Merhaba Bahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Transkript
Merhaba Bahar 2008 - Kubbealtı Akademisi Kültür Ve Sanat Vakfı
Kubbealtı Gençlerinden MERHABA Kubbealtı Akademi Mecmuası'nın ücretsiz ekidir Yayına Hazırlayanlar: Dr. Nevnihal BAYAR Şehkâr FAYDA KINIK Kübra YETİŞ ŞAMLI Kapak Tasarım: Gazi ÖZTÜRK Dizgi: Ayşe EREN Işıl İlknur SERT Basım: ÖZAL Matbaası Dağıtım: Mübin SOYYER Yazışma Adresi : Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı Köprülü Mehmed Paşa Medresesi Peykhâne Sokak No:3 Çemberlitaş – İSTANBUL Tel: 0 212 516 23 56 Faks: 0 212 638 02 72 Yazılarınız, görüş ve eleştirileriniz için kgmerhaba@hotmail.com www.kubbealti.org.tr Merhaba – Bahar 2008 / 1 İÇİNDEKİLER KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA ········································ 3 SİYAH AFRİKA’NIN BEYAZ UCU.. Doç. Dr. Güleda ENGİN ······················ 45 HANGİ MEHMET Sâmiha AYVERDİ ································ 4 ŞİİR: KAR TÂNELERİ Orhan DURSUN ································ 49 DİLİM LÂL Aliye AREN ······································· 6 SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİ Mehru ÖZTÜRK ································ 50 YAHY KEMAL’İN KALEMİNDEN: EĞİL DAĞLAR Buğra ŞAMLI ······································ 8 TÜRK DÜNYASI EDEBİYATÇILARI ANSİKLOPEDİSİ B. İzzet TAŞÇI ··································· 52 HZ. MUHAMMED (S.A.V.) GÜNEŞİ Gülmisal GÜRSOY····························· 14 DENEMELER: ÜMİTLİ BEKLEYİŞ Yıldız SERT ······································· 54 KISACA KİM? Şehkâr FAYDA KINIK ························ 19 150 YAZ BELLİ: CEMRELER, KOCAKARI SOĞUKLARI, HIDRELLEZ…VE YAZ GELDİ Dr. Işıl İlknur SERT ····························· 57 HANGİSİ İYİ? Hayri BİLECİK ·································· 22 HAYÂTA DÂİR Aliye ALTUN ··································· 26 KÜLTÜMÜN İNCE GÜLÜ: HIDRELLEZ A. Seval YARDIM ······························ 30 ŞİİR: YALNIZLIĞA SEFER Kübra YETİŞ ŞAMLI ·························· 37 KEMİKLİ KİLİSE Gülniyaz TAHRALI ··························· 38 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ··························· 60 YAZI ATÖLYESİ’NDEN: VE BU, YOLCUNUN EN SEVDİĞİ ŞARKIDIR… Gülnar MIZRAK ································ 64 ŞİİR: BEYTULLAH’TA BEN Cengiz NUMANOĞLU ······················· 66 FACEBOOK’UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Kemâl Y. AREN ································· 67 KISA KISA… Şehkâr FAYDA KINIK ······················· 40 PROF.DR. MUSTAFA FAYDA İLE RÖPORTAJ Hazırlayan: Güller KÖSE ····················· 69 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KELİMELER Dr. Nevnihal BAYAR ························· 42 NEŞRİYAT Vedat ÖZSÜLLÜ ································ 75 2 / Merhaba – Bahar 2008 KUBBEALTI GENÇLERİNDEN MERHABA Değerli Merhaba Okurları, Öncelikle siz bu sayfalarla buluştuğunuzda geride bırakmış olacağımız 18 Mart Çanakkale Zaferi dolayısıyla aziz Çanakkale şehitlerimizi rahmetle ve minnetle bir kez daha anıyor; bu vesîleyle şehitlerimize ithaf ettiğimiz sayımıza gösterdiğiniz alâkaya teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı’nın kurucularından, büyük mütefekkir ve yazar Sâmiha Ayverdi’yi ve muhterem Ekrem Hakkı Ayverdi’yi; ayrıca klasik Türk mûsikîsinin büyük üstâdı Cinuçen Tanrıkorur’u yâd ediyoruz. 11 Mart 2008 târihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan Coşkun Yıldıran’a Allah’tan rahmet, yakınlarına da baş sağlığı ve sabır diliyoruz. Bahar sayımızda, kültürümüzde mühim bir yeri bulunan Hıdrellez’i de sizlere tanıtmayı, böylece geleneklerimize sâhip çıkabilmeyi ümit ediyoruz. Merhaba Yayın Kurulu Merhaba – Bahar 2008 / 3 HANGİ MEHMET Sâmiha AYVERDİ Komşu medeniyetlere yakınlık ve alış verişin, bir nevi sirâyetlere de yol açtığı gerçeği yadırganamaz. Husûsiyle, kültür bereketleri zaafa uğramış ve ortaya bir maarif yıkımı çıkmış ülkeler için, komşu ve farklı medeniyetlerin içlerine sızması daha da kolaylaşmış demektir. İşte batının farklı medeniyetine kapı aralayan Tanzîmat, bu yabancı kültürün Osmanlı gelenekleri arasına kocaman adımlarla yaklaştığı devrin tâ kendisidir. *** Oldu olası, Türk’ün âile hayâtında “gelin-kaynana” çekişmesi bulunuyor idi ise de, çok defa kaynananın gelinini bağrına bastığı da inkâr edilemez. Hatta, oğlun ya da erkek kardeşin karısına nezâketle ihtâr edilmek istenen aksaklıkları anlatabilmek için meşhur atasözlerinden birinin yardımı istenircesine: “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” diyen bu îkaz, kendi kızını muhâtap ederek bildirmek şeklindeki mâlûm keyfiyetlerden biri değil midir? Bu ara, yakından uzaktan tanıdığım nice âile vardır ki gelinleri ile aralarında ihtilâfsız, gürültüsüz geçen bir hayâtın örneği olarak, âdeta tablo gibi karşımda durmaktadır. Kimler mi? Meselâ büyük dayım, kendisinden on yaş büyük ablası olan anneannemi her ziyârete geldiğinde, ikisi de sözlerini evirip çevirip, yengemin medhi üzerine getirerek, onun fazîlet, meziyet ve bilhassa insânî değerleri nasıl yaşadığı keyfiyeti üstünde dururlar ve büyük annem, kendi kızını senâ etmekten de üstün bir şevk ve istekle, gelinini göklere çıkarırdı. Gerçekten yengem, medhe de her türlü övgüye de lâyık müstesnâlardan idi ise de, onun etrâfına ışık saçan mümtazlar sınıfından olduğunu görmek, gördükten sonra dile getirmek de gene cemiyetin millî yapısı gereği değil miydi? Âile arasına, gelinler gibi sonradan karışan dâmatların da, kayınvâlideler ve kayınpederler tarafından sıcak ve tatlı bir alâka ile hoş tutulması bir gelenekti. 4 / Merhaba – Bahar 2008 *** Babamdan defâlarca dinlemiş olduğum bir hikâyeyi, kısaca burada nakletmek isterim: Kadıncağızın biri, tenceresinde tavuk pişirmekte iken sokak kapısı çalınca, kocasına: “Efendi, hele pencereden bir bak, kim geldi öğrenelim!” deyip adamcağız: “Mehmet gelmiş, kapıyı çalan o..” cevâbını verince kadın: “Hangi Mehmet? Oğlum Mehmet mi, dâmâdım Mehmet mi?” der demez, kocasının: “Gelen, oğlun değil, dâmâdın Mehmet!” cevâbını alınca pişirdiği tavuğu oğluna değil de dâmâdına yedirmek için tencereyi saklamaz, sonra da kocasına: “Siniye bir kaşık, bir tabak daha koyuver.” diyerek, tavuğu dâmâdına ikrâma hazırlanır. Babam, bu hikâyeyi anlatırken, kayınvâlidesi olan büyük annemle aralarındaki anlayış ve yakınlığı göstermek isteyerek âdeta gururlanırdı. *** Batı, daha kendi çocuğu palazlanırken dahî kendi ekmeğini kazanması için başından atarken, gelini mi, dâmâdı mı düşünsün? Zîra batı insanı, kendi çıkarından başka ne düşünmüştür ki, ondan Türk insanının anlayışına uygun bir yakınlık beklenebilsin? Bu farklı ve komşu medeniyetten Osmanlı ülkesine sıçrayan bulaşıcı illet, Türk’ün asırlardır devam etmekte bulunan örf ve âdetlerini sarsarken iffetine musallat olan lâubâlîlik ve tehlikeler de bunlardan biri bulunuyordu. Ölünceye kadar kocasına sâdık kalan kadının, bunu bir tabiat zarûreti olarak görmesi acaba devam edebilecek miydi? Yoksa on üç, on dört yaşlarında diskolarda gönül eğlendirmeye alışan kızın gönlü, evliliğin kutsî çatısı içine girince, gene balolarda, düğünlerde derneklerde tanıştığı erkek arkadaşları ile kaçamak mâcerâları, günübirlik aşkları yüzünden âilesini târ u mâr etmeye râzı olacak mıydı? Arada şu ne büyük tesellîdir ki, Türk âilesi bugün dahî temelleri derinlere işlemiş bir salâbet (güç) ve metânette oluşunun temînâtı altında ayakta bulunmaktadır. Merhaba – Bahar 2008 / 5 DİLİM LÂL Aliye AREN Gözleriyle ağlayanlardan olamadım pek. Benim yüreğim kanar, sözlerim ağlar. Ne zaman mı? Her giden, çocukluğumu götürürken… Her giden, dünyâmı soluklaştırırken… Bir Erol Amcam vardı benim, bilenler bilir. Susarak konuşurdu, gözleriyle gülerdi. Hâlâ her Ege türküsü işittiğimde burnumun direğini sızlatır. Toprağının insanıydı. Yere sağlam basan, vakur, kaya gibi sağlam… Ben onunla tanıdım sessizliğin gücünü. Onunla kavradım insanları gözleriyle sevmeyi. Dilsiz karikatürler gibiydi. Kahkaha atmadan güldürür, komik olmadan neşe verirdi. Ama o hepsinden çok “vefa”ydı benim için, “güven”di. Yaşadığı gibi sessizce ve âniden bir gün gitti. Bir Hayri Amcam vardı sonra. Neşeydi o! Işıltı, canlılık ve dolu dolu kahkaha… Ben onunla öğrendim “dolu başak” olmayı. Kıvrak bir zekâ, kocaman bir gönül, ince düşünceydi o. Bir söz ustasıydı; ama “âyinesi iş”ti onun. Kırmadan, incitmeden, ahkâm kesmeden, göstererek yetiştirendi. Dolu dolu kahkahalarını alıp bir gün gitti. Ali Yardım Amcam vardı benim. Adıyla müsemmâ… Çelebi insandı. Hani baktığınızda sükûnetinden etkilendiğiniz; ama konuştuğunda sizi çarpan, gözünüzde devleşen, hayran olduklarınızdan… O, benim için hep “duru bir akıl”dı. Ciddiyetti, sorumluluktu. Sizi boğmadan, sıkmadan, “size göre” konuşanlardandı. Her cümlesi sapasağlam bir mantık silsilesi, her sözü baştan ayağa giydiği bir ilim kaftanıydı. Ben, aklın insanı güzelleştirdiğini onda gördüm. “Mütevâzı olanı rahmet-i Rahman büyütür!” derler ya, işte “rahmet-i Rahman”ın büyüttüklerindendi. Bir gün gitti, boğazımda kocaman bir yumru bırakıp. Dünyâlar güzeli bir Muallâ Teyzem vardı benim. Nezâketi, sükûneti onunla tanıdım ben. “Huzur”du o, benim için. Varlığıyla içinizi dinlendirenlerdendi. Hanımeli gibi nahif, sâde ve zarif… Gülümsemenin güzelleştirdiği insanlardandı. Ağırlığınızı alıp sizi kuş gibi hafifletenlerden hani. Gülümseyen yüzüyle o da bir gün kuş gibi gidiverdi. 6 / Merhaba – Bahar 2008 Bir Coşkun Amcam var(dı) benim, hâlâ geçmiş zamanla konuşmaya alışamadığım. “Yel değirmenleri”yle savaşmayı onunla öğrendim ben. “Kavga”yı ondan öğrendim. Hem kendinle hem dünyayla mertçe kavga etmeyi… O, “savaşmak”tı benim için. Eğilip bükülmez, toprağının deli akan coşkun nehriydi. Hani derler ya ”Ağaçlar ayakta ölür!” Ben, anbean, koca bir çınarın ayakta öldüğünü onda gördüm. Acının bile mertçe taşınabildiğini; ama çâresizlik duvarına çarpınca orada isyan etmeden, yiğitçe boynunu eğip beklemeyi onda gördüm. Evet, o benim koca çınarımdı. Dik, sert; ama hep dürüst, hep mert, hep yiğit!.. Sızlanmadan, söylenmeden, dimdik oldu gidişi de. Bugün o da gitti! “O güzel insanlar, O güzel atlara binip gittiler!” Ben onlarla öğrendim vefâyı, dürüstlüğü, sükûneti, zerâfeti. Belli ki her giden gibi onlar da memnun yerlerinden. Ama her biri giderken bir parça çocukluğumdan götürdüler. Her giden biraz daha canımı acıtarak, beni biraz daha eksiltip gitti. Bencillik bu ya, kalanlara: “Durun!” demek geliyor yüreğimden. Sevgiyi, inancı, dostluğu, azmi de alıp gitmeyin benden, ne olur! Azaltmayın artık beni! Ne var ki şimdi dilim lâl, kalemim yaşlı… Ne diyeyim ki ?.. “Mekânınız cennet olsun!” Merhaba – Bahar 2008 / 7 YAHY KEMAL’İN KALEMİNDEN MİLLÎ MÜCÂDELE: EĞİL DAĞLAR Buğra ŞAMLI * 17 Şubat günü Kosova, Sırbistan’dan ayrılıp bağımsızlığını îlân etti. Henüz millî marşı olmadığı için Avrupa Birliği’nin resmî marşı 9. Senfoni’yi bunun yerine kullanacak olan; kutlama gösterilerinde halkının Avrupa Birliği’ne, Arnavutluk’a, Amerika Birleşik Devletleri’ne teşekkür pankartları açıp, Arnavutluk, Büyük Britanya ve ABD bayraklarını salladığı; Sırbistan’ın askerî müdâhalesine karşı NATO korumasına, ekonomisinin ayakta kalması