunan bir kavim aleyhinde değil. Allah
işlediğinizi hakkıyla görücüdür.”
(Enfâl Sûresi: 8/72)
“...O peygambere inanıp ona saygı gösteren,
yardım eden, onunla birlikte gönderilen nura
uyanlar yok mu… Murâda erenler işte
onlardır.”
(Âraf Sûresi: 7/157)
“Hani Allah peygamberlerden ahid almıştı.
And olsun ki size Kitab’ı, hikmeti verdim.
Sonra sizde olanı tasdik edecek bir peygamber
geldiğinde mutlaka ona inanacak ve yardım
edeceksiniz...”
(Ali İmran Suresi: 3/81)
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 25
PERSPEKT‹F
Görüldüğü üzere birinci gruptaki âyetlerde
yardım Allah’a nispet edilirken, ikinci gruptaki
âyetlerde ise insanlara nispet edilmektedir.
Allah(cc), nebîlerine ve rasullerine yardım
ettiği gibi bu nebîlere ve rasullere inanan, Allah’a
itaat eden mü’minlere de yardım edecektir. Yani
nebîlerin şeriatına inanan, getirdiği hükümlere
bağlı kalan, emirlerine itaat eden ve
yasaklarından da sakınan kimselere Allah’ın
yardımı gelecektir. Bir başka anlamda, davet
taşıyana –ki burada söz konusu odur– Allah
Subhanehû’nun yardımı inecektir. Allah(cc),
şöyle buyurmaktadır:
“Muhakkak ki biz elçilerimize ve iman
edenlere hem dünya hayatında, hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde yardım ederiz.”
(Gâfir Suresi: 40/51)
Davet taşıyıcılarına yardımın/zaferin bu türlerden yalnızca biri ile ineceğini söylemek veya
iddia etmek doğru değildir. Böyle bir söz söylemek ve iddiada bulunmak doğru olmadığı gibi
câiz de değildir. Çünkü davet taşıyıcılarına gelecek olan yardımı sadece belirli bir durumla tahsis
edici bir delil olmadan, bu türlerden birisi ile tahsis etmek şer'î bir çıkarım değil bilakis aklî bir
çıkarımdır. Dolayısıyla daveti taşıyanlar, şer'î
hükme muhalefet etmekten sakınmalıdırlar.
Mü’minlere inecek olan yardımın/zaferin Allah
katında olduğu; arzulara ve akli çıkarımlara tâbi
olmaktan uzak durulup; Allah’a itaat ederek,
hükümlerine bağlanıldığında, daveti taşıyanlara
yardım edeceği unutulmamalıdır.
Yardımın/zaferin Allah katında ve Allah’ın
elinde olduğu âyetlerde şöyle belirtilmektedir:
“Bu yardımı Allah size sırf bir müjde olsun ve
Allah Subhanehû, mü’minlere olan yardımını,
kalpleriniz bununla yatışsın diye yaptı. Yoksa zabelli bir sıralamaya tabi tutmaktadır. Yani davet
fer, ancak Aziz ve Hakim olan Allah’tandır.”
taşıyıcılarının yaptıkları gibi, dinin
(Âl-i İmrân Sûresi: 3/126)
hükümlerine bağlı kalanlara yar“Muhakkak
dım edecektir. Çünkü davet
“...Hatta peygamber ve betaşıyıcısı, bağlılık ve itaat
raberlerindeki mü’minki b iz e lçilerimize v e
açısından zirvede bulunler, Allah’ın yardımı
maktadır.
zaman, diyorlardı.
iman e denlere h em d ünya neBiliniz
ki Allah’ın
Buraya kadar anlayardımı
elbette ki
tılanları özetleyecek hayat›nda, h em d e flahitlerin
pek
yakındır.”
olursak; Allah Subha(Bakara Sûresi 2/214)
nehû, nebîlerine ve raflahitlik e decekleri g ünde
sûllerine; Nuh, Hûd,
“Allah’ın yardımı ve
yard›m e deriz.”
Salih, Şuayb ve Lût
fetih geldiğinde...”
(as)’da olduğu gibi doğru(Nasr Sûresi: 110/1 )
Gâfir Suresi
dan yardım etmiştir. Veya bi“Rahman’ın azabından sizi
zim Rasûlümüz (sav)’de olduğu
51. Âyet
kurtaracak kimdir? Yoksa şu orgibi başkaları aracılığı ile yardım etdunuz mu? Kafirler ancak aldanma içindemiştir. Zirâ Allah(cc), Medine halkı aracılığı ile
dirler.”
Rasülü’ne yardım etmiş ve onları “Ensar” olarak
(Mülk Sûresi: 67/20)
isimlendirmiştir.
“Allah’tan başka yardım edecek adamları
Allah Subhanehû, Nûh, Hûd, Salih, Şuayb ve
da yoktu. Kendi kendini de kurtaramadı.”
Lût (as)’da olduğu gibi bizzat kendilerine yardım
(Kehf Sûresi: 18/43)
etmiş; Musa ve İsa(as)’da olduğu gibi hem kendisine hem de şeriatına yardım etmiştir. Allah
“Nihâyet onu da sarayını da yerin dibine
Subhanehû’nun kudreti, bazı nebîlerde, rasulgeçirdik. Allah’a karşı kendisine yardım edecek
lerde olduğu gibi bazen hayatlarında, İsa(as)’da
kimsesi de yoktu.”
(Kasas Sûresi 28/ 81)
olduğu gibi bazen ölümlerinden sonra yardım
etme şeklinde tecelli etmiş ve göğe yük“Göklerin ve yerin mülkünün, hakikaten
seltmesinden sonra İsa(as)’ın şeriatı muzaffer
Allah’ın olduğunu ve sizin için Allah’tan başka
olmuştur. Aynı hal daveti taşıyanlar için de geçerbir sahip ve yardımcı olmadığını bilmez
li olmuştur. Bazen Allah’ın yardımı doğrudan
misiniz?”
(Bakârâ Sûresi: 2/ 107)
doğruya gelmiş; bazen de başkaları aracılığı ile
yardım ederek onlara zafer vermiştir.
Şimdi zaferin yalnızca Allah’ın elinde olduğuna ve Allah’ın emri olmadan da zafer gelmeYardım/zafer, bazen hayatlarında iken kendileryeceğine göre acaba müslümanlar, bu zaferin seine, bazen de öldükten sonra onların davetlerine
beplerine sahip midir, yoksa yalnızca şartlarına
gelmiştir.
Daveti
Tafl›mada
Allah’›n
Yard›m›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
25
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 26
PERSPEKT‹F
Daveti
Tafl›mada
Allah’›n
Yard›m›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
26
mı sahiptirler? Bir başka ifade ile; müslümanlar,
bu zaferin sebepleri aracılığıyla diledikleri
zamanda ve diledikleri şekilde yardımı indirebilirler mi? Yoksa iş böyle değildir ve de müslümanlar ne yaparlarsa yapsınlar, nasıl uğraşırlarsa
uğraşsınlar; zaferin/yardımın iniş vaktini ve keyfiyetini belirlemeye sahip değildirler ve sadece
Allah(cc)’ın takdir ettiği zamanda ve keyfiyette,
onlara zaferi ikram edeceği gerekli olan şartları
gerçekleştirme gücüne mi sahiptirler?
Zaferle/yardımla alakalı âyetleri inceleyen
kimse, bu âyetlerden, zaferin tıpkı rızık gibi
Allah’ın kazası olduğu sonucunu çıkarır. Zafer,
tıpkı rızık emri gibi yalnızca Allah’ın elindedir.
Nebîler ve rasullerden olsa bile Allah’ın kazası,
insanların değil Allah’ın elindedir. Rızık bir kaza
olduğu gibi; ömür, yağmurun ve zaferin inmesi
de kazadır. Kaza ise, yaratılanlardan herhangi bir
kimsenin elinde değil yalnızca Allah(cc)’ın
elindedir. İnsan, rızkını, zamanını ve miktarını
tahdit etmeye, ömrünün uzunluğunu ve kısalığını
belirlemeye, yağmurun inme zamanını ve miktarını tespit etme gücüne sahip olmadığı gibi;
zaman ve miktar olarak zaferin/yardımın inmesini sağlama gücüne de sahip değildir. Zira bunların tamamı kazadır. Konu, Allah’ın hükmettiği
diğer kaza türlerinden birisi olması açısından ele
alındığı zaman, herhangi bir kimsenin, zaferi doğuracak bir sonucun sebeplerine sahip olmadığı
görülür. Eğer zafer, herhangi bir insanın elinde
olmuş olsaydı istenilen sonucu doğuracak sebepleri getirmekten geri durmazdı. Nebîler ve rasuller, ihtiyaç duydukları anda bunu hemen
indirirlerdi. Nebîler ve rasuller bile zaferi elde
etme sebeplerine sahip olmadıklarına göre,
mü’minlerin sahip olmaları kesinlikle söz
konusu değildir. Allah(cc), şöyle buyurmaktadır:
“Öyle ki peygamber ümitsizliğe düşüp yalanlandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmişti. Böylece istediğimizi kurtarırız. Azabımız
suçlu milletten geri çevrilmeyecektir.”
(Yusuf Sûresi: 12/110)
“(Nûh) da Rabbine yalvarmış; ben yenildim
bana yardım et, demişti.”
(Kamer Sûresi: 54/10)
Ancak izzet sahibi olan Allah (cc) mü’minlere olan yardımın inmesi için birtakım şartlar
koymuştur. Yani dinin hükümlerine bağlı
kalmalarını, emrettiği her hususta O’na itaat
etmelerini şart koşmuştur. Dolayısıyla müslümanlar, Allah tarafından konulan şartları yerine
getirdikleri zaman onlara yardımını indirir. Aksi
takdirde Allah, onları rezil eder, yardımını çeker
ve onlar da ne kendileri ne de başkaları aracılığı
ile bu yardımın inmesine güç yetiremezler.
Eğer zafer Allah Nebî’si Nûh’un kudretinde
olmuş olsaydı, dilediği zaman bunu elde eder ve
şu şekilde denilmezdi:
“Yoksa siz sizden evvel geçenlerin hali sizin
başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı geldi
ve sarsıntıya uğradılar ki; hatta peygamber ve
beraberinde bulunan mü’minler, -Allah’ın
yardımı ne zaman?- diyorlardı. Gözünüzü açın
Allah’ın yardımı pek yakındır.”
(Bakara Suresi: 2/214)
Evet, eğer zafer Rasul (sav)’in elinde olmuş
olsaydı böyle söylenmezdi. Allah (cc), şöyle
buyurmaktadır:
Görüleceği üzere yardım/zafer bütünüyle
Allah’ın kudreti altındadır. Yardım sebeplerinin
nebîlerin elinde olduğunu iddia eden kimsenin,
şer'î bir delil getirmesi gerekir.
“Ey iman edenler! Allah’a (dinine) yardım
ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabitleştirir.”
(Muhammed Sûresi: 47/7)
Bu âyet ise, kesinlikle insanların sebeplere
sahip olduğu iddiasına delil olmaz. Üstelik Rasul
(sav) yardım indirme sebebine sahip olmuş olsaydı, aşırı bir şekilde ihtiyaç duyduğu, şiddetli
bir şekilde sarsıldıkları ve ashabın çeşitli tahminlerde bulundukları Uhud Savaşı’nda hemen yardımı indiriverirdi. Bu durum, âyette şöyle anlatılmaktadır:
“Hani onlar size yukarınızdan ve aşağınızdan gelmişlerdi; gözler de dönmüştü, gözler ağızlara gelmişti; Allah için çeşitli tahminlerde
bulunuyordunuz. İşte orada inananlar denenmiş ve çok şiddetli sarsıntıya uğratılmışlardı.”
(Ahzab Sûresi: 33/10-11)
Hak ve doğru olan, tartışma kabul etmeyen
şeydir. Doğru ise kendisinden sapılması istenilmeyecek olandır ki, bu da zaferin/yardımın
tıpkı rızıkta, ömürde ve yağmurun inmesinde olduğu gibi, yalnızca Allah’ın elinde olduğu
gerçeğidir. Allah’ın mü’minlere olan yardımı bizim isteğimize bağlı olmadığı gibi Allah için de
böyle bir şey söz konusu olamaz.
“Eğer Allah size yardım ederse, artık sizi
mağlup edecek yoktur. Sizi yardımsız bırakırsa
ondan başka size yardım edecek kimdir?
Mü’minler sadece Allah’a güvenip dayansınlar.”
(Ali İmran Suresi: 3/160)
Öyleyse mü’minler, Allah’ın yardımını alabilmek için bu yardımın inmesini gerektirecek
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 27
PERSPEKT‹F
şartları hazırlamalıdırlar. Şart tahakkuk ettiğinde,
Allah’ın yardım vaadi tahakkuk edebilir. Şartı
hazırlamazlarsa, Allah onları rezil eder ve onlara
yardım etmez. Bu nedenle müslümanların şu
âyete kulak vermeleri gerekir:
“Ey iman edenler! Eğer Allah’a (dinine)
yardım ederseniz, Allah da size yardım eder ve
ayaklarınızı sabitleştirir.”
(Muhammed Sûresi: 47/7)
çabaların sağlıklı hale getirilmesinden sonra
yardım gelebilir, umulabilir. İslâmi hareketin
öncüleri, İslâm ordusunu, savaşmak için yapılması gereken askeri sorumlulukları, güçleri oranında sağlıklı bir şekilde yerine getirmedikçe,
şer'î vazifeleri yapmaya kalkışmaları yeterli
olmadığı gibi; tıpkı Rasûlullah(sav)’in yaptığı,
doğru/sahih bir şekilde daveti taşıma işlevine
girişmeksizin şer'î emirlere ve yasaklara uymak
ve
yalnızca Allah için çalışmış olmak da yeterli
Bu âyette Allah(cc), bize yardım etmesi için
değildir.
Yalnızca ibadet etmek, Allah için ihlâslı
dinine yardım etmemizi şart koşmaktadır. Biz
olmak
ve
haramlardan sakınmak da yeterli
dinine yardım edersek Allah da bize yardım eder,
değildir. Bunların yanında bir de güzel çalışmak,
yardım etmezsek bizi rezil eder ve yardımını çekgayeye ulaşmaya götürecek vesilelere ve metoder. Bu durum, âyette yer alan (in) şart edatından
lara ittiba etmek lazımdır. Zira biz, Allah’ın bize
kaynaklanmaktadır. “Allah’ın dinine yardım ederyardım ikramında buseniz” ifadesi, “Allunmasını istiyorsak,
lah’a (dinine) yardım
Öyleyse mü’minler, Allah’ın
bunların tamamı, yeetmek üzerinize şartyardımını alabilmek için bu
rine getirmemiz getır”, anlamına gelmektedir. Bunun bir yardımın inmesini gerektirecek reken şartlar içerisinbaşka anlama yorumde yer almaktadır.
lanması doğru değildir. şar tları hazırlamalıdırlar. Şar t
Gayemiz ister hilâfeti kurmak olsun, istahakkuk ettiğinde, Allah’ın
Yukarıda da dediterse savaş yapmak
ğimiz gibi Allah’a
yar
dım
vaadi
tahakkuk
edebilir
.
olsun durum değişyardım etmemiz: O’nun
mez. Bu nedenle daŞar tı hazırlamazlarsa, Allah
emirlerine bağlı kalveti taşıyanın, zaferin
mamız, yasaklarınonları
r
ezil
eder
ve
onlara
yar
dım
Allah’a ait bir kaza
dan sakınmamız, itaat
etmemiz ve bu uğur- etmez. Bu nedenle müslümanların olduğunu ve bu yardımın inmesi için birda çaba göstermemiz
şu
âyete
kulak
vermeleri
ger
ekir:
takım şartların bulunanlamına gelmektedir. Eğer emirlerinin “Ey iman edenler! Eğer Allah’a duğunu bilmesi kaçınılmazdır. Bunların
tamamını uygular ve
(dinine) yardım ederseniz,
hiçbirisi, daha fazla
gücümüz nispetinde
uğraşıldığında veya
de emirlerini hazırlaAllah da size yardım eder
önem verildiğinde,
maya çalışırsak, Alve ayaklarınızı sabitleştirir.” görevler yapılıp halah(cc) bize yardım
ramlardan sakınıldıeder. Eğer bunlardan
(Muhammed Sûresi: 47/7)
ğında kesin sonuca
herhangi birisinin ingötürecek sebeplerden değildir. Bizler, yardıfazında kusur gösterirsek, Allah(cc) bize yardım
mın/zaferin yalnızca Allah’ın elinde olduğunun;
etmez. Zaferle ilgili olan tüm unsurlar için bu
durum geçerlidir. Çünkü bunlar yardımın sebephazırlanması gereken şartların tamamını tahakkuk
leri değil, şartlarıdır.
ettiren kimseye bu zaferi nasip edeceğinin bilincinde
isek, yardımın bizden uzaklaşmasına yol
Buna göre davet taşıyıcıları Allah katından
açacak
kusurlardan
şiddetle kaçınmak durumunkendilerine zaferin inmesini istiyorlarsa, yardıda
olduğumuzu
anlarız.
