seçim yapıldı, kalınan yerden devam!
Transkript
seçim yapıldı, kalınan yerden devam!
• editörden - içindekiler EDİTÖRDEN Merhaba 2015 yılının son –Kasım/Aralık- sayısı ile birlikteyiz. Önemli gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. 7 Haziran genel seçiminde AKP tek başına çoğunluğu yitirdi. AKP tek başına iktidarı sürdürmek için bütün olanakları kullandı. Bütün imkanlar seferber edildi. 1 Kasım’da seçimler yenilendi. Başyazımızı seçim sonuçlarının değerlendirmesine ayırdık. 10 Ekim’de Ankara’da Türkiye tarihinin en büyük terör eyleminde 102 insanımızı kaybettik. Yüzlerce arkadaşımız yaralandı. “Ankara katliamı: Unutmayacağız! Affetmeyeceğiz!” başlıklı yazımızda bu barbar katliamı inceledik. Egemen sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşından başka bir şey olmayan İpek Koza Grubuna Kayyum atanması ve yaşanılan gelişmeleri, “Gülen Cemaati/Erdoğan-AKP arasındaki iktidar dalaşında yeni hamleler” başlıklı yazımızda değerlendirdik. 2015 yılı Sosyalist Ekim Devrimi’nin 98. yıldönümü. İşçilere, emekçilere, halklara yol göstermeye devam eden Ekim Devrimi “Dünyaya yeni Ekimler gerek! Herşeye rağmen yeni ekimler gelecektir!” başlıklı makalemizi Ekim devrimine ayırdık. Katliamlar, savaş, ölümler, faşist terör vb. şartlarında gelen kötü haberler içinde bir haber bizi oldukça sevindirdi. Ermeni halkının el konulan mallarının sembolü olan Kamp Armen direnişin 175. gününde gerçek sahiplerine iade edildi. Kampın tapuda sahibi görünen Fatih Ulusoy, tapuyu Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi Vakfı’na iade etti. Tapuda işlemler tamamlandı. Ermenilere yönelik soykırımın 100. yılı dolayısıyla soykırımdan kurtulan Ermenilerin anlatımlarına yer vermeye devam ediyoruz. Bu sayımızda soykırımdan kurtulan Urfa’lı görgü tanıklarının anlatımlarına yer verdik. 2015 yılı sorunları 2016 yılına devrediyor. 2016 yılının özgürlük, demokrasi, devrim ve sosyalizm mücadelesinde önemli bir yıl olması dileğiyle, okurlarımızı, dostlarımızı 2016 yılında mücadeleyi daha da geliştirmeye, yükseltmeye çağırıyoruz. Yeni sayımızda buluşmak üzere hoşça kalın… Kasım 2015 ✓ İÇİNDEKİLER GÜNDEM YENİLGİDEN ZAFERE!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 GÜLEN CEMAATİ/ERDOĞAN-AKP ARASINDAKİ İKTİDAR DALAŞINDA YENİ HAMLELER . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 6 UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 ANKARA KATLİAMINI LANETLİYORUZ!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 18 SAVAŞIN SON BULMASI, BARIŞ İÇİN OYLAR HDP’YE!. . . . . . . . . . . . 19 YENİ KADIN DÜNYASI FAŞİZME GEÇİT YOK! SİLAHLAR SUSSUN! BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! . . 22 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN ERMENİ SOYKIRIMI’NDAN KURTULAN URFA’LI GÖRGÜ TANIKLARI ANLATIYOR!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 24 2 TARİHLE YÜZLEŞELİM . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 ROJAVA DÜŞMANLIĞINA SON! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41 GÜNCEL HERŞEYE RAĞMEN YENİ EKİMLER GELECEKTİR! . . . . . . . . . . . . . . . . 43 PANORAMA SEÇİM YAPILDI, KALINAN YERDEN DEVAM!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 52 SAVAŞTA YENİ DURUM! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 57 KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI SOSYALİZMDE “GERİ DÖNÜŞ” SORUNU. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 64 Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Hüseyin Gül • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Hüseyin Gül • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 11 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 178 · Kasım/Aralık2015 • ISSN 1301692X178 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.com • ydicagrigazetesi@gmail.com • info@ydicagri.com 7 YENİLGİDEN ZAFERE! Haziran’da milyonlarca seçmen 25. dönem Milletvekillerini belirlemek için sandık başına gitti. AKP sandıktan tek başına çoğunluğu yitirerek çıktı. RT Erdoğan ve AKP için sonuçlar büyük bir hayal kırıklığı idi. AKP, Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçmeyi de içeren bir Anayasa değişikliğini mümkün kılacak bir çoğunluk elde edemedi. Rahat çoğunluklu tek başına iktidarı yitirdi. Açık ara seçimden birinci parti olarak çıkmalarına rağmen, hükümet kurmak için bir ortağa ihtiyaçları vardı. CHP ile koalisyon görüşmeleri yapıldı. Nafile turlar sonucunda koalisyon kurulamadı. RT Erdoğan ve AKP’nin tek başına iktidar hırsının sonucu olarak 1 Kasım’da 26. Dönem Milletvekillerini belirlemek için seçimler yenilendi. Seçimlerin yapıldığı ortam *1 Kasım öncesinde 7 Haziran öncesi ile karşılaştırıldığında seçim havası/atmosferi yoktu. 24 Temmuz’da AKP’nin yeniden başlattığı savaş, Ankara katliamı, Ekim ayında HDP’ye�������������������������������� yönelik yoğun ����������������������� saldırılar bu durumda etkili oldu. *HDP eşitsiz koşullarda seçim çalışması yürüttü. Yeniden başlayan savaş HDP’ye saldırıları da tetikledi. Devletin kolluk güçlerinin denetiminde, eşliğinde 6-8 Ekim tarihlerinde ırkçı faşist gruplar HDP binalarına saldırdı. Binalar yakıldı yıkıldı. Saldırılarda Kürtlere ait işyerleri de yakıldı. *Kuzey Kürdistan ve Türkiye’de HDP’ye yönelik yoğun operasyonlar yapıldı. Seçilmiş belediye başkanları, HDP yöneticileri, üyeleri gözaltına alındı. *AKP iktidar olmanın olanaklarını tepe tepe kullanarak seçim çalışması yürüttü. Yandaş medya yanında, denetiminde olan TRT’yi kullandı. En fazla reklam yapan, en fazla billboardlarda reklamları olan, en fazla seçim mitingi yapan parti AKP’ydi. *HDP çok az yerde seçim mitingi yaptı. 10 Ekim’de Ankara katliamı sonrasında planlanmış olan mitingler iptal edildi. Katliamın ertesinde ilan edilen “üç günlük yas” sonrasında diğer partiler mitinglerini yapmaya devam ettiler. *RT Erdoğan 7 Haziran öncesi kadar olmasa da 1 Kasım seçimleri için sahaya indi. Muhtarları Saraya topladı. Onlara hitap etti. Toplantılarda konuştu. İstikrasızlığın sonuçlarının ne olduğunu anlatarak, is- gündem 1 KASIM’DA SEÇİMLER YENİLENDİ 3 gündem mini vermediği gönlündeki partiye oy istedi. *Kuzey Kürdistan’da seçimler savaş koşullarında, silahların gölgesinde yapıldı. Güvenlik gerekçesiyle kimi yerlerde şehir, ilçe seçim kurullarının kararlarıyla sandıklar birleştirildi. da 356.282 kişi civarında bir artış, geçerli oy bazında küçük bir fark 5.395, katılım oranında %1.54 bir artış söz konusudur. 1 Kasım seçimlerine katılım oldukça yüksek olmuştur. Seçim sonuçları Seçim değerlendirmemiz bu sayımızda –sayımız baskıya gireceği için- kabaca olacaktır. Seçim sonuçlarını gelecek sayımızda ayrıntılı değerlendireceğiz. Bu yazının yazıldığı tarihte kesin olmayan seçim sonuçları şöyle: Açılan Sandık: % 99.58 Toplam Seçmen: 56.965.099 Kullanılan oy: 48.180.515 Geçerli oy: 47.495.941 Katılım oranı: % 85.46 AKP 23.449.769 %49,41 316 Milletvekili CHP 12.056.311 %25,38 134 Milletvekili HDP 5.084.883 %10,70 59 Milletvekili MHP 5.665.851 %11,93 41 Milletvekili (http://secim.aa.com.tr/index.h 7 Haziran genel seçimlerinden bu yana 5 ay geçti. 7 Haziran genel seçim sonuçları ise şöyle: Kayıtlı seçmen sayısı: 56.608.817 Oy kullanan seçmen sayısı: 47.490.546 Katılım Oranı: % 83,92 AKP 18.867.411 %40,87 258 Milletvekili CHP 11.518.139 %24.95 132 Milletvekili MHP 7.520.006 %16,29 80 Milletvekili HDP 6.058.489 %13,12 80 Milletvekili (http://www.ysk.gov.tr/ysk/Haberler/2015MV/D.pdf) 4 7 Haziran seçimleri ile 1 Kasım seçimleri karşılaştırıldığında durum kabaca ������������������������� şöyledir:���������������� Seçmen sayısın- Sonuçlardan sonuçlar AKP açısından: *AKP 7 Haziran seçimlerinden açık ara birinci parti olarak çıkmasına rağmen tek başına çoğunluğu yitirerek çıktı. AKP %10 civarında oy kaybetti. Seçmen AKP’yi uyardı. “Türk tipi başkanlığa” izin vermedi. Bir partiyi yanına alıp koalisyon kur mesajı verdi. *1 Kasım seçimlerinde AKP beş milyona yakın oyunu artırarak, yüzde bazında %10’na yakın oyunu artırarak, rahat çoğunluklu tek başına iktidar ile çıktı. AKP 1 Kasım seçimlerinin galibidir. AKP bu seçimden zaferle çıkmıştır. *AKP 7 Haziran’da tek başına iktidar olma devrinin sonuna gelmekten, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde görülen gerileme eğiliminden tekrar yükselişe geçmiş, her iki seçmenden birinin oyunu almayı başarmıştır. *Bu başarının temelinde 7 Haziran sonrası RT Erdoğan ve AKP’nin izlediği stratejinin çok önemli bir payı vardır. 7 Haziran seçimlerinde tek başına hükümet kurma imkanını kaybeden AKP ve başkanlık hayali sandığa gömülen RT Erdoğan; “bölücü teröre” karşı mücadele bayrağı altında MHP’ye giden oyları geri almak; HDP’yi “bölücü terörist örgütün uzantısı” olarak gösterip, HDP’ye salt Erdoğan düşmanlığı nedeniyle oy verenlerin bir bölümünün HDP’ye vermiş olduğu desteği geri çekmesini sağlamak; siyasi istikrarsızlığın ne gibi sonuçlara yol açtığını gösterip AKP oylarını artırmak ve yenilenecek seçimde tek başına hükümet olma imkanını zorlamaktan oluşan strateji başarıya ulaşmış, AKP’ye zafer getirmiştir. *AKP 7 Haziran’dan sonra hükümet kuramamış olmanın ülkeye getirdiği yükleri anlatıp, siyasi istikrar, ülkenin kalkınması, büyümesi için tek başına iktidar olmak için oy istedi. Koalisyon kurulamamasının suçunun diğer partilerden kaynaklandığını anlattı. CHP, MHP, HDP’nin AKP ile koalisyon hükümeti kurmamak için sergilediği negatif tavır bu partilere değil AKP’ye yaradı. MHP açısından: 1 Kasım seçimlerinin esas mağlubu MHP’dir. MHP gerek oy bazında, gerek oy oranı bazında, gerekse de milletvekili sayısında önemli oranda düşüş yaşadı. Bu düşüşün temelinde 7 Haziran seçimlerinden sonra sergilediği negatif tutum, “hayır”cı tavır önemli rol oynamıştır. AKP’nin MHP’den oy alma planı başarıya ulaşmıştır. CHP açısından: CHP’nin oy bazında, oy oranı noktasında, milletvekili sayısında çok olmasa da küçük bir artış söz konusudur. CHP’nin 7 Haziran seçimlerinde HDP’ye giden emanet oyları görünen geri gelmiştir. HDP açısından: HDP 1 Kasım seçimlerinin kaybedenidir. HDP’nin oyları artma yerine azalmıştır. HDP hem Kuzey Kürdistan’da, hem de Türkiye’de oy kaybetmiştir. Bir milyona yakın oy ve 21 milletvekili kaybedilmiştir. Bu yenilgi tek başına Kuzey Kürdistan’da savaş olması, seçimin silahların gölgesinde yapılması, HDP’ye yoğun saldırıların olması ile açıklanacak bir durum değildir. Bu yenilginin muhasebesi yapılmak zorundadır. Biz kısaca şöyle düşünüyoruz: *7 Haziran seçimlerinde Erdoğan’ın önünü kesmek, O’nu başkan yaptırmamak için oranı tartışma konusu olan küçümsenmeyecek sayıda seçmen oyunu HDP’ye verdi. HDP’nin seçimler sırasında yürüttüğü “Seni başkan yaptırmayacağız” kampanyası başarıya ulaştı. HDP Erdoğan düşmanlığı temelinde kendisine verilen emanet oyları ilk başta kabul etmesine rağmen sonraki süreçte reddetti. Görünen emanet oylar geldiği yere geri gitmiştir. *HDP 7 Haziran seçimlerinden sonra, AKP ile seçim kampanyası döneminde hiçbir şart altında AKP ile ortak hareket etmeme tavrını sürdürdü. AKP ile koalisyon kurma konusunda negatif bir tavır sergiledi. Bu negatif tutum HDP’ye oy kaybettirmiştir. *Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan savaş, savaş öncesinde ve sonrasında PKK’nin yaptığı hatalar, HDP’ye oy kaybettirmiştir. Kürt halkının savaş değil, barış istediği net olarak bir kez daha görülmüştür. *Kuzey Kürdistan’da kimi şehirlerde ilan edilen “özyönetim”ler HDP’ye oy getirmemiş tersine oy kaybettirmiştir. 7 Haziran seçimlerinde HDP’nin başarısı PKK tarafından “özyönetim” konusunda onay olarak okunmuştur. Bu değerlendirmenin yanlış bir değerlendirme olduğu net olarak ortaya çıkmıştır. 7 Haziran’da HDP’ye verilen oylar barış için, savaşın sonlandırılması için, çözüm sürecinin sürdürülmesi, sonuca k av u şt u r u l ma sı için verilmiştir. gündem Erdoğan’ın, AKP’nin HDP’ye yönelik izlediği strateji de başarıya ulaşmıştır. HDP 1 milyon civarında oy kaybetmiştir. *AKP seçimlerden zaferle çıkmasına bağlı olarak yeni Anayasa’yı, başkanlık sistemini gelecek dönemde yeniden gündeme getirecektir. Seçim çalışmamız YDİ Çağrı olarak 1 Kasım genel seçimlerinde HDP’yi destekleme kararı aldık. Genel olarak kapitalizmde seçimlerin ne anlama geldiğini, seçimlere nasıl baktığımızı, hangi gerekçeler temelinde HDP’ye destek verdiğimizi kamuoyuna açıkladık. Kendi seçim çalışmamızı yürütmemizin yanı sıra gücümüzün olduğu alanlarda HDP ile birlikte aktif seçim çalışması yürüttük. İlçe seçim komisyonlarında, mahalle seçim komisyonları çalışmasına katıldık. Seçim günü sandık görevlisi ve müşahit olduk vb. 02.11.2015 ✓ 5 gündem GÜLEN CEMAATİ/ ERDOĞAN-AKP ARASINDAKİ İKTİDAR DALAŞINDA YENİ HAMLELER D 6 ünün ayrılmaz dostları, dava arkadaşları; en geç 17-25 Aralık 2013 operasyonundan bu yana can düşmanları, düşman kardeşler, Erdoğan AKP’si ile Gülen Cemaati arasındaki iktidar dalaşı bütün hızıyla sürüyor. doğan/AKP arasında yürüyen iktidar dalaşı, her iki taraf açısından da adeta bir ölüm kalım mücadelesi. Hal böyle olduğu için her iki taraf ta ellerindeki tüm malzemeyi kullanarak, 1 Kasım seçimlerinde kendi hedeflerine varmaya çalışıyorlar. 1 Kasım Seçimleri Bu İktidar Dalaşında Önemli Bir Merhale Hedefler AKP’nin tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde etmesi, egemenlerin kendi aralarındaki iktidar dalaşında Erdoğan ve AKP’sinin anda baş düşman olarak gördüğü Gülen Cemaati’nin devlet kurum ve kadrolarından başlamış ve hayli ilerlemiş olan tasfiyesinin sürmesi anlamına gelecek. Bu cemaatin gerileyen gücünün bütünüyle kırılması anlamına gelecek. AKP’nin tek başına iktidar olacak çoğunluğu elde edememesi, koalisyon hükümetinin zorunlu hale gelmesi ise, cemaat üzerindeki baskı ve saldırıların yavaşlatılması ve AKP açısından kelimenin gerçek anlamında sonun başlangıcı anlamına gelecek. Neresinden bakılırsa bakılsın cemaat ile Er- Erdoğan/AKP için hedef tek başına iktidar. Gülen cemaati için hedef her ne pahasına olursa olsun, AKP’nin tek başına iktidara gelmesinin engellenmesi. Bu konuda Erdoğan ve AKP’nin hemen tüm karşıtları bu asgari müşterekte birleşiyor. Cemaat son üç seçimden bu yana (cumhurbaşkanlığı seçimi, yerel seçim, 7 Haziran genel seçimi) anti Tayip cephesinin baş malzemecisi konumunda. Erdoğan ve AKP’ye karşı bütün muhalefetin kullandığı argümanların büyük çoğunluğu cemaat tarafından servislenen “bilgi” ve “belge” lere dayanıyor. Bu iktidar dalaşında emekçi yığınların iki taraftan birinin kuyruğuna takılması için beyin yıkama aracı olarak kullanılan medya önemli rol oynuyor. Erdoğan/AKP’nin bir “havuzda” topladığı kendi “yandaş” medyası var. Yazılı medyada Akşam, Yeni Şafak, Star, Güneş bu havuz medyasının basın ayağında etkin. TV’lerde ATV, a haber, 24, Beyaz TV, Star TV, Ülke TV doğrudan “Havuz”un parçaları. Bunun yanında TGRT de önemli ölçüde katkıda bulunuyor. Devlet Kurumu olan TRT de bugün esasta AKP medyası olarak işlev görüyor. AKP parti olarak büyük medya gücüne sahip. Havuz dışında kalan medyanın büyük bölümü AKP karşıtı cephenin medyası konumunda. AKP karşıtı medya içinde Cemaatin doğrudan kontrolünde olan medya, cephenin -en azından AKP karşıtı malzeme sunma konusunda- başını çekiyor. Cemaatçi medya içinde Samanyolu grubu, yazılı medyada Zaman ve Meydan gazeteleri ve Aksiyon dergisi; görsel medyada Samanyolu TV, Samanyolu Haber, Ebru TV, Mehtap TV, Yumurcak TV, Dünya TV, MC TV ile önde geliyor. Onu İpek Koza grubu izliyor. Bu grubun elinde Bugün ve Millet gazeteleri; Bugün TV ve Kanaltürk TV var. Cemaat, cemaatçiliğini gizleme ihtiyacı duymayan bu gazete ve TV’ler dışında, Taraf gazetesi gibi liberal görünümlü gazeteleri de adeta tetikçi olarak kullanıyor. Türkiye’nin önemli holdinglerinden Doğan Holding yayın gurubu da Hürriyet, Posta (son dönemde internet yayını olarak çıkan) Radikal gazeteleri; Kanal D, CNN Türk, TV 2 TV kanallarıyla anti AKP cephesinin etkin medyası olarak işlev görüyor. Gerek “yandaş” havuz medyası, gerekse Erdoğan/ AKP karşıtlarının medyası iktidar dalaşının araçları olarak, gazetecilik değil, tetikçilik yapıyorlar. Enformasyon değil dezenformasyon araçları bunlar. Bu, bu gündem Ve Araçlar medyada çalışan ve gerçekten gazetecilik yapmaya çalışan iyi niyetli kimi basın emekçilerinin varlığından bağımsız objektif gerçeklik. Bu gibileri en iyi halde dezenformasyona güvenilirlik, inandırıcılık katan yararlı aptallar işlevini görüyorlar. Anti Erdoğan/AKP Medyasına “Ayar” Erdoğan/AKP bir yandan kontrollerinde bulunan medyayı “düşman” medyaya ayar vermek için kullanırken, diğer yandan ellerinde bulundurdukları devlet gücünü de kendilerine karşı olan medya içinde ayar veremediklerini susturmak için kullanıyor. Bu bağlamda 1 Kasım seçimleri öncesinde öncelikle Cemaat medyası ile Erdoğan/AKP iktidarı arasında açık savaş yaşandı, yaşanıyor. Geçmişte Kemalist bürokratik devlet kadrolarını tasfiye etmek için kurulmuş olan Erdoğan/AKP-Gülen cemaati ittifakı dağıldıktan sonra, şimdi ortaya yeni bir ittifak çıktı: Erdoğan/AKP ile gücünü önemli ölçüde kaybetmiş olan ve fakat Ergenekon ve Poyraz davalarının çöküşü ile ve savaşın başlaması ile yeniden güçlenen eski Kemalist devlet bürokrasisinin, en başta ordunun ittifakı. Bu sağlam ve kalıcı bir ittifak değil. Fakat hem PKK’ye karşı savaş yürütmek, hem de devlet içinde yuvalanmış, Gülenci “Paralel devlet”i tasfiye konusunda kurulmuş, şimdilik yürüyen bir ittifak. Bu ittifak için cemaat, savcılığın “FETÖ” (Fethullahcı Terör Örgütü) olarak adlandırdığı, tasfiye edilmesi gereken bir düşman örgüt. Buna uygun olarak bu “terör örgütü”nün yönetici üyesi oldukları suçlaması ile birçok şüpheli göz altına alındı. Bir bölümü tutuklandı. Bunlar içinde Samanyolu gurubunun Genel Yayın Yönetmeni Hidayet Karaca da vardı. Hidayet Karaca 14 Aralık 2014’te tutuklandı. Aynı gün tutuklanan Zaman gazetesi yayın yönetmeni Ekrem Dumanlı, adli gözlem ve yurtdışına çıkma yasağı şartlarıyla serbest bırakıldı. İçinde kimi Zaman gazetesi yazarlarının da bulunduğu dava süreci başladı, 7 gündem sürüyor. Samanyolu gurubunun bu tutuklamalara karşı tavrı, Türkiye’de basın özgürlüğüne karşı büyük bir baskı olduğu kampanyasını, “Özgür basın susturulamaz” kampanyasını başlatmak biçiminde oldu. Yandaş medya, bu tutuklamaların basın özgürlüğüne saldırı vb. ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını anlatırken; tüm anti Erdoğan/AKP medya da bu tutuklamaların Erdoğan’ın diktatörlüğe giden yolda “özgür basın”ı susturmak istemesinin sonucu olduğunu anlattı. İki taraf ta aslında doğru söylemiyordu. Bu tutuklamalar (yalnızca gazeteciler tutuklanmadı, toplam 32 kişi “silahlı örgüte üye olmak” “Resmi belgede sahtecilik yapmak”, “sahte belgelerle kumpas kurmak” vb. ile suçlanarak tutuklandı.) tutuklanan gazeteciler somutunda tabii ki açıkça cemaat medyasını susturmak, ona gözdağı vermek işlevine de sahipti. Bu yanıyla “basın özgürlüğüne” karşı saldırı olarak adlandırılmasının bir temeli vardı. Fakat diğer yandan şimdi AKP’nin hedefinde olan bu medyanın basın özgürlüğünü savunduğu da yalandı. Bunların basın özgürlüğünden anladıkları, en iyi halde, doğru olarak satmaya çalıştıkları yalanlarını sınırsızca yayma, basını iktidar mücadelelerinde tetikçi olarak kullanma özgürlüğü idi. Bunların örneğin sosyalist basına yönelen saldırılara karşı herhangi bir itirazını duyan, gören yoktu. Geçmişte AKP ile ittifak içinde iken cemaatçi savcılar ve yargıçlar veriyordu yayın yasağı kararlarını, cemaatçi medya da bunları savunuyordu. İpek-Koza Grubuna Kayyum 8 Savcılığın FETÖ olarak adlandırdığı gruba karşı yürüttüğü soruşturmalar içinde yeni tutuklama talepleri gelmeye devam etti. İktidar mücadelesinde en önemli hedeflerden biri tabii “düşman”ın mali kaynaklarını kurutmaktı. Bu bağlamda “Fethullahçı Terör Örgütü”ne finansman sağladığı iddiasıyla hakkında soruşturma açılan ve tutuklanma kararı çıkarılan Koza İpek Yönetim Kurulu Başkanı Akın İpek, grup şirketlerinde arama yapılmadan önce yurtdışına kaçtı. (Gülenciler bu kaçışlara “Hicret” diyor.) Akın İpek hakkında bankalar aracılığıyla şirketlerinin hesabında bulunan 7 milyar 40 milyon doları Bahreyn, Malta ve Kıbrıs’taki hesaplara aktardığı gerekçesiyle hazırlanmış bir iddianame vardı. 26 Ekim’de Ankara 5’inci Sulh Ceza Hakimliği, Koza İpek Grubu’nun tüm şirketlerine, “Fetullah Gülen Terör Örgütü’ne yardım ettikleri, onlara katıldıkları” gerekçesiyle “tam yetkili kayyum” atadı. Karar- da, “himmet paralarının” aklandığı, FETÖ’ye finans sağlandığı, okullarda FETÖ’ye eleman kazandırıldığı, medya gücüyle de örgüt mensuplarının aklanmaya çalışıldığı” belirtildi. Türkiye’nin Erdoğan/AKP ile Gülen cemaati arasında ittifakın olduğu döneminde kısa sürede sermaye piyasasında “yükselen değer” olan “Koza-İpek” grubunda şimdi atanan kayyum yönetimine devredilen şirketler şunlar: 1- Koza-İpek Eğitim Sağlık Hizmet Yardım Vakfı 2- Koza Altın İşletmeleri 3- Koza Anadolu Metal Madencilik İşl. 4- Koza İpek Holding 5- İpek Doğal Enerji Kaynakları Araştırma ve Üretim 6- Doğu Anadolu Maden Arama ve Sondaj 7- ATP Havacılık Ticaret 8- ATP İnşaat ve Ticaret 9- Koza İpek Basım Sanayi Tic. 10- ATP Koza Gıda Tarım Hayvancılık 11- ATP Koza Turizm Seyahat ve Ticaret 12- Koza İpek Sigorta Aracılık Hizmetleri 13- Koza İpek Tedarik Danışmanlık Araç Kiralama Tic. 14- AZ ipek Danışmanlık Proje Rek ve Org Hizmetleri Ticaret 15- BB İpek Danışmanlık Proje Rek ve Org Hizm Tic. 16- Kontaklı Metal Madencilik San. Tic. 17- Özdemir Animuan Madenleri 18- Koza Altın İşletmeleri 19- İpek Doğal Enerji Kaynakları Araştırma ve Üretim 20- ATP Havacılık Tic. 21- Atlantik Eğitim Medyada İpek Koza grubu: Kanaltürk Radyo ve TV’si ve Bugün TV; basılı medyada ise Bugün gazetesi , Millet gazetesi olarak var. Bu Kayyum Atama Meselesinin Burjuva Hukuku Açısından Durumu Durumu en iyi açıklayanlardan biri eski savcı, CHP milletvekili İlhan Cihaner. Bilindiği gibi İlhan Cihaner Gülen’ciler hakkında soruşturma yaptığı sırada sonradan bir komplo olduğu çıkan bir gerekçeyle görevinden uzaklaştırılmış, Ergenekoncu olarak tutuklanmış, uzun süre hapis yatmış, Gülen Cemaatinin işlerini iyi bilen biridir. O kayyum atanması konusunda şöyle diyor: Hepsi Yalancı, Hepsi Sahtekar Bir bütün olarak Koza İpek Grubuna devlet tarafından el konması anlamına gelen kayyum atanması, grup tarafından AKP’nin/Erdoğan’ın grubun medyasını susturmak için atttığı “Basın özgürlüğüne” “Özgür basına” yönelik bir saldırı olarak tanıtıldı. Ve Ekrem Dumanlı’nın ve Hidayet Karaca’nın tutuklanmasında olduğu gibi, Kayyum’un medya kurumlarına gitmesi, güya “basın özgürlüğünü savunma” adına bir gösteriye dönüştürüldü. Hemen hemen bütün anti Erdoğan cephesi için de, Koza İpek grubuna el konulması “basın özgürlüğüne” karşı girişilmiş bir saldırıdan başka bir şey değildi. AKP nin yandaş medyası için ise bu kayyum atanması işinin basına özgürlüğüne saldırı vb. ile hiç bir ilgisi yoktu! Yine iki taraf ta yalan söylüyordu. Koza İpek Grubuna yönelik kayyum atanması, grubun bütün şirketlerini, bu arada medya bölümünü de kapsıyordu. Bu anlamda tabii ki 26 Ekim’e kadar AKP’ne karşı en şiddetli muhalefet yapan iki gazeteye ve TV kanalına da devlet adına el konulmuş, yönetimi AKP’nin denetimine geçmiş oluyordu. Bu bu anlamda evet AKP karşıtı basının susturulması işlevine de sahip bir karardı. Diğer yandan fakat Kanaltürk TV, Bugün TV’nin, Bugün gazetesi ve Millet gazetesinin basın özgürlüğünün adeta son kaleleri gibi gösterilmeleri de, yalandı, yalandır. Bu medya kuruluşlarına yönelen saldırılara karşı bunlara “basın özgürlüğünü savunma “ adına sahip çıkılması da yanlıştır. Olan egemen sınıfların kendi içindeki iktidar dalaşından başka bir şey değildi, değil. Biz bu kavgada ne “devlet içinde yuvalanmış, “vatan haini” paralel devlet yapılanmasını çökertmek” için mücadelesine destek isteyenlerin; ne de kendilerine yönelik tasfiye girişimlerine karşı şimdi basın özgürlüğünü savunrma adına bizi yanlarına çağıranların yanında, tarafında değiliz. Bizim kendi tarafımız var. Evet biz gerçek basın özgürlüğünden yanayız. Ama rotatiflerin, TV kanallarının şu veya bu sermaye gurubunun elinde olduğu bir “basın özgürlüğü” lafta basın özgürlüğüdür. Basın özgürlüğü adına savunulan anda rakibi tarafından bastırılmaaya çalışılan sermaye gurubunun özgürlüğüdür. Kapitalist sistemin egemen olduğu bir ortamda özgür basın, kendisini sermayeye karşı konumlandıran basındır. O ise bir çok halde –bizim ülkelerimizde çoğu zaman olduğu gibi- illegal olma durumundadır. Bizim basın özgürlüğü mücadelemiz, egemen sınıfların şu veya bu kesiminin yanında, bir başka kesimine karşı bir mücadele değil, bir bütün olarak sisteme karşı bir mücadeledir. Egemenlerin kendi aralarındaki iktidar dalaşında görevimiz, bu dalaşın andaki görünümlerinin ne olduğunu açıklamak, kendi mücadelemizi yürütmektir. 28.10.2015 ✓ gündem “Eğer Fethullah Gülen örgütlenmesinin, yapısının, cemaatinin ya da MGK’nın deyimiyle Fethullah Gülen Terör Örgütü’nün bir suç yapılanması olduğuna karar veriyorsanız, o şirketlerin de o yapılanmayla ilişkilerini belgelemişseniz, bu tarz tedbirlere başvurulabilir. Kanalları Digitürk’ten çıkarma gibi tedbirlere de böyle bakmak gerekir. Ancak üzerinde asıl durulması gereken şey, Fethullah Gülen yapısının bir suç örgütü olup olmadığıdır. Bana göre, bu yönde güçlü emareler, bulgular var. Sadece kanun dışı dinlemelerin bile, belli bir organik yapı içerisinde bu gruba mal edilebileceğine ilişkin ellerimizde veri var. “ Cihaner, bu tip tedbirlerin suça karıştıkları gerekçesiyle daha once kimi bankalara da uygulandığını hatırlatarak, şöyle diyor: “Mesela, bir yapılanma eğer uyuşturucu kaçakçılığı, silah kaçakçılığı yapıyorsa, onun beslediği, ya da kendisini besleyen şirketlere karşı bu tip tedbirler uygulanabilir. Ancak bunu yapmak için, o yapılanmanın suç örgütü olduğunu ortaya koymanız, bu şirketlerle organik bağını belgelemeniz gerekir”. 9 gündem ANKARA KATLİAMI UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ! 10 10 Ekim’de Ankara’da Türkiye tarihinin en büyük terör eylemlerinden birinde resmi rakamlara göre 102 barış savaşçısı kardeşimizi yitirdik. (Ankara Tabip Odası 15 Ekim itibarıyla yitirdiklerimizin sayısını 106 olarak verdi; 16 Ekim’deki açıklamasında bu sayıyı 103’e indirdi. HDP Eşbaşkanı Demirtaş 11 Ekim’de, Ankara’da yapılan bir anma/uğurlama mitinginde kaybettiğimiz “128 yoldaşımız” dan söz etti. HDP sonradan bu konuda özür diledi.) Yüzün üzerinde insanımız iki IŞİD’li terörist “canlı bomba”nın barbar saldırısında yitirdiler hayatlarını. 500’ün üzerinde insanımız yaralandı, hastanelerde tedavi gördü. Ankara Tabipler Odası’nın 15 Ekim’de yaptığı açıklamaya göre 89 yaralı hala hastanelerde tedavi altında idi, bunlardan 20 si yoğun bakımda idi. İki canlı bombanın eylemi gayet profesyonel hazırlanmış, mümkün olduğunca çok insan öldürmeyi, sakat bırakmayı hedefleyen, bunu da başaran bir eylem. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı “soruşturmanın sürdüğü”, eylemcilerin bağlantılarının açığa çıkarılması için çalışmaların yürütüldüğü açıklamasını yaptı. Başsavcılığın talebi üzerine soruşturma konusunda yayın yasağı getirildi. Gerçekte kimse yayın yasağı dinlemedi. Cumhuriyet gazetesi zaten hukuksuz olduğu gerekçesiyle “yayın yasağı bizim için yok hükmündedir” bantıyla çıktı. Bütün muhalif basında bombacıların kim olduğu çarşaf çarşaf yayınlanırken; yandaş medyada bombacıların PKK ile ilişkilendiren haberler ve yo- rumlar yer aldı. Soruşturma yürütenler ve hükümet kanadından gelen ilk açıklamalar eylemin iki canlı bomba tarafından gerçekleştirildiği; soruşturmanın sürdüğü ve canlı bombalarla ve eylemle ilgili kimi tutuklamaların gerçekleştirildiği ötesine geçmedi. Yazılı ve görsel medyada ise iki canlı bombanın kimlikleri Yunus Emre Alagöz ve Ömer Deniz Dündar olarak açıklandı. Bunlardan Yunus Emre Alagöz Suruç katliamındaki canlı bomba Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün ağabeyi. Medyada yayılan haberlere göre Hem Yunus Emre Alagöz ve hem de Ömer deniz Dündar emniyet güçlerinin “canlı bomba” eylemi gerçek leştirebilecek leri şüphesi ile, 20 kişilik arananlar listesinde yer alan kişiler. Her ikisinin de IŞİD’ le bağıntılı olan Adıyamandaki “Dokumacılar grubu” nun üyeleri olduğu yazılıp çizildi. Cumhuriyet gazetesi söz konusu gurubun iki yıldır polis takibi altında olduğunu gösteren tape kayıtlarını yayınladı. 19 Ekim’de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma hakkında yazılı açıklama yaptı. Açıklamada; “Ankara Garı civarında meydana gelen eyleme dair bazı twitter içerikleri ile ilgili olarak 4 kişi hakkında gözaltı işlemleri uygulanmış, bu kişilerden 3’ü Başsavcılığımızca serbest bırakılmış, 1’i hakkında talebimiz üzerine mahkemece yurt dışına çıkış yasağı şeklinde adli kontrol kararı verilmiştir. Söz konusu canlı bomba eylemini gerçekleştiren kişilerden birinin Yunus Emre Alagözisimli şahıs olduğu tespit edilmiştir. Diğer canlı bomba eylemcisinin fotoğraf- eylemle, Türkiye’nin her yerinde benzeri eylemler yapılabileceği; Türkiye’nin yönetilemez hale getirilebileceği gösteriliyordu. * Eylemin olduğu alanda yeterli bir güvenlik tedbiri yoktu. * Eylemin hemen ertesinde yaşanan panik ve kaos ortamında, eyleme katılan kimi doktor ve sağlıkçıların yaralılara müdahale ettiği, hayat kurtarmaya çalıştığı bir ortamda, polis güçlerinin gazlı müdahalesinden oradaki tüm insanlar etkilendi. * Ambulansların ve sağlık ekiplerinin bir can pazarına dönen eylem yerine varmalarında aksamalar ve gecikmeler yaşandı. gündem la teşhisi yapılmış olup, açık kimliğinin belirlenmesi için çalışmalar devam etmektedir. Bu kişinin eylemi gerçekleştirmek üzere, güney sınırlarımıza komşu bir ülkeden geldiği tespit edilmiştir. İki canlı bomba eylemcisine yardım ettikleri ve bu eyleme katıldıkları düşünülen toplam 20 şüpheli hakkında adli işlem başlatılmış olup, bunlardan 11’i gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınan 11 şüpheliden 4’ü Başsavcılığımızca serbest bırakılmış, 6 şüpheli tutuklanma talebi ile 1 şüpheli de adli kontrol talebi ile Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edilmiştir. Sulh Ceza Hakimliği’ne sevk edilen şüphelilerden (6+1=7 kişi) 4’ü tutuklanmış, 3’ü hakkında adli kontrol karan verilmiştir” denildi. Açıklamada ayrıca; “Yakalanan şüphelilerin Gaziantep ilindeki evlerinde, iş yerlerinde, araçlarında, depo olarak kullandıkları alanlarda ve hücre evi olarak kullandıkları evde yapılan aramalarda” bulunan malzemelerin –silah, mühimmat, bomba malzemesi vb.- dökümü de veriliyor. Aynı gün gerçekte işlemeyen yayın yasağı da kaldırıldı. Şimdiye kadar kesin olan bilgiler şunlar: *10 Ekim 2015’de haftalardır hazırlığı yapılan “Savaşa İnat, Barış Hemen Şimdi” mitingine katılmak için Ankara Garı önünde toplanan binlerce barış ve demokrasi savaşçısının arasına giren iki canlı bomba 100’ün üzerinde insanımızı canice katletti, 500’e yakın insanımızı yaraladı. Onlarca insanımızı sakat bıraktı. *Bu eylem Kuzey Kürdistan’da devletin halka karşı faşist terör estirdiği, PKK’ne karşı yoğun bir savaş yürüttüğü bir ortamda, Türkiye’de yapılacak seçimlerin üç hafta öncesinde ve PKK’nin çok kısa süre içinde tek taraflı bir ateşkes ilan edeceğini açıklanmasının beklendiği bir ortamda gerçekleştirildi. *Eylemin doğrudan hedefi Türkiye’deki/Kuzey Kürdistan’daki savaşın hemen durdurulmasını isteyenler, bunun için yapılacak mitinge katılmak için Ankara’da toplanan, büyük çoğunluğu sol örgütlerden olan insanlardı. Mümkün olduğunca çok barış yanlısını öldürmek, barış isteyenlere gözdağı vermek eylemin doğrudan hedefi idi. *Tetikçiler kim olursa olsun objektif olarak bu eylem, Türkiye’de halkları birbirine karşı kışkırtmaya; yürüyen savaşın durdurulması yönünde bir adım atılmasını engellemeye, Türkiye’de bir dehşet ve kaos ortamı yaratmaya yönelik bir eylemdi. Türkiye’nin başkentinde gerçekleştirilen böyle bir Acıda Birlik Yokluğu… Aslında böyle barbarca, insanlık düşmanı bir eylem sonrasında demokrasi adına konuşan bütün siyasi güçlerin -lafta demokrasi adına konuşmayan zaten yok!