için de AB fonlarına güvenen; ülkesinin bağımsızlığını meclis kürsüsünden îlân eden başkanını yüzlerinde en ufak bir coşku ifâdesi olmadan alkışlayan vekilleri ile hatırlanacak bağımsız Kosova, Birleşmiş Milletler’e kabul edilirse söz hakkı bakımından Türkiye ile denk bir konumda olacak. Eğer mukāyese BM’deki temsil güçleri ile değil de istiklâllerini nasıl ve ne şartlar altında kazandıkları üzerinden yapılsaydı, hiç şüphesiz Kosova’nın Türkiye yanında esâmesi okunmazdı. Belki Kosova’nın şimdiki ve gelecek kuşaklarına anlatılmak üzere kendi bağımsızlık destanları hazırdır bile. Lâkin kendi istiklâlinin alternatifini ölüm kabul eden ecdâdımızın bunu elde etmek için verdiği gerçek mücâdele, hiç şüphesiz en olağanüstü öğelerle süslü destanları bile gölgede bırakır. Millî mücâdeleyi Türk edebiyâtının en mümtaz isimlerinden biri olan Yahyâ Kemal’in kaleminden tâkip etmek, sâdece şâirimizin bu hayâtî meseleyi nasıl sanatkârane yorumladığını görmek için değil, aynı zamanda işgālin yeisi ile istiklâlin ümîdini İstanbul’da yaşayan bir vatanperver mütefekkirin his ve fikir dünyâsına nüfuz etmek açısından da mühimdir. Bunun için en iyi kaynak da, o devirde çeşitli gazetelerde çıkan yüzün üzerinde yazısının toplandığı Eğil Dağlar1 adlı kitaptır. Bu yazılarda Yahyâ Kemal “Millî Mücâdele’yi sâdece desteklemekle kalmaz, bir taraftan mücâdelenin yollarını ve şartlarını anlatırken diğer taraftan Ankara Hükûmetinin politikasına ışık tutmaya çalışır.”2 Bu yazılarda İstanbul’daki işgal güçlerinin işbirlikçilerine, işgal yanlısı yerli veya yabancı ( ) * E-posta: bugrasamli@yahoo.com İsteme adresi: İstanbul Fetih Cemiyeti, Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Medresesi, Yeniçeriler Cad., No:43 Çarşıkapı – İstanbul. 2 Kâzım Yetiş, Yahya Kemal Hayatı, İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul 1998, s: 165. 1 8 / Merhaba – Bahar 2008 gazetelere cevap, İstanbul’da işgālin ve uğradıkları haksızlığın elemini çeken Türklere moral, kimi zaman da îkaz ve tenkit vardır. Hatta çekilen sıkıntılardan ve başa gelen felâketlerden ders çıkarılması husûsunda savaştan sonrası için yol bile gösterilmektedir. Kitapta yer alan yazılar kronolojik olarak sıralandığı için devrin hâdiselerinin İstanbul’da nasıl akisler yarattığını, işgālin en karanlık günlerinin bedbinliğinin, Birinci ve İkinci İnönü ve Sakarya zaferleriyle gelen iyimserliğe nasıl dönüştüğünü zaman çizgisinde tâkip etmek mümkün oluyor. Yazarın millî hislerindeki samîmiyetinin yazılarına tesiri, okuyucuya da o kara günlerin havasını soluturken, işgal sebebiyle hakkını savunamamanın ezikliğini ve öfkesini yüreğinizde hissediyor ve her zaferle birlikte biraz daha ziyâdeleşen millî gurûru da o günlerde yaşıyormuşçasına tadıyorsunuz. Ancak gerçek şu ki okur, hissiyâtı ne kadar kuvvetli olursa olsun, vatanının gözlerinin önünde gün be gün yok edildiğini dehşetle ve çâresizce izleyen, yarın ne olacağını bilmeden yaşayan o neslin hissetiklerini yalnızca tahmin etmeye çalışabilir. Yahyâ Kemal, bizzat yaşadığı bu dehşeti şöyle ifâde etmektedir: “Bu son on senenin muhârebelerinde vatanı müdâfaa için şehit düşenler iki türlü bahtiyardırlar: Bir taraftan bir müslümana göre ölümlerin hem en mübâreği hem de en kolayı olan ölümle öldüler. Diğer taraftan da bizim gibi kalan bedbahtların her gün, her saat, her adımda gördüklerimizi görmemek için gözlerini müebbeden yumdular. Yalnız dînî bir görüşle değil aklî bir görüşle de diyebiliriz ki o bahtiyar şehitler cennette, biz kalanlar bugün cehennemde yaşıyoruz.”1 Daha sonraları Anadolu’dan gelen zafer haberleri Yahyâ Kemal’e şehitlerimizi yâd ederken daha ümidvâr bir üslûp kullandırırken, onu Türk’ün düşmana olan hıncının da sözcüsü yapmaktadır: “O Türkler ki bu milletin en sütü temiz, hepimizden fazîletli, hepimizden hayırlı, hepimizden hâlis oğullarıydı; onlar kumandan, zâbit, nefer, İnönü’de muzafferiyet için can verdiler, onlar muzaffer olduğumuzun haberini bile alamadılar! Vâkıa onlar bizden birkaç türlü daha bahtiyardırlar, Müslüman oldukları için Müslümanlığın en büyük lezzeti olan şehâdet zevkini tattılar, şehit düşmeden, gözlerini Allah’a yummadan biraz önce de, Yunanlıları karşılarında, yüzleri sapsarı, korkudan gözleri dönmüş, elleri titrek, tabanı gevşek bir kılıkta bir daha gördüler! Onlar bizden daha bahtiyardırlar!”2 Yahyâ Kemal bu zaferi, en güzel netîcenin müjdecisi olarak görmüş olmalı ki aynı yazıda “İzmir’e Yunanlılar çıktığı günlerde nasıl perîşan, çâresiz, kimsesizdik, Paraskevopulos Bursa’ya, Zımbarakakis Edirne’ye saldırdığı günlerde nasıl ancak Allah’tan imdat umuyorduk, bütün o hazîn günleri kalp ve zekâ sahibi 1 2 Eğil Dağlar, s: 79. a.g.e., s: 95. Merhaba – Bahar 2008 / 9 Türkler dâima tahattur edecek, dâima o günlerde yaşıyor gibi yaşayacaktır. İstikbâlin kuvveti bu hâtıralardadır.”1 derken, yaşananları yazıya döktüğü kadar millî şuura da hakketmektedir. Yahyâ Kemal için gerçekten de bu şuur en az verilen silâhlı mücâdele kadar önemlidir ve Anadolu’da verilen savaşa katılamayan İstanbul’un hâdiseleri ıstırapla seyrinin bir bilinç oluşturmasının önemini şöyle belirtir: “İstanbul Türklerini, kader bu istiklâl cidâlinin hâricinde bıraktı, mahrûmiyetlerine rağmen kalpten millî harekete karşı gösterdikleri hâhişi kaydettik, temennî ederiz ki bu hâhiş fikren de aynı kuvvette olsun.”2 Bununla birlikte, Yahyâ Kemal bu hâhişi (istek, arzu) gösterenlerin bahsedilen şuura aykırı hareketlerini gördüğünde tenkitten de geri kalmaz. İstanbulluların tüm fukarâlık ve yokluklarına rağmen Kızılay kanalıyla Türk ordusuna yüz seksen beş bin lira gönderip de düşman ordusunu hem fiilen hem iktisâden destekleyen Yunan azınlıktan alışveriş yapma îtiyâdını değiştirmemesi karşısında: “Biraz iz’ânı olan bir Türk, İstanbul halkının bu hazîn günlerimizde bile devam eden gafletine baka baka teessüründen verem olur gider. Birçok kereler dediğimiz gibi hissiyle millî varlığına pek ziyâde bağlı olan bu halk fikirce bilâkis son derece de kayıtsızdır.”3 diye yazacak, yazısının sonunda da “Bu hakîkati idrâk edenler, henüz edemeyenlere mahallelerde, câmilerde, mescitlerde telkin etse, bu cemaati büyük bir günahtan kurtarmakla berâber bir sevâba da nâil ederler.”4 diyerek bu şuurun yayılması için yol gösterecektir. Gerçekten de Yunan azınlığın işgal kuvvetlerine sırtını dayayıp yüz yıllarca tebaası olarak yaşadığı Türklere karşı sergilediği düşmanlık, savaş sonrası yapılacak mübâdele, 1942’de çıkarılacak Varlık Vergisi, hatta çok daha sonra patlak verecek 6-7 Eylül olaylarına psikolojik bir zemin hazırlaması açılarından da yakın târihimizde önemle ele alınması gereken bir konudur. Türklerin hâfızasına ihânet ve savunmasız bir millete karşı girişilmiş kirli bir savaşla kazınan azınlıkların bu tavrına elbette Yahyâ Kemal de değinecektir: “Mütâreke’nin ilk senesi, eli bayraklı Yunan taşkınlığı, yapılacak her alâyiş gibi yapılmayacak her nümâyişi yapmış, İstanbul’u yâr ü ağyâra bir Yunan şehri olarak göstermeye çalışmış, bizim gibi, ecnebîlerin gözlerini de uzun bir müddet Elenizmos’un tütsüsüyle bulandırmıştı.”5 İşte böyle bir ortamda kendi vatanında 1 a.g.e., s:96. a.g.e., s:116. 3 a.g.e., s: 124, yine aynı konudaki bir başka yazısı için a.g.e., s:190-192. 4 a.g.e., s: 126. 5 a.g.e., s: 127. 2 10 / Merhaba – Bahar 2008 esir gibi yaşamanın ne demek olduğunu Yahyâ Kemal hârikulâde bir sanatla şöyle ifâde eder: “Uzun seneler vatanda gurbet nasıl olurmuş duyduk.”1 Her güne böyle bir elemle uyanan Türk milletinin o günlerdeki tek ümîdi hiç şüphesiz Ankara’daki Meclis ve onun yürüttüğü mücâdele idi. Türk târihinin adlarını minnet ve şükranla kaydettiği bu kadronun lideri Mustafa Kemal Paşa ile Türk milleti arasındaki râbıtayı Yahyâ Kemal, ancak böyle büyük şâirlerde görülebilecek derin sezgisi ile fark etmiş ve bunu veciz bir şekilde şöyle ifâde etmiştir: “Çoktan, pek çoktan beri bu millet bir oğlunun şahsında böyle temessül etmemişti.”2 Bir milletin cepheye mermi taşıyan kağnıcısından başkomutanına kadar nasıl tek bir yürek hâlinde istiklâl uğruna çarptığının bugüne kadar yapılmış belki de en güzel îzâhı yine aynı yazıdadır: “Bir milletin tekevvün devresinde fertler böyle kendilerini göremezler, millet kendini bir timsalde görür. Bugün Anadolu’da vâki olan da bu hâldir.”3 Yahyâ Kemal, başka yazılarında da Mustafa Kemal Paşa’dan “millî timsal” diye bahsederken Gāzi’ye olan övgü ve şükranlarını dile getirmekte ama aynı zamanda da onun şahsında yine Türk milletini görmektedir. Zâten Yahyâ Kemal’in sevdiği bir şeyin arkasında Türklüğe âit bir değer bulmak onu tanıyanları şaşırtmayacaktır. Yeri gelmişken, Atatürk’ün en bilinen vecîzelerinden olan “Ya istiklâl, ya ölüm!” ile Yahyâ Kemal’in Türk’e lâyık bir şiar olarak gördüğü4 “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!” sözleri arasındaki paralelliğe dikkat çekmeden de geçemeyeceğiz. Buraya kadar verdiğimiz örneklere bakarak Yahyâ Kemal’in dâimî bir iyimser olduğunu düşünmemek gerekir. “İstanbul’da Bekāmız”5 başlıklı yazısı besbelli ki o günlerin kasvetiyle yazılmıştır: “İktisâdî varlığımızın tehlikede olduğunu çarçabuk anlamayıp da aklımızı başımıza devşirmezsek İstanbul da tıpkı İspanya’da câmi ve kasırları ziyâret edilen bir Gırnata şehri olacak!”. Bu vaziyetin üzerinde yarattığı ruh hâliyle Yahyâ Kemal yazının devâmında “İstanbul’da yaşamamız mukadderse, Rum, Ermeni, Yahudi cemaatleri gibi bir Müslüman cemaati olmamızla kābildir.” demektedir. Hakîkaten de İstanbul’un Türk elinden çıkması ihtimâliyle yaşamanın nasıl bir şey olduğunu bilmemek, yeni nesillerin şükrünü etmekten âciz olduğu bir nîmettir. 1 a.g.e., s: 128. a.g.e., s: 133. 3 a.g.e., s: 134. 4 a.g.e., s: 245. 5 a.g.e., s: 184-186. 2 Merhaba – Bahar 2008 / 11 Ancak Yahyâ Kemal’in “Son Oyun”1 başlıklı bir başka yazısı vardır ki gerek üslûbu gerek muhtevâsıyla okuyanın yüreğini kabartır. “Uşak ve Bursa cephelerinin muzaffer genç zâbitleri, muzaffer genç neferleri, iyi bilsinler ki” diye başlayan yazı, Türk’ün nâmusunu ve hakkını müdâfaa eden bu kahramanlara bir hitaptır. Millî mücâdelenin aslî unsuru olan fakir ve yetersiz donanımlı Türk ordusuna duyduğu îman ve îtimâdı, onları Fâtih’in, Yavuz’un ordularıyla aynı safa koymakla gösteren Yahyâ Kemal, daha Haziran 1921’de bu orduyu muzaffer îlân etmektedir. Ayrıca yazı, kahramanlık destanlarında pek üzerinde durulmayan bir noktaya da değinir ki bununla en tabiî insânî hisleri uyandırarak yüreklere dokunur. Şâirimiz, okurlarının önüne o vakitler işgal altında olan İzmir, Manisa, Bursa, Edirne, Aydın vesâir şehir, kasaba ve köylerin istiklâllerini kazanmış, pencerelerine al bayraklar asılmış hallerini resmederken, “göz bebeklerimiz” dediği askerlerimizi de unutmaz ve onların da bu mutlu tabloda evlerinde olacaklarını söyler. Yıllar yılı dört bir cephede savaşmaktan harap ve bîtap düşmüş, asla tanımayacağı kendinden sonra gelecek nesiller için canını vererek fedâkârlığın târifini yeniden yazmış milletin bu asil evlâtlarının hâlinden anlayan, onların da yuvalarına duydukları hasreti biraz olsun tesellî etmek isteyen bu sözler, “altında binlerce kefensiz yatanı düşünen” sonraki nesiller için ne tesirlidir. Benzer duygular “Bu Muhârebenin Askerleri”2 başlıklı yazısında da şu satırlarda görülür: “Bir gün sulh olacağını düşünüyorum. O gün istiklâl ordusunun askerlerine denilecek ki: “Haydi çocuklar evlerinize dönünüz! Kur’ân’ın devletini kurtardınız! Allah, Peygamber, Osman Gāzi, Fâtih, Selim bütün büyük cetlerimiz sizden hoşnutturlar!” İstiklâl askerleri, Ankara’da anlı şanlı bir resm-i geçitten sonra dağılacak, küme küme, birer birer, arkalarında torbaları, türkü söyleyerekten köylerine dönecekler!” Yahyâ Kemal adı sanı bilinmeyen bu kahraman askere madalyayı az bir mükâfat görerek, adlarının selâtin câmilerinin sütunlarına hakkedilmesi gerektiğini yazacaktır. Böylece “Bu isimleri o sütunlarda mahkûk görecek Türk nesilleri, cetlerimiz, tehlikeli, bir anda ebedî uykularından bu isimler altında uyandılar ve bu mâbetler onların yüzü suyu hürmetine duruyor, (diyeceklerdir).” Yahyâ Kemal, muzaffer olacağından şüphe duymadığı bu ordunun verdiği harbe fiilen iştirâk edemese de İstanbul’un kalp ve aklıyla dâima onlarla birlikte olduğunu vurguladığı diğer bir yazısıyla3 da bir taraftan Anadolu’ya moral verirken diğer taraftan da işgal kuvvetleri ve onların iş 1 a.g.e., s: 214-216. a.g.e., s: 238-240. 