Bu kusurlar, noksanmın inmesi için gerekli olan şartları gerçekleşlıklar;
ister
ibadetler,
itaat
veya gayeye ulaşmayı
tirmelidirler. Bunlardan herhangi birisini hafife
sağlayacak
sahih
vesilelerdeki
eksiklikler olsun,
alamazlar, aksi halde yardım gelmez. Bu şartlar
isterse
metoda
tabi
olmamak
şeklinde
olsun fark
ise, İslâm akidesine ve hükümlerine bağlı kalıyoktur,
bunların
tamamı
kusurdur,
hatadır;
narak ve gereğince yaşamakla, Allah’ı razı etyardımın
inmesinden
önce
hazırlanması
gereken
mekle yani Allah’a (dinine) yardım etmeye yöneşartların
gerçekleşmemesi
demektir.
lik iş yapmakla hazırlanır. Bunlardan veya
Birinci noktaya –ibadetlerde ve itaatlerin kusumücadele için yapılan sağlıklı hazırlıklardan ya da
runa–
Tevbe Sûresindeki şu âyeti örnek verebiliriz:
davet taşıyıcılarının daveti taşıma esnasında güç“Andolsun
ki Allah, size bir çok savaş yerleri oranında ortaya koydukları çabalardan ve bu
Daveti
Tafl›mada
Allah’›n
Yard›m›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
27
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 28
PERSPEKT‹F
lerinde ve sayınızın çokluğundan
hoşlanıp övündüğünüz; fakat çokluğunuzun size bir fayda vermediği, yeryüzünün bütün genişliğine rağmen size
dar geldiği, nihâyet gerisin geri çevrilerek dönüp gittiğiniz Huneyn gününde de size yardım etti.”
(Tevbe Sûresi: 9/25)
Daveti
Tafl›mada
Allah’›n
Yard›m›
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
28
Çoklukla gururlanman›n ve say›
çoklu¤unun, zaferin kazan›lmas› na yol açaca¤› zann›, fleriata ters
bir düflüncedir; günaht›r, itaatla
ve kullukla çeliflir. Zafer, Allah’›n
elinde olup bunu hak olarak
do¤rulukla diledi¤ine verir. ‹flte bu
muhalefet ve masiyet bir tak›m
davet tafl›y›c›lar›nda da görülmekte olup onlar; zaferin Allah’tan
gelece¤ini
dikkate
almadan
sa¤l›kl› bir metoda, muhkem bir
örgütlenmeye ve düflüncelere
sahip olman›n; yönetimin ele ge çirilmesi ve iktidara ulafl›lmas› için
yeterli olaca¤›n› zannetmektedirler.
Çoklukla gururlanmanın ve sayı çokluğunun, zaferin kazanılmasına yol açacağı zannı, şeriata ters bir düşüncedir;
günahtır, itaatla ve kullukla çelişir. Zafer,
Allah’ın elinde olup bunu hak olarak
doğrulukla dilediğine verir. İşte bu
muhalefet ve masiyet bir takım davet
taşıyıcılarında da görülmekte olup onlar;
zaferin Allah’tan geleceğini dikkate
almadan sağlıklı bir metoda, muhkem bir
örgütlenmeye ve düşüncelere sahip
olmanın; yönetimin ele geçirilmesi ve
iktidara ulaşılması için yeterli olacağını
zannetmektedirler. Oysa zafer Allah’ın
elinde olup, O’ndan zaferi dileyene ve
O’na tevekkül edene verir. Daveti
taşıyıcılarından, yardım sebeplerine sahip oldukları ve zaferi kendilerinin hazırladıklarını
söyleyen kimse; şeriata muhalefet etmiştir ve asi
sayılır. Böyle yapmakla tıpkı Allah Rasûl’ü
(sav)’in ashabından meydana gelen orduda
olduğu gibi, zaferin gecikmesine neden olur.
Zira sahabeler çoklukları ile gururlandılar ve
bunun, zaferi elde etmeleri için yeterli olduğunu
sandılar.
İkinci duruma -sahih bir metoda, vesilelere
ve metodlara ittiba olmadaki kusura- şu âyeti
örnek olarak gösterebiliriz:
"Siz Allah'ın izni ile düşmanlarınızı
öldürürken, Allah, size olan vaadini yerine
getirmiştir. Nihâyet, öyle bir an geldi ki, Allah
arzuladığınızı (galibiyeti) size gösterdikten sonra zaafa düştünüz; (Peygamberin verdiği) emir
konusunda tartışmaya kalkıştınız ve âsi oldunuz. Dünyayı isteyeniniz de vardı, ahireti
isteyeniniz de vardı. Sonra Allah, denemek için
sizi onlardan (onları mağlup etmekten) alıkoydu. Ve andolsun sizi bağışladı. Zâten Allah,
müminlere karşı çok lütufkârdır."
(Ali İmran Sûresi: 3/152
Uhud Savaşı’nda bazı okçuların, Rasulullah
(sav)’in emrine muhalefet ederek tepede durmamaları, ganimet toplamak üzere aşağı inmeleri,
gayenin gerçekleşmesine yol açacak vesilelere,
metodlara tabiiyyette kusur göstermeleri günahtır. Ve de müslümanlardan yardımın çekilme-
si demektir. Zaferin geri çekilmesine neden olan
bu kusur, sorumlulardan gelen birtakım emirleri
uygulamada, kendilerinden istenen görevlerin
yerine getirilmesinde de söz konusudur. Fikirlerin, görüşlerin ve hükümlerin, insanlar tarafından kabul edilmesine yol açacak olan metodlar,
vesileler ve amellerin tespiti açısından kusur göstermek de böyledir. İşte davetin insanlara taşınmasında yerine getirilmesi istenen bu emirlerin,
talimatların ve görevlerin infazındaki kusur;
Uhud Savaşı’nda kendilerine verilen emre aykırı
hareket eden, dolayısıyla da zaferin kazanılmamasına neden olan okçulardan bazılarının yaptıkları gibidir.
Allah’ın bize yardım etmesi (zafere ulaştırması) ve bunu çabuklaştırması için gerekli olan
şartların tümünü; ibadetleri, şer'î itaatleri, görüşleri, talimatları ve sorumlular tarafından verilen
emirleri yerine getirmek kaçınılmazdır. Bunlardan herhangi birisinin etkisi, bir diğerinden
daha az değildir. Allah’ın bize yardımının gelmesi için, bizim de O’na (dinine) yardım etmemiz
gereklidir. Her iki iş, bir arada bulunmadıkça,
yerine getirilmedikçe bize yardım gelmez.
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 29
KAVRAM
‘Ekini v e N esli B ozan’ E ylem
FESAD
MURAT GEZENLER
K
ur’ânî kavramların en önemlilerinden
bir tanesi de hiç şüphesiz fesad kavramı
ve bu kavramdan türeyen ifsad, fasid,
müfsid gibi kavramlardır. Fesad kökünden
türeyen Kur’ân-ı Kerîm’de tam olarak 50 adet
kelime mevcuttur. Bugün yaşadığımız şu zaman
diliminde yeryüzünün tamamının büyük bir fesad
ve gerek ahlakî, gerek maddî, gerekse manen
değerlerin yok olması bakımından ciddi bir
bozulmuşluk içerisinde bulunduğunu dikkate
aldığımız takdirde Allahû Teala’nın bizlere fesad
kavramı hakkında vermiş olduğu bilgilere ihtiyacımızın önemini daha iyi kavrarız.
Bugün insanlık, Şehid Seyyid Kutub’un deyimi ile “tam bir cehennemi uçurumun kenarında
durmaktadır”. İnsanlık her türlü ahlaki değerlerden uzaklaşmış, toplumlar büyük bir kokuşmuşluk içerisinde yaşamaktadırlar. Maddî ve mânevî
ne kadar değer varsa unutulmuş, tek ölçü insanların kendi çıkarları olmuştur. Herkes kendi
çıkarına uygun olanı, esas doğru olarak kabul
etmektedir. İnsanlar zulmeden müstekbirler ve
zulme uğrayan mustazaflar olmak üzere tamamen ikiye ayrılmışlardır. Öyle ki; insanlık için
yüz karası olabilecek fiiller bile artık toplumlar
tarafından normal görülmeye başlanmış, bir
devletin elinde bulundurduğu güç ve kuvvet
sayesinde mazlumları hedef alması, insanları
katletmesi, mallara, canlara ve ırzlara saldırması
gayet normal bir eylem olarak telakki edilmeye
başlanmıştır. Toplumun önde gelen aydın yazarçizer takımı bile bu büyük fesada meşru sebepler
arama niyetiyle kılıktan kılığa girmişlerdir.
Büyük şeytan ABD’nin mazlum Irak halkına
yapmış olduğu gayri insani saldırının günlerce
televizyonlar da, açık oturumlarda tartışılması ve
geniş bir kesim tarafından bunun meşruiyetinin
gündeme getirilmesi bile yeryüzünün ne kadar
büyük bir fesad içerisinde olduğunun tam
anlamıyla göstergesidir. Şu an içinde yaşadığımız
zamanda varolan bu büyük fesad örneklerini sayamayacak kadar çoğaltmamız mümkündür. Her
akl-ı selim insan şöyle bir etrafına baktığı zaman
toplumsal alanda ne kadar büyük bir kokuşmuşluğun, fesadın var olduğunu görmekte fazla
gecikmeyecektir. Bu yazıda, var olan fesad
örneklerini zikretmek yerine Kur’ân’ın fesad
kavramı hakkında bizlere verdiği bilgileri aktarmaya çalışacağız. Acaba Kur’ân fesad kavramını nasıl ele almıştır? Fesad’ın, toplumsal bozulmanın sebepleri nelerdir? Bu kokuşmuşluktan, gayri insani bir yaşantıdan kurtulmanın
çareleri hakkında Allahû Teâlâ bizlere nasıl bir
çözüm yolu sunmaktadır?
Fesad kelimesi; Arap gramerinde FE-SE-DE
fiil kökünden türemiştir. Bu fiil; yiyecek ve içecekler için bozulma ve kokma, ameller için
geçersiz olma, hükmü olmama, bunların dışında
ise gerek nefsi gerekse bedenen meydana gelen
maddî ve mânevî bozulma, toplumda ortaya
çıkan kokuşma ve dengeden sapma durumlarını
ifade etmek için kullanılır. Râgıp El’İsfehâni’nin
tarifine göre; az veya çok olsun her hangi bir
şeyin itidalden çıkmasıdır. Aslında fesad, bir şeyin önce düzgün, düzenli ve yararlı iken, sonradan bu vasıflarını kaybederek değişmesi ve bozulması (kokuşması) gibi anlamlara gelir.
Kur’ân’ın çeşitli âyetlerinde genelde yeryüzünde
fitne uyandırıp, insanların durumunu ve yaşama
yollarını doğruluktan saptırıp, dîni ve dünyeviî
çıkarları zedelemek manasında kullanılır.
Yeryüzünde ilk fesad Adem(a.s)’in iki oğlundan Kâbil’in Hâbil’i öldürmesi ile başlamış, o
günden bugüne dek sürüp gitmiştir. Tarihe bir
göz attığımızda Kâbil’in açmış olduğu bu yoldan
insanlar yürümekte hiç gecikmemişler, devamlı
sûrette güç ve iktidar sahipleri ellerinde bulundurdukları dünyalık kuvvete başvurarak yeryüzünün güçsüz kesimine karşı büyük bir zulüm
uygulamışlar ve bu sayede fesadın yayılmasına
ön ayak olmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerîm bizlere yeryüzündeki fesadın
sebepleri hakkında çok net bilgiler vermektedir.
Genel olarak baktığımız zaman fesadın tek sebebi
insanın bizzat kendisidir. Çünkü fesad, insanın
fiilidir. İnsanın varlığı bizzat fesadın varolmasına
sebep olmuş, insan yeryüzünde yaptığı fiillerle
fesadın baş mîmârı olmuştur. Nitekim ilk insanın
yaratılışı esnasında meleklerin Allahü Teala’ya
karşı şu sözleri fesadın temel kaynağı hakkında
bizlere ışık tutmaktadır:
“Bir zamanlar Rabb’in meleklere ‘Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti.
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
29
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 30
KAVRAM
(Melekler), ‘orada bozgunculuk yapacak (fesad
çıkartacak) ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve
seni takdis ediyoruz’ dediler. (Rabb’in), ‘Ben
sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi.”
(Bakârâ Sûresi: 2/30)
Görüleceği üzere melekler kendilerinde var
olan bir sezgi ve ilim sayesinde yeryüzünde insanın bizzat fesad çıkartacağını Allahû Teâlâ’ya
karşı dile getirmişlerdir. Nitekim diğer bir âyette
ise fesadın sebebi insanın elleriyle yaptığı fiillere
bağlanmıştır. Bakınız Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu (fesad
çıktı) ki, Allah yaptıklarının bir kısmını onlara
tattırsın; belki de (tuttukları kötü yoldan) dönerler.”
(Rûm Sûresi: 30/41)
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
30
Açık bir şekilde bu âyette yeryüzündeki fesadın, bozulmuşluğun tek sebebinin insan olduğu görülmektedir. Tabii ki insanın varlığı değil
fiilleridir fesadın sebebi. Peki insanoğlu hangi
fiilleri sebebi ile fesadın varolmasına, yaygınlaşmasına neden olmuştur? Bu noktada da Allahû Teâlâ yeryüzündeki bu kokuşmuşluğun,
dengelerin alt üst olmasının sebebini yine insanın
fiili olan Allah’a ortak koşma, Allah ile beraber
başka söz sahipleri edinme, Allah’ı bırakarak
Allah’tan gayrısına hakkın belirlenmesi yetkisini
vermeye bağlamıştır.
Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman yeryüzündeki fesadın, karışıklığın ve bozulmanın
temel sebeplerinden en büyüğü hiç şüphesiz ki
Allah’tan başka bir ilah kabul ederek O’na şirk
koşmaktır. Zira şirk yüce Allah’ın insan üzerindeki tasarruf yetkisini bir kenara bırakılarak,
kulların kullara hakimiyet sağlamaya çalışmasıdır. Şirk dininde esas belirleyici faktör göklerin
ve yerin rabbi olan Allahû Teâlâ değil, bizzat
insanın kendi nefsidir. İnsanlar yine kendileri gibi insan olan varlıklar hakkında ölçü koymaya
kalkıştıkları zaman, nefisler çatışmasının olması
kaçınılmazdır. Herkes kendi çıkarına uygun bir
ölçü belirleyecek ve karşısındakinden bu ölçüye
tâbi olmasını isteyecektir. Tabii ki insanın Allahû
Teâlâ gibi hak ve âdil bir ölçü belirlemesi mümkün değildir. Bu sebepledir ki yeryüzünün her
hangi bir coğrafyasında, ne zaman esas ölçüyü
belirleyen insan olmuş ise orada fesad başlamış,
toplumlar madden ve mânen bir bozulmuşluk
içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Nitekim bu
noktada Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Eğer yer ile gökte Allah’tan başka ilâhlar
olsaydı, bunların ikisi de muhakkak fesada
uğrar yok olurdu. O halde Arş’ın Rabbi olan
Allah, onların vasfetmekte oldukları şeylerden
(bütün noksanlıklardan) berîdir, münezzehtir.”
(Enbiyâ Sûresi: 21/22)
“Eğer hak, onların kötü arzu ve isteklerine
uysaydı, mutlaka gökler ve yer ile bunlarda
bulunan kimseler bozulur giderdi. Hayır, biz
onlara şan ve şereflerini getirdik; fakat onlar
kendi şereflerine sırt çevirirler.”
(Mü’minûn Sûresi: 23/71)
Dikkat edileceği üzere zikrettiğimiz âyetlerin
ilkinde göklerin ve yerin fesada uğraması Allah’tan başka ilahların edinilmesine bağlanmış,
ikinci ayette ise fesadın sebebi, hakkın, yani doğru ve hayır olanın, insanın arzusuna bırakılmasına
bağlanmıştır.
Mâlum olduğu üzere insanlar topluluk
halinde yaşamaktadırlar. Toplumsal bazda bir
yaşantı ise eski devirlerden beri idare edenler ve
idare edilenler olmak üzere toplumları iki kısma
ayırmıştır. Halkın içerisinde gerek madden gerekse manen güçlü kimliklere sahip olan şahsiyetler toplumlarında bir adım öne çıkarak idare
eden, içinde bulunduğu toplumu yöneten konumuna geçmişlerdir. Toplumları idare edenler için
bu idare eyleminde karşı karşıya kaldıkları iki
seçenek her zaman için mevcut olmuştur. İdare
sahipleri toplumlarını ya Allahû Teâlâ’nın rasulleri vasıtasıyla göndermiş olduğu vahyi esaslarla
idare edecekler yahut ta kendi hevalarından çıkardıkları bir takım esaslarla idare edeceklerdir.
İşte bu nokta, fesadın def’ine yahut da bizzat var
olmasına neden olmuştur. Tarihe baktığımız
zaman ne zaman ki idareciler içinde bulundukları toplumu Allah’ın indirdiği ölçüler çerçevesince idare etmişlerse, daha doğru bir ifade ile
toplumsal yaşantının esaslarını belirleme noktasında tek söz sahibi olarak Allah’ı birlemişlerse, böyle toplumlarda bir huzur ve güven
hakim olmuş, insanlar fesad ve kokuşmuş bir
hayattan uzak kalarak mal, can, ırz, akıl ve nesil
emniyetlerine sahip olmuşlardır. Zira böyle
toplumlarda idare ve söz sahibi bizzat Allahû
Teâlâ’nın kendisi olduğu için bir kimsenin başka
bir kimse üzerinde söz hakkı olmayacak, böylece
fesad ve bozulmuşluğa temel vesile olan çıkarlar
çatışması yaşanmayacaktır. Kullar sadece ve sadece Allahû Teâlâ’ya, yerlerin ve göklerin sahibine teslim olacaklar, Allah’ın kulları üzerinde
hiçbir yaratılmışın esâret zinciri olmayacaktır.
İnsanın insanı rab ya da insanın insanı kul edinemediği böyle toplumlarda bizzat insanların eliyle
bir fesadın baş göstermesi, zulmün ve kötülüğün
toplumu sarması elbette düşünülemeyecektir.