- dininden, mezhebinden, milliyetinden, grup/ cemaat/örgüt mensubiyetinden bağımsız, birazcık vicdan sahibi olan bütün insanların, yani bu eylemi gerçekleştirenler ve arkasında duranlar dışındaki herkesin, toplumun her kesiminin hep birlikte ayağa kalkıp HAYIR demesi beklenir. Fakat bu Kuzey Kürdistan/Türkiye’de böyle olmadı olmuyor. Eylemin hemen ertesinde, daha ölülerimizin önemli bölümü yerlerde üzerlerine örtülmüş pankartlar, afişler altında yatarken, yaralılar henüz hastanelere taşınıyorken gelen ilk açıklamalarda, Kuzey Kürdistan/ Türkiye’de esas olarak ikiye bölünmüş olan siyasi ortama uygun tavırlar sergilendi: Hükümete ve Erdoğan’a göre, “şiddetle kınadıkları bu terör eylemi”, “devletimizin ve milletimizin birliğine yönelik hain bir saldırı” idi. Başbakan A. Davutoğlu hükümet adına yaptığı açıklamada: “Çok derin bir hüzün ve acı içindeyiz. Bugün ülkemiz, halkımız ve demokrasimiz büyük bir terör saldırısıyla hedef edinilmiştir. Bu saldırı herhangi bir şekilde tek bir gruba, o mitinge katılan vatandaşlarımıza ya da herhangi bir siyasi topluluğa karşı değildir. Bu saldırı ülkemizin bütününe karşı yapılmış bir saldırıdır. Bu saldırı, demokrasimize yapılan bir saldırıdır. Ülkemize yapılan bir saldırıdır çünkü Türkiye ateş çemberi içinde demokrasisiyle istikrarını bütünleştiren örnek bir ülkedir. Bu saldırıyla ülkemizin itibarına, ülkemizin huzur ve istikrarına doğrudan bir saldırı gerçekleştirilmiştir.” diyordu. Erdoğan ise yaptığı ilk açıklamada şöyle diyordu: 11 gündem 12 “Bugün Ankara Tren Garı önünde gerçekleştirilen terör eyleminde, birçok vatandaşımızın hayatını kaybettiğini, birçok vatandaşımızın da yaralandığını büyük bir teessürle öğrenmiş bulunmaktayım. Birlik ve beraberliğimize, ülkemizin huzuruna kasteden bu menfur saldırıyı şiddetle kınıyorum. Kaynağı, söylemi, amacı, adı ne olursa olsun, her türlü terör eyleminin ve terör örgütünün karşısındayız, hep birlikte de karşısında olmak mecburiyetindeyiz. Teröre en büyük desteği, terör eylemleri ve terör örgütleri karşısında çifte standartla hareket edenler vermektedir. Daha önce değişik yerlerde askerimize, polisimize, korucularımıza, kamu görevlilerimize ve masum vatandaşlarımıza karşı yapılan terör eylemleri ile bugün Ankara Tren Garı’nda sivil vatandaşlarımızı hedef alan terör saldırısı arasında hiçbir fark yoktur.” Hükümetin Davutoğlu tarafından dillendirilen resmi açıklamasına göre, ”böyle bir saldırıyı gerçekleştirebilecek örgütler PKK, DHKP/C, MLKP ve DAEŞ” olabilirdi. Ama ayrıca “bunların arkasında bir üst akıl da olabilir”di. “Şimdi milletimizin teröre karşı birliğini gösterme zamanı”ydı. İçişleri Bakanı, Sağlık Bakanı ve Adalet Bakanı ile birlikte yaptığı basın toplantısında, “Güvenlik zafiyeti var mı; istifa etmeyi düşünüyor musunuz“ sorusuna “Hayır, bir güvenlik zafiyeti yok, biz gerekli bütün tedbirleri aldık.” diye cevap veriyor; Adalet Bakanı ise bu soru üzerine pis pis sırıtıyordu. Bu açıklamalarda ve tavırlarda, hain insanlık düşmanı saldırıda doğrudan hedef alınmış olan ve hükümete, Erdoğan’a muhalif oldukları bilinen ölen, yararlanan insanlarla en ufak bir empati yoktu, yoktur. Öncelikle ölenlere, yaralananlara, bu saldırının doğrudan mağdurlarına yapılmamıştır saldırı! Ülkenin bütününe, itibarına vs. yapılmış bir saldırıdır. Bunun da ötesinde evet bu saldırı ile PKK’nin kendilerine karşı haksız bir savaş yürüten devlet güçlerine karşı eylemleri arasında da bir fark yoktur! Yani burada birlikten söz edenler sahtekârlık yapmaktadır. Bölünmeyi sürdürmeye yönelik ve Ankara’daki eylemden hükümet ve yöneticiler açısından en az zararla kurtulmayı, evet bu eylemi hatta siyasi olarak kendileri için bir avantaja dönüştürmeyi merkeze koyan açıklamalardır bunlar. Davutoğlu bu açıklamalarını aynı zamanda MHP ve CHP liderlerine yönelik olarak yaptığı görüşme ve ortak bir açıklama yapma önerisi ile birleştirdi. Konuşmasının önemli bir bölümünü aynı çağrıyı HDP’ne neden yapmadığını açıklamaya ayırdı. HDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın devleti, hükümeti, Cumhurbaşkanını fail ilan etme anlamına gelen ilk açıklamasını bahane ederek ve HDP’nin “PKK teröründen kendini ayırmadığı”nı anlatarak, HDP’ni hedef tahtasına koyarak, aylardır sürdürülen HDP’ni şeytanlaştırma kampanyasını sürdürerek gerekçelendirdi bu tavrını. Hükümet tarafının tavrı bu iken, hükümet karşıtlarının tavrı da şöyle idi: HDP Eşbaşkanı Demirtaş, İstanbul’da yaptığı ilk açıklamada: “Bu devletimize ve milletimizin birliğine bir saldırı değil, devletimiz tarafından halkımıza karşı yapılan bir saldırıdır” tespitini yapıyordu. 11 Ekim 2015’de ANF “Zana Azadi” imzalı bir yazı yayınlıyor, yazıda şöyle deniyordu: “Kürdistan ve Anadolu tarihinde yapılan en büyük katliamlarının başında yer alan Ankara Katliamı’nın yankıları sürüyor. Herkes soruyor, “Ankara Katliamı’nı kim yaptı?” diye. AKP ve yandaşları dışında herkesin cevabı aynı: “AKP-MİT-R.Tayyip Erdoğan yaptı”. Yaygın kanı bu. 4 yıldır Rojava Kürdistanı ile 7 Haziran seçimlerinden önce HDP’ye yönelik Adana, Mersin, Amed ve sonrasında Pirsus’ta (Suruç) kim bombaları patlattırıp, katliam yaptırdıysa Ankara Katliamı’ını da aynı güç yaptı görüşündeler. AKP iktidarı ve en başta da “Saray” idi. CHP açısından Saray 400 Milletvekili talebine, halk doğru cevap vermediği için ülkeyi kaosa sürüklüyordu. MHP açısından ise bütün bu gelişmelerin nedeni AKP’nin PKK ile “çözüm süreci” adı altında geliştirdiği işbirliği idi. Türkiye böylece bir savaşın içine sürükleniyordu. Anda anti AKP cephesinin propaganda malzemelerinin esas üreticisi konumunda olan Gülen Cemaati medyası, Fuat Avni’leri üzerinden “Yezid’in” böyle kanlı eylemlerle iktidarını korumaya çalıştığını, bu eylemlerin “Yezid”e bağlı özel güçler tarafından gerçekleştirildiğini ve gerçekleştirileceğini üflüyor, bu arada Yezid’in –bu kez İtalya’ya- kaçış hazırlıkları içinde olduğu “bilgisi”ni aktarıyordu. Cumhuriyet’te yazan Celal Başlangıç 10 Ekim’de saat 16.00 da Cumhuriyet gazetesinin internet sitesinde yayınlanan yazısında şöyle diyordu: “Bu bombalar, PKK’nin ilan edeceği eylemsizlik kararını engellemek için atılmıştır. Çünkü barış onları korkutuyordu; uğursuz, kanlı ve kirli savaşlarını sürdürmek istiyorlardı. Ama yine engel olamadılar PKK’nin “eylemsizlik” ilanına, en fazla bir gün öne alınmasını sağladılar istemeden. Bu bombalar 1 Kasım seçimlerini sabote etmek için atılmıştır. Çünkü tek başlarına iktidar olamayacaklarını anladılar. Bu bombalar; barış isteyenler, demokrasi isteyenler, özgürlük isteyenler; seçim öncesi alanlara çıkmasınlar, korkup, sinip evlerine kapansınlar diye atılmıştır. Çünkü muhalifler alanlara çıktıkça katilliklerinin, hırsızlıklarının, yolsuzluklarının daha çok ortaya çıkmasından korkuyorlar. Bu bombalar Saray’ın saltanatı sürsün diye, kaos çıkartmak için atılmıştır. Çünkü seçimden umutları kesilmiştir. gündem Hatta bu yaygın kanıya sahip olanlar, şunu söylüyorlar. AKP bu katliamı da DAİŞ (IŞİD) yaptı yalanına sarılacak ama DAİŞ-MAİŞ hikayedir. AKP-R.Tayyip Erdoğan-MİT ortak yapımı olan katliamlarda, sahtekârca bir şekilde DAİŞ maskesi takılıyor. Oysa DAİŞ=AKP’dir. AKP =DAİŞ’tir. Genel görüş bu.” Aynı gün KCK Açıklamasında şöye deniyordu: “Bu katliamın sorumlusu kesinlikle AKP hükümetidir. AKP zihniyeti, AKP’nin iç ve dış politikaları Türkiye’yi bu noktaya getirmiştir. AKP bu eylemi başka örgütlerin üzerine yükleyerek kurtulamaz. AKP bu katliamı üzerine yüklemek istediği örgütlerle iç içe geçmiştir. AKP, IŞİD vb. zihniyet ve politikalarla ortaklık içinde olmuş; IŞİD, AKP; AKP, IŞİD haline gelmiştir. AKP IŞİD gibi örgütlerin varlığı ortamında hedeflerine böyle yönelerek sindirmek istemektedir. Artık bu eylemleri IŞİD veya şu bu örgüt yaptı demek AKP’nin zihniyet, politika ve uygulamalarını gözden kaçırmak ve gerçekleri saptırmak olur.” Bese Hozat, 14 Ekim’de Özgür Gündem’de yayınlanan yazısında şöyle diyordu: “Katliamlar serisinin en korkunç noktasını oluşturan Ankara katliamıyla AKP toplum nezdinde bütün meşruiyetini yitirmiş bulunmaktadır. Bu vahşice katliamın tek sorumlusu Erdoğan ve AKP’dir. Erdoğan-AKP gladyosu bu katliamı gerçekleştiren güçtür. AKP ‘terör saldırısı’ diyerek aymazca bir biçimde kendisini aklayamaz ve hedef şaşırtamaz. Katil AKP’dir. İlla ki bir terörist aranacaksa o teröristin Erdoğan ve AKP olduğu çok açıktır. Artık DAİŞ yaftası AKP’yi kurtaramaz, çünkü AKP DAİŞ’tir. Nasıl ki Suruç Katliamı’nı Erdoğan gladyosu yaptıysa Ankara Katliamı’nı da aynı gladyo yaptı. Bu gladyo aylardır, Kürdistan şehirlerinde de katliamlar yapıyor. “ CHP ve MHP açısından da bu katliamın sorumlusu 13 gündem 14 Bu bombalar “havuz medyası”, “yavuz hırsız medyası” yalanlarını biraz daha sürdürsün diye atılmıştır. Çünkü bunca yalanları henüz yetmedi halkı yeteri kadar kandırmaya. Bu bombalar taşıyamadıkları seçim sandıklarını Türkiye halklarından kaçırmak için atılmıştır. Çünkü bir Kasım ayında iktidara geldiler, 13 yıl sonra bir başka Kasım ayında tarihin çöplüğüne atılmak istemiyorlar. Bu bombalar miadını doldurmuş iktidarları sürsün diye atılmıştır. Çünkü Kandil’i bombalamak yetmedi iktidarlarını sürdürmeye, kentleri bombalamak yetmedi, kendi ülkesinin dağını, taşını bombalamak, ormanlarını yakmak yetmedi. Bu bombalar Kobane’yi, Cizire’yi, Afrin’i top ateşine tutamadıkları için atılmıştır. Çünkü Suriye’de kaybettiler, Rojava’da yenildiler; dünya lideri olmaya heves etmişlerdi, dünyaya rezil oldular. Bu bombalar, Türkiye halklarından umudunu kesenlerin ülkeden kaçmak için son hazırlıklarını yapma zamanı kazansınlar diye atılmıştır. Çünkü paralarını, çocuklarını kaçırmaya başladılar, daha geride toparlamaları gereken paraları, kupon arsaları, tahsil etmeleri gereken avantaları var. Bu bombalar Reza’nın önüne yatan bakanlar yargılanmasın diye atılmıştır! Çünkü o bakanlar yargılanırsa Reza’nın önüne yatanın aslında kim olduğunun ortaya çıkmasından korkmuşlardır. Bu bombalar kanlı saltanatları, alçak zulümleri sürsün diye atılmıştır. Bu bombalar barışa, demokrasiye, özgürlüğe atılmıştır. Bu bombalar önce Türkiye’ye atılmıştır! Bu bombalar hepimize atılmıştır! Bu bombalar büyük insanlığa atılmıştır!” Yani katil, fail ve cinayet motifi bellidir: Fail AKP hükümeti, en başta da Erdoğan’dır. Motif: Elden kaçan iktidarı elde tutmak, eğer bu becerilemezse ülkeden kaçmak için zaman kazanmaktır! Bunlar yalnızca Celal Başlangıç’ın görüşleri değil. Bunlar esasında iyice cepheleşmiş olan Kuzey Kürdistan/Türkiye toplumunda anti-AKP en başta da anti-Erdoğan cephesinin tüm unsurlarının asgari müşterekleridir. Ne yazık ki, bir türlü bağımsız olarak “kendi taraf”ını belirleme tavrını geliştiremeyen, hemen her dönemde egemen sınıflar içindeki iktidar dalaşında bir kesimin kuyruğunda hareket eden Türkiye Solu’nun dışımızdaki kesiminin büyük bölümü de anti-AKP/anti- Erdoğan cephesinin bir parçası. Hastalıklı Ortam Kuzey Kürdistan/Türkiye’de bugün var olan hastalıklı ortam, Kuzey Kürdistan/Türkiye’yi Suruç’taki, Amed’deki, son olarak da Ankara’daki gibi açıkça provokasyon eylemlerinin kolaylıkla gerçekleşmesinin ve “başarısı”nın temel nedenidir. Bu gibi insanlık düşmanı terörist eylemleri salt polisiye yöntemlerle vb. bütünüyle önlemek mümkün değildir. Bu gibi eylemler en demokratik ülkelerde olduğu gibi, en faşist polis devletlerinde de olabilir. Sorun açık toplum, demokrasi ile güvenlik dengesinin doğru tutturularak bu gibi eylemleri engelleyebilmek için her şeyi yapılıp yapılmadığıdır. Bu gibi eylemleri engellemek için ilk yapılacak iş bu gibi eylemleri çağıran siyasi ortamı yaratmamaktır. Bu bağlamda esas sorumluluk da ülkeyi yönetenlere aittir. Kuşkusuz ülkedeki tüm siyasi güçlerin de belli bir sorumluluğu vardır, fakat esas sorumluluk her zaman anda yönetici durumda olanlardadır. Bu açıdan bakıldığında Türkiye bugün hem dış ilişkileri, hem de Türkiye’nin içindeki siyasi ilişkiler açısından bu gibi eylemlere, bu gibi eylemler üzerinden de siyasetin dizayn edilmeye çalışılmasına en açık ülkelerden biri konumundadır. Dış İlişkiler Açısından Türkiye bugün emperyalistler arasında yeniden paylaşım dalaşında en önemli alanlardan biri olan Ortadoğu’nun yeniden paylaşımında doğrudan taraf konumundadır. Ortadoğu’daki bütün gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemektedir. AKP hükümetinin bizzat kendisi, kendi başına Ortadoğu’da yeniden paylaşımı konusunda doğrudan belirleyici olma, evet bunun ötesinde dünya siyasetinde de belirleyici olma iddiasıyla ortaya çıkan bir dış politikaya sahiptir. Bu iddianın anda gerçeklerle uyuşmadığı son dönemde net olarak ortaya çıkmıştır. Olgu şudur: Bu iddia, başta emperyalist büyük güçler olmak üzere, tüm emperyalist güçlere açıkça meydan okuyan bir iddiadır. Türkiye bu iddianın arkasını güçle doldurma durumunda değildir. Böyle bir meydan okuma açıkça Türkiye’deki AKP hükümetini tüm emperyalist büyük güçlerle karşı karşıya getirmektedir. AKP hükümeti emperyalist büyük güçler düşmanı ilan etmiş, Türkiye/Kuzey Kürdistan’ı savaş alanı ilan etmiş, “Tağut Erdoğan”ı ve onun rejimini yıkma”, “İstanbul”u yeniden fethetme” için bütün Müslümanları cihada çağıran bir örgüttür. AKP açısından ise IŞİD “Müslümanlıkla ilgisi olmayan, onu kirleten terörist bir örgüt”tür. Yani AKP İran için, Suriye’de Esad rejimi için ve IŞİD için açık düşman ve hedef, müttefik olduğu Suudi Arabistan için güvenilmez bir müttefiktir. Türkiye bütün bu güçler açısından aslında bir operasyon alanıdır. Yine Ortadoğu’da AKP Türkiye’si, Ortadoğu’nun kanayan yarası olan Filistin sorununda açıkça Hamas’ın ve FKÖ’nün tarafında tavır takınarak, hem İsrail’in hem de onun baş destekçisi konumunda olan ABD emperyalistlerinin hışmını üzerine çekmektedir. Onlar açısından da bu bağlamda Türkiye operasyon alanıdır. Mısır’daki iktidar çatışmasında AKP hükümeti ve en başta Erdoğan açıkça Mursi’den yana tavır takınmış, bugünkü yönetimi haklı olarak darbecilikle suçlamıştır ve suçlamaya devam etmekte, Mısır yönetimini tanımamakta, bütün emperyalist güçleri, en başta mütetfikleri batılı emperyalistleri haklı olarak ikiyüzlülükle suçlamaktadır. Bu tavırlar da müttefikleri –onlar açısından haklı olarak- kızdırmakta, AKP hükümetini çizgiye çekmeye yönelik müdahelelere açık hale getirmektedir. Yani dış ilişkilerde Türkiye AKP hükümetinin deyimiyle “onurlu yalnızlık” yaşamaktadır. Bu onurlu yalnızlığın siyaset diline çevirisi, herkesle kavgalı olmak, herkesin müdahelesine açık olmak demektir. Tabii ki “onurlu yalnızlık” eğer sistem dışına çıkılmak için yaşanan bir zorunluluksa, o zaman bu kötü bir şey değildir. Fakat AKP’nin sistem dışına çıkmak diye bir derdi yoktur. O Türk burjuvazisini emperyalist/kapitalist sistem içinde büyütmek, daha güçlü hale getirmek için yapmaktadır bu siyaseti. Ama bu amaç açısından yaklaşıldığında, AKP şu anda kendi gücünü, daha doğrusu iddiaları göz önüne alındığında relatif güçsüzlüğünü yok sayan, kendini dev ayna- gündem açısından istenmeyen, alternatifi bulunması gereken, bulunmadığı sürece göz yumulmak zorundan kalınan bir hükümet konumundadır. “Diklenmeden dik durma” adı altında yürütülmeye çalışılan bu dış siyaset, Türkiye’yi bütün emperyalist büyük güçlerin değişik araçlarla siyaset dizayn etme girişimlerine açık hale getirmektedir. Türkiye’nin güneyi Irak ve Suriye’ gibi, dağılmış ve iç savaş yaşayan iki devletle çevrilidir. Bu iki devlet kendi içinde dinsel, etnik ve mezhepsel temelde değişik iktidar merkezlerine bölünmüştür. Bu her iki devletteki bölünmelerde alanda savaşan güçlerin gerisinde bölgesel gerici/faşist güçler ve emperyalist büyük güçler vardır. Alanda yaşanan bir çeşit temsili dünya savaşıdır. Alanda karada savaşan esas güçler bölgesel güçler olsa da emperyalist büyük güçler de doğrudan kendi askeri güçlerinin bir bölümüyle bu savaşın içindedir. Bunun yanında bölgede savaşan tüm güçlerin saflarında değişik ülkelerden gelen gönüllü veya paralı askerler de vardır. Bunun yanında bölgenin tümünde tüm büyük ve bölgesel güçlerin gizli örgütleri cirit atmakta istihbari ve operasyonel faaliyetlerde bulunmaktadır. Türkiye’nin doğu sınırındaki komşusu İran, Ortadoğu’daki yeniden paylaşım savaşında doğrudan askeri gücüyle kendi amacı doğrultusunda savaşmaktadır. İran Ortadoğu’da Irak ve Suriye’deki ve Yemen’deki iç savaşta, Şii ağırlıklı iktidarlar veya Şii devletleri kurma, kendi etkinliğini arttırma peşindedir. AKP hükümeti, kendisi Selefi İslamcı olmasa bile, Ortadoğu’daki savaşta Selefi İslamcı güçlerle en başta Suudi Arabistan ve Katar’la aynı safta yer almaktadır. AKP’nin bu siyaseti onu İran’ın ve kendisini Şii’lik üzerinden tanımlayan bütün güçlerin düşmanı haline getirmektedir. Bunun yanında AKP’nin Sünniler içinde de Selefi olmayan siyaseti, onu özellikle radikal Selefiler açısından da tehlikeli bir düşman haline getirmektedir. IŞİD gibi öncelikle Sünni Müslümanlık adına siyaset yapan AKP, IŞİD açısından rakip ve düşmandır. IŞİD Erdoğan’ı din 15 gündem 16 sında gören ve gösteren tehlikeli, maceracı bir siyaset izlemektedir. İçteki Duruma Gelince AKP hükümeti döneminde, özellikle de 2011’de Erdoğan önderliğindeki AKP hükümeti seçmen bazında % 50’ye yakın bir destek aldığından bu yana, toplum AKP/Erdoğan yandaşları ve AKP /Erdoğan karşıtları biçimindeki derin bir bölünmüşlüğü, giderek daha da derinleşme biçiminde yaşıyor. Bu bölünmüşlükte AKP karşıtları cephesine katılımlar giderek artıyor. AKP‘nin Milli Görüşün yenilikçi kanadı ile Gülen Cemaati arasında geçmişin Kemalist bürokratik devlet aygıtına karşı ittifakı, AKP’nin Kürt sorununu Türkiye içinde PKK ile görüşmeler yoluyla –savaşı durdurmak anlamında- çözme siyasetine yönelmesi ertesinde bozulmaya başladı. Bu ittifak çatladı ve 2013 sonunda ittifak bütünüyle dağıldı, iki grup arasında ilişki açık çatışmaya dönüştü. 2013 yazında aslında AKP’nin otoriterleşmesine bir isyan olan, gelişmesi içinde anti AKP cephesinin “AKP gitsin de, nasıl giderse gitsin” diyen kesiminin hareketine dönüşen gezi hareketini, AKP kendisine karşı bütün güçlerin ortak bir darbe girişimi olarak değerlendirdi. Ve faşist devlet terörü ile ezdi. 2013 sonunda Gülen Hareketi, iktidar dalaşında AKP’ni devirmek, yoksa hizaya getirmek için, AKP döneminde yaşanan içinde bizzat Erdoğan’ın da olduğu büyük yolsuzluk ve rüşvet olaylarının kimi -ne kadarının düzenlenmiş olduğunu bilemediğimizbelgelerini ortaya döktü. Bu andan itibaren Gülen Cemaati ile AKP arasında –AKP nin Gülenci olmayan kesimi arasında- açık savaş başladı. Bugün gelinen yerde toplumun bir kesimi için Erdoğan adeta bir mesihtir. Ona karşı olan herkes ajandır, vatan hainidir, terörist destekçisidir, “üst akıla” hizmet edendir, fetöcüdür, pkk’cidir, Esed’cidir vs. vs. Erdoğan’a karşı olanlar için ise, Erdoğan Hitler’vari bir diktatördür, kişisel iktidarı için her şeyi yapmaya hazır biridir, Türkiye’yi parsel parsel satandır, 12 Eylül dönemine benzer, hatta ondan da daha berbat bir rejimin yöneticisi, tek belirleyicisidir. Türkiye’de böyle bir hastalıklı ortam içinde bulunmaktadır. Toplum adeta iki ‘düşman’ takımın fanatik taraftarları gibi bölünmüş durumdadır. Toplumun geneline hakim olan bu hastalık ne yazık ki düzen dışı sola da bulaşmış, hastalık onun da bünyesini önemli ölçüde teslim almış durumdadır. Burada AKP ve Erdoğan tam bir paranoya içindedir. Bütün dünya Türkiye’nin büyümesinden korktuğu için onlara karşı birleşmiştir. Türkiye’de bütün muhalefet dış güçlerin ajanları olarak bütün güçleriyle Türkiye’nin geleceği olan Erdoğanı devirmeye yemin etmiştir. Böyle bir sarılmışlık duygusu içinde her türlü muhalefeti devletin bütün faşist gücüyle de ezmek, onlara göre “Büyük Türkiye”yi yaratmanın yoludur. Buna karşı, ne olursa ve nasıl olursa olsun, Erdoğan devrilmelidir diyen kesim açısından ise bir travma durumu söz konusudur. Erdoğan bütün çabalara rağmen demokratik yollarla iktidardan uzaklaştırılamamaktadır. 1 Kasım’da da iktidardan uzaklaştırılma durumu olmayacak, en iyi halde iktidarı biraz kısıtlanacaktır. Bu durum bu kesim açısından bir çaresizliği beraberinde getiren, travmatik bir durumdur. Bunu Bekir Çoşkun gibileri, “AKP’ne hala oy veren inekler” tanımlamasıyla; Yaşar Nuri Öztürk, Erdoğan’ı çoban, ona destek verenleri koyun sürüsü olarak niteleyerek, halk yığınlarının bir kesimine açık küfürle dile getiriyor. Bu tavırlar aslında iktidarını önemli ölçüde kaybeden eski iktidar sahiplerinin, halka tepeden bakıp, kendilerini cahil halktan üstün gören, burnu havada Kemalist elitlerin tipik reaksiyonlarıdır. İşte bu iç ve dış ortam Türkiye’de Ankara’daki gibi insanlık dışı, hunhar eylemlerin yapılması ve başarı kazanması için açık hale getiren ortamdır. Bu ortamın baş sorumlusu tabii ki 13 yıldır hükümette, en geç 2011’den itibaren ise iktidarda olan Erdoğan ve AKP hükümetinin kendinden olmayanı ötekileştiren, dışlayan, şeytanlaştıran, toplumu kutuplaştıran tavrıdır. Muhalefetin suçu ve sorumluluğu yok mu? Var tabii. Ama muhalefet sözcülerinin ikide bir dediği gibi “Bu memleketi onlar yönetmiyor ki!”!!! Bu gidişle bir askeri darbe filan olmadıkça, daha uzun süre de yönetecekleri yok gibi görünüyor. Tavır Takınırken Olgular Üzerinden Gidelim! Biz tavır takınırken şunları bilinçte tutmalıyız. *Biz egemenlerin iktidar dalaşında taraf değiliz. Bizim kendi tarafımız var. Biz işçilerin emekçilerin tarafında, sosyalizm komünizmden yanayız. İşçilerin emekçilerin düşmanı egemen sınıfların şu veya bu hükümeti değil, bir bütün olarak kapitalist sistem ve onun devletidir. Taktik olarak anda şu veya bu hükü- Sonuçlar Böyle yaklaştığımızda Ankara’daki katliam için söyleyeceğimiz şudur: Ankara’daki eylemin tetikçileri iki IŞİD’li canlı bombadır. Bunların IŞİD’in Türkiye’deki bir örgütünden olduğu söylenmektedir. Bu eylem biçimine bakıldığında büyük ihtimalle de doğrudur. Bu eylem iki kişinin kişisel eylemi değildir. O kişi- lerin örgütsel bağlantıları vardır. Devletin, AKP hükümetinin görevi bunları ortaya çıkarmaktır. Bu eylemin en başından PKK eylemi de olabilirmiş gibi gösterilmesi, daha sonra PKK/DAEŞ işbirliğinin ürünü bir eylem olarak sunulmaya çalışılması açık bir algı operasyonudur. Bu eylemin bizzat AKP tarafından, Saray tarafından yapıldığı, yaptırıldığı iddiası da ispatlanmamış bir iddiadır. Bu eylemin siyasi sorumlusu bugün Türkiye’yi yöneten durumda bulunan AKP hükümetidir. Eylem yerinde yeterli önlem alınmamasından da doğrudan AKP hükümeti sorumludur. Sorumluluğu yalnızca bir kaç güvenlik bürokratının sırtına yükleyerek siyasi sorumluları aklamaya çalışmak, bu gibi durumlarda Türk siyasetinin tipik tavrıdır. AKP hükümeti diyoruz, çünkü andaki seçim hükümetinde yer alan “bağımsız” bakanların “bağımsızlığı” belki parti üyesi, yöneticisi vb. olmama anlamında görünürde bir bağımsızlıktır. Hepsi Erdoğan’ın ve AKP’nin güvendiği bürokratlardır. Görünen, Barış Mitingi için kitleleri Ankara’ya çağıran örgütlerin de, kendi güvenlik tedbirlerini alma konusuna yeterli önemi vermemiş olduklarıdır. Esas sorun, Türkiye’nin bu gibi eylemlere açık bir konumda bulunmasıdır. Bunda da birinci derecede siyasi sorumlu AKP hükümetidir, Erdoğan’dır. Acilen yapılması gereken, Türkiye’nin bu ortamdan çıkmasıdır. Bunda da sorumluluk yine öncelikle Türkiye’de hala en büyük desteğe sahip burjuva partisi olan AKP’ye düşmektedir. Ancak diğerleri de bu konuda üzerine düşeni yapmalıdırlar. 1 Kasım’da yapılacak seçimler Türkiye’nin bu ortamdan çıkması için kullanılabilir. Bu bağlamda HDP’nin 7 Haziran seçimlerinde aldığı sonucu koruması ve yükseltmesi önemlidir. Bugün AKP hükümetinin devrilmesi ertesi bir halk hükümetinin kurulma şansının yokluğu şartlarında, devrimci örgütler de öncelikle Kuzey Kürdistan’da -şu anda artık net olarak tek taraflı olarak yürütülensüren savaşın durmasını merkeze koyan, bir siyaset yürütme görevine sahiptir. Bu yapılırken, kapitalizmin egemenliği şartlarında, sömürücülerin düzenlerinin egemenliği şartlarında gerçek ve kalıcı bir barışın mümkün olmadığı, gerçek ve kalıcı barış için demokratik ve sosyalist devrimlerin gerekli olduğu da hep yeniden bilinçlere çıkarılmak, vurgulanmak zorundadır. 21.10.2015 ✓ gündem mete karşı, onun işçilere emekçilere karşı saldırılarını öncelikli hedef olarak almak, bizi hiçbir şekilde egemenlerin anda hükümet olmayan kesiminin kuyruğuna takılma sonucuna götürmemelidir. Aynı şekilde bizim bugün Kuzey Kürdistan Türkiye somutunda, ulusal baskıya karşı tavrı ve savaşın sonlandırılması için, bunun yanında burjuva demokrasisisin gelişmesi için HDP’ne destek vermemiz, PKK’nin savaşındaki haklı yanı desteklememiz, hiçbir şekilde bizi onların bir kuyruğu haline getirmemelidir. *Bugün Türkiye/Kuzey Kürdistan’da medya toplumdaki derin bölünmüşlüğe bağlı olarak hemen hemen bütünüyle operasyon medyası haline gelmiştir. Medya’nın bir bölümü AKP’nin yandaş medyasıdır, doğrudan onun kontrolü altındadır, onun görüşlerini kitlelere taşımaktadır. Derdi doğruları anlatmak değil, AKP’nin iktidarının sürmesi için bilinç karartmaktır. Medyanın diğer bölümü, AKP ve Erdoğan’a düşman güçlerin medyasıdır. Derdi kitleyi aydınlatmak değil, AKP’nin devrilmesi için bilinç karartmaktır. Biz bu medyada yayınlanan her haberi -yorumları zaten bir kenara bırakın, onların taraflı olduğu zaten bellidir. Yalnızca neyi nasıl savunduklarını öğrenmek açısından önemlidir- sorgulamak, birbiriyle karşılaştırmak zorundayız. Mantık süzgecinden geçirmek zorundayız. Aynı şey sosyal medya üzerinden yayınlananlar için çok daha geçirlidir. Sosyal medya bugün her tarafın trolleri ile doludur. Operasyon aracıdır. *Biz tavır takınırken sıkı bir şekilde olgulardan yola çıkıp -olgular bağlamında her iki tarafın da üzerinde birleştiği şeyler… Ankara’da 10 Ekim’de saat 10’nu 4 geçe bombalı bir saldırı eylemi olmuştur…Bu eylem barış eylemi için orda toplananlara yönelik oylarak gerçekleşmiştir.. En az yüz insanımız ölmüştür..vb.kendi yorumumuzu yapmalıyız. Başkalarının yorumunu üstlenmemeliyiz. 17 gündem ANKARA KATLİAMINI LANETLİYORUZ! Yeni Dünya İçin Çağrı’nın Ankara katliamı üzerine çıkardığı bildiri. 10 Ekim Cumartesi günü DİSK, KESK, TMMOB, TTB tarafından Ankara’da “SAVAŞA İNAT BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! EMEK, BARIŞ, DEMOKRASİ” mitingine katılmak üzere gelen binlerce insanın toplandığı Gar önünde iki bombalı saldırı düzenlendi. ACIMIZ BÜYÜK! Saat 10.04 civarında peş peşe iki canlı bomba patladı. Ortalık kan gölüne döndü. Adeta can pazarı yaşandı. Yaşamını yitirenlerin ceset parçaları etrafa saçıldı. İki canlı bombanın neden olduğu bu vahşi, terörist saldırıda yüzü aşkın insanımız yaşamını yitirdi. Yüzlerce kişi yaralandı. Bunlardan bir bölümü ağır yaralı. Bu saldırı; 5 Haziran’da Amed’de HDP’nin seçim mitingine yapılan bombalı saldırının, 20 Temmuz’da Suruç’ta yapılan bombalı katliamın devamıdır. Bu katliamın siyasi sorumluluğu hükümete aittir. Ankara’nın göbeğinde, binlerce kişinin içinde patlatılan bombaların siyasi sorumluluğunu bu hükümet taşımaktadır. Bu saldırı; Türkiye’de barış istemeyenlerin, Türkiye’de halklar arasında kardeşliği istemeyenlerin, Türkiye’de 1 Kasım’da yapılacak seçimlerin silahların sustuğu bir ortamda gerçekleşmesini istemeyenlerin, Türkiye’de halkların birbirini yemesinden çıkarı olanların barbarca saldırısıdır. BARIŞA BOMBA! 18 Bu katliamın gerçek faali kim olursa olsun, bu saldırı halkların barış talebine verilen yanıttır. Amaç Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan savaşı sonlandırmaya yönelik tüm girişimleri boşa çıkarmak, halklarımızı kanlı bir iç savaşa sürüklemek, kaos ortamı yaratmaktır. Tam da KCK’nın tek taraflı eylemsizlik kararı ilan ettiği günde gerçekleştirilen bu vahşi eylemin amacı bellidir: Savaşın sürmesi! Kanla beslenenler, savaşı sürdürmek isteyen güçler katliam yapıyor. Provokasyonlar tertip ediyor. İNADINA BARIŞ! Bu provokatif terörist katliamı insanım diyen herkes lanetlemelidir. Hükümetin, RT Erdoğan’ın HDP düşmanlığı, Kürtlere yönelik katliamları bu tür saldırılara zemin hazırlamaktadır. Bu siyaset derhal terk edilmelidir. Bu katliam ve olabilecek olan katliamlar, inadına barış, inadına kardeşlik talebinde ısrar etmeyi engellememelidir. Halklara, işçilere, emekçilere hiçbir faydası olmayan savaşa derhal son verilmelidir. YASTAYIZ! Acımız öfkemiz büyük! Kaybımız büyük! Acımızı, öfkemizi katliamların nedeni olan faşist devleti yıkma mücadelesine dönüştürelim! Ankara’da toprağa düşenleri unutmayacağız! Mücadelelerini sürdüreceğiz! Halklarımıza yönelik bu alçakça terörist saldırı da BARIŞ çığlığımızı susturamayacaktır. Her şeye rağmen: SAVAŞA HAYIR, BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! demeye devam edeceğiz! Kahrolsun faşizm! Faşizme ölüm tek yol devrim! 11.10.2015 ✓ SAVAŞIN SON BULMASI, BARIŞ İÇİN OYLAR HDP’YE! K uzey Kürdistan/Türkiye’de, 1 Kasım’da 26. Milletvekili Genel Seçimi yapılacak. Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) belirlediği seçim takvimi işliyor. Partiler Milletvekili listelerini YSK’ya verdi ve seçim çalışmaları başladı. SEÇİMLER NEYİ DEĞİŞTİRİR? 1 Kasım’da yenilenecek seçimde burjuvazinin hangi siyasi temsilcisinin -veya temsilcilerinin- kuracağı hükümetler üzerinden halkın “ezilip soyulacağı”na karar verilecektir. Burjuvazinin egemen olduğu tüm ülkelerde parlamentolar ve onun için yapılan seçimler, burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler, tüm ezilenler üzerindeki diktatörlüğünün üzerine demokrasi şalını örtmenin aracıdırlar. Burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde seçimlerin esas işlevi, iktidara halkoyuna dayanan meşruiyet kazandırmaktır. Burjuvazinin iktidarda olduğu ülkelerde seçimler, öncelikle burjuvazinin değişik kesimlerinin siyasi temsilcileri, burjuva partileri açısından önemlidir. Burjuvazinin kendi içindeki iktidar mücadelesinde seçimlerde hangi burjuva partisinin –dolayısıyla onun temsil ettiği burjuva kesiminin- seçimlerden gündem 1 KASIM’DA YENİDEN SEÇİM VAR sonraki dönemde siyasi iktidarda ağırlıklı olarak temsil edileceği belirlenir. Burjuvazinin iktidarının seçimler yoluyla değiştirilmesi mümkün değildir. Seçimler sistemin özünde bir değişikliğe yol açacak olsalar, böyle bir ihtimal olsa, burjuvazi o seçimleri yapmaz. Seçimler burjuva iktidarında özsel değişikliklere yol açacak bir sonuçla biterse, o seçimin sonuçları başka yollarla -örneğin askeri darbe ile- düzeltilir. İşçi sınıfı ve emekçiler açısından seçimlerin önemi, işçi sınıfı ve emekçilerin bilinçlenme düzeyini göstermesi açısından bir ölçü olmasında yatmaktadır. SEÇİMLERDE TAVIR İLKE SORUNU DEĞİLDİR! Biz seçimleri, komünist faaliyet açısından dikkate alır, her seçimi içinde bulunulan somut şartlara göre değerlendirir, seçimlere katılıp katılmayacağımızı, katılacaksak nasıl katılacağımızı somut değerlendirerek uygun taktiği belirleriz. Seçim ortamları halkın en fazla siyaset içine çekildiği, işçi sınıfı ve emekçi yığınlar içinde ve arasında da siyaset üzerine en yoğun konuşulduğu ortamlardır. Bu ortam komünist düşüncelerin işçi sınıfı ve emekçiler içinde propagandası için, aydınlatma ve ör- 19 gündem gütlenme faaliyeti için fırsatlar sunar. Bu fırsatlardan maksimum yararlanmak bizim görevimizdir. Bütün komünist faaliyette temel sorun, işçi sınıfı ve emekçiler içine komünist düşünceleri, alternatifi, burjuva düşüncelerle çatışma içinde taşımak, işçi sınıfının ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlenme seviyesini yükseltmektir. Hangi taktik bunun için daha elverişli şartlar yaratır? Somut koşullar değerlendirilerek uygun taktik belirlenmelidir. SEÇİMİNİZİ BEĞENMEDİK!! 