3 a.g.e., s: 249-251. 2 12 / Merhaba – Bahar 2008 birlikçilerinin İstanbul halkına aşılamaya çalıştığı millî mücâdele aleyhindeki fikirlere karşı mücâdelesini sürdürür. Yek vücut olmuş bir milletin, topyekün giriştiği ölüm kalım mücâdelesi sonunda kazandığı istiklâli için, başka kimseye minnet duymamanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu, Kosovalılardan ziyâde Türk milleti bilebilir. Nisan 1924’te yazılmış olmasına rağmen millî mücâdeleyle ilgili olduğu için Eğil Dağlar’a alınan bir yazısında da ifâde ettiği gibi “dört sene içinde dört yüz senenin yürüdüğü”1 millî mücâdeleyi Yahyâ Kemal’in yazılarından tâkip edenler o günleri ilme’l-yakîn bilmekten fazlasını kazanırlar. Zîra olup bitenleri târih kitaplarından öğrenmek konuya ilgi duyan herkesin harcıdır. Ancak bu târih eğer kendi dedesinin başından geçenleri anlatıyorsa, ezberden konuşmak yetmez, o günleri mümkün oldukça hissetmeye çalışmak gerekir. Zâten edebiyat kimi zaman târihî bir vesîkada geçen isimlere bir nevî yeniden can vererek, söz konusu şahsiyetleri satır aralarından çıkarıp okurun gözü önüne getirmeye vesîle olur. Bu hayâli en büyük bir tesirle yaratanlar ise büyük birer edip olarak anılırlar. Yahyâ Kemal, edebiyâtımızdaki tartışma götürmez kudretiyle millî mücâdelenin komutanlarını, adsız neferlerini, çâresiz halkını hatta düşmanı gözümüzün önünde canlandırmakta, o günlerin gurur, dehşet, öfke, ümit, korku gibi karmaşık hislerini yüreğimizin tâ içinde uyandırmaktadır. Bu yazıların etkisi, hiçbirinin kurgu olmadığı ve edebî kaygılarla yazılmadıkları bilindiğinde ise katlanarak artmaktadır. Eğil Dağlar’ı millî mücâdele ile ilgili sonradan yazılan diğer birçok eserden ayıran en önemli özelliği ise her bir yazının ertesi gün ne olacağı bilinmeden yazılmış olmasıdır. Böylece, yazılardaki hissiyâtın tam olarak o günün havasını aksettirdiğinden emîn olunabilir. Zîra zaferden ve kurtuluştan sonra o günleri hatırlayarak yazmak ile nihâî Türk taarruzunun başladığı haberini bekleyerek geçen bir gün sonunda yazı yazmak arasında fark olacağı âşikârdır. Bu sebeplerle millî mücâdeleyi hissen idrâk etmek için Eğil Dağlar biçilmiş kaftandır. 1 a.g.e., s: 313. Merhaba – Bahar 2008 / 13 HZ. MUHAMMED (S.a.v) GÜNEŞİ Gülmisal GÜRSOY* Çocuk bir yaz akşamında babasına soruyor: “Babacığım” diyor, “Yıldızlardan, güneşten, aydan hatta uzaylılardan bile yukarıda olan birileri, dünyâya telefon edecek olsa sence kimi arar?” Babadan cevap yok. Çocuk, dertli dertli içini çekiyor “Ah!” diyor, “Beni aramazlar ki.” Başlıyor düşünmeye, neden sonra kimin aranacağını buldum, diyerek yerinden fırlıyor. “Onlar ararsa Hz. Muhammed (s.a.v)’i arar.” diyor, “Ama o da ölmüş, peki şimdi ne olacak?” Bâzen düşünüyorum da acaba diyorum, bizler çocuk sâfiyetimizi mi kaybettik de bu noktada bile çoğu kez yer alamıyoruz ve tabiî kendi sorularımıza, cevaplarımıza ulaşmakta güçlük çekiyoruz? Oysa insan gören, duyan, dokunan, tat ve koku alan bir varlık olduğu kadar, düşünen hisseden de bir varlık. Beş duyusuyla algıladığı, yüreğiyle sezdiği her değeri muhâkeme edebilecek güce sâhip... O halde kimim? Neyim? Neredeyim? Hayattan ne bekliyorum? Nereye gidiyorum? Din nedir? Peygamber kimdir? gibi soruları er ya da geç kendisine soracak. Bulabildiği cevaplardan da kendisine lütfedilmiş olan kābiliyet nispetinde alışveriş etmeye, ettirmeye çalışacak. Bilindiği gibi yaklaşmakta olan 20 Nisan’ın da içinde bulunduğu hafta “Kutlu Doğum Haftası”. Bu dönemde peygamberimizi anmaya, anlamaya ve biraz olsun tanımaya yönelik muhtelif etkinlikler düzenleniyor. “Her zaman bu gayret içinde bulunmalı, Allah resûlünü yüreğimizde taşımalı, ondan feyz almalı, şefaat ummalıyız.” diyenlerin o gür sesini duyar gibiyim. Fakat dünya bizim gibi düşünenlerden oluşmuyor. Meselâ, öyle yürekler var ki, o yüreklerde Hazreti Muhammed (s.a.v.) güneşi hiç doğmuyor ve öyle yürekler de var ki, onlarda da Hazreti Muhammed (s.a.v.) güneşi hiç solmuyor. Bence gelin bu haftayı vesîle kılalım. Cenâb-ı Hakk’ın lütfuna bir küçük avuç açalım. Hem kendimiz için dînimizin peygamberimizin ne ifâde ettiğini bulup geliştirelim, hem de Hazreti Muhammed (s.a.v.) güneşinden hiç nasîbini almayanlara küçük bir zerre sunmaya çalışalım. Peygamberimiz bundan 1437 sene evvel Rebiyülevvel ayının on ikinci gecesi dünyâya gelmiş. Bir takım hesaplamalar sonucu peygamberimizin ( ) * E-posta: bugulgursoy@turk.net 14 / Merhaba – Bahar 2008 doğduğu 571 senesinin 12 Rebiyülevvel’i mîlâdî takvime göre 20 Nisan’a denk gelmekte. Diyânet İşleri Başkanlığı 14-20 Nisan târihleri arasını bu sebeple, bu yıl da “Kutlu Doğum Haftası” olarak îlân ediyor. Yâni; gelen bir peygamber, doğan bir kul. Abdullah’tan olma, Âmine’den doğma, adı Muhammed Mustafa. Bu ne demektir? Bir şeftâli çekirdeğini alalım ve toprağa ekelim. O, yağmurda karda gelişecek çilelerle muhâtap olup filiz verecek, dal budak salacak, yaprakları çiçekleri olacak, nihâyetinde vâr oluşundaki gāye olan peygamberlik meyvesi zuhûr edecek. Peygamberliğin zuhûr etmesi demekse, kulluğun bitmesi demek değil. O bir kul. Kul olduğu kadar da resul. Bunun için o, dokunulabilecek kadar yakın, bunun için o, dokunulamayacak kadar uzak. Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in Allah resûlü olması, dikkat edilirse, Allah’ın bildirmek istediği hakîkatin, peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ağzından âleme döküldüğü mânâsı taşır. Melek Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtasıyla gelen vahiy, peygamberimizin ağzından âleme yağmıştır. Bu hakîkat, vâr oluşumuz hakkında bilgi verir, bizi kimin vâr ettiğini anlatır. Cenâb-ı Hakk’ın zâtını, sıfatlarını Hakk’ın bildirmek istediği ölçüde açıklar. Ahlâkımızın nasıl olması gerektiğini, birtakım kāidelerle varlığımızı nasıl sürdürmemizin uygun olduğunu söyler. Estetik olarak -söz gelişi; oruçtan, namazdan bahsedip- kulluğumuzu fiilî olarak nasıl ifâdelendireceğimizi vurgular. Güneş, ay, pozitif ilimler hakkındaki bu gün için çözülebilmiş veya daha içinde sırlar barındıran pek çok îzahlar içerir. Âlemlere yağan bu hakîkati gerektiği gibi anlamakta ve anlatmakta âciz kaldığım muhakkak, fakat Kur’an bütün bunları içermekle birlikte, bana göre, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına duyduğu sevginin de bir ifâdesi... Yoksa niçin gönderilsin, niçin peygamberler ve en son peygamber olan Hazreti Muhammed (s.a.v.) vâr edilsin? Peygamber yaşayan Kur’an’dır. Kur’an onun özüdür. O “Güzel ahlâkı tamamlamak üzere geldim.” der. O, Kur’an ahlâkını fiilî olarak gösteren yaşayandır. Peygamberimiz mîraçtan “ümmetim” diyerek geri döndü. O, kendisine verilmiş olan kutsal emâneti insanlığa ulaştırabilmek için ezâ cefâ gördü. Bütün mesele insanlığı gerçek mânâda bir kulluğa dâvet edebilmekti. Rabbini tanıtabilmekti. Bâzıları çıkıp diyebilirler ki: “Biz Allah’a inanıyoruz. Çünkü biz varız. Bakın elimize iğne batırıyoruz canımız yanıyor, demek ki varmışız. O halde biz varsak Allah da var. Yâni bir büyük güç(?!) bizi mutlak vâr etmiş olmalı. Fakat biz peygambere inanamayız. Bu büyük güçle aramıza kimseyi sokamayız. Bu büyük güç hakkında da yeteri kadar bilgi sâhibi değiliz. Durum bu.” Merhaba – Bahar 2008 / 15 Şüphesiz ki Allah tek yaratıcıdır ve yarattığı her varlığa da şah damarından daha yakındır. Kendisine şah damarından da yakın olan Allah’ın varlığını hissedip bu müjdeyi getiren ümmî bir peygamberi inkâr edenlere şaşarım. Aslında bir takım aklî ifâdelerle bir sevda hakîkatini îzah derdinde olanlar da beni şaşırtır. Çoğu kez bu ikisi arasında da bir fark göremem. Çünkü, değil ilâhî anlamda, beşerî seviyede dahî bir âşık, âşık olabilmek için karşısındakinde muhtelif ispatlar arıyorsa, orada basit seviyede bile bir ilişkiden söz edilemez. Neden, niçin, niye yapayım, (Allah affetsin ama) sen de kimsin? gibi sorular insanın beynini kemirebilir. Îmân bu tip sorulara cevaplar ve ispatlar bulmak için mücâdeleye gelmez. Gönlü huzur içinde aşka teslim etmek gerekir. Yâni; kendi aklımızı, acabalarımızı bir kenara itip, “Peygamberim dediyse doğrudur.” diyebildiğimiz ölçüde îmânı, aşkı, teslîmiyeti, edebi, kısaca İslâmiyeti yaşarız. Bu, aklı çöpe atmak demek de değildir. Aklı yerli yerine oturtarak gerektiği gibi kullanmak demektir. Fakat bir müslümanın işi bu noktada olmakla bitmez. Müslümandan tatbik istenir. “Ben Müslüman değilim, dîne de inanmıyorum.” deyip bir kenara çekilmek, gözümüzü ellerimizle kapatıp “Dünyâ yoktur.” demeye benzer. Bir gayrimüslim de, bir ateist de Hz. Muhammed (s.a.v.) gerçeğine kendini kandırarak yaklaşamaz ve sorumluluktan kaçamaz. Büyük zâtlar, peygamberliği de âdeta bir ağaca benzetir. “Ağaçtan gāye meyvedir.” derler ve şöyle söylerler: “Meyveyi elde etmek için önce tohumu ekersin, sonra o tohum yeşerir, dalı budağı olur, yaprakları oluşur, çiçekleri açar ve nihâyetinde meyvesi görünür. Yâni; peygamberlik gelmiş geçmiş cümle peygamberle bir ağaç misâli dal budak hâlindedir, fakat bu ağacının meyvesi Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. O meyveyi dalında seyretmek elbette olmaz, onu koparıp yemek gerekir ki ondaki şifâ bünyeye ulaşsın. Fakat bunu yaparken meyveye odaklanıp dalı budağı kırmanın, çiçeğini yaprağını yolmanın da anlaşılabilir bir tarafı olamaz. Zirâ o dallar budaklar olmazsa o meyve nasıl zuhur eder?” İslâmiyetin bütün insanlığa çağrı içerdiği ortadadır, fakat bu gerçeği bâzıları göremiyor, meyve yerine dal yemekle meşgul oluyor diye kimseyi kınayamayız, kimseye tavır geliştiremeyiz, ancak tebliğde bulunabiliriz. Son birkaç senedir dinler arası diyalogdan -toleranstan- bahsediliyor. Kimisi bunun bir tuzak olduğunu söylüyor, kimisi günümüz dünyâsının bir gereği olduğunu savunuyor. Bana göre her kim olursa olsun ister diyalog yanlısı, ister diyalog aleyhinde olan biri; şahsiyetini doğru geliştiremediği takdirde, mutlak yenilgiye uğrar. Hele dînimiz nüfus kâğıdımızda yazılı bir hâneden