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 31
KAVRAM
Zira kulların hepsi Allah’ın indirdiği esaslar
karşısında eşittir ve herkes bu esaslara tâbi olmak
zorundadır. Allah’ın indirmiş olduğu esaslara
tâbiyet ise içinde yaşanılan topluma ancak bir
huzur ve güven getirecektir. Gerçi insanların
çoğunluğunun nankör olmaları ve rabb’lerine âsi
gelmeleri sonucu böyle devirler tarihte pek az
yaşanmıştır. Bunun karşısında ise çoğunlukla insanlar gerek idare edenler gerekse idare edilenler
bazında Allah’ın indirdiği vahyi esaslardan uzaklaşmışlar, ölçü koymayı, toplumları sevk ve idare
etmeyi bizzat kendi yanlarından çıkarmış oldukları esaslarla yürütmeye çalışmışlar, bu da ister
istemez toplum içerisinde büyük bir fesada sebep
olmuştur. Zira elbette insan ilim bakımından göklerin ve yerin tek hükümdarı ile boy ölçüşmeye
muktedir değildir. İnsan hiçbir zaman Allahû
Teâlâ gibi, sosyal yaşantının, ahlaki yapının, cezâ
hukukunun belirlenmesi noktasında fesadı yok
edecek, insanlara güven ve huzur getirecek
kurallar bütününü oluşturmaya elverişli değildir.
Bundan dolayıdır ki, bizzat yaratıcının indirmiş
olduğu esasların terk edilerek insanların kendi
başlarına meydana getirdikleri yasalar topluluğu,
esaslar bütünü ister istemez toplumu huzur ve
güven ortamından çıkarıp büyük bir bozulmuşluğa götürecektir. Bakınız Şehid Seyyid Kutub bu
noktada şöyle demektedir:
“Yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak türlü türlü olur. Bunların hepsi Allah’ın sözünün dışına
çıkmaktan, Allah’a karşı üstlenilen taahhütleri
bozmaktan, Allah tarafından sürdürülmesi emredilen ilişkileri kesmekten kaynaklanır. Yeryüzünde görülen bozgunculukların başı, insanların
hayatına egemen olması ve onları yönlendirmesi
için Allah tarafından belirlenmiş yaşama tarzı
dışına çıkmaktır. Bu nokta, sonu kesinlikle sosyal
kargaşaya varan bir yol ayrımıdır. Yüce Allah’ın
önerdiği yaşama tarzı, toplumların uygulamalarından uzak tutuldukça, Allah’ın şeriatı hayatın
pratiğine yabancı kaldıkça, bu dünyanın işlerinin
düzene girmesi, hatta onun iki yakasının bir araya gelmesi mümkün değildir. İnsanlar ile
Rabb’leri arasındaki ilişkinin halkası bu şekilde
kopunca, bu durum; vicdanları, davranışları,
pratik hayatı, geçim şartlarını, yeryüzünün bütünü ile üzerinde bulunan insanların ve nesnelerin
tamamını kapsayan bir kargaşanın kol gezmesi
demektir. Bu durum, yüce Allah’ın yolundan ayrılmış olmanın sonucu olarak baş gösteren bir yıkım, bir kötülük ve bir kargaşadır.”
(Seyyid Kutub, 2/26-27 ayetinin tefsiri)
Allahû Teâlâ toplumların idaresi noktasında
kendisinden korkmayan, kendi indirdiği esaslara
tâbi olmayan fertlerin idareleri hakkında şöyle
buyurmaktadır:
“İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o
kalbindekine Allah’ı şahit tutar. Halbuki O,
İslâm düşmanlarının en yamanıdır. O iş başına
geçti mi yeryüzünde ortalığı fesada vermek,
ekinleri tahrip edip nesilleri bozmak için çalışır.
Allah fesatçılığı sevmez. Ona, ‘Allah’tan kork!’
dendiği zaman da kendisini onuru (gururu)
günah işlemeye sevkeder. Cehennem de onun
hakkından gelir. O ne kötü bir yataktır! Yine
insanlardan kimi de vardır ki, Allah’ın rızasına
ermek için kendini feda eder. Allah ise kullarına çok merhametlidir.”
(Bakârâ Sûresi: 2/204-207)
Bu meâlde bir başka âyet-i kerîme ise yüce
Allah’ın şu kavlidir:
“Demek siz iş başına gelecek olursanız
yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve
akrabalık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?
İşte onlar, Allah’ın lanetlediği, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimselerdir.”
(Muhammed Sûresi: 47/22-23)
Görüleceği üzere Allahû Teâlâ yeryüzünün
fesadını bizzat Allah’a karşı sorumluluğunun bilince de olmayan, günah işlemeye pek hevesli
kimselerin idare sahibi olmalarına bağlamıştır ki,
bu idare sahipleri yaptıkları icraatlarla toplumlarının gerek ekonomik yönden gerekse manevî
yönden fesada uğramalarına sebep olmuşlardır.
Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımız zaman açık bir
şekilde görürüz ki ne zaman idare Allah’a karşı
hakkıyla sorumluluk taşımayanların eline geçmişse yeryüzü büyük bir fesada boğulmuştur.
Bunun en tipik örneği Hz. Musa(as)’ın rasul
olarak gönderildiği İsrailoğulları tarihinde görülmektedir. İsrailoğulları, istemeyerek de olsa yönetimlerini Firavun’a teslim etmişlerdir. Firavun
ise Allah’tan korkmayan, ölçü ve yetkiyi belirlemeyi, insanları sevk ve idare etmeyi bizzat kendi nefsinde gören bir şahsiyettir. Bunu bizzat
kendisi Nâziat Sûresi’nde belirtildiği üzere “Ben
sizin en büyük rabbinizim” ifadesi ile de toplumuna devamlı sûrette hatırlatmaktadır. Hatırlanacağı üzere Şehâdet isimli dergimizin ilk sayısında Firavun’un bu iddiasının toplumu idare
etme ve yönetme noktasında bağımsızlık ve tek
başınalık tarzında bir iddia olduğunu müfessirlerin açıklamalarıyla izah etmiştik. İşte Firavun
bu şekilde İsrailoğullarını tek başına kendi belirlediği esaslar doğrultusunda idare etmeye çalışmış, sonuçta da idare ettiği toplumunu büyük bir
fesad bataklığına sürüklemiştir.
“Çünkü Firavun, (Mısır) toprağında gerçekten azmış, halkını parça parça etmişti. Onlar-
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
31
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 32
KAVRAM
dan bir zümreyi güçsüz buluyor, bunların
oğullarını boğazlıyor, kızlarını ise sağ bırakıyordu. Belli ki o bozgunculardandı. (fesad çıkaranlardandı)”
(Kasas Sûresi: 28/4)
Bu noktada, yani Allah’ın elçilerine karşı gelerek, vahyi yalanlayarak idareyi Allah’ın esasları doğrultusunda değil de bizzat kendileri belirleyen toplumların karşılaştığı son, mutlak sûrette
büyük bir fesad bataklığına gömülmek olmuştur.
İşte Nuh(a.s), Lut(a.s) ve diğer peygamberlerin
kavimleri ve vahyî esaslardan uzak kalmaları
sonunda içine düştükleri fesad bataklığı…
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
32
“Lut’u da gönderdik. O, kavmine demişti ki:
‘Gerçekten siz, daha önce hiçbir milletin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz! (Bu ilâhî
ikazdan sonra) siz, ille de erkeklere yaklaşacak,
yol kesecek ve toplantılarınızda edepsizlik yapacak mısınız?’ Kavminin cevabı ise, şöyle demelerinden ibaret oldu: ‘Doğru söyleyenlerden isen Allah’ın azabını getir bize!’ (Lut), ‘ey
Rabbim! Şu fesatçılar güruhuna karşı bana
yardım eyle’ dedi.”
(Ankebût Sûresi: 29/28-30)
“Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı (gönderdik). ‘Ey kavmim’, dedi, ‘Allah’a kulluk
edin, sizin O’ndan başka bir ilâhınız yoktur.
Size Rabbinizden açık bir delil geldi; ölçüyü ve
tartıyı tam yapın, insanların eşyalarını eksik
vermeyin, düzeltildikten sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın; eğer inanan (insan)lar
iseniz, böylesi sizin için daha iyidir! Tehdit ederek, inananları Allah yolundan alıkoyarak ve o
yolun eğriliğini arayarak öyle her yolun başında oturmayın. Düşünün ki siz az idiniz de O sizi
çoğalttı. Bakın ki bozguncuların sonu nasıl olmuştur.”
(Â’raf Sûresi: 7/85-86)
“O şehirde dokuz çete vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar, iyilik tarafına
hiç yanaşmıyorlardı. Allah’a and içerek birbirlerine şöyle dediler: ‘Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, ‘biz, o ailenin
yok edilişi sırasında orada değildik, inanın ki
doğru söylüyoruz’ diyelim.”
(Neml Sûresi: 27/48,49)
Erkeklerin bizzat toplumun gözü önünde bir
birileri ile fuhuş yapmaları… yol kesicilik… her
türlü edepsizliğin alenen işlenmesi… idare sahiplerinin halklarına acımasızca zulmetmeleri…
ölçü ve tartıda hile yaparak insanları aldatmak…
insanları Allah’ın yolundan tehdit ve işkence ile
alıkoymak… Allah’ın nebîlerine suikast düzenlemek ve bunu da bin bir türlü hile ve desise ile
inkar etmek… vs… Evet bu saydıklarımızın hep-
si yeryüzünde var olmuş ve yaşanmış birer fesad
örnekleridir. Ve bu fesadın topluma hakim
olmasının yegane sebebi ise yukarıda da belirttiğimiz gibi vahyi esaslardan uzak kalarak gerek
idare noktasında, gerekse de sosyal yaşantı da
Allah’ın göstermiş olduğu dosdoğru yoldan sapmaktan başka bir şey değildir.
Bugün, yazımızın girişinde de belirttiğimiz
gibi, genelde tüm dünyada, özelde ise üzerinde
yaşadığımız Türkiye topraklarında gerek idare
bazında, gerekse toplumsal bazda büyük bir
kokuşmuşluk ve yok oluş hakimdir. Özellikle
üzerinde yaşadığımız topraklarda var olan bu
bozulmuşluğu ve fesadı görmemek için tam
anlamıyla bir kör olmak lazımdır. Toplum, sosyal
hayatın her alanında tamamıyla bir yok olma
içerisindedir.
Ekonomik noktada insanlar tamamen iki zıt
kutuba ayrılmışlardır. Bir tarafta karnını doyurmak için çöplüklerden ekmek toplayan, gece
gündüz demeden çalışmalarına rağmen temel
ihtiyaçlarını dahi gidermekten aciz kalmış geniş
bir insan topluluğu varken diğer tarafta ezilen ve
sömürülen bu insanların emekleri üzerine saltanatlarını kuran, zevk ve sefası uğruna eğlence
yerlerinde askeri ücretli bir işçinin bir yılda kazanabileceği parayı bir gecede harcayan, vücûdunu sergilemek suretiyle bir defilede milyarlarca lira kazanan ve örneklerini saymakla bitiremeyeceğimiz azgın ama azınlık bir gurup oluşmuştur.
Ekonomik dengenin bu şekilde bozulması
ister istemez toplumda işlenen suç oranlarını da
zirveye çıkarmıştır. Daha birkaç yıl önce kendisine karşı işlenen suçları affetmeyen T.C., fertlere karşı işlenen suçları hiç kimseye sormadan
affetmiş ve suçluları cezâevlerinden salıvermişti.
Ama çok geçmeden aynı cezâevleri eski haline
dönmekte gecikmedi. Ve son yapılan istatistikler
de en çok işlenilen suçun hırsızlık, yankesicilik,
dolandırıcılık, kapkaççılık olduğunu göstermektedir. İster istemez ekonomik dengelerin fesada
uğraması böyle bir sonu kendiliğinden doğurmuştur.
Mânevî ve ahlâki yaşam da bu toplumsal fesaddan nasibini almakta gecikmemiştir. Durum
artık öyle bir hal almıştır ki, insan sokağa çıkmaktan korkar olmuştur. Sokaklar kadınların en
mahrem yerlerini sergiledikleri bir yatak odasına
dönmüştür. Toplumda her türlü gayri ahlâki hal
ve tavırlar artık normal karşılanmaya başlanmıştır. Her türlü cinsel ilişki serbest olmuş, yazın
sıcak günlerinde insanların en mahrem yerlerini
açmaları tabii bir hale dönüşmüştür. Özellikle
televizyonlarda kimlerin kimlerle yatıp kalktığını
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 33
KAVRAM
konu edinen programlar toplum tarafından büyük
ilgi ile takip edilerek raiting rekorları kırmaktadır.
Üzerinde yaşadığımız coğrafyada mâlum fesad örneklerini, toplumsal bozulmayı ve kokuşmuşluğu aslında uzun uzadıya anlatmanın fazlaca
bir önemi yoktur. Zira bu bozulmuş hal, toplumun her ferdi tarafından rahatlıkla gözlemlenebilmektedir.
Peki, daha çok değil 70-80 yıl önce böyle
ifsad olmuş bir yaşamdan tamamen uzak bir toplum nasıl bu hale gelmiştir? Saçının bir telini dahi
göstermekten haya eden bir kadının torunu nasıl
olmuştur da kısa bir süre de bu şekilde vücudunu
tamamen açarak çarşı ve pazarlarda hayasızca
dolaşabilmektedir? Aslında tüm bu soruların
cevabı da toplumun her kesimi tarafından
rahatlıkla bilinmektedir. Tüm bu bozulmuşluğun
temel sebebi yukarıda da uzun uzadıya izah etmeye çalıştığımız gibi, Allah’ın indirdiği esaslardan
uzak bir yaşantı sergilemekten başka bir şey
değildir. Demokratik din anlayışı bu topraklarda
hüküm sürmeye başladığı günden bugüne toplumsal bozulma ve kokuşmuşluk başlamış ve insanlar günden güne hayatın her alanında hayvanca yaşamaya alıştırılmışlardır. İşte Kemalist ideolojinin, domokratik din anlayışının diğer bir
ifade ile Allah’ın indirdiği ölçülerden uzaklaşmanın sonucu budur. Bu sonuç elbette bir son
değil, bilakis daha kötü sonların yeni bir başlangıcıdır. Zira bu gidişat daha nice kötülüklerin,
bozulmuşlukların önünü açacak; sonuç ise hem
dünyada hem de ahirette aşağılık ve rezillik olacaktır.
Fesad kavramı üzerinde Kur’ân-ı Kerîm’de
belirtilen en ilginç hususlardan birisi de şudur:
Fesadcı zihniyetin sahipleri devamlı sûrette
kendilerini, çevrelerine karşı toplumu düzeltmeye çalışan, ıslah eden kimseler olarak tanıtmışlardır. Her türlü fesadı ve fesada sebep olacak fiilleri hem kendileri yaptıkları hem de yapılmasına
olanak sağladıkları halde kendilerinin de kalben
ve zihnen fesada uğramaları böyle garip ve de
komik iddialar ortaya atmalarına vesile olmuştur.
Yukarıda meâlen yazmış olduğumuz Bakârâ Sûresi’nin 204. âyetinde, aslında, değindiğimiz bu
noktaya bir işaret yapılmıştı:
“İnsanlardan kimi de vardır ki, dünya hayatı hakkındaki sözleri senin hoşuna gider ve o
kalbindekine Allah’ı şahit tutar…”
(Bakârâ Sûresi: 2/204)
Görüleceği üzere burada bu fâsid ruhlu kimselerin sözlerinin insanlar tarafından hoş karşılanabileceği, daha doğru bir ifade ile bu tip kimselerin devamlı surette insanların hoşlanacakları
ve sevecekleri sözler sarf ettikleri vurgulanmak-
tadır. Bir başka âyet-i kerîmede ise Allahû Teâlâ
şöyle buyurmaktadır:
“Onlara ‘yeryüzünde fesat çıkarmayın’, denildiği zaman ‘biz, ancak ıslah edicileriz’ derler.
Şunu bilin ki, onlar bozguncuların ta kendileridir, lâkin anlamazlar.”
(Bakârâ Sûresi: 2/11-12)
Fesadcılar, aklî fonksiyonlarını yitirdikleri,
anlayabilme yeteneğini kaybettikleri için her türlü pisliği, her türlü rezaleti toplumlarına ve çevrelerine revâ görmelerine rağmen, hâlâ kendilerini çevrelerine ıslahatçı kişilikler olarak tanıtma
gayretine girmektedirler.
“En iğrenç bozgunculuğu yaptıkları halde
kendilerinin yapıcı ve düzeltici olduklarını ileri
sürenlerin sayısı her devirde çoktur. Bunlar böyle
derler, çünkü ellerindeki değer ölçüleri, kriterler
bozuktur. Çünkü insanın vicdanındaki ihlâs ve
sırf Allah’ı amaç bilme ölçüsü bozulunca diğer
ölçülerinin ve değer yargılarının da bozulması
kaçınılmaz olur. Başka bir deyimle yüce Allah’a
ihlâsla bağlı olmayanların, kalplerinde böylesine
kesin inanç barındırmayanların, bozguncu davranışlarının farkına varmaları imkânsızdır. Sebebine gelince; böylelerinin vicdanlarındaki iyilikkötülük, yapıcılık ve bozgunculuk ölçüleri, kişisel
arzu ve ihtiraslarına göre sık sık değişir, hiçbir
zaman ilâhî bir kaidenin üzerine oturamaz.”
