Mehmet PAKSU`nun ( Peygamberimizin Örnek Ahlakı ) isimli
Transkript
Mehmet PAKSU`nun ( Peygamberimizin Örnek Ahlakı ) isimli
Mehmet PAKSU’nun ( Peygamberimizin Örnek Ahlakı ) isimli eserinden faydalanılmıştır. Bazı ilaveler yapılmıştır. HZ. MUHAMMED ( SAV )’ İN ÖRNEK AHLAKI En yüce ahlâka sahip olduğunda; yüzyıllar boyunca, dost ve düşman, herkesin üzerinde birleştiği tek bir insan vardır: Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam. Hz.Muhammed (sav) alemlere rahmet olarak gönderilmiş olan en son peygamber ve bütün insanlık için en güzel ahlak örneğidir. Yüce Mevla’mız Kuranı Kerimde onun için şöyle buyurmaktadır. “ Şüphesiz sen yüce bir ahlak üzeresin” Kalem Suresi 4 Zaten o, yeryüzünde bulunuş maksadını, " Ben güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim ” buyurarak net olarak ifade ediyordu. “Andolsun size bir Peygamber geldi ki sizin sıkıntıya uğramanız onu incitir ve üzer. Çünkü o size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” Tevbe Suresi 128 “ Rasulüm biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik” Enbiya Suresi 107 “ Andolsun ki Rasulullah sizin için, Allah’a ve ahıret gününe kavuşmayı umanlar için ve Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnektir” Ahzab Suresi 21 Alemlere rahmet olarak gönderilen o Yüce Rasul güzel ahlak konusunda şöyle buyurmuştur: “ Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” “ Sizin en hayırlınız ahlakça en güzel olanınızdır” “ Kişi güzel ahlakı ile geceleri ibadetle gündüzleri oruçla geçirenin derecesine yükselir” “ Su buzu erittiği gibi, güzel ahlakta günahları eritir (yok eder); sirke balı bozduğu gibi kötü ahlakta ameli bozar.” “ Allah’ım beni güzelleştirdiğin gibi ahlakı mı da güzelleştir” Hz. Aişe Validemize Hz.Peygamber (sav)’in ahlakı sorulduğu zaman “Siz hiç Kuran okumuyor musunuz. Onun ahlakı kurandı.” cevabını vermiştir. Kuran ahlakı; Yüce Mevla’mızın Kuranı Kerimde bize bildirdiği, Hz. Peygamber (sav)’inde bizzat yaşayarak örnek olduğu ahlaktır. HZ. MUHAMMED (SAV)'İN AHLAKI VASIFLARI Ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve İslâm büyüklerinin mübârek sözlerinin ışığında, Yüce Rasûlullah (s.a.s.)'ın ahlâkî vasıflarını özetlemeye çalışalım : * Rasulullah (s.a.s.) güler yüzlü, tatlı sözlüydü, * Kimseye fena söylemez, kimsenin sözünü kesmezdi, * Sert değildi, yumuşak idi, * Edep ve hayâ âbidesiydi, * İnsan severdi, Dosttu, * Çok mütevâzi idi. Vâkurdu. * Boş ve lüzumsuz konuşmazdı. * Karşısındakini candan dinlerdi. * Çocukları çok sever ve okşardı. Bir hadisi şeriflerinde şöyle buyururlar : "Büyüklerimize hürmet etmeyen, küçüklerimize merhamet etmeyen bizden (kâmil ümmetimizden) değildir"[1] * Fazilet sahiplerine saygı gösterirdi. * Akrabasını ve komşusunu hatırdan çıkarmaz, onlara ikrâmdâ bulunurdu. Fakat onları kendilerinden üstün, faziletli olanlara tercih etmezdi. * Cömertti, şefkatliydi, * Sözünde mutlaka dururdu. * Dinlemesini, söylemekten fazla severdi, * Nefsine hâkimdi, * Beyaz giymeyi tavsiye ederlerdi, * Namazı noksansız kıldıranların en hafif kıldıranıydı. * Güleceği zaman mübarek elini, mübarek ağzının üzerine koyardı. * Kahkaha ile gülmez, fakat daima mütebessim bulunurdu. * Verilen müjdeler şükrederdi, * Uyurken mübârek sağ elini, mübârek yanağının altına koyardı. * Herkesin isteğini mümkün olan ölçüde, yerine getirirdi. * Eli çok açıktı, cömertliği deryadan farksızdı, * İlim, hikmet çağlayanı, sabır timsaliydi, * Atılgandı, tehlikeden korkmazdı, heybetliydi. * Gelmiş ve gelecek insanların en cesur ve en kahramanı, en kuvvetlisiydi. * Hanımlarına karşı insanların en yumuşağı ve ikrâmlısıydı. Onlara karşı daima tebessümlüydü, * Ne yer, ne içerse hizmetçisine de aynısını verirdi, Vefat ederken son anlarında dahi "Elinizin altındakilere (hizmetçi ve işçilere) iyi davranmamızı, onların haklarını gözetmemizi ve namaza dikkat etmemizi" tavsiye buyurmuştu.[2] * Sofradan daima doymadan, yarı aç kalkardı. * Temizliğe son derece ehemmiyet verir ve riâyet ederdi, * Özel işlerini kendisi yapardı. Döşeği içi hurma lifi dolu deridendi. * Dünya malına asla rağbet göstermezdi, Bir gün yanında dünyalıktan bahsettiler, Buyurdu ki : "İşitmiyor musunuz? Sâde hayat imandandır"' * Ekseri yediği arpa ekmeği ve hurmaydı, Allah'ın huzuruna kavuştuğu vakit, evinde az bir arpadan başka yiyecek maddesi bulunmamıştı.[3] * Kimsenin ayıbını yüzüne vurmazdı, * Çok adildi. * Sosyal adaleti ve kardeşlik hukukunu en güzel o uyguladı. * Çalışmaya, ilim ve irfana, icad ve keşiflere teşvik etmiştir. * Daima Hakk'ın ve haklının yılmaz savunucusuydu. * Zulüm ve sömürünün amansız düşmanıydı. * İnsanların faydası için, kendi rahatını terk ederdi, * İnsanlara madde ve mevkisine göre değil, takvâ ve ahlâkına göre değer verirdi. * İlim-irfan âdab-erkân şiârıydı. * Hayatı iman ve cihad olarak görmüştür, * Cahil bir toplumu, dünyanın en insâni, en müreffeh devleti haline getirmiştir, O'nun tebliğ ettiği İslam Nizamı'nı hayatlarına gerçek mânasıyla tatbik eden cemiyetler, yine aynı şekilde dünyanın ve insanlığın efendisi olurlar, * Modern medeniyetin öncüsü ve insanlığın manevi mimarıdır. * İlk defa insan haklarını tam manâsıyla o açıklamış ve bunu tatbik etmiştir. Rasulullah (s.a.s.) her yönden örnek alınacak en mükemmel insandır, Her müslümanın O'nu en güzel şekilde öğrenip tanıması; Onun yüce ahlâkını yaşamaya ve yaşatmaya çalışması lazımdır, Çünkü O'nun ahlâkı, Kur'ân ahlâkı idi. Hz. Âişe (r,anha) Validemize, Sahabeler Rasulullah'ın (s.a.s.) ahlâkını sordular. Buyurdu ki : "Siz Kur'ân okumuyor musunuz Allah Rasulü (s.a.s.)'nün ahlak-ı Kur'an idi" Şair Nabi şöyle diyor : "Çalış, ehl-i kemâl ol, uyma her nâdân-ı gümraha, Baş eğ, el bağla, sonra gel Huzüru Hazreti Şâh'a." Rasulullah (s.a.s.) Efendimizin çok yapmış olduğu dualarından biri şudur : "Allah'ım: Fayda vermeyen ilimden, kabul olmayan amelden, müstecâb olmayan duadan sana sığınırım" (250 Hadis, H, No: 95). Bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Ey mü'min, sende şu dört şey bulunursa dünyada kaybettiğin (elde edemediğin) şeylere üzülme: Doğruluk ve sadakat, emanetlere riayet, güzel huy ve yüksek ahlâk, meşru çalışıp helalden kazanmak" Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi Peygamber Efendimize ve O'nu örnek edinenlerin üzerine olsun. YAKINLARININ DİLİNDEN HZ. PEYGAMBER (SAV)’İN AHLÂKI Hz. Hatice, Hz. Peygamber (sav)’ e ilk olarak vahiy gelir gelmez hiç tereddüt etmeden inanmış, Peygamberimiz (sav)’ in üzerindeki telaşı görünce de teskin etmiş, merak ve endişesini gidermişti. Hz. Hatice, Peygamberimiz (sav)’ i şöyle teselli ediyordu: "Allah, seni kat'iyyen utandırmaz. Çünkü sen akrabalarına iyi davranır, çaresizlerin yardımına koşar, yoksulu himaye eder, mazlumun elinden tutar, misafirlere ikram eder, hak yolunda musibete uğrayanları gözetir bir insansın." Hz. Âişe ise, Peygamberimiz (sav)’ in ahlâkını şöyle anlatıyor: " Resulullah (sav)’ in ahlâkı Kurân’dı. Resulullah (sav), şahsı için hiçbir zaman kin tutmaz ve intikam almazdı. Bir şeye kızarsa, ona, Kur'ân kızdığı için kızardı. Bir şeyi beğenirse, Kur'ân onu beğendiği için beğenirdi. Resulullah (sav) iki şeyden birisini tercih edecek olsa, muhakkak onların en kolay olanını seçerdi. Şayet o kolay olan şey günah bir şey ise, Resulullah (sav) ondan da insanların en uzak duranı olurdu. Ne kötü söz söyler, ne de kimseye kötülük etmek isterdi. Resulullah (sav) konuşurken sözleri birbirine ulamaz, uzatmazdı. Sözü ayıra ayıra söyler, dinleyenlerin gönüllerine sindirirdi. Bir şey anlatırken de kelimeleri tane tane söylerdi. O kadar ki, isteyen onları sayabilir, ezberleyebilirdi." Küçük yaştan itibaren Peygamberimiz (sav)’in terbiyesi altında bulunan, peygamberliğinden sonra da her zaman ve her an onunla birlikte bulunan ve mübarek neslinin devamına vesile olan Hz. Ali ise Sevgili Peygamberimiz (sav)’in ahlâkî güzelliklerini şöyle sıralıyor: " Peygamber (sav) Efendimiz her zaman güler yüzlü, yumuşak huylu ve engin gönüllü idi. Asla asık suratlı, katı kalpli, kavgacı, şarlatan, kusur bulucu, dalkavuk ve kıskanç değildi. Hoşlanmadığı şeyleri görmezlikten gelir, kendisinden beklentisi olan kimseleri hayâl kırıklığına uğratmaz ve onları isteklerinden bütünüyle mahrum etmezdi. Üç şeyden titizlikle uzak dururlardı: Ağız kavgası, boşboğazlık ve faydasız şeyler. Şu üç husustan da titizlikle sakınırlardı: Hiç kimseyi kötülemezler, kınamazlar ve hiç kimsenin ayıbı ve gizli yanlarını öğrenmeye çalışmazlardı Sadece faydalı olacaklarını ümit ettikleri konularda konuşurlardı. Peygamberimiz (sav) konuşurken meclisinde bulunan dinleyiciler, başlarının üzerine kuş konmuşçasına hiç kımıldamadan kulak kesilirlerdi. Kendileri susunca da, konuşma ihtiyacı duyanlar söz alırlardı.” Sahabeler Peygamberimiz(sav)’in huzurunda konuşurlarken asla ağız dalaşında bulunmazlardı. İçlerinden birisi Peygamberimiz (sav)’in huzurunda konuşurken o sözünü bitirinceye kadar hepsi de can kulağıyla konuşulanı dinlerlerdi. Peygamber (sav) Efendimizin katında onların hepsinin sözü, ilk önce konuşanın sözü gibi ilgi görürdü. Sahabelerinin güldüklerine kendileri de güler, onların hayret ettikleri şeylere kendileri de hayretlerini ifade ederlerdi. Huzurlarına gelen gariplerin kaba saba konuşmaları ile yerli yersiz sorularının yol açtığı tatsızlıklara sabrederlerdi. Sahabeler ise onların gelip soru sormalarını çok isterlerdi.” Peygamber (sav) Efendimiz; “İhtiyacının giderilmesini isteyen birisiyle karşılaştığınız zaman ona yardımcı olunuz ” buyururlardı. Peygamberimiz (sav) ancak yapılan iyiliğe denk düşen ve fazla dalkavukluğa kaçmayan övgüleri kabul eder, haddi aşmadığı sürece hiç kimsenin sözünü kesmezdi. Şayet huzurlarında haddi aşacak şekilde konuşulursa o zaman ya konuşanı susturmak, ya da meclisten kalkıp gitmekle ona engel olurlardı." Yine dokuz yıl kadar hizmetinde bulunan Hz. Enes bin Malik de Peygamberimiz (sav)’in bir güzelliğini şöyle açıklamaktadır: " Resulullah (sav), insanların en lütuflu olanı idi. Soğuk bir günün sabahında bile bir kölenin, bir cariyenin, bir çocuğun getirdiği su ile abdest alır, onları geri çevirmezdi. Kendisinden bir şey soranı can kulağıyla dinler, soru soran ayrılıp gitmedikçe Resulullah (sav) onu terk etmezdi. Birisi Resulullah (sav)’in elini musafaha etmek için tutsa, tutan kimse Peygamberimiz (sav)’in elini bırakmadıkça Resulullah (sav) onun elini bırakmazdı.” Peygamberimiz (sav)’in vahiy katibi Zeyd bin Sabit'in yanına birkaç zat gelerek, "Ey Zeyd, Peygamber (sav)’in hal, hareket ve sözlerinden bize haber verir misiniz?" diye sordular. Zeyd bin Sabit de şöyle anlatmaya başladı: " O Yüce Resulden size ne haber vereyim? Siz eğer onun bütün hal, tavır ve sözlerinden sual ederseniz, o öyle bir denizdir ki, sahili yoktur. Fakat bazı hallerinden size bahsedeyim: " Ben Resul-i Ekrem (sav)’in komşusu idim. Kendisine bir vahiy geldiği zaman bana birisini gönderirdi. Ben de huzuruna gider, indirilen vahyi yazardım. Biz huzurlarında dünya işlerinden bahsetsek, kendisi de bizimle beraber dünya işlerinden bahsederdi. Biz âhiret işlerinden bahsetsek, bizimle beraber âhiretle alâkalı meselelerden konuşurdu. Biz yemeğe dair konuşmaya başlasak, bizimle beraber yemek hususundaki bu sözlere katılırdı." Hz. Hatice'nin ilk kocasından olan oğlu Hind bin Ebi Hale-ki bu zat aynı zamanda Peygamber (sav)’in üvey oğludur—Hz. Hasan'ın isteği üzerine Peygamber (sav)’in üstün vasıflarım şöylece dile getirmektedir: " Resulullah (sav) daima düşünceli idi. Onun susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere hiç konuşmazdı. Konuşmaya başlarken de, sözü bitirirken de, Allah'ın adını anardı. Sözleri hak ve doğru olup, birçok manaları veciz bir şekilde az sözle ifade ederdi. Konuşurken ne fazla, ne de eksik söz kullanırdı. Hiç kimsenin gönlünü kırmaz, kimseyi hor görmezdi. En ufak bir nimete bile saygı gösterir, hiçbir nimeti basit görmezdi. Bir nimeti ne hoşuna gittiği için över, ne de hoşlanmadığı için yererdi. Dünya işleri için kızmazdı. Fakat bir hak çiğnendiği zaman öyle bir kızardı ki, o hak yerini buluncaya kadar öfke ve gazabını hiçbir şey, hiçbir kimse önleyemezdi. Buna karşılık, Resulullah (sav), kendi şahıslarına ait bir mesele hakkında kimseye kızmaz ve intikam almayı düşünmez, aksine hilim ve kerem sahibi olarak, kötülük edene iyilikle mukabele ederdi. Kızdığı zaman hemen kızgınlıktan vazgeçer ve kızdığım belli etmezdi. Neşelendiği, ferahlandığı zaman gözlerini yumardı. En fazla gülmesi tebessümdü. Gülümserken de mübarek dişleri parlak inci taneleri gibi görünürdü." HZ. MUHAMMED ( SAV ) GÜVENİLİR BİR İNSANDI Peygamberlerin sıfatlarına baktığımız zaman onlardan birisi de emanettir yani güvenilir olmalarıdır. Bütün Peygamberler emin, güvenilir insanlardı. Hz. Peygamber (sav)’e Mekkeliler daha peygamber olmadan önce kendisine güvendiklerinden, doğru dürüst bir insan olduğu için Muhammedül Emin (Güvenilir Muhammed) lakabını vermişlerdi. Değerli mallarını, eşyalarını kendisine emanet ederlerdi. Hz. Peygamber (sav) bir gün Safa tepesine çıktı ve “ Ey Kureyşliler” diye seslendi. Onun sesini duyanlar dinlemek için etrafına toplandılar. Peygamberimiz (sav) “ Size şu