ibâretse zâten vay bizim hâlimize. Hal böyle olunca misyonerlik 16 / Merhaba – Bahar 2008 rüzgârında da, molla tûfânında da yıkılır gideriz. O halde şahsiyet nasıl doğru gelişir? Yazar, öğretmen Sn. Nazik Erik Hanımefendi’nin bir sözü vardır. O, “Saçmalayın ama saçmalıklar kendinize âit olsun.” der. Sanırım şahsiyetin doğru gelişimi için çıkılacak ilk basamak bu. Saçmalığı kendine âit olmayan biri hangi temeller üzerinde yükselebilir ki?! Bırakalım başkalarını önce kendimize dürüst olalım. Şâyet üzerimizde taşıdığımız ola ki bir taklit maskesi varsa, onu söküp atalım. Kendi sorularımıza ve cevaplarımıza ulaşalım. Her nefes bulunduğumuz noktayı muhâkeme ve muhâsebe ederek yollar aşalım. İspatlar arayışıyla değil, tanımak, öğrenmek, tatbik edebilmek maksadıyla ilerleyelim. Yegâne eser sâhibi şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Cümlenin yaratanı O’dur. Hak’tan gayrı olan yoktur. Cenâb-ı Hak hadîs-i kutsî de “Ben gizli bir hazineydim istedim ki bilineyim.” diye buyurur. Ondan gayrı olan olmadığına göre, Allah kendinden vâr ederek yaratır. Bu bakış açısıyla cümle mevcûdat Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu taşır. Dolayısıyla da tek nur vardır o da Cenâb-ı Hakk’ın nûrudur. Âlemin her neresine gidersek gidelim, hangi zerreyle yüz yüze olursak olalım ya da kendimizi tepeden tırnağa bir süzelim, her bir zerremizde bu nûrun farklı bir zuhûrunu görürüz. Peygamber efendimize lütfedilmiş olan nur, hiçbir zuhurla -hiçbir mevcutla- kıyas kabul etmeyen zirve bir noktadır. Allah, “Sen olmasaydın Habîbim, bu âlemi yaratmazdım.” der. Yâni cümle varlık zirvedeki bu nûrun yüzü suyu hürmetine yaratılmıştır. O kemâlin zirvesidir. Bu zirve nokta “Yâ Rabbi, senin arzun ne ise benim de arzum odur. Senden gayriye meylim yoktur.” diye kendini yok kılmış ve böylece hakîkati, o hakîkatin sâhibini -kendisini bildirmek istediği ölçüde- yansıtan bir ayna olmuştur. Bizler peygamber vâsıtasıyla Allah’ı bilmeye, tanımaya, içimizdeki Allah’a dokunmaya çalışırız. Tasavvuf erbâbı bu tip konulara işte böyle derin îzahlar getirse de “Asıl olan bu aynadan -Muhammed aynasından- yansıyanla hemhâl olabilmektir.” der. Bu da sanıldığı kadar kolay bir iş olmasa gerek. Fakat bu alış veriş yolunda bulunmanın zevksiz olduğunu îtiraf edeyim pek söyleyemeyeceğim. Çünkü dünya türlü zorluklarla dolu. Hele bir de nefsin peşine koşmayı tercih etmişsek hiç huzur da yok. O halde bu sıkıntıları niye yaşayalım. Herhalde dünyâdaki en güzel şey Hak’ka kul olmak, en azından olmaya çalışmak ve tabiî peygamber aynasından akseden Hakk’ın o bildirmek istediği hakîkatini seyredebilmek, kendi mütevâzı mevcûdiyetimizde de elden geldiğince seyrettiğimizi yansıtabilmeye gayret etmek. Bunlar da olmasa dünya çekilir yer değil ya! Merhaba – Bahar 2008 / 17 Yaklaşmakta olan “Kutlu Doğum Haftasında” âlemlere rahmet peygamberimin şefaatine, merhametine bir kez daha sığınıyorum. Düzenlenecek bütün etkinliklere de gücüm nispetinde kulak vermek niyetindeyim. Onun hakîkat güneşinden bir zerrenin gönlüme düşmesi için elbet ki niyazdayım. Onunsa rahmeti, merhameti o kadar bol ki, bunca kusûrumuza, bunca günâhımıza rağmen adını bizlere andırıyor ve hakîkatine dâvet ediyor. Ne için? Rabbini bildirmek için. 18 / Merhaba – Bahar 2008 KISACA KİM? Şehkâr FAYDA KINIK * ULUĞ BEY 1 Uluğ Bey dünyâca ünlü Türk matematikçisi ve astronomi bilgini olan hükümdardır. 22 Mart 1395 târihinde Semerkant’ta doğdu. Timurlenk’in torunlarından olup, hükümdar Muînüddin Şah Ruh’un oğludur. Asıl adı Mehmet Torgay’dır. 13 yaşında iken Horasan ve Mâverâünnehir eyâletlerine hâkan nâibi oldu. 1446 yılında babasının ölümü üzerine hükümdar oldu. Uluğ Bey hâkan olunca, Osmanlı Devleti ile münâsebetlerini sıklaştırmaya ve geliştirmeye gayret etti. İki Türk ülkesi arasında elçiler, bilim adamları gidip gelmeye başladı. O, savaştan çok kendisini bilime adamış bir hükümdardı. Sarayına zamânın bilginlerini topladı ve onları korudu. İnceleme için Çin’e kadar heyetler gönderdi. Uluğ Bey Semerkant’ta bir medrese, bir de rasathâne yaptırdı. Astronomi ilminin gelişmesi için çalıştı. Bu rasathâne, orta çağdaki astronomi bilgisini en yüksek seviyeye ulaştırdı. Uluğ Bey, târihe adını “Asya Fâtihi” diye yazdıran Büyük Cihangir Timurlenk’in öz torunuydu. Ama dedesinin askerlik ve savaşçılık açısından hiçbir huyu onda görülmüyordu. İlme ve âlimlere büyük değer verirdi. Onun Horasan’ın başkenti olan Meşhed’de yaptırdığı câmi bir şâheserdir. İktidârı döneminde, başta Semerkant ve Buhâra olmak üzere tüm ülke, Türk mîmârisinin seçkin eserleriyle donatıldı. ( ) * E-posta: sehkarfayda@yahoo.com "http://tr.wikipedia.org/wiki/Ulug_Bey" sitesinden derlenmiştir. 1 Merhaba – Bahar 2008 / 19 Fen bilimleri ve astronomiye merâkı, ileride kendisini, dünya târihinin en büyük astronomlarından biri hâline getirdi. İlim adamlığı yanında devlet adamlığı vasfı da yüksek olan Uluğ Bey, Semerkant’ta 38 yıl hükümdarlık yaptı. Bir akademi hâline getirdiği sarayı, devrin meşhur âlimlerinin toplanıp bilimsel tartışmalar yaptığı ve eserler hazırladığı bir mekân oldu. Matematikçi, astronom, târihçi ve şâir olan Uluğ Bey, Mesud el-Kâşî, Bursalı Kadızâde Rûmî, Ali bin Muhammed (Ali Kuşçu) gibi bilginleri sarayına topladı. Semerkant’taki medrese ve rasathânesini büyüttü ve yeni âletlerle donattı. Uluğ Bey zamânında yeni astronomi âletleri yapılmış, eski âletler geliştirilmişti. IX. ve X. yüzyılda bir usturlab ile ancak 43 işlem yapılırken, Uluğ Bey zamânında geliştirilen ve çapı 40 metre olan usturlab, 1000’den fazla işlem yapıyordu. Uluğ Bey, bu arada gökyüzünün haritasını yapmayı da başarmıştı. Bu gökyüzü haritası, kendisinden sonra gelecek nesillere astronomi çalışmalarında ışık tutacak, onlara rehber olacaktı. Uluğ Bey, astronomi çalışmalarının temelini teşkil eden trigonometri ilmi üzerinde de geniş çalışmalar yaptı. Kendisinden önceki doğu ve batı dünyâsının tahmînî bilgilerini bir kenara bırakıp, bilimsel esasları tespit ederek, trigonometride yeni bir araştırma yolu açtı. Dünya onu, astronomi alanındaki eseriyle tanıdı. Semerkant’taki rasathânesinde yapılan çalışmalar, bugünkü astronomiye hâlâ ışık tutmaktadır Zîc-i Ulûgî denilen cetveli, diğer ilmî eserleri ve rasatları, akademiden farkı olmayan sarayındaki çalışmalarının sonucudur. Zîc-i Ulûgî, diğer adı “Gûrgânî Takvimi” olan bu cetvel, o devrin ilmî esaslara dayanan yegâne takvimi sayılmaktadır. Bu eser, daha önce yazılan ‘zîc’lerin yanlışlarını düzeltiyor ve yıldızların hareketini daha mükemmel gösteriyordu. Zîc-i Ulûgî, 1655 yılında İngiltere’de Oxford şehrinde İngilizce, 1853’te de Fransızca olarak basıldı. Daha sonra da çeşitli dillere tercüme edildi. Batı bilim dünyâsı, Uluğ Bey’e “XV. yüzyıl Astronomu” unvânını lâyık görürken, Milletrerarası Astronomi Derneği de ay yüzeyindeki bir kratere onun adını verdi. 20 / Merhaba – Bahar 2008 Beş ülkenin astronomlarından ve özellikle aya uydu gönderen ülkelerin uzmanlarından oluşan bir komisyonun hazırladığı ay haritasında, üç Türk astronomunun adları da yer alır. Bu haritada adları bulunan diğer iki Türk âlimi, Bîrûnî ve Nasîreddîn Tûsî’dir. Uluğ Bey’in kozmografya konusunda yazdığı bir kitap da günümüze kadar birçok ilmî araştırmalara kaynak olmuştur. Târihin en âlim olduğu kadar en âdil hükümdarlarından biri olarak da tanınan Uluğ Bey, aynı zamanda kötü tâlihli bir hükümdardı. Oğlu Abdüllatif Mirza, babasına baş kaldırmış ve gözünü tahta dikerek, işi bir iç savaşa kadar götürmüştü. Bu savaşta ağırlığını ortaya koyan Uluğ Bey, oğlu Abdüllatif Mirza kumandasındaki âsileri yenmeyi başarmıştı. Bu iç savaş sonunda Abdüllatif Mirza da esir düşmüştü. Uluğ Bey, dedesi Timurlenk gibi katı yürekli bir insan değildi. Âsi evlâdını bağışladı, kendisine nasîhatte bulundu. Bu konuda bir hükümdar olarak değil de, yüreği evlât sevgisiyle dolu hassas bir baba olarak düşünmüş ve ona göre hareket etmişti. Fakat oğlu Abdüllatif Mirza, o iyi yürekli, âlim ve kâmil babanın oğlu değilmiş gibi, Uluğ Bey ile taban tabana zıt karakter taşıyan bir insandı. Babasına baş kaldırıp yenilmesinden sonra, onun verdiği mânevî dersi alamamıştı. Serbest kalır kalmaz derhal yeni bir darbenin hazırlıklarına koyuldu. Bu kez geçen seferkinden daha kuvvetli bir ordu toplayıp başarı kazanmak için ne gerekirse yaptı. Ve bütün hazırlıklarını tamamladıktan sonra babası Uluğ Bey’e tekrar baş kaldırdı. Bu ikinci iç savaşta şans hiç de Uluğ Bey’e gülmedi. Affettiği oğlunun kendisine karşı yeniden bir hücûma girişeceğine ihtimal vermiyordu âlim baba. Uluğ Bey fenâ halde gāfil avlanmıştı. Emrindeki kuvvetler yenildi. Her şey tamâmen tersine gelişti. Bu kez 54 yaşındaki baba, âsi oğlunun eline esir düştü. Uluğ Bey, oğluna göstermiş olduğu anlayış ve merhameti ne yazık ki ondan göremedi. İsyankâr evlât, savaşın gālibi kumandan olarak, babasını 25 Ekim 1449 târihinde ölüme mahkûm etti. Dünyânın en ünlü matematikçisi ve astronomi bilgini olan Uluğ Bey, bir hükümdardan ziyâde bir baba için en acı son ile hayâtını kaybetti ve dedesi Timur Han’ın yanına defnedildi. Merhaba – Bahar 2008 / 21 HANGİSİ İYİ?.. Hayri BİLECİK Son dersten sonra eve uğrayıp fileleri aldım. Bu gün semtin pazarıydı. Hem mektep havasından uzaklaşır hem de haftalık yiyeceğimizi alırım, diye düşünmüştüm. Pazara giden yokuşu yavaş yavaş tırmanırken iki elin dostça koluma yapıştığını hissettim: — Hocam bu ne dalgınlık, selâm sabah yok mu? Gel bir çayımı iç, hem de iki lâf ederiz. Dönüp baktım. Bu, bizim 4-A sınıfındaki Hüseyin’in babası Selim Efendi idi. Ne çay içecek zamânım ne de konuşacak hâlim vardı. Nezâketle: — Dalgınlık değil, yorgunluk Selim Efendi.. Pazara gidiyorum, inşaallah başka bir sefere… diyerek kurtulmak istedimse de koluma daha sıkı yapışıp âdeta çekerek: — Dünyâda olmaz, bir çayımı içmeden bırakmam, diye kestirip attı. Çâresiz itaat ederek dükkâna girdim. Hemen bir sandalye çekip üzerini sildi ve babacan bir tavırla: — Buyur şöyle, rahat otur Allah aşkına, diyerek yer gösterdikten sonra gümbür gümbür bir sesle çırağına: — Koş oğlum! İki demli çay söyle, diye bağırdı ve teklifsizce karşıma oturdu. Kocaman yüzünden hiç eksik etmediği tebessümüyle bir yandan hal hatır sorarken, pahalı cinsten bir sigarayı da elime tutuşturup hürmetle yakmayı ihmâl etmedi. Beni hoş tutmak için âdeta çırpınıyordu. *** Selim Efendi; tıknaz, kırk-kırk beş yaşlarında tam bir çarıklı erkân-ı harpti. Anadolu’dan beş parasız gelmiş, çalışıp çabalamış bu hırdavatçı dükkânını açmıştı. Evlerimizin yakınlığı sebebiyle tanışırdık. Âilecek gidip gelmezdik ama o, her gördüğü yerde kırk yıllık dost gibi sarılırdı. Pek yakından tanımamakla berâber bu hoşsohbet ve çalışkan adama ben de ölçülü bir yakınlık gösterirdim. 