20 ğişiklik olmayacaktır. Daha önce söylenenler, vaatler özde tekrarlanacaktır. Kuzey Kürdistan’da yeniden başlayan savaş seçim kampanyasında ana temalardan biri olacaktır. Her parti savaş konusunda takınacağı tavırla oyunu artırmaya çalışacaktır. 1 Kasım seçimleri bir bütün olarak ele alındığında tek başına iktidar olmak isteyen AKP ile AKP karşıtlığını siyasetlerinin merkezine koyan güçler arasında; AKP ile anti AKP cephe arasında geçecektir. Biz bu iki cephede de yokuz. Biz yalnızca bugünkü AKP iktidarına değil bir bütün olarak egemen sisteme, işbirlikçi burjuvazinin faşist iktidarına karşıyız. Bugün AKP iktidarının alternatifi olarak ortaya çıkan CHP ve MHP, AKP‘ne karşı olma adına bir adım bile birlikte yürünecek partiler değildir. 7 Haziran seçim sonuçları, RT Erdoğan ve AKP için büyük bir hayal kırıklığı idi. AKP, Erdoğan’ın başkanlık sistemine geçmeyi de içeren bir Anayasa değişikliğini mümkün kılacak bir çoğunluk elde edemedi. AKP, 13 yıldır alışkın olduğu rahat çoğunluklu tek başına iktidarı yitirdi. Çok güvendikleri, demokrasi ile özdeş gösterdikleri sandık AKP’ye 13 yıl sonra ilk SEÇİM VE SAVAŞ BİR ARADA OLMAZ! defa tek başına iktidar imkanı vermedi. Açık 24 Temmuz’dan bu yana Kuzey Kürdistan’da ara seçimden birinci parti olarak çıkşiddetli bir savaş yürüyor. Her gün tılar. Fakat hükümet kurmak için gerillalar, polisler, askerler, sivil bir ortağa ihtiyaçları vardı. halktan insanlar ölüyor. Sava1 Kasım seçimleri bir bütün CHP ile koalisyon görüşmeşın esas mağduru bölgedeki olarak ele alındığında tek başına leri yapıldı. Nafile turlar Kürt halkıdır. Kürdistan’da iktidar olmak isteyen AKP ile AKP sonucunda koalisyon kuinsanlar her an ölüm tehrulamadı. RT Erdoğan likesi altında, bombakarşıtlığını siyasetlerinin merkezine ve AKP’nin tek başına baskısı, korkusu koyan güçler arasında; AKP ile anti AKP lanma iktidar hırsı sonucu olaaltında yaşamaya çalışrak 1 Kasım’da seçimler cephe arasında geçecektir.Biz bu iki cephede maktadır. Savaş bölgeyenilenecek… deki coğrafyayı büyük de yokuz. Biz yalnızca bugünkü AKP tahribata uğratmıştır. iktidarına değil bir bütün olarak egemen Ekonomi durma noktasıSEÇİM YENİDEN! 1 Kasım’da yenilenecek sena gelmiş, savaş sürdükçe sisteme, işbirlikçi burjuvazinin çimde, her parti 7 Haziran gelişme imkanı da olmayafaşist iktidarına karşıyız sonrasında koalisyon kurulamacaktır. Her gün yeni özel güvenmasının suçunu diğerlerinin üstüne lik bölgeleri ilan ediliyor. Ormanlar atacak, kendisinin koalisyon kurmaya yakılıyor. 90’lı yıllarda olduğu gibi insanhazır olduğunu ve fakat diğerlerinin olmaz şartlar lar zorla göç ettirilmek isteniyor. ileri sürerek buna yanaşmadığını anlatacaktır. Kuzey Kürdistan’ın birçok ilçesine giriş çıkış yaAKP tek başına hükümet kuramamış olmasının ül- saklanıyor. Sokağa çıkma yasakları ilan ediliyor. Cizkeye getirdiği yükleri anlatıp, siyasi istikrar, ülkenin re 9 gün boyunca sokağa çıkma yasağı olan ilçelerden kalkınması, büyümesi için tek başına iktidar olmak biri. Cizre’ye abluka uygulayan devlet 21 kişiyi katiçin oy isteyecektir. letti. RT Erdoğan yine kendi başkanlık kampanyasını Bu savaşın başta Kürt halkı olmak üzere, tüm halkyürütecek, sistemin tıkandığını, çözümün başkanlık lara hiçbir yararı yoktur. Tam tersine büyük zararı sisteminde olduğunu anlatacak, gönlündeki partiye vardır. Savaşın en büyük zararı halklar arasında biroy isteyecektir. likte yaşama ve isteğini törpüleyen, halkları birbirine Partilerin seçim kampanyalarında 7 Haziran önce- düşman etmeye çalışan yönüdür. sindeki seçim kampanyasına göre belirleyici bir deSilahların gölgesinde, savaş şartlarında seçim ol- OYLAR HDP’YE Hala faşist bir kurumsal yapıya sahip olan ülkelerimizin en önemli sorunu burjuva anlamda da olsa demokratikleşme sorunudur. Kürt ulusal mücadelesi Kuzey Kürdistan/Türkiye’nin demokratikleşme sürecinin en önemli itici güçlerinden biridir. 24 Temmuz’da devletin ve AKP’nin Kuzey Kürdistan’da yeniden başlattıkları savaşın sonlandırılması, Kuzey Kürdistan/Türkiye’de faşizmin çözülmesi ve demokratikleşme sürecinin ilerletilmesi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu savaşın sonlandırılması hem Kuzey Kürdistan’da hem de Türkiye’nin diğer alanlarında sınıf mücadelesinin öne çıkmasının yolunu açacaktır. Sınıf mücadelesi için şartları olgunlaştıracaktır. Biz bu yüzden Kuzey Kürdistan’da 24 Temmuz’dan bu yana yürüyen ve halklara hiçbir yararı olmayan savaşın sonlandırılmasından yanayız. Kürt ulusal Hareketinin HDP üzerinden parlamento içinde yer alması öncelikli olarak bu açıdan yararlı ve gereklidir. Kaldı ki HDP, yalnızca ulusal sorunda değil, birçok başka sorunda da burjuva demokratik hakları savunmaktadır. Bu partinin parlamentoda temsili, liberal burjuva görüşlerin parlamentoya taşınması, Kuzey Kürdistan/Türkiye de faşizmin çözülme sürecinin ilerletilmesi açısından da yararlıdır. RT Erdoğan’ın istediği “Türk tipi başkanlık sistemi”nin engellenmesi, Erdoğan ve AKP’nin her şeyi tek başlarına belirlememeleri için HDP’nin meclise güçlü bir grupla girmesi mutlak gerekliliktir. Savaşın son bulması, savaşan güçlerin çatışmasızlık ve müzakere sürecine geri dönmeleri, birbirleriyle savaşmamaları anlamında barışın olması için HDP’nin oylarını artırarak meclise girmesi yararlı ve gereklidir. SEÇİM TAKTİĞİMİZ Bizim bugünkü gücümüz, genel seçimlere kimi kentlerde bağımsız adayla katılmamıza izin veren bir güç değil. Bu durumda seçimlere katılımımız esas olarak seçimin yarattığı siyasi tartışma ortamından komünist görüşlerin yaygınlaştırılması, kitlelere doğru bilincin taşınması için azami ölçüde yararlanmaya çalışmak biçiminde olacaktır. 1 Kasım’da yenilenecek seçimde HDP’ye bütün gücümüzle destek vereceğiz. Bütün çevremizi HDP’ye oy verme yönünde seferber edeceğiz. Tüm gücümüzle HDP seçim çalışması içinde yer alacağız. HDP’ye 1 Kasım seçiminde destek vermemiz, onu bir devrimci parti olarak değerlendirdiğimiz anlamına gelmiyor. Ya da HDP’ye eleştirilerimizin olmadığı anlamına gelmiyor. Biz HDP’yi bir yanı ile Kürt ulusal hareketinin legal partisi olarak, Türk şovenizmine ve Türk devletinin Kürt ulusu üzerindeki milli baskıya karşı çıkan tavrıyla, diğer burjuva partilerinden ayrı, bu noktada demokratik bir mücadele yürüten bir parti olarak değerlendiriyoruz. Bunun ötesinde savunduğu görüşlerin burjuva demokrasisisin sınırlarını aşmadığını söylüyor, onu öncelikle reformist bir burjuva partisi olarak değerlendiriyoruz. Bu görüşlerimizi HDP’ye oy isterken de açıklamak görevimizdir. gündem maz! Savaşan iki güç PKK ve devlet ellerini tetikten çekmeli, çatışmasızlık ve müzakere sürecine geri dönmelidir. KURTULUŞ DEVRİMDE! Kurtuluş işçi sınıfı önderliğinde, sosyalizmin yolunu açacak olan işçi sınıfı önderliğinde demokratik halk devrimindedir. Gerçek kurtuluş için, gerçek barış için, halkların eşitliği ve özgürlüğü için; demokratik halk devrimi mücadelesini yükseltelim, örgütlenelim! 1 Kasım’da sandık başına, HDP’ye oy vermeye! Seçimde temel şiarımız: Halkların Kardeşliği için oylar HDP’ye! Kuzey Kürdistan’da savaşın durması için oylar HDP’ye! Barış için oylar HDP’ye! Olacaktır. 21.09.2015 ✓ 21 yeni kadın dünyası KADINLAR BARIŞ İSTİYOR! FAŞİZME GEÇİT YOK! SİLAHLAR SUSSUN! BARIŞ HEMEN ŞİMDİ! Kadınlar daha çok siyasi ve savaş nedenlerinden dolayı şiddete maruz kalıyor. Cinsel şiddet nedeniyle başvuruda bulunanların sadece 107’si adli vakalar nedeniyle, buna karşılık 325’i savaş ve siyasi nedenlerle gözaltına alınmış. F 22 asist Türk devleti Kürt ulusuna karşı saldırıları tırmandırıyor. Bu savaştan yine en fazla nasibini alan hangi ulus ve milliyetten olursa olsun kadınlar oluyor! Erkek egemen devlet istediği gibi görüşme masası kuruyor, istediği gibi masa deviriyor. Erkek egemen hükümetler istedikleri gibi savaş kararları alıyorlar. Bu kararlarla savaşa sürdükleri genç insanlar, yoksul/ezilen kadınların en büyük fedakarlıklarla doğurup büyüttüğü, gözbebekleri gibi korumaya çalıştıkları insanlar. “Anneliğin kutsallığı” vb. üzerine mide bulandırıcı nitelikte riyakârlıklar sarfedilirken, kadınların yok oranında temsil edildiği hükümetler onların yaşamları ve emekleri hakkında karar veriyorlar. Bir-iki-üç yetmez beş “Türkçük” talep ediyor devletin başındakiler –kendi şoven-milliyetçi, faşist, yayılmacı emelleri için! Biz işçi emekçi kadınlar, faşist T.C. devletinin yürüttüğü bu haksız savaşa karşıyız. Emek emek büyüttüğümüz çocuklarımızın, gençlerimizin savaşlarda yokedilmesini istemiyoruz. Hele hele polis, jandarma, asker... genç insanlarımızın Kürt ulusunun haklı mücadelesine karşı kullanılmasına hiçbir şekilde razı değiliz. Kürt ulusunun kendi kendini yönetme talebinde yadırganacak hiçbirşey yoktur! Bu onun en temel hakkıdır! Biz komünist, devrimci, demokrat kadınlar bu hakkı sonuna dek savunuyoruz. Sadece bu kadar değil, biz bütün ezilenlerin kendi kendisini yönetmesi gerektiğini savunuyoruz. Patronlara ihtiyaç yok, işçiler-emekçiler kendi kendilerini yönetebilirler! Erkek-egemen faşist devlete ihtiyaç yok! İşçi ve emekçi kadınların özgürlüğe, demokrasiye ve özyönetime ihtiyacı var. Biz kadınlara nasıl giyinmemiz, nasıl davranmamız, kaç çocuk doğurmamızı öğütleyen siyasetçilere ihtiyacımız yok! Kadınların bedenlerini savaş alanı olarak gören, en son Ekin Wan örneğinde olduğu gibi en çirkin ve aşağılık yöntemlere başvuran ordu ve polise, onlara ezilenleri aşağılama emirlerini veren şeflerine hiç ihtiyacımız yok! Patron-paşa-bakan-koca değil, nasıl yaşamak istediğimize biz kadınlar kendimiz karar veririz. Önümüzden çekilin! Biz devrimci, komünist, demokrat, emekçi kadınlar, “Silahlar sussun! Barış! Hemen Şimdi Barış! diyoruz. Kanlı emeller için kaybedecek canımız yok! Silahların derhal durmasını, Kürt ulusu ve ezilen halkların ulusal halklarının derhal tanınmasını talep ediyoruz. Erkek egemen ve milliyetçi-şoven iktidar emelleri için Kürt-Türk-Arap-Laz-Çerkez-Ermeni-Roman in- CİNSEL SALDIRILAR KARŞISINDA SUSMAYACAK – HESAP SORACAĞIZ! Cinsel-ulusal-sınıfsal baskı ve sömürüye karşı mücadelemizin, demokratik hak arayışımız için mücadelemizin silah ve faşist baskılarla susturulmaya çalışılmasına son! AKP hükümetinin savaşı tırmandırmasıyla birlikte Kürdistanlı kadınlara yönelik cinsel saldırılar da yeniden artıyor. “Devlet hep aynı devlet – değişen bir şey yok!” diyor İnsan Hakları Derneği aktivisti avukat Eren Keskin ve Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun 1997 yılından Ağustos 2015’e kadar kendilerine yapılan başvurularla ilgili raporundan şu verileri açıklıyor: Bu dönemde büroya başvuran toplam 432 kadından sadece 178’si dava açmış. Cinsel şiddet ve işkence nedeniyle yapılan başvurularda faillerin 297’si polis, 108’si jandarma-asker, 20’si özel tim, 18’i korucu, 49’u infaz koruma memuru, 4’ü itirafçı, 25’i DAİŞ üyesi. Şiddete uğrayanlar etnik kimliklerini şöyle açıklamışlar: 333 Kürt, 111 Türk, 1 Alman, 4 Roman, 1 Bulgar ve 1 Romen. Kadınlar daha çok siyasi ve savaş nedenlerinden dolayı şiddete maruz kalıyor. Cinsel şiddet nedeniyle başvuruda bulunanların sadece 107’si adli vakalar nedeniyle, buna karşılık 325’i savaş ve siyasi nedenlerle gözaltına alınmış. (verileri Özgür Politika’nın 10 Eylül 2015 tarihli internet sitesinden aldık. (http://www.yeniozgurpolitika.org/index. php?rupel=nuce&id=45981) Irkçı-cinsiyetçi-faşist zihniyet bütün iğrençliğini savaşı yürütme biçimleriyle de ortaya koyuyor. Karşıtını demoralize etmek ve aşağılamak amacıyla işkence ve cinsiyetçi saldırılar bunun en çarpıcı göstergesi oluyor. Bunun en son örnekleri olarak YJA gerillası Kevser Eltürk’ün (Ekin Wan) işkence edilerek katledilmesi ve Figen Şahin’in gözaltına alındıktan sonra cinsel işkenceye uğrayıp çekilen çıplak fotoğrafları- nın yayınlanmasıyla tehdit edilmesi basına yansıdı. Gözaltına alınan ve cezaevinde tutulan kadınların “çıplak arama” ve tacize maruz kalması oldukça yaygın bir durum. Ancak, kadınların birçoğu kendilerine yapılan saldırıları açığa vurmaktan çekiniyor, tehdit ve aşağılamalara boyun eğiyor. Bizzat Rapor’da da bu olgu tespit ediliyor. Şiddet, taciz ve tecavüze maruz kalan kadınların hukuki yollara başvurmamasının nedenleri arasında ağır baskıya maruz kalmaları sayılıyor. Devletin baskılarından korktuğu için hukuki işlem istemeyen kadınların sayısı 141, suç duyurusu nedeniyle ağır baskıya maruz kalanların sayısı da 140 olarak tespit ediliyor. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’na başvuran toplam 432 kadından sadece 178’nin dava dosyası bulunuyor. Bu 178 dava dosyasından 30’u AİHM’de sonuçlandırılandırılmış ve 13’ü hâlâ mahkeme sürecinde. Diğerleri ise daha alt mahkemelerde hala görüşme sürecinde. Devletin baskılarından korkunun aşılıp faillerin cezalandırılması için hukuksal sürecin başlatılması ve ardının getirilmesinin ne kadar zor olduğu bilindiğinde Rapor’da tespit edilen bu sayılar oldukça önemlidir. Devletin yaptığının yanında kâr kalmaması için, kadınlara yönelik cinsel taciz ve tecavüzlerin hesapsız kalmaması için, her olay hakkında suç duyurusu yapılmasının ve örgütlü bir biçimde bunun ardının izlenmesinin önemi büyüktür. Ancak bu şekilde saldırıya maruz kalan kadınların “sahipsiz” ve “savunmasız” olmadığı gösterilebilir, biz kadınların hak arayış mücadelemizdeki kararlılığımızla saldırılar geri püskürtülebilir! “Bir kadın olarak” susmayacağız! Taciz ve tecavüzü durduracağız! 17 Eylül 2015 ✓ Av. Eren Keskin: “Kadına şiddet savaş politikasıdır.” “Devlet savaşta işlediği suçların en büyüğünü de kadınlara karşı işliyor. Ekin Wan’a yapılanlar da bunun en somut örneğidir. Ekin olayında aynı yerde hem giyinik hem de çıplak yatarken resmi var ve başında 3 polis duruyor. Emniyet müdürüne sorduğumuzda bize, ‘Biz yapmadık, olay yeri inceleme yapmıştır’ diyor. Ama olay yeri incelemenin de biz nerden geldiğini bilmiyoruz. Böyle bir yalan olabilir mi? Bir Varto Emniyet Müdürü olay yeri incelemenin hangi ekip tarafından yapıldığını bilmeyecek. Böyle bir şey mümkün değil hâlâ müthiş bir cezasızlık politikası hakim ve savaş suçları işlenmeye devam ediyor.” yeni kadın dünyası sanlarının katledilmesinin her zaman karşısındayız. Faşist TC’nin yürüttüğü bu savaş bizim savaşımız değil! Biz barış annelerinin, ölen Türk asker ve polis annelerinin, canını ve bedenini ortaya koyarak Türk milliyetçisi-şoven devlet politikasına karşı direnen tüm demokrasi güçlerinin taleplerine sahip çıkıyor, onlarla birlikte haykırıyoruz: Silahlar sussun, ölümler dursun! Eylül 2015 ✓ 23 ERMENİ SOYKIRIMI’NDAN KURTULAN URFA’LI GÖRGÜ TANIKLARI ANLATIYOR! ✌ halkların kardeşliği için Tehcir ve soykırım sırasında de Ermeniler, birçok yerde direniş gösterir. 9 Ağustos 1915’te Urfa‘nın Gernüs Köyü, 29 Eylül 1915’te Urfa’da Ermeniler direnir. Ama bu direnişler kanla bastırılır. Urfa, halklar mozaiğinden halklar mezarlığına dönüştürülür. Fırat nehrine atılan cesetlerle Fırat nehri kızıla boyanır. E 24 rmeniler aslında en büyük katliamları 1895-1896 ve 1909’da yaşadılar. 1915 soykırımı, önceki katliamlardan arta kalanların silinip süpürülmesidir. Ermeni soykırımını araştırdığımızda karşımıza hep “Hamidiye Alayları” çıkıyor. “Hamidiye Alayları”, Abdülhamit döneminde birçok Ermeni katliamına imza attı. İttihat ve Terakki Partisi, onların ortağı olan Almanya’da, Ermeni soykırımın mimarlarıdır. Soykırımda, Teşkilat-ı Mahsusa çok önemli rol oynamıştır. Ne yazı ki yerel halkta soykırıma destek vermiştir. Bu kırıma her bölgeden ve her milliyetten yerel halk iştirak etmiştir. Kürtler/Türkler, 1894-96 katliamları sırasında edindikleri tecrübeleri 1915 sürecinde de uygulamışlardır. Kürtler´in “Hamidiye Alayları” aracılığıyla yaptığı katliamların tecrübeleri diğerlerinden çok daha fazladır. “Hamidiye Alayları”, Ermenileri yok etmek için kuruldu. Hamidiye Alayları bu topraklarda 1915’teki tehcirden önce de Ermeni katliamlarına imza attı. 27-28 Ekim 1895’te, Urfa’da büyük bir Hıristiyan katliamı yapıldı. 1500 dükkân yağmalandı. Olayların çıkış nedeni olarak bir Türkle bir Ermeni arasında çıkan kavgaya dayandırılıyor. Kavgadaki Ermeni, öldürülünce hemşerileri de Müslümanı öldürüyor. 2 ay sonra 28 Aralık’ta Ermeni katliamı tekrarlanır. Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları 900 Ermeniyi öldürür. Öldürülme tehdidi ile İslama geçmeye zorlanan Hıristiyan sayısı oldukça fazladır. Urfa Türk yönetimi, silahların teslim edilmesi koşuluyla Ermenileri koruma altına alacağını söyler. Ermeniler, katliamdan ders çıkarmamıştır. Katliama rağmen, Türk yönetiminin önerisine kanarak silahlarını teslim ederler. Ve yaralarını sarmaya çalışarak işlerinin başına dönerler.Türk yönetimi altındaki katliam mekanizması bir kez harekete geçer. Silahsızlandırılmış Ermenilerin katliamdan kurtulma şansları yoktur. Urfa yönetimi 28 Aralık 1895’te sözde güvenliği sağlamak üzere Halep’ten bir Redif KHOREN ABLAPUTYAN’IN ANLATTIKLARI (1893 URFA DOĞUMLU) Der Zor’a gittiğimizde ben on altı yaşındaydım. Bizi Pıseru’ya götürdüler. Orası Der Zor’a sekiz saatlik mesafedeydi. Orda tahta bir köprü vardı; altından Habur Nehri akardı. Biz iki katliam gördük: biri 1915’te; diğeri 1921’de. 1915’te yine suçlu olan Almanlardı; tertipleyen onlardı. Sürgün sırasında Almanlar beyaz ekmek yiyor, ekmeğin içini atıyorlardı. Aç olduğumuzu görerek, ekmek içlerini yemeyelim diye arkalarına sürüp atmaya başladılar. Habur Nehri’nde Ermeni çocukların çıplak cesetlerinin Pıseru’dan Şıdadi’ye kadar iki kilometre boyunca yüzdüğünü gördüğümü hatırlıyorum. Şıdadi denilen yerde küçük, büyük, kız ve kadın yetmiş beş bin Ermeni toplanmıştı. Yabani Türk jandarmaları çevremizi sarmıştı. Ailemizden on iki kişiyi vurup öldürdüler. Orası ana baba günüydü. Der Zor Ermeniler için bir mezbaha oldu. Der Zor taraflarına düşen Ermeni kayboldu gitti; Şam tarafına düşen Ermeni kurtuldu. Çeçenler bizim Ermeni halkını götürüp katlediyor, parçalıyor, altınlarını alıyordu... Bir gün jandarmalar gelip babamı Arap Mıslıt Paşa’nın yanına götürdüler. Paşa baktı ki, babam iyi Arapça konuşuyor, ona sordu: “Sen Ermeni misin?” -Urfa’nın Kamurc Köyü’ndenim. -Sen gitme, siz çocuklarla birlikte burda kalın; ben size toprak veririm ekersiniz. Babam ona şöyle cevap verdi: ”Hayır! ben halkımla birlikte gideceğim.” Musul’a kadar bize dokunan olmadı; ama açlıktan kırıldık. Hepimizi götürüp dolaştırıyorlardı. Sonra, halk yorulsun diye gene aynı yere getiriyorlardı. Musul çevresinde Süryani köyleri vardı; biz Urfalılar, dört yıl orda kaldık. Sonra, Fransız, İngiliz geldi; 1918’de Alman ve Türk yenildi. Bizi bir hayvan vagonuna doldurdular ve: “Herkes kendi ülkesine dönsün” dediler. Gidip baktık ki, aynı Türkler orda. Annem eve girmek istemedi; sonra Çeçenleri çıkarıp kendi evlerimize yerleştik. Baktık ki, Çeçenler Ermenilere zarar vermek için zeytin ağacını kesiyor. Babam şehir yöneticisinin huzuruna çıktı. O babama sordu: ”Ha, Hakob Ağa köyde ne var ne yok?” -Ne mi var? Çeçenler zeytin ağaçlarını kesiyorlar. Adam oturup bir mektup yazdı ve bana verdi. Mektubu götürüp Çeçenlere verdim. Mektupta “Ermenilere dokunmayın” yazılıydı. Bir gün bir Türk gelip babama: “Zeytin bahçeni bana ver, yoksa başını yerim” dedi. Bir gün de geldiler; Atatürk’ün emri varmış; götü- ✌ halkların kardeşliği için Taburu getirtir.Tabur, Ermeni mahallesini çembere alır ve şehrin giriş çıkışlarını tutar. Öğlen vakti, peşinde silahlanmış Müslümanlar (Kürtler ve Türkler) bulunduğu halde Redif Taburlar dört değişik noktadan Ermeni mahallesine saldırıya geçer. Evlerin kapıları baltayla parçalanarak içindekilerin boğazları kesilir. Plan kesindir, önce katliam, sonra yağma. 28 Aralık’ta katliamdan kaçanlar kiliseye sığınır. Kiliseye saldırılır ve kurbanlar teker teker öldürülür. Ama bir süre sonra daha çabuk sonuç getirecek bir çözüm tercih edilecektir. Eşya ve halıların üzerine gaz dökülerek ateşe verilir. Koridora ve binanın ahşap aksamına yayılan yangın sonunda sadece çatıya sığınmış elli kadar kişi sağ kalır. İki gün içerisinde sekiz bin Ermeni katledilir. Tehcir ve soykırım sırasında de Ermeniler, birçok yerde direniş gösterir. 9 Ağustos 1915’te Urfa‘nın Gernüs Köyü, 29 Eylül 1915’te Urfa’da Ermeniler direnir. Ama bu direnişler kanla bastırılır. Urfa, halklar mozaiğinden halklar mezarlığına dönüştürülür. Fırat nehrine atılan cesetlerle Fırat nehri kızıla boyanır. Katliamdan sonra Urfa’da ki kiliseler ya camiye çevrilir ya da yıkılır. 1915’te Urfa’da nelerin yaşandığını, görgü tanıklarının anlatımlarına bırakalım. 25 ✌ halkların kardeşliği için rüp babamı asacaklarmış. Ben artık büyümüştüm; babamı kurtarmak için, bahçemizi sattım. Savcının yanına gittim. Savcı kapıyı açıp sordu: “Sen kimsin?” -Ben Abulbut’un oğluyum, diye cevap verdim. -Sakın Hakob’un oğlu olmayasın, dedi. -Evet. Meğer, o da babamın tanıdığıymış. Başladım anlatmaya; babamın Diyarbekir hapishanesinde olduğunu... Adam çıkarıp, bana altınlar verdi, ve şöyle dedi: ”Git! Bu parayla ne sattıysan geri al. Baban zamanında bize çok iyiliklerde bulundu. Ben senin adına Mustafa Kemal Paşa’ya bir mektup yazarım. Mektubu bana okudu. Sonra aceleyle gönderdi. Atatürk Ankara’dan telefon açmış ve şöyle demiş: -Abulbut Aco’yu serbest bırakıp eve gönderin. Gardiyanlar: “Abulbut Aco! Git! Seni kurtardığı için Atatürk’e dua et.” Demişler. Babamı serbest bıraktılar. Sonra, 1921’de, Acemi Paşa Suudi Arabistan’dan geldi. Atatürk şöyle dedi: “Türk’ün bulunduğu yerde, başka halkın yaşamaya hakkı yoktur.” Sonra gelip bizi Suriye’ye sürgüne gönderdiler; zira Beyrut ve Suriye Fransızların elindeydi; Mısır ise İngilizlerin. (Verjine Svazlian, Ermeni Soykırımı, Hayatta Kalan Görgü Tanıklarının Anlattıkları, Belge Yayınları, sf. 446-447) NIVARD PETROSİ ABLAPUTYAN’N ANLATTIKLARI (1903 URFA DOĞUMLU) 26 Ben 1903’e Urfa‘da doğdum. Annem de Urfa‘da doğmuş ve on yaşında babadan anadan mahrum kalmış. Onun ailesi 6 kişiden oluşuyormuş ve üçü kız, biri erkek olmak üzere dört kişi kalmışlar. Baba Tadevosyan Mıkırtiç, öğretmen ve eğitimli bir insanmış. Mıkırtiç vefat ettiğinde, yakınları onun çocuklarını yanları- na alıp, onlara bakmışlar. Büyük kızın adı Lusya‘ydı; diğerininki ise Khanum; Khanum daha sonra benim annem olacaktı, diğer kız kardeşinin adı Yeğsa‘ydı; erkek kardeşi Karapet‘i ise amcası alıp çocuklarıyla birlikte Amerika‘ya götürmüştü. Khanum dayısının yanında kalmıştı. Dayısı devlet memuruydu. Yeğsa‘yı Miss Eppe Anne evlat edinmiştir. Yeğsa, okulu bitirdiğinde, öğrenimine devam etmesi için Miss Eppe onu Ayntab‘a göndermiştir. Eppe Anne onu iyi bir gençle evlendirmiş, çeyizini de Almanya‘dan getirtmiştir. 1915’te Khanum on iki yaşındadır; onu bir gence nişanlarlar. O, yedi yıl nişanlı kalır ama damat adayını görmez; sadece büyük dini yortularda ziyarete gelir, hediyeler getirirler.Annem şunları anlatırdı: “Paskalya Yortusu”ydu. Birlikte kiliseye gitmemiz için, dayımın kızları geldiler. Yengem hastaydı, onlarla birlikte gittim. Kiliseye yaklaştığımızda, önümüzden üç genç yürüyordu. Dayımın kızları gülmeye başladılar. „Niye gülüyorsunuz?diye sordum; „Anlamadın mı? bak bu senin nişanlın dediler. Kiliseye girdiğimizde, kendi kendime: „Bunu mu bana uygun görmüşler? diye sordum. Eve döndük; baktık ki, dünürler tarafından bakır işi hediyeler getirilmiş. Akşam dünürler gelecek dediler. Getirdikleri takıların hepsini üstümden çıkardım; „ben o çocuğu istemiyorumdedim.” Annem Khanum’u bir tanıdığın evine göndermişler; onu Petros Kelecyan’a evlendirmişler. Babam küçükken Kudüs’e gitmiştir; bu yüzden ona mığdısi derlerdi. 1900 yılında Türklerle Ermeniler arasında yeniden çatışma başlamış; Türklerin mahallesinde oturan Ermeniler, Ermeni mahallesine kaçmışlar. Erzakları tükenmiş, büyükannem Petros’a: “Git bizim evden yiyecek getir” demiş. Babam gitmiş; Türkler onu alıp, boynuna baltayla vurup kaçmışlar. Büyükannem oğlunun geciktiğini görünce gitmiş görmüş ki, oğlu kanlar içinde; onu eve getirmiş, doktor çağırmış; yarasını dikmişler; iyileşmiş. Babam annemle evlenmiş. günden güne azalıyordu. Bir yandan tifüs ve kolera, diğer yandan ölüm korkusu vardı. Yetişkin kızlar Türk’ün eline geçmemek için kendilerini nehre atıyorlardı. Murad Nehri çok Ermeni götürdü. Onlar Murad’ın kıyısında üç gün kalmışlar. Kendilerini de öldürecekler diye, kalabalığın yüreği ağzına geliyormuş. 1915 yılının unutulmaz hikâyesi, asırlar sonra dahi hatırlanacak; ama, ben duyduklarımı ve gördüklerimi hatırlayınca, Ermeniler’in başından geçeni düşmanım dahi görmesin diyorum. Araplar Ermenilere yardım etmek istiyorlardı; yemek pişirip getiriyorlardı ki, yiyelim. Türk askerleri yiyeceği görünce alıp kumun üstüne döküyorlardı, ayaklarıyla çiğneyip:”Şimdi yeyin!” diyorlardı; ama, halk açtı; yemeğin üstüne atılıp yiyorlardı. Ermenilerin arasından çalışabilecek durumda olanlar, Der Zor’a gitti; kuru bir ekmek yiyebilmek için hizmetçi oldu; diğerlerini karı olarak aldılar. Annemi de bir zenginin evine hizmetçi olmaya götürüyorlarmış; diğer yandan tellallar kimin evinde Ermeni kadın ya da kız varsa, onun evini yakacağız diye bağırıyorlarmış; ama, Araplar çok Ermeni kurtardılar. Annem zengin efendisine, Azniv adındaki kızının filanca köyde, filanca Arap kadının yanında olduğunu söylemiş. O zengin adam gidip ablamı almış. Ablam anneme, kendisini evine götüren kadının elbiselerini çıkarıp vücudunu yağla ezdiğini ve güneşte oturttuğunu, o yüzden de öksürmeye başladığını anlatmış; akciğerleri iltihaplanıp, ölmüş. Annem o zengin adamın evinde kalmış. O evin sahibi Urfa hastanesine mektup yazıp, amcamın askere gittiğini, teyzemin ve kızının hastanede çalıştıklarını öğrenmiş. Annem de benim boğazımı sıkmış ve beni terk etmişti; zira kendisini sürgüne gönderiyorlardı. O yoldan Müslüman bir asker geçiyordu; benim yerde bırakıldığımı görüp boynumdaki kurdelayı sökerek, beni hastaneye götürüp: “Bu benim çocuğum; onun tedavi edin” dedi. Ben iyileştim. O beni sırtına almış, evine götürüyordu. O adam evlenmiş; ama çocuğu olmamış. O yüzden de, göçebe gibi ve yalnız yaşıyordu; beni de yanına alıp atsırtında, evsiz barksız dolaşıyordu. O beni o kadar seviyordu ki, kollarının altında saklıyordu. Bir gün, iki silahlı asker gelip: “Baban nerde” diye sordu. Ben de onları götürüp, onun darı tarlasındaki yerini gösterdim. Onu alıp götürdüler. Meğer askere gitmemek için saklanmışmış. Ben yapayalnız kaldım. Tanrı benim sahibimdi; aç, susuzdum; uyuyacak bir yerim yoktu. Ama, o babam yeniden kaçmıştı. Bir ✌ halkların kardeşliği için Tanınmış bir tüccar olmuş; eşek, at, yün ve yağ satıyormuş. 1915‘te, ailemiz babamdan, annemden, iki oğlan ve bir kızdan yani 1903‘te doğmuş olan benden oluşuyordu. Mutlu bir yaşamımız vardı. 1914‘te amcamı askere aldılar. Babamı hapsettiler. Dört yüz altın verdik; onu kurtardık. Babamın parası tükendi. Şehrin durumu günden güne kötüleşti. Okulları kapattılar. Dükkânlar yağmalandı. Erkekleri hapishanelere doldurdular. Birkaç gün sonra, onları darağacına çektiler. Her evden bir genci, toplam yaklaşık 400 kişiyi, yol inşaatı için götürdüler; ama onları öldürdüler. Silahsız ve korumasız evlere saldırıyorlardı; yağmalayabildikleri kadar yağmalıyorlar, genç yaşlı demeden herkesi kılıçtan geçiriyorlardı. Kuyular cesetlerle doluydu. Erkek kalmamıştı; kadınlar başladılar çarpışmaya. Almanlar toplar getirip, Ermeni mahallesini gece gündüz top ateşine tutmaya başladılar. Çabucak, Ermenilerden geriye kalanların da sürgüne gönderilmesi emri geldi. Bizim yeraltında yiyecek sakladığımız bir kilerimiz vardı. Ağabeyim babamla birlikte o kilerde kaldı. O zamanlar ben 9 yaşındaydım; ablam Azniv ise 11. Nereye gideceğimizi bilmiyorduk. Ben ağlıyordum. Annem, sesimi kesmediğimi görünce, saçımı bağladığım kurdelayı söktü, boynuma bağladı; ve beni boğmaya başladı. Ben orda boğulmuş olarak kaldım. Türk askerleri ağlama sesimi duyarak, gelip avlumuza girdiler. Kilere girdiler; babamı, ağabeyimi ve diğer on erkeği buldular; işkence ederek onları öldürdüler. Bizi sürgün ettiler. Ağlama, sızlama, feryatlar, gözyaşları... sanki Tanrı bize darılmıştı. Sürgüne götürüyorlardı. Kar yağıyordu; hava soğuktu; yalınayak ve açtık; üstümüzde elbise yoktu. Elbiselerimizi, altınlarımızı, paralarımızı, her şeyi çalıp götürmüşlerdi. Günlerce yürüdük. Ablamın ayakları şişti; ağlıyor yürüyemiyordu. Teyzemin yetişkin kızını kaçırdılar. Erkek kardeşim yedi yaşındaydı; aldığı bir kamçı darbesinden öldü. Der Zor yakınlarındaki köylere vardık. Ordaki merhametli Araplar bize su ve yiyecek verdiler. Parası olan onları satın aldı. Askerler kimde para olduğunu görüp, parasını elinden alıyor, onu dövüp öldürüyorlardı. Çocukları tutup, ateşe atıyorlardı. “Canlı Ermeni piçi bırakmayacağız” diye bağırıyorlardı. Annem tifüse yakalandı. Bir Arap kadın anneme yaklaşıp, beni ve ablamı evine götürmek için izin istedi. Annem o kadının adını bir kâğıdın üzerine yazdı ki, geri dönerse bizi geri alsın. Sürgünler Murad Nehri’ne ulaşıyorlardı. Kervanların sayısı 27 ✌ halkların kardeşliği için 28 gün sonra geldi beni buldu. Beni öperek: “Sen beni sattığın için götürdüler” dedi. O gece bir deve kiraladı; şehre indik. Orda bir tanıdığımız beni gördü. Meğer, hamileymiş; Türkten çocuğu olmasın diye hastaneye gitmiş ki, bir çaresini bulsunlar. Orda, teyzeme rastlamış. Ona benden bahsetmiş. Teyzem ve o kadın, leblebi şeker alıp beni görmeye geldiler. Gece babalığım geldi; ona olanları anlattım. O, o kadınların Ermeni olduklarını düşünüp beni atın sırtına oturttu ve Suruc’a götürdü. Orda, çocuklar bana “gâvur” diyor, kendileriyle oyun oynamama izin vermiyorlardı. Orda bir nine vardı; o bana bakıyordu. Annem Der Zor’dan Urfa’daki amcama mektup yazmış ve Nıvard’ı bulursan bana getir, demiş. Amcam beni aramaya başlamış. 