tepenin arkasından bir düşman ordusunun geldiğini söylesem bana inanır mısınız?” Oradakilerin hepsi “ Evet, inanırız. Çünkü senin yalan söylediğini hiç duymadık.” dediler. “ O halde sizi Allah’tan başka İlah olmadığına inanmaya çağırıyorum” dedi. Mekke’den Medine’ye hicret etmeden önce Hz. Ali’yi yatağına yatırmış ve kendisinde bulunan emanetleri sahiplerine vermesini tembih etmişti. Oysaki Mekkeliler evini kuşatmış ve kendisini öldürme planları yapıyorlardı. Onu peygamber olarak kabul etmeyip doğruluğundan, güvenilirliğinden şüphe etmeyenler çoktu. Dostun da, düşmanın da güvendiği, emniyet ettiği, takdir ettiği tek insan; hiç şüphesiz, Resul-i Ekrem (sav) Efendimizdi. Peygamberimiz (sav) bazen çarşı pazarı dolaşır, bir haksızlık ve hile olmaması için kontrolde bulunurdu. Uygunsuz bir şeyle karşılaşırsa, satıcıyı ikaz ederdi. Bir gün Medine çarşısını dolaşırken bir hububat yığınının önünde durdu. Elini içine daldırdı. Eline bir ıslaklık dokundu ve altından, üstünde olmayan şeyler çıktı. Satıcıya döndü: "Nedir bunlar?" diye sordu. Mal sahibi: "Ya Resulallah, yağmur yağmıştı. Ondan ıslanmış olacak" dedi. Peygamberimiz (sav), "Neden ıslak kısmını herkesin görebileceği şekilde üste koymadın?" şeklinde azarladıktan sonra: " Müslümanlar arasında aldatma olmaz. Bizi aldatan bizden değildir" buyurdu. Bir başka ifadesinde de şöyle buyuruyor: " Müslüman Müslümanın kardeşidir. Kusurlu bir malı din kardeşine satan hiçbir Müslümana bu satış helâl olmaz. Ancak satarken malın kusurunu açıklarsa başka..." Hz. Muhammed (sav) gerek peygamberliği döneminde gerekse peygamberlikten önceki dönemde yani hayatının her safhasında güzel ahlak örneği olmuş ve kendisinden kötü ahlak namına hiçbir hareket gözlenmemiştir. Çünkü “ Beni Rabbim terbiye etti, o ne güzel terbiye edicidir” buyurmuştur. HZ. MUHAMMED ( SAV ) MERHAMETLİYDİ Merhamet; katı kalpliliği yumuşatan nefretin üzerine sevginin yerleşmesini sağlayan bir ahlaki erdemdir. O Yüce Resul alemlere rahmet olarak gönderilmiş bir peygamberdir.Onun merhameti; inancı, dini, makamı, rengi, ırkı ne olursa olsun bütün insanlara ve yeryüzünün diğer varlıklarına idi. O öksüzleri, yetimleri, kimsesizleri daima koruyup gözetirdi. Hastayı ziyaret eder, hatırlarını sorardı. Çocuklarla ilgilenir, şakalaşır, başlarını okşar ve onları kucağına alır öperdi. Müşriklerin Müslümanlara yaptıkları işkencelerin artması üzerine bazı Müslümanlar Peygamberimiz (sav)’e gelerek Müşriklere beddua etmesini istediler. O Yüce Resul ise “ Ben dünyaya beddua etmek üzere değil (lanetçi değil) yalnız rahmet olarak gönderildim ” buyurmuştur. Müslümanlara ve kendisine çokça eziyet ve zulüm yapan Mekkelileri Mekke fethedildiği zaman affetmişti. Bir defasında torunu Hz. Hasanı öperken yanında oturan bir adam onun görür ve “ Siz çocuklarınızı öpüp sever misiniz? Benim on çocuğum var hiçbirini öpmedim.” deyince “Allah senin kalbinden merhameti kaldırdı ise ben ne yapabilirim” buyurmuştur. Alemlere rahmet olarak gönderilen o Yüce Rasul merhametle ilgili olarak şöyle buyurmuştur: “ Merhamet edene Allah’ta merhamet eder. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki göktekiler de size merhamet etsin” “ Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” “ Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, muhakkak ki insanlar çevrenden dağılır giderlerdi.. ” Ali İmran 159 HZ. MUHAMMED ( SAV ) HAYVANLARA MERHAMET GÖSTERİRDİ Âlemlere rahmet olarak gönderilen ve bir merhamet denizi olan Sevgili Peygamberimiz (sav)’in şefkat ve merhameti sadece insanlara mahsus değildi. Hayvanları da kapsıyordu. Çünkü, onlar da can ve ruh taşıyordu. Peygamberimiz hayvanlara fazla yük vurulduğunu, aç ve susuz bırakıldıklarını veya bünye ve yaratılışlarına aykırı bir işte kullanıldıklarını görünce, bunu yapmamalarını söylerdi. Peygamberimiz (sav) insanlarla konuştuğu gibi, aynı şekilde hayvanların dilini de anlardı. Onlarla konuşur, dertlerini ve şikâyetlerini dinlerdi. Çünkü hayvanlar Peygamberimiz (sav)’i tanırlardı. Bir sefer esnasında Sahabîler bir kaya kuşu gördüler. Yanında iki de yavrusu bulunuyordu. Birisi gidip yavrularını aldı. Anne kuş gelip başlarının üstünde çırpınarak uçmaya başladı. Peygamberimiz (sav) bunu görünce, "Yavrularını alarak bu hayvanın canını kim acıttı? Yavrularını yerine koyun" buyurdu. Bir seferinde Ensârdan bir zâtın bahçesine girdi. Orada bir deve vardı. Deve Rasulullah (sav)'ı görünce inledi ve gözlerinden yaşlar aktı. Aleyhissalâtu vesselâm deveye yaklaştı ve gözyaşlarını sildi. Hayvan sâkinleşti. "Bu devenin sâhibi kim?" diye sorarak ilgi gösterdi. Ensar'dan bir genç: "O bana aittir Ey Allah'ın Rasulü!" deyip ortaya çıkınca Hz. Peygamber (sav) ona kızdı: "Allah'ın sâna mülk kıldığı bu deve hakkında Allah'tan korkmuyor musun? Bâk! Bu bana şikâyette bulundu. Sen bunu acıktırıyor ve fazla çalıştırarak da yoruyormuşsun” buyurdu. Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resülullah (sav) buyurdular ki: " Bir adam yolda, yürürken susadı ve susuzluğu arttı. Derken bir kuyuya rastladı. İçine inip susuzluğunu giderdi. Çıkınca susuzluktan soluyup toprağı yemekte olan bir köpek gördü. Adam kendi kendine: "Bu köpek de benim gibi susamış " deyip tekrar kuyuya inip, mestini su ile doldurup ağzıyla tutarak dışarı çıktı ve köpeği suladı. Allah onun bu davranışından memnun kaldı ve günahlarını affetti." Resülullah (sav)’in yanındakilerden bazıları: " Ey Allah'ın Resülü! Yani bize hayvanlar (a yaptığımız iyilikler) için de ücret mi var?" dediler. Aleyhissalâtu vesselâm: " Evet! Her "yaş ciğer" (sahibi) için bir ücret vardır" buyurdu." HZ. MUHAMMED ( SAV ) FAKİR VE KİMSESİZLERE MERHAMET GÖSTERİRDİ Peygamberimiz (sav) hep fakir ve kimsesizlerle birlikte bulunmayı tercih eder, gönüllerini alırdı. Bir yerde, toplumun farklı kesimlerinin toplanmış olduklarını görünce, önce fakirlerin yanına gider, onlarla birlikte otururdu. Abdullah bin Amr bin As anlatıyor: " Bir gün mescitte oturuyordum. Bazı fakir kimseler bir köşeye toplanmış sohbet ediyorlardı. Resulullah (sav) içeri girdi. Başka bir tarafa yönelmeden doğruca fakirlerin yanına gitti. Ve onlara, fakir muhacirlere zenginlerden önce Cenneti müjdeledi. Hepsinin de yüzü güldü. Ben de onlardan birisi olmadığım için üzüldüm." Peygamberimiz (sav), kendisini, toplumun zayıf ve kimsesizlerinden üstün görme duygusuna kapılanları da uyarır; her tabakanın devamlı birbirlerine muhtaç olduklarını söylerdi. Sa'd bin Ebi Vakkas'ın kendisini fakirlerden üstün gördüğünü hissedince, onu şöyle ikaz etti: " Sizin elde ettiğiniz başarı ve bereket fakirlerin emeklerinin eseridir. Siz, varlığınızı bu fakir insanlara borçlusunuz." Yine Peygamberimiz (sav), toplum içinde, belli bir yeri bulunmayan biçarelere zayıflıklarından dolayı önem verilmemesini asla hoş karşılamaz, onların da halini sorup öğrenmek arzu eder, sonra da ihtiyaçlarını karşılardı. Peygamberimiz (sav)’in Mescidini temizleyen fakir, zenci bir kadın vardı. Bir gün Resulullah (sav) onu göremeyince nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediler. Onun ölümüne kimse önem vermemişti. Resulullah (sav), "Bana haber vermeniz gerekmez miydi?" dedi ve mezarına gitti, iki rekât namaz kıldı. Sonra şöyle dua etti: " Allah'ım, bu mezarın içini nurla doldur, benim kıldığım namaz sebebiyle nurlandır." Peygamberimiz (sav)’in kalbine ve engin rahmetine en yakın olanlar, fakir ve kimsesiz insanlardı. Onları devamlı korur, diğerleri ile eşit davranırdı. Bununla da kalmaz; fakirlere, fakirliğin bütün ezikliğini ve zilletini unutturacak şekilde yakınlık gösterirdi. Zaten Peygamberimiz (sav)’in aile hayâtı ve şahsi yaşayışı da onlardan farklı değildi. O hep sade ve basit yaşamayı tercih ederdi. Dualarında da Allah'tan böyle bir hayât isterdi. " Allah'ım, beni fakir yaşat. Hayâttan fakir olarak ayrılayım. Beni mahşerde fakirler arasında hasret" diye dua ediyordu. Hz. Âişe bunun sebebini sorunca şöyle açıkladı: " Onlar, Cennete herkesten önce girecekler. Ey Âişe, yarım ölçek hurma da olsa fakiri boş çevirme. Fakirleri sev, onlara yakın ol ki, kıyamet gününde Allah da sana yakın olsun." Bir gün Peygamberimiz (sav) otururken bir adam geçti. Yanındakine sordu: " Bu adamı nasıl bilirsin?" Şöyle cevap verdi: " Bu zengin ve etkin birisidir. Ne derse yaparım." Peygamberimiz (sav) bir şey demedi. Az sonra birisi daha geçti. Peygamberimiz aynı soruyu bunun hakkında da sordu ve şu cevabı aldı: " Bu adam fakir Müslümanlardan birisidir. Ona ne kızımı verir, ne de dediğini yaparım." Böyle bir sözü hoş karşılamayan Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: " Dünyanın bir tarafı az önce geçen zengin kişilerle doldurulsa, bir tarafına da bu fakir adam konulsa, fakir adam onların hepsinden daha ağır gelir ve onlardan daha hayırlıdır." HZ. MUHAMMED ( SAV ) İNSANLARA DEĞER VERİRDİ Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) insanların ırkına, rengine, makam, mevkisine, zenginlik ve fakirliğine bakmadan onlara sırf Allah yarattığı için, insan oldukları için değer verirdi. Çünkü Allahu Teala “Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık” buyurmaktadır. Kendisiyle konuşan insanları dinler, yüzünü konuşan insandan başka bir yere çevirmez, sözünü kesmezdi. İnsanlarla karşılaştığında selam verir, ellerini sıkar, hal ve hatırlarını sorardı. İnsanlar hakkında kötü zanda bulunmaz, onların kusurlarını araştırmaz ve yüzlerine vurmazdı. İnsanlara karşı kin gütmez, intikam almayı düşünmezdi. İnsanların davetine katılır, onlarla sohbet eder, hastaları ziyaret eder, dertli olanların dertleriyle alakadar olurdu. Fakiri fakirliğinden dolayı küçük görmez, zengine zenginliğinden dolayı iltifat etmezdi. Herkese aynı şekilde muamele ederdi. Kimseyle alay etmez, kötü lakap takmazdı. İnsanlarla olan ilişkilerinde alçakgönüllü, şefkatli, hoşgörülü ve sabırlıydı. Bir gün huzurunda konuşurken titreyen bir adama “Arkadaş rahat ol. Ben kral değilim. Ben sadece Kureyş'ten kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum” buyurmuştur. Hz. Enes, şöyle anlatıyor: " Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Resulullah (sav) ile bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Resulullah (sav)elini çekmezdi. Biriyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Resulullah (sav) o kimseden yüzünü çevirmezdi. Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı. Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunurdu. Oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder, kendisi açık yere otururdu. Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmeden yahut gitmek üzere ayağa kalkmadan sohbetine devam ederdi. Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi. Medineli bir çocuk gelir, Resulullah (sav)’in elinden tutar, istediği yere götürürdü. Resulullah (sav), gitmem demezdi.” HZ. MUHAMMED ( SAV ) CESARETLİYDİ Yüzyıllar boyu putlara tapmış, taştan, ağaçtan heykelleri tanrı belirlemiş bir toplumda öne atılıp sadece Allah’a kulluk etmenin bayrağını açmak büyük cesaret isteyen bir iştir. Allah’a olan imanı ile putperestlerin tepkilerinden korkmaksızın insanları bir olan Allah’a çağırmıştır. Kureyşli müşrikler Peygamberimiz (sav)’i davasından vazgeçirmek için her çareye başvurmuşlardı. İşkence etmişler, eza-cefa yapmışlar, ibadetine engel olmak istemişler, mal, mülk, reislik teklif etmişler, şair, büyücü, mecnun gibi iftiralarla sarsmak istemişler fakat ne Peygamber (sav)’i nede ilk Müslümanları davalarından vazgeçirebilmişlerdi. Bir gurup Peygamber (sav)’in amcası Ebu Talibe giderek: “ Senin kardeşinin oğlu, ilahlarımıza hakaret ediyor, atalarımızın sapıklık içinde yaşadıklarını söylüyor, bize de ahmak diyor. O halde ya onun tarafına geç veya onu himayeden vazgeç de aramızda ki meseleyi halledelim” diye şikayette bulunmuşlardı. Ebu Talib yeğeni Hz. Muhammed (sav)’e durumu anlattıktan sonra Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “ Ey amcacığım! Bu işten vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseler bile Allah Teala bu dini üstün kılıncaya veya ben bu uğurda ölünceye kadar vazgeçmeyeceğim.” Peygamber (sav)’in söylediklerini dinleyen amcası Ebu Talibte: Gel ey kardeşimin oğlu! Git dilediğini söyle! Allah’a yemin ederim ki, seni asla onlara teslim etmem. Hicret esnasında Ebu Bekir’le beraber Sevr mağarasında iken Müşrikler mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi. Allah Resulü (sav) Ebu Bekir’e “Korkma Allah bizimle beraberdir.” buyurmuştur. Bir gün Medine dışında bir gürültü duyulmuş ve düşmanın saldırdığı sanılmıştı. Peygamber (sav) herkesten önce atına atlayarak olay yerine ulaşmış ve arkasından yetişenlere endişelenecek bir şey yok diye teskin etmişti. 