22 / Merhaba – Bahar 2008 İşini iyi biliyordu. Bana gösterdiği aşırı muhabbetin altında, pek parlak bir talebe olmayan Hüseyin için bir şeyler koparma arzusunun yattığını sezmemek mümkün değildi. Çaylar gelmişti. İşi şakaya vurarak: — Selim Efendi, sen adama boş yere çay ısmarlamazsın, haydi bakalım çıkar şu baklayı ağzından, dedim. Yüzündeki tebessüm genişledi. Babacan bir tavırla ellerini kaldırıp mâsum bir ifâdeyle: — Aşk olsun hocam, dostluk öldü mü? O nasıl söz öyle? diyerek gülmeye başladı. Sözü uzatmamak için: — Haydi, haydi sıkılma dedim, oğlanı merak ettiğini biliyorum ve cevap vermesine fırsat bırakmadan devam ettim. Maalesef durumu pek iyi değil. Bu gidişle herhalde üç dört dersten bütünlemeye kalır. Çalışmadığı bir yana, imtihanlarda kopyaya da teşebbüs ediyor. Birden ciddîleşti. Yüz hatları gerilmişti. Üzgün ve kızgın bir ifâdeyle: — Yapma hocam, annesi de ben de bir dediğini iki etmiyoruz. Niçin çalışmıyor? bilmiyorum. Her akşam da sıkıştırıyorum: “Oğlum çalış! Çalışmayana ekmek yok.” demekten dilimde tüy bitti. Ama nâfile… Gözü haylazlıkta, deyip bir müddet sustuktan sonra karalı bir tavırla devam etti: Fakat ben yapacağımı biliyorum. Akşamları dükkânı erken kapatacağım, elime değneği alıp başına oturacağım keratanın. Bak, o zaman nasıl çalışıyor!.. Öfkesi çâresizliktendi. “Olmaz!” mânâsında başımı salladım. Bu hareketim onu daha da sinirlendirmişti. — Ne o hocam, beğenmedin mi? Başka ne yapabilirim? Biliyorsan söyle Allah aşkına. Ben derslerinden anlamam, o da böyle başıboş çalışmıyor işte. Başka çâre var mı? Mevzû ciddîleşmişti. Bir an evvel kurtulmak için beylik bir cevap verdim: — Zorla güzellik olmaz. Selim Efendi sözüme içerlemişti. Kızgın bir ifâdeyle: — Yumuşak davrandık da ne oldu? Zâten bir sene kaybı var, şimdi de gözü haytalıkta. Yok, yok hocam, benim usûl sağlam, basarsın değneği kuzu olur, çalışır, dedi. İşin şakası yoktu. Adam gāyet ciddî ve dediğini yapmaya da niyetliydi. Bir an düşündükten sonra: Merhaba – Bahar 2008 / 23 — Bak Selim Efendi, dedim, sözümü iyi dinle. Dayaktan önce yapılacak çok şeyler var. Evvelâ çocukla dost olup onun meselelerine, dertlerine ortak olmak, güvenini kazanmak sonra da yol göstermek lâzım. Hemen atıldı ve: Ne derdi, ne meselesi olacak hocam? Ekmek elden, su gölden, ondan para pul isteyen de yok, dedi. Biraz sertçe: Sözümü kesme. Sonuna kadar dinle. Sonra îtiraz edeceksen yine edersin, dedim. Yumuşak bir tavır takınarak: Kusûra bakma hocam, buyur, cankulağı ile dinliyorum, dedi. Hah şöyle, deyip devam ettim. Bugün sizler velî bizler hoca olarak çocuklara: “Çalış! Çalış!” diyoruz ama niçin çalışacaklarını anlatamıyoruz. İnsan bir hedefe ulaşmak için çalışır. Sınıf geçmek, diploma almak, para kazanıp zengin olmak bir gāye değil, vâsıtadır. Eğer çocuk, vâsıtayı gāye kabul ederse ki, hep öyle öğretiyoruz, o zaman kopya ile rahat sınıf geçmek ve diploma almak varken, bir de babası zenginse, niye çalışsın? Niye ter döksün? Önünde sonunda bütünlemeyle, tamamlamayla nasıl olsa bu tahsîli bitireceğini o bizden iyi biliyor. Ama çocuk doktor, avukat, mühendis vb. olmadan önce adam olmak, memleketine milletine hizmet etmek gibi yüce ideallere yönelirse, bilgisiz hizmet olmayacağını er geç anlayacağı için “Çalışma!” desen de çalışacaktır. Köklü bir îman ve ahlâk şuurundan mahrum yetişen çocuklarımız, ne yazık ki, karşılık beklemeden sırf Allah için hizmet etmenin zevkini de tadamıyorlar. Çünkü menfaat ümîdiyle yapılan hareket ve davranışlar, iyi de olsa, hizmet değil, belki ticârettir. Küçücük yüreklerine Allah sevgisi ve korkusu nakşedilmemiş yavrularımız, menfaat-perest dünyâmızda, böyle bir idrak seviyesine nasıl erişebilirler? Haram-helâl, sevap-günah nedir bilmiyorlarsa onları kopya çekmekten, hîle yapmaktan, yalan söylemekten ne alıkoyabilir? “Allah’tan kormayan, kuldan utanmaz.” diyen ne kadar doğru söylemiş. Çocuklarımıza bu yolda ne verdik ki, onları ayıplıyoruz? Selim Efendi’ye baktım, pür-dikkat dinliyordu. Bak sana bir hikâye anlatayım, hissesini sen çıkar, dedim. Sigarasından derin bir nefes çekerek kısık bir sesle: Buyur hocam, dedi. Tâzelenen çayımdan bir yudum alıp anlatmaya başladım: 24 / Merhaba – Bahar 2008 Arabın biri sabah akşam câmiye gelirmiş, fakat o kadar çabuk namaz kılarmış ki, ne secdesi secde ne rükûu rükû olurmuş. Bu hal imamın dikkatini çekmiş. Bir gün adamı önüne alıp: “Kardeşim, böyle çabuk çabuk namaz olmaz, usûlüne, kāidesine göre kıl.” diye îkaz etmiş. Arap: “Peki imam efendi, sağol. Bundan sonra dediğin gibi kılarım.” demiş, demiş ama bildiğinden de şaşmamış. Nihâyet imam efendi dayanamamış, namazdan sonra eline değneği aldığı gibi Arabı önüne katıp hakîkaten usul ve erkânına göre bir namaz kıldırdıktan sonra gürlemiş: “Anladın mı nasıl kılınacağını?” Arap: “Evet, iyice anladım imam efendi.” deyip teşekkür etmiş. İmam memnun bir halde: “Peki söyle bakalım, hangisi daha iyi? Senin kıldığın mı, yoksa bu mu?” diye sormuş. Arap çekinerek: “Kızmazsan, doğrusunu söyleyeyim.” İmam efendi: “Tabiî söyle, neden kızacakmışım?” diye temînat verip değneği bırakınca: “Vallâhi imam efendi, benim kıldığım daha iyiydi. Çünkü ilkini Allah korkusundan kılıyordum, şimdikini ise değnek korkusundan..” deyivermiş. Selim Efendi acı bir tebessümle: Anladım hoca, anladım, dedi. Müsâade isteyip pazara doğru yollandım. Merhaba – Bahar 2008 / 25 HAYÂTA DÂİR Aliye ALTUN * Merhaba, bu sayıdan îtibâren sizlere hayâta dâir küçük ipuçları vermeye çalışacağız. Özellikle işimiz, hayâtımızın büyük bir bölümünü kapsamakta. Bu nedenle sevdiğimiz işte çalışmak, iş yerinde mutlu olabilmek hepimizin arzusu. Sevdiğimiz işi yapabilmemiz için, öncelikle o işi bulmamız gerekir. Bu yazımızda, iş bulmanın en önemli adımı olan özgeçmiş oluşturma konusunda sizlere birkaç ipucu vermek isteriz. Gerek yeni mezunlar gerekse işini değiştirecek olanlar için ilk ve en önemli adım, güzel bir özgeçmiş hazırlamaktır. Ancak çoğu zaman bu ilk adımda tam olarak nasıl bir yol tâkip edeceğimizi, neleri yazıp neleri yazmayacağımızı bilemiyoruz. Özgeçmiş hazırlarken nelere dikkat edilmeli, nasıl hazırlanmalı? Sizlere bu konu ile ilgili birkaç kurtarıcı bilgi vermek istiyoruz: İşverenle sizden önce karşılaşacak ve sizi tanıtacak ilk unsur özgeçmiştir. Özgeçmişinizin, gittiği yerde sizin “ilk imajınızı” oluşturacağını unutmayın. Özgeçmişte birinci kural, “arkasında duramayacağınız” hiçbir şeyi yazmamanızdır! (Meselâ yabancı dil kısmına “başlangıç seviyesinde Almanca” yazan birisinin lisânının, en azından hal hatır soracak seviyede olması beklenir.) Öncelikle özgeçmişiniz mümkün olduğunca basit olmalı. Detayların fazla olduğu, karışık ve uzun bir özgeçmiş, amacına kolaylıkla ulaşamaz. Pek çok özgeçmişi incelemek durumunda olan iş veren, zamânı kısıtlı olduğu için önemli detayları hemen görebilmek ister. Kısa ve açık bir özgeçmiş, karmaşık ve uzun bir özgeçmişe göre ön plana çıkacaktır. Özgeçmişinizde anahtar kelimeleri kullanmayı unutmayın. Meselâ uluslararası faaliyetleri olan büyük bir firmanın “muhasebeci aranıyor” îlânına mürâcaat eden kişinin özgeçmişinde, işveren, muhtemelen UFRS, SAP gibi kelimeleri arayacaktır. Yâni UFRS, SAP bilgisi olan kişinin bunları yazmayı unutmaması gerekir. ( ) * E-posta: aliyealtin@gmail.com 26 / Merhaba – Bahar 2008 İngilizce hazırladığınız özgeçmişlerde Türkçe karakter olup olmadığını kontrol edin. (İsimlerinizde Türkçe karakter bulunabilir.) Önemli bir nokta da, özgeçmişinizi düz yazı şeklinde değil, belirli bir sırayı tâkip ederek, adım adım hazırlamanızdır. Bir ya da iki paragraftan oluşan düz bir metin okunurken önemli noktaların ayırt edilmesi çok kolay olmamaktadır. Özgeçmişinizi bilgisayarda hazırlamanız, 11-12 punto, arial veya times new roman yazı karakteri ile yazmanız, okunaklılığı arttıracaktır. En önemli noktalardan bir tanesi de, bir veya iki sayfalık kısa bir metin olan özgeçmişinizde yazım hatâsı yapmamanızdır. Özgeçmişinizi hazırladıktan sonra gözden geçirin ve varsa yazım hatâlarınızı muhakkak düzeltin. Kısa bir metinde yapılan hatâlar sizin dikkatsiz ve îtinâsız birisi olduğunuz yönünde bir kanaate yol açabilir. Hatta arkadaşlarınızdan hazırladığınız özgeçmişinizi okumalarını isteyin. Zaman zaman özgeçmişinizi gözden geçirin, gerekiyorsa içeriğinde veya şeklinde ufak tefek değişiklikler yapın. Özgeçmişinizde bulunması gereken noktaları ise şu şekilde sıralayabiliriz: Telefon: Cep ve ev telefonu numaralarınızı verebilirsiniz. Size ulaşılamayan durumlar için bir yakınınızın telefonunu yazmanız, karşınıza çıkabilecek iş imkânlarını kaçırmanızı engelleyecektir. Adres: İş başvurunuzla ilgili sınav veya mülâkat dâvetleri, genellikle elektronik ortamdan yapılsa bile, adrese gönderilen mektuplar da olmaktadır. Ayrıca özellikle İstanbul gibi büyük şehirlerde iş yeri ile sizin oturduğunuz yer arasındaki mesâfe de önem taşıyabilmektedir. Bu nedenle açık adresinizin özgeçmişinizde yer alması önemlidir. E-posta adresi: İş verenin sizinle kolaylıkla irtibâta geçebileceği, her zaman en hızlı ve kolay ulaşımın sağlandığı bir araç olduğu için e-posta adresinizin özgeçmişinizde yer alması önemlidir. İş başvurusu yaptığınız dönemde mümkün olan en kısa aralıklarla e-postalarınızı kontrol etmeniz, size gönderilmiş olan mülâkat, sınav gibi dâvetleri kaçırmanızı engelleyecektir. Askerlik durumu: İş veren için önemli unsurlardan bir tânesi de erkek adayların askerlik durumudur. Askerliğinizin tamamlanmış olup olmadığını, tecilli ise tecil edildiği târihi, muaf iseniz muafiyet nedenini açık olarak yazmanız önemlidir. Merhaba – Bahar 2008 / 27 Ehliyet: Başvurduğunuz iş için ehliyet sâhibi olmak önem taşıyorsa ehliyet bilgisini muhakkak vermeniz gerekmektedir. Eğitim durumu: En son mezun olduğunuz okulu ve bölümünü, giriş ve mezuniyet târihi belirterek, devam etmekte olduğunuz bir okul varsa (yüksek lisans, ikinci bir üniversite vb.) giriş târihinizi ve devam durumunuzu belirterek yazmanız önemlidir. Ayrıca daha önce mezun olduğunuz lise, orta okul vb. okulları da yazabilirsiniz. Özellikle yabancı dil eğitimi veya meslekî eğitim veren liselerden mezun iseniz, bu durumu belirtmeniz iş başvurunuz açısından önem taşıyabilir. İş tecrübesi: En son çalıştığınız / çalışmakta olduğunuz iş yerinden başlayarak, bölüm, unvan belirterek iş tecrübelerinizi yazabilirsiniz. Yaptığınız işin tanımını kısaca belirtmeniz, varsa gerçekleştirdiğiniz projelerinizden bahsetmeniz faydalı olacaktır. Çok yapılan hatâlardan bir tânesi, stajların iş tecrübesi gibi yazılmasıdır. Yapılmış olan stajlar varsa ayrıca yazılmalı ve staj olduğu belirtilmelidir. Yabancı dil bilgisi: Bildiğiniz yabancı dil/dilleri yazarken gerçek bilgi vermek çok önemlidir. Konuşma, anlama, yazma olarak üç bölüm hâlinde yabancı dil seviyenizi belirtmeniz daha uygun olacaktır. Ayrıca yabancı dili nereden öğrendiğinizi ve varsa TOEFL, KPSS vb. sınav sonuçlarınızı da eklemeniz, yabancı dil seviyeniz ile ilgili vermiş olduğunuz bilgiyi destekleyecektir. Katıldığınız kurs / eğitim / seminerler: Katılmış olduğunuz kurs, eğitim ve seminerlerin târih ve sürelerini, gerekli durumlarda bir iki cümle ile içeriğini ve nereden aldığınızı belirten detayları yazmanız yeterli olacaktır. Bilgisayar bilgisi: Bildiğiniz bilgisayar programlarını, paket program hâlinde yazmanız yeterlidir. (Office programları vb.) Bilgisayar bilginizin hangi seviyede olduğunu belirtmekte fayda vardır. Bilgisayar programcılığı, yazılım-donanım, mühendislik gibi pozisyonlarda ihtiyaç duyulan bilgisayar bilgisini, detaylı olarak yazmak ve açıklamak gerekmektedir. Hobiler: Kısaca hobilere yer vermekte fayda vardır. Ancak bunları yazarken yazdığınız hobiler ile ilgili soru sorulabileceğini unutmamanız gerekir. (“Kitap okumak” yazdıysanız; son okuduğunuz kitap, bu kitabı ne zaman okuduğunuz, yazarının ismi, o yazarın başka kitaplarını okuyup okumadığınız gibi detaylı pek çok soru sorulabilmektedir.) Referanslar: İstenildiği takdirde vereceğinizi belirtmeniz yeterlidir. Referans olarak belirttiğiniz kişilerin akraba veya bir yakınınız olmaması, iş hayâtınızda size referans olabilecek kişiler olması gerekmektedir. 