1917‘de İngilizler Türklerin Kürtlerin ve Arapların arasından Ermenileri toplamak için Türkiye‘ye gelirler. Her sülaleden o duruma düşmüş insanlar vardı. Amcam İngilizlere başvurmuş ve başlamışlar aramaya. Suruc‘a geldiklerinde, gâvurları topladıklarına dair bir haber yayılmış. Babam pazardan geldi; komşumuzla Kürtçe konuşmaya başladı. Ben o zamanöksüzleri topladıklarını anladım. Beni yıkadılar; yatacak bir hasırın içine sardılar; duvara dayadılar ve insan sesi duyarsan sesini çıkarma diye tembihlediler; zira sözüm ona askerler ev ev dolaşıp, çocukları alıp götürüp kesiyorlarmış. Ben de sessiz duruyordum. Evimizin içinden asker sesleri geldiğini duydum. Amcam: “Burda” diyordu. Askerler ise:”Evin içini gördük; bir şey yoktu” diye cevap veriyorlardı. Dışarı çıkıp, tekrar geri döndüler. Asker hasırın ucundan tutup onu yere düşürdü. İçinden ben çıktım; amcamı gördüm; boynuna sarıldım. Gözlerimden yaşlar akıyordu. Amcam beni öpüp, sırtına aldı ve Halep’e götürdü. Annem benim hayatta olduğumu duymuştu. O zaman “muhacirler memleketlerine dönün” diye emir geldi. Annem Halep’e gelmiş, dayısının kızlarının yanında kalıyormuş. Amcamın elinden tutarak trenden indik; arabaya bindik. Merdivenleri çıkıp, kapıya vurduk ve içeri girdik. Hepsi de tepeden tırnağa siyahlar giymiş bir grup kadın oturuyordu. Ben şaşkın bir halde bakıyordum. Amcam bana: “Bak bakalım, annen bunlardan hangisi” dedi. Ben bir an sessizce baktım. Annem kollarını iki yana açtı, beni kucaklayıp öptü; gözyaşları yüzüme aktı. Orda oturan kadınlar ağlamaya başladılar. Hepsi de çocuklarını, eşini, kendi yakınlarını kaybetmiş- ti; hiçbirisi teselli bulamıyordu. Dayım berber getirdi; saçlarımı kestiler; bitlenmiş elbiselerimi çıkardılar. Ben Peder Abraham’ın kucağına düştüm. Ermenice konuşmayı unutmuştum. Annem bana erkek elbiseleri giydirdi; birlikte fotoğrafımızı çektirdik. Sevinçliydim; temiz giyinmiştim, lezzetli emekler, yumuşak bir yatak vardı. Kış geçti; ilkbahar geldi; sonra da yaz. Beni okula yerleştirdiler. Ermenice konuşmaya başladım. Annem Urfa’ya gitmek istedi. 1918’de İngilizler şehre girdiklerinde, öksüzleri toplayıp, ebeveynlerine geri verdiler. Aileler yeniden bir araya geldi. Yıkılan yuvaları yeniden inşa etmeye ve içinde yaşamaya başladılar. Annemle birlikte Suruc’a gittik. Tanıdık bir hemşerimizi bularak, birkaç gün orda kaldık. Onların iki yetişkin oğlu vardı; onlar benim elimden tutup pazara götürdüler. Orda Türk babama rastladım. Babalığım beni kucakladı; ağlamaya ve beni öpmeye başladı. Ceplerime kuruyemiş doldurmaya başladı. O iki oğlana: “Beni kızımın annesinin yanına götürün; ona söyleyecek bir çift sözüm var” dedi. Eve geldik. Türk babalığım annemi çağırdı; kapının arkasından annemle Türkçe konuşmaya başladı: “Sen Allah’tan korkmadın mı? Bu kızın boğazını sıkıp terk etmiştin. Onu ben hastaneye götürüp tedavi ettirdim. Herşeyi bir taraf bırakıp ona bakıyordum. Bunu da bana bırak.” dedi. Annem de ona: “Bütün bunları kim yaptıysa mükâfatını alır. Büyük bir aileden sadece ikimiz kaldık” diye cevap verdi. Türk babalığım beni yeniden öptü ve ayrıldık. Urfa’ya gittik; annemin dayısının evi Türk mahallesindeydi. İki güzel evleri vardı. Dayısının oğlu askerden dönmüştü; kız kardeşini de Arapların arasında bulmuş geri getirmişlerdi. O güzel evleri kapılarını, pencerelerini çingeneler çıkarıp yakmıştı. Pek çok insan Arapların yanında bulunup yeni bir hayata başlamak için geri geliyordu. Annem siyahlar giymiş olarak, bir papazın huzurunda evlendi. Ben şaşırmıştım ve annemin niçin ağladığına şaşıyordum. Kendi kendime: “Belki de babam, eski evi-barkı, çocukları aklına geldi; yeni bir yuva kurmak istiyor” dedim. Ama annemin gözyaşları durmak bilmiyordu. O teselli bulmak istemiyordu. Kimse yokken, beni göğsüne dayayıp: Ben senin için yeniden evlendim. Çalışmaya gitmiş olsam, sen kimin yanında kalacaktın?” diyordu. Annem evlendikten sonra, Halep’e gitti; bize gi- deşi vardı. Kız kardeşi evliydi; bizi alıp oraya götürdü. Kamurc’un havası çok temiz ve suyu tatlıydı; orası bahçelerle doluydu ve meyve ağaçlarıyla süslenmişti. 1920’de durumumuz oldukça düzeldi. Kapımıza Türk dilenciler gelir; annem onlara ekmek yemek, elbise verirdi. Ben ona: “Ermenilere ver” derdim. -Yesinler, giyinsinler yavrum; Ermeniye de veririm. Tanrı hepsini de eşit yaratmış diye cevap verirdi annem. O vicdanlı bir kadındı; fakirlere yardım etmeyi severdi. Der Zor’dan kurtulmuş olan teyzem ve kızı hastanede çalışıyorlardı. Şehirdeki Ermenilerin sayısı arttığında, onlar Ermeni mahallesinde küçük bir ev kiraladılar; orda kalıyorlardı. O zaman Miss Karen Eppe evlerinde çalışmaları için, dullara iş verirdi. Miss Karen Eppe Danimarkalı bir kızdı. O çok fedakârdı. Ermeni yetimlere kendisi bakıyordu. Sürgünden dönen Ermeni kadınların çalışmaları ve geçimlerini sağlamaları için el işi atölyesi, halı dokuma atölyesi açtı. Halep’e gittiğimizde ben el işi atölyesine gittim. Teyzem ve kızı mum ışığında el işi yapıyorlardı; annem de gerekeni yapıyordu. Teyzem iki kızını da nişanladı ve Rakka’ya gittiler. 1921’de şehirdeki durum günden güne kötüleşiyordu. Okullar kapanıyordu. Türk minarelerinden Ermeni mahallesi bir insanın avucunun içi gibi açık seçik görülebiliyordu. Zavallı Ermeniler eski acılarını unutamadan, yenileri ortaya çıkıyordu. Her aileden bir-iki kişi kalmıştı; hiç olmazsa onları korumak lazımdı. Babam memur olarak şehrin yöneticisiyle konuşup ona: “Huliganlarınıza engel olunuz. Halk pazara çıkamıyor. Bunun sonu nereye varacak?” demiş. Şehrin yöneticisi ona: “Dostum iyi söyledin. Sizinle birlikte yaşamamız imkânsız; biz kendi halkımıza engel olamıyoruz. Size bir ay süre: Ermenilerini al ve şehri terk et.” diye cevap vermiş. ✌ halkların kardeşliği için yecek, ev için gerekli şeyler aldı, getirdi. Ben yalnız başıma oynuyordum. Beni pazara götürüyorlardı. Amcam bakırcı ustasıydı. Beni yanında dükkânına götürüp, akşam eve geri getiriyordu. 1918’de Fransız savaşı başladı. Herkes dehşete içinde, evini terk ederek, merkezde olan, Ermeni mahallesinde toplandı. Mevzilenip başladılar çarpışmaya. Kış mevsimiydi ve hava soğuktu. İnsanlar açlığa dayanamıyorlardı. Dükkânlar kapalıydı. Halk at, eşek eti yemeye başladı. 1919’da Fransızlar teslim oldular. Türkler onları şehirden çıkardılar; dört yüz Fransız askerini Şabaka Dağı’na çıkarıp öldürdüler. Onların binbaşısının kafasını demir bir çubuğa geçirerek şehirde dolaştırdılar. O acı olayları kendi gözlerimle gördüm. Ermeniler korkuya kapıldılar. Fransızlar gittikten bir gün sonra Fransız bayrağını indirmek için toplandılar; o bayrağı indiren kendi canına kıydı. Babam ikmal komitesinin başkanıydı. Çatışmaların sona erdiği doğruydu; ama, halkın yüreğini korku kaplamıştı. Ermeniler nerde okul açmak istese, Türkler gelip o okulu kapattırıyorlardı. Katoliklerin avlusuna okula gittim; ne sıra, ne de masa vardı. Gelip okulu kapattılar. Yetimhanenin avlusuna gittik; orayı da kapattılar. Ermeni kilisesinin avlusuna gittik; yine gelip kapattılar. Çatışmadan birkaç ay sonra, Haykanuş ablam geldi. Kendisiyle birlikte oynayacağım için çok sevindim. Amcamın karısı bir oğlan doğurdu. Biz ve onlar aynı avluıda yaşıyorduk. Annem bilinçli bir kadındı. Amcamın oğlu hep hastalanıyordu. Bir gün amcam babama: “Ben Halep’e gideceğim; burda bize ekmek kalmadı” dedi. Birkaç aile bir araya gelip şehri terk etti. Türkler evlerimize yerleşmek için, bizim yeniden evimizi barkımızı bırakıp gitmemizi istiyorlardı. Bir erkek kardeşim daha oldu; ama o da mavi öksürüğe tutuldu öldü. Annemin Kamurc Köyü’nde bir teyze oğlu ve kız kar- 29 ✌ halkların kardeşliği için 30 Babam eve geldiğinde rengi atmıştı. Olanları anlattı. Biz ağlamaya başladık; çünkü kış mevsimiydi ve evler erzakla doluydu. Karlar yerleri kaplamıştı. Biz Türk mahallesinde yaşıyorduk; evimizin gizli bir çıkış kapısı vardı. Bir Türk gizlice kapıdan içeri girip babama bir kâğıt vermiş. Babam kâğıdı okumuş: orda yirmi kişinin ismi varmış; ilk isim kendininkiymiş. Diğerleri öldürülecek zengin insanların isimleriymiş. Babam ertesi sabah Kürt ve Arap giysileri giyip kaçmaları için hepsini örgütledi. Sabah Garegin Turkciyan’ın öldürülmüş olduğunu duyduk. O eczacıydı. Artık orda kalmak imkânsızdı. Katırlar, atlar kiralayıp yüklerimizi onların sırtına yerleştirip yola çıktık. Der Zor mağaraya vardık; kervan orda durdu. Yerde insan kafatasları ve kemikleri gördük. Bize eşlik eden askerler orda gecelememizi istiyorlardı. Ama halk korkmaya başladı. Biz burda kalmayız, dediler. Türklerin dört yüz Fransız’ı öldürdüğü yer orasıydı. Binbaşının kafasını Urfa’nın mahallelerinde dolaştırmışlardı. Babam askerlerden hiç olmazsa Suruc’a gitmemizi rica etti. Yola devam edip Suruc’a vardık. Şehrin belediye başkanı babamın geldiğini duyunca, bizi evine götürmeye geldi; ama, babam bunu reddetti; “Halkım neredeyse, ben de ordayım” dedi. Belediye başkanı bütün hanların boşaltılmasını ve halkın oralara yerleştirilmesini emretti. İki gün yağmur yağdı. Orda üç gün kaldık. Bizim için özel olarak evden yemek geliyordu. Belediye başkanı bizimle birlikte yemek yiyordu. O, Ermenileri çok seviyordu; Ermenilerin durumunu görerek çok üzülüyor, “sebep olanın yanına kalmayacak” diyordu. Üç gün sonra hazırdık; kervan yola çıktı. Belediye başkanı bir ata binerek Arabistan sınırına kadar bizimle geldi. Öpüşerek bizden ayrıldı. Babam bizi bırakıp, herkese yarımşar bilet alabilmek için başvuruda bulunmak amacıyla, Cırablus’a gitti. Biz çadırlarda kalıyorduk. Gece-gündüz yağmur yağıyordu. Biz, beş aile olarak, atlarla kalktık, kayıklara binip Cırablus’a babamın yanına gitmek için Fırat’ın kıyısına gittik. Fırat’ın suları yükselmişti. O geceyi orda geçirdik. Fransız ordusu orda bulunuyordu. Askerlerin yardımıyla yüklerimizi kayıklara doldurup Cırablus’a geldik. Bir saat sonra babam geldi. Bize bir ev vermişlerdi; gittik o eve yerleştik. Orda on gün kaldık. İkinci kervan da geldi. Biletleri kestiler ve Halep’e geldik. Amcam ailesiyle birlikte Halep’te kalıyordu; o, istasyona geldi; bizi bir arabaya bindirip eve getirdi. İçeri girdik; amcamın karısı siyahlar giymişti; yirmi altı yaşındaki erkek kardeşinin vefat etmiş olduğunu duyduk; o, aynı zamanda annemin dayısının oğluydu; onların evinde büyümüştü. Birkaç hafta sonra, ayrı bir ev bulduk. Evimizin yakınında Protestanların okulu vardı; 5-6 yıl o okulda okudum. 1931’de Der Zor’a gelin gittim. Zaten, Vazgen Rahip ve papazlar Der Zor’da bir kilise inşa edip, Ermenilerin kemiklerini toplayarak, kilisenin temelini kutsayacaklardı. Bizim evlilik törenimiz de orda yapıldı; ama bizimkiler çok kötü şartlarda yaşıyorlardı. Yere bir kilim serilmişti; bir de yatak vardı. Evimizden bir İncil göndermelerini istedim ki, okuyarak avunayım. Sonra Mahara’ya taşındık. Daha sonra da Halep’e geldik. 1943’te Arab Punar’a taşındık, sonra Halep’e, Sonra Cırablus’a, en sonunda da Ermenistan’a geldik. Çok büyük zorluklarla karşılaşarak köyden Yerevan’a taşınabildik. Yanımıza aldığımız her şeyi denize dökmeye zorladılar. Ev yoktu, para yoktu, iş yoktu, ekmek yoktu. Karne sistemi vardı. Ekmek almak için gece kuyrukta bekliyorduk. Bize bir arsa verdiler; Arabkir’in Bancaranots mahallesinde ev inşa ettik. Sanki Tanrı bize sabır verdi de, o günlere dayanabildik. (Age. Sf. 447-452) KHAÇER HAKOB ABLAPUTYAN’IN ANLATTIKLARI (1893, URFA DOĞUMLU) dık: buğday ekiyor, hasat ediyor, genç yaşlı hep birlikte çalışıyorduk. Ben de genç yaşımda ebeveynimle birllikte kâh bahçede, kâh bağda çalışmaya başladım; oğlakları otlatıyordum. Biz ve amcalarım bir avlunun çevresinde yaşıyorduk. Büyük amcam Khaçer’in dört erkek, iki kız evladı vardı. Diğer amcam, Hayrapet’in üç kız, üç erkek evladı vardı. Onun buğday ektiği yerde testereyle kendi boynunu kesmişlerdir. Üçüncü amcam Davit’in beş kız evladı vardı. O çok cesurdu. 1915 olayları sırasında onu hapsettiler; götürüp astılar. Babam Hakob, herkes tarafından sevilirdi. Köyde bir kavga çıktığında, hükümetin eline düşmesinler diye babam gidip tarafları barıştırırdı. 1915 yılının Ekim ayında, zengin olsun, fakir olsun her Ermeni ailenin sürgün edileceği hakkında hükümetten bir emir geldi. Annem erkek olduğumuz anlaşılmasın diye bana ve erkek kardeşime kız elbisesi giydirdi; başımıza yazma bağladı. Dediler ki: “Hayvanları satmayın; sizi Rakka’ya götüreceğiz.” Yola çıktık; küçüklü büyüklü bir kalabalık, hepsi de zayıf, yorgun, bütün yaz varlıklarını sürdürmek için aralıksız çalışmışlardı; şimdi ise kar yerleri kaplıyordu. Yolda Türkler kervanımıza saldırdılar; hayvanlarımızı çalıp götürdüler. Çöle vardık. Orda, başka yerlerden sürgün edilenleri de bizimle birleştirdiler. Hepimizi önce Rakka’ya, ordan da Sapga’ya sürdüler. Yengem yolda öldü. Ordan Mağtantıpni’ye gittik. Der Zor’dan soyarak, öldürerek bizi Habur Nehri üzerindeki Bısera’ya götürdüler. Türklerin eline geçmemek için pek çok kadın ve kız kendini suya attı ve boğuldu. Babam Arapça biliyordu; adamın tekine para vermeyi vaatedip, orda kalmamız için ondan rica etti. O Arap bizi kendi avlusuna götürdü. Sabah, muhacirler yola çıkacakları sırada, bizim onlarla olmadığımızı fark edip: “Hakoblar bizimle gelmeden biz de gitmeyiz” demişler. Öyle ki, gelip bizi buldular; onlara katıldık; Suvar’a doğru yolumuza devam ettik. Suvar’dan sonra Habur Nehri’ni aşıp, Abu Hamda’ya vardık. Su tuzlu ve acıydı. Halk dut gibi yere serildi; zavallıların artık gücü kalmamıştı. Yolumuza devam edip Aynılğazal’a vardık. Orda, amcamın karısı ve kızları öldüler. Biz çok büyük bir köy olan Telafer’e gittik; pek çok Ermeni orda kaldı. Yolumuza devam ederek Asur’un başkenti Musul’a vardık. Oradan çıktığımızda babam hastalandı. Habur Nehri üzerindeki tahta köprüyü geçip, Nebiyos’a vardık. Bizi büyük bir hana götürdüler. Ben, orda derin bir çukur olduğunu, insanları ayak- ✌ halkların kardeşliği için Ben Urfa’nın Kamurc Köyü’nde doğdum. Atalarımız Sasun’dan göç etmişler. (...) Benim beş halam, üç amcam, ve babam vardı. Biz demirci ve bahçıvandık. Urfa’ya bir saat mesafedeki Kamurc bir Ermeni köyüydü. Kilisemiz, okulumuz vardı. Orda bin hane Hıristiyan yaşıyordu. Evlerimiz, bahçelerimiz, bağlarımız, koyunlarımız, atlarımız vardı. Kendimiz için çalışıyor ve yaşıyorduk. Ben 1893 yılında doğdum. Ben küçükken, 1895’in acı olaylarını anlatırlardı. Annem ağlayarak iki dayısını Urfa’da öldürdüklerini, büyük olan Hakob’un evli, küçük olanın da genç olduğunu anlatırdı. Hükümet’ten Ermenilerin silahlarının toplanması için emir gelmiş. Ermenilerden 1800 martin toplamışlar. Silahı olmayanları silah satın alıp teslim etmeye zorlamışlar. Sultan bütün Ermenilerin yok edilmesini emretmiş. Saldırı sinyali olarak birisi tüfeğini ateşlemiş; Türk askerler ve kalabalık, Ermeni mahallesine hücum edip katliama başlamış. Baltalarla kapıları kırıyorlarmış. Evlerdekileri teker teker dışarı çıkarıp vahşice boğazlıyorlarmış. Bizim evde de bu şekilde 40 kişi öldürmüşler. Tanıdık bir Şeyh şöyle emretmi: “Onların ellerini kollarını bağlayın; koyun gibi yanıma getirin.” Yüzden fazla insanın ellerini, kollarını bağlayarak koyun gibi boğazlarını kesmişler. İnsanlar canlarını kurtarmak için su kuyularına iniyorlarmış; Türkler de arkalarından tabancayla ateş ediyormuş. 19 Aralık 1895 tarihinde cereyan eden vahşi katliam öğlene kadar sürmüş. Cumartesi akşamı sekiz bin Ermeni kadın ve çocuk kiliseye yerleşmişler. Türkler otuz teneke gazla kiliseyi ve içindeki insanları diri diri yakmışlar; üç bin Ermeniyi de baltayla öldürmüşler. O zaman Kamurclular bir toplantı yapıp, kimlerin silahı varsa onların köy yollarını gözetim altında tutmasına karar vermişler. Köyümüzün konumu iyiydi; arkasında dağ, önünde ova vardı. Gelenleri on saatlik mesafeden görmek mümkündü. Köyün ise bir tek yolu vardı. Köydeki damlara taş barikatlar kuruldu. Bir kısım gençler gidip bahçelerde mevzilendi. Düşman büyük bir kalabalıkla, at sırtında, yayan, deve sırtında bizi öldürüp mallarımızı yağmalamak için bize doğru geliyordu. Bizim gençler bahçelerden ateş açtılar. Uzaktan, kalabalıkta bir panik baş gösterdiğini gördük. Onlar korkudan uzaklaştılar. Biz geçimimizi sağlamakla meşgul olmaya başla- 31 ✌ halkların kardeşliği için 32 larından çekerek diri diri götürüp o çukurun içine attıklarını kendi gözlerimle gördüm. Orda, oldukça uzun bir süre kaldık. Babamı, iyileşmesi için Musul’a gönderdik. Orda, babamıArapça bildiği için zengin bir şahsın kâtibiyle tanışmış. O, babama: “Aileni getir” demiş. Babam Nebiyos’a geldi. Orda, beş yaşındaki erkek kardeşim koleraya yakalandı ve öldü. Amcamın oğlunun karısı da iki kızının bakımını babama bırakarak öldü. Bizi Musul’dan Karkut’a süreceklerdi; ama babam bizi serbest bırakmaları karşılığında askerlere para vermeyi vaat etti. Sabah saat ikide asker gelip kapıyı açtı ve biz o iğrenç, kokmuş inden çıktık. O koskoca aileden geriye Davit’in üç oğlu ve bir kızı, Khaçer’in iki oğlu ve iki öksüz kızı, Hayrapet’in iki oğlu ve bir kızı, babam ve onun iki oğluyla iki kızı kaldı. Sözün kısası, otuz beş kişilik aileden geriye on yedi kişi kaldı. Bir Arap, Davit amcamın evlatlarını ve Khaçer’in iki oğlunu götürüp öldürmüştü; iki kızdan küçük olanını Türkleştirmişler, diğerini sürgün etmişlerdi; o daha sonra gelip bizi buldu; ama biz ona bakacak durumda değildik. Amcam onu Bağdat’a götürdü; bugüne kadar da kendisini bir daha görmüş değiliz. Ermeni halkı dört bir yana dağıldı. Bütün halk, yolunu kaybetmiş koyunlar gibi, kurtlardan kaçıyor, tilkilere yakalanıyordu. Amcamla konuşan Kürt, iki kaçak asker gönderdi; biz de onlarla birlikte köye yaklaştık. Onlar bize köyü gösterdikten sonra, bizi yolun üstünde bırakıp gittiler. Yağmur yağıyordu; bizim ise barınabileceğimiz bir yerimiz yoktu. Islanmıştık. Hayrapet amcamın dört çocuğu bizimle birlikteydi; biz de beş kişiydik, babam ve annem de vardı. Babam: “Gidip köyden bir hayvan getireyim; sizi götüreyim” dedi. Babam ve ağabeyim köye kadar gitmişler; Van’dan sürgün edilmiş, Andranik Paşa’nın elinden kurtulmuş ve Ermenileri soyup, öldürerek kaçan Kürtler gidip babamdan para talebinde bulunmuşlar. “Sizin arkadaşlarınızı öldürdük; sizi de öldürürüz” demişler ve babamı dövmeye başlamışlar; onu yarı ölü halde bırakıp gitmişler. Arapça’ya vakıf olan babam, bir yolunu bulup ordaki yetkiliye giderek, ricada bulunmuş; onun karısının ayaklarına kapanmış. Onlar da bizi kendi evlerine götürmesi için ağabeyime iki eşek vermişler. Biz o yetkilinin evine gittik. Ateş yaktılar; elbiselerimizi kuruttuk. Vücutlarımız ısındı. Bize yiyecek verdiler; yedik. Babam dedi ki: “Narkizli Köyü’ne gideceğiz.” Adam bizi arabasıyla Narkizli Köyü’ne ulaştırdı. Bizi orda iyi karşıladılar. Adamın biri bize iş verdi. Ama çalışabilecek durumda değildik. Bizi gören: “Bunlar çabucak ölür” derdi; zira aç, susuz ve yorgunduk. O adam köy muhtarına bir mektup yazdı ve bizi arabayla Süryani Köyü Telafer’e gönderdi. Mektubu köy muhtarına verdik; büyükannemden kalma bir kitap vardı; annem o kitabı da ona verdi. O, kitabı öpüp başına koydu; bize yer verdi; orda yaşayıp, güç kazandık, iyileştik, onların dilini öğrendik. Orda iki yıl kaldık. Günün birinde, babam: “Musul’a gidelim, bakalım kimler hayatta kalmış” dedi ve Musul’a indik. Köprünün üstünde birisi bağırıp babama sarıldı; meğer bizim komşumuzun oğluymuş. Amcamın oğulları gelip bizi Garahuş’a götürdüler; kışı orda geçirdik. Musul’a 48 kilometre mesafede yaşayan çok zengin bir adam vardı; ona Beyt Sabunci diyorlardı. Onun içinde meyve ağaçları olan çok güzel bir bahçesi vardı. O adam bizi işçi olarak kabul etti; para almadan çalışıyorduk. Babam pamuk ekti. Orayı terk ettik; amcamın evlatlarından ayrıldık; ama açlık bizi çok sıktı. Ailece yola çıktık. Ermeni olduğumuzu duyarlar diye çok korkuyorduk. Yerdeki taşları düşman sanıyorduk. Geceyi bir mağarada geçirdik. Mağaranın yakınlarında bir su kaynağı vardı. Kaynağın üstünde Ermenice harfler yazlıydı. Ablam oranın bir Ermeni köyü olduğunu ve herkesin öldürüldüğünü söyledi. Dağlarda yürüdük; yıkılmış bir dükkân gördük. Sabah Cizrabodan’a doğru yolumuza devam ettik. Yolda kurumuş hayvan yemi yemekten kabız olmuştuk. Bir köye vardık; köyün kilisesi uzaktan görülüyordu. Yaklaşıp bir eve girdik; ama bize yer vermediler; bizi ahıra yerleştirdiler. Kız kardeşimin elinde bir yüzük vardı; ev sahibinin kızı o yüzüğü istedi; kız kardeşim de ona biraz ekmek vermesini söyledi. Kız bir parça ekmek verip yüzüğü aldı. O bir parça ekmeği altı kişi paylaştık. Sabah yeniden yürümeye başladık. Aç, susuz Peşhabur isimli bir nehre vardık. Bir grup atlı Arap asker Cizrabodan’a gidecekti. Nehre girdiler; biz de onlarla birlikte girdik; önce babam suya girdi; sonra erkek kardeşim sonra da ben. Ablam, annem ve kız kardeşim suyun diğer yakasında kaldılar. Babam nehirden çıktı; erkek kardeşlerim de sudan çıkmak üzereydiler. Ablam akıntının beni sürüklediğini görüp bağırdı. Babam, erkek kardeşim yetiştiler; elimden tutup beni dışarı çektiler. Baktılar ki, akıntı kız kardeşimi de sürükleyecek, babam elindeki büyük bir hitap etti. Atlı durdu; güzel Hakob’un neye dönmüş olduğunu gördü. Babam ona bir altın verdi; ertesi sabah karşılaşmak üzere anlaştılar. Biz, genç yaşlı, hep birlikte Almanların yanında demiryolu inşaatında çalışmaya başladık. Amcam Davit’in beş evladı ve Hayrapet amcamın bir kızı ile çalışmaya devam ettik. “İngilizler geldi, bütün Ermeniler evlerine dönsün” diye emir geldi. Almanlar kaçıyorlardı; Araplar onların peşine düşmüşler; gün ışıyıncaya kadar tüfekleriyle ateş ediyorlar, yağma yapıyorlardı. İngilizler yüz kırk vagona öksüz ve dulları doldurdular; onlara kuru besinler verip Halep’e götürdüler. O öksüzler dünyanın dört bir yanına dağıldı. Biz de onlarla birlikte Arabpunar’a gittik; sonra Suruc’a ve Urfa’ya gittik. Bir gece bir Türk’ün evinde kaldık. Sonra, Kamurc’a gittik. Evlerimiz yerle bir olmuş, oraya Türkçe konuşan muhacirler, Çeçenler ve Çerkezler ve başka milletler gelip yerleşmişlerdi. Evlerin damındaki kirişleri, kapıları, pencereleri yakmışlardı; odaların duvarları simsiyahtı. Ailemizden geriye dokuz kişi kalmıştı. Türkleşmiş olan birkaç Ermeni aile Kamurc Köyü’nde kalmıştı. Askerlik görevlerini tamamlayıp gelen Ermeni gençler yıkıntıların üstüne ev inşa etmeye başladılar. Çalışmaya başladık. O yıllarda pahallılık vardı; hayatını kazanmak zordu. Hayvan satın aldık. Toprağı sürmeye başladık. Urfalılar Halep’ten gelmişlerdi; ama her şey yıkıntı halindeydi. Gerçekten, o günlerde çıldırmak işten bile değildi. İnsanlar bazen kendi yıkılmış evlerine girip ağlıyorlar, şehit edilen sevgili yakınlarını çağırıyorlardı. O durum iki yıl sürdü. Mecburen duruma alıştılar ve evlerini onarmaya başladılar. 1919 yılı başlarında Irak’taki İngiliz idaresi Ermenilere memleketlerine geri dönmeleri için kolaylıklar sağlıyordu. Ermeniler köye girdiklerinde pek çoğu harabeleri görerek dizlerinin üstüne çöktü; zira kanunsuzlar evi barkı yerle bir etmişlerdi. Zaman içinde kan ter dökerek yetiştirilen ağaçlar kökünden sökülmüştü. Biz yüz yetmiş aileydik. Sonunda, Amerikalı bir kızın Urfa‘da bulunması bir kutsama oldu. Kısa bir süre görev yapmalarına rağmen, havarilere benzeyen şu misyoner kızlar saygı gördüler: Miss Shaddock, ve 1915 olayları kendisini çok sarstığı için hastalanıp Danimarka‘ya tedavi olmaya giden ve pek çok Ermeni’nin karnını doyurup ölümden kurtarmış Miss Karen Eppe. Nurlar içinde yatsın. 1920 yılında, Türkler Yunanlılara karşı savaşmaya ✌ halkların kardeşliği için sopayla onu da sudan dışarı çekti. Babam Arapça dilini ve kurallarını bilirdi; Ģöyle bağırdı: “Şerefi olan yardım etsin!” Askerler yardımına koştular. El ele verip kız kardeşimi sudan çıkardılar. Askerlerden biri üzerindeki abayı çıkarıp babama verdi ve: “Al şunu! Kızlarına ver buna sarılsınlar ki, üşümesinler” dedi. Babama bir de at verdi ve:”Git karını ve kızını da getir” dedi. Babam ata binip karşı yakadan annemi ve ablamı getirdi ve askere teşekkür etti. İki gündür ağabeyimin karnı ağrıyordu; büyük aptesini yapamamıştı. “”Ben artık yürüyemiyorum” dedi. Babam onun yanında kaldı. Biz devam ettik; Tigris [Dicle] Nehri’ni kayıklarla geçtik. O taraf Cizrabodan ġehri’ydi. Babam ağabeyimi getirdi ve şehre girdik. Altı kişiydik ve bir tek yatağımız vardı. Kış sert geçiyordu. Ocak ayıydı. Yolda bir eşek bulup, elbiselerimizi sırtına yükledik ve yola devam ettik. Bir kadına rastladık; ona sorduk: “Kalabileceğimiz bir yer, bir han yok mu?” Kadın şöyle cevap verdi: “Baba! Hana gitmeyin! Orda Ermenileri öldürüp kuyuya doldurdular. Biz de Kürtçe biliyorduk; ablam: “Baba, o kadının sözünü dinle!” dedi. Kadınla birlikte gittik; büyük bir avluya girdik. Orda sadece biz vardık. O geceyi orda geçirdik. Babamın yanında bir mecidiye vardı; annem onu ciğer almaya yolladı. Kasap ona “Ermenice konuşmayın” demiş; zira kendisi de Ermeniymiş. Babam ciğeri getirdi; annem haşladı; suyunu ağabeyime içirdi, bağırsakları boşaldı. Sabah yola çıktık; bir köye vardık. Bir eve yaklaştık; bir erkek sesi Kürtçe şöyle diyordu: ”Kâfir sesi geliyor.” Yani, etrafta Ermeni var demek istiyordu. Kaçtık. Yolda bir deve kervanına rastladık. Kervan reisi bizi götürdü bir sofraya oturttu; bir keçi yavrusu kesti; bulgur pilavı yapıp bizi ağırladı. Sabah onlarla birlikte yola çıktık; bize sahip çıktılar. Bizden birisi yürüyemediğinde, yolda kalmayalım diye onu bir devenin sırtına bindiriyorlardı. Ayaklarım yürümekten şişmişti; beni bir devenin sırtına oturttular; Mıspetin’e kadar gittik. Annem ve kız kardeşlerim bizden önce oraya varmışlar; değirmenin arkasında bizi bekliyorlardı. Kız kardeşim nehre doğru koşuyor, ablası ona bağırıyordu: “Kız gel buraya; Ermeni olduğunu duyarlarsa bizi öldürürler.” Orda, değirmenden bir adam çıktı; Ermeni olduğumuzu anlayınca bizi yanına aldı. Babam artık tanınmaz haldeydi. Onun yanından bir atlı geçti ve babam onu ismiyle çağırdı; ona “İnciner Movses Efendi” diye 33 ✌ halkların kardeşliği için 34 başladı. Ermenileri askere almaya başladılar. İngilizler çoktan gitmiş, Fransızlar gelmişti. Onlar altı yüz kişiydiler. Dört yıl Ermeniler rahat bir nefes aldı. Kurnaz Türk, Ermenileri şehirden çıkarmak istedi. 9 Mart 1920 günü, yoğun bir kar yağışı vardı. 6 Nisan gecesi, Fransız ordugâhından Fransızların çok vahim bir durumda oldukları ve onların ayrılmalarından sonra Türklerin Ermenilerin canını bağışlayacağı konusunda hiç kimsenin güvence veremeyeceği haberi ulaştı. 10 Nisan günü, geceyarısı Fransız askerleri Türk jandarmaların önderliğinde Akaba ve Suruc yoluyla Telabad‘daki ordugâhlarına ulaşmak üzere yola düştüler. Fransız bayrağını gönderden indirirken yüzbaşı Sarju kendi kafasına bir kurşun sıkıp yere yığılmıştı. Bu cesur asker Fransız milletine yapılan bu hakarete tahammül edememişti. Tılfutur bölgesi mevzilerinden gelen haberler Akaba taraflarından silah sesleri duyulduğunu bildirdiğinde Ermeniler beklemedeydi. Çatışma olduğu açıktı; Türkler Fransızları pusuya düşürmüşlerdi. Bir saat sonra, çetelerden oluşan muazzam bir kalabalık Fransız askerlerin kellelerini süngülerinin ucuna takmış şehre Halep yolundan yaklaşıyordu; zira beş yüzü aşkın Fransız askerine atlı jandarmalar öncülük etmiş ve Akaba’nın ötesinde, Şapake Vadisi’nde atlılar kaçmıştı. Önceden mevzilenmiş olan Türkler Fransız askerlerini hazırlıksız yakalamış ve katletmişti. Kuşatılan Fransız askerleri kanlarının son damlasına kadar çarpışmış ve şehit düşmüştü. O çarpışma esnasında Urfalı üniversiteli Hovhannes Çalyan ve Armenak Abacıyan da kahramanca şehit düşmülerdi. Amerikalı bayanların o günlerde Urfa’da bulunması ise bir kutsamaydı. Amerikan yardımı 1922 yılına kadar devam etti. Onlar, çalışıp geçimlerini sağlayabilmeleri amacıyla erkekler için fabrikalar, kadınlar için ise elişi atölyeleri açtılar. Urfalı öksüzleri ise Suriye ve Lübnan’a götürdüler. Fransızlar ayrıldıktan sonra buğday ektik; ama çekirgeler gelip buğdayı yedi. Günün birinde babam şehre gitti; bir tanıdığıyla konuşurken şöyle demiş “Bu yıl bizim tarlalar „top attı; varımızı yoğumuzu yitirdik.” Dükkânda yatan Türkleşmiş bir Ermeni bunu duyup gitmiş hükümete: “Hakob Ağa Fransız‘ın Urfa‘yı vurmak için toplarıyla Suruc‘a geldiğini söyledi” diye ihbar etmiş. Bu yalancı şahitlik üzerine babamı yakaladılar; siyasi tutuklu olarak hapsettiler. Biz iki erkek kardeş, hem kendimize baktık, hem de zayıf düşmemesi için hapisteki babamıza baktık. Altı ay sonra onu yargılanmak üzere Tigranakert‘e gönderdiler. Erkek kardeşim bir adam buldu; savcıya başvurdu. Erkek kardeşimin ağzından babamı kurtarması için Mustafa Kemal‘e başvuruldu. Ama, babamız üç ay hapiste kaldı. Birkaç ay sonra Mustafa Kemal’in tavsiyesi üzerine Hacami Paşa köyümüz Kamurc‘a geldi. Hacami Paşa halka hitap ederek: “Topraklarınızı bize verin” dedi. Ermeniler bunu kabul etmediler. Mustafa Kemal, İslam’ın bulunduğu yerde başka hiç kimsenin hiçbir hakkı olmayacağı emrini verdi. Türkler bize sıkıntı vermeye, bizi dövmeye başladılar. Mecburen, ailece orayı terk edip, Carablus’a vardık. Orda hayvanlarımızı sattık. 1925‘te arabayla Der Zor‘a gittik; halamın oğulları aileleriyle birlikte orda yaşıyorlardı. Arapların arasında bahçıvanlık yapmaya başladık. Sonra, Tılısum‘a gittik; duvar örmeye, kerpiç kesmeye başladık. Erkek kardeşim sıtmaya tutuldu ve Rakka‘ya gitti; çünkü dayımlar orda yaşıyorlardı. Sonra, Der Zor‘a gittik. Ben ve erkek kardeşim Fransız askeri olduk; Der Zor‘a gidip çalıştık. 