630 yılındaki Huneyn savaşında İslam ordusu dar bir geçitte düşman ordularının ani saldırısına uğradı ve dağıldı. Allah Resulü atını düşmana doğru sürerek “Nereye gidiyorsunuz. Ben Allah’ın Resulüyüm. Ben Abdulmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'im” diyerek ordusunu topladı. O Yüce Resul “Allah’ım korkaklıktan sana sığınırım” diye dua ederdi. HZ. MUHAMMED ( SAV ) ADALETLİYDİ Hakkı gözetmek demek; adil olmak herkesin hakkını vermek demektir. Hz. Muhammed (sav) Peygamberlikten önceki dönemde Mekke’de yapılan haksızlıkları ortadan kaldırmak amacı ile kurulan Hılful Fudul (Faziletliler Antlaşması) cemiyetinde bulunmuştu. Peygamberliği döneminde yine böyle bir topluluğa davet edilse katılacağını belirtmiştir. Kureyş kabilesinden saygın bir aileye mensub bir kadın hırsızlık yapmıştı. Kureyşliler bu kadının ceza görmesini istememişler ve Üsame b. Zeyd'i aracı kılmışlardı. Bunun üzerine Allah Resulü “ Ey İnsanlar sizden önceki milletlerin yıkılmalarının sebebi şudur: Onların aralarında makam mevki sahibi kimselerden biri hırsızlık yapınca gereken ceza verilmezdi. Şayet makam ve mevki sahibi olmayan biri hırsızlık yapınca onu hemen cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fatıma aynı suçu işleseydi gereken cezayı verirdim” buyurmuştur. Vefatından önce hastalanmıştı. Bu esnada Ashabına şöyle buyurmuştur. “ İşte malım kimin malını aldıysam alacağı varsa gelsin alsın. İşte sırtım kime vurdu isem gelsin vursun” Hz. Peygamber (sav) asla haksızlıklara tahammül edemez ve haksızlık karşısında susanı dilsiz şeytan olarak nitelendirirdi. Bir bedevi Rasûlullah (sav)’e gelerek, Efendimiz de bulunan alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hatta: "Borcunu ödeyinceye kadar seni tâciz edeceğim" dedi. Ashab-ı Kiram hazretleri bedeviyi azarlayıp: "Yazık sana! Kiminle konuştuğunu bilmiyorsun galiba!" dediler. Adam: "Ben hakkımı talep ediyorum" dedi. Aleyhissalâtu vesselâm, ashabına: "Sizler niçin hak sahibinden yana değilsiniz?" buyurdu ve Havle Bintu Kays radıyallahü anhâ'ya adam göndererek: "Sende kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz" dedi. Havle: "Hay hay! Babam sana kurban olsun Ey Allah'ın Resûlü!" dedi. Kadın, Rasûlullah (sav)'a borç verdi, O'da bedeviye olan borcunu kapadı ve ayrıca yemek ikram etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevi: "Borcunu güzelce ödedin. Allah da sana mükafatını tam versin" diye memnuniyetini ifade etti. Peygamberimiz (sav), adaleti uygularken din farkı gözetmezdi. Hak sahibi bir Yahudi de olsa, Müslümandan hakkını alır, ona verirdi. Sahabîlerden Ebû Hadrad, bir Yahudiden bir miktar borç almıştı. Vade dolmuş, Yahudi de ısrarla parasını istiyordu. Fakat Ebû Hadrad'ın sırtındaki elbisesinden başka bir malı yoktu. O sırada Peygamberimiz (sav) Hayber Savaşı için hazırlıkta bulunuyordu. Bu sefer Yahudilerin üzerineydi. Mesele Peygamberimiz (sav)’e iletildi. Ebû Hadrad, Yahudiden biraz süre istediyse de, Yahudi buna razı olmamıştı. Sahabîyi kolundan tutup Peygamberimiz (sav)’in huzuruna getirdi. Alacağını tahsil etmesini istedi. Ebû Hadrad, verecek bir şeyinin olmadığını, Hayber'in fethinden sonra eline ganimet olarak bir şey geçerse vereceğini söyledi, ancak Yahudi diretiyordu. Sonunda Peygamberimiz (sav) fakir Sahabîsine sırtındaki elbisenin bir kısmını satarak borcunu ödemesini söyledi. Ebû Hadrad da öyle yaptı. İşte Peygamberimiz (sav) Yahudilerin üzerine bir sefer hazırlığı yaptığı sırada, gözü gibi koruduğu, evlatlarından daha fazla üzerlerine düştüğü Sahabîlerinden birine karşı, hak sahibi olduğu için Yahudinin hakkını arıyordu. Ebû Said el-Hudri'nin anlattığına göre, Peygamberimiz (sav) bir seferinde savaşta ele geçen malları Sahabîleri arasında paylaştırıyordu. Müthiş bir izdiham vardı. Çok kalabalıktılar. Öyle ki, Sahabîlerden birisi Peygamber (sav)’in sırtına çıkarcasına üzerine abanmıştı. Peygamberimiz (sav), elinde bulunan ince hurma çubuğuyla o kişiye işaret ederek bir tarafa çekilmesini istedi. Çubuğun uç kısmı adamın yüzüne gelerek birazcık çizdi. Bunun farkında olan Peygamberimiz (sav) elindeki sopayı o kişiye verdi ve, "İşte yüzüm, gel, sen de benden hakkını al" dedi. Fakat Resulullah (sav)’i canından fazla seven Sahabî, "Ya Resulallah, ben hakkımı helâl ediyorum, sizi bağışlıyorum" dedi ve vazgeçti. “ Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, kendini, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adaletten sapmayın, (şahitliği) eğer, büker (doğru şahitlik etmez), yahut şâhidlik etmekten kaçınırsanız (biliniz ki) Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Nisa Suresi 135 HZ. MUHAMMED ( SAV ) SABIRLIYDI Sabır; beklenmedik olaylar karşısında yılmamak, tedirgin olmamak, ümitsizliğe kapılmamak ve tahammül göstermektir. Allahu Teala sabredenlere mükafatını hesapsızca vereceğini müjdelemiştir. Hz. Muhammed (sav) yetim olarak dünyaya gelmiş, küçük yaşta anne ve dedesini kaybetmişti. Yedi çocuğundan altı tanesi sağlığında vefat etmiş bütün bunları sabırla karşılamıştı. Peygamberliği döneminde çok sıkıntı çekmiş, üzerine pislik atılmış, öldürülmek istenmiş, geçeceği yollara dikenler atılmış, ilk Müslümanlar da sayısız işkencelere tabi tutulmuş, aç susuz bırakılmış ve hatta öldürülmüşlerdi. Ama Yüce Resul bunların hepsine tahammül göstermiş ve sabretmişti. Taif seferi dönüşünde taşlanmış, her tarafı kan revan içinde kalmış, Uhud Savaşında mübarek yüzünden yaralanmış ve dişi kırılmıştı. Ama o yinede hepsine tahammül göstermiş ve bunları yapanlar hakkında bedduada bulunmamış, Mekke fethedildiği zaman hepsini affetmişti. İnsan geçici olan musibetlere dayanabilir, fakat peş peşe, arka arkaya gelen zincirleme felâketlere sabretmesi oldukça güçtür. İşte Peygamberimiz (sav), hayâtı boyunca her çeşit musibete uğradığı halde, sabır ve azminden, tevekkül ve itimadından hiçbir şey kaybetmemiştir. Felâketler arttıkça onun da dayanma gücü artmıştır. Bu sabrı sonunda düşmanlar dize gelmiş, yılmışlar, bazıları da düşman oldukları İslâmı kabul ederek, sonunda Peygamber safında yer almışlardır. O Yüce Resul şahsına yapılan her şeyi affetmiştir. Ama dine ve Allah’a yapılan bir hürmetsizlik söz konusu ise, o zaman insanların en şiddetlisi olurdu. “ Doğrusu kim Allah’tan korkar ve düştüğü felakete sabrederse muhakkak ki Allah iyilik edenlerin mükafatını boşa çıkarmaz” Yusuf Suresi 90 “ Ey iman edenlere sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir” Bakara Suresi 133 “ Muhakkak ki sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme gibi şeylerle imtihan ederiz, sabredenleri müjdele.” Bakara Suresi 155 “ Müminin hali ne güzeldir. Onun her işi kendisi için bir hayırdır. Bolluk içinde olur şükreder bu onun için bir hayırdır. Darlığa düşer sabreder bu onun için bir hayırdır.” Hadisi Şerif HZ. MUHAMMED ( SAV ) VERDİĞİ SÖZDE DURURDU Herhangi bir konuda verilen sözün yerine getirilmesi güzel bir ahlaki davranıştır. Aksine hareket etmek ise çok çirkindir ve Müslüman’a yakışmayan bir harekettir. Sözün yerine getirilmemesi Allah ve kul hakkının çiğnenmesi demektir. Peygamber (sav) insanların en vefalısı idi. Söz verdiğinde mutlaka sözünde dururdu. Abdullah bin Ebi'l-Hamsa, Peygamber (sav) ile olan ticarî bir hatırasını şöyle anlatmaktadır: "Peygamberliğinden önce Resulullah (sav) ile birlikte bir alış verişte bulunmuştuk. Bu alış verişten kendisine biraz vereceğim kalmıştı. Onu, 'Bulunacağın falan yere getireceğim' diye söz vermiştim. Fakat verdiğim bu sözü iki gün unuttum. Üçüncü gün hatırlayıp sabahleyin gittiğim zaman onu yerinde buldum. Bana, 'Delikanlı, sen beni sıkıntıda bıraktın. Ben şuracıkta üç gündür seni bekliyorum' buyurdu." Hudeybiye Antlaşmasının maddelerinden biri “Kureyşliler'den birisi velisinin izni olmadan Medine’ye sığınırsa geri verilecekti” Antlaşmanın imzalandığı sırada bir kimse Mekke’den kaçarak Peygamberimize sığındı. Antlaşma gereği Mekkelilerce geri istendi. Aksi takdirde antlaşmanın geçersiz olacağı söylendi. O Yüce Resul Ebu Cendel’e “Şu kavimle aramızda barış yazısı tamamlandı. Sen biraz daha katlan. Allah’tan bunun ecrini ve mükafatını iste. Verdiğimiz söze vefasızlık edemeyiz” buyurdu. Onu içi sızlayarak ta olsa Mekkelilere teslim etti. Peygamberimiz en sıkışık ve en zor şartlar altında bulunsa dahi, verilen sözde durmayı, netice kendisinin aleyhine de olsa hiçbir surette vefasızlık göstermemeyi tavsiye etmiştir. Bedir Savaşı için hazırlıklar yapılıp İslâm ordusu Medine'den ayrıldığı sırada Huzeyfe el-Yemâni ile babası Huzeyl, Peygamberimizle birlikte çarpışmak üzere yola çıkmışlardı. Müşrikler, baba-oğulu yolda görerek sorguya çektiler: " Siz herhalde Muhammed'in yanına gitmek istiyorsunuz." " Evet, bizim bundan başka bir niyetimiz yoktur" dediler. Bunun üzerine müşrikler, onlardan Medine'ye dönmek, Peygamberimiz (sav)’le birlikte savaşta bulunmamak üzere söz aldılar. Bir müddet sonra Huzeyfe ile babası Bedir'de Peygamberimiz (sav)’in huzuruna gelerek mücahitlerle birlikte savaşmak istediklerini söylediler, müşriklerle aralarında geçen hadiseyi de anlattılar. Peygamberimiz (sav), onların müşriklere verdikleri sözü öğrenince, insan gücüne o anda çok fazla ihtiyacı olmasına rağmen onlara şöyle dedi: " Hayır, siz Medine'ye dönün. Onlara verdiğiniz sözü yerine getirin. Biz de müşriklere karşı Allah'tan yardım isteriz. Onun yardımı bize kâfidir." “ Verdiğiniz sözleri yerine getiriniz. Çünkü ahitlerinizden sorumlusunuz” İsra Suresi 34 “ Münafıklığın alameti üçtür. 1- Konuştuğu zaman yalan konuşur. 2- Söz verdiği zaman sözünde durmaz. 3- Emanete ihanet eder.” Hadisi Şerif HZ. MUHAMMED ( SAV ) AFFEDERDİ, HOŞGÖRÜLÜYDÜ Hoşgörü bir şeyi anlayışla karşılamak, hoş görmektir. İnsanın kendisine yapılan kusur ve kabahatleri, kabalık ve görgüsüzlükleri insanların hatalarını onları kırmadan düzeltmeye çalışmaktır. Hz. Peygamber (sav) kötülüğe kötülükle karşılık vermezdi, affeder, bağışlar ve hoş görürdü. Hiç kimseye beddua etmez herkesin iyiliğini isterdi. Hiç kimsenin kusurunu açığa çıkarmaz, kimsenin ayıbını ortaya koyup utandırmazdı. Bir kimsede uygunsuz bir davranış gördüğü zaman o kişinin adını anmaksızın düzeltmeye çalışırdı. “Bazılarına ne oluyor ki şöyle şöyle diyorlar, şöyle şöyle yapıyorlar” diyerek onun kaçınılması gereken bir davranış olduğunu belirtirdi. O Yüce Rasul “Kim bir Müslüman’ın ayıbını örterse Allah’ta Kıyamet günü onun ayıbını örter” buyurmuştur. Hz. Aişe Validemiz şöyle buyuruyor: ” Ben Hz. Peygamber (sav)’in kendi şahsına yapılan bir haksızlığın öcünü aldığını hiç görmedim. Yalnız Allah’a hürmetsizlik ifade eden durumlar hariç. Eğer biri Allah’a hürmetsizlikte bulunmuş ise Allah Resulü bu konuda insanların en öfkelisi olurdu.” Enes b. Malik şöyle anlatıyor: “ Allah’ın Resulüne on sene hizmet ettim. Bana hiçbir zaman öf bile dememiştir. Yanlış bir iş yapsam niçin yapmadın demezler. Lüzumlu bir işi terk ettiğim zaman niçin terk ettin demezlerdi. Rasulullah (sav) insanların en güzel ahlaklısı idi” Hz. Enes, bir ihmalinden dolayı Peygamberimiz (sav)’in kendisini ikaz edişini şöyle anlatır: " Resulullah (sav), bir gün beni bir iş için bir yere gönderdi. Ben 'Vallahi gitmem' dedim. Halbuki içimden Resulullahın beni gönderdiği yere gitmek geliyordu. Dışarı çıktım, çocukların yanına uğradım, onlar sokakta oynuyorlardı. Ben de aralarına karıştım, oynamaya başladım. Derken Resulullah (sav) geldi, arkamdan başımı tuttu. Yüzüne baktım, gülüyordu: " Enescik, seni gönderdiğim yere gittin mi?' diye sordu. "Evet, gidiyorum yâ Resulallah' dedim." Bu üstün vasıflardır ki, düşmanları tarafından bile takdir edilmiş, sevilmiş ve sevgisini onların kalbine de ulaştırarak, ebedî kurtuluşlarına vesile olmuştur. Peygamberimiz (sav) savaş dışında, düşmanlarından kendine sığınan, teslim olan ve bağışlanmayı dileyenleri yüz üstü çevirmemiştir. Ricalarını kabul ederek affetmiştir. Peygamber Efendimizin güzel ahlâkından birisi de affedici ve bağışlayıcı olmasıdır. Peygamberimiz kendi yakınlarına ve Sahabîlerine devamlı hoşgörülü olduğu gibi, düşmanlarını da, özellikle onlar güçsüz bulundukları ve teslim oldukları zaman bağışlamış, suçlarını affetmiş, sonunda da pekçoğunun iman etmesine vesile olmuştur. Hz. Aişe validemizin de buyurduğu gibi, Peygamberimiz yaratılışı icabı, kendisine kötülük edene kötülükle karşılık vermez; affeder ve intikam almaya da yanaşmazdı. Peygamber (sav) savaş dışında, düşmanlarından kendine sığınan, teslim olan ve bağışlanmayı dileyenleri yüz üstü çevirmemiştir. Ricalarını kabul ederek affetmiştir. Peygamberimiz (sav) kalabalık ordusuyla Mekke'nin fethi için yola çıktığı, Mekke'ye yaklaştığı ve şehre girdiği sırada, düşmanlarının pek çoğu çaresiz kalarak eline düşmüş, zelil bir vaziyette önüne yığılmışlardı. Fakat Peygamberimiz (sav) imkânı olduğu, gücü yettiği halde, rahmet Peygamberi olduğunu bir sefer daha göstermiş, düşmanlarım affetme büyüklüğünü ilan etmiştir. Zaten Rabbi de kendisine böyle tavsiye etmiyor muydu? "Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, cahillerden de yüz çevir." (Araf Sûresi, 199.) Peygamberimiz (sav)’in Mekke'yi fethe çıkan ordusunun şehre yaklaştığını öğrenen Mekke müşriklerinin içini bir korku sardı. Mekke'nin eski reisi Ebû Süfyan yanına iki kişi daha alarak ordu hakkında bilgi edinmek istedi. Ancak yolda giderken Müslüman askerleri tarafından yakalandı. Peygamberimiz (sav)’in amcası Hz. Abbas ellerinden alarak onu Peygamberimiz (sav)’in huzuruna getirdi. Ebû Süfyan, Hicretten önce Peygamberimiz (sav)’e Mekke'de bulunduğu süre içinde her türlü işkence ve eziyeti yapmaktan geri kalmamıştı. Medine'ye hicretinden sonra da onu rahat bırakmadı. Peygamberimize karşı