(Seyid Kutub, Fi’Zilal’il Kur’an,
adı geçen âyetin tefsiri)
Allahû Teâlâ’nın, bundan yaklaşık 14 asır önce bizlere bildirdiği gerçek bugün canlı olarak
yaşanmaktadır. Büyük şeytan ABD, tıpkı bir sokak serserisi gibi önüne gelene çatmakta, menfaat umduğu toprakları işgal etmekte, çoluk-çocuk,
erkek-kadın, yaşlı-genç demeden insanları katletmekte, tüm bu yaptığı bozgunculuğu ise ıslah
adına yaptığını utanmadan söyleyebilmektedir.
Amacının, işgal ettiği toprakların halkını demokrasi ile tanıştırmak olduğunu iddia ederek kendi
yok oluşunu bir müddet daha geciktirmek istemektedir. Sanki demokrasi, girdiği toplumlara
dirlik ve düzen getirmiş gibi büyük şeytan ABD
devamlı sûrette tüm dünyayı bu şekilde kandırmaya çalışmaktadır. Bilakis demokrasinin girdiği topluma ne verdiğini en iyi bilen üzerinde
bulunduğumuz coğrafya halkıdır. Yukarıda da değindiğimiz gibi daha bundan 70-80 yıl önce ahlâki değerlere sahip, madden ve mânen huzur içerisinde yaşamını sürdüren bir toplum, demokratik
anlayış ile bu kadar kısa bir süre içerisinde tamamen bozulmuş, dejenere olmuş, madden ve mânen bir yok oluşla karşı karşıya gelmiştir.
Fesadçıların bu aşağılık tavrını aynen üzerinde
yaşadığımız coğrafyada da görmekteyiz. Özellik-
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
33
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 34
KAVRAM
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
34
le idare mekanizmasının nimetlerinden faydalanmak isteyen siyasiler kurdukları bir parti ile her
seçim döneminde topluma ıslah edici bir çok şey
vaad eder durular. Ancak yaptıkları, selefleri gibi
fesaddan başka bir şey değildir. İşin en tuhaf
tarafı ise seçimle idareye sahip olan bir siyasi
parti ve idarecileri iktidarda kaldıkları dönemde
öncelikle Allah’ın indirdiklerinden yüz çevirerek, Allah’tan korkmaz bir şekilde icraat yaparak
ve sonra da bizzat gayri ahlâki hal ve davranışlara izin vererek, bu tip davranışlara engel olmayarak maddi ve manevi her türlü bozgunculuğu
yaparlar. Bir sonraki seçim döneminde ise tekrar
halkın karşısına çıkarak geçmişte yaptıklarını unutmuşçasına tekrar halka yeni yeni vaatlerde
bulunurlar. Zavallı Türkiye halkı ise tarihlerinden hiç ders almayarak devamlı surette aynı kimselere idareyi emanet ederler. Halbuki bu noktada takınılması gereken rabbanî tavır en açık şekliyle Allah’ın kitabında bizlere öğretilmiştir. Öncelikle bu idarecilere karşı, Allah’ın indirdiği
esaslardan yüz çevirdikleri, Allah’ın ahkâmı ile
hükmetmedikleri ve böylece toplumsal bir fesada sebep oldukları için kalben ve fiilen bir buğz
edilmesi gerekmektedir. Yoksa her yeni seçim
döneminde idareye sahip olanlar, demokratik din
anlayışının bir gereği olarak Alllah’ın indirdiği
ölçülerden yüz çevirecekler kendi arzu ve hevâlarınca toplumu idare etmeye kalkacaklar –ki 80
yıldır bu böyle olmaktadır– ve böylece her türlü
fesadın bizzat var olmasına sebep teşkil edeceklerdir. Ancak bilinmesi gerekir ki, fesada direkt
olarak sebep olan bu idare heveslileri kadar onlara yetki vererek toplumsal bozulmaya direkt
olmasa da dolaylı yoldan sebep olanlar Allah’ın
katında yaptıkları bu çirkin fiillerin hesabını vereceklerdir. Elbette o gün pek uzak değildir.
Fesad kavramı ile ilgili bir diğer önemli durum ise şudur: Nasıl ki tarih boyuncu tüm fesadcılar kendilerinin ıslahatçı olduklarını ileri sürmüşlerse, aynı şekilde, karşılarında yer alan,
onların fesadlarına engel olmaya çalışan, toplumsal bozulmaya ortak olmaktan kaçınarak
insanları Allah’ın dinine davet etmek suretiyle
huzura ve selâmete çağıran kimseleri de toplumlarına fesadçı olarak lanse etmeye çalışmışlar,
huzur ve güven içerisinde yaşamayı çağıran İslâm
davetçilerini birer bozguncu olarak tanıtmışladır.
“Firavun kavminin ileri gelenleri dediler
ki: ‘Seni ve ilâhlarını terketsinler de yeryüzünde fesat çıkarsınlar diye mi Musa’yı ve kavmini serbest bırakacaksın?” Firavun da dedi
ki: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını
sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir
üstünlüğe sahibiz.”
(Â’raf Sûresi: 7/127)
“Gerçekten biz, Firavun sülâlesini, senelerce kıtlık ve gelir noksanlığı içinde tutup kıvrandırdık ki, düşünüp ibret alsınlar. Fakat kendilerine iyilik geldiği zaman, işte bu bizim hakkımızdır, dediler, başlarına bir kötülük gelince
de, işte bu Musa ile yanındakilerin uğursuzluğu yüzünden, dediler. İyi bilin ki, onların uğursuzluğu Allah katındandır. Lâkin çoğu bunu
bilmezler.
(Â’raf Sûresi: 7/130-131)
“Firavun: Bırakın beni, dedi. Musa’yı öldüreyim; (Kurtarabilirse) Rabbine yalvarsın!
Çünkü ben onun, dininizi değiştireceğinden,
yahut yeryüzünde fesat çıkaracağından korkuyorum. “
(Mü’min Sûresi: 40/26)
Bu yapı, yukarıda da değindiğimiz gibi, tarih
boyunca tüm fesad ehlinin vazgeçilmez karakteri olmuştur. Onlar, ellerinde mevcut bulunan
iktidarı kaybetme, ellerinde bulunan güç ve kuvveti yitirme endişesine kapıldıkları zaman, ilk
olarak çevrelerinde yaptıkları fesaddan razı
olmayan insanları fesadçılıkla suçlamışlardır.
Böylece hem yukarıda belirttiğimiz üzere ıslah
edici oldukları iddialarını pekiştirmek, hem de
otoriteleri altına aldıkları insanların davetçilerden
etkilenmesine engel olmak istemişlerdir. Zira
fesaddan hoşlanmayan ve yeryüzündeki fesadın
kökünü kazımak isteyen davetçilerin varlığı her
zaman fesad ehli için bir tehdit unsurudur. Ve
fesadın def’i için gayret gösteren kimseler bir de
halk desteğini arkalarına aldıkları zaman kibir ve
gurur içerisinde otoritesini sürdürmek isteyen
fesad ehlinin varlığı tamamen yok olacaktır. O
halde yapılması gerek arınmaya niyetlenmiş,
fesadı yok etmeye yürüyen bu küçük topluluğu
halkın nazarında ehli fesad olarak göstermektir.
Nitekim gerek günümüzde gerekse yukarıda
yazılan ayeti kerimelerde de açıkca görüleceği
üzere tarih boyunca ehli fesad bu çabanın doğal
gereği olarak müslümanları bir diğer anlamı ile
yeryüzünün imar ve ıslahını isteyen kimseleri
daima fesadçı, bozguncu, terörist göstermeye
çalışmışlarıdır. Ve bu çalışma bugünde aynı
hızıyla devam etmektedir. Allah’tan başka bir
ilah tanımayan ve zalim otoriter dikta rejimlerine
karşı kıyama kalkan müslümanlar genelde tüm
dünya da özelde de üzerinde yaşadığımız
coğrafya da fesadçı, bozguncu, anarşist, terörist
kabul edilmekte ve bu, fesad ehlinin eli ile halka
empoze edilmektedir. Bakınız bu konuya Seyyid
Kutub şu şekilde değinmiştir:
“Bu söz, her bozguncu azgının her ıslahat
(iyilik) önderi için söylediği sözün aynısı değil
midir? Bu, çirkin batılın, güzel olan hakkın
karşısında söylediği sözün kendisi değil midir?
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 35
KAVRAM
Bu söz, imanın, sakin ve masum olan yüzüne
karşı kuşkular uyandırmak isteyen çirkin ve aldatıcı sözün kendisi değil midir?
Onların bakış açılarına göre yeryüzünde
fesat çıkarmak insanları Allah’ın ilâhlığını kabul
etmeye çağırmaktır. Çünkü böyle bir çağrı
Firavun’un devlet düzenini ve yönetim mekanizmasını doğrudan iptal etmek anlamına gelir.
Çünkü bu sistem Firavun’un kendi hakimiyeti
ilkesine dayanır. Başka bir ifadeyle Firavun’un
kendi kavmine ilâhlık etmesi esasına dayanır.
Dolayısıyla onların anlayışında böyle bir hareket
yeryüzünde fesat çıkarmaktır. Devlet düzenini
değiştirmek, insanın insana kulluğu ilkesine
dayanan mevcut yönetim şeklini değiştirmeye
çalışmaktır. Bu yönetim şekline tamamen aykırı
olan bir sistem kurmaya, ilâhlığın insana değil,
Allah’a ait olduğu ilkesine dayalı bir düzen inşa
etmeye çalışmaktır. İşte bu nedenle onlar Hz.
Musa’nın ve kavminin Firavun’u ve ilâhlarını
terk etmesiyle, yeryüzünde fesat çıkarma
arasında bir bağ kurmuşlardır. Firavun’un ve
kavminin taptığı ilâhları bırakmayı bozgunculuk
olarak görmüşlerdir.”
(Seyyid Kutub, 7/127 ayetinin tefsiri)
Burada, yakın çağımızda bizzat devletlerin eliyle yapılan fesadın, günümüz versiyonu ile şiddet ve terörün –ki bu devletler eliyle yapılan şiddet ve terör yeryüzünde var olan fesadların en
büyüğüdür– örneklerini verme adına Sayın
Ramazan Yılmaz’ın pek yakında piyasaya çıkacak olan eseri “Şiddet, Terör ve İslâm” isimli
eserinden konu ile ilgili bir bölümü burada nakletmekte fayda vardır:
“Yakınçağdaki devlet terörüne Rusya’daki
çarlık saltanatını ve bu saltanatı kanlı bir şekilde
ortadan kaldırdıktan sonra onun yerin geçen
Sosyalist ideolojiyi örnek gösterebiliriz. Rusya’daki çarlık saltanatı ve onun yerine geçen
sosyalist ideoloji, kendi halklarını şiddet ve baskı
ile sindirmiş, birçok insanı öldürüp ortadan
kaldırmış, kan ve gözyaşı ile yoğrulmuş bir
saltanat sürmüşlerdir. Çarlık saltanatı ve sosyalist ideoloji, üzerinde egemen oldukları halkı insan yerine koymamış, aç ve sefil bırakmış, halkın
en küçük bir hareketini kanlı bir şekilde bastırmıştır. Bugün Türkiye’ye çeşitli yollarla gelip
bedenlerini 15-20 dolara satacak dereceye düşen
binlerce kadın, sosyalist ideolojinin baskı ve zulmü altında yaşayan insanlardan başkaları
değildirler.
Rusya, Çarlık saltanatının ve sosyalist ideolojinin kalıntısı bir zihniyete sahip olan kimselerin
idaresinde olan Rus devleti, eski kanlı tutumunu
halen sürdürmekte, Çeçenler başta olmak üzere
tüm milletlere kan kusturmaktadır. Rusya, 15-20
dolar karşılığında bedenlerini satan ve birçoğu
öğretmen, doktor, mühendis vb. mesleklere sahip
olan kadınlara insanca bir yaşam sağlayacağı
yerde, bunları sefâlete terketmiş, bunun yerine
kendi egemenliği altında yaşayan ayrı ırklardaki
toplumlar üzerinde şiddet uygulamakta, terör
estirmektedir.
Hitler, ülkesinde yaşayan yahudilere, tarihin
yüzünü karartacak bir terör uygulayarak, çolukçocuk, kadın-erkek, genç-yaşlı ayırımı yapmadan top
yekün bir şekilde yok etmiş, bu mâsum insanları gaz
odalarında diri diri yakmış, Almanya’nın çevresindeki ülkelerde taş üstünde taş bırakmamıştır.
Çin, egemenliği altında inlettiği halklara,
özellikle Doğu Türkistanlı insanlara uyguladığı
şiddet ve terör, Fir’avn’ın İsrailoğullarına uyguladığı şiddet ve terörü çok geride bırakmış durumdadır. Fir’avn, yalnızca erkek çocukları öldürdüğü halde, Çin, bugün halen Doğu Türkistan’da doğan çocukları ailelerinin elinden
alıp götürmekte ve onları yok etmektedir. Çin,
egemenliği altında yaşayan ayrı ırktaki ailelere
iki çocuktan başka izin vermemektedir. Ayrıca
hemen her konuda, diğer ırktaki insanlar üzerinde insanlık dışı bir şiddet uygulamaktadır.
ABD, uyguladığı insanlık dışı terörle, Amerika’da yaşayan yerlilerin soyunu tüketen, köklerini kurutan, Vietnam’ı kan gölüne çeviren Orta
Amerika ülkelerinde, Ortadoğu’da ve nihâyet
Kafkaslarda uyguladığı politikalarla, yaptığı
saldırılarla ve CIA adlı örgütü eliyle terör estirmekte, ülkeleri karıştırmakta, halkları huzursuz
etmektedir. ABD’nin sebep olduğu kanlı ihtilaller, saldırı ve savaşlar nedeniyle akan kanlar, okyanusları birkaç defa dolduracak kadar çoktur.
İsrail; bütün dünyanın gözleri önünde Filistin
halkına karşı yürüttüğü ve çoluk-çocuk, kadınerkek, genç-yaşlı, hatta hayvanlar da dahil olmak üzere canlı-cansız ayırımı yapmadan her
şeyi yok eden; bina, ağaç, direk türünde dikili
hiçbir şeyi bırakmayan, elektrik, su, gaz
şebekelerini tahrip eden İsrail terör merkezi, 20.
ve 21. yüzyılın çıbanı olarak Ortadoğu’da kan
emmektedir. Dünya, terör merkezi bu kanlı
yaratığa adeta alkış tutmakta, cinâyetlerini
seyretmektedir. İsrail, Hitler’in yahudilere yaptığının acısını, mazlum ve mâsum Filistin halkından çıkarmaya çalışmaktadır.
Suriye; müslümanlara karşı giriştiği kanlı
terör hareketini hala sürdüren Suriye diktatörlüğü, bir terör devletinin ta kendisidir. Hama’da
kadın-erkek, genç-yaşlı, çoluk-çocuk demeden
katliam yapmış, bina adına ne varsa hepsini yerle bir etmiştir.
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
35
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 36
KAVRAM
Suriye’deki Esad yönetimi, tıpkı İsrail ve
Irak’taki kan içici idareciler gibi, kan dökmekten
sonsuz haz alan bir ruh haline sahipti. Bu nedenle de kan dökmediği gün rahat etmiyordu.
Irak; bozuk bir ruh yapısına sahip Saddam,
terör ve şiddetin adeta simgesi durumundadır.
Yıllarca kendi halkına kan kusturan Saddam ve
ekibi, bir zamanlar, ağabeyi ve efendisi olan
Amerika yönetimi tarafından İran’a saldırtılmış,
on yıl boyunca binlerce insanın kanını boş yere
akıtmış, bu döktüğü kanlarla yetinmeyerek kendi
idaresi altındaki Kürt halkına saldırmış, Halepçe’ye kimyasal bombalar atarak oradaki halka katliam yapmıştır. Daha da kana doymayan
Saddam, bu sefer kendi ırkından olan Kuveyt
halkına saldırmıştır. Efendisi Amerika tarafından Kuveyt’e saldırttırılan Saddam, yine bu
efendisi tarafından oradan çıkartılmıştır. Tabii ki
her seferinde de Amerika’yı karlı çıkartmış,
böylece efendisine en güzel hizmeti yapmıştır.
Saddam, bir ur olarak Irak’ta halen varlığını,
şiddet ve terörünü devam ettirmektedir.
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
36
Türkiye; günümüz terör devletlerinin sonuncusudur. Kemalist ideolojinin seksen yıldır sürdürdüğü şiddet, terör ve zulüm, halkı canından
bıktırmış, toplumu yok olma noktasına getirmiş,
kendi çöküşü ile beraber ülkeyi de çökme noktasına getirmiştir.
Türkiye’deki Kemalist ideoloji, müslümanlar
ve Kürtler üzerinde estirdiği terör nedeniyle on
binlerce insanın kanını dökmüş, halkın %8085’ini sefalet içine sürüklemiş, ülkede kaos ve
bunalımı doruk noktasına çıkarmıştır.
Türkiye’deki Kemalist ideoloji, tıpkı komşusu
Suriye, Irak ve kardeşi İsrail gibi kendi halkını
kurşunlamış, köyleri bombalamış, yakmış, taş
üstünde taş bırakmamıştır. Bunun sonucunda
Doğu’daki Kürt halkı, baskı, terör ve şiddetten
kurtulmak için önce köylerini, daha sonra ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır. Kemalist
ideolojinin zulüm ve teröründen kaçan yüz binlerce Kürt halkı bugün çeşitli Avrupa ülkelerinde
yaşamaktadır.