28 / Merhaba – Bahar 2008 Üye olunan kuruluşlar: İş hayâtınızda faydası olabilecek kuruluşları yazmanız yeterlidir. (Meselâ: Ticâret Odası, İş Adamları Derneği vb.) Projeler: Yukarıda belirtilenlerin dışında iş hayâtınızda önem taşıyan projelerde yer almış olabilirsiniz. Proje konusu, amacı, süresi, projedeki göreviniz vb. açıkça belirtilmelidir. Merhaba – Bahar 2008 / 29 KÜLTÜMÜN İNCE GÜLÜ: HIDRELLEZ A. Seval YARDIM Allah insanlığa îmanlı ve ahlâklı bir dünya hayâtının mükâfatı olarak adına “cennet” dediği bir “bahçe”de ebedî saadeti vaad eder. Zâten “cennet” de kelime anlamı olarak “bahçe” demektir. Bu “bahçe”nin tasvîrinde ne çok sıcak ne de çok soğuk bir hava, yeşil bir mekân, dallarında türlü meyveler olan ağaçlar, içlerinden ırmaklar akan köşkler, güzel içecekler ve eşler vardır. Bâzı kaynaklar idealize edilen cennetin özelliklerinin târihî ve yerel olduğunu, yâni çölde yaşayan Arapların hayallerini ancak su, yeşillikler ve meyvelerin süsleyebileceğini, tasvirlerde bu nedenle mesîre yerlerine özgü motiflerin kullanıldığını ifâde etmektedirler. Bu kabul edilebilir bir îzah gibi görünse de sâdece Araplara değil, âlemlere gönderilen dînin ebedî mutluluk vaadinin, yalnızca Arapları tatmin etmesi insana çok mantıklı gelmiyor. Ancak şu bir gerçek ki cennet tanımlaması, dünya ölçülerine göre, anlayabileceğimiz şekilde yapılmış. Hakîkatini ise Allah bilir. Esas olan, sâdece çölde yaşayan kavimlerin değil bütün insanlığın, yeşilden, bahçelerden, bereketten zevk alacak, onunla ferahlığı, özgürlüğü, huzûru, dinginliği özdeşleştirecek nitelikte yaratılmış olmasıdır. Bu yüzden kavuşulacak ebedî hayat mekânında -cennette-, bereketli, ırmaklar akan yemyeşil bir bahçe imajı bulunsa gerektir. İnsanlığın tabiatın yeniden canlanmasını, yeşermesini, bereketin gelmesini, ırmakların akmasını, ne çok sıcak ne de çok soğuk olan bahar havasının dünyâyı kaplamasını, İslâmiyet’ten hatta Hıristiyanlık’tan çok önce ilk çağ Anadolu, Mezopotamya ve Orta Asya kültürlerinden beri, “bayram” olarak kutlaması da coğrâfî, kültürel, dînî pek çok açıklamanın yanında bu “yaratılış sırrı”nın bir tezâhürü şeklinde yorumlanabilir. “Bahar bayramları”, Doğu hıristiyanları arasında Aya Yorgi, müslümanlar arasında da Hızır ve İlyas isimleri etrâfında dînî bir hüviyet kazanmıştır. Hızır ile İlyas’ın buluştuklarına inanılan gün Anadolu, Balkanlar, Kırım, Irak ve Sûriye bölgelerinde yaşayan Müslüman Türkler arasında “bahar bayramı”dır. Halk söyleyişi bu iki ismi birleştirerek Mîlâdî takvime göre 5 Mayıs’a “Hıdrellez” demiştir. Diğer Türk ve müslümanlar arasında kutlamalar farklı târihlere tekābül etse de Hızır ile İlyas’ın buluşması her zaman özel bir anlam taşımış ve kutlanmıştır. 30 / Merhaba – Bahar 2008 *** Bu ismin terkîbindeki İlyas’ın Kur’an’da adı geçen peygamberlerden biri olmak hasebiyle Peygamberliği sâbittir. İslâmî literatürde Kur’an ve hadîsler dışında İsrâiliyat’tan da rivâyetlerin yer aldığı hikâyesi şöyledir: “İsrâiloğulları, Kral Ahab ve Kraliçe İzabel devrinde Baal adını verdikleri bir puta tapmaktaydılar. Allah onlara İlyas Peygamber’i gönderdi. Tebliğini kabul etmediler. İlyas da bunu üzerine Allah’tan ülkeye kuraklık vermesini niyâz etti. Üç yıl kuraklık oldu. İsrâiloğulları bu kuraklıktan kurtulmanın ancak İlyas’ı bulup ona yalvarmakla biteceğini düşündüler. İlyas Peygamber onların kendisini öldüreceğini düşünerek yaşlı bir kadının evine saklandı. Kadının Elyesa adındaki hasta oğlunu iyileştirdi. Elyesa, İlyas Peygamber’e îman etti. Bir süre sonra İlyas (a.s), İsrâiloğulları’na yeniden tebliğe karar verdi ve ona biat ettiler. İsrâiloğulları puta tapmayı bırakınca yağmur başladı, kuraklık bitti, bolluk ve bereket geldi. Ama bir zaman sonra her şey eskisi gibi oldu. Bunun üzerine İlyas Peygamber Allah’tan kendisini kurtarmasını niyâz etti. Allah da ona ateşten bir at göndererek gökyüzüne çıkardı.” Hıdrellezin merkez şahsiyeti, bâzı kaynaklara göre velî, bazı kaynaklara göre nebî (peygamber) olan Hızır’dır. Hızır’ın baharın, bereketin sembolü olması ve Hıdrellezin dînî- tasavvufî zemîninin kaynağı Kur’ân-ı Kerim’de, elKehf sûresinde geçen Hz. Mûsâ-Hızır kıssası ile kıssa hakkındaki hadîslerdir. Sûredeki 60-82. âyetlerde anlatılanlar şöyle özetlenebilir: “Hz. Mûsâ bir gün yakınındaki bir gence iki denizin birleştiği yere ulaşmaya karar verdiğini söyler ve birlikte yola çıkarlar. Hz. Mûsâ burayı tanıyabilmek için yanlarında yemek olarak aldıkları kurutulmuş balıktan yararlanacaktır. Balığın canlanarak denize atladığı yer ulaşmaları gereken yerdir. Mola verdikleri bir yerde balığı unuturlar ve balık canlanarak denize kaçar. Oradan geçip uzaklaştıktan bir müddet sonra Mûsâ gençten yemek için balığı çıkarmasını ister. Genç de balığın bir önceki durdukları yerde kaçtığını ve söylemeyi unuttuğunu ifâde eder. Bunu üzerine Hz. Mûsâ ulaşmak istediği yerin geride kaldığını anlar ve geri dönerler. Burada Allah’ın ona kendisinden rahmet verdiği ve nezdinden bir ilim öğrettiği kul ile karşılaşırlar. Mûsâ o kula, kendisine öğretilen ilimden ona da öğretmesi için tâbî olmayı teklif eder. Kul da Mûsâ’ya iç yüzünü kavrayamadığı bilgiye sabredemeyeceğini söyler. Mûsâ ona sabırlı olacağına ve hiçbir işte karşı gelmeyeceğine dâir söz verir. Yola çıkarlar. Bu zât, yolda önce berâber bindikleri bir gemiyi deler; sonra rastladıkları bir çocuğu öldürür; ardından vardıkları, yemek taleplerini geri Merhaba – Bahar 2008 / 31 çeviren ve onlara hiç misâfirperver davranmayan bir köydeki yıkılmak üzere olan duvarı düzeltir. Mûsâ her ne kadar sabredeceğini, îtiraz etmeyeceğini söylese de yaşadıkları karşısında zaman zaman îtiraz eder. Son olaydan sonra yaptığı îtiraz üzerine zât ona “Ben sana sabredemezsin demedim mi? Bu benimle senin ayrılışımızdır.” der, olayların içyüzünü anlatır. Gemi, denizcilik yapan yoksullarındır, onları bütün sağlam gemilere el koyan bir hükümdar tâkip etmektedir; çocuk büyüyünce azgınlık ve kâfirlik yapacak, îman eden anasıyla babasına zarar verecektir; duvar ise o köydeki iki yetim oğlanındır, altında defîne vardır, oğlanlar rüşdlerine erince defîneyi çıkaracaklardır. Sonunda da bunları Allah’ın emriyle yaptığını söyler.” Âyetlerde kendisine özel bir bilgi öğretilen kulun Hızır (el-Hadr) olduğunu, balığın -râvi zinciri verilmemekle berâber- kaçtığı yerde bulunan “âb-ı hayât çeşmesi”nden isâbet eden su ile canlandığını, Buhârî, Müslim, Tirmizî gibi muhaddislerin kaydettiği hadîslerden öğreniyoruz. Bunlardan biri şöyledir: “Ona el-Hadr denilmişti, çünkü otları sararmış kupkuru bir yere oturduğunda orası derhal yemyeşil oluyor ve otlar dalgalanıyordu.” Türkçe söylenişi “Hızır/Hıdır”, Arapça’da “Hadr/Hıdr” olan kelime “yeşil, yeşilliği çok olan yer” anlamındadır. Bâzı kaynaklarda Hızır’a bu ismin “kuru yerde oturduğunda altındaki otların yeşerip dalgalanması, cennet pınarlarından içtiği için bastığı her yerin yeşile bürünmesi dolayısıyla” verildiği belirtilmektedir. *** Yukarıda anlatılanlar, halk muhayyilesinin neden Hızır ve İlyas’ı tabiatın canlanması, yeşermesi, bahar, yağmur, bereket, bolluk, sağlık, dileklerin kabul olması vb. ile ilişkilendirdiğini açıklamaktadır. Türkler Anadolu’ya gelmeden önce Orta Asya’da da baharın gelişini yeryüzündeki birçok kavim gibi bayram yaparak kutluyorlardı. İslâmiyet’le berâber hayatlarındaki her şeyi İslâmî bir kimliğe büründürmek konusunda büyük bir dehâ gösterdiler. Bu, hem îmanlarının gücünü artırdı, hem de millî çizgilerini kaybetmemelerini sağladı. Nitekim İslâmî kaynaklarda Hızır ve İlyas hakkında çok çeşitli bilgiler olduğu halde Hıdrellez hakkında hiçbir bilgi bulunmaması, ilişkiler ağının halk arasında teşekkül ettiğini göstermektedir. Hz. Mûsâ-Hızır kıssasının önemli bir vechesi de İslâm tasavvufundaki Allah’ın kullarından birine kendinden öğrettiği bir “ilim-ilm-i ledünnî” ve “Hızır’ın Mûsâ’ya yol göstericiliği-irşad” gibi iki temel kavramı işliyor olmasıdır. Bu yüzden kıssa, mutasavvıflar arasında, olayların bir “görünen” bir de “görünmeyen” yüzü olduğunun anlatılması; mürîdin mürşîdine asla 32 / Merhaba – Bahar 2008 îtiraz etmemesi, bunu kalbinden dahî geçirmemesi, mürşîdinden şüphe etmemesi, “gassal elinde meyyit” tâbir olunan şekilde ona teslim olması, onun ilm-i ledün bildiğini kabul etmesi konularının îzâhında sürekli anlatıla gelmiştir. Tasavvufun temel kaynaklarında Gazâlî, İhyâ’sında; Kuşeyrî, Risâle’sinde; Hücvirî, Keşfü’l-Mahcûb’da; Serrâc, El-Lüm‘a’da; İbni Arabî, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Kerîm’de kıssaya ve Hızır’a dikkate değer bir yer vermişlerdir. Bu kaynaklardan beslenen Anadolu coğrafyası mutasavvıflarında da aynı özellikler görülür. Tasavvufun meseleyi değerlendirme tarzını kendi bütünlüğü içinde ayrıca ele almak gerekir ki bu, yazının sınırlarını aşmaktadır. Ancak, İslâmî halk kültürünün, tasavvuf muhitlerinin dışında da Hızır ve İlyas’ın bilhassa Hızır’ın şahsiyeti etrâfında teşekkül etmesi, Türklerin dînî yaşayışında tasavvufun, İslâm tasavvufunda da Hz. Mûsâ-Hızır kıssasının mühim bir yer tutmasındandır. *** Hıdrellez bir bahar bayramı olarak gerek Anadolu’da ve gerekse Anadolu dışındaki Türk topluluklarında büyük bir folklorik birikimi berâberinde getirmektedir. Bu bayram genellikle “hıdırlık” adı verilen mesîre yerlerinde kutlanır. Suların aktığı, ağaçların çokça bulunduğu, bolluk ve bereketi temsil eden yemyeşil geniş arâzilerin adının Hıdır/Hızır kelimesinin bir yansıması olduğu açıktır. Bâzı bölgelerdeki hıdırlıklarda türbe-yatır gibi kutsal kabul edilen kimselere âit mezarlar vardır. Hıdrellez yaklaşırken evler, eşyâlar, kıyâfetler Hızır’ın eve uğraması için temizlenir. Yiyecekler hazırlanır, bâzı bölgelerde bir gün öncesi oruç tutulur. Hızır, o gece yeryüzünde dolaşarak, değdiği her şeye bolluk ve bereket getireceğinden yiyecek ve içeceklerin ağzı açık bırakılır. Ev sâhibi olmak isteyenler, hayallerindeki evi taşlarla açıklık yerlere yaparlar yâhut toprağa çizerler. Hastalıklarına şifâ dileyen ve sağlık isteyenler o gece Hızır değdiği için, şifâlı hâle gelen kır çiçeklerini kaynatarak suyunu içerler; yine aynı sebeple nur yağan sulara girerler. Gül dallarına içinde gümüş kuruşlar, çeyrekler bulunan keseler bereket getirsin, diye besmelelerle asılır. Genç kızların tâlihlerini açmak için niyet oyunu oynanır. Çeşitli bölgelerde “niyet çekme, baht çömleği, bahtiyar, bahtıbar” gibi isimlerle anılan oyun, bir çömleğe testiden su dökülmesiyle başlar. Çömleğin etrâfında toplanan genç kızlar, çömleğe yüzük, küpe yada çeşitli otlar atar; gül ağacının dibine bıraktıkları çömleği kilitlerler. Hıdrellez günü kilidi açıp niyet çekerek, mâniler okurlar. Çıkan mânilerin bahtları olduğuna inanırlar. Bahtı açılmayanın Merhaba – Bahar 2008 / 33 başında kilit açarlar. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece ve öncesi bunları yaptıktan sonra 6 Mayıs Hıdrellez günü bol ağaçlı, pınarı olan mesîre yerlerine giderek, çeşitli oyunlar, eğlenceler ile bayram yaparlar. Bâzı yörelerde tıpkı Nevruz ateşi gibi Hıdrellez gecesi, Hıdrellez ateşi yakılarak etrâfında eğlenceler tertip edilir. Halk arasında “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil.”, “Kul daralmayınca Hızır yetişmez.”, “Hızır gibi yetişmek”, “Hızır eli değmek” gibi birçok atasözü ve deyim, kıssanın ve kıssa etrâfında gelişen İslâmî halk kültürünün izlerini taşır. Hey bahtiyâr, bahtiyâr Yemenimin yeşili Bahtiyârın vakti var Sil gözünün yaşını Bir güzelin çirkine Bana müjdeler olsun Sarılmaya vakti var. Şimdi buldum eşimi gibi ümit, neşe, sabır, aşk, sevgi, şefkat, iyilik, kardeşlik, gurbet gibi temaları işleyen Hıdrellez mânileri bu geleneğin önemli bir parçasını oluştururlar. Ayrıca edebiyâtımızın Halk Edebiyâtı, Tekke Edebiyâtı, Dîvan Edebiyâtı şeklinde isimlendirilen bütün şiir ekollerinde ve Dede Korkut Kitabı’ndan Köroğlu Destânı’na, Dânişmendnâme’den Kerem ile Aslı Hikâyesi’ne kadar birçok eserde Hızır ile karşılaşırız. Hatta konusu sâdece Hz. Mûsâ-Hızır buluşması olan müstakil eserler vardır. Tekke Edebiyâtı’nda daha çok Hızır’ın mürşidliği ve ilmi ledün bilgisi anlatılır. Musluhiddîn Uşşâkî’nin: İşitmedin mi Hazret-i Mûsâ’yı Arayuben buldu Hızır Nebî’yi Önce Hızır oldu ânın delîli Mürşidsiz varılmaz dost illerine ya da Sâlih Baba’nın: Mekteb-i irfâna girip almayan ders ü sebak Hızır ile âb-ı hayâta varmayan derviş midir? Vârını yağmaya veren İbrâhim Edhem gibi Arayıp Hızır-ı zamânı bulmayan derviş midir? mısrâları tasavvufta Hızır’ın temsîl ettiği mânâyı en güzel şekilde dile getirir. Aynı tema sâdece çok bilinmeyen şâirlerce değil, Ahmed Yesevî, Yûnus Emre, Mevlânâ, Sultan Veled, Niyâzi-i Mısrî gibi meşhûr tasavvuf şâirleri tarafından da işlenmiştir. 34 / Merhaba – Bahar 2008 Hızır ve “âb-ı hayât”, Dîvan şiirinin en sık kullanılan mazmunları arasındadır. Muhibbî (Kānûnî Sultan Süleyman)’nin: Ey Muhibbî yâr elinden bir kadeh nûş eyleyen Hızr elinden ger ölürse âb-ı hayvân istemez. Nedim’in: Söz açma Hızr ile âb-ı bekādan Efendim, sevdiğim, ben bildiğim, ben Bu şeker-hand ile bu kadd ile sen Hayât-ı tâze, ömr-i câvidansın. Râgıp Paşa’nın: Olmayan mâye-i feyz-i ezelîden sîrâb Âb-ı Hızr’ı yine Hızr olsa da rehber bulamaz. Usûlî’nin: Hâr bakma her nemed-pûşa sakın ey muhteşem Her gedâyı Hızr gör, her şahsa dervişâne bak. mısrâları Hızır’ın geçtiği yüzlerce örnekten sâdece birkaçıdır. Son dönem edebiyâtımızda da Hızır ve Hıdrellezi işleyen şiirler vardır. Ârif Nihad Asya’nın Hıdrellez’de Kızlar şiiri, Sezâi Karakoç’un Hızırla Kırk Saat isimli şiir kitabı bu bağlamda değerlendirilebilecek eserlerdir. *** Hıdrellez ve ona benzer geleneklerimiz karşısında değişik bakış açıları müşâhede ediyoruz. Bunlardan biri, kökleri XVI. asra kadar giden ve din adına meseleyi sâdece Hz. Mûsâ-Hızır kıssası etrâfında oluşan hurâfeler olarak gören, yasaklayan anlayıştır. Diğeri ise konuyu bilimsellik adına, kırsalda yaşayan halk kitlelerinin oluşturduğu “kült” (mânevî ve rûhânî kabul edilen kimselere veya mezarlara gösterilen saygı) olarak gören; çağdaş insanların böyle şeylerle oyalanamayacağını savunarak, inançların ve geleneklerin sebeplerini alaycı ifâdelerle sorgulayan, biraz da anlamsızlığına hükmeden görüştür. Söz konusu anlayışlarla, günümüz hayâtının sosyal pratikleri bakımından, herhangi bir yere varmak mümkün değil gibi görünüyor. Kanaatimizce, Hıdrellez tarzı inanışlar, halk arasında yakınlaşmayı, birlik ve berâberliği, yardımlaşmayı artırdığı gibi kutsal karşısında saygı duyma, kutsal değerler adına hareket tarzı belirleme pratiği kazandırıp, ortak değerler oluşmasını sağlamaktadır. Bunlar, yeme-içme, gülme-eğlenme gibi dünya zevklerini kutsala bağlayarak onlara mânevî bir veche verirler. Merhaba – Bahar 2008 / 35 Asırlardır millî hâfızada ve şuuraltında yer eden Hızır, İlyas ve Hıdrellez, Anadolu’nun bâzı bölgeleri hâriç geniş halk kitlelerinin hayâtından, özellikle şehir hayâtından çıkmıştır. Yerini kendi kutsal kitabımızın, inançlarımızın dışında başkalarının dînî geleneklerinden, kutsallarından beslenen Noel ve Sevgililer Günü gibi nevzuhur gelenekler almıştır. Meseleyi sıradan halkın efsânelerle oluşturduğu ilkel inanışlar olarak görenlere Saint Valantine (Sevgililer Günü’nün atfedildiği kişi) ve Saint Nicholas (Noel Baba nâmıyla anlatılan kişi)’ın, “kültün âlâsı” olduğunu hatırlatmak gerekir. Bu noktada bizlere düşen vazîfenin, dînî ve millî harsımızdan beslenen geleneklerimizi canlandırmak, bunları gelecek nesillere aktarmak olduğunu da hatırlamanın zamânı gelmedi mi? KAYNAKLAR: İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, I. baskı, İstanbul 2005, “Hızır”, “Hıdrellez”, “cennet”, “kült” maddeleri. Musâhipzâde Celâl, Eski İstanbul Yaşayışı, İstanbul 1946. Ahmet Yaşar Ocak, İslâm-Türk İnançlarında Hızır Yahut Hızır-İlyâs Kültü, II. baskı, Ankara 1990. Ahmet Talat Onay, Eski Türk Edebiyâtında Mazmunlar, Ankara 1992. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Hıdrellez” maddesi, c. 17, s. 313-316, İstanbul 1998. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Hızır” maddesi, c. 17, s. 406-412, İstanbul 1998. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “İlyâs” maddesi, c. 22, s. 160-162, İstanbul 2000. T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, “Kehf Sûresi” maddesi, c.25, s. 188-189, Ankara 2002. http://www.kulturbakanligi.gov.tr 36 / Merhaba – Bahar 2008 ŞİİR Kübra YETİŞ ŞAMLI * YALNIZLIĞA SEFER Bu sefer de gözünü hiç kırpmadı gece, Büyük savaşa şâhitlik etti. Yalnız başıma savundum şehri Kolumu kanadımı kıran Neşe Kalabalığı ve onca gürültüsüyle Yalnızlığın coğrafyasını işgal etti. Geldi, kuruldu Hicran’ın tahtına. Kurumuş yaprakları yeşertti ilk iş. Güneş açtı, Çiçekler açtı, Gülüşler açtı en kuytu tenhâlarda. Şafağa kadar sürdü savaş. Yıkılmadık hüzün, yakılmadık acı bırakmadı. Bu seferde gözünü hiç kırpmadı gece. Bekledi ki herşey sonsuza dek öylece kalsın. Ama Neşe yeni seferlere, yeni zaferlere açtı. Ordularını toplayıp giderken Ağaran gece ardından baktı. Yarın, bu büyük fâtihin şerefine, Her yastığa derin uykular bırakacaktı… ( ) * E-posta: kubrayetis@yahoo.com Merhaba – Bahar 2008 / 37 KEMİKLİ KİLİSE Gülniyaz TAHRALI * 1200’lerin başında Doğu Avrupa topraklarından kutsal topraklara yola çıkan soylu ve güvenilir bir kimse, dönüşünde ibâdethânesini de kutsal topraklardan nasiplendirmek ister. Yanında getirdiği kavanoza doldurduğu kutsal toprağı, kilisenin toprakları üzerine serper. O kilisenin toprakları da artık kutsal toprakların bir parçası olur. Öyle ki, vebâ salgınından ölenler, savaşlarda ölenler ve diğer ölümler için akla gelen ilk ve en kutsal gömülme yeri bu kilisenin bahçesi hâline gelir. Yüz yıl içerisinde otuz binden fazla beden buraya gömülür. İlerleyen yüzyıllarda da kilise, ölüleri gömmek için ilk sırada yer alan mekânlardan biri olmaya devam eder. Sonunda kırk binden fazla insanın gömülü olduğu bahçede, kemikler artık yüzeye çıkmaya başlar. Buna bir çözüm olarak, yerel bir ahşap oymacısı bu kemiklerin kilisenin iç dekorasyonunda kullanılabileceğini söyler ve öneri kabul edilir. Kilisenin avîzesi, duvarları, aksesuarları artık muntazam bir şekilde dizilmiş kuru kafalardan, kol ve bacak kemiklerinden oluşmaktadır… Korkutucu bir masalı andıran bu hikâye, karanlık orta çağ Avrupası’nın gerçek bir mîrâsı aslında. Yerinde görmesem de televizyondan seyrettiğim bu manzara beni ürküttü. Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri oluğu herkesçe kabul edilen Prag’da, karanlık çağların ve zihniyetlerin izleri meydandaydı. Toprağa karışmakta kim bilir ne hikmetler gizliyken, bu manzara hem ölen insanın bedenine eziyeti, hem de ibâdet etmek ya da gezmek üzere kiliseye gelen ve yaşayan bir insanın rûhuna eziyeti barındırarak, “iki kere kötü” yü temsil etmiyor mu? Programı yapan Türk sunucu “Burayı size tanıttığımız için özür dileriz; ancak böyle bir manzara Türkiye’de bulunsaydı, şimdiye dek kim bilir ne eleştiriler almıştık…” diyordu. Bu gerçekten can alıcı bir noktaydı. Üstelik bu turizm noktasında dikkatleri çeken bir şey daha var: “Türk askerinin gözünü oyan karga” tasvîri. Bunu seyrettiğim programda değil de, internette kiliseyle ilgili arama yaptığımda çıkan gazete haberinde okudum: ( ) * E-posta: gulniyaz@yahoo.com 38 / Merhaba – Bahar 2008 “Kilisenin sol tarafında ünlü Schwarzenberg âilesinin amblemindeki ‘Türk’ün gözünü oyan karga’ figürü, kiliseyi ziyâret edenlerin tepkisini çekiyor. Figürdeki karganın 1591’de Raab Savaşı’nda Schwarzenberglerin Türkleri yenmelerini sembolize ettiği, kiliseyi gezen turistlere rehberler tarafından anlatılıyor. Bu bilgi kiliseyle ilgili broşürde de yer alıyor.”1 Kilisenin dekorasyonunun o kadar da korkunç olmadığını düşünsek, “Ölüsünden değil, canlısından korkmak lâzım.”2 desek de, en azından “Türk’ün gözünü oyan karga” figürüyle Kemikli Kilise, bütün dinlerin esâsen buluşması gerektiği “ortak insan sevgisi”nden yoksun bir ibâdethâne. Prag, ben dâhil henüz gitmeyen birçok insanın görmek istediği bir şehir… Kemikli Kilise yüzünden Prag düşmanlığı da yapmamak lâzım tabiî. Sâdece, edindiğim bu bilgi bana ufak bir hatırlatma yaptı: Hayranlık, güzel bir yabancı şehir gördüğümüzde kolayca kapıldığımız bir his; ancak beğeniyi hayranlık boyutuna vardırmamak doğru olsa gerek. Çünkü ucu bize dokunan, bize dokumasa öze dokunan bir şeylere her an rastlanabilir. 1 “Avrupa’da ırkçılık ve Türk düşmanlığı diz boyu”, Radikal, 3. 9. 2007. Kiliseyi gezen turistlerden biri, kilisede çalışan bir râhibeye burada çalışmaktan hiç rahatsızlık ya da tedirginlik duyup duymadığını sorduğunda râhibe gāyet rahat bir biçimde “Bunlar yalnızca kemik, beni asıl korkutan yaşayanlardır.” demiş. http://www.outsideprague.com/kutna_hora/bone_church.html. 2 Merhaba – Bahar 2008 / 39 KISA KISA… Şehkâr FAYDA KINIK * Yahyâ Kemal’in vefâtının 50. yılı münâsebetiyle İstanbul Fetih Cemiyeti ve Yahyâ Kemal Enstitüsü’nün gayretleriyle, 2008 yılı Kültür Bakanlığı tarafından Yahyâ Kemal yılı olarak îlân edilmiş olup, yıl boyunca bu minvalde geniş bir yelpâzede çeşitli faaliyetler gerçekleştirilecektir. Yine aynı vesîleyle 4 Ocak 2008 târihinden îtibâren İstanbul Fetih Cemiyeti tarafından her cuma saat 16:00’da Yahyâ Kemal Okumaları tertiplenmektedir. Konuşmacı Prof. Dr. Kâzım Yetiş’tir. Kubbealtı Sohbetleri çerçevesinde 12 Ocak 2008 târihinde “Mûsikîmizle İlgili Düşünceler” konulu bir konferans düzenlendi. Konuşmacı, Prof. Dr. Alâeddin Yavaşça idi. sanatalemi.net adlı internet sitesinde Ocak ayı îtibariyle Sâmiha Ayverdi’nin “Muharrem-i Şerif Hakkında” başlıklı sohbet yazısı yayımlanmaya başlandı. http://www.youtube.com/watch?v=rfbDVVjF5Rk adlı internet sitesinde Cinuçen Tanrıkorur’un kendi besteleri, gene kendi icrâlarıyla yayımlamaya başlandı. 