1931‘de Ermeni rahipler sürgün mekânına gittiler; Ermenilerin kemiklerini topladılar. Der Zor‘da bir arsa satın alıp, kemiklerin üstüne temel atıp kutsadılar; kilisenin duvarlarını inşa ettik. O yıl, Gülbenkyan‘ın karısı ölmüştü; kiliseye onun adı, Maryam Astvatsatsin adı verildi. (Age. Sf. 440-445) ✓ TARİHLE YÜZLEŞELİM Y eni Dünya İçin Çağrı’dan ve Trotz Alledem! – Herşeye Rağmen!’den yoldaşlar olarak bu yolculuğa, bildiri ve pankart yazarak, düzenleyerek ve çeviri işini hallederek önceden hazırlandık. Şimdi, hareketimizden kısa bir süre önce heyecan başladı. Yakında Erivan’da buluşacak ve kadın-erkek Ermenilerin maruz kaldığı soykırımın 100. Yıldönümü’ne aktif bir şekilde katılacağız. Erivan havalimanından yaklaşık olarak saat bir buçukta ayrılıyoruz. Neredeyse şaşkınlıkla havanın ne kadar berrak olduğunu fark ediyoruz. Taksi ile gecelemekteki kente hareket ediyoruz. Başkent ve yaklaşık 1,2 milyon sakinleri ile birlikte Ermenistan’ın en büyük şehri boş caddeleriyle bizi sakince selamlıyor. Birçok tabelada duyuruların İngilizce de yapılması bizi biraz rahatlatıyor. Çeşitli atölyelerin ve emperyalist dünya düzeninin kaçınılmaz izlerinin; örneğin Alman ve Amerikan holdinglerinin satış merkezleri ve şubelerinin önlerinden geçip gidiyoruz. Ermeni ihraç mallarının en meşhurlarından birinin, aynı isimli Ermeni konyağının üretildiği Ararat (Ağrı) damıtma tesisini geçiyoruz. Hostelimiz (konforlu olmayan, yurda benzeyen ucuz otel, konak –ÇN) kent merkezinin kenarında tipik bir kent evinin beşinci katında bulunuyor. İkametimiz sırasında her geçen gün daha fazla ortaya çıkan şanslı konak yeri seçimimizin, az sayıda ama çok sempatik personelinin üyesi “24-saat açık resepsiyon”u, genç bir adam. Heyecanlı, önümüzdeki günler konusunda nelerle karşılaşacağımız hakkında sabırsız ve “Batıdan” Do- halkların kardeşliği için ERİVAN’A SEYAHAT ✌ ğuya” yolculuktan yorgun bir şekilde yatağa düşüyoruz. Erivan’da birinci sabah güneşli; penceremizden bakış bir arka avlu manzarası üzerinden geçiyor ve Ararat’ın karla kaplı zirvelerinden birinde duruyor. Şehir Birçok binaları güzel: Yeni Üslup’ta (Arnuvo), pencere ve balkonlarında filigran (tel süslü) tahta oymacılıklarıyla birlikte eski Ermeni ahşap evleri. Büyük konuşlandırılmış/ plânlanmış yerleşim/ konut yerleri - sosyalist mimari, yüksek evler hemen hemen hiç yok – ama tenekeli/saçtan kulübelerden oluşan yoksul semtleri, gecekondu mahalleleri de var. Arka avluların girişi neredeyse her zaman rengârenk boyalı. Her halükârda yoksulluk ve konutsuzluk var. Bir çift bir bankta yaşıyor, Bayan güneşten korunmak için açılmış şemsiyesinin altında okuyor – Bay bir çift karton ve birkaç dolu plastik torbadan oluşan ortak pılıpırtılarının yanında uyukluyor. Kentin iç çevresine yeşil bir kuşak kondurulmuş. Güneyden kuzeye doğru geniş bir park sürüp gidiyor. Kültür ve bilimde meşhur Ermeni şahsiyetlerin heykelleri ve çeşmeler hep yeniden görülüyor: Birçok çeşitli su oyunları tesisleri. Oysa neredeyse işler durumda olan bir işletme bile yok: Güney kesiminde bunların çoğu yıkılmakta, çökmekte. Sıvaları dökülüyor. Tahtadan banklar çürümüş, fıskiyeler kendi başlarına paslanıp duruyorlar. İnşa türü, parkın tesis edilişi Ermenistan’ın sosyalist zamanına açık-seçik işaret ediyor. Görünen (kasten?) yıkılış/çöküş sem- 35 ✌ halkların kardeşliği için 36 boliktir ve biraz hüzünlendiriyor. Her şeyden önce parkın kuzey bölümünde bütün alanların özelleştirileceğini tespit ettiğimizde: Şimdiye kadar tüketim zorunluluğu olmaksızın ağaçlar altında veya güneşlenme çatılarında bulunmanın her zaman mümkün olduğu yerlerde Caféler ve restoranlar yer alıyorlar. Basit bir çardakta yaşlı erkekler tavla ve iskambil oynuyorlar. Kent merkezinin tümünde hep yeniden büyük alanlı su tesisleri görüyoruz – Yoldan geçip gidenler içme suyu çeşmelerinde susuzluklarını gideriyorlar. Özel bir mekân ise “Kaskaden” (Çağlayanlar) diye adlandırılan yapıdır: Parktan çıkarak geometrik olarak bitkilerin dikildiği küçük bir tesis ve modern heykelleriyle birlikte esas olarak geniş bir merdiven tesisinden oluşan gösterişli bir yapıdan oluşuyor. Park tesisinde diğerlerinin yanında kalın süslü telden aşırı boyutlu bir çaydanlığı çok beğeniyoruz ve açık kalkerli süngerden 572 merdiven basamaklarının önünde durmadan önce tunçtan tombul kadın heykelinin güzelliğini hayretle seyrediyoruz. Sağdan ve soldan küçük çalılarla kenarları çevrilmiş teraslara hep yeniden yollar gidiyor. Geniş merdivenin ortasında büyük platolarda mola veriyoruz. Yeniden heykeller ve kabartmalar: demirden kertenkeleler duvarlar boyunca koşuşturuyorlar. Spor eksersizleri yapan, parlak kromdan atletler en yüksek platonun üstünde sabit kılınmışlar. Yukarıda merdivenlerin sonuna geldiğimizde Erivan’a kuşbakışının ve uzaktaki Ararat’ın tadını çıkarıyoruz – fevkalâde! Bu tuhaf yapının bir de iç yaşamı olduğunu ancak aşağıya inerken fark ediyoruz. Yürüyen merdivenler! Biri yukarıya, bir diğeri aşağıya gidiyor ve bunların yan taraflarında çağdaş sanat eserleri. “Cafesjian”da, çağdaş sanat merkezindeyiz. Ücretsiz ve sürprizle karşılaşarak. Cumhuriyet Meydanı’ndaki eski Armenia (Ermenistan) Oteli şimdi bir oteller zincirinin parçası hâline getirilmiştir. Orada eskiden olduğu gibi şimdi de Nisan günlerinde gündüzleri Diaspora’dan gelen Ermeniler buluşmaktadırlar. Biz de her gün kendimizi terastaki Cafe’de buluyoruz. İnsanları gözlemliyoruz ve gerçekten gelecek günlerin gidişatı hakkında bize değerli bilgiler verebilen Almanya’dan bir dostla karşılaştık. Café-Bar’ın çalışan personeli ile tartışıyoruz ve siyasi görüşümüz nedeniyle bu andan itibaren onlar tarafından çok candan selamlanıyoruz. Bu arada bu Café’deki Ermeni kahvesi “haigagan surç”un tadı günbegün daha da iyileşmişti. Cumhuriyet Meydanı bu günlerde Anmalar için birçok faaliyetlerin merkezidir de. Yüzlerce genç sahnede bir dans gösterisi yapıyor; akşam saatlerinde bir su-ışık-ses-oyunu beğeniyle izlenebilir. 23 Nisan’da “System of the down” (sistem alaşağı olsun!) adlı grup “ücretsiz ve dışarda/ açık havada” sahne alıyor. Üyelerinin tümü Ermeni kökenli olan bu, herhalde çok tanınmış Kaliforniya’dan Rock orkestrası, sert şarkılarla soykırımın tanınmasını talep ediyor. Kent merkezine giden yolları kapatan güvenlik güçlerinin saatlerce süren giriş yasağı, peyderpey nihayet kaldırıldıktan sonra yüzbinlerce insan meydana aktı. Bu konser bardaktan boşanırcasına yağmura rağmen coşkulu bir kitle tarafından canlı izlendi. Anmoruk Anmoruk “beni unutma” demektir. Anmoruk, soykırımın 100. Yıldönümü anmaları kampanyasının sembolüdür. Çiçeğin karanlık içi soykırımın dehşetlerini /vahametlerini anımsatıyor. Bize anlatıldığına göre açık mor/menekşe rengi ebediyet/sonsuzluk düşüncesini, katledilenlerin “ruhlarını” temsil ediyor. On iki sarıçiçek damgası/işareti anıtın on iki sütununu, Batı Ermenistan’da kaybedilen on iki ili gösteriyor – sarı aynı zamanda her şeye yaşam ve ümit veren güneş ışığını ifade etmektedir. Beş çiçek yaprağı kadın-erkek Ermenilerin Diaspora’da yaşadıkları beş kıtayı Anıt Soykırım anıtı ve müzesi “Zizernakaberd” Almancası “ Kırlangıç Kalesi” tümseğinde bulunuyorlar. Hatırda tut –iki tarafı ağaçlı güzergâh (Hafıza Caddesi) diye de adlandırılan Hatırlama Ormanı’nı yürüyerek geçiyoruz. Burada her yıl farklı kökenlerden insanlar, unutmaya karşı peşi peşine ağaçlar dikiyorlar. Şimdi önümüzde, sağ tarafında alçak bir duvar vasıtasıyla aşağı düşmekten koruyan olarak sınırlanan büyük bir meydan bulunuyor. Orada uzakta, batıda Ararat’ın devasa dağ silsilesi manzarası duruyor. Bu zirvenin Ermeni halkı için anlamı/önemi her yerde hazır ve nazırdır. Özlem, kayıp, veda, üzüntü. Dağın karla kaplı zirvesi elle tutulacak kadar yakın görünüyor. Aras Nehri Ermenistan’ı Türkiye’den ayı- rıyor. Bunun çok uzak arkasında Ararat’a tırmanış başlıyor. Anmada da Ararat hep yeniden bir rol oynuyor: “Gerçek kabul edilmediği/tanınmadığı sürece Ararat’ın zirvesi kana bulanmış olacak.” Meydanın bu kısmının kaldırımları altında müze kurulmuştur. Bu müze 25 Nisan’a kadar “basit/normal” insanlar için kapalı tutulduğundan ancak anma gününden sonra sergiyi ziyaret edebileceğiz. Fakat daha şimdiden Türkiye ve Almanya’dan getirdiğimiz soykırımın 100. Yıldönümüne dair makale ve açıklamaları ve sırf Erivan’a gezimiz için özel olarak hazırladığımız Ermenice, Almanca, İngilizce ve Türkçe bildirilerimizi kapıdaki bir bayan müze elemanına sunabiliyoruz. Tekrar yukarıya geldiğimizde yaklaşık olarak iki yüz metre uzaklıkta yükselen soykırım anıtına, batıya yöneliyoruz. Sol tarafta meydanı yaklaşık olarak üç metre yüksek bir duvar sınırlıyor; bu duvara kadın-erkek Ermenilerin sürgüne yollandıkları ve katledildikleri kentler ve köylerin isimleri oyma kalemle kazınmıştır. Eski geleneksel desenler doğrultusunda şekillendirilmiş Ermeni haç taşları ve mezar plakaları çimenlerden yükseliyor. Soykırım anıtı: Batı Ermenistan’daki on iki vilayet için sembol on iki sütun bir oval oluşturuyor. Bunlar dikine doğrultulmuş sütunlar değil, daha ziyade koruyucu veya yarı kapalı bir çiçeğin taş hâline gelmiş gibi çiçek yaprakları daima bir ateşin yandığı merkezin üzerine açık bir kubbe olarak eğiliyorlar. Sütunlar arasındaki az basamaklı dar merdivenlerden inerek yaklaşık otuz metre çapındaki büyük iç mekâna geliyoruz. Ateş çevresinde iki metre civarında mesafede çiçekler duruyor ve hep yeniden yenileri konuluyor. Anma günlerinde orada daire şeklinde ortalama iki metre yükseklikte çiçeklerden bir duvar ortaya çıkacaktır. Sütunların dış cephelerinde ovalin arka tarafına örneğin Franz Werfel, Amin T. Wegener vd. gibi soykırımın tanınması için özel çaba gösteren insanları anma levhaları konmuştur. Sütunlar ovalinin birkaç metre batısında yarılmış/yarık bir diş gibi 44 metre yükseklikte bir sivri obelisk / dikili taş yükselmektedir. Bu yarık her ışık altında çok uzaktan fark edilmiyor. Oysa yakından bakıldığında biçim dışında batı ve doğu hiçbir şeyle bağlantılı görünmüyor; oysa diğeri ile birlikte her parça gökyüzüne çıkmaya çaba gösteriyor: Ne var ki Ermeni halkının kökünü kurutamayan Doğu ve Batı Ermenistan arasında soykırım aracılığıyla açılan derin çukurların resmi. ✌ halkların kardeşliği için sembolize etmektedir. Bu çiçeğin viyole/vişneçürüğü rengi, aynı zamanda Ermeni bilincini ifade etmesi gereken Ermeni kilisesinin rengi için bulunmaktadır. Anmoruk Erivan’da rozet, üzerine yapıştırıcı, afiş, şemsiyelerin üstünde her yerde bulunuyor. Her dükkân, her lokalin penceresinde bir Anmoruk vardır. Hiçbir otomobil ve hiçbir kamyon bunsuz hareket etmez ve hep yeniden bayraklar ve pankartlar balkonlara, evlere asılı dururlar veya sokakların/caddelerin üstlerine gerilmiştir. Bir halı mağazasının vitrininde bir halıya ilmeklenmiş olarak bir Anmoruk’un resmini çektiğimizde iki yaşlıca hanım bize hitap etti. Aramızdaki anlaşma sadece eller-kollarla ve iki kırık Ermenice beş kırık Rusça sözcükle yürüdü. Şansımıza Ermenice bildirilerimiz yanımızdaydı. Suzanna, bizim yüzüncü yıl-Anması vesilesiyle Erivan’da bulunduğumuzu anladığında ağladı. Hemen hemen yirmi dakika beraber yürüyoruz. Her ikisi de dil sınırlarının bulunmasına bela okuyorlar. İçten vedalaşmadan sonra giderek yeniden arkamızdan bakıyorlar. Artık biz neredeyse görülmez olduğumuzda bile el sallamayı sürdürüyorlar. Okul ve anaokulu öğrencileri Ermenistan’ın tümünde kâğıttan veya bezden Anmorukları boyadılar, kestiler, katladılar, yapıştırdılar. Bunların arka sayfasında çocukların okulunun adı ve yaşları ve de Anma ile ilgili şiirsel satırlar bulunuyor. Bu beni-unutmaların milyonlarcası gelip geçenlere gençler tarafından dağıtılıyor; anma yerlerinde insanların giysilerine yapıştırılıyor. Yakalarındaki kısmen parlayan mor çiçeklerle üzgün ve ciddi insanlar, sanki katledilenleri hatırlayarak yaşamı kutluyorlar gibi etkide bulunuyor. 37 ✌ halkların kardeşliği için 38 Görüşmeler, fikir alış-verişi, düşünceler Birçok genç kadın-erkek Ermeni, kendilerini soykırımın hayatta kalanları olarak görüyorlar. Bakın, biz yaşıyoruz: “1915 – failed genocide – I live!” (1915 – Başarısızlığa uğrayan bir soykırım – Ben yaşıyorum!) Bizim sıkça gördüğümüz bir T-short baskısıdır. Afiş dizisinde de bu kendine güvenen mağrur tutum ifadesini buluyor. 1915’te 1,5 milyonun üzerinde insan katledildi. 2015’de bizler, her şeye rağmen 10 milyonuz. Soykırımın bugün gençler için ne anlama geldiği, kendilerinin gelecek için ne istediklerine dair sorumuz üzerine her şeyden önce hep yeniden şu yanıt öne çıkıyor: “ Bizler Türkiyeli, Almanyalı gençlerle – bir tür konferansta hükümetlerin katılımı olmaksızın geçmişi ele almak ve gelecek için birbirimizle anlaşmak istiyoruz - bir araya gelmek istiyoruz.” Hosteldeki genç ev sahiplerimiz ikametimizin her günü bizimle tartışıyorlar. Birbirimize gönülden bağlanıyoruz. Aşağıda karşılıklı paylaşabildiğimiz sadece birkaç fikir ve görüş yer alıyor. Görüşmede soykırımın daha hâlâ somut etkilerinin(etkileşimlerinin) bulunduğu berraklaşıyor: Ermenistan, her şeyden önce sosyal-emperyalist “Doğu-Blokunun” çöküşünden sonra siyasi olarak çok tecrit edilmiş durumdadır. Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan ve İran arasındaki konumuyla ekonomik koşulları çok kötüdür. Ermenistan’ın Türkiye’ye sınırı Türk devleti tarafından kapatılmıştır. Ermenistan’ın sanayii sosyal-emperyalizmin çöküşünden sonra gittikçe zayıfladı. Bu iktisat dalında çok az işyerleri vardır. İşsizlik üzerine tam sayılara ulaşamadık. Ermeni gençliğinin en değerli varlığının eğitim olduğu görünüyor. Birçokları yükseköğrenim görüyor; çoğu neredeyse mükemmel bir İngilizce konuşuyorlar ve iyi bir iş için göç etmeyi de göze alıyorlar. Ermenistan’da yaklaşık üç milyon kadın-erkek Ermeni yaşıyor. Karina, somut olarak eğitimin örneğin Türk çocukların okullarda öğrendikleri şeylerin, onların Ermenistan ve soykırım hakkında ne düşündüklerinden sorumlu olduklarından emindir. Medya ve ders kitapları üzerinden uygulanan manipülasyon ve egemenlerin böylece emekçilerin – aydınlatmanın, ilericiliğin, halkların kardeşliğinin düşmanları olarak – cehalet içinde kalmalarını sağladıkları hakkında tartışıyoruz. Karina ve Nazeli, bizlerin soykırım konusunda kısmen yirmi seneden fazladır siyasi olarak çalıştığımızı ve sayısız toplantılar ve makalelerle gerçeği yaydığımızı öğrendiklerinde, kadın-erkek yoldaşlarımızın çalışmalarına duydukları saygıyı dile getiriyorlar. Uluslararası halkların kardeşliği, üzerine en fazla konuştuğumuz konudur. Buna nasıl ulaşabiliriz? Her ikisi de yapılması gerekenin tam da, bizim Almanya, Türkiye/Kuzey Kürdistan ve şimdi Ermenistan’daki – bugünlerdeki ortak görüş alış-verişimiz – çalışmamızın yapılması, genişletilmesi ve yaygınlaştırılmasının zorunlu olduğu kanısındadırlar. Soykırım Anıtı’nda bir grup öğrenci ile karşılaşıyoruz. Almanlar olarak bizim (Ermenilere yönelik) soykırıma inanıp inanmadığımızı sordular. Yanıt: “Hayır, buna inanmıyorum, kadın-erkek Ermenilere – ve Osmanlı İmparatorluğu’ndaki diğer halk gruplarına da – ne zaman ve kimin tarafından soykırım uygulandığını biliyorum. Bunun kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğini ve kimlerin bundan sorumlu olduklarını biliyorum. Bizler faillerin geldikleri/çıktıkları ülkeler olan Almanya ve Türkiye’den kadın-erkek işçileriz. Büyük dedelerimiz kuşağının bir bölümü sizin büyük nine-dedelerinizi katlettiler. Bizler, kurbanları anmak için buradayız. Devlet yönetimlerimizden tüm sonuçlarıyla birlikte soykırımı tutarlı biçimde tanımalarını talep ediyoruz. Biz salt tanımayı talep etmiyoruz; aynı zamanda Batı Ermenistan’a geri dönüş hakkını da talep ediyoruz ve Batı Ermenistan’ın Doğu Ermenistan ile birleşme hakkını ilân ediyoruz. Bunu Osmanlı İmparatorluğu’nun ve Alman İmparatorluğu’nun halef devletleri olarak Türkiye ve Almanya’dan talep ediyoruz. Bizler Almanya ve Kuzey Kürdistan /Türkiye’de tarihsel bağlantılar hakkında aydınlanma/aydınlatma/açıklığa kavuşturma için çalışıyoruz ve halkların kardeşliği için angaje oluyoruz.” Tüm şaşkınlıklarıyla fal taşı gibi gözlerini açıyorlar. Bizi kucaklıyor ve öpüyorlar. Bir delikanlı bizim gibi böylesi insanlarla burada karşılaştığına neredeyse inanamayacağını söylüyor. Buradaki tüm ikametimiz sırasında hep yeniden böylesi benzer durumlarla karşılaşıyoruz. İster kendi başımıza, ister küçük gruplar içinde, isterse hepimiz birlikte yollarda olduğumuzda. Tavrımızı açık-seçik ortaya koyar koymaz insanlar bize gönüllerini/yüreklerini açıyorlar. Konuştuklarımızın çoğu Ermenistan hükümetinin arkasında duruyorlar/destekliyorlar. Sadece yaşlıca çok cesur bir hanım kızgınlığını şöyle dışa vuruyor: “Bizim başkan çok kötüdür. O bizi çalıp çırpıyor. Peki, bu milyonlara nereden sahip oldu?” Başkan Sarkisyan, her şeyden önce Çanakkale /Gelibolu muharebesini anma kutlamalarına davet edil- Eylemimiz Eyleme gitmek için Hostel’den çıkmadan önce Nazeli duygulanıyor: “What you are doing, hundred of Armenians could not do” – “Sizin yaptıklarınızı yüz Ermeni yapamaz.” O, her şeyden önce bizim Almanya ve Türkiye/Kuzey Kürdistan kökenimiz, tutumumuz ile karşılaştığımız tüm insanlar için muazzam derecede önemli olduğu konusunda ikna olmuştur. Yüz Ermeni aynı tutumu savunabilir/temsil edebilir, onun görüşüne göre bizim küçük grubumuz daha büyük bir etkiye sahiptir. Tüm beraberinde getirdiği tutarlı sonuçları ile birlikte soykırımı tanımanın, faillerin ülkesinden emekçilerinin halef kuşaklarının sorumlulukları, tarih ile yüzleşmelerinin ne kadar önemli olduğunu anlıyoruz. 24 Nisan günü gökyüzü bulutlu. Ana cadde sivil motorlu araçlar için kapanmış olduğundan taksi bizi dağın eteğinde indiriyor. Malzemelerimizle yüklü bir şekilde üç hatlı cadde boyunca yayan yürüyoruz. Her yüz metrede bir konuşlanmış polislerden caddenin en azından saat on ikiye kadar kapalı kalacağını öğreniyoruz. Öğlenden itibaren anıta ulaşmak için “basit/ normal” insanların gideceği geniş yaya yolunun başladığı diğer tarafa ulaşabildiğimiz sürece fark etmez/ zararı yok diye düşünüyoruz. Oysa daha caddenin en yüksek noktasına gelmeden önce, iki sivil görevli tarafından nazik ama itiraza izin vermeyen bir şekilde geri dönmemiz talep ediliyor. Bir otobüs durağında beklerken Ermenistan, Fransa ve Rusya devlet limuzinlerini gözlemliyoruz. Sarkisyan, Hollande ve Putin yirmi metre bile olmayan uzaklıkta önümüzden dağa doğru hızla geçip gidiyorlar… Resmilerin töreni tam zamanında başlıyor - bulunduğumuz yerden anıttaki insanları minnacık olarak görebiliyoruz. Dağa doğru yürümekteki daha büyük sonraki grubun arkasına katılıyoruz ve malzemelerimizi oflaya puflaya taşımada beklenmeyen bir şekilde destekleniyoruz. Yüzlerce insanın yaya yolunun nihayet açılmasını beklediği yere varıyoruz. 100. Anma günü için sembollerle tabelalar, katledilen akrabaların resimleri, çeşitli yazıların üstünde bulunduğu afişler, pankartlar ellerde yüksekçe taşınıyor. İstanbul’da cadde ortasında yürürken vurulan, Türkiye’de çıkan Ermeni Gazetesi Agos’un genel yayın yönetmeni Hrant Dink’in resimleri. Ermenistan bayrakları. Her kesimden, tüm yaş gruplarından insanlar: Kızıl Ordu gazileri, gençler, aileler, çeşitli ülkelerden gruplar – Polis barikatlarının önündeki meydana giderek daha fazla insan geliyor. Kadın-erkek genç yüksekokul öğrencileri çocukların imal ettiği Anmorukları dağıtıyorlar. Pankartımızı açtığımız andan itibaren insanların bizi muhatap alıp konuşmadığı hiçbir an yaşamıyoruz. Hep yeniden pankarttaki metin sesli bir şekilde okunuyor. Birçokları önümüzde ve bizimle ve pankartla birlikte resim çektiriyor. Genç bir bayan yüksekokul öğrencisi kendisini bize evlatlık veriyor: “Now I’m your armenien daughter…” – “Şimdi ben sizin Ermeni kızınızım.” Kısa bir süre sonra pankartımızın önünde bir Ermeni televizyon kanalına röportaj veriyor. Onun Yeni Dünya İçin Çağrı ve Herşeye Rağmen!’in kökenleri hakkında verdiği bilgileri onun jestlerinden anlayabiliyoruz. Acaba başka neler konuştu? Halkların Kardeşliğinin söz konusu olduğu ve tam da Türkiye ve Almanya’dan insanların burada bu eylemi yapmalarını kendisinin nasıl önemli bulduğunu hâlâ hatırlayabiliyordu. Toplamda 4.700 bildiriyi insanlar coşkuyla aldılar ve derhal okudular. Birçokları bizimle bunun üzerine Ermenice de tartışmaya çalıştılar. Kısa konuşmalar, çoğu kez İngilizce, bu eylemin bu yerde bugün yapılmasının çok doğru ve önemli olduğu algımızı derinleştirdi. 24 Nisan’da Almanya ve Türkiye’de soykırı- ✌ halkların kardeşliği için mesini açıkça reddetmesi nedeniyle Erivan’da bizim karşımızda övülüyor. Türk Cumhurbaşkanı Erdoğan bununla ilgili olarak Sarkisyan’ı tam da 24 Nisan 2015 günü için davet etmişti! Bizim konut giderleri, geçim temini, işsizlik, kadın sorunu, perspektifler gibi sosyal sorunlar üzerine de Erivan’daki tüm tartışmalarımızda, soykırım sorunu tüm diğer konuların üstünde duruyor. Grubumuzda yaşanarak kavranan şey şudur: Ulusal sorun olarak Ermeni sorununun çözümü için gerekli mücadele olmaksızın Ermeni burjuvazisinin sömürü ve baskısına karşı mücadele başarılı bir şekilde yürütülemez. Bu şu demektir: Tüm beraberinde getirdiği tutarlı sonuçları ile birlikte soykırımı tanımak, gasp edilen Ermeni mülkiyetinin iade edilmesi, yerle bir edilen Ermeni kültürel varlıklarının tazmin edilmesi, kadın-erkek Ermenilerin Batı Ermenistan’a geri dönüş hakkı, ayrılıp ayrı devlet kurma ve ulusal kendi kaderini belirleme hakkı dâhil olmak üzere Batı ile Doğu Ermenistan’ın birleşme hakkı. Bizler Almanya ve Türkiye/Kuzey Kürdistanlı kadın-erkek komünistler olarak çalışmamızla sınıf dayanışmasını destekliyor ve proleter enternasyonalizmini pratikte uyguluyoruz. 39 ✌ halkların kardeşliği için 40 mın 100. Yıldönümüne dair bildirilerin dağıtıldığı ve sadece hükümetlerin değil, aynı zamanda halkların da kurbanları anmalarına ve bunun beraberinde getirdiği tutarlı sonuçları çıkarmalarına dek oralardaki emekçilerin, kadın-erkek demokratlar ve komünistlerin bu işin peşini bırakmayacaklarına dair eylemlerin gerçekleştiği, birçokları için sürpriz oluyor. Kutlanıyor ve de destekleniyoruz. Bildiriyi dikkatle okuduktan sonra Erivanlı bir işçi bu bildiriden 1500’den fazlasını bizzat kendisi dağıtıyor. “Ermeni kızımız” ve Azerbaycan’dan bir diğer işçi bizimle birlikte bildiri dağıtıyor. Meydanın içinden geçip gelen gözleri yaşlı bir kadın, pankartı tutan kadın yoldaşımızı yanaklarından öpüyor. İçimizden hemen hemen hiçbirimiz böylesi duygusal bir eylemi yaşadığımızı anımsayamıyor. Sadece bir saldırı burada da anti-komünizmin görev başında olduğunu gösteriyor. Kendisini Anma Günü Komitesi’nin bir üyesi olarak tanıtan biri, kadın yoldaşın bildirilerini kabaca yırtmaya çalışırken bizim bu bildirileri kimden aldığımızı soruyor. “Bu gün komünistlerin propagandası için değil, anmak içindir”, diyor. Halkların kardeşliğine ilişkin hiçbir şey duymak istemiyor. Ona bizlerin komünist olduğumuz ve bunu hangi nedenden dolayı saklamamız gerektiği yanıtı verildi. Ancak kadın yoldaşımız onun, üstünde “Türkiye inkâr ediyor, Almanya susuyor – Ermeni Halkının kurbanlarını anıyoruz!” yazan pankartı okumasını sağladıktan sonra bizi rahat bırakıyor ve kadın yoldaşımızdan özür diliyor. Yağmur daha sıklaştığında ve biz artık bildiri dağıtamayacağımızdan kortejde saflara katılıyoruz. Binlerce şemsiye ve bunların tam ortasında bizim pankart. Dağın tepesinde küçük çocuğuyla kaçmaktaki bir kadın figürü heykelinin önünden geçiyoruz – Hatırla ve talep et! Anıtın içinde on iki sütunun ortasında çiçekler duvarının önünde pankartımızı geriyor ve sütunlar ovalinin arka tarafında dizilmeden önce birkaç dakika susup içimize kapanıyoruz. Sürüp giden yağmura rağmen insanlar hep yeniden yanımızda durup kalıyorlar. Pankartımız çok rağbet gören bir foto arka planı oluyor. Ankara’dan bir yüksekokul öğrenci grubu bu yolla Yeni Dünya İçin Çağrı dergisi ile tanışıyor. Yağmurdan sırılsıklam olmuş ve bu deneyimlerle dopdolu bir şekilde geriye dönüşe geçiyoruz. Otobüs ve metronun üstesinden, bizi Ermenice tabelalar ve anonslar karmaşasından doğru bir şekilde yönlendirip geçiren İran’dan bir Ermeni bayanın desteği sayesinde gelebiliyoruz. Devamlı müşterisi olduğumuz lokalde ısınıyoruz. Ayakkabı, çoraplar, yağmurluklar, ceketler – her şeyin vıcık vıcık sırılsıklam olduğunu ancak şimdi fark ediyoruz. Evet, bu günde bu eylemi gerçekleştirebilmemizden dolayı çok memnun ve mutluyuz. Halklar birbirleriyle anlaştığında ve birlik olduğunda bunun nasıl olabileceği konusunda bir sezgi/seziş, bu zihinlerde kalıyor. Bu günden çok güç ve motivasyon alıyoruz. Son mu, başlangıç mı? Birçok değerli karşılaşmalar, ulusal sorunun özü ve önemi hakkındaki kavrayış – bizim önemli ve iyi bir eylem gerçekleştirmiş olduğumuz bilgisi… önemli anlar. Erivan’dan Moskova’ya uçarken neredeyse her yolcunun üstünde Anmoruk var. Moskova’da Frankfurt uçağına binerken Erivan’dan aldığımız Anmoruku taşıdığımızın farkına varıyoruz. Birlikte yolculuk yaptıklarımızdan bazılarının gülen gözleri, katılımımızın ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha gösteriyor. Yaşasın Halkların Kardeşliği – Yaşasın Enternasyonal Dayanışma! Herşeye Rağmen!’den kadın-erkek yoldaşlar (Herşeye Rağmen! Sayı 70, Eylül 2015, sayfa: 65-71, Almancadan çevrilmiştir.) [Aynı gezi hakkında Bkz: Yeni Dünya İçin Çağrı, sayı 176, Temmuz/Ağustos 2015, sf: 30-35] ✓ halkların kardeşliği için ROJAVA DÜŞMANLIĞINA SON! ✌ Türk devleti PYD’ye karşı sergilediği hassasiyeti, saldırganlığı IŞİD’e karşı göstermiyor. IŞİD herkesin gözü önünde, denetimi elinde bulundurduğu bölgelerde, sınırın öbür tarafında mayın döşerken, hendek kazarken; Türk ordusu seyretmekle yetiniyor. Barbar terörist örgüt IŞİD ile barbarlığa karşı mücadele eden PYD, IŞİD ile aynı kefeye konuyor. T ürk devleti, AKP Hükümeti, RT Erdoğan; Rojava’da oluşan demokratik oluşumdan, kantonlardan, Kürtlerin kendi özyönetimlerini oluşturmasından, kendi kendilerini yönetmelerinden rahatsız. Bu rahatsızlık en başından bu yana çeşitli vesilelerle dile getirildi. Son dönemde yaşanılan kimi gelişmeler bu rahatsızlığı tekrar gündeme getirdi. Davutoğlu ve Erdoğan’ın “izin vermeyiz, asla müsaade etmeyiz, vururuz” tehditleri ve açıklamaları YPG’ye karşı açık saldırıya dönüştü. Bu tehditlerden iki örnek: Başbakan Ahmet Davutoğlu: “PYD Fırat’ın batısına geçmeyecek, geçerse vururuz dedik, iki kere de vurduk.” Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Geçenlerde ne oldu? PYD Fırat’ı geçmek istedi. Askerimiz hemen anında işi bitirdi. Bu bir uyarıdır. Kendine çeki düzen ver. Bunu farklı yerlerde de yapmaya çalışırsan, gereğini orada da yaparız. Türkiye’nin kimseden izin almaya ihtiyacı yok. PYD, kanton olarak ilan etti. Bu iş bu kadar kolay mı? Kanton kurma anlayışı sürerse gereği neyse yaparız.” (http://www.milliyet.com.tr/erdogan-dan-pyd-yeoperasyon/siyaset/detay/2139515/default.htm) Tehdit ve Saldırı Bu tehditlerin yapıldığı dönemde Türk ordusu YPG güçlerine saldırdı. YPG Basın Merkezi, TSK’nin 24 Ekim günü Kobanê sınır hattındaki YPG mevziilerine yönelik başlattığı saldırıların devam ettiğini belirterek şu detayları paylaştı: “27 Ekim günü saat 11.00 sularında Türk ordusu güçlerimizin Girê Spî’nin (Til Ebyad) batısında bulunan mevziilerini hedef alarak ağır silahlarla bir saldırı düzenlemiştir. 27 Ekim günü 18.15 ile 18.30 saatleri arasında Türk ordusu Girê Spî kent merkezi sınır hattında akrep tipi zırhlı araçlarla devriye atmış ve güçlerimizin mevziilerine yönelik ağır silahlarla saldırı düzenlemiştir. Bu saldırı ardından saat 19.30 sularında kent merkezi ve batı kırsalı sınır hattında yeniden harekete geçmiş ve güçlerimizin mevziilerini A4 ve MG3 silahlarıyla rastgele taramıştır”. (www. evrensel.net) Türk devleti açıkça provokasyon yapmakta, YPG’yi PKK’ye karşı sürdürdüğü savaşın içine çekmeye çalışmaktadır. 41 ✌ halkların kardeşliği için 42 Bu Düşmanlık Niye? Türk devleti PYD’ye karşı sergilediği hassasiyeti, saldırganlığı IŞİD’e karşı göstermiyor. IŞİD herkesin gözü önünde, denetimi elinde bulundurduğu bölgelerde, sınırın öbür tarafında mayın döşerken, hendek kazarken; Türk ordusu seyretmekle yetiniyor. Barbar terörist örgüt IŞİD ile barbarlığa karşı mücadele eden PYD, IŞİD ile aynı kefeye konuyor. Hükümetin, devletin Rojava’daki oluşumdan, kantonlardan rahatsız olmasının arka planında rahatsız oldukları kimi gelişmeler yatıyor. Bu gelişmelerden bazıları şöyle: *Türk devletinin Suriye siyaseti ile PYD’nin siyaseti bir ve aynı değil. PYD Rojava’nın bağımsızlığından yana, Esad rejimini silahlı mücadele ile yıkmaktan yana değil. PYD’nin temel siyaseti demokratik Suriye devleti bünyesinde Rojava’nın özerkliğidir. Türk devletinin temel Suriye siyaseti Esad rejimini yıkmaya yöneliktir. Bunun için PYD’nin ÖSO bileşeni olarak hareket etmesi, Esad rejimini yıkma mücadelesine katılmasından yanadır. *Türk devleti PYD’yi PKK gibi terör örgütü olarak görmekte, emperyalistlerin de PYD’yi terör örgütü olarak görmesini istemektedir. IŞİD’e karşı mücadele eden ve onu gerileten tek güç olan PYD’yi hiçbir emperyalist güç terör örgütü olarak görmüyor. *IŞİD’e karşı mücadelede, YPG, YGJ güçlerinin savaşması, IŞİD’i geriletmesi; PYD’yi uluslararası alanda emperyalistlerin nezdinde dikkate alınacak bir güç haline getirdi. Uluslararası arenada Kürtlerin prestijini artırdı. ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı oluşturulan koalisyon ile PYD arasında işbirliği, ittifak oluştu. *Son dönemde IŞİD’e karşı mücadelede “Suriye Demokratik Güçleri” kuruldu. Bu güçler içinde şu örgütler var: Suriye Arapları İttifakı (Devrimciler Ordusu, Burkan el Fırat Operasyonu Bileşenleri, Sanadid Birlikleri, Yiğitler Birlikleri, Cezire Tümenleri Birliği), Süryani Askeri Konsey, YPG, YPJ. Suriye Demokratik Güçleri ABD ile Rakka’yı IŞİD’den kurtarmak için askeri operasyon hazırlığı yapmaktadır. Bunun için ABD 50 ton askeri mühimmat, silah yardımı yaptı. *Kantonların birleşmesinden Türk devleti oldukça rahatsız. Til Ebyad’ın IŞİD’den temizlenmesi ile Kobane ve Cizire kantonları birleşti. Cerablus’un IŞİD’den temizlenmesi ile Afrin kantonu ile birleşme durumu devleti ürkütmektedir. Devletin isteği Cerablus Azez hattının tamamen ÖSO denetimine girmesi, bu bölgede tampon bölge kurulmasıdır. Düşmanlığa Son! Görüleceği üzere devletin, AKP hükümetinin Rojava düşmanlığının temelinde bir dizi gelişme yatıyor. Devlet, Erdoğan, AKP hükümeti Rojava düşmanlığına derhal son vermelidir. HDP düşmanlığı, Kürt düşmanlığı, dışarıda Rojava düşmanlığı; içeride Kürtlere, HDP’ye saldırılara zemin hazırlıyor. HDP’ye, Kürtlere saldırıya dönüşüyor. Bu siyaset tehlikeli bir siyasettir. Halkların bir arada yaşamasının temelini dinamitliyor. Halkların birbirine girmesi, birbirini yemesinin zemini hazırlıyor. Bu duruma biran önce son verilmelidir. Her ulusun olduğu gibi Kürtlerin de istedikleri gibi yaşama, istedikleri gibi kendilerini yönetme hakkı vardır. Türk devleti Rojava kantonlarını tanımalı, kantonlar ile dostluk ilişkileri geliştirmelidir. Rojava’ya yönelik saldırılara son! Yaşasın Kürt ulusunun ayrılıp ayrı devlet kurma hakkı! Kahrolsun milli zulüm! 29.10.2015 ✓ HERŞEYE RAĞMEN YENİ EKİMLER GELECEKTİR! 2015 yılı Sosyalist Ekim Devrimi’nin 98. yıldönümüdür. Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin zaferi, bütün insanlığın gelişme aşamasında yeni bir çağ açtı. Yerkürenin altıda birinde ilk defa proletarya iktidara geldi. Rusya işçi ve köylülerinin Çarlık Sarayı’na saldırısı, çürümüş feodal emperyalist Rus İmparatorluğu’nun temellerine yönelmiş bir saldırı idi. İşçilerin-köylülerin devrimin örgütleyicisi Bolşevik Parti önderliğindeki silahlı ayaklanması ile merkezi Çarlık devlet iktidarı yıkıldı. Petrograd Ayaklanması Ekim Devrimi’ne gidilen yolda ilmik ilmik örülen ve zamanı geldiğinde düğmeye basılan bir hazırlık dönemi vardı. Kuşkusuz bu hazırlıkların arkasında Bolşevik Parti’nin önderi Lenin’in büyük dehası ve bilgeliği yatıyordu. 24 Ekim (6 Kasım) akşamı Lenin, Bolşevik Parti Merkez Komitesi üyelerine yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Bu satırları 24 Ekim akşamı yazıyorum. Durum son derece kritik. Şimdi ayaklanmayı herhangi bir şekilde geciktirmenin gerçekten ölüm anlamına geleceği gün gibi ortada.” Devamla Lenin, “iktidar asla 25 Ekim’e (7 Kasım) kadar Kerenski ve ortaklarının elinde bırakılmamalıdır, mesele mutlaka bu akşam ya da bu gece sonuçlandırılmalıdır.” (Nisan Tezleri Ve Ekim Devrimi, İnter Yayınları, s. 233-234) Devrimin üssü Smolny idi. Lenin’in dahihane öngörüsü başarıya ulaştı. O, Bolşevik önderliğin büyük ustasıydı. 24 Ekim’i 25 Ekim’e (6 Kasım’dan 7 Kasım’a)bağlayan gece silahlı ayaklanma başladı. Telgraf dairesi, telefon dairesi, istasyonlar, elektrik şebekeleri ve başkentin devlet daireleri işgal edildi. Geçici hükümetin toplandığı Kışlık Saray’ın telefonları kesildi. Petrograd’da olan askerler Bolşevik saflara katıldı. 7 Kasım sabahı, Petrograd’ın (Kışlık Saray dışında) hemen hemen tamamı kurtarılmıştı. Cepheden çağırdığı birliklerin gelişini beklemeyen Kerenski Petrograd’dan kaçtı. Kışlık Saray kuşatıldı. Kışlık Saray’ı askeri öğrenciler ve subaylardan oluşan bir birlik koruyordu. Kışlık Saray çembere alındı. Geçici hükümet bakanlarının teslim olması için ültimatom verildi. 7 Kasım akşamı, sarayın karşısında Neva nehrinin diğer kıyısında bulunan Peter-Paul Kalesi yönünden Kışlık Saray topçu ateşine tutuldu. Neva nehrine demir atmış olan ‘Au- güncel DÜNYAYA YENİ EKİMLER GEREK! 43 güncel rora’ kruvazörü de Kışlık Saray’ı topçu atışları ile sarsıyordu. Kışlık Saray’dan makineli tüfeklerle topçu atışlarına karşılık veriliyordu. Kısa zamanda makineli tüfekler sustu. Toprak beylerinin ve burjuvazinin son kalesi düşmüştü. Geçici hükümetin bakanları tutuklandı ve Peter-Paul Kalesi’nde gözaltına alındılar. Petrograd’da devrim zafere ulaşmıştı. 