Kemalist ideoloji, müslümanlara da şiddet
uygulamış, terör estirerek bu kesimi yok olma
noktasına getirmiştir. Düşünen müslüman aydınları tutuklatıp cezâevine atan, kimilerini faili meçhul cinâyetlerle ortadan kaldıran kanlı
terör ideolojisi Kemalist sistem, giderek şiddetini artırmış ve namaz kılan, başını örten ya da
yalnızca iman ettiğini söyleyen insanları okullardan, işyerlerinden, askeri birliklerden atmış,
İslâmi zannettiği ticari organizasyonları, holdingleri, kurumları ve bu konudaki tüm teşekkülleri
tâkibe almış, bunlar hakkında soruşturmalar açmış, ticari faaliyetlerini durdurmuş, bir çoğunu
kapatmıştır. Bunun sonucunda da Kemalist
rejim, bir dolar sadaka için IMF ve Dünya Bankası’nın emireri, kölesi ve uşağı haline gelmiştir.
Kemalist ideolojinin baskı, zulüm, şiddet ve estirdiği terör, hala devam etmekte, halk, bu totaliter diktatör rejim altında hala inim inim inlemektedir. İşin en acı yanı ise, insan haklarına
saygılı olduğunu iddia eden Avrupa Birliği, acaba bu terörist Kemalist ideolojiyi hangi gerekçelerle birliğin bünyesine alacaktır?
Kemalist ideoloji, şiddet ve terör tanımında
belirtilen tüm özelliklere sahiptir. Şöyle ki, karşıt
görüşte olanlara karşı her türlü kaba kuvveti
kullanmış, şiddete başvurarak insanları sindirip
korkutmuş, bu nedenle cezâevlerini tıka basa
doldurmuştur.
Kemalist ideoloji, bu insanlık dışı, insana
değer vermeyen, köhne, ilkel, putçu sistemi ve
ideolojiyi kabul etmeyen insanlara ve özellikle
de müslümanlara karşı korkunç bir terör başlatmış, sapık ideolojisini zorla benimsetmeye çalışmıştır. Bu nedenle karşı fikirde olan insanlara
akıl almaz işkenceler, baskılar ve zulümler yapmıştır, yapmaktadır ve canı çıkıp son nefesini verinceye kadar da yapacaktır. Görünen o ki, Avrupa Birliği’nin çabaları da bu köhnemiş, putperest rejimi hizaya getirmeye güç yetiremeyecektir.
Kemalist rejimin ve üç beş baldırı çıplak
taraftarının ya da çıkarları gereği bu rejimi
destekleyen ikiyüzlü münafıkların estirdikleri
terör, şu anda dünyanın hiçbir ülkesinde
görülmemektedir.
Bugün terör denilince hemen akla üç beş
serserinin yaptığı eylemler dile getiriliyor. Oysa
en büyük terörü, devletleşmiş(!) teröristler, tankla, topla, en son teknolojik imkanlarla kendi
halklarına ya da başka toplumlara yapmaktadırlar. Ancak medeni olduğunu iddia eden
dünya, ne hikmetse devletleşmiş teröre ve teröristlere hiçbir şekilde ses çıkarmamaktadır.
İşin en acı yanı ise medeni dünya hemen her
vesile ile bu devletleşmiş teröre destek olmaktadır. İnsan bunları görünce insanlığından utanır
hale geliyor.”
(Ramazan YILMAZ,
“Şiddet, Terör ve İslâm”
adlı çıkacak eserden)
Burada üzerinde durulması gereken son husus ise şudur: Acaba fesadın def’i mümkün
müdür; mümkünse nasıl def edilecektir? Gerek
kendimizi, gerek aile efradımızı ve gerekse içinde yaşadığımız toplumu bu fesaddan korumak
ve kurtarmak için ne yapmalıyız?
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 37
KAVRAM
Aslında bu sorunun cevabı da yukarıda açık
olarak verilmiştir. Zira bir fiilin sebebi ortadan
kaldırılırsa daha doğru bir ifade ile bir olaya sebep olan faktörlerin önüne geçilirse o olayın vukuu bulması da imkansızlaşır. O halde yukarıda
anlattığımız esaslar paralelinde öncelikle gerek
fertsel gerekse toplumsal bir fesadın önüne
geçmek, ancak ve ancak kişinin nefsinde ya da
sosyal yaşantısında Allah’ın indirdiklerine tam
bir teslimiyeti ile mümkün olacaktır. Fertler ve
toplumlar içerisinde yüzdükleri bu pis yaşantıdan
ancak alemlerin rabbine dönerek kurtulabileceklerdir. Kim nefisinde, ailesinde, yaşadığı toplumunda ve tüm dünyada hakiki bir güvenin ve
huzurun ikamesini istiyor ve fesadın, başı boşluğun, kokuşmuşluğun yok olmasını diliyorsa,
öncelikle kendi nefsinde, sonra da en yakınından
başlayarak tüm dünyada Allah’ın indirdiği esasları hakim kılmaya çalışmalıdır. Zira bilinmelidir
ki, Allah’ın koymuş olduğu ölçülerden uzaklaşmak fertsel ve toplumsal bozulmanın en belirgin sebebidir. Bu noktada öncelikle hakimiyet
mefhumunu gündeme getirilip, yegane hakim
Allahü Teala’nın kanunlarını bir kenara atarak
beşeri esaslı yasalarla insanları sevk ve idare
eden yöneticilerin varlığına son verilmeli, eğer bu
fertlerin imkanı nispetinde değil ise dahi müslüman olmamızın bir gereği olarak son nefesimize
kadar toplumsal fesadın temel kaynağı olana
Allah’tan başka rablerin/idare sahiplerinin varlığına son verebilme adına bütün güç ve kuvvetimizle çalışmalıyız. Yine bununla birlikte direk
fesad olarak nitelendirilen fiillerden de özellikle
müslümanlar olarak imtina etmeliyiz. Zira
Allahû Teâlâ kitabında bir çok yerde bizleri fesad
gibi ferdi ve toplumu bozan bir fiil işlemekten
şiddetle sakındırmıştır.
“Islah edilmesinden sonra yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. Allah’a korkarak ve (rahmetini) umarak dua edin. Muhakkak ki iyilik
edenlere Allah’ın rahmeti çok yakındır”
(Â’raf Sûresi: 7/56)
“Düşünün ki, (Allah) Âd kavminden sonra
yerlerine sizi getirdi. Ve yeryüzünde sizi yerleştirdi: Onun düzlüklerinde saraylar yapıyorsunuz, dağlarında evler yontuyorsunuz. Artık
Allah’ın nimetlerini hatırlayın da yeryüzünde
fesatçılar olarak karışıklık çıkarmayın.”
(Â’raf Sûresi: 7/47)
harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma. Allah sana ihsan ettiği
gibi, sen de (insanlara) iyilik et. Yeryüzünde
bozgunculuğu arzulama. Şüphesiz ki Allah,
bozguncuları sevmez.”
(Kasas Sûresi: 28/77)
Bu konu üzerine Kurân âyetleri dikkatle incelendiğinde görülecektir ki, bazı âyetlerde Allahû
Teâlâ bizleri genel olarak fesaddan sakındırmış,
bir takım ayetlerde de bir takım çirkin fiillerle
birlikte son olarak fesadı yasaklamıştır. Zira
Allahü Teala’nın yasaklamış olduğu tüm fiiller
yeryüzünde fesadın bir şubesi olup, bu fiillerin
fertsel ya da toplumsal bazda işlenmesi fesadın
varlığına sebep teşkil edecektir. Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük, ölçü ve tartıda hile yaparak insanları kandırmak, yeryüzünde maddi değerleri tek gaye edinerek sadece madde için çaba
harcamak, adaletsiz bir yaşam tarzı sergilemek,
Allah’ın vermiş olduğu nimetlere karşı nankörlük etmek, insanlara kötü muamale etmek… vs.
Tüm bu fiiller Allahû Teâlâ tarafından yasaklanmış fiillerdir. Ve tüm bu fiiller yeryüzünde toplumsal fesada sebep olan fiillerdir. O halde müslüman kimliği taşıyan bir kimse hayatında sadece
Allahû Teâlâ’yı tek rab, tek ilah, tek idareci olarak birledikten sonra sosyal yaşantısında da
Allah’ın emir ve yasaklarına itina göstermelidir
ki, böylece hem kendisini, hem ailesini, hem de
içinde yaşadığı toplumu fesaddan korumuş olsun,
yahut ta yeryüzünce bir fesadın baş göstermesine
sebep teşkil etmesin.
Aynı zamanda tüm bu kötü fiillerden uzak
durmakla beraber islami kimliği taşıyan bir ferdin öncelikli yapması gereken şeylerden bir tanesi de Allahû Teâlâ’nın yasaklamış olduğu kötü
fiilleri yapanları bunlardan men etmek ve insanlara iyiliği, güzelliği, Allah’a kul olmayı emretmektir. Toplum içerisinde yapılan kötü fiillere
nemelazımcı bir tutum sergilemek asla ve asla fesaddan yüz çevirmekle emrolunmuş bir müslümanın sergileyebileceği bir tutum değildir. Bakınız Allahû Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
“Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa
erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır (bunlar
görevlerini yaptılar). Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.”
(Hûd Sûresi: 11/116)
“Ey kavmim! Ölçerken ve tartarken adaleti
yerine getirin. Halkın malına densizlik etmeyin
ve yeryüzünde fesatçılık yaparak fenalık
etmeyin.”
(Hûd Sûresi: 11/85)
Burada bu âyetin tefsiri üzerine Şehid Seyyid
Kutub ve Merhum Elmalılı Hamdi Yazır’ın birbirinden muhteşem yorumlarını aktarmak istiyoruz:
“Allah’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda
“Bu ifâde, yüce Allah’ın milletlerin hayat
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
37
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 38
KAVRAM
Ekini ve
Nesli Bozan
Eylem
‘Fesad’
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
38
süreçlerine ilişkin yasa sisteminden bir kanunu
ortaya koymaktadır. Buna göre, herhangi bir
şekilde insanların Allah’tan başkasına kulluk
yapmalarıyla içinde bozgunculuk baş gösteren
bir millette, bu durumu bertaraf etmek için
harekete geçen kimseler bulunuyorsa, o millet
kurtulmuş bir millettir. Yüce Allah azap etmek,
köklerini kurutmak suretiyle onları cezâlandırmaz. Ama zalimlerin zulüm işledikleri, bozguncuların bozgunculuk yaptıkları, buna karşılık
içinde bu zulme ve bozgunculuğa karşı koyacak
kimsenin bulunmadığı veya bu durumdan hoşnut
olmamasına rağmen bozulmuş realiteye etki
edecek gücü bulunmayan kimselerin yeraldığı
milletler ya kökten yokedilme felâketi ile ya da
çözülme ve çökme felâketi ile cezâlandırılmalarını gerektiren Allah’ın kanunun işlemesini
hakederler. O halde, Allah’ın bir ve ortaksız
Rabblığını egemen kılmaya davet edenler, yeryüzünü Allah’dan başkasına kulluk yapma
çirkefinden dolayı içine düştüğü fesattan temizlemeye çağrı yapan mü’minler, halklar ve milletler için Allah’ın azabına karşı emniyet sübobu
niteliğindedirler. Bu ise, Allah’ın Rabblığını egemen kılmak için mücadele eden savaşçıların, her
çeşit zulüm ve bozgunculuğa karşı koyan davetçilerin değerini ortaya koymaktadır. Çünkü
onlar sadece Rabblerine ve dinlerine karşı görevlerini yerine getirmekle kalmıyorlar, bununla
Allah’ın öfkesini, felâket ve perişanlığı gerektiren azabını da milletlerinden uzaklaştırmış
oluyorlar.”
(Seyyid Kutub)
“İşte daha önceki çağlarda helak olan kavimlerin helaklerine sebep olan şey başlıca bu
ikisidir: Birincisi içlerinde fesattan engelleyecek
faziletli bir cemaatın bulunmayışı, bulunsa bile
yetersiz kalışıdır. Birisi de refaha ermiş olanların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle halkın baştan çıkmasına sebep olmaları.”
(Elmalılı Hamdi Yazır)
Bu anlatılanlara paralel olarak İslami kimliğe
sahip olan bir fert, içerisinde yaşadığı toplumunu
fesadçılıktan alıkoymayı bıraktığı, iyiliği emretmek, kötülüğü nehyetmekten uzaklaştığı zaman
fesadçılarla aynı akıbete uğrayacağını bilmelidir:
“Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden
yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz.
Ve bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.”
(Enfâl Sûresi: 8/25)
Son olarak hatırlatılması gereken esaslardan
bir tanesi de şudur: Fesadın var olmasının sebeplerinden bir tanesi de müslümanların cemaatsel
bir yaşantıyı bırakarak fertsel bir yaşantıyı tercih
etmeleridir. Aynı şekilde müslümanların kendi
aralarında tefrikaya düşmeleri dağılmaları, fırka
fırka ayrılmaları da fesadın direkt sebeblerindendir.
“Kâfirler de aslında birbirlerinin dostları ve
yardımcılarıdırlar. Eğer siz de öyle yapmazsanız, yeryüzünde büyük bir fitne ve fesat çıkar.”
(Enfâl Sûresi: 8/73)
Görüleceği üzere yukarıda meâlini verdiğimiz âyet-i kerîmede Allahû Teâlâ açık bir şekilde
müslümanların velâyet bağını kuramamalarını,
birbirlerine yardım etmekten imtina etmelerini,
fırka fırka, gurup gurup ayrılarak ehli kitab gibi
dağılarak parçalanmalarını, fesadın ve fitnenin
bir sebebi olarak göstermiştir. O halde bizlere
düşen müslümanların birliğini parçalayacak söz,
düşünce tarzı ve fiillerden tamamen uzaklaşmalıyız. Çünkü ayrılık ve tefrikaya sebep olacak her
türlü fiil yeryüzünde fesadın baş göstermesini de
beraberinde getirecektir.
Ve son olarak bilinmelidir ki, hiç şüphesiz
akıbet Allah’a davet eden, Allah’tan başka ilah,
rabb, sevk ve idare edici tanımayan, Allahû
Teâlâ’nın yasaklamış olduğu fiillerden kaçınarak
yeryüzünde hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten sakındıran ve bir binanın tuğlaları gibi
Allah yolunda cihad eden, tefrikaya ve ayrılığa
düşmeyen müslümanların olacaktır.
“İşte ahiret yurdu! Biz onu yeryüzünde
böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan
kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.”
(Kasas Sûresi: 28/83)
“Yoksa, iman edip de salih amel işleyenleri
biz, o yeryüzündeki bozguncular gibi yapar
mıyız? Yoksa o takva sahiplerini azgın günahkârlar gibi yapar mıyız?”
(Sâd Sûresi: 38/28)
“Onlar ortaya atınca Musa dedi ki, “Sizin
yaptığınız şey sihirdir. Muhakkak ki, Allah onu
iptal edecektir. Şüphe yok ki, Allah fesatçıların
işlerini düze çıkarmaz.”
(Yunus Sûresi: 10/81)
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 39
TEFS‹R
îmanve
ve iimtihan
mtihan
îman
SEYY‹D KUTUB
Elif, L âm, M îm. ‹ nsanlar, i mtihandan g eçirilmeden, s adece
‘iman e ttik’ d emeleriyle b ›rak›l›vereceklerini m i s and›lar?
Andolsun k i b iz, o nlardan ö ncekileri d e i mtihandan g eçirmiflizdir.
Elbette A llah, d o¤rular› o rtaya ç ›karacak, y alanc›lar› d a m utlaka
ortaya k oyacakt›r.”
(Ankebût S ûresi: 2 9/1-3 )
“
Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan
geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de
imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”
(Ankebût Sûresi: 29/1-3 )
Sûrenin bu bölümünde yer alan bu ilk ve güçlü mesaj, insanların iman anlayışına, onu dille
söylenen bir sözden ibaret sanmalarına yönelik
kınama amaçlı bir soru şeklinde sunuluyor.
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece
‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi
sandılar?”
İman, sırf dille söylenen bir söz değildir. İman, birtakım yükümlülükleri olan bir gerçektir.
Kendine özgü ağırlıkları bulunan bir emanettir.
Sabretmeyi gerektiren bir cihaddır. Katlanılması
zorunlu olan bir çabadır. Bu yüzden, insanların
“inandık” demeleri yeterli değildir. Sınavdan geçirilmeden, bu sınav esnasında kararlılıklarını ortaya koymadan, bu sınavdan cevherleri arınmış,
kalpleri berraklaşmış olarak çıkmadan sırf böyle
bir iddiada bulunmakla bırakılmazlar. Tıpkı ateşin
altını eriterek, saf altın madeni ile karışımında bulunan diğer değersiz madenleri birbirinden
ayırması gibi –sınav anlamına alınan fitne kelimesinin sözlük anlamı, altının eritilerek saflaştırılmasıdır. Bu açıdan kelimenin kendine özgü
bir anlamı, bir çağrışımı ve bir işareti vardır–
aynı şekilde sınavlar da kalpleri şekillendirir.
İşte, bu iman uğruna sınavdan geçirilme olgusu, yüce Allah'ın ölçüsünde değişmez bir temel,
her zaman geçerli olan bir kanundur!
“Andolsun ki, biz onlardan öncekileri de
imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka
ortaya koyacaktır.”
Hiç kuşkusuz yüce Allah, sınamadan önce de
kalplerin gerçek durumunu bilir. Ne var ki, sınavdan geçirme, Allah'ın bilgisince bilinen, ancak insan bilgisine gizli olan durumları realite dünyasında gözler önüne serer. Şu halde, insanlar meydana gelen hareketlerinden dolayı hesaba çekilirler. Sırf yüce Allah'ın bildiği, ancak hareket olarak ortaya konmayan durumlarından dolayı değil.