yapılan bütün düşmanca hareketlerin başında o bulunuyordu. Kureyş'in başına geçerek müşrikleri devamlı Müslümanların aleyhine geçiriyor, ordu kurarak savaşa hazırlıyordu. Uhud ve Hendek savaşlarında müşrik ordusunda başkumandandı. Bu savaşlarda pekçok Müslümanın kanını dökmüştü. İşte böyle bir müşrik reisi Peygamberimiz (sav)’in karargâhına getirildi. Bir gece bekledikten sonra da İslâmı kabul etti. Peygamberimiz (sav) kendisine yaraşan büyüklüğü gösterdi. Onu affetti. Bununla da kalmayarak, ona bazı imtiyazlar verdi. "Ebû Süfyan'ın evine kim girerse güvendedir" dedi. Peygamberimiz (sav)’in affı sayesinde baş düşman, dostlar sınıfına geçti. Peygamber ordusu Mekke'ye girince, İslâm safına giren pekçok insan bulunuyordu. Ebû Süfyan'ın hanımı Hind de Kureyş kadınlarıyla birlikte yüzü örtülü olarak Peygamberimiz (sav)’in huzuruna geldi. Müslüman olarak affını diledi. Peygamberimiz (sav) onu tanımıştı. Fakat belli etmedi. Yaptıklarını hiç yüzüne vurmadan affetti. O Hind ki, Uhud Savaşında Kureyş kadınlarıyla birlikte def çalıp şarkı söyleyerek müşrikleri savaşa kızıştıranların başında geliyordu. Peygamberimiz (sav)’in sevgili amcası Hz. Hamza şehit düşünce, onu parça parça etmiş, kin ve ihtirasını yenemeyerek ciğerini çıkarıp dişlemişti. Bu hali gören Peygamberimiz (sav)’in içi parçalanmıştı. Fakat onun affı her zaman üstün geldi. En azılı can düşmanını bile, iman ettiği için affetti. Bu esnada nefreti sevgiye dönüşen Hind, "Bugün senin meclisinden daha sevimli bir meclis görmüyorum" diyerek takdirini gizleyememişti. Hz. Hamza'nın katili Vahşi de Mekke'den kaçarak bir müddet kabileler arasında gizlendi. Fakat emin bir yer bulamıyordu. Sonunda birisi kendisine "Sen kendin için en güvenli yeri ancak onun yanında bulabilirsin; git, Resulullah (sav)’den af dile" dedi. Vahşi çekinerek ve sıkılarak Resulullah (sav)’in huzuruna girdi. Peygamberimiz (sav) Vahşi'yi görür görmez başını yere eğdi. Ona bakamıyordu. O anda amcasını hatırlamıştı. Hz. Hamza'nın al kanlar içinde bulunan başı gözünün önüne geldi. Mübarek gözlerinden yaşlar boşandı. Katil, karşısındaydı. Kısas yapabilirdi. Kimse de bir şey diyemezdi. Fakat o yine büyüklük göstererek Vahşi'yi affetti. Fakat bir daha gözüne görünmemesini söyledi. Çünkü her gördükçe gözünün önüne Hz. Hamza geliyor, içi yanıyordu. Ebû Cehil ve oğlu İkrime, Peygamberimiz (sav)’i her seferinde sıkıntıya sokan, ona eziyet vermek için elinden geleni yapan iki din düşmanıydı. Ebû Cehil, Peygamberimiz (sav) Kabe'de namaz kılarken üzerine deve işkembesi atan, arkasına geçip hücum ederek abasıyla boğmak isteyen, Peygamberimiz (sav)’i öldürmek için tuzaklar kuran, Müslümanlardan gelen bütün barış tekliflerini reddederek Bedir Savaşını körükleyen azılı bir düşmandı. Oğlu İkrime de babasıyla birlikte hareket ediyor, Peygamberimize düşmanlıkta önde gidiyordu. İslâm ordusu Mekke'ye girince İkrime korkusundan Yemen'e kaçtı. Fakat hanımı Müslüman olmuştu. Peygamberimiz (sav)’in büyüklüğünü tanıyor, bağışladığı insanları yakından görüyordu. Kölesini yanına alarak kocasının peşine düştü. Yemen'de buldu. Peygamberimiz (sav)’den kendisini affedeceği hususunda teminat aldığını söyledi. Medine'ye geldiler. Peygamberimiz (sav) İkrirne'nin geldiğini duyunca onu karşılamak için çıktı. Öyle acele etti ki, sırtından hırkası bile yere düşmüştü. Onu güleryüzle karşıladı. "Merhaba ey süvari muhacir" diyerek kucakladı ve iltifatta bulundu. İman eden İkrime, Peygamberimiz (sav)’e yaptıklarından dolayı mahcuptu. Fakat rahmet Peygamberi, Müslüman olan İkrime'ye şöyle dua etti: "Allah'ım, İkrirne'nin bana yaptığı bütün kötülükleri, Senin nurunu söndürmek için attığı her adımı affet. Yüzüme karşı ve gıyabımda söylediği sözleri de affet." Peygamberimiz (sav)’in affı en azılı bir düşmanını bile kuşatmıştı. Hebbar bin Esved, gözü dönmüş bir Peygamber düşmanıydı. Her fırsatta Müslümanlara eziyet etmekten zevk duyuyordu. Pekçok Müslümanın canına kıymıştı. Bununla kalmamış, hicret esnasında Peygamberimiz (sav)’in kızı Zeyneb'i devesinden iterek düşürmüştü. Hamile bulunan Hz. Zeynep çocuğunu düşürdü. Bir müddet sonra da bu hastalıktan vefat etti. Böylece Peygamberimiz (sav)’in kan düşmanı da olmuştu. Mekke'nin fethi günü Peygamberimiz (sav) onun kanını helal kılmıştı. Görüldüğü yerde öldürülecekti. Hebbar çok korkuyordu. İran'a kaçmayı düşündü. Fakat daha sonra bundan vazgeçti. Akıllı davranarak Peygamberimiz (sav)’in huzuruna gitti. Ona iltica etti. "Ya Resulallah, önce İran'a kaçmayı kararlaştırdım. Fakat sizin büyük affınızı, benzersiz müsamahanızı düşünerek işte huzurunuza geldim. Yaptığım bütün suçlarımı itiraf ediyorum. Sizden af diliyorum" dedi. Peygamberimiz (sav) af kapısını ona da açtı. Samimi itirafları üzerine Hebbar'ı bağışladı. HZ. MUHAMMED ( SAV ) ZAMANININ İYİ DEĞERLENDİRİRDİ Hz. Muhammed (sav) zamanının en iyi şekilde değerlendirirdi. O gününü üç bölüme ayırmıştı. Bir kısmını ibadet için, bir kısmını aile bireyleri için, bir kısmını da insanlar için ayırmıştı. Onun hayatı her zaman planlı ve düzenli idi. Müslümanlarla her konuda sohbet ederdi. Hatta zaman zaman onlara gönül alıcı şakalar da yapardı. Onun şakaları bile ders verici, öğretici idi. O Yüce Rasul şöyle buyurmuştur. “ İki nimet vardır ki çoğu zaman insanlar onun kıymetini iyi bilmezler. Sağlık ve Boş vakit ” “ Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini iyi biliniz. Ölüm gelmeden önce hayatın, Hasta olmadan önce sağlığın, Meşguliyet gelmeden önce boş vaktin, İhtiyarlıktan önce gençliğin, Yoksulluktan önce zenginliğin” HZ. MUHAMMED ( SAV ) DANIŞARAK İŞ YAPARDI İstişare; yapılacak bir iş konusunda uygun görülen kimselere danışmak onların fikir ve düşüncelerine başvurmak ve yararlanmak demektir. Allahu Teala Kuranı Kerimde Hz. Peygamber (sav)’e istişare etmesini emretmiştir. “Onlarla istişare et. Karar verdin mi Allah’a güven. Doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever “ Ali İmran Suresi 159 Hz. Peygamber (sav) de bu emir doğrultusunda dinle ilgili olmayan konularda veya hakkında vahiy bulunmayan dini konularda daima arkadaşlarına danışarak karar vermiştir. Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarında Ashabıyla istişare etmiş ve çoğunluğun kararına göre hareket etmiştir. Mesela hendek kazma fikri Selman'ı Farisi isimli bir sahabeden çıkmıştır. Herhangi bir konuda danışarak iş yapmak Yüce Allah’ın bir emridir. Bu aynı zamanda Müslüman’ın bir özelliğidir. Yüce Allah bu konuda “ Onların işleri, aralarında hep istişare iledir “ buyurmaktadır. Şura Suresi 38 Atalarımızda “ Akıl akıldan üstündür” “ Danışan dağlar aşmış, danışmayan düz yolda şaşmış” demişlerdir. O bir Peygamberdir ve bizim için en güzel örnektir. Bizde aynı şekilde işlerimizde bilenlere, büyüklerimize danışarak işlerimizi yapmalıyız. Böyle yapınca hem Peygamberimiz (sav)’in sünnetine uymuş, hem de işlerimizde yanılma payını azaltmış oluruz. HZ. MUHAMMED (SAV) YETİMLERE ŞEFKATLE DAVRANIRDI Peygamber (sav)’in yetim çocuklara apayrı bir şefkati vardı. Onlara çok müşfik davranırdı. Kendisi de yetim olarak büyüdüğü için, yetimliğin ne kadar acı ve zor olduğunu biliyordu. Yetimlere olan merhametinden dolayı, devamlı olarak onları korur, haksızlığa uğradıkları zaman haklarını arardı. Peygamberimiz (sav)’in kendi evinden de yetim eksik olmazdı. Hz. Hatice ile evlendiğinde, Hatice validemizin ölen kocasından Hind isminde bir erkek çocuğu vardı. Peygamberimiz (sav) o yetime kendi öz çocuğu gibi bakmış, yetiştirmişti. Kocası öldüğü halde çocuklarının başında bekleyen, onları büyütüp yetiştiren, hayâta hazırlayan, edep ve ahlâk öğreten, dul bir hanımın, Peygamber (sav)’in gözünde çok büyük yeri vardır. Şöyle buyuruyorlar: "Cennetin kapısını ilk önce ben açacağım. Bununla birlikte bir kadının Cennetin kapısını açmak üzere beni geçtiğini görünce: "Ne oluyor, sen kimsin?" diye sorarım. O da: "Dünyada iken yetim kalan çocuklarımın başını bekleyen bir kadınım" diye cevap verir. Ebû Cehil, bir yetimin vasisiydi. Çocuğun bütün malı yanındaydı, fakat ona koklatmıyordu. Bir gün çocuk aç ve çıplak olarak geldi, malından birşey istedi. Ebû Cehil, azarlayarak yanından kovdu. Sonra da Kureyş'in ileri gelenleri çocukla alay ederek, "Muhammed'e git de, sana yardımcı olsun" dediler. Onların bu kötü niyetini anlamayan saf ve masum çocuk doğruca Peygamberimiz (sav)’e gitti. Halini arz etti. Peygamberimiz (sav) çocuğu yanına alarak Ebû Cehil'in bulunduğu yere geldi. Yetimin hakkını vermesini söyledi. Peygamberimiz (sav)’i karşısında gören Ebû Cehil hiç itiraz etmeden yetimin malım iade etti. Ebû Cehil'in bu uysallığını gören müşrikler, "Sen de sapıttın, Muhammed gibi çocuklaştın" diye onu küçümsediler. Ebû Cehil tuhaf bir haldeydi. Onlara şöyle dedi: " Hayır, siz de benim yerimde olsaydınız, aynı şeyi yapardınız. Çünkü onun sağında ve solunda birer mızrak gördüm. Vermeyecek olsam bana saplanacaktı." Peygamberimiz (sav) bir bayram namazından sonra mescitten çıktığında, çocukların neşe ve sevinç içinde oynadıklarını gördü. Bir duvarın dibinde de perişan kılıklı ve mahzun bir çocuk ağlayıp duruyordu. Dikkatim çekti. Doğru onun yanına vardı. " Yavrum, neyin var, niçin böyle üzgün duruyorsun? Arkadaşlarınla birlikte niçin oynamıyorsun?" Çocuk bir yetimdi. Babası Uhud'da şehit olmuştu. Annesi de başka biriyle evlenince çocuk sahipsiz kalmıştı. Resul-i Ekrem (sav) Efendimiz çocuğun elinden tuttu. Başını okşadı, gönlünü aldı. Sevindirici bir haber verdi: Neden ağlıyorsun? Ben baban, Âişe annen, Fatıma kardeşin olsun, istemez misin? Çocuk sevincinden uçacak gibiydi. Heyecanla, "Nasıl razı olmam, Yâ Resulallah?" diyebildi. Peygamberimiz (sav) ismini sordu: "Buceyr" dedi. "Hayır. Senin ismin Beşir olsun" buyurdu. Peygamberimiz (sav) çocuğu aldı, evine götürdü. Yedirip içirdi, üstünü başını giydirdi. Karnı tok, sırtı pek olan çocuk bir süre sonra oynayan çocukların arasına karışmak üzere sokağa çıktı. Neden sevinmeyecekti? Babası Cennete gitmişti; ama şimdi babasının yerine geçen insan, bütün babaların en hayırlısıydı. Arkadaşları Beşir'in halindeki değişikliği görünce etrafına toplandılar. Merakla sordular: "Sen daha önce ağlayıp duruyordun. Şimdi nasıl oldun da bu hale geldin?" Beşir cevap verdi: " Açtım, doydum; çıplaktım, giyindim; yetimdim, Resulullah (sav) babam, Âişe annem oldu." Bunun üzerine diğer çocuklar Beşir'e gıpta ederek şöyle dediler: " Ne olaydı, keşke bizim de babalarımız Uhud'da şehit olaydı da, biz de öyle bahtiyar bir babaya kavuşmuş olaydık." Peygamberimiz (sav)’in vefatına kadar Beşir bin Akra onun yanında kaldı. Peygamberimiz (sav) ebedî âleme göçtükten sonra Beşir için asıl yetimlik başlamış oldu. Şöyle ağlıyordu: " İşte şimdi yetim kaldım, işte şimdi garip oldum." Yetimin sadece başını okşamak bile çok büyük bir sevap ve Cennet müjdesidir. Efendimiz (sav) bu sevabı şöyle ifade buyururlar: " Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını ok-şarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir ve sevap kazanır. Yanındaki yetime iyilik yapan kimse ile ben şu iki parmak gibi Cennette beraber olacağız." Daha sonra da orta parmağı ile işaret parmağının aralarını açarak gösterdi. HZ. MUHAMMED ( SAV ) ÇOCUKLARI ÇOK SEVERDİ Peygamberimiz (sav)’in şefkatinin en canlı örneğini çocuklar üzerinde görüyoruz. Peygamberimiz (sav)’in çocuklara olan şefkati ve sevgisi bambaşkaydı. Bir çocuk gördüğü zaman Peygamberimiz (sav)’in mübarek yüzünü neşe ve sevinç kaplardı. Onu tutar, kollarının arasına alır, kucaklar, okşar, sever ve öperdi. Gördüğü ve karşılaştığı her çocuğa selâm verir, halini hatırını sorardı. Binekli bulunduğu zaman çocukları atın terkisine alır, gidecekleri yere kadar götürürdü. Çocuklarla arkadaşça konuşur, onların yanında çocuklaşır, anlayış seviyelerine göre sohbet eder, öğütler verirdi. Çocuklarla o kadar içice olmuştu ki, bir defasında yarış yapan çocukları görmüştü de, onların neşesine katılmak için birlikte koşmuştu. Hazret-i Fatıma'nın iki oğlu vardı: Hasan ve Hüseyin. Peygamberimiz (sav) bu torunlarım çok severdi. Onları kucağına alır, omuzuna çıkarır, okşar, sırtında taşır, oyun oynar, isteklerini yerine getirirdi. Bir gün Peygamberimiz (sav) minberde hutbe okurken Hasan ve Hüseyin'in düşe kalka mescide girdiklerini görür. Konuşmasını yarıda keserek aşağı iner, onları tutar, bağrına basar. "Cenab-ı Hak, 'Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir' buyururken ne kadar doğru söylemiştir. Onları görünce dayanamadım" dedikten sonra konuşmasına devam etti. Enes bin Mâlik anlatıyor: " Bir defasında Peygamber (sav) Efendimiz secdede iken Hasan ve Hüseyin geldiler, sırtına çıktılar. İninceye kadar Peygamberimiz secdeyi uzattı. " Oradakiler sordu: "Yâ Resulallah, secdeyi uzatmış olmadınız mı?" " Peygamber (sav) Efendimiz buyurdular ki: " Oğlum sırtıma çıkınca acele etmekten çekindim." Hz. Zübeyir anlatıyor: " Bir gün gözümle gördüm. Peygamber (sav) Efendimiz secdede iken Hasan geldi, sırtına bindi. Çocuk kendiliğinden ininceye kadar Peygamber Efendimiz de onu indirmedi. Peygamber (sav) Efendimiz namazda iken bacaklarını açar, Hasan da bir taraftan girer, öbür taraftan çıkardı." Peygamberimiz (sav) bir yere davet edilmişti. Yolda Hz. Hüseyin'i gördü. Hüseyin kollarını açıp koşarak dedesine geleceği anda birdenbire yön değiştirip bir tarafa kaçtı. Bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Peygamberimiz (sav) de peşinden koşuyordu. Sonunda yakaladı, bağrına bastı: " Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin'denim" buyurdu. Peygamberimiz (sav) çocukları memnun etmek için dediklerini yapar, onların kalbini kazanırdı. Bir seferinde Hz. Hasan'ı omuzuna almış, gidiyordu. Bir adam kendisini bu halde görünce, Hasan'a; " Ey çocuk, bindiğin binek ne güzeldir " dedi. Peygamberimiz (sav) de cevap verdi: " O da ne güzel binicidir." Sahabîlerin bu husustaki anlatımı şöyle: " Resulullah (sav) bize sabah namazını kıldırmıştı. Namazda iki kısa sûre okudu. Namaz bitince Ebû Said el-Hudrî sordu: "Yâ Resulallah bugün daha önce yapmadığınız bir şekilde namazı kısa kıldırdınız..." "Peygamberimiz (sav) şöyle açıkladı: "Geride kadınlar safındaki çocuk sesini duymadın mı? Annesinin onunla ilgilenmesini temin edeyim dedim." Bir gün fakir bir kadın iki kızı ile Hz. Âişe'yi ziyarete gelmişti. Hz. Âişe de evde onlara ikram için bir tek hurmadan başka verecek bir şey bulamamıştı. O hurmayı anneye verdi. Anne de hurmayı ikiye bölerek çocuklarına yedirdi. Hz. Âişe bu durumu Peygamberimiz (sav)’e anlatınca, Peygamberimiz (sav) o kadın için şu müjdeyi verdi: "Çocukları hakkıyla sevmek ve onları korumak, Cehennemden kurtuluşa vesiledir." Çocuğu sevip öpmenin çok büyük bir sevap olduğunu da Peygamberimiz(sav)’den öğreniyoruz: "Çocuklarınızı çok öpün. Çünkü her öpücük için size Cennette bir derece verilir ki, iki derece arasında beşyüz senelik mesafe vardır. Melekler öpücüklerinizi sayarlar ve sizin defterinize sevap yazarlar." Ebû Hüreyre anlatıyor: "Adamın biri Peygamber (sav) Efendimizin huzuruna geldi. Yanında da bir erkek çocuğu vardı. Adam ikide bir çocuğu kucağına alıyor ve seviyordu. Peygamber (sav) Efendimiz sordu: "Bu çocuğa şefkat gösteriyor musun?" "Evet, yâ Resulallah." "Sen buna nasıl şefkat gösteriyorsan, Allah da senin şefkatinden daha çok şefkat eder." Çocuklarına sevgi ve şefkat gösterenlerin mükâfatı daha dünyada iken veriliyordu. Onlar hem çocuk sevme gibi bir lezzeti tadıyorlar, hem de Allah'ın rahmet ve sevgisini kazanıyorlar. Erkek ve kız çocukları arasında ayırım yapanları Peygamberimiz (sav) hiç hoş görmezdi. Bu şekilde bir davranış sergileyenleri uyarır, hatalarını düzeltmelerini sağlardı. Onun gözünde çocuğun erkeği kızı yoktu. İkisi de şefkate ve sevgiye muhtaçtı. Enes bin Mâlik anlatıyor: "Peygamber (sav)’in yanında bir adam oturuyordu. Bir ara adamın erkek çocuğu geldi. Adam çocuğu aldı dizlerine oturttu. Az sonra bir de kız çocuğu geldi. Onu da yanına oturttu. "Peygamber (sav) Efendimiz adama sordu: "Niçin ikisini bir tutmadın?" HZ. MUHAMMED ( SAV ) MİSAFİRLERİ SEVERDİ Peygamberimiz (sav)’in misafiri hiç eksik olmazdı. Uzaktan yakından pekçok misafiri gelirdi. Bazı devlet ve kabilelerden özel ve resmi heyetler gelir, günlerce kalırlardı. Peygamberimiz (sav) bu misafirlerle bizzat ilgilenir, ağırlar, hizmetlerini görürdü. Habeşistan'dan gelen heyete bizzat Peygamberimiz (sav) hizmet etti. Sahabîler, "Siz bırakın, yâ Resulallah, hizmeti biz görürüz" dediler. Peygamberimiz (sav), " Onlar daha önce bizim arkadaşlarımıza ikram etmişlerdir. Şimdi ben de bu hizmetlerinin karşılığını vermekten zevk duyuyorum" buyurdu. Taif'ten gelen Sakif heyetini, mescitte misafir etti, ağırladı. Yine hizmetlerini kendisi gördü. Daha sonra onlar hep beraber Müslüman olarak yurtlarına döndüler. Bazen Peygamberimiz (sav)’e çok sayıda misafir gelirdi. Peygamberimiz (sav) evde ne var, ne yoksa misafirlere ikram eder, kendileri ve ev halkı geceyi aç olarak geçirirlerdi. Peygamberimiz (sav) geceleri uyanır, misafirlerin bir ihtiyacının bulunup bulunmadığını sorardı. Onları yolcu edinceye kadar her türlü ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırdı. Bir gün Peygamberimiz (sav)’e bir misafir geldi. Yorgun ve çok fakir olduğunu söyledi. Peygamberimiz (sav) hanımlarının birisinin evine haber gönderdi. Hanımı; " Yâ Resulallah, seni Hak Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, evde sudan başka bir şey yoktur" dedi. Sonra başka bir hanımına gönderdi, ondan da aynı cevabı aldı. Neticede anlaşıldı ki, Peygamberimiz (sav)’in hanımlarının hiçbirisinin evinde yiyecek yoktur. Sonra Peygamberimiz (sav) Sahabîlere; " Kim bu adamı bu akşam misafir ederse Allah ona rahmet etsin" buyurdu. Bunun üzerine Ensardan bir zat kalktı. Kendisinin misafir edebileceğini söyledi ve aldı, evine götürdü. Hanımına: " Evde yiyecek bir şey var mı?" diye sordu. " Çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur" cevabım aldı. Hanımına, "Çocukları bir şeyle oyala. Yemek isteyecek olurlarsa uyut, misafirimiz yemek yiyeceği zaman kalk, lâmbayı söndür. Tâ ki kendisiyle birlikte yemek yediğimizi göstermiş olalım." Sofraya oturdular. Misafir yemeğini yedi. Kendileri de yer gibi yaptılar, fakat aç olarak gecelediler. Ev sahibi sabah olunca Peygamberimiz (sav)’in huzuruna geldi. Peygamberimiz (sav) kendisine şu müjdeyi verdi: "Sizin yaptığınız bu güzel işten dolayı Allah her ikinizden de razı oldu." HZ. MUHAMMED ( SAV ) TEVAZU SAHİBİ ( ALÇAKGÖNÜLLÜ ) İDİ Kibir ve gururun zıddı olan tevazu ancak bu iki kötü huyun yenilmesi sayesinde kazanılır. Herkesi kendi nefsinden üstün görmek, dış görünüşüne bakarak kimseyi küçümsememek, fazla lükse ve gösterişe varmadan kolay ve basit bir yaşayış benimseyip devam ettirmek, yaptığı çalışmadan, gördüğü hizmetten dolayı insanların iltifatını beklememek, tevazuun belli başlı kaidelerinden birkaçıdır. Peygamber (sav)’in amcası Hz. Abbas, Sahabîleri arasında sıkışık bir vaziyette bulunduğunu, oturduğu zamanlar gelip geçenlerin kendisini rahatsız ettiğini söyleyip, ayrı bir yerde oturmasını teklif ederek şöyle demişti: "Ya Resulallah, sizin için gölgesinde oturacağınız bir çardak yapalım." Böyle bir imtiyazı asla uygun bulmayan Peygamberimiz (sav), "Allah'ın ruhumu teslim alacağı vakte kadar ben Sahabîlerimin ökçeme basmalarına da, hırkamı çekiştirmelerine de katlanacağım" buyurarak reddetti. Bir defasında asasına dayanarak Sahabelerin yanına geldi. Resulullah (sav)’in geldiğini gören Sahabeler hemen ayağa kalktılar. Bu hareketlerini tasvip etmeyen Peygamber (sav) Efendimiz onları ikaz etti: " Acemlerin (diğer milletlerin) birbirlerini ta'zim ederek ayağa kalktıkları gibi, siz de benim için ayağa kalkmayın. Çünkü ben kulun yediği gibi yiyen, kulun oturduğu gibi oturan bir kulum." Peygamberimiz (sav) çok defa elini öpmek isteyenleri ve kendisine aşırı derecede hürmette bulunanları da hoş karşılamazdı. Bir alış verişi esnasında Hz. Ebû Hüreyre (r.a.) de yanındaydı. Ebû Hüreyre'nin (r.a.) anlattığına göre, Peygamberimiz (sav) mal sahibine aldığı elbisenin değerinden fazla bir fiyat öder. Daha sonra satıcı hemen Peygamberimiz (sav)’in eline sarılarak öpmek ister. Peygamberimiz (sav) elini çekerek şu ihtarda bulunur: " Bu senin yaptığını Acemler krallarına yaparlar. Ben kral değilim. Ben sadece içinizden biriyim," Ebû Hüreyre anlatmaya devam ediyor "Sonra elbiseleri aldı. Ben taşımak istedim. Fakat bana şöyle hitapta bulundu: 'Kişi, kendi eşyasını taşımaya daha lâyıktır. Ancak taşıyamazsa Müslüman kardeşi ona yardım eder." Peygamberimiz (sav) kendi işini kendisi yapardı. İnsanların kendisine hizmet etmelerini istemezdi. Âmir bin Rebia anlatıyor: " Peygamber (sav) Efendimiz ile birlikte camiye gidiyordum. Yolda Peygamberimiz (sav)’in ayakkabısının bağı çözüldü. Ben hemen eğilip bağlamak istedim. Fakat Peygamberimiz (sav) ayağını önümden çekti ve şöyle buyurdu: " Bu hareketin, başkasına hizmet gördürmek demektir. Ben başkasına hizmet gördürmeyi sevmem." Peygamberimiz (sav)’in bu konudaki bir başka örnek davranışını Abdullah bin Abbas anlatıyor: " Peygamber (sav) Efendimiz, ne suyunun hazırlanmasını, ne de herhangi bir fakire sadaka vermeyi başkasına bırakmazdı. Abdest suyunu kendisi bizzat hazırlar ve bir fakire sadaka vermek istediği zaman bizzat kendi elleriyle verirlerdi." Abdullah bin Cübeyr'in anlattığına göre, bir gün Peygamberimiz (sav) Ashabıyla birlikte yürüyerek bir yere gidiyorlardı. Hava çok sıcak olduğundan, Ashabdan birisi, elbisesini Peygamberimiz (sav)’in başının üzerine kaldırarak gölgelemek istedi. Bunu gören Peygamberimiz (sav), "Bundan vazgeç. Ben ancak bir insanım" buyurdu ve elbiseyi alıp indirdi. Peygamberimiz kendisini görenlerin bir kral zannıyla çekinip titremelerini uygun bulmaz, onları teskin ederek rahatlatırdı. Bir gün bir zat Peygamber (sav)’in huzuruna gelince, peygamberlik heybetinden titremeye başladı. Bu Sahabîsinin halini gören Peygamberimiz (sav), "Kendine gel, ben bir hükümdar değilim. Ben ancak Kureyş kabilesinden kurumuş tuzlu ekmek yiyen bir kadının oğluyum" buyurdu. Bir sefer sırasında Peygamberimiz (sav) Sahabelerinden bir koyun kesip pişirmelerini istedi. Ashabdan birisi öne çıktı: " Ya Resulallah, onu kesmek benim üzerime olsun" dedi. Bir başkası ileri atıldı: " Ya Resulallah, pişirmesi de benim üzerime olsun" Başka bir sahabe hizmete talip oldu: " Onu yüzmesi de benim üzerime olsun" diyerek kendi aralarında vazife taksimi yaptılar. Peygamberimiz (sav) de, "Odun toplamak da benim üzerime olsun" diyerek katılmak istedi. Sahabeler buna razı olmak istemediler: " Ya Resulallah, biz sizin yapacağınız işi de görmeye yeteriz. Sizin çalışmanıza ihtiyaç yoktur" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (sav) eşsiz tevazuunu göstererek şöyle buyurdu: " Sizin benim işimi de göreceğinizi ve kâfi geleceğinizi biliyorum, fakat ben size karşı imtiyazlı bir durumda bulunmaktan hoşlanmam. Çünkü Allah, kulunu Sahabeleri arasında imtiyazlı durumda görmekten hoşlanmaz." Hendek savaşından önce Medine'nin etrafına hendek kazılırken bütün Sahabeler çalışıyor, bir an önce bitirmeye gayret ediyorlardı. Yiyecek bir şey bulamadıklarından, açlıklarını bastırmak için karınlarına taş bağlıyor, o şekilde kazma sallıyorlardı. En büyük örnek olan Peygamberimiz (sav)’de kendisini onlardan farklı görmeden eline kazmayı alıyor, çalışıyor, o da açlığından karnına taş bağlıyordu. Kuba Mescidinin ve Medine'deki Mescid-i Nebevinin inşaatında da Peygamberimiz (sav) bir işçi gibi çalışmış, Sahabîlerle birlikte sırtında kerpiç taşımıştı. Peygamberimiz (sav) kendi ailesi arasında ve evi içinde de son derece mütevazı idi. Zaten çok sade bir hayât yaşardı. Zaman zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu. Elbisesini yamar, ayakkabıları yırtıldığı zaman söküklerini diker, kendi hizmetini kendisi görürdü. Ev süpürür; deveyi bağlar, yemler, koyunları sağar; alış verişi kendisi yapar ve aldıklarını kendisi taşırdı. Hizmetçisiyle birlikte oturup yemek yer ve onunla beraber hamur yoğururdu. Ebû Said el-Hudri rivayet ediyor. Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: "Allah için bir derece mütevazı olan kimseyi Allah bir derece yükseltir. Sonunda onu Firdevs Cennetinin en yüksek yerine çıkarır. Allah'a karşı bir derece kibir gösteren kimseyi Allah alçaltır. Sonunda onu Cehennemin en alçak tabakasına indirir." Ebû Hüreyre'nin rivayetine göre Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: "Müslüman kardeşine karşı mütevazı olan kimseyi Allah yüceltir. Müslüman kardeşine karşı üstünlük taslayan kimseyi de Allah alçaltır." HZ. MUHAMMED ( SAV ) YUMUŞAK HUYLUYDU Hilm; yumuşak huylu, yavaş, uslu, sessiz, sakin olmak, heyecana kapılmayıp öfkeyi yenmek, nefsine hakim olup kızmamak, gücü yettiği halde affetmek, hoşa gitmeyen şeyler karşısında sabredip tahammül göstermek, tahrik edici sebepler karşısında soğukkanlılığı korumak, vakarlı ve ağırbaşlı bulunmak, acı ve ıstırap verici hareketlerle yüz yüze gelince kendini tutma gibi anlamlara gelen güzel bir ahlâktır. Bu Yahudi bilginlerinden birisi, "Onun Tevrat'ta, övülen sıfatlarından, kendisinde görmediğim, denemediğim, hilm sıfatından başka hiçbirisi kalmamıştı" diyerek, bunu da denemek ister ve sonrasını şöyle anlatır. "Ben kendisini alış veriş sonunda belli bir vade ile otuz dinar borçlandırmış, borcun tahsiline bir gün kala gidip, 'Ya Muhammed, hakkımı öde. Zaten siz Abdülmuttalip oğullarının âdeti borçlarını zamanında ödemeyip, uzatıp durmaktır' dedim. "Bunun üzerine Ömer bana, 'Ey pis Yahudi, vallahi, Resulullah (sav)’in evinde olmasaydın, gözünü patlatırdım' dedi. "Resulullah (sav) Ömer'e, Ey Hafs'ın babası, Allah seni bağışlasın. Biz senden, başka türlü bir davranış beklerdik. Bana, onun bende olan hakkını güzellikle ödememi söyleyecektin; ona da, alacağını tahsil ederken yardımcı olacaktın ve daha nazik davranmasını söyleyecektin' buyurdu. "Benim Resulullah (sav)’e karşı cahilce, kaba ve sert davranışım, Resulullah (sav)’in yumuşaklığını arttırmaktan başka bir şey yapmadı. "Bana, 'Ey Yahudi, sana borcumu yarın sabah ödeyeceğim' buyurduktan sonra Ömer'e, 'Ey Hafs'ın babası, onu yarın sabahleyin istediği hurma bahçesine götür, beğenirse kendisine şu kadar ver. Verirken de sana şu kadar fazla veriyorum de. Eğer bu bahçedekine razı olmazsa, falan bahçeden şu kadar ver' buyurdu. "Ertesi gün Ömer beni hurmasını beğendiğim bahçeye götürdü. Oradan Resulullah (sav)’in dediği kadar hurma verdi. Emrettiği fazlalığı da ekledi." Yahudi, Peygamberimiz (sav)’deki alacağını bu şekilde tahsil ettikten sonra kelime-i şehadet getirir ve Müslüman olur. Niçin Müslüman olduğunu da Hz. Ömer'e şöyle açıklar: "Ey Ömer, biliyor musun, Resulullah (sav)’e niçin böyle davrandım? Çünkü Resulullah (sav)’in Tevrat'ta yazılı bulunan bütün özelliklerini ve ahlâkını bütünüyle onun üzerinde gördüm. Görmediğim sadece hilmi ve yumuşaklığı kalmıştı. Bugün de hilmini denedim, onu da aynen Tevrat'ta yazılı olduğu şekliyle buldum. Sen şahit ol, şu hurmayı ve servetimin yarısını fakir Müslümanlara bağışlıyorum." Daha sonra bu Yahudi ailesinden yaşlı bir adamın dışında herkes Müslüman oldu. Peygamberimiz (saüv)’in sabrını ve yumuşaklığım sadece bir hadisede göstermesi dahi pekçok insanın iman etmesine sebep olmuştu. Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: "Resulullah (sav) 'Siz aranızda kimi yiğit sayarsınız?' diye sordu. "Biz de 'Kendisini pehlivanların yıkamadığı, mağlup edemediği kimseyi' dedik. "Resulullah (sav), 'Hayır, o pehlivan değildir, asıl pehlivan öfke anında kendisine hakim olabilen, kendisini tutabilendir' buyurdu." Abdurrahman bin Avf anlatıyor: Peygamberimiz (sav)’e bir kişi geldi ve şöyle dedi: "Yâ Resulallah! Bana birkaç kelime öğret ki, onlarla huzur bulayım. Çok uzun olmasın ki, unuturum." Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: "Öfkelenme!" Ubade bin Sâmit anlatıyor: Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlânın şerefleri nasıl değerlendirdiğini ve derecelerini nasıl yükselttiğini bildireyim mi?" Sahabîler: "Evet, bildir yâ Resulallah!" Peygamberimiz (sav) şöyle buyurdu: "Sana karşı cahilce hareket edene yumuşak ve sabırlı olursun, sana zulmedeni bağışlarsın, sana vermeyene sen verirsin ve senden ilgisini kesenle sen yine ilgilenirsin." HZ. MUHAMMED ( SAV ) ŞÜKREDERDİ Cenab-ı Hak, Peygamberimiz (sav)’i bütün günah ve kusurlardan temiz ve uzak olarak yaratmıştır. Geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışlamıştır. Böyle olduğu halde, Peygamberimiz (sav) devamlı şükür içinde bulunurdu. Bir gece sabaha kadar namaz kılmış, gözyaşı dökmüştü. Peygamberimiz (sav)’i bu halde gören aziz hanımı Hz. Âişe: " Ya Resulallah, niçin kendinizi bu kadar yoruyorsunuz? Geçmiş ve gelecek günahlarınız—yok ya—affedilmedi mi?" deyince, Peygamberimiz (sav) şu karşılığı verdi: "Yâ Âişe, Allah'a şükredici bir kul olmayayım mı?" Evet, o Allah'a gerçek manada şükreden yüce bir insandı. Sevinçli bir haber duyduğu zaman hemen şükür secdesine varır, Rabbine olan minnetini bildirirdi. Hz. Ömer'in "Bizans kralı ve İran şahı dünya nimetleri içinde yüzerken, Resulullah (sav) kuru hasır üstünde yaşıyor" diyerek ağlaması üzerine, Sahabîsinin gönlünü hoş tutan yüce Peygamberimiz (sav): " Yâ Ömer, varsın, Kisra ve Kayser dünya nimetlerinden zevklerini alsınlar, keyif sürsünler. Âhiret nimeti bize yeter" diyerek tevekkül ve rızasını dile getiriyordu. Peygamberimiz (sav), felâket ve musibetlere karşı sabrederken, bir lütuf ve nimete kavuştuğu zaman da şükrederdi. Zaten onun her hali şükür üzerineydi. Hiçbir meseleden dolayı şikâyet ettiği, insanlara dert yandığı görülmemişti. Çok ağır hastalıklara yakalandığında bile devamlı şükür içinde bulunurdu. Hz. Âişe anlatıyor: " Resulullah (sav) bir gün hastalandı. Yatağının içinde dönmeye başladı. Ben kendisine, 'Eğer bu hastalık içimizden birisine gelseydi, çok şikâyet ederdik' dedim. Bunun üzerine Resul-i Ekrem şöyle buyurdu: " Şunu unutma ki, mü'minler birtakım sıkıntılarla karşı karşıya gelirler. Ayağına bir diken batan veya bedenine bir ağrı giren mü'minin başına gelen bu sıkıntı dolayısıyla Allah bir günahını affeder ve âhiretteki makamını bir derece yükseltir." Peygamberimiz (sav) en dayanılmaz musibetlere uğradığı gibi, en büyük ve ulvi nimetlere de kavuşmuştu. Cenab-ı Hak kendisini âlemlere rahmet olarak göndermiş, kâinatın efendisi yapmış, bütün peygamberlere sultan, evliyalara rehber, mü'minlere eşsiz bir örnek kılmıştır. Kendisine muhatap seçerek yüce kelâmını ona vahyetmiş, kısa zamanda dâvasında başarılı kılarak düşmanlarına galip getirmiş, yaymaya çalıştığı hak dini dünyaya yayılmış, kıyamete kadar hükmünü geçerli kılmıştır. Bunun gibi daha sayamayacağımız pekçok nimete kavuşturmuştur. Dünyada iken Cennetle müjdelenen Hz. Abdurrahman bin Avf anlatıyor: " Bir seferinde Resulullah (sav) odasına doğru gitti ve içeri girer girmez kıbleye karşı dönüp secdeye vardı. Secdeyi o kadar uzattı ki, Allah secdede ruhunu aldı sandım. Hemen yanına yaklaşıp oturdum. Başını kaldırdı. " Kimsin?" dedi. " Abdurrahman" dedim. " Ne var?" " Ey Allah'ın Resulü, öyle bir secde yaptınız ki, Allah'ın secdede ruhunuzu almış olmasından korktum" dedim. " Resul-i Ekrem (sav) şöyle konuştu: " Cebrail bana gelerek Allah'ın şöyle buyurduğunu müjdeledi: 'Kim sana salât ve selâm getirirse, Ben ona rahmet ederim.' Bunun üzerine ben de Allah'a şükür secdesinde bulundum." HZ. MUHAMMED (SAV)’ İN ANNE BABA SEVGİSİ Dünyaya geldikten sonra öğrendiğimiz ilk kelimelerden biri anne ise diğeri babadır. Çünkü bizi onlar dünyaya getirdi. Canlarından can, kanlarından kan, sevgilerinden sevgi kattılar. Hayâtı onlarla tanıdık, onlardan öğrendik, onların sayesinde bugünlere geldik. Bizi onlar kadar içten, karşılıksız ve ücretsiz seven bir başka insan yoktur. Onların varlığı, insana varlık kattığı gibi, yoklukları da hiçbir zaman doldurulamaz ve yerleri hep boş kalır. Peygamber (sav) Efendimiz henüz dünyaya gelmeden önce babasını, dört yaşında bir çocukken de annesini kaybetmişti. Hem yetim, hem de öksüz büyümüştü. Yüce Allah onu annesiz babasız bırakmıştı, ama kendi özel himayesine ve terbiyesi altına almıştı. "Beni Rabbim yetiştirdi ve eğitti" diyordu. Onun kadar anne-babanın hakkını ve değerini öğreten bir başkası yoktur. Kur'ân'ın ifadesiyle insan üzerinde Allah ve Resulünden sonra en çok hakkı olan anne-baba olduğu gibi, en çok sayılması ve sevilmesi gerekenler de onlardır. Rabbimiz, Peygamberimiz (sav)’e hitaben anne-baba hakkının önemini şöyle bildiriyor: "Rabbin şunu da emretti: Ondan başkasına ibadet etmeyin. Anne ve babaya da iyilikte bulunun. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olurlarsa onlara sakın 'Öf!' bile deme. Onları azarlama, onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: 'Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, sen de onlara öylece merhamet buyur." (İsrâ Sûresi, 22-23.) Abdullah bin Amr rivayet ediyor: Peygamber (sav) Efendimize bir adam geldi ve sordu: "Yâ Resulallah yurdumu terk ederek sizin emrinize girmeye geldim. Annemi-babamı da ağlayarak bıraktım." Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: "Öyle ise onlara dön, ağlattığın gibi onları güldür." Abdullah bin Mes'ud anlatıyor: Peygamber (sav) Efendimize sordum: "Allah katında en iyi amel nedir?" "Vaktinde kılınan namazdır." "Sonra hangisidir?" "Anne-babaya iyilik ve itaat etmektir." "Sonra hangisi?" "Allah yolunda cihattır." Hiçbir şekilde anne-baba ayırt edilmez, biri öbürüne tercih edilmez, birinin sevgisi diğerinin önüne geçmez. Çünkü iki gözümüzden hangisini ötekinden üstün tutarız? Ancak Efendimiz (sav)’in hadislerine baktığımızda anne hakkının baba hakkından üç misli fazla olduğunu öğreniyoruz. Şöyle ki: Ebû Hüreyre rivayet ediyor: Peygamber (sav) Efendimize bir kişi geldi ve sordu: "Yâ Resulallah, en çok kime iyilik ve ihsan etmeliyim?" "Annene." "Sonra kime?" "Annene." "Sonra kime?" "Annene." "Sonra kime?" "Sonra babana." Dünyada hakkı ödenemeyen bir insan varsa o da annedir. Çünkü annenin çocuğu üzerinde o kadar değişik hakları var ki, bunların birisini ödemek bile mümkün değildir. Bu konuda güzel bir örneği Hz. Büreyde'den öğreniyoruz. Adamın biri Peygamber (sav) Efendimize geldi, şöyle dedi: "Yâ Resulallah, ben annemi sıcak bir günde omuzuma alıp iki fersah yol yürüdüm. Hava o kadar sıcaktı ki, eğer bir et parçası yere atılsa hemen pişerdi. Acaba onun hakkını ödemiş oldum mu?" Peygamber (sav) Efendimiz şu cevabı verdi: "Senin bu hizmetin, onun bir doğum sancısını belki karşılar." Bir adam Peygamberimiz (sav)’e geldi ve; "Yâ Resulallah, savaşa gitmek istiyorum, size danışmaya geldim" dedi. Peygamber (sav) Efendimiz sordu: "Annen hayâtta mı?" "Evet." "Ondan ayrılma, çünkü Cennet onun ayağının altındadır." Bu meseleyi yine Peygamberimiz (sav)’den öğreniyoruz: Hazret-i Âişe rivayet ediyor: "Bir gün Peygamber (sav) Efendimizin yanına bir adam geldi. Beraberinde yaşlı birisi vardı. Peygamber (sav) Efendimiz adama, "Bu ihtiyar kim?" diye sordu. Adam, "Babamdır" dedi. Peygamber (sav) Efendimiz: "Öyle ise önüne geçme, o oturmadan sen oturma. Onu adıyla çağırma ve ona kimseyi küfrettirme." Anne-baba insanın hem dünyasını, hem de âhiretini mutlu edecek veya alt üst edecek birer sebeptir. Bu önemli yönü hadisten şu şekilde öğreniyoruz: Ebû Ümame anlatıyor: "Bir adam Peygamber (sav) Efendimize sordu: "Anne-babanın çocukları üzerindeki hakkı nedir?" "Onlar senin ya Cennetin ya da Cehennemindir." Yani anne-babaya gereken iyilik ve itaati gösteren insan, onları seven, sayan ve başı üzerinde tutan çocuk mesut, mutlu ve huzurlu olacağı gibi; onları üzen, kıran ve mağdur eden çocuk da kendi eliyle hayâtını zehir ettiği gibi, âhiretini de yıkmakta ve tehlikeye atmaktadır. Zaten anne-babaya karşı gelmek ve isyan etmek büyük bir günahtır. Hatta en büyük günahlar arasında bulunmaktadır. Abdurrahman bin Ebî Bekir'in rivayetine göre, Peygamber (sav) Efendimiz bu günahı şöyle bildiriyor: "Size en büyük günahları bildireyim mi?" "Evet yâ Resulallah bildir." "Allah'a ortak koşmak, anne-babaya âsi olmaktır." Anne-babaya yapılan iyilik ve saygının karşılığını insan dünyada iken peşin alabiliyor. Bu konuda Peygamberimiz (sav)’in müjdesi çok açıktır: "Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen, anne-babasına iyilik ve ikramda bulunsun ve akrabalarını ziyaret etsin." Diğer taraftan çocuk, günü gelince kendisi de anne baba olacak, çocuklarından bir karşılık bekleyecek, yaptığının karşılığını görecek, anne-babasına ne yapmışsa aynısını kendi çocuklarından görecektir. Peygamber (sav) Efendimiz şöyle buyurdular: "Anne-babanıza iyilik edin ve ihsanda bulunun ki, çocuklarınız da size itaat etsin ve saygı göstersin." PEYGAMBERİMİZİN NEZAKETİ Peygamberimiz (sav), bir peygamber olması dolayısıyla her seviyeden insanla görüşüp konuşuyordu. Bunlar içinde devlet ve kabile reisleri, zengin ve soylu kimseler olduğu gibi, fakirler, zayıf ve kimsesizler, yetimler, kadınlar ve çocuklar da yer alıyordu. Bütün bu sosyal yapıları, yaşayış tarzları, yaşları, başları, huyları birbirinden ayrı olan insanlarla ilişkisini, doğru, sağlıklı ve kalıcı bir biçimde sürdürüyordu. Bunun için, onlarla her alanda iyi diyalog kuruyor, nazik ve geniş kalpli davranıyordu. Zaten âlemlere rahmet olarak gönderilmesi bunu gerektirmiyor muydu? Hizmetinde bulunan yakın Sahabîlerinin anlattığına göre, Peygamberimiz insanların en naziki, en nezihi, en zarifi, en latifi, en ince ruhlusu idi. Edep, terbiye ve görgü kuralları onun hayâtında en güzel ve en ideal biçimde mevcuttu. Peygamberimiz (sav) nezaketini hiç kimseden esirgemez, herkese tatlı ve nazik davranırdı. Kendisine hitap edildiği veya soru sorulduğu zaman en güzel şekilde cevap verirdi. Hz. Âişe validemiz, "Resulullah (sav)’den daha güzel ahlâka sahip hiç kimse yoktur. Ashabından ve ailesinden birisi kendisine seslenince, 'Buyurun' diye karşılık verirdi. Bu sebeple Allah, ona, 'Sen yüksek bir ahlâk üzeresin' buyurmuştur. Peygamberimiz (sav) insanlarla ilk defa karşılaştığında nasıl davranırdı? Selamlaşması, hal hatır sorması nasıldı? Çoğumuz merak ederiz. Ebû Üseyd'in anlattığına göre Peygamberimiz (sav) bir seferinde amcası Hazret-i Abbas'ın evine gider. Hazret-i Abbas'a, "Esselâmü Aleyküm" diye selâm verir. Ev halkı da, "Ve aleykümüsselâm ve rahmetullahi ve berekâtühü" diyerek selâmını alırlar. Sonra Peygamberimiz (sav), "Nasılsınız?" diye hal hatır sorar. Onlar, "Allah'a hamd olsun, iyiyiz. Anamız babamız feda olsun, siz nasılsınız yâ Resulallah?" dediklerinde, Peygamberimiz (sav), "Allah'a hamd olsun, ben de iyiyim" buyururlar. Hz. Enes, Peygamberimiz (sav)’in eşsiz nezaketini şöyle anlatıyor: "Kendisine bir şey soranı can kulağıyla dinler, soruyu soran yanından ayrılmadıkça, onu terk etmezdi. Resulullah (sav) ile bir kimse tokalaşırsa veya bir kimse tokalaşmak için elini uzattığında, karşısındaki kişi elini çekmeden Resulullah (sav) elini çekmezdi. Biriyle yüz yüze gelince de, karşısındaki, yüzünü çevirip ayrılmadıkça Resulullah o kimseden yüzünü çevirmezdi. Önüne oturan kimseye hiçbir zaman ayaklarını uzatmazdı. Karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Ashabıyla tokalaşmaya önce kendisi başlardı. "Kendisini ziyarete gelenlere ikramda bulunurdu. Oturmaları için çok kere hırkasını sererdi. Bazen de altındaki minderi misafire verir, üzerine oturması için işaret eder, kendisi açık yere otururdu. "Sahabîlerine güzel unvanlar verirdi. Hz. Ali'ye 'Ebû Turab', bir başka Sahabîsine 'Ebû