7 Kasım sabahı, Petrograd Sovyeti Devrimci Askeri Komitesi’nin “Rusya Yurtaşlarına” başlıklı çağrısı yayınlandı. Bu çağrıda şöyle deniliyordu: “Geçici hükümet devrilmiştir. Devlet, iktidarı, Petrograd İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyeti organının, Petrograd proletaryasının ve Petrograd garnizonunun başında bulunan Devrimci Askeri Komite’nin eline geçmiştir. Halkın uğruna mücadele ettiği dava: derhal bir demokratik barışın önerilmesi, toprak sahiplerinin özel mülkiyetinin kaldırılması, üretim üzerinde işçi denetimi, bir Sovyet hükümetinin kurulmasıbu dava güvence altındadır. Yaşasın işçilerin, askerlerin ve köylülerin devrimi.” (Aktaran Krupskaya, Lenin’den Anılar, İnter Yayınları, s. 360) 7 Kasım’ı 8 Kasım’a bağlayan gece saat 02:30’da Smolny’de, ‘II. Tüm-Rusya İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Kongresi’ toplandı. Kongre’de azınlıkta kaldıklarını gören Menşevikler ve sağ Sosyal Devrimciler kongreyi terk etti. Sol Sosyal Devrimciler kongrede kaldı. Kongreye Bolşevikler ve kongrenin partisiz temsilcileri katıldı. Bütün kararlar kongrede oybirliği ile alındı. Bolşevik Kararnameler 44 ‘II. Tüm-Rusya İşçi Ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Kongresi’ne Lenin’de katıldı. Lenin’in kongreye katılma anlarını Krupskaya şöyle anlatıyor: “Lenin salona girdiğinde, gök gürlemesine benzer bir alkış koptu. Lenin rapor sundu. Büyük sözler etmeksizin işçi sınıfının kazandığı zaferi kısaca anlattı. Ve bu, İlyiç’in karekteristik bir niteliğiydi. Konuşmasının temel ağırlığını başka bir noktaya verdi: Sovyet iktidarının şimdi çözmesi gereken acil görevler. Rusya tarihinde yeni bir dönem başladı, dedi. Sovyet Hükümeti, burjuvazi olmaksızın ülkeyi yönetecek. Toprakta özel mülkiyeti kaldıran bir kararname çıkarılacak. Üretim, etkin işçi denetimi altına sokulacak. Sosyalizm mücadelesi başladı ve gittikçe genişleyen biçimler alacak. Eski devlet cihazı yıkılacak, parçalanacak, yerine yeni bir iktidar, Sovyet örgütlerinin iktidarı geçecek. Ülkemizde kitle örgütleri her şeye muktedir bir güçtür. Şimdi ilk görev, ülkenin barışa kavuşmasıdır. Ama bu yalnızca, sermayenin yenilmesiyle mümkün olacaktır. Saflarında şimdiden devrimci bir mayalanmanın belirtileri görülen uluslararası proletarya, barışı kazanmamıza yardım edecektir.” (Aktaran Krupskaya, Lenin’den Anılar, İnter Yayınları, s. 361) Krupskaya’nın da belirttiği gibi kongre delegeleri, elde edilen zaferin büyük önderini büyük bir sevinçle selamladılar. Lenin, tarafından kaleme alınan ‘Barış Üzerine Kararname’ kongreye sunuldu. Kararnamede şöyle deniliyordu: “6-7 Kasım (24-25 Ekim) devriminin yarattığı ve İşçi, Asker ve Köylü Temsilcileri Sovyetlerine dayanan İşçi-Köylü Hükümeti, vakit geçirmeksizin barış görüşmelerine başlamalıdır.” (Lenin, Seçme Eserler, c. 6, s. 414, İnter Yayınları) Barış Üzerine Kararname, kongre tarafından çoşkuyla kabul edildi. 1914’te başlayan haksız, emperyalistler tarafından tertiplenmiş olan savaşın sona ermesi için barış çağrısı yapılıyordu. Bolşevik Parti, işçi sınıfının iktidara gelmesiyle, Rusya’yı savaştan çekip çıkartacak güçte olduğunu kanıtlamıştı. Emperyalist savaşa son verilmesi işçilerin-köylülerin talebiydi. Emperyalist dünya sisteminin dışına çıkan Rusya, emperyalist savaşın sona ermesi üzerine açıklama yapıyordu. Devrimini yapmış Rusya, gerçekten demokratik barışın bayrağını yükseklere kaldırıyordu. Kongre de kabul edilen ikinci kararname, ‘Toprak Üzerine Kararname’ idi. (Lenin, Seçme Eserler, c. 6, s. 415, İnter Yayınları) ‘Toprak Üzerine Kararname’ Ekim Devrimi ve İç Savaş Ekim Devrimi ile iktidara gelen proletarya, kazanımlarını pekiştirmek ve garanti altına almak zorundaydı. 1917 Aralık’ın başında Sovyet Hükümeti’nin temsilcileri Brest-Litovsk’te barış görüşmelerine başladılar. Alman emperyalistleri çok ağır koşullar öne sürdü. Lenin ve Stalin, Almanlarla barış anlaşmasının imzalanması ve mümkün olduğu kısa zamanda savaştan çıkmaktan yanaydı. Brest-Litovsk’te Sovyet Hükümeti’ni temsil eden Troçki, Lenin’in talimatlarına aykırı hareket etti. Troçki’nin Alman emperyalistleri ile barış anlaşmasını red etmesinden sonra, 18 Şubat 1918’de Almanlar bütün cephelerde saldırıya geçti. Alman saldırılarına karşı direniş örgütlendi. Almanların Petrograd’a yürüyüşü durduruldu. Sovyet Hükümeti, Almanların Brest-Litovsk’ten daha ağır olan koşullarını kabul etmek zorunda kaldı. Almanya ile barış sağlanmıştı ama kanlı mücadele devam ediyordu. Karşı devrim bütün dünyanın gözleri önünde ortaya çıkan Sovyet iktidarına azgınca saldırdı. 14 emperyalist devlet tarafından desteklenen karşı devrim, ülkeyi dört yıl süren kanlı bir iç savaşa sürükledi. Ekim Devrimi tarafından darmadağın edilen Kolçak, Yudeniç, Denikin, Krasnov ve Vrangel gibi generaller, emperyalistlerin desteğini de arkalarına alarak proletarya iktidarını yıkmak istiyorlardı. 30 Ağustos 1918’de Sosyal Devrimciler’in taraftarı bir kadın Lenin’e saldırdı. Lenin, Moskova’da Michelson fabrikasındaki bir gösteriden çıkarken zehirli bir mermiyle tehlikeli bir şekilde yaralandı. Bütün ülke savaş kampı ilan edildi. Lenin ve Stalin önderliğinde bütün insan rezervleri ve yardımcı kaynaklar, kızıl ordunun güçlendirilmesi için kullanıldı. İşçi, köylü, asker, aydınların adı bilinmez kahramanlıkları sayesine devrim ateşini söndürmek isteyenlerin bu hevesleri kursaklarında kaldı. Bu iç savaş içinde beyaz ordu arka arkaya büyük yenilgiler aldı. Karşı devrim birkez daha ezildi. güncel hem ülke derinliklerindeki, hem de siperlerdeki milyonlarca köylü kitlelerini silahlı ayaklanma içinde doğan Sovyet iktidarını desteklemek için ayaklandıran en büyük siyasi eylemlerden birisiydi. Sovyet iktidarının ilk kararnamelerinde büyük burjuvazi ve büyük toprak ağaları mülksüzleştirildi. Onların mülklerine tazminatsız olarak devlet adına el konuldu. Toprak beylerinin toprakları, çarlığın, manastırın ve kilisenin topraklarına el konuldu. Sovyet Kongresi, başında Lenin’in bulunduğu ‘Halk Komiserleri Konseyi’nin teşekkülü üzerine belirlemeyi kabul etti. Milliyetler sorunu halk komiserliğine Stalin atandı. 27 Ekim (9 Kasım) sabahı ‘Sovyetlerin II. Kongresi’ sona erdi. Petrograd’dan sonra Moskova’da ayaklandı. Moskova’da da burjuvazinin direnci kırıldı. İktidar Sovyetlerin eline geçti. Başkentleri bütün ülke takip etti. Her tarafta devlet iktidarı emekçilerin eline, Sovyetlerin eline geçti. Kongre, Kerenski’nin cephede yürürlüğe koyduğu ölüm cezasını kaldırdı. Sovyet Hükümeti, işçi denetimi üzerine bir kararname yayınladı. Bu kararnameye göre fabrikatörlerin, işletme sahiplerinin bütün faaliyeti, işçi temsilcilerinin denetimine tabii kılıyordu. Rus işçilerinin, askerlerinin ve köylülerinin Bolşevik Parti önderliğindeki silahlı ayaklanması, Rusya’nın bütün halklarının emekçi kitleleri tarafından desteklendi. Kapitalistlerden ve toprak beylerinden fabrikaları, işletmeleri, toprağı, demiryollarını, bankaları alan Sosyalist Ekim Devrimi, bunları emekçilerin toplumsal mülkiyetine dönüştürdü. İşçi sınıfı iktidarı eline aldıktan sonra, yoksul köylülükle ittifak içinde Sovyet devletinin inşasına girişildi. Eski burjuva devlet mekanizmasının tamamı yerlebir edildi. Emperyalizm ve proleter devrimleri çağında ilk kez bir ülkede proletarya iktidarı ele geçirdi. 1917 Ekim Devrimi’nden Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği doğdu. 7 Kasım 1917 bütün insanlık tarihi açısından onurlu, insanlığın geleceğine ışık tutan, yol gösteren, çığır açan bir tarihtir. Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun Ekim Devrimi, Çarlık Rusyası’nda değişik ulus ve milliyetlerden halkların birbirlerine karşı sistemli bir biçimde kışkırtılması siyasetine; ezilen uluslar üzerinde kıyım ve pogromlara, halkların köleliği siyasetine; son vererek değişik ulus ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin karşılıklı güvenin yolunu açtı. Ekim Devrimi, Çarlık döneminde tam bir “halklar hapishanesi” olan Rusya’da ezilen ulus ve milliyetlerin kurtuluşu yönünde muazzam adımlar attı. Burjuva milliyetçiliği ve şovenizmin yerine pratikte proleter enternasyonalizmini egemen kıldı. Ekim Devrimi, ulusal sorunda da çağ değiştiren bir adım oldu. Daha devrimin birinci günü, devrim hükümetinin ilk kararnamelerinden biri ulusların ayrı devlet kurmaya kadar varan kendi kaderini tayin hakkını ve tüm milliyetlere tam hak eşitliğini ilan etti. Sovyetler Birliği eşit haklara sahip ulus ve milliyetlerin eşit haklara sahip cumhuriyetler ve özerk bölgelerde gö- 45 güncel 46 nüllü birliktelikleri temelinde kurulan ilk çok uluslu birlik devleti oldu. Finlandiya yapılan bir halk oylamasında ayrı devlet olarak yaşamaya karar verdiğinde, Bolşevik devlet bu karara itirazsız saygı gösterdi. Günlük hayatta her milliyet kendi dilini, kültürünü serbestçe yaşıyor ve geliştiriyordu. Irkçılık, şovenizm ve antisemitizme karşı aktif mücadele yürütülüyordu. Ekim Devrimi emperyalizmin ırkçı şoven barbarlığının biricik alternatifi sorunun gerçek çözümünün ancak proleter devrimle mümkün olacağını gösterdi. Ekim Devrimi sonrasındaki süreçte, yasal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla yetinilmedi. Sovyet iktidarı, değişik uluslar ve milliyetler arasında gerçek yaşamda varolan eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için sürekli ve sistemli bir siyaset yürüttü. Bu doğru siyaseti pratiğe geçirerek, ekonomik ve kültürel alanlarda aradaki farkları büyük oranda kapattı. Bu gelişme ve süreç, 1956’da yapılan SBKP XX. Parti Kongresi’nde Kruşçef önderliğindeki modern revizyonizmin iktidara gelmesiyle kapandı. 1990’da sosyal emperyalizm çöktüğünde, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin üyesi olan devletlerde milliyetçi çatışmalar yeniden başladı. Kafkaslarda yaşanan çatışmalar, Ukrayna’daki gelişmeler, Azarbaycan-Ermenistan ilişkileri, Rus- Gürcistan savaşı vb. SSCB döneminde yoktu. Emperyalistler bugün dünyanın birçok yerinde halkları birbirlerine karşı şovenizm ve ırkçılık temelinde kışkırtıyor. Ne yazık ki bunda başarılı da oluyorlar. Bir zamanların Yugoslavya’sı, Filistin, Afganistan, Irak, Suriye, Kürdistan vb. emperyalist burjuvazinin ulusal sorunu nasıl ele alıp “çözdüğünün” yalnızca birkaç güncel örneğidir. Emperyalizmin ulusal sorundaki “çözüm”ü emperyalist boyunduruğu kabul etmeyen ulus ve milliyetleri silah zoruyla ezmek, kendisi ile “işbirliği” içinde olan ulus ve milliyetlerde ise güya onların ulusal haklarının savunucusu pozlarında onları kendi çıkarları için kullanmaktır. Bu bağlamda amaç her zaman bir ve aynıdır: Uluslar, milliyetler arasında düşmanlık ve nefret yaratıp, bundan kendi stratejik emperyalist çıkarları için yararlanmak. Ekim Devrimi şu gerçeği açıkça kanıtlamıştır: “… sermaye egemen olduğu sürece, üretim araçlarında özel mülkiyet sürdükçe ve sınıflar var oldukça, ulusların eşitliği güvence altına alınamaz; sermaye iktidarı sürdükçe ve üretim araçlarına sahip olmak için savaşıldıkça, ulusların eşitliği ve ulusların emekçilerinin işbirliği sağlanamaz.” (Stalin, “RKP(B) X. PK’ne Rapor’dan; Eserler Cilt 5, sayfa 41, İnter Yayın- ları) Ekim Devrimi bugün güncel mücadele açısından çok önemli derslerinden biri, ulusal özgürlük mücadelesinin ancak proleter devrimin zemini üzerinde çözüleceğini göstermiştir. Ulusal mücadelenin gerçek çözümü, işçi sınıfının elinde olduğunda kurtuluşa götüreceğidir. Bunun böyle olmadığı şartlarda ulusal mücadelenin kazanımlarının birer birer yitirileceği, yitirildiği emperyalist dünyanın yaşanan bir gerçeğidir. Bugün dünyanın birçok yerinde yürüyen ulusal mücadeleler açısından bu ders hayati önemdedir. Ekim Devrimi ve Kadın Sorunu Bolşevik Parti, 1917’deki zaferinin hemen ardından kadının gerçek hak eşitliğini hayata geçirdi. “Eski, kadını köleleştiren yasalardan geriye” diyordu Lenin, “taş üstünde taş kalmamıştır.” Kadınlar onlara gösterilen güveni parlak bir biçimde haklı çıkarmıştır. Sosyalist inşanın eşit değerdeki unsuru oldular ve en çetrefil, en ağır yönetsel ve politik görevlerin altından kalkacak yeteneği ortaya koydular. Kadınların Sovyetler Birliği’ndeki bu gelişimi bütün ülkenin gösterdiği olağanüstü yükselişi yansıtmaktadır. (“...Ancak emekçi kadınların büyük bir bölümü,buna önemli ölçüde katılmadıkça, sosyalist devrim olamaz. (...) Sovyet Cumhuriyeti‘nin görevi, ilk planda kadın haklarındaki bütün sınırlamaların kaldırılmasıdır. Sovyet hükümeti, burjuva rezilliğinin, burjuva baskısının ve aşağılamanın bir kaynağını -boşanma işlemlerini- tamamen ortadan kaldırmıştır. Tam boşanma özgürlüğünün yasallaşması, yakında bir yılını dolduracak. Meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki bütün farkı kaldıran ve bir dizi politik sınırlamayı kaldıran bir kararname çıkardık. Dünyanın başka hiçbir yerinde işçi kadınlara eşitlik ve özgürlük böyle tam olarak tanınmamıştır. Eski yasaların en ağır yükünü işçi kadınların taşımak zorunda kaldıklarını biliyoruz. Tarihte ilk kez bizim yasamız, kadınların haklarını elinden alan herşeyi ortadan kaldırmıştır. Ama sorun yalnızca yasa sorunu değildir. Kentlerde ve sanayi bölgelerinde tam evlilik özgürlüğünün iyi yerleştiğini görüyoruz; ama kırlarda bu özgürlük sık, çok sık olarak yalnızca kağıt üzerinde kalmaktadır. Oralarda dini evlilik hala hakimdir. Bu, papazların etkisinden kaynaklanmaktadır. Bu kötülüğe karşı savaşmak, eski yasalarla savaşmaktan daha zordur. (...) Bugüne kadar hiçbir cumhuriyet kadını özgürleş- Ekim Devrimi ve Dinci Gericilik Ekim Devrimi‘nden sonra proleter devlet dini bütünüyle “kişilere ait özel mesele” ilan etti. Proleter devlet, dinin gerçek işlevini ortaya koyan aydınlatma kampanyaları yürüttü. Dini kurumlara karşı aktif mücadele yürütüldü. Dini kurumların iktidarı yıkıldı. Çeşitli din ve mezheplerin birbirlerine baskı yapması engellendi. Din ve mezhep ayrılıklarının halkların barış içinde bir arada yaşamasının engeli haline getirilmesinin önüne geçildi. Ekim Devrimi, din konusunda da hiçbir burjuva devletin başaramadığını gerçekleştirdi. Din ve devlet işlerini birbirinden ay- rıldı. Din gerçekten kişinin özel işi haline getirildi. “Dini ya da kadınların haktan yoksunluğunu, ya da Rus olmayan milliyetlerin baskı altında tutulmasını ve hak eşitsizliğini alalım. Tüm bunlar burjuva demokratik devrimin sorunlarıdır. Küçük burjuva demokrasisinin filistenleri sekiz ay boyunca bunun üzerine gevezelik ettiler; dünyanın en ileri ülkeleri arasında bu sorunların burjuva demokratik yönde tamamıyla çözüldüğü tek ülke yoktur. Bizde bunlar Ekim devriminin yasamasıyla tamamıyla çözülmüştür. Dine karşı gerçekten mücadele ettik ve ediyoruz.” (Lenin, Seçme Eserler, “Ekim Devriminin 4. Yıldönümü“, cilt 6, İnter Yayınları, s. 518) Emperyalizm, din ve mezhep ayrılıkları nedeniyle halkları birbirlerine karşı kışkırtmakta ve kırdırmaktadır. Sosyalemperyalist blokun 1990’lı yılların başlarında çöküşü ile batılı ideologların vaat ettiği “sürekli barış çağı”na girilmedi! Burjuvazinin ideologları bu dönemde “sınıf savaşlarının” ve dolayısıyla da “tarihin sonu”nun geldiğini ilan ettiler! Artık mücadelenin “kültürler arası savaş” olarak yürüyeceğini belirttiler. ”Kültürler arası savaş”tan onların anladıkları, bu kez öncelikle din adına, “Batılı Hıristiyanlık”, “Uzakdoğulu Hinduizm”, ve “Ortadoğulu İslam” arasında yürütülecek iktidar, dünya hegemonyası mücadelesidir. Emperyalist güçler, kendi hegemonya planları önünde engel gördükleri tüm güçlere saldırmaktadır. “Sınıf mücadeleleri döneminin kapandığı” teorileri boş laftır. Ezen ve ezilen sınıflar var olduğu sürece sınıf savaşı da var olacaktır. Bu sınıf savaşımında egemenler tarafından din de bir araç bir silah olarak kullanılmaktadır. Irkçılık ve milliyetçiliğin yanı sıra dincilik de bugün işçi ve emekçi kitlelerin kötü yaşamlarının, açlık, işsizlik ve sefaletlerinin gerçek nedenlerini görmelerini engelleyen bir işleve sahiptir. Bu nedenle de emperyalist burjuvazi ve dünya gericiliği tarafından dinci fanatizm olabildiğince körüklenmektedir. Dinin egemenlerin elinde bir araç, güncel tirmeyi başaramadı. Sovyet iktidarı kadına yardım ediyor. Davamız yenilemez, çünkü bütün ülkelerde yenilmez işçi sınıfı ayaklanıyor. Bu hareket yenilmez sosyalist devrimin büyümesi demektir. (Kadın Sorunu Üzerine, Marx-Engels-Lenin-StalinKomintern&Clara Zetkin, İnterYayınları, s. 40-42) Büyük Sosyalist Ekim Devrimi‘nin hemen ertesinde, kadınların eşitsizliğine dair eskiden kalma bütün yasalar bir hamlede kaldırlıp atıldı. Eşit işe eşit ücret temel ilke haline getirildi. İktidarın ele geçirilmesinin dördüncü gününde sekiz saatlik işgünü, kadın emeği ve özelde de anne ve çocuğun korunmasına dair yasaları ilan eden bir deklerasyon yayınlandı. Aralık 1917’de evlilik ve aile ilişkileri ile ilgili kararname ilan edildi. Böylece, tarihte ilk kez, kadının politik, ekonomik ve hukuksal tam hak eşitliği ilan edilmiş oldu. Bu, Bolşevik Parti’nin kadının kurtuluşuna dair programatik talebinin yerine getirilmesiydi. Bolşevik Parti, bunun henüz bir başlangıç olduğunu, esas büyük görevin, kadını toplumsal yaşamın her alanında gerçekten eşit kılma mücadelesinin olduğunu; bu uzun soluklu ve zorlu mücadelede, emekçi kadın kitlelerini partiye ve sosyalizmin inşasının her somut aşamasında çözülmesi gereken görevlere yakınlaştırmak ve bunların çözümü için seferber etmek gerektiğini vurguluyordu. 47 güncel “ezilen kitlelerin afyonu” olarak onları uyutmak için bir araç olduğu gerçeği bir kez daha apaçık ortadadır. Hıristiyanlık, Müslümanlık, Hinduizm ve daha hangi din ya da mezhep olursa olsun bu noktada değişen bir şey yoktur. Hiristiyanlık eşittir batının “demokratik değerleri”, Müslümanlık eşittir gericilik, barbarlık vs. Bugün gelinen yerde artık çok net olarak, bir yandan batının “demokratik hakları” vs. savunucusunun kültürü, öbür yanda da IŞİD’in Al Kaide’nin islam kültürü var. Bugün dünya çapında baş düşmanın islamcı terörizm olduğu söyleniyor! Bir bütün olarak İslam, emperyalizmin hedefindedir. Hiristiyanlık, “demokratik değerler” değildir. Bütün dinlerin özü aynıdır. Bütün dinler afyondur, gericidir. Emperyalistlerim baş düşmanı IŞİD’tir. IŞİD şahsında, kendi ülkelerinde ırkçılığı geliştiriyorlar. IŞİD vb. örgütlerin ortaya çıkmasında, emperyalistlerin ve gerici bölge ülkelerinin siyasetlerinin bir sonucudur. Ekim Devrimi ve İşçiler/Emekçiler 48 “Sovyet düzeni işçiler ve köylüler için demokratizmin en yükseğidir ve aynı zamanda burjuva demokratizmiyle kopuş ve yeni evrensel önemde yeni bir demokrasi tipinin, yani proleter demokratizmin ya da proletarya diktatörlüğünün doğuşu demektir. Bırakın can çekişen burjuvazinin ve onun kuyruğunda giden küçükburjuva demokrasi msinin köpekleri ve domuzları bizim Sovyet düzenimizi inşadaki başarısızlıklarımız ve hatalarımız yüzünden üstümüze küfü başarısızlıklarımız olduğunu ve hatalar yaptığımızı ve hâlâ yapmakta olduğumuzu bir an bile unutuyor değiliz. Sanki böylesine yeni, daha önce hiç görülmemiş bir tip devlet düzeninin yaratılması gibi tüm dünya tarihi için yeni bir eser, hiç başarısızlığa uğramadan ve hata yapmadan ortaya konabilirmiş gibi. Başarısızlıklarımızı ve hatalarımızı, Sovyet ilkelerini hayata uygulamada henüz mükemmel olmaktan son derece uzak halimizi düzeltmek için hiç şaşmadan mücadele edeceğiz. Fakat Sovyet devletinin kuruluşuna başlamak ve ve böylelikle dünya tari- hinde yeni bir çağ, bütün kapitalist ülkelerde ezilen ve her yerde yeni bir hayata, burjuvaziyi yenmeye, proletarya diktatörlüğünü, insanlığın sermayenin, emperyalist savaşların boyunduruğundan kurtuluşuna doğru ilerlediği yeni sınıfın hakimiyeti çağını açmak şansı bizim olduğu için de haklı bir gurur duyabiliriz ve duyuyoruz.“ (Lenin, Seçme Eserler, “Ekim Devriminin 4. Yıldönümü“, cilt 6, İnter Yayınları, s. 519-520) Proletarya diktatörlüğü topluma ait olanı topluma geri verir. Toplumsal üretimi doğrudan kendi eline alır. Proletarya diktatörlüğü, burjuvaziye karşı diktatörlük uygular. Onların iktidarlarını geri almak için tüm girişimlerini acımasız bir şiddetle ezer. Sömürülen, ezilen, yok sayılan geniş üreticiler çoğunluğu, zenginliğin bu gerçek yaratıcıları, kendi kaderlerini kendi ellerine aldılar. Burjuva hükümetlerinin kararları konusunda hiçbir söz hakkı ve etkileri olmayanlar, şimdi bütün siyasi, askeri, kültürel, ekonomik sorunlarda karar verici hale geldiler. Onlar devleti yönetmeye başladılar. Bu insanlık tarihinin gördüğü en büyük devrimci dönüşümdü. Proletarya diktatörlüğü fakat aynı zamanda emekçiler için en geniş demokrasiyi güvence altına aldı. Proleter demokrasinin burjuva demokrasisine üstünlüğü Sovyetlerde ispatlandı. Emekçi yığınlar, doğrudan demokrasinin örgütsel araçları İşçi-Köylü ve Asker Sovyetleri‘nde örgütlenerek ülkenin sosyalist inşası görevini en zor iç savaş ve emperyalist müdahale şartlarında bizzat kendi ellerine aldılar. Emekçilerin tüm yaşam alanlarında demokratik kolektif olarak örgütlendi. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ve erkek egemenliğine karşı mücadele edildi. Sosyalizmde, çalışabilir durumda olan herkese iş verildi. Çalışmanın hak haline gelmesi, 6 saatlik işgünü, iş güvenliği, herkes için yeterli tatil hakkı, emekçilere dinlenme ve tatil imkânı, hukukun halk hukuku haline getirilmesi, kültürün herkese açılması, çocuk hakları, çocuk eğitiminin toplumsallaştırılması, ev işinin toplumsallaştırılması herkese yaygın tıbbi hiz- Ekim Devrimi ve Bolşevik Parti Emperyalist barbarlığı tarihe gömmek, proleter devrimi gerçekleştirmek ve sosyalizmi inşa etmek için günün en acil görevi işçi ve emekçileri kendi önderliğinde birleştiren Bolşevik Partilerin yaratılmasıdır. “Ancak son taarruzda halkı yönetebilecek kadar cesur ve hedefe giden yolda en ufak bir engele takılmayacak kadar temkinli olan Bolşevik Partisi gibi bir parti, barış için genel demokratik hareket, malikane topraklarının ele geçirilmesi için yapılan köylü demokratik hareketi, ezilen ulusların milli bağımsızlık ve milli eşitlik hareketi ve burjuvaziyi devirerek proletarya diktatörlüğünü kurmaya yönelen sosyalist proletarya hareketi gibi birbirinden ayrı devrimci hareketleri tek bir ortak devrimci akımda bu denli ustaca kaynaştırabilirdi.” (SBKP(B) Tarihi – Kısa Ders, Stalin, Eserler Cilt 15, İnter Yayınları, s. 262) Bolşevik Parti, 1917 Ekim‘inde birdenbire ortaya çıkmadı. Bolşevik Parti, uluslararası alanda İkinci Enternasyonal oportünizminin reformist-legalist geleneğine karşı, ideolojik mücadele içinde işçi sınıfının öncü müfrezesi olarak inşa edildi. Bolşevik Parti, devrim öncesi Rusya’sındaki işçi sınıfı mücadelesi içinde, bu mücadele temeli üzerinde gelişti. Bolşevik Parti, 1898‘den itibaren işçi sınıfı hareketini sosyalizmle birleştirmeyi önüne temel görev olarak koyan marksistlerin bilinçli siyasi faaliyetinin ürünü idi. Bolşevik Parti, en başından itibaren işçi sınıfını temel aldı ve işçi sınıfı içerisinde inşa edildi. Bolşevik Parti’nin örgütsel yapısının temeli fabrika işletme hücreleri idi. Bolşevik Parti, işçi sınıfının biricik gerçek sınıf partisi idi. Bolşevik Parti, işçi sınıfının ve emekçilerin düşmanlarına karşı devrimci mücadele içinde milyonlarca kitleyi Marksizm biliminin devrimci teorisiyle donatarak devrimci mevzilere çekti. Bolşevik Parti, berrak bir siyasi çizgiye sahipti ve proletarya diktatörlüğü döneminde sosyalizmin inşa çalışmasının her bir anında kitlelerin nabzını elinde tutmayı ve onları doğru bir şekilde yönlendirmeyi bildi. Ekim Devrimi‘nin 98. yıldönümünde, proleter dünya devriminin zaferi için Bolşevik Partilerin eksikliği kendisini dayatıyor. Proletaryanın kurtuluş davası her şeyden önce Lenin-Stalin döneminin Bolşevik Partisi gibi Bolşevik tipte partilerin inşa edilmesi görevini bütün dünyada marksist-leninistlerin önüne acil görev olarak koyuyor. Bugün işçi ve emekçi kitleler, sosyalizm ve komünizmin “tükenmiş” olduğuna, “öldüğüne” inandırılmıştır. Sosyalizm/komünizm geniş kitleler nezdinde bir umut değildir. İşçi ve emekçi kitleleri yeniden komünizme kazanabilmek için yeni Ekimler yolunda ilerleyebilecek komünist partileri inşa etmek gerekiyor. Marksist-leninist hareket güncel olarak zayıftır. Bugün “bir başka dünya” isteyen, bunun mümkün olduğuna inanan bir çok genç insanın bir bölümü umutlarını milli burjuva hareketlere bağlamıştır. Bir bölümü açıkça dini, tanrıyı kendine referans gösteren hareketlerin peşine takılmıştır. “Bir başka dünya” isteyen hareketlerin bir bölümü reformizmi “21. yüzyılın sosyalizmi” olarak tanıtmaktadır. Bir başka bölüm kapitalizmin yıkılacağına dair bütün umutlarını yitirmiş durumdadır. Diğer yandan emperyalist sermayenin enternasyonalleşmesi şimdiye kadar görülmemiş boyutlara ulaşmış durumdadır. Emperyalist kapitalizmin girmediği küçücük bir dünya köşesi bile kalmamıştır. Finans kapitalin asalak niteliği görülmemiş boyutlara ulaşmıştır. Üretimin enternasyonal niteliği her zamankinden daha açık ve burjuvazi bütün dünyada işçi sınıfı ve emekçilerin haklarına karşı topyekûn saldırı içindedir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin ulusal ve devlet sınırları ötesinde tüm sınıf kardeşleri ile ortak bir proleter devrim cephesinde birleşmesinin objektif şartları her zamankinden daha olgundur. Sosyalizm ve komünizmin maddi temelleri açısından da gelinen yerde şartlar her zamankinden daha olgundur. Bugün objektif olarak dünya çapında “herkesin yeteneği ölçüsünde katkıda bulunduğu” ve herkesin “ihtiyacına göre aldığı” zenginlik kaynaklarının gürül gürül aktığı bir dünya ekonomisi kurmak güncel met sunumu sosyalizmin temel görevleri idi. Daha 1930’lu yıllarda Sovyetler Birliği emekçilerin günlük hayatındaki kazanımlar açısından en gelişmiş kapitalist ülkeleri çoktan geçmişti. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki politikanın temelinde kâr ilkesi geçerli değildi. Sovyetler Birliği’nde emekçi yığınların sürekli yükselen maddi ve manevi ihtiyaçlarının en iyi biçimde tatmin edilmesi ilkesi geçerliydi. Kuşkusuz Sovyet iktidarının Çarlık Rusya’sından devraldığı geriliği bir anda ve bir vuruşta aşması mümkün değildi. Örneğin otuzlu yıllara gelindiğinde örneğin konut sorunu henüz tam olarak çözülememişti. Fakat büyük atılımlı gelişme temposu, gerçekleştirilen muazzam inşa kazanımları, emekçilerin yaşam şartlarında kısa sürede gelinen nokta vb. sosyalizmin üstünlüğünü herkese her gün yeniden kanıtlıyordu. 49 güncel mümkündür. Yapılacak tek şey vardır: Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi! Bütün temel üretim araçlarının toplumsallaştırılması, sömürünün insanlığın hayatından dışlanması. Topluma ait olanın topluma geri verilmesi! Kısacası yapılması gereken tek şey vardır: Sömürülen ve ezilenler Ekim‘in açtığı yolda yürüyüşe kalınan yerden devam edecektir. Ekim Devrimi ve Burjuvazinin Kışkırtıcı Yalanları 50 SSCB’de modern revizyonistler XX. Parti Kongresi’nde iktidarı tamamen ele geçirdiler.1956’dan sonraki gelişmeler burjuvazinin Ekim Devrimi‘ne, onun şahsında sosyalizme–komünizme güncel saldırılarının da dayanak noktası oldu. Sosyalizmin kalesi, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bu gelişmeler içinde devlet kapitalisti, bürokratik bir yapıya dönüştü, sosyalizm yıkıldı. 1956‘daki bu dönüşüm gerçekte sosyalizm–komünizm davası açısından bir gerileme, ağır bir yenilgi idi. Fakat gerek Sovyetler Birliği’nde iktidarı elinde bulunduran Kruşçef’in başını çektiği modern revizyonist yeni çarlar, gerekse bütün dünyada emperyalist burjuvazinin propagandacıları Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğu, orada olanın “yaşayan sosyalizm” olduğu yalanını yaydılar. Sonunda 1980’li yılların sonunda, 1990’lı yılların başında, Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku” sosyalemperyalist kamp çöktü. Sosyalemperyalist kampın çöküşünü dünya gericiliği ezilen ve sömürülen kitlelere “komünizmin ölümü” olarak tanıtmaya çalıştı, çalışıyor. Ellerindeki tüm medya gücüyle yalanları bilinçlere kazımaya çalıştılar, çalışıyorlar. Burjuvaziye göre: Sosyalemperyalist kampın yıkılmasıyla ortaya çıkan tüm olumsuzlukların nedeni sosyalist komünist iktidardı. Yetmiş yıllık sosyalist –komünist iktidar, kendi iktidar alanındaki halkları ezmiş, demokrasiyi, insan haklarını vb. yoketmiş, üstüne üstlük ülkelerin ekonomik gelişmesini de engellemiş, sonunda tıkanıp kalmıştır. İnsan doğası ile uyuşmayan sosyalizm–komünizm yıkılmak zorunda idi, yıkılmıştır. Kapitalizmin ve onun üstyapısı burjuva demokrasisinin üstünlüğü sosyalizm–komünizmin çöküşü, ölümü ile ispatlanmıştır vb. vb. Bu yalanların karşısında gerçekler orta yerde durmaktadır. Bu gerçekleri hiçbir güç karartamaz. Yıkılan, çöken Sovyetler Birliği’nde hiçbir zaman 70 yıllık bir “sosyalizm–komünizm” iktidarı yaşanmadı. Sovyetler Birliği’nde 1917’de kurulan sosyalist iktidar, proletarya diktatörlüğünün ömrü 1950’li yılların ortalarına kadar sürdü. Yani en fazla 35–40 yıllık bir sosyalizm inşa deneyimi sözkonusudur. Bu sosyalizm inşa deneyimi, düşünülebilecek en zor şartlar altında, emperyalist abluka altında, tek ülkede sosyalizm inşası deneyimidir. Bu deneyimin yaşandığı ülke olan Rusya, batının emperyalist ülkeleriyle karşılaştırıldığında devrim öncesinde ekonomik olarak en geri durumda olan emperyalist güçtü. Proletaryanın iktidara gelmesiyle birlikte, tüm gericiler, emperyalist güçlerin tam desteğinde ülkeyi kanlı bir iç savaşa sürüklediler. İç savaş proletaryanın zaferi ile sonuçlandı. Emperyalist müdahale orduları ülkeden kovuldu. Sosyalizmin “barış içinde inşa” dönemi, gerçekte bir yandan emperyalist ambargo ve abluka şartlarında, diğer yandan burjuvaziye karşı sertleşen sınıf mücadelesi şartlarında yaşandı. 