Bu bir yandan yüce Allah'ın insanlara yönelik lütfudur. Bir yandan onun adaletinin belirtisidir, bir
yandan da insanları eğitişinde uyguladığı yöntemin bir parçasıdır. Bu eğitim sayesinde insanlar
da herhangi bir kimseyi ancak açığa çıkmış ve
davranışları ile ortaya konmuş durumlarından dolayı sorumlu tutmayı öğrenmiş olurlar. Çünkü insanın kalbinin gerçek durumunu Allah’tan daha
iyi bilmeleri mümkün değildir.
Şimdi mü'minlerin içindeki doğru sözlülerle,
yalancıların belirlenmesi için onların sınavdan geçirilmelerine, denemeye tâbi tutulmalarına ilişkin
yüce Allah’ın belirlediği yasaya dönüyoruz.
Kuşku yok ki, iman, yüce Allah’ın yeryüzündeki emânetidir. Bu emâneti ancak ona lâyık olanlar, onu taşıyacak güce sahip bulunanlar, kalplerini tüm diğer duygulardan soyutlayıp, içtenlikle ona özgü kılanlar yüklenebilir. Onu rahata ve
konfora, huzur ve güvenliğe, nimet ve aldanmaya
tercih edenler taşıyabilirler bu emaneti. Bu emânet, yeryüzü halifeliğidir. İnsanları Allah'ın yoluna sevk etme, yüce Allah'ın mesajını insanların
hayatında gerçekleştirme görevidir. Hiç kuşkusuz bu, onur verici bir emanettir. Ve bu emânet
oldukça ağırdır. Bu emânet, insanların yerine getirmekle yükümlü oldukları yüce Allah'ın bir
emridir. Bu yüzden sınamalara sabredecek şekilde özel yöntemle hareket etmek gerekmektedir.
Bir mü'minin batıl ve batıl taraftarları
tarafından eziyetlere uğratılması, sonra kendisini
savunacak, destek olacak bir yardımcı bulama-
‹man
ve
‹mtihan
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
39
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 40
TEFS‹R
ması, kendi kendisini savunup kurtaracak durumda olmaması, tağutlara, zorbalara karşı koyacak güçten yoksun
bulunması da bir imtihandır. Ve bu, imtihanın en belirgin şeklidir. O kadar ki,
imtihan sözü duyulur duyulmaz, zihinde uyanan ilk olgu budur. Ancak bu,
imtihanın en ağır şekli değildir. Değişik
şekillerde ve yöntemlerde beliren daha
birçok imtihan vardır. Bunlar işaret ettiğimiz imtihan şeklinden daha acı ve sonuçları bakımından daha yıkıcı olabilirler.
‹man
ve
‹mtihan
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
40
Bir insanın kendisinden dolayı
aile fertlerinin ve sevdiklerinin
başına bir felâketin gelmesinden
korkması, üstelik böyle bir durumda onları savunamaması, son
derece acı ve etkileyici bir imtihan
şeklidir. Aile fertleri ve sevdikleri
ona gelip barış yapmasını ya da
teslim olmasını telkin ederler.
Sevgi adına, yakınlık adına
eziyetlere ya da ölüme terk ettiği
kimseler için Allah'tan korkması
gerektiğini ileri sürerek, taviz
vermesi çağrısında bulunurlar.
Bir insanın kendisinden dolayı aile
fertlerinin ve sevdiklerinin başına bir
felâketin gelmesinden korkması, üstelik
böyle bir durumda onları savunamaması, son derece acı ve etkileyici bir
imtihan şeklidir. Aile fertleri ve sevdikleri ona gelip barış yapmasını ya da teslim olmasını telkin ederler. Sevgi adına,
yakınlık adına eziyetlere ya da ölüme
terk ettiği kimseler için Allah'tan korkması gerektiğini ileri sürerek, taviz vermesi çağrısında bulunurlar. Nitekim bu
surede, bu tür bir imtihanın son derece ağır ve
meşakkatlisi olan anne ve baba açısından imtihana tabi tutulmaya işaret edilmiştir.
Dünyanın batıl taraftarlarına yönelmesi,
insanların onları başarılı ve zinde görmesi, herkesin onları övmesi, kitlelerin onların başarılarını
alkışlaması, önlerine dikilen tüm engelleri bertaraf etmeleri, onların adına övgülerin düzülmesi,
seçkin bir hayat yaşamaları, buna karşılık mü'minin ihmal edilmiş olması, sevilmemesi, hiç kimse tarafından bilinmemesi, kimsenin onu savunmaması, o hayatta pek bir şeyleri bulunmayan
kendisi gibi az sayıdaki mü'minlerden başka savunduğu hakkın değerinin bilinmemesi de çok
acı bir imtihan şeklidir. Çevreden uzaklaşmak,
inanç adına yalnız kalmak da bir imtihandır. Bu
durumdaki bir mü'min, çevresindeki toplumların
ve fertlerin sapıklığa daldıklarını, kendininse yapayalnız, garip ve kovulmuş olarak kaldığını görür.
Bir diğer imtihan şekli de var ki, onu günümüzde açıkça görmek mümkündür. Evet, bir
mü'minin, ahlâki açıdan, toplumsal değer yargıları bakımından kokuşmuş bazı milletlerin ve
devletlerin toplumsal açıdan kalkınmış olmalarını, uygarca bir hayat sürdürmelerini, her ferdin
bu toplumlarda insanın değerine yaraşır gözetim
ve korunma imkânından yararlanmalarını, Allah'ın dinine karşı çıkıp isyan ettikleri halde güç
ve zenginlik elde etmelerini görmesi de üstesinden gelinmesi çok zor olan bir imtihandır.
Bir de en büyük imtihan vardır. Nefis ve ihtiras imtihanı. Toprağın çekiciliği, et ve kanın ağırlığı, nimet ve iktidar ya da rahatlık ve güven arzusu. Nefsin derinliklerinde, hayat şartlarında,
toplumun mantığında ve devrin insanlarının düşüncelerinde yer eden engellere ve geçit vermez
önlemlere rağmen iman yolunu izlemenin, imanın öngördüğü üstün düzeye ulaşmanın zorluğu
bütün imtihan şekillerinden daha ağır ve daha
büyük imtihandır.
Yol uzayıp Allah'ın yardımı gecikince, imtihan daha şiddetli ve daha ağır olur. Deneme her
zamankinden çok şiddetlenir, sertleşir. Bu durum karşısında yüce Allah'ın koruduğu kimselerden başkası direnç göstermez, sabretmez. Bunlar
iman gerçeğini içlerine sindiren kimselerdir, bu
büyük emâneti, göğün yeryüzündeki emânetini,
Allah'ın insan vicdanına yüklediği emâneti eksiksiz bir şekilde yüklenen ve gereğini yapan
kimselerdir.
Hiç kuşkusuz yüce Allah, bu şekilde mü'minleri imtihan etmekle onlara azap etmeyi, sıkıntılara sokup denemekle, onlara eziyet etmeyi istemiyor. (Haşa Allah'a) Bu imtihan ve denemelerin asıl amacı, emâneti yüklenebilmek için gerçek anlamda hazırlanmaktır. Çünkü bu emânet
özel bir hazırlığı gerektiriyor. Bu da ancak fiili olarak meşakkat çekmekle, zorlukları pratik hayatta tutmakla, gerçek anlamda ihtirasları yenmekle, acılara, ızdıraplara karşı hakkıyla sabretmekle, imtihanın uzun süreli olmasına ve dene-
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 41
TEFS‹R
menin çok ağır olmasına rağmen, gerçekten Allah'ın zaferine ya da sevabına güvenmekle mümkün olur.
Zorluklar, insan ruhunu adeta eritir, pisliklerini giderir. İçindeki potansiyel güçleri uyarır ve
yoğunlaştırır. Sert ve şiddetli darbelerle döverek
madenini sertleştirir, parlatır. Aynı şekilde zorlukların toplumlar üzerinde de büyük ve kalıcı
etkileri vardır. Acıların, zorlukların potasında eritilen toplumlardan geriye
sadece tabiat itibariyle en
sarsılmaz olanları, karakterleri en sağlam olanları, Allah'la sıkı sıkıya
ilişki halinde bulunanları,
O'nun katındaki iki güzelliği; zafere ya da ahiret
sevabına şiddetle bağlananları kalır. Böyle bir
süreçten geçen toplumlar
en sonunda bayrağı teslim
alırlar. Çünkü bu hazırlık
ve deneme devresinden
sonra artık emâneti yüklenecek niteliklere sahip
olmuşlardır.
Bir sahih hadiste Peygamber efendimiz –salât
ve selâm üzerine olsun– şöyle buyurmaktadır:
“İnsanlar arasında en ağır imtihandan geçirilenler peygamberlerdir. Sonra salih kişiler gelir. Bu böylece devam eder gider. Kişi dîni duygularının düzeyine göre, denenmek amacı ile
imtihandan geçirilir. Eğer sarsılmaz bir inanca,
köklü bir dini pratiğe sahipse, imtihanın dozajı
arttırılır.”
İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi, nihaî zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın
vaadi ile garanti altına alınmıştır. Bir
mü'min Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden
kuşku duymaz. Ama eğer bu vaad gecikirse
hiç kuşkusuz yüce Allah'ın planladığı bir hikmetten dolayıdır. Ve mutlaka iman davası
için, mü'minler için hayır kaynağıdır.
Onlar, ağır bir bedel ödedikleri, sıkıntılara
karşı sabrettikleri, uğrunda birçok acılara katlandıkları, büyük fedakârlıklarda bulunduklârı için
bu emaneti teslim alırlarken, onu her şeyden üstün tutarlar.
Kanını feda eden, sinirlerini yıpratan, rahatını,
huzurunu bir kenara bırakan, arzularından ve
zevklerinden vazgeçen, sonra eziyetlere ve birçok
şeyden yoksun olmaya karşı sonuna kadar sabreden biri kuşkusuz, uğrunda bunca fedakârlıkta
bulunduğu emanetin ne kadar değerli olduğunun
bilincinde olur. Bu yüzden çektiği bunca acıdan,
katlandığı bunca fedakârlıktan sonra bu emaneti
ucuza kaptırmaz.
İman ve hak davasının en sonunda üstün gelmesi, nihaî zaferi kazanması ise, yüce Allah'ın
vaadi ile garanti altına alınmıştır. Bir mü'min
Allah'ın vaadinin yerine gelmesinden kuşku duymaz. Ama eğer bu vaad gecikirse hiç kuşkusuz
yüce Allah'ın planladığı bir hikmetten dolayıdır.
Ve mutlaka iman davası için, mü'minler için hayır
kaynağıdır. Hiç kimse yüce Allah kadar gerçeğe
ve gerçek taraftarlarına ilgi gösteremez, onları
koruyamaz. İmtihandan geçirilen, çeşitli musîbetlerle denenen mü'minler için, Allah'ın hak
davasını yüklenecek güvenilir kimseler olarak
Allah tarafından seçilmeleri yeterli bir ödüldür.
Onları sınayarak seçmek suretiyle yüce Allah'ın
imâni direktiflerinin sağlam olduğuna şahitlik
etmeleri en büyük onurdur.
Mü'minleri dinlerinden döndürmek için onlara baskı uygulayanlara, eziyet edenlere, bu amaçla her türlü kötülüğü yapanlara gelince; onlar
Allah'ın azabından kaçıp kurtulamazlar. Onların
kof güçleri istediği kadar debdebeli, ihtişamlı
görünsün, bir balon gibi şişirilmiş batıl sistemleri
istediği kadar sağlam ve sarsılmaz görünsün, sonunda kesinlikle yakayı ele vereceklerdir. Allah'ın vaadi bu yöndedir, her zaman geçerli olan
yasası eninde sonunda bunu öngörür.
“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun ki, biz
onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak,
yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.”
(Ankebût Sûresi: 29/1-3 )
HİÇ ŞÜPHESİZ YÜCE ALLAH
DOĞRU SÖYLÜYOR
‹man
ve
‹mtihan
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
41
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 42
‹KT‹BAS
Siyonist Zulmü -IDerleyen: M.Yasir Sevim
F
ilistin’de kendi öz vatanlarında yaşama
haklarını kullanmak dışında bir “suç
(!)”ları olmayan Filistinlilerin en az
üçte biri, o topraklarda hiçbir hakları olmadığı
halde şiddet yoluyla, silahın gücünü ve arkalarında duran emperyalistlerin desteklerini kullanarak hakimiyet kuran işgalci siyonistlerin zindanlarına en az bir kere girmişlerdir. Bazıları daha çocuk yaşta iken, bazıları ise yetmişini devirdikten sonra… Bazıları adeta izine çıkar gibi on
beş günlüğüne, bir aylığına dışarı çıktıktan sonra
tekrar tekrar o zindanlara girmişlerdir.
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
42
Zindanlara atılanlar genellikle, İsrail işgal
devletinin işkence mekanizması durumundaki iç
istihbarat örgütü ŞABAK’ın diğer adıyla ShinBet’in sorgulama odalarından geçmektedirler.
İsrail yasaları Filistinlilere işkence yapılmasına
izin verdiğinden, yurtlarına sahip çıkma kararlılığındaki Filistinliler, zindana atılmadan önce
mutlaka işkenceye de tâbi tutulmuşlardır. Bu işkence, birçoklarının ömür boyu sakat kalmalarına sebep olmuştur. Birçok kişi de bu işkence
yüzünden hayatını kaybetmiştir ki, 1987 intifâdası döneminde işkence yüzünden ölen Filistinli
sayısının 40’ı, geçtiği bizzat İsrail insan hakları
örgütü Betselim’in raporlarında dile getirilmiştir.
İşgal devleti Filistinli esirleri, zaman zaman
pazarlık malzemesi olarak da kullanıyor ve bu
yolla Filistin tarafından büyük tavizler koparmaya çalışıyor. Nitekim 1991’de başlayan Oslo
sürecinde esirleri pazarlık malzemesi olarak kullandı. Yapılan pazarlıklar sonucunda istediklerini
elde ederek esirleri serbest bırakmayı kabul ettiği
halde serbest bırakma işini bayağı sallantılı bir
şekilde yürüttü. Üstelik serbest bırakacağı kişilerden İsrail aleyhtarı faaliyetlere katılmayacaklarına dair bir belge imzalamalarını şart koştu.
Böyle bir belgeyi imzalamayı kabul etmeyenleri
ise anlaşmanın dışında tutmaya kalkıştı ve onlar
için ayrıca pazarlık yaptı. Oysa yapılan anlaşmalara göre esirleri şartsız olarak bırakması gerekiyordu.
İsrail açısından Filistinli esirleri serbest
bırakmak fazla bir mânâ taşımıyor. Çünkü zindanlara doldurup yıldırmaya çalıştığı onca insanı
serbest bıraktıktan sonra yeni tutuklama kampanyalarıyla yeni kişileri zindanlara doldurup, kısa
süre içinde serbest bırakılanlardan boşalan yerleri doldurabiliyor. Sonra bu ikinci grup esirler
üzerinden pazarlık yaparak, onlar vasıtasıyla yeni kazanımlar elde etmeye çalışıyor. Yani İsrail
işgal devleti bir bakıma, dağlardaki yol kesen eşkıyalar veya şehir mafyası gibi Filistinli esirleri
rehineler olarak kullanmaya ve onlar vasıtasıyla
kazanımlar elde etmeye çalışıyor. Bu durum, İsrail işgal devletinin, hukuk ve siyaset biliminin
tanımlarındaki “devlet” kavramından çok uzak
bir eşkıya düzeni olduğunun apaçık göstergelerinden biridir.
1987 intifâdası döneminde işgal devletinin
zindanlarına doldurulan Filistinli esirlerin sayısı
7 bini bulmuştu. Bunların önemli bir kısmı Oslo
sürecinde, zikrettiğimiz pazarlıklar neticesinde
kademeli olarak serbest bırakıldı. Ama tamamı
serbest bırakılmadı. Bununla birlikte zindanlarda
tutulanların sayısı 1000’in altına düşmüştü. Aksa
İntifâdası sürecinde işgal devletinin gerçekleştirdiği tutuklamalar neticesinde zindanlara doldurulan esir sayısı 8 bini buldu. Şimdi onlarla ilgili
pazarlıklar yapılıyor. Fakat bu konunun da çarpıtıldığını ve İsrail’in esirler üzerinde önemli oyunlar çevirmeye çalıştığını görüyoruz. Bu sebeple
biz “Filistinli Esirler Dosyası”nı açmak istedik.
İnşallah bu dosyamızda Filistinli esirlerle, Ebu
Mazin hükümetinin tutumuyla ve son yapılan
pazarlıklarla ilgili bilgiler vermeye çalışacağız.
Sekiz Bin Esir
Esir alma veya tutuklama, İsrail işgal devleti
açısından bir yıldırma ve Filistin tarafını birtakım
tavizlerde bulunmaya zorlama metodudur. Bu
yüzden onun için esir alma ya da tutuklamada
herhangi bir hukuk veya kural söz konusu değildir. İsrail’in esir alma veya tutuklama işlemlerinde ne bir savaş hukuku, ne de oturmuş bir
devlet hukuku görülür. Çünkü oturmuş devlet
hukukunda, tutuklamalara suç ya da suç şüphesi
gerekçe teşkil eder. Savaş hukukuna göre ise,
savaşan tarafın savaşçıları veya onlara yardımda
bulunanlar esir alınır. İsrail işgal devleti için ise
bunların hiçbirinin bir geçerliliği yoktur. İsrail’in
Filistin topraklarındaki işgali gayri meşru, do-
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 43
‹KT‹BAS
layısıyla savaşı da haksız bir savaş olduğu halde
İsrail açısından, savaşsın savaşmasın yürürlükteki
yasalara göre herhangi bir fiilleri olsun olmasın
kundaktaki bebekten yatak mahkumu yaşlıya kadar bütün Filistinliler hedeftir ve tutuklanmalarında, esir alınmalarında mahzur yoktur. Çünkü
İsrail esir aldığı insanları aynı zamanda birer rehine olarak kullanmakta ve onlar üzerinden pazarlıklar yapmaktadır. Bundan dolayıdır ki belli pazarlıklar neticesinde zindanlarını boşaltsa bile yeniden doldurması fazla zaman almamaktadır.