Hüreyre' gibi lâkaplar vermişti. Onlara şeref kazandırmak için, hoşlarına giden isimle çağırırdı. "Kimsenin sözünü kesmezdi. Konuşmasını yarıda bırakmazdı. Konuştuğu kişi sözünü bitirmeden yahut gitmek üzere ayağa kalkmadan sohbetine devam ederdi. "Namaz kılarken birisi gelip oturursa, namazı uzatmaz, kısa keserdi. Hemen namazını bitirip onun ne istediğini sorardı. İhtiyacını gördükten sonra tekrar namazına devam ederdi. "Medineli bir çocuk gelir, Resulullah (sav)’in elinden tutar, istediği yere götürürdü. Resulullah (sav), gitmem demezdi. "Resulullah (sav) birimize kızacak olsa, 'Bu kardeşimiz kendisini niçin lekeliyor?' derdi. Peygamberimiz (sav)’in bir başka nezaketini ve güzelliğini annemiz Hazret-i Âişe anlatıyor: "Peygamber (sav) Efendimiz kendi eliyle ne bir hizmetçiye, ne de bir kadına vurmadığı gibi— Allah yolunda savaşmaktan başka—elini sertçe herhangi bir şeye vurduğunu da görmedim. "Peygamber (sav) Efendimiz iki şey karşısında tercihte bulunacağı zaman—günah olmamak şartıyla—o iki şeyden hangisi daha kolaysa o şey daha çok hoşuna giderdi. Fakat günah olduğu zaman bütün gücü ile o şeyden uzak dururdu. "Peygamber (sav) Efendimiz kendi şahsı için kimseden öç almazdı. Ancak kendisine getirilen kimse Allah'ın yasak ettiği bir şeyi işlemişse o kimseden Allah için öç alırdı." Peygamberimiz (sav) davetlilere ve misafirlerine karşı da nazik davranırdı. Davet edilenler arasında bazıları, kalkıp gidilmesi gerektiği halde kalkıp gitmeseler dahi Peygamberimiz onlara doğrudan gitmelerini hatırlatmaz, nazik davranarak dolaylı bir biçimde hissettirirdi. PEYGAMBERİMİZİN ŞAKALARI Herkese samimi ve içten davranırdı. Zaman olur, şakalaşır, tatlı ve güzel bir hava oluştururdu. Çünkü başka türlü olsaydı, insanlar Peygamberimiz (sav)’e yanaşamazlar, ona soru bile soramazlardı. Zaten insan her zaman ciddi ve ağır meseleleri konuşamaz, bazen ortamın yumuşatılması, insanların rahatlatılması gerekir. Herkes gibi Peygamberimiz (sav) de şaka yapar, lâtifeli konuşur, ama hiçbir zaman yalan söylemezdi. Çünkü şaka yollu da olsa, yalan yalandır. Bunun yanında, Peygamberimiz (sav) insanlarla alay etmez, hafife almaz, dalga geçmez, küçük düşürmez, mahcup etmez, zor durumda bırakmaz, "işletme" gibi olumsuz tavırları hoş karşılamazdı. Peygamberimiz (sav)’in yaptığı şakalar yerli yerinde ve mesaj doluydu. Lüzumsuz ve yersiz değildi. Daha çok gönül alıcı ve sevindirici şakalar yapardı. Çocuklarla, hanımlarıyla, yaşlı ve kimsesiz kişilerle şakalaşması bu türdendi. Peygamberimiz (sav)’in bir başka latifesini de Enes bin Mâlik'ten dinleyelim: "Çöl halkından Zahir adında bir adam vardı. Zahir Peygamberimiz (sav)’e her gelişinde kendi yetiştirdiği ürünlerden hediyeler getirirdi. Şehirden çöle döneceği zaman da, Peygamber (sav) Efendimiz ihtiyacı olan şeylerle onun heybesini doldururdu. Gelen hediyelere bu şekilde karşılık verdikten sonra da şöyle buyururdu: "Zahir bizim çölümüz, biz de onun şehriyiz." "Peygamberimiz (sav) Zahir'i çok severdi. Halbuki Zahir hiç de güzel değildi. Fizikî olarak son derece çirkin bir adamdı. "Bir gün pazarda çölden getirdiği malları satmaya çalıştığı bir sırada Peygamber (sav) Efendimiz gitti, sessizce yaklaştı, Zahir'i arkasından kucakladı ve elleriyle gözlerini kapadı. "Zahir tutanın kim olduğunu göremiyordu. Tutan kimse bıraksın' diye çabalamaya başladı. Bu arada göz ucuyla arkasından tutanın Efendimiz (sav) olduğunu anlayınca sırtını Peygamberimiz (sav)’in göğsüne iyice dayamaya başladı. "Zahir'in bu neşeli hareketinden hoşlanan Peygamber (sav) Efendimiz yüksek sesle: "Bu köleyi satıyorum, var mı alan?' diye seslenmeye başladı. "Zahir boynu bükük, mahzun bir halde: "Yâ Resulallah, benim gibi değersiz bir köleye vallahi kuruş veren olmaz' deyince Peygamber (sav) Efendimiz: "Hayır, yâ Zahir, sen Allah katında hiç de değersiz değilsin' buyurdu." Bir gün yaşlı bir kadın Peygamberimiz (sav)’e gelerek: "Yâ Resulallah! Cennete girmem için bana dua eder misiniz?" dedi. Peygamber (sav) Efendimiz: "Yaşlı kadınlar Cennete giremez" diye ona takıldı. Bunun üzerine kadın ağlayarak oradan ayrıldı. Peygamber (sav) Efendimiz, Sahabîlere: "Gidin ona söyleyin, 'Sen Cennete yaşlı olarak giremezsin.' Cenab-ı Hak, 'Biz onları yepyeni bir yaratılışla yarattık da, eşlerine sevgi ile düşkün hep aynı yaşta genç kızlar yaptık' buyurmuyor mu?" (Vakıa Sûresi, 36.) Peygamberimiz (sav) kimsesiz, fakir, yoksul, herkesin yüz vermediği, ilgilenmediği insanlarla küçük şakalar yapar, kalplerini kazanırdı. Enes bin Mâlik anlatıyor: "Bir gün adamın biri Peygamber (sav) Efendimizin huzuruna geldi ve kendisinden bir binek hayvanı istedi. "Peygamberimiz (sav) ona, 'Peki, sana bir dişi deve yavrusu vereyim mi?' diye takıldı. "Adamcağız, 'Yâ Resulallah, ben sizden bir binek istiyorum, dişi deve yavrusunu ne yapayım?" "Peygamber (sav) Efendimiz gülerek: "Bütün develer dişi deve yavrusu değil midir?' buyurdu." Peygamberimiz (sav)’in dadısı ve Zeyd bin Hârise'nin hanımı Ümmü Eymen, bir gün Peygamber (sav) Efendimize gelir ve onu evine davet eder: "Yâ Resulallah, beyim sizi davet ediyor." "O da kim, hani şu gözlerinde beyazlık olan adam mı?" "Beyimin gözlerinde beyazlık yok yâ Resulallah!" "Evet, gözlerinde beyazlık var." "Vallahi yok yâ Resulallah." "Hiçbir insan yoktur ki, gözlerinde beyazlık bulunmasın." Sahabîlerin içinde Nuayman adında çok şakacı birisi vardı. Yaptığı şakalar bazen aşırıya kaçardı. Fakat yine de Peygamberimiz (sav) onu anlayışla karşılardı. Bir gün çölde yaşayan bedevi Araplardan birisi Peygamberimiz (sav)’i ziyarete gelmişti. Devesini Mescidin avlusuna bağlayıp içeri girmişti. Sahabîlerden birisi deveyi görünce Nuayman'a: "Şu deveyi kessen de etini yesek, eti çok özledik. Nasıl olsa Peygamberimiz (sav) devenin parasını ödeyecektir." Nuayman da itiraz etmedi ve deveyi yere yatırdı, kesti ve başladı yüzmeye. Devenin sahibi Peygamberimiz (sav)’in huzurundan çıkınca bir de ne görsün, devesinin derisi yüzülüyor. "Eyvah! Devemi kesmişler" diye feryada başladı. Peygamber (sav) Efendimiz dışarı çıktı: "Bunu kim yaptı?" diye sordu. "Nuayman yaptı" dediler. Nuayman kaçmıştı. Peygamber (sav) Efendimiz Nuayman'ın peşine düştü, aramaya koyuldu. Sonunda Duabaa adında bir kadının evinin bahçesinde buldu. Nuayman evin avlusundaki çukura girmiş, üzerini de hurma ağacı yaprağı ile örtmüştü. Peygamberimiz (sav) eve girince birisi bir taraftan yüksek sesle: "Biz onu görmedik" diyor, bir taraftan da parmağıyla Nuayman'ın saklandığı çukura işaret ediyordu. Peygamberimiz (sav) gitti, onu çukurdan çıkardı. Nuayman'ın yüzü gözü toz toprak içinde kalmıştı. Peygamberimiz (sav) sordu: "Niçin böyle yaptın?" Nuayman: "Yâ Resulallah, size burada olduğumu söyleyenler yaptırdılar bana..." Peygamber (sav) Efendimiz bir yandan Nuayman'ın yüzünü gözünü siliyor, diğer yandan da gülüyordu. Peygamberimiz (sav) daha sonra deve sahibine devesinin parasını ödedi ve işi tatlıya bağladı. GÖNÜLLER FATİHİ'NE ÖMER ORUÇ / İzmir Ey Sevgili!... En Sevgili !... Aşkımın tahtına oturan, naz makamının efendisi... Dünya insanın sana muhtaç anları, Nisan sabahlarıydı. Senin olmadığın iklimlerin yağmurları bulanıktı. Ötelerden bir rahmet düşmüyor, gönül yamaçlarının baharı bilmiyordu. Kainata teşrifinle gönüller cennet yamaçlarının rengini aldı. Ve hayat çeşmesinin ufukları, damla damla görünmeye başladı. Ne büyük şerefti seni bilmek... Seni bize bildiren Rabb'e şükürler olsun...Adını, konuşmaya başladığımız zaman öğrendik. İlk ezberlediğimiz belki senin ismindi. Doğduğun yer, hicretin ve Rabbimin izniyle Seni himaye eden mesti büyüklerin. Sonra mübarek annelerimiz olan zevceülkübraların ve sana evlat olma şerefine erişen çocuklarının isimleriydi, öğrendiklerimiz. Daha ufacık bir çocukken, oturmuştun yüreğimizin en güzel yerine... Ya biz sana layık bir ümmet olabilmiş miydik acaba? Şimdi bu ızdırabı yaşıyorum. Gönül heybemde göz yaşlarım, yürek tezgahımda işlenen sancılarım ve senden dilendiğim şefaatin var dilimde. İçim en derin yerinden sızlıyor. Öyle bir sızı ki sese versem kimbilir deli divane derler. Varsın kimse duymasın hıçkırışımı... Bu hicranımı sana ulaştırmak istiyorum ben... Ey ! Kendisine yollanan selamları işiten vefalı dost. Sana ümmet olmak için seni sevmek yeterse eğer işte ben seviyorum. Elbette seviyorum. Mutlaka seveceğim. Nasıl sevmem? Kalbimin bütün zincirleriyle nasıl bağlanmam sana? Kimler seni ölesiye sevmedi ki, Ya Resulallah! Hz. Bilal'e kızgın kumlar üzerine dayanma gücü veren, sana olan bağlılığı ve sevgisi değil miydi? Hz. Ebu Bekire; anam, babam sana feda olsun Ya Resulallah dedirten bu sevgi değil miydi? Ay; sana olan muhabbeti yüzünden ikiye bölünmemiş miydi? Güneş Ya Resulallah! gözlerinin içine sevgiyle kilitlenmemiş miydi? Kendisine birşey emretmen için hurma kütüğü hıçkırıklara boğulmamış mıydı? Kendisini bıraktığını düşünüp. Ya Hz. Musab, sana olan sevgisi yüzünden Cenab-ı Hak tarafından şehadet mertebesiyle ödüllendirilmemiş miydi? Nasıl sevmem ? Elbette seviyorum ve seveceğim. Bir ömür boyu. Daha niceleri efendim. Daha nice kalp seninle, sevginle dolmamış mıydı? Sevginle dolup mübarek olmamış mıydı? Mübarek sevgin daha nice kalbe ışık olup hayat vermemiş miydi? Bir güvercin seni korumak adına türlü oyunlar oynamamış mıydı? Sevginsiz kalanlara, ispatlamamış mıydı? Sagınsız kalan yüreklerin boş gözlerin kör olduğunu. Ve hepsinden önemlisi Cenab-ı Hak sana olan sevgisini' Seni yaratmasaydım, bu alemleri yaratmazdım'diye ifade etmemiş miydi? Sevginle doluyum Ya Resullallah! yüreğime hayat, gözlerime ışık olur musun? Bir hurma kütüğü kadar olmayan muhabbetimi kabul eder misin? Sen özümsün, tutkun oldum sana, Ya Resulallah! Beni de yoluna kurban olanların içine alır mısın? Şemsiyen de gölgelendirir misin? Aşkınla hasretinle kavrulmuş yüreğimi? Duy lütfen feryadımı, tut elimden, ümmetin olmak istiyorum. Ey özümüze kor düşüren ateşli yürek! Biliyor musun göz pınarlarımda, kuru çorak çöller gibi, kupkuru. Gözlerime rahmet damlaları yağması için yağmuruna ihtiyacım var. Ne olur yağmur gibi çorak gözlerime çisil çisil... Ya Resulallah tut elimden. Kurtar beni hiçlik çöllerinden. Halbuki ne kadar çok istemişimdir. Sana sırılsıklam bir bakış olmayı, seni bahar ikliminde yaşayıp, aşk kokan güllerin içinde bir dikende ben olmayı. Bulutların kendisine rehberlik ettiği nazlı Sultanım! Senin gül devrine yetişemedim, oturamadım dizlerinin dibine oysa elest meclisindedir. Sana tutkunluğumuz, sevgimiz, vurgunluğumuz... Hüzünlüyüm ama bir o kadar da umutluyum. Senin devrinde yaşayan, O gül nefesinle hayat bulan kutlu insanlara arkadaşım diyordun. Oysa biz ahir zamanın garip insanlarına, biz çağın yetimlerine kardeşlerim diye hitap ediyorsun. Beni de beni de onların içine kabul ediyor musun? Yarım kalmış yanımı tamamlayan sevgili! Zamanımız çok çetin, sana çıkan yollar sarp. Yolu görüyoruz ama öncümüz yok. Biz gurbette mahsun yaşlı gözlerimiz ışığa muhtaç. Senden ayrı gözlerimiz dolu, buğulu... Biz senin için ağıt yakanlarla, ateşe atılmak isteyen İbrahimlerle, gökte yankılanacak taleal bedrularla imdadımıza yetişeceğin günün hasretini çekmekteyiz. Ey sevgili, En sevgili, Ey gönüller Fatihi! Elimizde bir demet gül seni beklemekteyiz. VARLIĞIMIN SEBEPLER ÖTESİ SEBEBİ, GÖNLÜMÜN SULTANI EFENDİM!... Osman Alagöz Merhamet dilendiğim kelimelerin gölgesinde içimin yankısını sana yollamak istiyorum. Yüreğimde çağlayanlar var, dinmeyen gözyaşlarım var efendim. Sana yolluyorum tüm hasretlerimi, aşarak yüreğimin çöl kumlarını. Demet demet yıldızların kutlu rehberlerimdir, kapına yöneldiğim gecenin şu ıssız saatlerinde. Gönül heybemde gözyaşlarım, geçtiğim yollara serpiyorum sadakam diye. Yürek tezgahında dokuduğum sancılarım var sadağımda, kuşandığım acılar var. İşte geldim kapına efendim, dilimde senden dilendiğim şefaatin var. Ey Nebi, inan ki sensiz gündüzlerimiz bile geceye döndü. Alnımızı üfül üfül okşayan rahmet yüklü soluğundan mahrumuz yıllardır. Senin yokluğun, ölü ruhlara can veren nefesinin yokluğu, bizi ağyar ateşinde yaktı. Deden Hazret-i İbrahim'e yakılan ateşten daha acımasızdı yandığımız ateşler. Medet Sultanım! Hicranınla yanan ruhumuza parmaklarından yine boşaltmaz mısın kevserlerini oluk oluk? Utancımız büyük. Adını bir bayrak gibi dalgalandıramadık gönül semalarında. Giremedik kalplere, adını sunamadık sana muhtaç sinelere. Büyük utançlara kundaklandık; ama sen sultansın Efendim, ne olur himmetini esirgeme boynu bükük, yüreği yaralı ümmetinden. Yaralı yüreğimizi, Hazret-i Eyyub'a bahşedilen ab-ı hayat gibi çağlayanlarla yıkayacağın günü bekliyoruz. Bir gün gözlerimizden perdelerin kalkacağı ümidiyle yaşadık hep. Temessülünle şerefkudum buyurduğun Ahmet Rufai hazretlerine imrenir olduk. Biz de, günahkar dudaklarımızı senin o pak ellerine dokunduracağımız günün hasretiyle bekliyoruz efendim. Sen, çiçek çiçek donanmış vefalarla kucaklayan Uhud'un bağrındaydın hani... En has şühedanın vefa kokan cennet mekanlarını ziyaret etmiştin... Ve orada demiştin ya, 'Kardeşlerime selam olsun!' diye... Ey Nebiler Sultanı Efendim! Bizleri, işaret buyurduğun o garip devirde gelen kardeşlerin sayıp ziyaret etmeyecek misin? Ayağı ve alnı beyaz sekili atların say bizi, aldığımız abdestlerimiz var günde beş vakit. Ne olur efendim, Mekke'den Medine'ye hicret eder gibi gel. Sen gel ki, güneşin bizi terk ettiği karanlık gecelerimize dolunaylar doğsun. Yeniden bestelensin 'Tale'al Bedru'lar. Hiç günahı olmayan çocuklarımız seslendirsin yine o yanık nağmeleri. Ellerinde demet demet güllerle bekleyen kadınlarımız, gözyaşı çağlayanlarıyla yıkasın yollarını. 