1935’ten itibaren Sovyetler Birliği, proletarya diktatörlüğünü yeni bir askeri saldırıya karşı korumak için savaş sanayisinin geliştirilmesine ağırlık verildi. Bir insan ömrü için bile kısacık denebilecek bir inşa döneminde, işçi ve emekçilerin gerçek bir sosyalist iktidar şartlarında neler başarabilecekleri görüldü. İkinci Dünya Savaşı‘nın yükünü Sovyet halkları taşıdı. Yirmi milyonun üstünde Sovyet emekçisi, en ön saflarda savaşarak yaşamını yitirdi. Milyonlarcası sakat kaldı. Savaş dolayısıyla büyük kayıplara uğrayan Sovyet ekonomisini yeniden ayakları üzerine dikmek savaş sonrasında uzun yıllar aldı. Bu ikinci “barış içinde inşa” döneminde de emperyalistler “soğuk savaş” adı verilen ilan edilmemiş savaşla, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist iktidarı yıkmak, Sovyetler Birliği çevresinde oluşan yeni halk demokrasili devletleri yıkmak için ellerinden geleni yaptılar. Bu dönemde SBKP(B) içinde, toplumda yeni bir sınıf olarak türeyen bürokrat –teknokrat burjuvazinin siyasi temsilcileri olan revizyonistler, ML‘lerin kimi hatalarını da kullanarak güçlendiler. Bu ikinci dönem de l950’li yılların ortalarına dek sürdü ve modern revizyonist kapitalist yolcuların SBKP içinde ve devlette iktidarı tümüyle ele geçirmeleri ile kapandı. XX. Parti Kongresi‘nden sonra gelen 35 yıllık dönem (1956-1991) bugün yaşayan kuşakların aklında olan dönemdir. Bugün büyük çoğunluğun bilincindeki “Sosyalist Sovyetler Birliği” resmi, bu dönemde belirlenmiş olan bir resimdir. Ancak bu resim yanlış bir resimdir. Çünkü bu dönemin Sovyetler Birliği’nin yalnızca ismi sosyalisttir. Gerçekte bu dönemin Sovyetler Birliği‘nin sosyalizm–komünizmle hiç- Emperyalist Sistemin Alternatifi Yeni Ekimlerdir! Biz Bolşevikler açısından sorun açıktır: Ekim Devrimi bir bütün olarak sömürünün temellerine yönelen bir devrimdir. Ekim Devrimi, tüm sömürüyü yok etme gibi muazzam bir görevi yerine getirmek için yola çıkan bir devrimdir. Bu devasa görevin çözülmesinde mutlaka hata ve eksiklikler de olacaktır, olmuştur. Fakat belirleyici olan şudur ki, bugün de Ekim Devrimi‘nin temel deneyimleri, onun enternasyonal önemi ve anlamı mücadele eden işçiler ve emekçiler için yol gösteren kutup yıldızıdır. Burjuva ideologları “küreselleşme” safsatalarına sarılıyor. “Küreselleşme“ sanki yeni bir şeymiş gibi sunuluyor! Kapitalizmin yepyeni bir döneme girdiğinin propagandası yapılıyor. “Küreselleşme“ gerçekten yeni bir olgu değil, kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin karakteristik özelliklerinden biridir. “küreselleşme”, dünya topraklarının ve nüfuz alanlarının bir avuç emperyalist büyük güç arasında ekonomik, siyasi, ve askeri olarak bölüşülmesinden başka birşey değildir. Burjuva ideologların sarıldığı bu “küreselleşme“ teorisi de, emperyalizmin gerçek yüzünü gizleyemiyor: Emperyalizm ırkçılıktır, şovenizmdir, faşizmdir, gericiliktir, erkek egemenliğidir, en azgın sömürüdür, doğanın talanıdır. Emperyalizm savaştır. Bugün dünyanın her tarafında bölgesel savaşlar yapılmaktadır. Suriye, emperyalistler ve tüm gerici ülkelerin karşı karşıya geldiği bir savaş alanıdır. Kısacası emperyalizm barbarlıktır. Öyle bir barbarlık ki, azami kâr hırsıyla bugün emperyalizm dünyayı, öncelikle en yoksullar için tam bir felâket anlamına gelen bir iklim değişikliği sınırına getirmiştir. Emperyalizm, eğer proletarya önderliğinde devrimlerle bu gidişe dur denmezse, bütün dünyayı barbarlık içinde çöküşe sürüklemektedir. Emperyalist sistemi bütün olarak karşısına alan, bu sistemi en zayıf halkasında parçalayan Ekim Devrimi, emperyalist barbarlığın biricik alternatifi olduğunu göstermiştir. Proletarya önderliğinde devrimler ve sosyalizmin inşası, bizim Ekim’den öğrendiğimiz çözümümüz budur! Kapitalist/emperyalist sistemin alternatifi yeni Ekimlerdir. Büyük insanlık kapitalist/ emperyalist sisteme mahkûm değildir, olmamalıdır. Emperyalist sistemin en zayıf halkasından parçalandığı Ekim Devrimi pratiği göstermiştir. Ekim Devriminin 98. yıldönümünde bu gerçek öne çıkarılmalı ve bunun mücadelesi verilmek zorundadır. Emperyalist barbarlığın alternatifi sosyalizmdir. Dünyaya yeni Ekimler gerek! Ya yeni Ekimler ve sosyalizm; ya emperyalist barbarlık içinde çöküş! Başka kurtuluş yolu yoktur. 9 Ekim 2015 ✓ güncel bir ilişkisi yoktur. 1956 sonrası SSCB gerçekte, sosyalemperyalist bir ülkedir. Ekim Devrimi ile doğan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği‘nde SBKP ve devlet içinde yuvalanan burjuva yolcu revizyonistler 1956’da yapılan SBKP XX. Parti Kongresi‘nde siyasi iktidarı bütünüyle ele geçirdiler. Onlar Sovyetler Birliği’ndeki proletarya diktatörlüğünü adım adım yok ettiler. Kruşçef revizyonizmi ve onun izleyicileri döneminde yaşanan yozlaşma ile Ekim Devrimi‘nden ve onun sosyalist kazanımlarından bir şey kalmadı geriye. Revizyonizmin iktidarının yeni tipte bir burjuvazinin iktidarı anlamına geldiği açıkça görüldü. Bir zamanların sosyalist Sovyetler Birliği’nde yeni tipte bir kapitalizm yeniden egemen hale geldi. Ekim devrimi, sonraki gelişmelere, geri dönüşe rağmen, kısacık sosyalist inşa döneminin muazzam kazanımları ile sömürüsüz bir yaşamın mümkün olduğunu, sömürü barbarlığının biricik alternatifinin sosyalizm olduğunu gösterdi. Ekim Devrimi burjuvazinin egemenliğine proletaryanın ve emekçi yığınların silahlı devrimiyle, şiddete dayalı devrimle son verilebileceğini ve ancak bu yolla kapitalizm–emperyalizmin insanlığı barbarlık içinde çöküşe götürmesinin engellenebileceğini gösterdi. Bugün de Ekim Devrimi‘nden öğrenilecek çok şey vardır. 51 panorama PA NOR A M A SEÇİM YAPILDI, KALINAN YERDEN DEVAM! - YUNANİSTAN - Y unanistan’da bir erken seçim daha yapıldı. Syriza yeniden birinci parti seçildi ve zaman geçirmeden sağcı ANEL ile yeniden koalisyon hükümeti kurdu. Yeni kurulan hükümetin öncelikli gündeminde, yine Troyka’nın (Avrupa Merkez Bankası (AMB), AB Komisyonu ve IMF) birinci ve ikinci “kurtarma paketlerinden” arta kalan ve IMF’nin doğrudan katılmadığı ama AMB ve AB Komisyonu’nun “üçüncü kurtarma” paketiyle dikte ettikleri “ev ödevlerini” yerine getirmek vardı, var. Kelimenin gerçek anlamında -20 Ağustos’ta hükümetin istifa ederek erken seçimlere gitmesinden sonra-, kalınan yerden çalışmaya devam edildi. Biz de, dergimizin 177. sayısında bıraktığımz yerden devam edip seçim sonuçlarına, yeni kurulan hükümetin icraatlarına değinip gelişmeleri ortaya koyalım. KISACA SEÇİMLERDEN ÖNCEKİ GELİŞMELER 52 Başbakan Tsipras’ın 20 Ağustos’ta istifa edip erken seçimlere gidileceğini ilan etmesinden sonra, 21 Ağustos’ta Syriza içindeki “sol” muhalefetten 25 milletvekili partilerinden istifa edip “Halkın Birliği” adıyla yeni bir parti kurdular. Cumhurbaşkanı ise seçimlere kadar görev yapacak hükümeti kurma görevini Yeni Demokrasi lideri Meimarakis’e verdi. Meimarakis’in hükümet kurabilmesi için üç gün zamanı vardı, hükümeti kuramadı. Bunun üzerine hükümet kurma görevi çiçeği burnunda Halkın Birliği lideri Lafazanis’e verildi. O da üç gün içinde hükümeti kuramayınca, yasalara göre Cumhurbaşkanı, 27 Ağustos’ta Yüksek Mahkeme Başkanı Vassiliki Thanou’yu başbakan olarak tayin etti. Geçici Hükümet 28 Ağustos’ta işbaşı yaptı... Erken seçimlerin gündeme getirilmesi Syriza içindeki ayrışmayı hızlandırdı ve Tsipras’a, yasalara göre 18 ay içinde gerçekleşen seçimlerde, aday listesini parti başkanlarının belirleme yetkisine de dayanarak, parti içinde kalan ama kendi siyasetine uymayanları listeden dıştalama olanağını verdi. Tsipras erken seçimlere gitme adımıyla hem muhalefetinden kurtuldu hem de “üçüncü kurtarma” paketinin kitleleri daha fazla batırmadan –kabul edilen yasalar Ekim ayında yürürlüğe girecekti-, kısıtlamaların pratikte etkisini göstermeden, seçime gidip olası oy kaybını mümkün olduğunca düşük tutmaya çalışma hesabını yaptı. Erken seçime gitmek aynı zamanda ama “kreditörlere”, “üçüncü kurtarma” paketini uygulama konusunda kabul edilmek zorunda kalınan sürenin bir aylığına da olsa kaybolmasını beraberinde getirmiştir. Bu da, daha işin başında, 15 Ekim’e kadar sözü verilen adımların atılmasının, çıkarılması dayatılan kanunların mecliste tartışılıp onaylanmasının zor olacağını gösteriyordu. 24 Şubat’ta varılan anlaşmayla adı “kurumlar” ola- dayatmada bulunurken, bu seçimlere doğrudan karışmaktan geri durdu ve “biz anlaşmayı şu ya da bu hükümetle değil, Yunanistan devletiyle yaptık. Kim hükümeti kurarsa kursun, bizim için önemli olan anlaşmaya uygun davranılması ve uygulanmasıdır.” biçiminde tavrını sergiledi. Yani, Yunan halkının 5 Temmuz’da yapılan referandumda sözkonusu yaptırımlara %61,3 oranla hayır demesini hiçe sayan ve sanki referandum yapılmamış gibi AB’li emperyalist kurum ve kuruluşların dayattığı yaptırımları kabul eden Tsipras, bu yaptırımları uygulayacak hükümetin seçileceği bir durumu, “Yunan halkı kendi geleceğini kendi belirleyecek” biçiminde lanse ediyor. Sahtekarlıkta sınır tanımıyor! Tsipras’ın sahtekarlığını Yunan şair Dionysios Solomos’un (1798-1857) şu satırları iyi ifade ediyor: “Benim mutsuz halkım/ öyle iyi öyle sevimli/ her zaman kolay inanan/ ve her zaman aldatılan”.Evet Yunan halkı bir kaz daha aldatıldı! panorama rak değiştirilen Troyka, aynı zamanda Yunanistan’da doğrudan denetimden dışlanmışken, “üçüncü kurtarma” paketiyle yeniden ve daha fazla yetkiyle Atina’ya dönmeyi, hükümetin icraatlarını doğrudan denetleme kabul ettirilmişti. Ekim ayı sonlarına doğru Troyka temsilcileri Atina’ya gidip dayatılan “reformların” yapılıp yapılmadığını denetleyecek ve üç milyar Avro’luk kredi ödentisini serbest bırakıp bırakmayacağı hakkında karar verecekti. Yunanistan hükümeti tarafınca atılacak her adım denetlendikten sonra, sözkonusu ödenti ya ertelenecek ya da yapılanlar uygun bulunursa, ödenti yapılacak. Yani sözkonusu edilen 86 Milyar Avro’luk kredinin büyük bölümü borçların ödenmesi için –verilen bilgilere göre 54 Milyar Avro, bu miktar Yunanistan hükümetinin eline hiç geçmeyen bölümü- kullanılırken, diğer bölümü de Yunanistan’a uygun görüldükçe dilim dilim ödenecektir. Seçim öncesi medyaya yansıyan veriler seçimlerin sonucunun belirsiz olduğunu, Syriza ile Yeni Demokrasi’nin başabaş gittiğini gösteriyordu. Hatta Syriza’nın Ocak ayındaki seçimlerdeki vaatlerinin tam tersi bir siyaseti uygulaması ve Syriza’dan ayrılanların da parti olarak seçime katılması nedeniyle, birinci parti olamayacağı vb. değerlendirmeler, yorumlar yapıldı. Böylesi bir ortamda 20 Eylül’de seçimler yapıldı. Seçim günü oyunu kullanıp bir de açıklama yapan Tsipras, demagojide başarılı olduğunu kanıtlarcasına diğer şeylerin yanısıra şunları da söyledi: “Yunanlar ‘mücadeleci bir hükümet’ seçecek ve ‘yeni bir reform dönemi’ başlatacak. Yunan halkı kendi geleceğini kendi belirleyecek.” (21 Eylül tarihli basından) Bu tavır, burjuva siyasetçilerinin siyasi sahtekarlığının bir örneğidir. Seçimlerde kim seçilirse seçilsin, kim hükümeti kuracaksa kursun, yeni hükümetin uygulamak zorunda olduğu siyaset, “üçüncü kurtarma”, gerçekte bağımlı kılma paketiyle dikte edilen siyaset olacağı gün gibi açıktı. AB’nin emperyalist güçleri, Ocak ayındaki seçimlerde Syriza’yı seçmeyin diye SEÇİM SONUÇLARI Seçimlere katılım oranı, bu sefer % 56,57’lik oranla, 25 Ocak’taki seçimlere göre %7,05 oranında düşüktü. Geçersiz oylar ile “boş oy pusulası” olarak geçen ve geçersiz olan oylar da seçime katılım oranı içinde hesaplanmaktadır. 20 Eylül’deki seçimlerde kayıtlı olan seçmen sayısı 9.840.525 olarak verildi. Bu sayı 25 Ocak’taki seçimlerde kayıtlı seçmen sayısından 109.159 azdı. Bu durumda seçime katılmayanların sayısı 4.274.230 idi ve oran olarak da %43,43’tü. Seçmen sayısı temel alındığında ve geçersiz oylar da birlikte hesaplandığında, 9.840.525 seçmenden 4.408.675’i, yani %44,8’i herhangi bir partiye oy vermemişti. Geçerli oylar ise 5.431.850 idi. Partilerin aldığı oy oranı da bu geçerli oylar baz alınarak belirlenmektedir. Buna göre %3’lük seçim barajını aşarak parlamentoya giren partilerin aldığı oylar ve oranları şöyledir: Syriza: 1.925.904, %35,46; Yeni Demokrasi: 1.526.205, %28,10; Altın Şafak: 379.581, %6,99; PASOK-DİMAR: 341.390, %6,28; Yunanistan Komünist Partisi: 301.632, %5,55; Nehir: 222.166, %4,09; Bağım- 53 panorama 54 sız Yunanlar (ANEL): 200.423, %3,69 ve Merkezciler Birliği: 186.457, %3,43. Bu sonuncusu dışındaki partilerin tümü, Ocak ayındaki oylar baz alındığında oy kaybetmiştir. Buna rağmen resmi hesaplarda ilk beş sırayı paylaşan partilerden sadece Syriza’nın %0,88 oranında oy kaybettiği, diğer dört partinin ise az da olsa oylarını arttırdığı tespit edilmektedir. Sözkonusu ilk beş sıradaki partilerin Ocak ayındaki seçimde aldıkları oylarla karşılaştırmada gerçek oy kaybı sırasıyla şöyledir: Syriza: 320.160; Yeni Demokrasi: 192.610; Altın Şafak: 8866; PASOK-DIMAR (bunlar Ocak ayında seçimlere ayrı ayrı girmişti, ikisinin toplam oyuyla karşılaştırıldığındaki kayıp): 321.960 ve Komünist Partisi 36.506. Bu oy oranlarına göre milletvekili dağılımı ise şöyledir: Syriza 145 (Yunanistan seçim yasasına göre birinci seçilen parti ekstradan 50 milletvekili kazanmaktadır.); Yeni Demokrasi 75; Altın Şafak 18; PASOK-DİMAR 17; Komünist Partisi 15; ANEL 10 ve Merkzciler Birliği 9. Syriza’dan ayrılan ve seçimlere ayrı parti olarak katılan Halkın Birliği %2,86 oyla seçim barajını aşamadı. Seçim propagandasında “ulusal paraya” yani Drahmi’ye geri dönüş ve ekonomik sistemin “sosyalist perspektifi” içeren biçimde değiştirilmesi vb. savunuldu. Bu verilere bakıldığında çıkarılacak esas sonuç, halkın, geçersiz oylarla birlikte %44,8’inin hiç bir partiye oy vermediği ve bunlardan bir şey beklemediğidir. Kuşkusuz ki bu durum, Yunanistan’da seçime katılmanın yasayla zorunlu olduğu bir durumda, seçmenlerin %43,43’ünün yasayı çiğnediğini göstermektedir. Bu anlamda düzene uymama sözkonusudur. Fakat bunun ötesinde, boykota çağrıların da olmadığı bir ortamda, sisteme karşı gelen, sistemden kopan, bilinçli bir tavır sözkonusu değildir. Genelde varolan siyasi partilere, yöneticilere olan haklı güvensizlik, kendisini, siyasetten uzak durma tavrı biçiminde göstermektedir. Yunanistan halkının büyük bölümü AB’den ve Avro Bölgesi’nden çıkmaktan yana değildir. Yunanistan burjuvazisi de AB ve Avro bölgesinden çıkmaktan yana değildir. Medyanın genelde yaygınlaştırdığı “Yunanistan iflas etti, ediyor.” vb. yaklaşım, Yunanistan burjuvazisi için doğru değildir. Yunanistan’ın büyük burjuvazisi krizden de AB ve Avro bölgesi içinde olmaktan da kazançlı çıkmıştır. 2007-2014 yılları arasında zenginliğini arttırmıştır. Nüfusun %1’i 2007’de toplumsal zenginliğin %48,6’sını elinde tutarken bu oran 2014 yılında %56,1’e çıkmıştır. Bu da %7,5’lik bir oran demektir. Bu %1’lik nüfusun çıkarlarının savunusu, düzen partilerinin büyük bölümünün siyasetinde de görülebilir ve Syriza da bunun doğrudan bir savunucusudur. Krizden ve dayatılan yaptırımlardan zarar gören esasta Yunan işçi ve emekçileridir, yoksullarıdır. Bunun doğrudan sonucu olarak da, nedenlerinden bağımsız olarak, seçmenlerin yaklaşık yarısı sistem savunucularına oy vermemiştir. Syriza, önceki yönetimlerden/ yönetimdeki partilerden özde farklı olmasa da, tüm seçmenlerin %19,57’si, bir dönem (Ocak sonundan 20 Ağustos’a kadarki kısa dönemden sonra) daha Syriza’yı kötüler arasında en az kötü olan parti olarak seçmiştir. Seçimler, esasta Troyka’nın, “üçüncü kurtarma” paketi somutunda da AMB ve AB Komisyonu somutunda AB’li emperyalistlerin dikte ettiği yaptırımları uygulayacak hükümette hangi partilerin yer alacağını belirleme seçimleriydi. Parlamentoda yer alan partiler arasında sömürü sistemine karşı tavır takınan, düzeni teşhir etmeye çalışan tek parti Yunanistan Komünist Partisi’dir. 15 Milletvekili ile beşinci parti olarak parlamentoya girse de, genel seçmen sayısı baz alındığında oy oranı %3.06’dır. 301.632 oy alması, kuşkusuz ki KKE’nin belli bir kitlesel temeli olduğunu göstermektedir. KKE’ye verilen oylar, esasta sosyalizmden yana olma SEÇİMDEN SONRA AB temsilcilerinin “reformları uygulamayı sürdürmek için güçlü bir vekalet/mandat” olarak değerlendirdikleri seçim sonucuna uygun olarak çalışmalar sürdürüldü. Seçimin hemen ertesi günü, 21 Eylül’de Tsipras hükümeti kurmakla görevlendirildi ve 23 Eylül’de ANEL ile koalisyon hükümeti kuruldu. Kimi önemli bakanlıklara –maliye, ekonomi, çalışma ve savunma bakanlıkları- yine önceki Syriza-ANEL koalisyon hükümetinde bakanlık yapanlar atandı... 3 Ekim’de parlamento açıldı ve 8 Ekim’de yeni hükümet güvenoyu aldı. Böylece seçmenlerin tümü baz alındığında, seçmenlerin %21,6’sının seçtiği iki parti Yunanistan’ı yönetiyor! Hem de nasıl? İşbaşı yapar yapmaz kollar sıvandı, ev ödevleri hızlı biçimde yerine getirilmeye çalışıldı... Hemen yapılması gereken “reformlar”, gerçekte emekçilere saldırılar gündeme getirildi ve üç günlük tartışmalar sonrasında 16 Ekim’e gelindiğinde kimi yeni yasalar “torba yasa” biçiminde çıkarıldı. Kasım ayı ortalarına kadar geri kalan “ev ödevleri”nin yerine getirilmesi için yeni bir “torba yasa”nın ya da yasaların çıkarılması gündemdedir. AMB ve AB komisyonu temsilcilerinin “anlaşmayı harfi harfine uygulama” zorunluluğunu hatırlattıkları Tsipras, parlamentoda yaptığı konuşmada “kreditörlere söz verilen reformların seri biçimde uygulanması” gerektiğini, bunun ülkenin krizden çıkması için “tek yol olduğunu” vaaz etti. Bunu da Tsipras “Yunanistan’ın güvenirliliğini yeniden kazanmak zorunda olduğu” biçiminde empoze etmektedir. “Güvenirliliğini kazanmak için” de önkoşulun dayatılan yaptırımların yerine getirilmesidir. Görünen odur ki, yeni hükümet dayatılan yaptırımları uygulamada kararlıdır. Burjuva sistem çerçevesindeki bir siyasetin içinde bulunulan koşullarda sunacağı başka alternatif de yoktur. Tsipras önkoşulu yerine getirerek kreditörlerle borçların yeniden yapılandırılması, hatta kısmi borç silmeye çalışmak için görüşebilmeyi de hedef olarak gösterdi. Peki yapılmak zorunda kalınan ve “reform” diye empoze edilen ve “borçların yeniden yapılandırılması” ya da kısmen silinmesi için görüşmelerin önkoşulu olan emekçilere karşı saldırılar paketinde neler var? Tsipras hükümetinin kabul ettiği, etmek zorunda kaldığı yaptırımların, önceki anlaşmalardan daha ağır koşulları içerdiği, burjuva medyanın bir kesiminin de teslim ettiği bir olgudur. Burjuvazinin savunucusu kalemşorların gizlemeye çalıştığı gerçek ise, bu ağır koşulların Yunan burjuvazisine değil, işçi ve emekçilere, yoksullara karşı olduğu gerçeğidir. Özetle aktarırsak saldırı paketinde şunlar öne çıkmaktadır: En başta kamu mülkü olarak gösterilen devlet mülkünün özelleştirilmesi ve bu özelleştirmede 50 Milyar Avro elde edilmesi sözkonusudur. 2011 yılından bu yana gerçekleştirilen özelleştirmelerden elde edilen ise 3,5 Milyar Avro’dur. Bir yandan neredeyse mümkün olmayan bir dayatma sözkonusu iken, diğer yandan da yapılacak özelleştirmelerle binlerce, onbinlerce işçinin işini kaybetmesi sözkonusudur. Bu özelleştirme alanına, dünyanın en büyük deniz taşımacılığına sahip devletlerden biri olan Yunanistan’ın en önemli Limanlarının özelleştirilmesi, 14 Havaalanı’nın Almanya’nın Frankfurt Havaalanı’nı işleten Fraport’a satılması (bu satışı Syriza-ANEL hükümeti durdurmuştu ve yeni anlaşmanın önkoşullarından biri olarak bu satışın kabul panorama temelinde verilen oylardır. Bu bağlamdaki esas sorun, KKE’nin modern revizyonizmden kendisini arındırmaması ve kitleleri sosyalizmi savunma adına –kimi genel doğruların yanısıra- esasta revizyonizmden kalan mirasla yanlış bilinçlendirmesidir. Doğru, marksist-leninist temelde etkilenip etkilenmeyeceği, revizyonizmin kalıntılarından kopup kopmayacağı ise, esasında doğrudan ilişki kurma ve birlikte, karşılıklı tartışmalar sonrasında açığa çıkacaktır. Bu iş de Türkiye-Kuzey Kürdistan’lı komünistlerin görevlerinden biridir. 55 panorama 56 edilmesi dayatıldı), doğalgaz, petrol rafineleri, elektrik ve su hizmetleri, posta ve telekomunikasyon, otoyollar ve demiryolları, toto-loto, sporyarışı vb. şans oyunlarının işletmeleri vb. vb. dahildir. Mali ve ekonomi alanında daha fazla rekabetin teşvik edilmesi, dükkan ve mağazaların tüketimi teşvik için Pazar günleri de açılması, daha uzun saat çalışılması vb. Bu da esasında çalışma alanındaki koşulların işçiler açısından daha da kötüleştirilmesidir. Buna bağlı olarak Sendikal örgütlenme, grev haklarının kısıtlanması ve iş güvenliği önlemlerinin gevşetilmesi plan dahilindedir. Çalışanlar açısından doğrudan kötüleştirmelerden biri de emeklilik yaşının 2022 yılına kadar kademeli olarak 67 yaşına yükseltilmesidir. 2022 yılına kadar da erken emekliliğin engellenmesi için, erken emeklilik koşullarının kötüleştirilmesi sözkonusudur. Buna ek olarak emeklilerden sağlık sigortası kesintisinin %4’den %6’ya çıkarılması ve düşük maaşlı emeklilere verilen ödeneklerin 2019 yılında kaldırılması da “reform” paketinde yer almaktadır. Vergi kaçakçılığına karşı mücadele adına vergi oranlarının yükseltilmesi, KDV’nin Hotel’lerde %6,5’den %13’e, birçok alanda da, örneğin, paketlenmiş gıdada, genelde su ve enerji de içinde olmak şartıyla temel ihtiyaç maddelerinde, ulaşımda vd. hizmet sektörlerinde ise %13’den %23’e çıkarılması kabul edilen dayatmalar arasındadır. Adalarda -ulaşımı zor olan ve turistik olmayanları dışında-, şimdiye kadar KDV oranında %30 olan indirim uygulaması da kademeli olarak 2016 yılı sonuna kadar kaldırılacak. Çiftçilere verilen ucuz yakıt, vergilerden muafiyet vb. gibi uygulamalara son verilecek. İdari sistemin yeniden yapılandırılması adı altında devlet idare kurumlarında hizmetli ve memur olarak çalışanların işten atılmasını sürdürmek de işsizlerin sayısını yükseltecek saldırılardan biridir. Burada özetle aktardığımız yaptırımlar, işçilerin, emekçilerin yaşam koşullarını daha da çekilmez hale getirecek saldırılardır. Bir yandan işsizlik, yoksulluk artarken, diğer yandan kapitalistlerin (hem AB’li emperyalist güçlerin tekellerinin, bankalarının vb. hem de Yunan burjuvazisinin) daha da palazlanması sözkonusudur. Resmi açıklamalara göre Yunanistan’ın 2015 yılı sonundaki devlet borcu, Brüt İç Ürün’e (BİÜ) göre %181,8 olacaktır. Bu oran 2010 yılında “birinci kurtarma” paketinden önce %110 kadardı. Kimi hesaplara göre ise 2015 yılı sonunda bu oran %210 civarında olacaktır. Resmi açıklamaya göre 2015 yılı sonundaki bütçe açığı ise 315,8 Milyar Avro olacaktır. Burjuvazinin bu “açığını” kapatmak için işçilere emekçilere, onların yaşam koşullarına saldırdığı, saldırıyı sürdüreceği gün gibi ortadadır. SON DURUM Syriza-ANEL koalisyon hükümeti güvenoyu aldıktan sonra tüm hızıyla “ev ödevini” yerine getirmeye çalışsa da, 15 Ekim tarihine kadar uygulamaya geçirmesi gereken 48 adımın 16’sını atabilmiştir. 21 Ekim’de Troyka ve artı “Avrupa İstikrar Mekanizması, AvroKurtarma-Şemsiyesi” temsilcileri Atina’da hükümet yetkilileriyle görüşerek denetimlerine başladılar. Denetimler sürerken Yunanistan’a üç milyar Avro’luk ödentinin yapılacağı açıklandı. “Eksikliklere rağmen, işlerin iyi-kötü doğru yolda olduğu” değerlendirilmesi yapıldı. Bu arada tabii ki Kasım ayı ortalarına kadar geri kalan adımların mutlaka atılması gerektiği, yaptırımların harfi-harfine uygulanması gerektiği uyarıları eksik kalmadı! Bu denetleyicilerin Atina’ya gittiği dönemde Fransa Başkanı Hollande’nin Yunanistan’ı iki günlüğüne ziyaret etmesi, “yerli ekonomi”nin geliştirilmesi için Yunanistan’a yatırım yapılmasını talep etmesi ve “reformların” uygulanması önkoşuluyla Yunanistan’ın borçlarının yeniden yapılandırılmasına yeşil ışık yakması vb. de AB içindeki çelişkilerden Fransız emperyalizminin yararlanmaya çalıştığını ve bu ziyaretle Almanya’ya karşı Yunanistan’ın Fransa’yı “kendisine yardımcı bir güç” olarak değerlendirmede puan kazandığını göstermektedir. Egemenler saldırılarını sürdürürken, ezilen, sömürülen cepheden de ses gelmeye başladı! Liman işçileri 21 Ekim’de kısmi grev gerçekleştirdi ve 22 Ekim’de de 24 saatlik grevle ticaret gemilerinin taşımacılığını “felce uğratacaklarını” açıkladılar. Grev Peri ve Selanik limanlarının özelleştirilmesine karşı yapıldı, yapılıyor. Bunun yanısıra Yunanistan’ın iki büyük sendikası başta olmak üzere birçok sendika 12 Kasım’da ülke çapında “Genel Grev”e gideceklerini ilan ettiler. Çiftçiler de önemli ulaşım yollarını bloke etmeyi de içeren eylemler yapılacağını açıkladılar. Veriler ya da gelişmeler, Yunanistan’da yeniden grev ve protesto eylemlerinin yükseleceğine işaret etmektedir. Dayanışmamız, egemenlerin saldırılarına karşı hakları için mücadele edenlerledir! 22.10.2015 ✓ panorama PA NOR A M A SAVAŞTA YENİ DURUM! - SURİYE - Bilindiği gibi Esad karşıtı güçlerin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı altında desteklenmesi, silahlandırılması 2013 Nisan ayından itibaren bugün adı İslam Devleti olan “Irak Şam İslam Devleti”nin oluşmasını sağladı. ÖSO çatısı altında Esad rejimine karşı savaşanlar güçlendikçe ayrışmaya başladı ve hiçbir dönemde sağlanamayan “tek başlılık” giderek “daha çok başlılığa” dönüştü. 2011 yılından beri Suriye’de yaşanan savaşın bir nevi “mini dünya” savaşı olduğu, anda “temsilciler savaşı” biçiminde yürüse de hemen her emperyalist gücün ve bölgesel gerici güçlerin bu savaşta payı olduğu, konuyla ilgilenen herkes tarafından bilinmektedir. Bir yandan ABD ve AB’li emperyalist güçlerle bölgesel gerici güçlerden Türkiye, Suudi Arabistan, Katar vd. olmak üzere Esad rejimine karşı savaşan güçleri destekleyenler ve buna karşı da başta Rusya olmak üzere Çin ve İran gibi Esad rejimini destekleyen güçler olarak karşı saflarda durulduğu; Esad rejiminin zayıflayarak da olsa ayakta kalmasının en temel etmenlerinden birinin Rusya’nın verdiği destek olduğu da bilinmektedir. Bu iki karşıt gücün dışında ise esasta Batı Kürdistan’daki PYD önderliğindeki Kürt hareketi ve demokrasi- den yana olan ama savaşın gölgesinde kalan demokratik güçlerin var olduğu bir durum sözkonusuydu, sözkonusudur. Bilindiği gibi Esad karşıtı güçlerin Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) adı altında desteklenmesi, silahlandırılması 2013 Nisan ayından itibaren bugün adı İslam Devleti olan “Irak Şam İslam Devleti”nin oluşmasını sağladı. ÖSO çatısı altında Esad rejimine karşı savaşanlar güçlendikçe ayrışmaya başladı ve hiçbir dönemde sağlanamayan “tek başlılık” giderek “daha çok başlılığa” dönüştü. Bu durum bir yandan Esad rejiminin ayakta kalmasına hizmet ederken, diğer yandan da bu güçlerin, destekleyicileri olan emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin kontrolünden de çıkmaya başladığını gösterdi. Medyaya yansıyan bilgilere göre 2015 yılında Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan 57 panorama 58 1500 kadar ayrı grup vardır. Yaşanan süreç Suriye’nin birçok parçaya bölünmesini ve savaşın giderek uzamasını beraberinde getirdi. Rusya’nın Esad rejimine verdiği destek –hem siyasi hem silah/askeri destek-, özellikle 2013 yılındaki kimyasal maddelerin BM kontrolünde imha edilmesinin Esad’a kabul ettirilmesi, ABD ve destekleyicileri tarafından Suriye’ye doğrudan askeri bir müdahalenin kimyasal silah bahanesini ortadan kaldırmış ve yürümekte olan savaşın sonlandırılması için uluslararası düzeyde diplomatik görüşmelerin yoğunlaşmasını beraberinde getirmişti. Bu süreç de “Cenevre I” ve “Cenevre II” adlı toplantılarda yapılan görüşmelerle sürmüş ve adı ne olacağı belli olmayan, belki de “Cenevre III” olacak yeni bir diplomatik süreç başlatıldı, bu konuda BM temsilcisi De Mistura arabulucuk için mekik dokuyor! 9 Haziran 2014 tarihinde IŞİD’in Musul’u ele geçirmesi ve ertesinde giderek güçlenip geniş alanları kontrolüne geçirmesi, o güne kadar Esad’a karşı savaşta destekleyicisi emperyalist ve bölgesel güçlerin çıkarlarını tehdit etmeye başlaması, başta ABD olmak üzere müttefiklerinin IŞİD’i “esas” ve “öncelikle karşı savaşılması gereken düşman” ilan etmesini beraberinde getirdi. Bu süreçte ÖSO’nun Suriye’de Esad rejimini yıkacak bir güç olmadığı, giderek küçülmeye başladığı, bunlara dayanılarak Esad rejimine karşı savaşta başarılı olunamayacağı kabul edilmek zorunda kalındı. ABD önderliğinde İD’ye karşı oluşturulan Anti-İD Koalisyonu’nun, öncelikle de ABD’nin 8 Ağustos’tan itibaren Irak’ta ve 23 Eylül 2014 tarihinden itibaren de Suriye’de İD’ye yönelik başlattığı bombardımanlar –Batı Kürdistan’da İD’nin geriletilmesini sağlasa da, Rojava güçleri bu hava saldırıları desteğiyle geniş bir alanı İD’den temizlese de- İD’nin genel olarak güçlenmesini engelleyememiştir. Bu etmenlere bir de savaştan kaçmak zorunda kalan milyonlarca mülteciden yüzbinlercesinin AB’nin ka- pılarına dayanması durumu da eklenince, Suriye’deki savaşın sonlandırılması için özellikle “Cenevre I’ toplantısından beri yürütülen çok yönlü çıkarların çıkmaza soktuğu ve karşıt tarafların kendi hesapları temelinde yürüttüğü diplomatik çabalar yeni bir yol almaya başladı. Bu konuda anda öne çıkan gelişme, Rusya’nın 30 Eylül’den itibaren Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan güçlere karşı doğrudan savaş başlatması, diplomatik ilişkilerde ise diğer emperyalist güçlere Esad’lı bir geçiş sürecini kabul ettirmeye çalışması ve bu konuda inisiyatifi ele geçirmesi durumudur. 30 EYLÜL ÖNCESİ GELİŞMELER Ağustos ayı sonları, Eylül ayı başlarından itibaren Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yaptığı, hatta kimi yerlerde Rus askerlerinin savaşta yer aldığına dair iddialar, haberler yayınlanmaya başladı. Gün geçtikçe iddialar yerini kimi olguların ortaya çıkmasına bıraktı. Rusya, Bulgaristan ve Yunanistan gibi devletlerden 1-24 Eylül tarihleri arasında Rusya’nın uçakları için hava sahalarından geçme izni istediği, bu talebi engellemek için ABD’nin sözkonusu devletlerden Suriye’ye gidecek Rusya uçaklarına, hava sahalarını kapatmalarını talep ettiği, Bulgaristan’ın buna uygun davranıp Rusya uçaklarına hava sahasını açmak için uçakların Bulgaristan’da kontrol edilmesini şart koyduğu; tüm bunların sonucunda da Rusya’nın 9 Eylül’de İran hava sahasını kullanacağını açıkladığı bilgisi medyaya yansıdı. Rusya ise Dışişleri Bakanlığı sözcüsü üzerinden yaptığı açıklamayla: “Moskova, Şam yönetimine askeri yardım yaptığını zaten hiçbir zaman gizlememiştir. Ancak Rusya’nın askeri varlık olarak Suriye’deki antiterör operasyonlarına katılması şu anda mümkün değildir.” (Hürriyet, 8 Eylül 2015) biçiminde tavır takındı. Rusya’nın Suriye’ye askeri yığınak yaptığı haberle- lardır Suriye’de ve Suriye ordusunu Rusya’dan verilen silahları kullanabilmeleri için eğitmektedirler.” vb. tavırları “yüksek sesle” dile getirmekten geri kalmadılar. Rusya’nın temel tezlerinden biri Esad rejiminin, Suriye ordusunun “Suriye’deki terör tehdidine karşı koyabilecek en etkili güç” olduğudur. İD’ye ve diğer güçlere karşı savaşın kazanılması ve Suriye’nin bölünmesinin engellenmesi ve bölgede daha büyük bir kaos/ savaş ortamının yaşanmamasının yolu, Esad’ı desteklemekten, O’nu uluslararası koalisyona katmaktan geçmektedir. Bu yaklaşıma uygun olarak da Putin 15 Eylül’de “İD terör çetesine karşı mücadele için uluslararası bir Birlik/ Koalisyon kurulması” talebinde bulundu. Kuşkusuz Putin ABD önderliğinde kurulan AntiİD Koalisyonu’nun varlığından haberdardır. O, bu önerdiği bu koalisyona başta Rusya olmak üzere İran ve Suriye’nin de katılmasını istemektedir. Putin’in bu açıklamasına paralel Esad’ın yaptığı açıklamalardan biri, “İD, El Nusra ve benzeri gruplara karşı zafer elde edildikten sonra ancak, anayasa değişikliği ve siyasi reformlar üzerine görüşülebilir.” biçimindeydi. Bu tavır aslında Esad’ın Rusya’nın savunduğu “Esad’lı bir geçiş dönemi”ne yeşil ışık yakan bir tavırdır. Bu tavır aynı zamanda Rusya’nın bu yönde yaptığı önerinin ABD tarafından –Esad’ın istifasının önkoşul olarak görülmediği gerekçesiyle- reddildiği bir ortamda takınıldı. İlginç olan noktalardan biri, ABD’nin Rusya’nın önerisini reddederken “İD karşıtı çabalarda Rusya’nın yapıcı rolünü” memnuniyetle karşılayacaklarını vurgulamalarıydı. Sonradan ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner’in gazetecilerin “Rusya’nın yapıcı rolün”den ne anlaşıldığı sorusuna verdiği cevap: “Öncelikle Esad’a ve rejimine yardımını sonlandırmasını kastediyorum” biçimindeydi. 