İşgal devleti zindanlarına doldurduğu Filistinli esirler hakkında ikna edici, net bilgiler vermekten çekiniyor. Çünkü esir aldıklarından bazılarını da bilinmeyen zindanlara dolduruyor. Bu
gizli zindan konusu daha önce de gündeme gelmişti. Ancak geçtiğimiz günlerde işgal devleti
yönetimi bu konudaki iddiaları kabul etti ve gizli
zindanlarının olduğunu itiraf etti.
İsrail zindanlarındaki Filistinli esirler hakkında bilgileri Filistin Esir Kulübü yetkililerinden alalım. Filistin Esir Kulübü başkanı İsa Karaki’nin
verdiği bilgilere göre son tutuklamalardan sonra
işgal devletinin zindanlarına ve tutukevlerine
doldurulan Filistinli sayısı sekiz bini buldu. Bu
sekiz bin kişi içinde, 11’i çocuk yaşta olmak
üzere 62 kişi bayan, 350 kişi de 18 yaşın altında
çocuk. Tutuklamalar sürekli devam ettiğinden sayı her gün artıyor. İşgalciler son olarak da 7 Temmuz 2003 Pazartesi günü Tubas ve Kabatiye’ye
yaptıkları baskında 6 kişiyi tutukladılar.
Özerk yönetimin Esirler Bakanlığı’na bağlı,
işgal devleti zindanlarındaki esirlerle irtibat dairesinin müdürü Hasan Kunayta da işgal devleti
zindanlarındaki esirlerin sayısının sekiz bine ulaştığını teyit etti.
Filistinli esirlerle ilgili gelişmeleri takip edenlerin verdiği bilgilere göre İsrail zindanlarındaki Filistinlilerin sayısı Aksa İntifâdası’nın başlamasından önce iki binin altındaydı. Şimdi ise
sekiz bini buldu. Fakat bu, intifada süresince tutuklananların sayısının altı binden ibaret olduğu
anlamına gelmiyor. Bu süre içinde on binlerce
insan tutuklanıp esir kamplarında birkaç gün
tutulduktan veya ŞABAK sorgulama merkezlerinde sorgulandıktan sonra serbest bırakıldılar.
Tabii bu sorgulama esnasında işkenceye veya kötü muameleye de tabi tutuldular ki, bu muameleler gerek Filistin gerekse İsrail insan hakları kuruluşlarının raporlarına geçmiştir.
Nazi Usulü Tutuklamalar
Siyonistler yürüttükleri lobicilik faaliyetlerinde sürekli, Nazilerin yahudilere karşı başvurdukları insanlık dışı uygulamaları malzeme
olarak kullanıyorlar. Oysa İsrail işgal devletini
yöneten siyonistlerin Filistinlilere karşı başvurdukları uygulamalar Nazilerin uygulamalarının
aynısıdır. Hatta tutuklama metotlarında bile aynen
onların metotlarını uygulamaktadırlar.
Filistin Esirler Kulübü başkanı Ahmed
Karaki işgalci siyonistlerin tutuklama uygulamalarıyla ilgili bir açıklamasında şunları söyledi:
“Siyonistlerin bu uygulamaları Alman askerlerinin II. Dünya Savaşı’nda kullandıkları metodun harfiyen taklididir. Şöyle ki siyonist askerler
belli bir bölgeye baskın düzenliyorlar. O bölgedeki sivillere ait tüm evleri kuşatma altına alıyorlar. Ardından 15-50 yaş arası bütün erkekleri evlerinden dışarı çıkmaya zorluyorlar. Sonra onları
geçici olarak belli bir bölgede topluyor ve orada
elleri havada, gözleri bağlı bir halde bekletiyorlar. Sonra da teker teker kimliklerini inceliyor ve
herhangi bir tevkif ya da tutuklama belgesi olmaksızın onlarcasını gözetim altına alıyorlar.”
Aynı hususu özerk yönetime bağlı Esirler
bakanı Hişam Abdurrazık da vurguluyor ve işgalcilerin, baskınlarda insanları toplu halde belli bir
sahada uzun süre aramaya ve sorgulamaya tabi
tuttuktan sonra gruplar halinde tutukladıklarına
dikkat çekiyor. Bakan bu uygulamaya sadece
belli bir bölgede değil, Filistinlilerin yaşadığı tüm
şehirlerde, yerleşim bölgelerinde ve mülteci
kamplarında başvurulduğunu ifade ediyor.
İşgal güçlerinin bu tür toplu tutuklama işlemleri, Aksa İntifâdası sürecinde neredeyse gündelik hâle geldi. Çünkü işgal güçleri her gün bir yere baskın düzenliyor ve böyle toplu tutuklamalar
yapıyorlardı. Geçici olarak belli bir meydanda tutulanlar daha sonra bırakılsalar da orada saatler
süren sorgulama ve kimlik denetimi esnasında
büyük eziyetlere ve aşağılayıcı muamelelere tâbi
tutuluyorlar. Bu yüzden denilebilir ki Aksa İntifâdası süresince Gazze ve Batı Yaka bölgelerinde
yaşayan, 15-50 yaş arası Filistinli erkeklerin en
az üçte ikisi bu çirkin muameleye maruz kalmıştır.
El’Mizan İnsan Hakları Merkezi yetkililerinden Av. Adnan el-Hicaz, bu çirkin tutuklama
uygulamalarıyla ilgili olarak şu bilgileri veriyor:
“Bu uygulama intifadanın başlangıcından
itibaren gündelik hale gelmiş ve bir çok sayıda
insan bu yolla gözetim altına alınmıştır. İnsanların kalabalık kitleler halinde, köyleri, şehirleri
ve muhtelif yerleşim birimlerini birbirinden
ayıran geçiş noktalarında saatlerce eziyet
altında bekletilmeleri uygulaması ise bunun
dışındadır. Siyonist yönetim tutuklamalarda her
ne kadar yasaları uyguladığını söylese de
yapılanların hiçbir yasal gerekçesi yoktur. Öyle
toplu halde tutuklanarak kendi yerleşim alanlarından kitleler halinde başka yerlere nakledi-
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
43
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 44
‹KT‹BAS
len insanların tamamı sivildir ve Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin himayesinde olmaları gerekir. Bu sözleşme, sivillerin kendi yerleşim alanlarından zorla başka yerlere nakledilmelerini
yasaklamaktadır. Oysa işgal devleti Gazze veya
Batı Yaka bölgelerinden topluca tutuklananları
içeriye (yani İsrail olarak gösterilen 1948’de işgal edilmiş bölgeye) naklediyor. Ayrıca bunları
herhangi bir yargılamaya tâbi tutmadan idari
cezaya çarptırıyor.”
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
44
gece ve gündüz sürekli ellerim bağlıydı. Kollarıma biri bileklerimin altından diğeri de üstünden bağlı iki ayrı kelepçe geçirdiler. Zorunlu
ihtiyaçlar için çözüp tekrar bağlamak istediklerinde iri cüsseli, çirkin görünümlü bir adamı
çağırıyorlardı ve o öyle şiddetli bir şekilde bağlıyordu ki adeta kendimi ölecek gibi hissediyordum. Kelepçelerin kollarımda yol açtığı acıdan
dolayı yemek için çözdüklerinde ellerimi ağzıma
götüremiyordum. Soruşturmanın ilk 48 saati en
zor ve çekilmez dönemdi. Tutuklanışımın ilk daNe yazık ki emperyalist güçler, Cenevre Sözkikasıyla
birlikte bu zor dönem başladı. Önce bir
leşmesi’ni İsrail işgal devletine karşı işletmediksaat
süreyle
sürekli sorguya çekildim. Hiç uyulerinden işgalciler Filistinlileri esir almada ve
mama
fırsat
vermediler.
Buna ek olarak oldukça
onlara kötü muamele yapmada kendilerini tamaeziyet
verici
bir
şekilde
bedensel ve psikolojik
men serbest ve rahat hissediyorlar.
işkenceler yaptılar. Sonra benim askeri soruşEsirlere İşkenceler
turmaya tabi tutulmam için karar çıktığını bilİsrail işgal devleti işkenceyi yasalaştıran bir
dirdiler. Oysa bana böyle bir karara dair herdevlettir. İşgal devletihangi bir yazı veya belnin yasaları ŞABAK adı İsrail işgal devleti işkenceyi yasa- ge göstermediler. Sonra
verilen iç istihbarat ör- laştıran bir devlettir. İşgal devle- Filistin askısı olarak bigütü elemanlarının Filinen askıya çektiler. Bu
listinli tutuklulara iş- tinin yasaları ŞABAK adı verilen iç askı bedenimin her takence yapmalarına izin istihbarat örgütü elemanlarının rafında acı duymama
veriyor. Bu yasaların
sebep oldu. Bu işkence
kaldırılması için bizzat Filistinli tutuklulara işkence yap- en çok acı veren işkenİsrail insan hakları ör- malarına izin veriyor. Bu yasaların ceydi. İkinci derecede
gütleri İsrail Yüksek
de kollarımdaki kelepMahkemesi’ne müra- kaldırılması için bizzat İsrail insan çelerin iyice sıkılması
caatta bulundular. An- hakları örgütleri İsrail Yüksek geliyordu. Bir diğer işcak İsrail Yüksek Mahkence şekli de “şibh”
kemesi bu talepleri red- Mahkemesi’ne müracaatta bulun- metoduydu. Bunda da
dederek sadece bazı iş- dular. Ancak İsrail Yüksek Mahke- ben ayaktayken kollakence metotlarının yarımı tavandan bağlıyor
saklanması için müraca- mesi bu talepleri reddederek sade- sonra ayaklarımı yavaş
atta bulunulabileceği ce bazı işkence metotlarının yasak- yavaş aşağıya indiriyönünde açıklama yaptı.
yorlardı. Bu da çok acı
Ne var ki İsrail Yüksek lanması için müracaatta bulunula- veriyordu. Uygulanan
Mahkemesi açısından bileceği yönünde açıklama yaptı.
işkencelerin şiddeti ve
bu yöndeki taleplerin de
zorluğu sebebiyle bedebir anlam taşımayacağı belliydi ve o yönde de
nim iyice hareketsiz bir hale geldi. Bunun üzeriherhangi bir gelişme olmadı. Bundan dolayıdır ki
ne, işkence sebebiyle kol ve bacaklarımda kırık
çıkık olup olmadığını inceletmek için beni, işgal
Filistinli esirlere ve tutuklulara işgalci güçler
altındaki Kudüs’te bulunan Hedasa hastanesine
tarafından ağır işkenceler yapılmakta ve hatta
götürdüler. Kelepçelerin iyice sıkılması sebebiybazıları bu işkenceler yüzünden hayatlarını kayle bileklerimde büyük oyuklar oluştu. En büyüğü
betmektedirler. Biz de dosyamızın bu bölümünde
de bayağı ezilen sol bileğimde oluştu ki bunun
söz konusu işkenceler hakkında bazı özet bilgiler
izi bugün hala gözle görülebilecek şekilde devermek istiyoruz.
vam ediyor.”
Esirlere uygulanan işkenceler hakkında bizAvukatı bayan Ed’Dekmak, Ebu’n Nediyy’in
zat işkenceye mâruz kalan esirlerin verdiği bilsol bileğindeki oyuğu tetkik ettirdi ve bunun sol
gileri aktaralım. Tam kırk dört gün süreyle ŞAkolunda kalıcı bir rahatsızlığa yol açabileceğini
BAK elemanları tarafından sorgulamaya tâbi tudile getirdi.
tulan, Ramallahlı Felah Ebu’n Nediyy mâruz
Yine Ebu’n-Nediyy’in verdiği bilgilere göre
kaldığı işkenceler hakkında şunları söylüyor:
işgalciler soruşturma süresince eşini üç kere ya“Soruşturmanın sürdüğü 44 gün boyunca
nına getirmişler. Bunu yapmaktaki amaçları ise
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 45
‹KT‹BAS
eşini manevi yönden yıpratmak ve ona psikolojik
eziyet etmek. İşgalciler Ebu’n-Nediyy’e karşı
muhtelif tehditlerle de eziyet etmişler. Bu tehditlerden biri: “Senin fuhuş yaptığına ve ahlak
dışı işlere bulaştığına dair haberler yayarız.” Bir
diğer tehditleri: “Bulunduğun bölgede bizimle
yardımlaştığını ve istihbarat elemanımız olarak
çalıştığını iddia ederiz.” İşgalciler bu iki tehdidi
çok sık kullanıyor ve hatta bazı kişileri yıpratmak
amacıyla bu tür haberleri yayıyorlar. Dolayısıyla
bir kimse hakkında siyonistlerin yaydığı bu tür
haberlere kesinlikle itibar etmemek gerekir. Çünkü onlar kendi adamlarını deşifre etmez, düşmanlarına iftira atarlar. İşgalcilerin Ebu’n-Nediyy’e
ve daha birçoklarına karşı kullandıkları bir diğer
tehdit metodu ise evine baskın düzenleyerek eşine ve çocuklarına kötülük edebilecekleri tehdidi.
Muhammed Amr durumunu Esirler Kulübü
avukatlarından Fehmi El’Uveyvi’ye arz etti.
Amr, oldukça vahşi işkencelere maruz kaldığını,
özellikle kollarının arkadan bağlanması suretiyle
yapılan işkencelerden dolayı büyük eziyetler çektiğini ifade etti. Askalan (Aşkelon) zindanında tutulan Amr kendisine bu işkencenin gündelik olarak 12 saat süreyle ve 12 gün boyunca yapıldığını
ifade etti.
Ramallah’tan 25 yaşındaki Zahir Atta, Arif
Er’Rimavi de sorgulama esnasında 48 saat süreyle kollarının arkadan bağlı bir şekilde askıda tutulduğunu, bu esnada hem kollarının, hem de ayaklarının bağlandığını, üstelik kendisine çok çirkin ifadelerle sövüldüğünü, hakaretler edildiğini,
verilen yemeklerin de yenmeyecek derecede kötü olduğunu ifade etti.
İşgalcilerin işkencelerine mâruz kalan
Bu aktardıklarımız sadece birkaç tutsağın
Filistinli tutsaklardan bir
ağzından İsrail işgal
diğeri, Batı Yaka’nın elCihad Kasım Ubeydo, hakkında devletinin, Filistinli tutHalil şehrinden 23 yasaklara uyguladığı işkenşındaki Cihad Kasım verilen idari mahkûmiyet süresinin celere dikkat çekme aUbeydo da şu bilgileri
taşıyan bilgiler mâsonra tutulduğu macı
veriyor: “Beni beş gün dolmasından
hiyetindedir. Tabii işsüreyle gece ve gündüz En’Nakab zindanından soruştur- kenceye mâruz kalanlar
sürekli devam edecek şesadece bunlar değil, yakilde bir sandalyeye ma amacıyla alındı. İşgalciler, pılan işkence türlerinin
bağladılar. Ellerim arkatehdit amacıyla hamile eşini de hepsi bu kadar değil.
dan bağlıydı. İtirafta buBöyle tekli soruşturmalunmadığım halde eşimi yanına getirdiler ve gözlerinin larda yapılan işkenceleöldürecekleri tehdidinde
önünde ona saldırdılar. Bu saldırı rin yanı sıra toplu işkenbulundular.”
celer de yapılıyor. Toplu
Cihad Kasım Ubeydo, yüzünden hamile kadının kar- işkencelerin başında ise
11 gün süreyle hücrede nındaki cenin hayatını kaybetti ve zindanlardaki kötü şartlar geliyor. Kendisi Batı
tutuldu. Önce hakkında
Yaka’nın
Beytlahm şehkadın
daha
sonra
düşük
yaptı.
idari mahkûmiyet kararı
rinden
olan
22 yaşındaki
verildi. İdari mahkûmiMuhammed
Abdülkadir
yet ise herhangi bir yargılamaya tâbi tutmaksızın
El’Musalime, Filistin Esirler Kulübü avukatsoruşturma merhalesinde, herhangi bir yasal
larına verdiği bilgide kendisinin tutulduğu zinzemine oturtulmadan verilen mahkûmiyetlere
danda şartların çok kötü olduğunu dile getirdi.
deniyor. İdari mahkûmiyetler için bir sınırlama
Zindanda haşeratın ve zararlı böceklerin her tarafı
getirilmiyor. Sorgulayanlar, verdikleri idâri mahkuşattığını, bu yüzden de birçok tutsağın bu zararkûmiyet süresinin dolmasından sonra bu süreyi
lı canlıların yaydığı hastalığa mâruz kaldığını, biruzatabiliyor veya yeni bir idâri mahkûmiyet
çoklarının haşerat tarafından ısırıldığını dile getirkararı verebiliyorlar. Cihad Kasım Ubeydo, hakdi. Askalan cezaevinde tutulan ve adından yukakında verilen idari mahkûmiyet süresinin dolmarıda söz ettiğimiz Mahmud Muhammed Amr,
sından sonra tutulduğu En’Nakab zindanından
kaldığı cezaevinde tutsakların mâruz kaldıkları
soruşturma amacıyla alındı. İşgalciler, tehdit açirkin muameleler ve zindan şartlarının kötü olmacıyla hamile eşini yanına getirdiler ve gözması sebebiyle birçok kez açlık grevine gittiklerilerinin önünde ona saldırdılar. Bu saldırı yüzünni ifade etti. Yine aynı kişinin verdiği bilgilere
den hamile kadının karnındaki cenin hayatını kaygöre, Askalan zindanında cezaevi yönetimi tutbetti ve kadın daha sonra düşük yaptı.
saklardan hasta olanların hastaneye kaldırılmalarını veya doktor gözetiminden geçirilmelerini
Siyonist vahşilerin işkencelerine mâruz kalan
kabul etmedi. Sadece Askalan’da değil daha birFilistinli tutsaklardan biri de yine el-Halil’den 26
çok zindanda tutsaklar mâruz kaldıkları kötü muyaşındaki Mahmud Muhammed Amr idi. Mahmud
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
45
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 46
‹KT‹BAS
ameleler ve kötü şartlar sebebiyle değişik zamanlarda açlık grevleri düzenlediler. Bu açıdan
zindanlardaki şartların biraz daha ayrıntılı olarak
ele alınmasına ihtiyaç olduğunu düşünüyoruz.