'Ey sevgili, en sevgili' Efendim! Seni anlayamayan nazarlara keşke, sana perdedar olan bir örümcek kadar vefalı olabilseydik. Anlayabilseydik kıymetini... Seni anlatabilseydik... Keşke bir güvercin olabilseydik, dünyanın dört bir tarafına nur dağıtan ellerinden uçurduğun. Senin çağları aşan o kudsî çağrılarını taşıyabilseydik çağlardan çağlara ve deniz aşırı diyarlara. Ne olur gel Efendim! Çağın yetimleri var seni bekleyen. Sana kasideler yazan bağrı yanık aşıkların var, ağıt yakanların var. Ağıdı dindirecek öksüzlerin var. Ve talihsiz devrin Asiye yüzlü, Meryem iffetli yetimleri var. Gözyaşlarına sünger olacağın sürmeli ceylanların var. Sakat vicdanlarda çarmıha gerilmek istenen Mesih soluklu yiğitlerini ne olur daha fazla bekletme Efendim. Ateşe atılmak istenen İbrahimlerimiz var, Senin gül bitiren yağmurlarını bekliyorlar. Bıçak altında tevekkülle bekleyen İsmaillerimiz var; yoluna kurban olmayı bekleyen koç yiğitlerimiz var. Biliyoruz, aşkına pervane olamadık. Yanlış ateşlerde yandı ruhumuz. Yanlış pazarlara sürüldük. Yalancı şafaklarla kandırıldık yıllar yılı. Sensizliğin girdabında zehrini yudumladık hayatın. Onca günahlarımıza, bize yakışmayan kusurlarımıza rağmen, senin büyüklüğün kadar büyüttük umutlarımızı. Dağlar kadar günahlarımız olsa da sen kadar umutlarımız var. Hani diyorsun ya Efendim, 'Benim şefaatim, ümmetimden günah-ı kebair işleyenleredir.' Kim bilir kaç günah kirinin içinde büyüttük bembeyaz umutlarımızı. Tutunduk verdiğin söze. Müjdenin ipekten çehresine sarındık. Ey Nebi, kendisine yollanan salatu selamları işiten vefalı Dost. Sana yolladığımız salatu selamların sımsıcak gölgesinde beyaz dualarımızın aydınlığıyla yöneldik kapına. Temessülünle, meftunlarını sevindireceğin zamanı bekliyoruz. Sireten şekil değiştirecek kadar büyük günahı olanların imdadına, sırf sana yolladıkları salatu selamlar hatırına yetişmiştin Efendim. Ve biz ahirzamanın garip insanları, bir kere daha temessül edip imdadımıza yetişeceğin günün hasretini çekmekteyiz. Yetiş imdada ya Resulallah, ne olur imdadımıza yetiş! Gönül Kabe'sinde, günahlarımıza rağmen yine de bir yer var Efendim teşrif buyuracağın. Yüreğimizin yanıklığıyla tütsülediğimiz gözyaşı dolu mahzenlerirniz var. Uyku nedir bilmeyen kirpiklerimiz var Seni bekleyen. Ne olur gel, gel ki: ‘Kadem bastın gönül tahtına A Sultanım sefa geldin,' diyelim bağrı yanık aşıkların gibi. Ey, 'Levlake...' hitabının Nazlı Sultanı, naz makamının efendisi! Yıldızların, yoluna kaldırım taşları gibi dizildiği, yüreği bulut bulut olan Sevgili! 'Yağarsın, taşlar bile yemyeşil filizlenir.' Sen olmasaydın eğer, taşlardan daha katı yüreğimizde hiç yeşerir miydi yepyeni umutlarımız! imanın gökkuşağı renkleri belirir miydi yağmur sonrası gibi! Yüreğimizin yamaçlarında boy verir miydi hiç, sen kokan güller, olmasaydın Efendim! Ve bir de Efendim, 'Damar damar seninle, hep seninle dolsaydık', koruyabilseydik 'vefa'mızı... Açsaydı daim bizim de gönlümüzde vefa çiçekleri... Bir Molla Cami de biz olsaydık, ashabına kıtmir olmayı canı gönülden dileyen... Kıtmirin olabilseydik ey Şah-ı Rusül! Sana sadık olabilseydik... Adına ve ashabına sahip çıkabilseydik ta haşre kadar... Ashab-ı Kehf'in kıtmiri gibi olsaydık... Onca günahlarımıza rağmen, 'Senin ashabın cennete giderken ben nasıl cehenneme giderim?' diye inleseydik... İniltilerimizde bestelenseydi ümitlerimiz... Kabul eder misin bizi Efendim, ashabının kıtmiri olarak? Zira Efendim, 'Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım' diyerek başımızı koyduğumuz olmuştur yastığa, tutunduğumuz an olmuştur düşlere. Ne olur; 'Gel ey Muhammed bahardır Dudaklar ardında saklı Aminlerimiz vardır Hac'dan döner gibi gel Miraç 'dan iner gibi gel Bekliyoruz yıllardır.' Bir demet gül var elimizde, titreyen yüreğimiz var. Güllerimiz solmadan, gül kurusu ağlamadan yüreğimiz, ne olur gel Efendim! PEYGAMBERİMİZİN ŞEMAİLİ Yaratılış ve ahlâk itibariyle insanların en üstünü idi. Bütün Peygamberlerin en güzeli o idi. Boynu uzun ve gümüş gibi saf, omuzları ve pazuları kalın, parmakları uzundu. Kendisi şişman değildi. Uzuna yakın orta boylu, güçlü ve kuvvetli idi. Mübarek cildi ipekten yumuşaktı. Yüzü hafifçe yuvarlak, kaşları hilâl gibi idi. Kirpikleri uzun, gözleri kara, büyük ve son derece güzeldi. Yüzü gül gibi kırmızıya benzeyen beyaz ve nuranî, berrak ve ışıklı idi. Dişleri inciler gibi beyazdı. Konuşurken ön dişlerinden nurlar saçılır, gülerken ağzında ışıkların bile aydınlandığı sanılırdı. Saçları ne pek kıvırcık, ne de pek düz idi. Sakalı sık ve tamdı. Uzun değildi. Cismi güzel, kokusu hoş idi. Koku sürünsün veya sürünmesin teni ve teri en güzel kokulardan daha güzel kokardı. Mübarek eliyle bir çocuğun başını okşasa, o çocuk diğerleri arasından hemen seçilir, belli olurdu. Sünnetli olarak ve göbeği kesik vaziyette doğmuştu. Pek uzaktan işitir, kimsenin göremeyeceği mesafeden görürdü. Bir yere giderken sağına soluna bakıp yürümez, vakar ve süratle ilerlerdi. Yüzünde nur, sözünde kuvvet, lisanında bir güzellik vardı. Herkesin aklına göre söz söyler, herkese güler yüz gösterirdi. Kimsenin sözünü yarıda kesmez, haşin davranmaz, mütevazi yaşardı. O'nu ansızın görenler heyecan ve sevgiyle ürperir, konuşunca hayran olurdu. Bütün insanları hoş tutar, hizmetçilerine şefkatle muamele ederdi. Kendisi ne yer, ne giyerse, hizmetçilerine de onları yedirir, onları giydirirdi. Çocukları çok sever, saçlarını okşar, onlarla konuşurdu. Son derece cömert, sözüne sâdık ve merhametli idi. Güzel ahlâk bakımından insanların en üstünü idi. Hülasa kâinatın efendisi, Allah'ın sevgilisi, mü'minlerin baş tacı, hasta gönüllerin ilâcı, çaresizlerin yardımcısı, mazlumların koruyucusu, düşünülebilen her türlü üstünlüğün sahibi idi. Allah'ın salât ve selamı O'nun ve O'na yakın olanların üzerine olsun. BÖYLE BİR DOSTUNUZ OLDU MU? Daima düşünceliydi. Susması konuşmasından uzun sürerdi. Lüzumsuz yere konuşmaz; konuştuğunda ne fazla, ne eksik söz kullanırdı. Dünya işleri için kızmazdı. Kendi şahsı için asla öfkelenmez ve öç almazdı. Kötü söz söylemezdi. Affediciliği tabii idi. İntikam almazdı. Düşmanlarını sadece affetmekle kalmaz, onlara şeref ve değer de verirdi. Kendisini üç şeyden alıkoymuştu: Kimseyle çekişmezdi, Çok konuşmazdı, boş şeylerle uğraşmazdı. Umanı umutsuzluğa düşürmezdi. Hoşlanmadığı birşey hakkında susardı. Hiç kimseyi ne yüzüne karşı, ne de arkasından kınar ve ayıplardı. Kimsenin kusurunu araştırmazdı. Kimseye hakkında hayırlı olmayan sözü söylemezdi. Yanında en son konuşanı ilk önce konuşan gibi dikkatle dinlerdi. Gerçeğe aykırı övgüyü kabul etmezdi. Her zaman ağırbaşlıydı. Konuşurken çevresindekileri adeta kuşatırdı. Kelimeleri parıldayan inci dizileri gibi tatlı ve berraktı. Yürürken beraberindekilerin gerisinde yürürdü; Ayaklarını yerden canlıca kaldırır, iki yanına salınmaz, adımlarını geniş atar, yüksek bir yerden iner gibi öne doğru eğilir, vakar ve sükunetle rahatça yürürdü. Kapısına yardım için gelen kimseyi geri çevirmezdi. Bir gün kendisinden yaşça küçük bir dostunun omuzlarından tutarak şöyle demişti: "Sen dünyada garip bir kimse, yahut bir yolcu gibi ol!" Her zaman hüzünlü ve mütebessim bir haletle dururdu. Adet üzere sarfedilen hiçbir kötü sözü ağzına almamıştı. Sıkıntılı hallerinde kabalaşmaz, bağırmazdı. Fakirlerle birlikte yerdi; öyle ki onlardan ayırt edilemezdi. Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Konuşurken yüzünü başka tarafa çevirmez, bulunduğu mecliste ayrıcalıklı bir yere oturmazdı. Sabahları evinden çıkarken şöyle söylerdi. "İlahî, doğru yoldan sapmaktan ve saptırılmaktan, kanmaktan ve kandırılmaktan, haksızlık etmekten ve haksızlığa uğramaktan, saygısızlık etmekten ve saygısızlık edilmekten sana sığınırım.” Sıradan değildi; ama sıradan insanlar gibi yaşardı. O, HZ. PEYGAMBER’di. (ALEYHİSSALÂTU VESSELÂM). SEN YOKTUN Dursun Ali ERZİNCANLI Sen yoktun... Hz. Adem’deydi nurun Önce cenneti Sonra yeryüzünü şereflendirdin. Âdem nuruna affedildi Arafat bu affa şahitti Sen yoktun Nuh’un gemisindeydi Nurun... Dalgalar yeryüzünü boğarken Toprağın bağrındaki su Gökyüzüyle buluşurken Ve bu bir ilahi azap derken, Allah nurunu taşıdı bin bir sebeple Tufan, nurunu selamladı edeple... Sen yoktun... Hz. İsmail’in alnındaydı Nurun İbrahimî bir dua yükseldi kimsesiz çöllerden “Rabbimiz” dedi, “Onlara kendi içlerinden Senin ayetlerini okuyacak Kitap ve hikmeti öğretecek onlara, Onları temizleyecek bir elçi gönder, Amin dedi on sekiz bin alem Nurunla aydınlanan minicik elleri semaya kaldırarak Amin dedi İsmail. Hira Nur dağı amin diyerek ayağa kalktı Medine’den adı Uhud olan bir amin yankılandı Sevr dağında. Sen yoktun... Hz. İsa “Ahmed” diye muştuladı seni Alemlerin Efendisi diye sana seslendi. Artık ben sizinle çok söyleşmem, dedi havarilerine.. Çünkü bu alemin reisi geliyor... Bekleyin Ahmed geliyor. Kainata rahmet geliyor. Havarilerin yüzünü okşayan, Ölüleri dirilten bir nefes oldun Ama sen yoktun... Sen yoktun Sultanım, Hz. Abdullah’ın alnındaydı Nurun Başı eğik gezerdi mazlum Kuteyle seni göklerden sorardı Varaka seni arardı semada Anneler kız çocuklarını hep ağlayarak sevdiler. Ağlayarak süslediler hep ölüme... Ağlayarak hadi dayına gidiyorsun dediler. Sen yokken, Canlı canlı toprağa gömülmenin adıydı dayıya gitmek. Anne yüreğinin çıldırtan çaresizliğiydi. Ve yavrusunun ölüme gidişini seyretmesiydi... En son çocuk atılırken çukura Annesinin suretinde bir melek tuttu onu Ve tebessüm ederek Hira Nur dağını gösterdi. Melekler süslüyordu Hirayı. Efendisine hazırlanıyordu Cebel-i Nur, Efendisine hazırlanıyordu Mekke. Alem Efendisine hazırlanıyordu Kainatın gözü Hz. Amine’deydi. Toprak yalvarıyordu Rabbine, Allah’ım gönder artık onu diyordu. Gel diye ağlıyordu mazlumlar, gözleri semada Ve bir gelişin vardı Ya Rasulallah, Bir inişin vardı yeryüzüne... Önünde Cebrail! Ardında yalın kılıç melekler! Bir inişin vardı yeryüzüne... Yetimler en huzurlu geceyi geçirdi belki de Öksüzler annelerine sarıldı doya doya. Sonra bir sessizlik kapladı seher vaktini. Her şey sus pus olmuştu. Hadi diyordu yıldızlar, hadi diyordu ay! Kainat bir isim duymak istiyordu. Ve bir ses yükseldi Amine’nin evinden; Muhammed! Karanlıklar aydınlığa bıraktı yerini. Muhammed! Melekler öptü o nurdan ellerini. Muhammed! Seni yaratan Allah’a kurbanız Ey Dürri Yekta! Sana o adı veren Rahmana kurbanız Artık sen vardın Susuz topraklara rahmet indi seninle Annenden sonra anne Halime sevindi seninle Yağmura mı ihtiyaç var? Kaldır şahadet parmağını, Yağmurları salsın Allah. Sonra tut ağacın yaprağını, Köklerini çıkarttırıp yanında yürütsün Allah. Yeter ki sen iste, Sen iste Ya Rasulallah De ki ben kimin? Dağlar, taşlar dile gelsin, Dilsiz çocuklar ellerinden tutup, Ente Rasulullah desin. Sen vardın Bedir kârdı, Uhud dardı Hendek yârdı. Yiğitlerin vardı. Ölmek için yarışan yiğitler... Hele bir Enes’in vardı senin. Enes bin Malik... Uhud’ta öldüğünü duyunca arkadaşlarına, “Niye burada oturuyorsunuz?” diye sormuştu. Onlar da, “Allah’ın Rasulü öldürülmüş” deyince Enes kükremiş: “Peki o öldükten sonra yaşayıp da ne yapacaksınız? Kalkın ve O’nun gibi ölün!” demişti. Ve savaşın en yoğun olduğu yerde şehit düşmüştü. Hem de ne şehit Ey Nebi! Vücudu yaralardan tanınmaz haldeydi. Kız kardeşi ancak parmaklarından tanıdı onu... Musab bin Umeyr’in vardı senin. Uhud’ta sancağını taşıyan. Öyle bir aşkla sana bağlıydı ki Allah o gün melekleri Musab’ın suretinde indirdi. Ebu Hüreyre’n vardı... Acıkınca mescidin önünde durur sana bakardı. Sen anlardın, “Ya Ebâhir gel!” derdin. Ve sen gittin... Bir gidişle gittin Ardında hüznün kaldı. Hasretin kaldı göklerde. Bilal ezan okuyamaz oldu Ne zaman teşebbüs etse Muhammed Rasulullah demeye Dizleri üstüne çöker, kendinden geçerdi. Sonra günler ay, Aylar yıl oldu. Ve asırlar oldu Sensizliğe açtık gözlerimizi. Ama sen bırakmazsın bizi. Sen varsın ey şehitlerin sultanı Sen varsın! Bir şehit bile ölmezken Sana nasıl yok deriz. Ebu Talip Şam’a giderken devesinin önüne geçip “Beni burada kime bırakıp gidiyorsun?” demiştin. “Ne anam var ne babam...” Ebu Talip bırakmamıştı bu yüzden. Sensizliğin ızdırabı ile inleyen ümmetini Kime bırakıp gidiyorsun Ya Rasulallah! Bırakma bizi ki; Allah; “Sen onların içindeyken onlara azab edecek değiliz” Buyuruyor. Bırakma bizi! Hayatı seninle öğretti Rahman. Kulluğu seninle tanıdık. Duayı senden öğrendik sevgili! Hz. Ömer umre için senden izin isteyince, “Kardeşçik” dedin ona, “Kardeşçik duanda bana da yer ayırır mısın?” Bizler Ömer değiliz ama Bütün dualarımız senin için Ey Rabbimiz! Rasulünü anışımızdan haberdar et! O’na binler salât, binler selâm! Habibine Makam-ı Mahmut’u ver O’na vesileyi lütfet. O’nu Refik-i Alâya yükselt Bizi de affet Onun hatırına affet Zatının hatırına affet.