18 Eylül’de Putin’in Sözcüsü Dmitri Peskov: “Eğer Şam yönetimi bize IŞİD’le mücadele için asker gön- panorama rinin medyada dolaşmaya başladığı ortamda İngiltere Hükümeti, 7 Eylül’de, 21 Ağustos’ta Suriye’de İD’ye yönelik hava saldırısı gerçekleştirdiğini Parlamento’da açıkladı. Aynı gün Fransa Başkanı Hollande, Savunma Bakanı’nı İD’ye karşı hava saldırısını mümkün kılmak için “Suriye üzerinde bilgi toplama uçuşları” gerçekleştirmesiyle görevlendirdiğini ilan etti. Avusturalya da bu müdahaleye katılmak istediğini açıkladı. ABD Senatosu’nda ise her iki partinin (Cumhuriyetçiler ve Demokratlar) temsilcileri, birlikte hazırladıkları, İD’ye karşı savaşması için yönetime yetki veren bir karar tasarısını Senato’ya sundular. Medyaya yansıdığı kadarıyla sözkonusu tasarı karagücünün kullanılmasını dıştalamayan ve herhangi bir coğrafik sınırlama içermeyen bir karar tasarısıdır. Yani ABD Hükümeti, bu tasarı yasalaştığında, buna dayanarak İD’ye karşı savaşıyorum bahanesiyle her yerde savaş yürütebilecektir. Daha sonraki günlerde medyaya yansıyan bilgilere göre Rusya Başkanı Putin, 4 Eylül’de gazetecilerin sorularına verdiği cevapta, Suriye’de İD’ye karşı bombardıman gerçekleştirmek, askeri bir müdahale yapma üzerine konuşabilmek için zamanın daha erken olduğunu, ama “Biz bölgedeki müttefiklerimizle değişik opsiyonları değerlendirmek için görüşüyoruz.” (11 Eylül 2015 tarihli basından) diyerek müdahaleyi dıştalamamıştır. Bu açıklamaların medyaya yansıdığı günlerde Rusça basından yapılan çevirilerden de ortaya çıkan olgu, Rusya’nın kendi kamuoyunu Suriye’de doğrudan askeri müdahale için hazırlamakta olduğudur. Rusya temsilcileri gelecekte yapılacak olanı diplomatik dille gizlemeye çalışırlarken, andaki yaklaşımlarını açıkça ortaya koyuyorlardı. Esad rejimi kastedilerek, “Biz yardım ettik ve Suriye rejimine yardım etmeye devam edeceğiz, orduyu gerekli malzeme ile donatacağız, böylece Libya senaryosu gibi bir durumu önleyebilsinler.” Ya da “Rus askeri uzmanlar yıl- 59 panorama 60 dermemiz konusunda resmi başvuruda bulunursa bu konuyu ikili ilişkilerimiz kapsamında ele alarak müzakere edeceğiz.” (Hürriyet, 19 Eylül 2015) diyerek, Suriye’ye “uzmanlar” dışında da asker yollama yolunun taşlarını gizlemeden döşemeye başladı. Böylesi açıklamalar, genelde yapılmış olanı, atılan adımı sonradan resmileştirmenin burjuva diplomasisindeki esas yöntemlerinden biridir. Peskov bu açıklamayı yaptığında, Rusya’nın Suriye’ye yaptığı askeri yığınağını esasta bitirmiş olduğundan yola çıkılabilir. Peskov’un bu açıklaması karşılıksız kalmamıştır. Suriye yetkililerinin sonradan yaptığı açıklamaya göre, Esad Putin’e resmi başvuruda bulunmuştur ve Rusya da bu başvuruya uygun olarak “yardımda” bulunmuştur... Bu da Rusya’nın müdahalesinin “Uluslararası Hukuka” BM Anlaşması’na uygun davranıldığını göstermek için başvurulan bir yoldu. 20 Eylül’de İngiltere/ Londra’da İngiltere Dışişleri bakanı ile görüşen ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Esad’ın gitmesi gerektiğini, ama ilk günden ya da ilk aydan gitmek zorunda olmadığını, bunun bir süreç olduğunu, Cenevre süreci çerçevesinde ve müzakerelerle olması gerektiğini açıkladı. Bu tavır, ABD’nin önceki yaklaşımından çark ettiğini ve Esad’ın gitmesini müzakereler için önkoşul olarak görme yerine, Esad’ın bu müzakereler sonucunda gitmesi gerektiği tavrını koyduğunu göstermektedir. Kerry aynı görüşmede “Biz müzakere etmeye hazırız. Esad müzakere etmeye hazır mı? Gerçekten hazır mı? Rusya, onu masaya getirmeye hazır mı?” (Hürriyet, 21 Eylül 2015) tavrını da takındı. İngiltere’nin de bu konuda hemfikir olduğu açıklandı. 24 Eylül’de ise Almanya Başbakanı Merkel de “Müzakereler için tüm aktörlerle görüşülmeli, buna Esad da dahildir” biçiminde tavır takınarak bu cephede yerini aldı. Fransa hala Esad’ın gitmesinden yana olan tavrını değiştirmeyen ülke durumundadır. İlginç olan gelişmelerden biri ise Kerry’nin ABD ile Rusya’nın Suriye’deki durumla ilgili “askeri bir diyalog” başlattıklarını açıklamasıydı. Buna göre Suriye’deki savaşta doğrudan karşı-karşıya gelmemek, istenmeyen durumlara yol açmamak için “askeri diyalog” sürerken, Suriye’de bir geçiş süreci için diplomatik görüşmeler de devam edecektir... Bu gelişmeler yaşanırken Washington Post gazetesi, yaptığı bir ankete göre Suriyelilerin %82’sinin Esad Başkanlığındaki savaş öncesi dönemi özlediği haberini yayınladı. “Esad’lı geçiş olabilir” rüzgarına, Moskova’ya Cami açılışına katılmak için giden ve Putin ile görüşen Cumhurbaşkanı Erdoğan da kapıldı! Rusya’dan dönüşünde yaptığı açıklamada ‘Esad’lı geçiş olabilir” tespitini de yaptı. Putin’in 28 Eylül’de BM Zirvesi’ne katılmasından ve Obama ile görüşmesinden birkaç gün önce Rusya Savunma Bakanlığı Eylül ayı sonu Ekim ayı başında, Akdeniz’in doğu kısmında, yani Suriye yakınında, askeri bir manevra yapılacağını açıkladı. Bu askeri manevraya iki savaş gemisinin de katılacağı bilgisi de açıklamada yer aldı. Bu açıklamanın hemen sonrasında Rusya’nın BM daimi temsilcisi Vitali Çurkin ise İzvestiya gazetesine yaptığı açıklamada “Suriye’de terörü birlikte işbirliğine giderek ve üstelik karada yenmemiz gerek” derken bu yapılırken “BM tüzüğü ve Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliğine saygılı kalınması esastır”ı da ekliyordu. Çurkin, Putin’in BM’de yapacağı konuşmada “Bloklaşma esasına göre değil, tüm ülkeleri ilgilendiren teröre karşı küresel ittifak önerecek” bilgisini de verdi. Putin BM Zirvesi’ne katılmak için New York’a gitmeden önce CBS adlı televizyon kanalının kendisiyle yaptığı söyleşide, moderatörün “Moskova Esad’ı kurtarmak mı istiyor” biçimindeki sorusuna verdiği cevapta: “Haklısınız. Terörle savaşta bocalayan Suriye ğı, olmayacağı yönlü eleştiriler öne çıktı. Bu gelişmelerin yaşandığı ortamda Putin ve Obama 28 Eylül’de BM Zirvesi’ne katılıp konuşmalarını yaptılar. Gündem maddesi esasta Suriye’deki savaşın durumuydu. Medyanın gözü-kulağı ama Putin ile Obama’nın Zirve’deki konuşmalarından sonra yapacakları ikili görüşmeye odaklanmıştı. İkili görüşme yapıldı, ama önceden yapılan açıklamalardan özde farklı bir şey çıkmadı. Her konuda anlaşmaları zaten mümkün değildi ama müzakerelere de yollar kapatılmadı. Putin ve Obama görüşmesinde ABD ve Rusya’nın üzerinde anlaştıklarını söyledikleri noktalar, Suriye’nin bütünlüğünün korunması, laik devlet olması, İD’ye karşı mücadele edilmesi ve kontrollü bir siyasi geçiş sürecinin gerekliliğidir. Esad’ın akibeti konusunda ise çelişkileri sürdü. Putin “Esad’lı geçişi” savunurken sonucu açık bırakıp “Suriyeliler buna karar verir” derken, Obama “Esad’lı geçiş”in belli bir zamanla sınırlı olmasını, ama herhalükarda Esad’ın devreden çıkmasını savunuyor. Bu görüşme sonrasında ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin yaptığı açıklama da bu yöndeydi. “Makul bir süre zarfında Esad’ın görevi bırakması” gerektiğinin içeriği altı aylık bir geçiş süreci olarak dolduruldu. Bu yaklaşımın adı verilmeyen ama Türkiye’nin de içinde olduğu söylenen dokuz devlet tarafından savunulduğu da medyaya yansıdı. Putin bu görüşmede Obama’ya “gerektiğinde terör örgütüne karşı hava operasyonları düzenleyebiliriz” diyerek gelişmelere seyirci kalamayacaklarını iletti. Basına yansıdığı kadarıyla Putin hava saldırılarını ancak BM’den onay aldıkları takdirde düzenleyeceklerini de bu görüşmede açıklamıştır. panorama lideri ve yönetimini kurtarmaya çalışıyoruz. Çünkü derin inancıma göre Suriye krizinden başka çıkış yolu yok. Suriye’de şimdiki yönetimi devirme, senaryoların en kötüsünü seçmek olur. Orada da Libya ve Irak’ta gözlediğimiz daha büyük kaos ortamı yaratılır. Bu yüzden yasal Esad rejimini devirmek değil, onu destekleyerek güçlendirmek gerek. Esad desteklenmeli derken Suriye’de her şeyin eskisi gibi kalmasını tabi ki kastetmiyorum. Şam yönetimi dünya topluluğu tarafından ayrıca ülkedeki yapıcı muhalefetle işbirliğine yönlendirilmeli. Ancak böyle bir yol izlenirse Suriye savaş ortamından çıkıp gerçek reform sürecine geçiş yapabilir.” (Hürriyet, 26 Eylül 2015) Putin Rusya’nın Suriye’de ne yapmak istediğini açıkça ortaya koymaktadır. Tüm çabası da bu tavırın gerçekleştirilmesi içindir. Bunun için atılan bir adım da merkezi Bağdat’ta olan ve Rusya, Irak, İran ve Suriye’nin katıldığı bir askeri istihbarat koordinasyonu merkezinin oluşturulmasıydı. Irak Başbakanı Sözcüsü Saad Hadisi bu atılan adımı şöyle tanımladı: “Dört ülke arasında her ülkenin temsilcisiyle askeri istihbarat alanında koordinasyon sağlayan ve bu istihbaratı paylaşma ve analiz etmeyi amaçlayan bir komite.” (Hürriyet, 28 Eylül 2015) Bu koordinasyonun katılmak isteyen devletlere açık olduğu da açıklanarak Irak ve Suriye’de barışın sağlanması çalışmalarına katılmaları için diğer devletlere çağrıda bulunuldu. Bu arada Fransa Başkanı Hollande 26 Eylül Cumartesi gecesi Suriye’de, keşif uçaklarının tespit ettiği İD hedeflerini bombaladığını kamuoyuna duyurdu. ABD’nin Suriye’ye yönelik siyaseti açısında ise “eğit-donat” projesinin başarısızlığı ve projenin gözden geçirildiği haberinin kamuoyuna yansıması ve buna karşı ABD’nin Suriye siyasetinin etkili olmadı- 30 EYLÜL VE SONRASI GELİŞMELER... 61 panorama 62 BM’den onay alınıp alınmadığı belli değil. Ama 30 Eylül 2015 tarihinde Rusya Federal Konseyi’nin, “ülke dışında operasyon düzenleme teskeresi”ni kabul etmesinin hemen ardından, Rusya uçakları Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan grup ya da örgütlere hava saldırısını, bombardımanını başlattı. 2014 yılında BM Genel Kurulu’nun sürdüğü dönemde ABD Suriye’de bombardımana başlamıştı, bu sene de Rusya! Bu durum ister istemez resmi bir karar ve onay olmasa da, kurum olarak BM’nin bu bombardımanlara onay verdiğini düşündürmektedir... Bombardıman başlatılmadan bir saat önce bir Rus generalin Bağdat’taki ABD elçiliğine giderek ABD’ye, İD mevzilerinin hedef alınacağını sözlü olarak bildirdiği, ABD yetkililerince açıklandı. Rusya Savunma Bakanlığı sözcüsü İgor Konaşenkov bombardımanın başlatıldığını kamuoyuna açıklarken, Putin de yaptığı açıklamada diğer şeylerin yanısıra “Rusya’nın beklentisi Esad yönetiminin ülkedeki yapıcı muhalefetle sıkı diyaloga başlamasıdır.” diyerek Esad’dan taviz vermesini beklediğini kamuoyuna da yansıttı. Esad rejimi yetkilileri de “şimdiden itibaren” Suriye ve Rusya’nın birlikte İD ve diğer sayısız dinci terör gruplarına karşı Suriye’de mücadele ettiklerini, Putin’in planını desteklediklerini vb. açıkladılar. Rus yetkililer bombardımanlarının yoğunlaşarak 3-4 ay kadar süreceğini ilan ettiler. Rusya’nın sadece İD’ye karşı değil, Esad rejimine karşı savaşan tüm grupları/ örgütleri hedef alması olgusu pratikte kendisini gösterince, Rusya karşıtı propaganda “Rusya İD’yi değil ılımlı güçleri vuruyor” düşüncesi temelinde yoğunlaştı. Rusya ise kendilerini eleştiren “Batılı güçlerin” kimin “ılımlı grup olduğunu” ve bombalanmaması gerektiğini, İD’nin bulunduğu alanları biliyorlarsa, bu konudaki bilgileri kendilerine vermelerini talep etti. Bu arada Suriye’de Esad rejimine karşı savaşan güçler içinde “ılımlı güçler” diye bir gücün bulunmadığını da propaganda ettiler. Herhalükarda Rusya’nın Esad rejimine karşı savaşan tüm güçleri hedef alması, sözkonusu güçleri destekleyenleri rahatsız etmiştir. ABD Dışişleri Bakanı Kerry, Rusya İD ve El Kaide bağlantılı gruplara karşı savaştığı sürece operasyonlara karşı çıkmayacaklarını açıklarken, kendilerinin desteklediğini kabul ettikleri grupların hedef alınmasına karşı olduğunu da ima ediyordu. Bunun için “ılımlı güçler”den bahsetmektedirler. Savaş Rusya’nın hava bombardımanları eşliğinde Esad rejimi güçlerinin kara saldırılarıyla birlikte yürütülmektedir ve verilen bilgilere göre birçok yerleşim alanı yeniden rejimin kontrolüne geçmiştir. ABD’ye yönelik eleştirilere, ABD’nin 13-14 ay içinde İD’ye karşı başaramadığını Rusya birkaç günde başardı, İD’ye önemli zarar verdi vb. biçimindeki eleştiriler eklendi. Savaşta Rusya’nın yeni silahlarını deneme ve güç gösterisinde bulunması bağlamında yaşanan bir gelişme de, Rusya’nın Hazar Deniz’inde bulunan savaş gemilerinden 26 seyir füzesi fırlatarak 11 İD’nin hedefini vurmasıydı. 18 Ekim’e kadar bombardıman edilen hedeflerin 456 olduğu, bombardımanın giderek şiddetleneceği de tekrar açıklandı. Savaş sürüyor ve nerede hangi hedefler vuruldu, kara harekatı nerede yürüyor vb. konuların detayına burada değinmeyi gerekli görmüyoruz. Buraya kadar aktardığımız gelişmeler dışında öne çıkan kimi diğer gelişmeler de şunlardı. ABD’nin eğit-donat projesinin tutmaması, Türkiye’de eğitilip Suriye’ye gönderilen iki grubun neredeyse tümünün ya öldürülmesi, ya da El Nusra gibi gruplara katılması, kendilerine verilen silahların bu gruplara teslim edilmesi vb. gelişmeler sonucunda, ABD sözkonusu projeyi gözden geçirdiğini açıkladı. ve davranmaktadır. Askeri olarak ABD ile yaptığı işbirliği, Rusya ile diplomatik ilişkilerde kendisini göstermektedir. “Esad’lı geçiş” ister Rusya’nın istediği yönde, isterse de ABD’nin istediği yönde gelişsin, bu gelişmede en karlı çıkacak olan güçlerden biri PYD’dir, Rojava Kürtleridir. 20 Ekim’de Esad’ın Rusya’nın askeri uçaklarının korumasıyla Moskova’ya gidip Putin’le görüşmesi ve bu görüşmenin Esad’ın Suriye’ye dönmesinden sonra kamuoyuna yansıtılması, medya tarafından “gövde gösterisi” olarak yansıtıldı. Putin ve Esad görüşmesinin medyaya yansıyan kesiminde karşılıklı övgüler, teşekkürler ve ricalar vardı! Putin yeniden: “Suriye krizinde söylediğimiz gibi çözüm ilkedeki tüm siyasi, etnik ve dini grupların katılımıyla bulunmalı. Suriye halkı kendi geleceğini tayin etmeli.” (Hürriyet, 22 Ekim 2015) yönlü tavrı takındı. Yazımız yazılırken medyaya, Avusturya’nın Başkenti Viyana’da, Rusya, ABD, Suudi Arabistan ve Türkiye Dışişleri Bakanları’nın katıldığı görüşmelerin sonuçsuz kaldığının haberleri yansıdı. Ortaya koyduğumuz bu gelişmeler üzerine farklı yorumlar, değerlendirmeler mevcuttur. Fakat yazımızı daha fazla uzatmamak için ayrıca bunlar üzerine durmuyoruz. Bu makalede söylenecek son söz: Tüm emperyalist ve bölgesel gerici güçlerin Suriye’den defolması; faşist Esad rejimini yıkma mücadelesinin Suriye’nin değişik milliyetlerden halklar tarafından verilmesi gerektiğidir. “Esad’lı geçiş” andaki savaşı sonlandırmayı sağlasa da, halkların gerçek kurtuluşunu sağlayamaz. Kurtuluş için tek yol ve çözüm demokratik devrimdir! 24.10.2015 ✓ panorama Eylül ayı sonlarında Suriye’den yeni intikallerin durdurulduğu açıklandı. 10 Ekim’de medyaya yansıyan haberlere göre eğit-donat projesinin Suudi Arabistan, Katar, Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nde sonlandırılmasına, Türkiye’de ise daha küçük boyutta sürdürülmesi üzerine görüşmeleri sürdürmeye karar verilmiştir. Eğit-donat’a böylece son verilmeye yönelindiği ortamda ABD yetkililerinin Rojava Kürtleriyle daha yakın işbirliği geliştirmek istedikleri, ABD’nin YPG’ye silah vereceği yönlü açıklamalar medyaya yansıdı. Bu açıklamalar meyvesini gösterdi de. ABD Rojavalı Kürtler (YPG/YPJ), bazı Arap grupları ve bir Süryani grubun katıldığı “Suriye Demokratik Güçleri” adı altında bir askeri ittifak oluşturdu. Eğer verilen bilgiler doğruysa 11 Ekim gecesi de Haseke’ye 50 ton kadar cephane/ silah indirdi. Hafif silah ve el bombaları olduğu söylenen bu cephanenin Suriye Demokratik Güçleri’nin eline geçtiği de taraflarca tasdik edildi. Salih Muslim de silahların ellerine geçtiğini onaylayarak daha fazla silahın geleceğini açıkladı. ABD’nin 20 bin Kürt, 5 bin Arap gücüyle İD’nin merkezi olarak görülen Rakka’ya saldırı planladığı bilgisi de medyaya yansıyan bilgiler arasındadır. Rusya’nın Rakka’yı bombaladığı bir ortamda bu planın açıklanmasının perde arkasında, Rakka’nın Esad rejiminin kontrolüne geçmesini engelleme hesaplarının olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Rusya da PYD somutunda Rojava Kürtleriyle işbirliğini güçlendirmeye çalışmaktadır. Bu konuda başarılı da olmuş, olmaktadır. PYD “demokratik özerklik” talebini kabul eden, Rojava’daki kantonları tanıyacak olan herkesle ilişki kurmaya hazır olduğunu önceden açıklamış ve buna uygun da davranmış 63 ✒ SOSYALİZMDE “GERİ DÖNÜŞ” SORUNU kavganın doğrusu / doğrunun kavgası Kuşkusuz sosyalizmi sosyalizm yapan ilk şart siyasi iktidarın niteliğidir. Proletaryanın iktidarı burjuvazinin hiç bir kesimi ile paylaşmadığı bir siyasi iktidar olan “Proletarya Diktatörlüğü”, sosyalizmin olmazsa olmaz ön şartıdır. Bu böyle olduğu için de, bir zamanlar sosyalist olan bir ülkede iktidar sosyalizm adına konuşan revizyonistlerin eline geçerse ve bunlar kendi programlarını uygulama imkânı bulurlarsa, süreç içinde, o ülkede “yozlaşma”, “geri dönüş” kaçınılmaz olur. “ Sosyalizmde “geri dönüş” sorunu” kitabı dönüşüm Yayınlarından çıktı. Konunun öneminden dolayı kitabın önsöz bölümünü yayınlıyoruz. 64 “Önsöz: Sosyalist–komünist hareket içinde uzun yıllardır tartışılan bir sorun var: Başta açık revizyonistler olmak üzere birçoklarının “reel sosyalizm”, “yaşayan sosyalizm” adını verdikleri, 1990’lı yılların başlarında çöken ekonomik sistem gerçekten sosyalist mi idi? Çöken, burjuvazinin propagandistlerinin bizi inandırmaya çalıştıkları gibi gerçekten Sosyalizm/Komünizm mi idi? Yoksa Marksist-Leninist’lerin yıllardır savunduğu gibi, başlanılan sosyalizm inşası deneyinin kesintiye uğratıldığı, sosyalizm adına uygulanan bir çeşit bürokrat devlet kapitalisti, yozlaşmış bir sistem mi idi? Öyle ise, bu sosyalizmden bürokrat devlet kapitalizmine dönüşüm hangi süreçlerden geçerek gerçekleşmişti? Bu süreçte Marksist-Leninist’lerin, gerçek komünistlerin hatalarının payı var mıydı? Varsa nasıl ve ne idi bu pay? Bu süreçte ekonomi ve siyaset birbirlerini nasıl etkilemişlerdi? “Geri dönüş”te iktidar sahibi revizyonistler sosyalist ekonomi teorisinde ve ekonomide nelere sahip çıkmışlardı. Teoride neler ekonomi bilimini yeni şartlarda ilerletme, geliştirme adına değiştirilmişti? Marksist-Leninist saflarda genel olarak kabul gören “geri dönüş” kavramı, gerçeği tam olarak anlatan bir kavram da değil. Sovyetler Birliği ve onun çevresinde kümelenen “Doğu Bloku Ülkeleri”nde ve Çin’de ve Arnavutluk’ta da yaşanan devrilmiş eski iktidar sahiplerinin yeniden iş başına gelmeleri anlamında “eski”ye “geri dönüş” değil. Bu “geri dönüş”te baş rolde sosyalist sistem içinden çıkıp gelen ve gelişen yeni tipte bir burjuvazi, devlette ve işletmelerde yönetici, karar verici konumlarını kendi çıkarları için kullanan bürokrat ve teknokratlardan oluşan bir burjuvazi ve yeni tipte bir kapitalizm, bürokrat devlet kapitalizmi vardır. Kuşkusuz sosyalizmi sosyalizm yapan ilk şart siyasi iktidarın niteliğidir. Proletaryanın iktidarı burjuvazinin hiç bir kesimi ile paylaşmadığı bir siyasi iktidar olan “Proletarya Diktatörlüğü”, sosyalizmin olmazsa olmaz ön şartıdır. Bu böyle olduğu için de, bir zamanlar sosyalist olan bir ülkede iktidar sosyalizm adına konuşan revizyonistlerin eline geçerse ve bunlar kendi programlarını uygulama imkânı bulurlarsa, süreç içinde, o ülkede “yozlaşma”, “geri dönüş” kaçınılmaz olur. Biz geri dönüş konusunda bizim dışımızda birçok ülkedeki Marksist-Leninist’ler gibi hep buna dikkat çektik, yozlaşmanın siyasi iktidarın el değiştirmesi ile bağını ortaya koyduk. Siyasi alanda öncelikle revizyonizm ile hesaplaştık. Kabaca “Modern Revizyonistler iktidarı ele geçirdiler ve bir zaman sosyalizmin inşasına soyunan ve bu yönde ileri adımlar atan kavganın doğrusu / doğrunun kavgası lar ertesinde varılan sonuçlar iki bölümlük bu kitabın ana bölümünü oluşturuyor. Elinizdeki kitabın bu ana bölümü, “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın bölümlemesine bağlı kalarak Sovyetler Birliği’nde sosyalist ekonomi konusunda teorik olarak savunulanların ve atılan pratik adımların sorgulanmasına ayrılmıştır. Burada “Politik Ekonomi Ders Kitabı” yanında bir dizi başka belgeye de baş vuruldu. Kitabın ikinci bölümünde ise, birinci bölümde “Ders Kitabı”nın bölümleri içinde birbirinden belli bir anlamda bağımsız olarak ortaya konmuş olan görüşler yoğunlaştırılarak “Sosyalizmde Geri Dönüş Sorunu“nda Bir Genel Değerlendirme Denemesi/ Tezler” halinde ortaya konuyor. Kitabın birinci bölümü bir anlamda ikinci bölümde yoğunlaştırılarak okuyucunun tartışmasına sunulan Tezler’in açımlanması, gerekçelendirilmesidir. En baştan tespit etmek ve dikkat çekmek istediğim bir konu var: Proletaryanın iktidarını kurduğu bir ülkede sosyalizmin inşa sürecini değerlendirirken göz önünden hiçbir biçimde kaçırılmaması gereken şey, bu ülkede işe nereden başlanmak zorunda kalındığıdır. Yani ülkenin üretici güçlerinin gelişme düzeyi nedir; ekonomik, kültürel durum nasıl bir görüntü sunmaktadır; devrim öncesinden nasıl bir miras alınmıştır, alınmak zorunda kalınmıştır? Rusya, kapitalizmin orta derecede gelişmiş olduğu, nüfusunun büyük çoğunluğu ataerkil ilişkilerin egemen olduğu köylülükten oluşan, gelişmiş emperyalist ülkelere yarı-sömürgesel bağımlılığı olan bir ülke idi. Toplumdaki insanların çoğu devrim öncesinden gelenlerle onların çocuklarından oluşuyordu. Bu insanlar kapitalizmdeki, hatta geniş kırlık alanlarda feodal alışkanlıklarıyla geldiler. Bu alışkanlıkların ✒ ülke(ler) revizyonist siyasetlerin uygulanması sonucu giderek yozlaştı” açıklamasını getirdik. Revizyonizmi genelde onun siyasi tezleri üzerinden topa tuttuk. Gelinen yerde bu genel ve siyasi açıklamanın ötesine geçmenin zamanı çoktan geldi geçiyor. Bu bağlamda kuşkusuz şimdiye kadar yapılmış bir dizi araştırma, yozlaşmanın maddi, ekonomik, sınıfsal temellerini ortaya koyma çabaları var. Ve fakat bunların hiçbiri bence yeterli değil. Ben bu kitapta bu eksiğin giderilmesi için bir katkı denemesi yapmak istiyorum. Yukarıda saymış olduğum kuşkusuz eksik olan sorulara cevap ararken, bu kitabın çıkış noktası, sosyalizmin inşası konusunda şimdiye kadarki en gelişmiş deneyim olan Sovyetler Birliği’ndeki deneyimin somut değerlendirilmesinin temel alınmasıdır. Onların neyi nasıl yaptıklarının, bu yaptıklarını teorik olarak nasıl genelleştirip gerekçelendirdiklerinin incelenmesi, bence yapılması gereken en önemli şeydir. Bunu yapmak için de elde çok önemli malzemeler vardır. Bu bağlamda kuşkusuz en önemli malzeme, “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Ekonomi Enstitüsü Bilimler Akademisi” tarafından, Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik)’in talebi ve yönlendirmesi ile hazırlanan “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın sosyalist ekonomi ile ilgili ikinci bölümüdür. Kuzey Kürdistan/Türkiyeli Bolşevikler 1990’lı yıllarda bu kitabı kendi eğitim programları içine alarak incelediler. Bu incelemenin notları sözünü ettiğim tartışma açısından önemli değerlendirmeler, açılımlar içeriyor. Bolşevikler’in bu 1990’lı yıllara ait Eğitim Notları’nı 2009 yılında gözden geçirip yeniden düzenleyerek konuyla ilgilenenlerin bilgisine ve tartışmasına sundum. Bu Notlar üzerine öncelikle Bolşevik saflarda yürütülen ve 4 yılı aşkın süren yeni kolektif tartışma- 65 ✒ kavganın doğrusu / doğrunun kavgası 66 alt edilmesi hiç kolay değildir ve öyle birkaç kuşak ile çözümlenecek bir sorun da değildir. İçte kapitalizmin tasfiyesi ile alışkanlıkların maddi temeli yok edilebilir, ama kalıntılar beyinlerde yaşar ve iki sistemin bir arada olduğu dünyada bu kalıntılar dışarıdan da sürekli beslenir. Böyle bir ülkede görece olarak daha gelişmiş ülkelerle kıyaslandığında sosyalizmin inşası açısından çok daha zorlu ve karmaşık bir süreç yaşanacağı açıktır. Yukarıdakiyle bağlantı halinde ikinci dikkat edilecek husus, inşanın neresinde, hangi aşamada bulunulduğu ile ilgilidir. İçinde bulunulan inşa süreci kapitalizmden sosyalizme mi, yoksa sosyalizmden komünizme mi doğru? Ekim Devrimi ertesinde 1930’ların başına kadar ancak proletaryanın iktidarda bulunması, ve diğerleri yanında belli bir sosyalist sektörün bulunması anlamında sürecin “kapitalizmden sosyalizme geçiş” süreci olduğu nettir. Söz konusu dönem başlangıçta, 1930’a dek “kim-kimi” sorununun gündemde olduğu, kapitalizmin alt edilmesi sürecinin yaşandığı bir dönemdir. 1930’lu yıllarda, sanayide sosyalist sektörün büyük oranda egemen duruma gelmesi ve tarımda kolektifleştirmeyle kapitalist unsurların tasfiye edilmesi bağlamında kapitalizme karşı sosyalizmin zaferinin ilan edildiği döneme gelinmiş oldu. Fakat bu ilan edildiği sırada da gerçekte henüz kapitalizmden sosyalizme geçiş süreci tamamlanmamıştı. Kapitalizme geri dönüşün kaynakları hem ekonomik alanda, hem toplumsal üst yapıda tam olarak kurutulmamıştı. Sonraki gelişmeler de bunu kanıtlamıştır. Burada soru şudur: Bu mümkün müydü? Ekim Devrimi’nden “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın yayınlanmasına dek geçen süre 37 yıldır. Ortalama insan yaşam süresinin yarısı kadar olan bu süre sosyalizmin inşası açısından hiç de uzun bir süre değildir. Evet bir-kaç ay sürebilen ilk iktidar denemesi –Paris Komünü– ile kıyaslandığında bu uzun bir süreç, ama proletaryanın savaşım tarihi açısından çok kısa bir süreç, hele insanlık tarihi açısından bakılırsa, neredeyse okyanusta bir damladır. Üstelik bu 37 yıllık süreç boyunca proletarya diktatörlüğü bütün enerjisini inşa sorunları için kullanamadı. Devrimin hemen sonrasında yaklaşık iki yıl kadar iç savaş/emperyalist müdahale/savaş komünizmi dönemi yaşandı. Burada bırakalım sosyalizmi inşayı ya da bunun ön hazırlıklarını, bir ölüm-kalım sorunu söz konusuydu. Sonraki iki yıl, zaman kazanmak, toparlanmak, daha güçlü vuruşlar yapabilmek amacıyla zorunlu bir geri çekilme dönemi oldu. NEP (Yeni Ekonomik Politika) döneminde geri çekilme iki yılda bitti ama bazı uygulamaları 1920’li yılların sonuna dek sürdü. Sosyalizmin her alanda inşası açısından ancak 1930’lu yıllarda, bir on yıl kadar görece verimli bir dönem yaşanmıştır. Bu dönemde de, Kulakların tarımda kapitalizmin tasfiyesinden sonra da, hem parti içinde hem de toplumda kapitalizmin kalıntılarına karşı sınıf savaşımı bütün şiddetiyle sürmüştür. İkinci Dünya Savaşı sırasında önce sosyalist anavatan savunulması için hazırlıkların hızlandırılması ile dikkatler ister istemez yine bir ölüm-kalım sorununa kaymıştır. Sonra bizzat dört yıl aktif savaş içinde bulunma durumu dayatılmıştır. Bu dört yılda verilen kayıplar çok yönlüdür; iktisadi açıdan olduğu gibi insan açısından; eğitimli insan ve parti kadroları açısından büyük kayıplar söz konusudur. 19. Parti Kongresi’nde durum, “…savaşın sanayimizin gelişmesini 8-9 yıl, yani yaklaşık 2 beş yıllık plân dönemi durdurduğu anlamına geliyor” (19. ve 20. PK Raporları, İnter Yayınları, İstanbul 1989, s. 43.; s. 44’te somut veriler var) biçiminde saptanıyor. Veriler Sovyetler Birliği’nde sanayi üretiminin savaş öncesi (1941) üretim seviyesine ancak 1948-50 yılları arasında ulaşabildiğini gösteriyor. Savaşın getirdiği yıkım ve gerileme sadece sanayide olmadı kuşkusuz. Diğer her alanda da, aralarında farklar da olsa benzer kayıplar olduğunu kabul etmek gerekir. Tüm bu gerçekler ışığında Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşası açısından hesaba alabileceğimiz dönem, toplam 37 yıllık devrim sonrası dönem içinde en fazla 15 yıllık bir süre kadardır. Bu kadar kısa süre içinde başarılanlar, işçiler emekçiler lehine elde edilen kazanımlar, muazzam, dev gibi vb. sözcüklerin yetmediği boyutlardadır. Bu başarılar ve kazanımlar bize Lenin, Stalin gibi önderlerin başını çektiği Rusya Komünist Partisi (Bolşevik) (RKP(B)) ve Sovyetler Birliği Komünist Partisi (Bolşevik)’in (SBKP (B)) nasıl insanlardan oluştuğunu, tüm eksiklik ve hatalara karşın bolşevikleşmenin nasıl bir şey olduğunu pratik sonuçlarıyla gösterir. Bu kitapta yaptığım tüm değerlendirmelerde okuyucu bunun bilincinde olmalıdır. Bunun dışında yine baştan dikkat çekmek istedi- kavganın doğrusu / doğrunun kavgası ve maddi şartlara kavuşmuşlardır. Bu tarihi bir gerçekliktir. Bu kitapta fakat öncelikle bu kazanımlar üzerinde durulmak, bunlarla övünmek yerine, bilinçli olarak öncelikle yapılan hatalar üzerinde duruluyor. Neden? Çünkü sosyalizmin gerçek anlamda inşası ve devrimin durmaksızın sürdürülmesi, geçmiş sosyalizm inşa deneyimlerindeki yanlışlar tespit edilmeksizin ve bunların tekrarı önlenmeksizin ilerde de mümkün olmayacaktır. Burada iki çeşit ‘yanlış’ vardır: Birincisi; revizyonistlerin aslında Marksizm-Leninizm’den sapma olan, revizyonistler açısından gerçekte yanlış olmayan, onların grupsal ve kişisel çıkarlarına uygun siyasetler olarak bilinçli bir şekilde geliştirilen, uygulanan, egemen kılınan revizyonist siyasetlerdir. İkincisi; Marksist-Leninist’lerin yaptığı hatalar vardır. İkinciler, yani Marksist-Leninist’lerin kimi hataları, bir çok halde birincilerin, yani bilinçli revizyonist siyasetlerinin geliştirilmesinin ve hakim kılınmasının teorik temelini vermiş, yolunu açmıştır. Bu iki tip ‘yanlış’ı birbirinden ayırmayı önemli buluyorum. Benim için önemli olan, öncelikli olan Marksist-Leninist’lerin yaptığı, yani ‘bize ait’ olan hatalardır. Bunları tespit etmek ve aşmak bizim yapacağımız iştir, bizim görevimizdir. Son bir söz daha: Burada benim ortaya koyduğum görüşler, yıllardır yürütülen kolektif bir tartışmanın ürünüdür. Bu kolektif tartışma açısından benim yaptığım, sonuçta tartışmanın sonuçlarını toparlayıp, daha geniş bir tartışmaya sunmaktır. Benim içinde bulunduğum ve tartıştığım kolektif açısından sonuç olan, öncelikle bu kitabın ikinci bölümü, bu kitabı okuyan herkesin denetimine, eleştirisine, katkısına açık bir öneridir. Bütün okuyucuları burada savunulan görüşleri eleştirici bir tarzda incelemeye, tartışmaya katılmaya, katkılar sunmaya çağırıyorum. ✒ ğim üç nokta var: Birincisi: Kuşkusuz sosyalizmin inşası ve sosyalizmde geri dönüş sorunu tartışılırken kendisini Sovyetler Birliği deneyimiyle sınırlamak yetersiz ve yanlış olur. En azından bir dönem sosyalizmin inşası iddiasında olan Çin Halk Cumhuriyeti, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti deneyimlerinin, hatta Küba deneyimi vb.nin de tartışma içine çekilmesi gerekir. Kitapta kendimi Sovyetler Birliği deneyiminin değerlendirilmesi ile sınırlamadım. Fakat önceliği en ciddi ve en uzun süren deneyim olan Sovyetler Birliği’nin incelenmesine verdim. Bunda tabii sosyalizmin inşası iddiasını ileri süren Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerde siyasi iktidarın proletarya diktatörlüğü olarak adlandırılamayacağı şeklindeki değerlendirmem de rol oynadı. Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki deneyimlere, eğer bu ülkelerde “Politik Ekonomi Ders Kitabı”na atıflar yapıldıysa, ya da eleştiriler yöneltildi ise, bir de “Politik Ekonomi Ders Kitabı”nın ilgili bölümleri bağıntısında değindim. Tartışmanın ilerleyen süreci içinde Sovyetler Birliği dışındaki ülkelerdeki deneyimlerle ilgili olarak da biraz derinlere inilmesi gerekli ve doğru olacaktır. İkincisi: Bu kitapta ‘geri dönüş’ sorununun öncelikle sosyalizmin inşasında ekonomi teorisi ve ekonomik inşa pratiği yönü incelenmekte, sorunun toplumsal siyaset yönü, eğitim ve kültür siyaseti yönü fazlaca ele alınmamaktadır. Kendimi büyük ölçüde ekonomik alanla sınırlamamın nedeni bu araştırmanın temeline bilinçli olarak şimdiye kadar en fazla ihmal edilen bu yönü koymamdır. Geri dönüş sorununda fakat mutlaka bu kitapta üzerinde fazlaca durulmayan yönler üzerinde, ‘geri dönüş’ün sosyal siyasette, eğitim ve kültür siyasetinde nereden, nasıl başladığı, Marksist-Leninist’lerin bu bağlamda yaptığı hatalar, revizyonistlerin bilinçli çarpıtmaları, bunların sonuçları araştırılmak, tartışılmak zorundadır. Üçüncüsü: Bütün kitapta daha çok yanlışlar üzerinde durulmaktadır. Bu, sosyalizmin inşasında kazanılan başarıları inkâr etmek veya küçültmek için yapılmıyor. Gerek Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasında, gerekse Çin Halk Cumhuriyeti’nde, Arnavutluk Halk Cumhuriyeti’nde, gerekse İkinci Dünya Savaşı ertesinde ortaya çıkan diğer Halk Demokrasisi ülkelerinde işçiler ve emekçiler lehine elde edilen muazzam kazanımları hiçbir ‘geri dönüş’ olgusu silemez. İşçiler, emekçiler bu süreçlerde hiçbir burjuva diktatörlüğünde elde etmeleri mümkün olmayan haklara Haziran 2015 H. Yeşil ✓ “Sosyalizmde Geri Dönüş Sorunu” isteme adresi: Dönüşüm yayınları Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. No: 11 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul Tel: 0212/620 67 57 0530 973 73 95 donusumyayinlari@gmail.com 67