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
46
sına çıkma imkanları yok. Bunun sebebi ise
“dinlenme sahası” nitelendirmesine uygun bir
yerin olmaması. Dinlenme sahası olarak tahsis
edilen yer zindanın arka tarafında 3x3 m ebatlarında, etrafı demir parmaklıklarla ve dikenli
Zindanlar
tellerle çevrilmiş dar bir alan. Temizlik diye bir
Kesintisiz İşkence Mekanları
şey yok. Tutsakların tutulduğu yerler nemli ve
Filistinli tutsakların tutulduğu zindanlar tam
bakımsız. Her tarafını haşerat kuşatmış. Temizanlamıyla kesintisiz işkence mekanlarıdır. Ne yalik maddeleri ve havalandırma aletleri yok. Kişizık ki uluslararası anlaşmaların, İnsan Hakları
sel temizlik imkanları ise yok denebilecek duEvrensel Beyannamesi’nin ve meşhur Cenevre
rumda. Birçok tutsak oraya atıldığı gün üzerinde
Sözleşmesi’nin tutsaklarla ve mahkumlarla ilgili
olan elbiselerle duruyor, çünkü değiştirebileceği
maddeleri İsrail işgal devletinin zulüm uygulabir başka elbisesi yok. Zindan yönetimi başka
malarına karşı işletilmiyor. Bu yüzden de Filisbir elbise vermiyor. Zindanı ziyaret etmelerine
tinli tutsaklar, siyonist işgalcilerin sınır tanımaz
imkan verilen avukatların sağladığı şeyler tutvahşetleri karşısında her türlü ilgiden, haklarını
sakların ihtiyaçlarının yüzde otuzunu karşılamıarayacak bir ilgi elinden
yor. Zaten avukatların
yoksun vaziyette, zulgötürdüğü eşyalara zinmün bütün şiddetini
dan girişinde el konu“Beyt
İl”,
İbranicede
Tanrının
hissediyorlar.
yor, onların da birçoğu
Filistinli tutsakların Evi anlamına geliyor. İşgalciler tutsaklara ulaştırılmımâruz kaldığı zindan
yor. Kızılhaç teşkilaşartları hakkında fikir Batı Yaka’da işgal güçlerinin tının sokabildiği ihtiyaç
vermesi için bir örnek
maddeleri ise tutsaklaüzerinde durmak istiy- yönetim merkezlerini o mıntıkaya rın ihtiyaçlarının çok az
oruz: Beyt İl zindanı.
kurduklarından bu adı vermişler. bir kısmını karşılayabi“Beyt İl”, İbranicede
liyor. Tutsakların banyo
Tanrının Evi anlamına İşte, “Tanrının Evi” adını verdik- yapmalarına ve ihtiyaç
geliyor. İşgalciler Batı
oranında su kullanmaYaka’da işgal güçleri- leri bu mıntıkada kurdukları zin- larına fırsat verilmiyor.
nin yönetim merkezleriZaten banyo yapmak isni o mıntıkaya kurduk- danda, ırkçı zihniyetlerini bütün teseler de banyodan
larından bu adı vermişsonra üstlerine giyebiler. İşte, “Tanrının Evi” çıplaklığıyla ortaya koyuyor ve lecekleri yeni ve temiz
adını verdikleri bu mınelbiseleri olmuyor.
tıkada kurdukları zin- Filistinli tutsaklara kendilerince
Tutsaklara verilen
danda, ırkçı zihniyetleyiyecekler son derece
“Tanrının
Gazabı”nı
gösteriyorlar.
rini bütün çıplaklığıyla
berbat. Üstelik ihtiyaç
ortaya koyuyor ve Filismiktarının da altında.
tinli tutsaklara kendilerince “Tanrının Gazabı”nı
Çok kötü olması sebebiyle de çoğu zaman geri
gösteriyorlar.
gönderiyorlar. Sağlık hizmetleri için bir doktor
Filistin Esirler Kulübü’nden avukat Fatıma
var ve hasta tutsakları bu doktor muayene ediyEn’Netişe’nin Beyti İl zindanını ve oradaki tutor. Ancak zindan yönetimi doktorun istediklerini
sakları ziyaret etmesinden sonra verdiği bilgileri
yaptırmıyor. Doktorun yazdığı ilaçlar zamanında
burada aktaralım:
verilmiyor. Bazen yazılan ilaçlar değil alternatif
ilaçlar veriliyor. Kışın soğuk günlerde, tutsaklar
Buradaki tutsaklar son derece kötü şartlarda
çok sıkıntı çekiyorlar. Zindanda iyi bir ısıtma sistutuluyorlar. Her şeyden önce ailelerine buluntemi bulunmadığından ve çoğu zaman üstlerinde
dukları yeri kesin bir şekilde bildirmelerine izin
yeterli
giysi olmadığından üşüyorlar. Yatakta
verilmiyor. Yanlarında götürdükleri eşyalarına
üstlerine
örtünmeleri için verilenler ise kirli
ve çoğu zaman paralarına el konuyor. Birçok
olması
sebebiyle
oldukça pis kokan battaniyeler.
tutsak bu konuda zindan yönetimine şikayette
Zindanın özel sorgulama bölümünde sadece bir
bulunduğu halde hiçbir sonuç alamamış.
tane tuvalet var ve burada ön sorgulamaya tabi
Esirler Kulübü’nün Beyti İl zindanıyla ilgili
tutulan tutukluların tuvaleti 15 dakika öğleden
önce, 15 dakika da öğleden sonra olmak üzere
raporunda da şu bilgiler veriliyor:
günde
toplam yarım saat kullanmalarına izin
Zindanda tutulan tutsakların dinlenme saha-
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 47
‹KT‹BAS
veriliyor. Bu bölümde tutulanların sayısı az da
olsa bu uygulama değişmiyor. Zindanın içindeki
tutsakların gardiyanlarla konuşup anlaşmaları
zor. Çünkü gardiyan olarak Rusya göçmeni
yahudilerden seçilen askerler tayin edilmiş ve
onların da hiçbiri Arapça bilmiyor. Bu yüzden
tutsaklar onlara durumlarını anlatamıyorlar.
Hatta haklarındaki yasal süreçle ilgili durumları
bile izah edemiyorlar.
Beyti İl zindanındaki şartları bir örnek olarak
sunmaya çalıştık. Ancak diğer zindanların durumu daha farklı değil. Hatta bazı zindanlardaki
şartlar belki Beyti İl’deki şartlardan çok daha
fenadır. Ancak biz Beyti İl zindanıyla ilgili bilgilerin diğerleri hakkında da fikir vereceğini düşündüğümüzden bu konuyla sözü daha fazla uzatmak istemiyoruz.
Siyonist Vahşet
Mağduru Çocuklar
En son hazırlanan raporlara göre halen İsrail
zindanlarında 18 yaşın altında 350-400 civarında
çocuk bulunuyor. Bunların 35’i idari mahkumiyetle yani yargı dışı mahkumiyet kararıyla zindanda tutuluyorlar.
Çocuklar tutuklamalarda ve sorgulamalarda
oldukça kötü muamelelere maruz kaldıkları gibi
zindanlarda da son derece çirkin ve insanlık dışı
uygulamalara muhatap oluyorlar. Kendilerine
karşı tehdit ve şiddet uygulamalarına başvuruluyor, en doğal haklarından mahrum bırakılıyorlar, işkenceye tabi tutuluyorlar. Bu çocukların
durumları, uluslararası kuruluşları ve insan hakları örgütlerini, tutsak ve tutuklu haklarıyla ilgili
metinler açısından ilgilendirdiği gibi, ayrıca çocuk olmaları yönünden yani çocuk haklarıyla ilgili metinler ve maddeÇocuk tutsakların mâruz kaldığı ler açısından da ilgilenAma ne yazık ki
işkence metotlarının başında darp diriyor.
işgal devletine karşı bu
yani dövme geliyor. Bu çocuklar yönden de baskı ve yapvücutlarının her tarafından dövü- tırım yapılmıyor ve siyonistlerin zindanlarında
lüyorlar. En çok da vücutlarının üst tutulan çocuklar da sakısımlarından ve başlarından dö- hipsiz ve perişan halde
terk ediliyorlar.
Filistinli çocuklar,
İsrail işgal güçleri ve
genelde tüm siyonistler
için sürekli hedef olagelmişlerdir. Birinci intifâda döneminde kuytu
yerlere götürülüp kolları vülüyorlar. Şiddetli bir şekilde
İşkenceden
bacakları kırılan çocuk- silkelendikleri oluyor. Bu dövmeler
Çocuklar da
ların görüntülerini bütün
ve
silkelemeler
sebebiyle
bazen
Kurtulamıyor
dünya seyretti. Aksa İntifâdası’nın başlangıç şuurlarını kaybettikleri oluyor.
İsrail zulmünün izin
günlerinde Muhammed Bazen kolları ve bacakları bağla- verdiği işkenceden FiCemal Ed’Durre adlı çolistinli çocuk tutsaklar
cuğun, babasının onca nıyor ve bu şekilde uzun süre bek- ve tutuklular da kurtuhaykırışlarına, yalvar- letiliyorlar. Bazen duvara yapışık lamıyor. Filistin Esirler
malarına rağmen hedef
Kulübü’nün bu konuda
alınarak öldürülmesini halde dimdik bir vaziyette saa- hazırladığı raporlarda şu
de bütün insanlık tele- tlerce durmaları isteniyor.
bilgiler veriliyor: Çocuk
vizyon ekranlarından
tutsakların mâruz kaldığı
gördü. İşte bu çocuklarla aynı hakları yani varlık
işkence metotlarının başında darp yani dövme
haklarını, kendi öz yurtlarında yaşama haklarını
geliyor. Bu çocuklar vücutlarının her tarafından
savunan binlerce çocuk, işgal güçlerinin tutukladövülüyorlar. En çok da vücutlarının üst kısımma ve esir alma faaliyetlerinde de sürekli hedef
larından ve başlarından dövülüyorlar. Şiddetli bir
olmuşlardır.
şekilde silkelendikleri oluyor. Bu dövmeler ve
silkelemeler sebebiyle bazen şuurlarını kaybetFilistin özerk yönetimi Esirler Bakanlığı’nın
tikleri
oluyor. Bazen kolları ve bacakları bağlahazırladığı bir rapora göre Aksa İntifâdası’nın
nıyor
ve
bu şekilde uzun süre bekletiliyorlar.
başlangıcından buyana iki binden fazla çocuk işBazen
duvara
yapışık halde dimdik bir vaziyette
gal güçleri tarafından tutuklanmıştır.
saatlerce durmaları isteniyor. Bazen de yakınlaİşgal devleti, birinci intifâda döneminde
rına, beraberlerindeki tutuklulara ve hatta dini
uygulamaya koyduğu ve 12-14 yaş arası çocukinançlarına, ilahlarına küfredilerek manevi işların da tutuklanmasına izin veren 231 sayılı askence yapılıyor.
keri yönergesini, 1999’da yeniden uygulamaya
Esirler Kulübü avukatları, çocuk tutsakların
koydu. İşte bu yönergeye dayanılarak binlerce
tutulduğu
zindanları ziyaretlerinden sonra yaptıkçocuk işgal güçleri tarafından aşırı derecede
ları
açıklamalarda
bu çocukların, uluslararası anşiddet kullanılarak tutuklanmış ve zindanlara
laşmalarda kayda bağlanmış haklarının hepsindoldurulmuştur.
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
47
5.Dergi
14/9/03
18:15
Page 48
‹KT‹BAS
Siyonist
Zulmü
-1-
A¤ustos-Ekim
2003 Say›: 5
fiehâdet
48
den mahrum olduklarını dile getirdiler.
Avukatların verdiği bilgilere göre Talmund cezaevinde 2000 yılı başından
çocuklar oldukça kötü muamelelere
mâruz kalmaktan ve saldırılardan 2001 yılı sonuna kadar geçen iki yıllık
şikayetçi oluyorlar. Çoğu zaman askeri
süre içinde cezaevi yönetimi tarafından
mahkemelere çıkarılıyorlar ve haklarında oldukça sert hükümler veriliyor. Oy- çocuklara dört kere toplu saldırı gerçeksa uluslararası anlaşmalara göre çocukların askeri mahkemelerde yargılanma- leştirilmiştir. Bu saldırılarda göz yaşarmaları gerekiyor.
tıcı gazlar ve sert coplar kullanılmıştır.
16 Nisan 2003 tarihinde Beyti İl
zindanını ziyaret eden, Esirler Kulübü 26 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştiravukatlarından bayan Fatıma En’Netişe, burada tutulan tutsakların önemli bir ilen toplu saldırıda da üç çocuk şuurunu
kısmının 18 yaşın altındaki çocuklardan
oluştuğunu ifade etti. Beyti İl zindanın- kaybetmiş, 11 çocuk muhtelif yerlerindaki şartlar hakkında ise daha önce
den şiddetli şekilde yara almıştır.
yeterince bilgi vermiştik. Bu bilgiler
bile, İsrail zindanlarında tutulan çocuk
normalde oranın görevlisi olarak gösterildiği
tutsakların ne gibi kötü muamelelere ve insanlık
halde sadece zindan yönetiminden herhangi bir
dışı uygulamalara mâruz kaldıkları hakkında fikir
talep olduğu zaman gidiyor. Hasta çocuklar için
vermeye yeter. Av. Fatıma En’Netişe’nin verdiği
gerekli ilaçlar da temin edilmiyor. Öte yandan
bilgilere göre Beyti İl’de tutulan çocuk tutsaktedaviye alınan çocuk adeta bir hücreye alınıp
ların birçoğu kötü şartlar sebebiyle solunum yolarkadaşlarıyla
irtibatı kesiliyor. Bu yüzden
ları rahatsızlıkları çekiyor. Burada tutulan çocukçocuklar
sıhhi
şikayetlerini
iletmek istemiyorlar.
ların banyo yapmalarına ve mâruz kaldıkları hastalıklardan dolayı tedavi görmelerine fırsat verilTalmund cezaevinde 2000 yılı başından 2001
miyor. İlginçtir ki burada tutulan çocuk tutsakyılı sonuna kadar geçen iki yıllık süre içinde
ların birçoğu gıyâbi olarak yani mahkeme önüne
cezaevi yönetimi tarafından çocuklara dört kere
çıkmalarına bile fırsat verilmeden mahkûm ediltoplu saldırı gerçekleştirilmiştir. Bu saldırılarda
miş. Bu gıyâbi kararlarda da ŞABAK’ın polis
göz yaşartıcı gazlar ve sert coplar kullanılmıştır.
merkezlerinde aldığı itiraflar dayanak kabul edil26 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştirilen toplu
miş. Oysa bu itirafların tamamı işkence altında,
saldırıda da üç çocuk şuurunu kaybetmiş, 11
şiddetli dövmelerle ve muhtelif işkence metotçocuk muhtelif yerlerinden şiddetli şekilde yara
larıyla alınmış itiraflar.
almıştır.
Zindanlarda tutulan çocukların, çoğu zaman
DEVAM EDECEK …
aileleri ve yakınları tarafından ziyaret edilmeleri
engelleniyor. İşgal devletinin sık sık uyguladığı
Bu yazı
abluka dönemlerinde ise zaten aile fertleri tawww.vahdet.com.tr
rafından ziyaret edilmeleri mümkün olmuyor. Bu
isimli siteden iktibas
engellemeler çocukların psikolojik yönden yıpedilmiştir
ranmalarına sebep oluyor ve bu da onlara mânevi
bir işkence oluyor. Sadece bu kadar değil. Çocuk
tutsaklara aileleri tarafından gönderilen mektuplar da çoğu zaman ulaştırılmıyor. Bu yüzden aile
fertleriyle irtibatları bazen çok uzun süre kesiliyor. Aileleri tarafından, ihtiyaçlarının temini için
getirilen eşyalara el konuluyor.
Çocuk hapishanesi olarak bilinen Talmund
zindanında resmi olarak bir doktor bulunduruluyor. Ancak buradaki çocuk tutsaklar doktorun
kendilerine insanca muamele etmemesinden
şikayetçi oluyorlar. Bazen herhangi bir şikayetlerini ilettiklerinde sert ve düşmanca bir muameleyle karşılaştıklarını söylüyorlar. Ayrıca doktor