17 Ocak 2008 târihinden îtibâren her Perşembe, Polis Radyosu “İmbikten Damlalar” adlı canlı şiir programı yayımlamaya başlamıştır. Programı hazırlayan, MEHMET NURİ PARMAKSIZ’dır. Ayrıca, Türkiye Polis Radyosu internet üzerinden, http://www.polisradyosu.net adresinden de dinlenebilmektedir. Merhum üstad Cinuçen Tanrıkorur adına düzenlenen ve kendisi ile ilgili birçok bilgiye ulaşılabilecek www.cinucentanrikorur.org isimli internet sitesi yayına başlamıştır. 22 Şubat 2008 târihinde vakfımızın Projeler Müdürü Dr. Fahrünnisa Bilecik ve Türkçe Sözlükler Koordinatörü Dr. Nevnihal Bayar tarafından, Kocaeli’de, Elginkan Vakfı’nın da desteğiyle Ahmet ( ) * E-posta: sehkarfayda@hotmail.com 40 / Merhaba – Bahar 2008 Elginkan Meslekî Eğitim Merkezi’nde bölgenin lise ve dengi okullarında görev yapan öğretmenlerine “İmlâ Meselemiz” başlıklı bir konferans verildi. Vakfımızın ve faaliyetlerimizin tanıtımı, Tanıtım ve Toplu Satışlar Koordinatörümüz Murat Oktay tarafından yapıldı. 27 Şubat 2008 târihinde Kocaeli Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi öğretim görevlileri ve öğrencilerine “Türkçenin En Büyük Romanı; Kubbealtı Lugatı” konulu bir konferans verildi. Dr. Fahrünnisa Bilecik ve Dr. Nevnihal Bayar tarafından verilen konferansta, lugatın hazırlanmasına neden ve ne zaman karar verildiğinden, 34 senelik hazırlık sürecinde yaşanan zorluklardan bahsedildi. Ayrıca 2007 yılında basılan Türkçe Sözlük de tanıtıldı. Vakfımızın ve faaliyetlerimizin tanıtımı, Tanıtım ve Toplu Satışlar Koordinatörümüz Murat Oktay tarafından yapıldı. 5-9 Mart 2008 târihleri arasında Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı ile Altay Vakfı’nın ortaklaşa gerçekleştireceği “Lâle Sergisi”, Emek’deki Hazîne ve Dış Ticaret Müsteşarlığı Sergi Salonu’nda yapıldı. Sergide taş çini, ebrû, tezhip ve sulu boya eserler sergilendi. 7 Mart 2008 târihinde İstanbul Fetih Cemiyeti’nde Dursun Gürlek tarafından bir sohbet toplantısı düzenlendi. Sohbetin konusu, yazarın yeni çıkan kitabı Kültür Dünyamızdan Manzaralar idi. 8 Mart 2008 târihinde Çemberlitaş Köprülü Medresesinde “İstanbul Hâtıraları” konulu bir konferans verildi. Konuşmacı Selim İleri idi. TÜRKKAD Genel Merkezi, 8 Mart Dünya Kadınlar Günü vesîlesiyle “Türk Müziği Nağmelerinden... Kadın” konulu bir konser düzenledi. 18 Mart 2008 târihinde CENAN Eğitim Kültür ve Sağlık Vakfı, TÜRKKAD Türk Kadınları Kültür Derneği ve ALTAY Kültür ve Sanat Eğitim Vakfı tarafından İstanbul Lütfi Kırdar Kongre MerkeziAnadolu Salonu’nda Kutlu Doğum Haftası münâsebetiyle “Peygamber Gecesi” tertip edildi. Merhaba – Bahar 2008 / 41 GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE KELİMELER Dr. Nevnihal BAYAR * BİR KEZ DAHA İML İML İMLÂ... Bir önceki yazımda imlâ meselesi üzerinde dururken, aslında okullarda okuma ve yazmayı tam olarak öğrenemediğimizi ifâde etmiştim. Bunun sebebini de alfabemizde birtakım işâretlerin eksik olmasına bağlamıştım. Bu, işin bir yanı. Bir de öbür tarafı var. Artık herkesin kabul ettiği (etmese gereken) bir gerçek var: Dilimiz, yabancı dillerin özellikle de İngilizce’nin istîlâsı altında. Dolayısıyle Türkçe’ye bu dilden hemen her gün, gerekli gereksiz, yeni bir kelime girmekte. Bunun yanında bizim dil hâinlerimiz de boş durmamakta ve melez kelimeler1 türetmekte. Dükkânlarına Simitchi, Tatlycy, Kanatchy, Dürümland, Kokosh, İncy, Selym, Parılty vb. isimler vermekte. Ya da tamamen farklı bir yol tutup, nasıl okunacağı belli olmayan, ne olduğu belirsiz kelimeler îcat edip bunları iş yerine, ürüne isim olarak vermekte: Whisne, Dishe, Her Shey, YeMc, Ashk, Beshik, Sherbet, Ayaqqabı, Qurna vb. Peki biz bu kelimeleri nasıl okuyup yazacağız? Dilimizde mevcut bulunan, kültürümüzün bir parçası hâline gelmiş olan Arapça, Farsça kökenli kelimelerimizi okuyup yazamazken, hiç bir kurala uymayan bu soysuz, ne olduğu belirsiz kelimeleri, aslında ucûbeleri nasıl okuyup yazacağız? Dilimizde hiç mesele yokmuş gibi, gelin bir de bunlarla uğraşın! Çocuğunuz size Turkcell’i sorduğunda nasıl okuyorsunuz? Ya da cafe’yi, center’ı, corner’ı. “Anne veya baba, bunları nasıl okuyup yazacağız?” dediğinde ne cevap veriyorsunuz? Susup kaldığınızda ya da mantıksız cevaplarla sorusunu geçiştirdiğinizde, “Biz nerede yaşıyoruz?”, “Burası Türkiye değil mi?”, “Benim dilim Türkçe değil mi?” diye soran çocuğunuza cevap verebiliyor musunuz? Düştüğünüz durumdan utanç duyuyor musunuz? Yoksa, “Biz Avrupalıyız, batılıyız, dilimizi de onlara uyduruyoruz.” diye gururla açıklama da mı bulunuyorsunuz? Karar verin, siz hangi taraftasınız?!.. ( ) * E-posta: nevnihal.bayar@gmail.com Yarısı Türkçe, yarısı herhangi bir yabancı dilden oluşan kelimelere, daha doğrusu ucûbelere, bendeniz melez kelimeler diyorum. 1 42 / Merhaba – Bahar 2008 *** Hemen her dilde kısaltmalar vardır. Bizim dilimizde de gerek kurum gerek ürün isimleri uzunsa kısaltılır ve genelde bu kısaltmalar kelimelerin baş harfleriyle yapılır. İETT, PTT, TC, MÜSİAD, İTO vb. Şimdi bir moda var. Biz bu kısaltmalardaki harflerimizi kendi ses özelliklerimize göre değil, İngilizce’ye göre okuyoruz. Meselâ “TV, VİP, F-16, GSM, IMF, CNR”. Bunları Türkçe’nin ses özelliklerine göre okursak, ki doğru olan da budur, “te-ve, ve-ipe (ya da farklı bir şekilde vip), fe-16, ge-se-me, i-me-fe, ce-ne-re” şeklinde olur. Oysa “ti-vi, vi-ay-pi, ef-16, ci-es-em, ay-em-ef, si-en-ar” diye okuyoruz. Ben bu işin mantığını çözemiyorum. Sonu nereye varır, onu da bilemiyorum. *** Geçenlerde alışveriş yaparken iki dükkân ismi dikkatimi çekti: Abdullah Kebap ve Burcu Baharat. “Ne var bu isimlerde? Her ikisi de Türkçe.” dediğinizi duyar gibiyim. Tamam isimler, kelimeler Türkçe’de, yapı nece? İlk bakışta sıfat tamlaması gibi duran bu isimler, aslında isim tamlaması. “Haydi canım, böyle isim tamlaması mı olur?” diyorsunuz. Haklısınız, olmaz. Ama artık dil hâinleri sâyesinde böyle ucûbe tamlamalarımız da var. Abdullah, kebapçının adı. Yâni kebabın adı değil. Burcu da baharatçının adı, baharatın değil. Yakın zamâna kadar bu isimler: “Abdullah Kebapçısı” ve “Burcu Baharatçısı” idi. Ama şimdi, iyelik eklerini atarak batı taklîdi, ne olduğu belirsiz tamlamalar oluşturmak çok moda. Dilin yapısı bozulurmuş, kimin umurunda? Bir de bizim sokağın başında Eczane Tülin var. Hiç üşenmedim, eczâneye girdim ve Tülin Hanım’a “Siz eczâne misiniz?” diye sordum. Yüzüme ters, ters baktı. Sonra “Hayır! Ben eczâcıyım.” dedi. Ben durur muyum? Hemen lâfı yapıştırdım: “Ama tabelanızda Eczane Tülin yazıyor.” dedim. Kadın biraz sinirlenerek: “Ne olmuş? Ne demek istiyorsunuz?” dedi. Anladım ki hiçbir şeyin farkında değil. Anlatsam da anlamayacak ya da uzun uzun dil bilgisi dersi vermem gerekecek. Ben de sıkıldım, “Benimki de işgüzarlık.” dedim ve eczâneden çıktım. Aslında durum çok vahim. İyelik eklerini attıkları yetmiyormuş gibi bir de tamlamayı ters çevirip iyice tanınmaz, kişiliksiz bir hâle getiriyorlar. Bizim Tülin Eczânesi oluyor Eczane Tülin. Eczane Tülin’in ben dışarı çıktıktan sonra, arkamdan ne işâreti yaptığını tahmin etmişsinizdir. Zâten dili için uğraşan, dilinin doğrularından tâviz vermeyen insanlar için, arkalarından genelde bu işâret yapılmıyor mu? *** Merhaba – Bahar 2008 / 43 Kelimelerini okuyup yazamadığımız, imlâ kurallarını hiçe saydığımız, yapısını istediğimiz gibi bozduğumuz bir dilimiz var. Düşünüyorum da, hangi millet kendi diline karşı bu kadar büyük bir hâinlikte bulunmuştur? Vah bize, yazık çocuklarımıza... 44 / Merhaba – Bahar 2008 SİYAH AFRİKA’NIN BEYAZ UCU.. Doç. Dr. Güleda ENGİN * Yaklaşık yirmi saatlik bir yolculuktan sonra uluslararası bir proje kapsamında üç hafta geçireceğimiz Cape Town’a vardık. İstanbul’u Ocak ayının son günlerinde bırakmışken 30 oC’lik yaz sıcağı bulmak, yâni kışın ortasında yazı yaşamak çok hoştu. Yaklaşık 45 milyon nüfûsa sâhip Güney Afrika, Afrika’nın genelinden tabiat zenginliği ve ekonomik kalkınmışlık olarak çok farklı bir ülke. Her ne kadar gitme imkânımız olmasa da Pretoria ve Johannesburg ve özellikle Cape Town ile Güney Afrika, bir Avrupa ülkesi görüntüsü veriyor. Güney Afrika, kıtanın Kuzey Afrika ülkelerinden bâzıları hâriç en demokratik ve geleceği en parlak ülkelerinden biri olarak görülüyor. Dünyânın en zengin elmas, platin, altın ve krom yataklarına sâhip… Bu zengin tabiî kaynaklara rağmen Güney Afrika gelişmekte olan bir ülke olarak sınıflandırılabilir. İşsizlik oranları maalesef hâlâ yüksek değerlerde seyrediyor. Cape Town’da bulunduğumuz süre boyunca sâdece bir kere elektrik kesintisi yaşandı. Cape Townlular bize çok şanslı olduğumuzu söylediler, zîra 2007’nin başlarından îtibâren ülke bir elektrik krizi yaşamakta. Bunun ana nedeninin, ülkenin devlete âit en büyük elektrik üreticisi Eskom’un yaşlanan tesislerinden dolayı, ihtiyaçtan daha düşük elektrik üretmesi olarak bildiriliyor. Ancak bu elektrik kesintileri sâdece halkı değil, ülkenin refâhını da etkiliyor, zîra en büyük elmas ve altın mâdenleri şu anda âtıl durumda. Cape Town beyazların oldukça yoğun olarak yaşadığı bir şehir. Batı dünyâsından ilk olarak Portekizli denizcilerin keşfettiği, sonrasında Hollandalılar ve Danimarkalıların büyük ilgi gösterdiği bir coğrafya parçası. Şehre yerleşen ilk beyazlar deniz ticâreti yapan Hollandalılar. 1652 yılında doğuya giden ticâret yolunda bir durak olarak kurulmuş. Daha sonra 1800’lü yılların başında da İngilizler bu tabiî kaynaklar bakımından çok zengin olan ülkeyi sömürge olarak îlân etmişler. 1948’de yönetim, resmî olarak ırk ayrımı dönemini başlatmış. “Apartheid” olarak bilinen bu dönemde halk beyaz, Hintli, melez ve siyah olmak üzere dörde bölünmüş ve her bir ırkın girebileceği bölgeler, çalışma ve yaşama alanları kesin çizgilerle birbirinden ( ) * E-posta: guleda@gmail.com Merhaba – Bahar 2008 / 45 ayrılmış. Beyazların mutlak üstün olduğu bu keskin ırkçı yönetim anlayışında, melezlerin statüsünün bile, zencilere göre çok daha yüksek tutulduğunu belirtmek gerekir. Yine de bizi otelimize bırakan melez bir arkadaşımız, “1994’te ben bu sokağa giremezdim.” dediğinde tüylerim diken diken oldu. 27 Nisan 1994’te fiilen sonlandırılmış olan bu dönemin acı etkileri hâlâ çok canlı bir şekilde hissedilebiliyor. Müslümanlar, ülkeye 1600’lü yıllarda Hollandalılar tarafından binâ yapımında çalışmak üzere işçi olarak getirilmişler. Bu yüzden ülkede özellikle Endonezya ve Malezya kökenli oldukça fazla sayıda müslüman bulunuyor. Müslümanların etkisi rahatça hissedilebiliyor. Resmî dîni İslâm olmayan hiçbir ülkede yeme-içme bakımından bu kadar rahat etmemiştik. Hemen her ürünün üzerinde “Halal” damgası mevcut. Helâl ürünler o kadar yaygın ki gittiğimiz üniversitenin yemekhânesinde bütün yiyecek ve içecekler helâldi. Şehirde müslüman etkisini bir başka yönden de hissetmek mümkün. Câmiler ve ezan sesleri insanı ilk zamanlar hayrete düşürebiliyor. Cape Town’da yirmi üç tâne de türbe bulunuyor. Şehir halkı, müslümanı-gayrimüslimi, bu türbelerde yatanların yüzü suyu hürmetine memleketlerinin tabiî âfetlerden korunduğuna inanıyorlar. Sultan Abdülaziz zamânında şehirde müslümanlar arasında bir anlaşmazlık çıkınca, İngiltere kraliçesi, zamânın halîfesine bir mektup yazarak bu meseleyi çözebilecek evsafta birinin gönderilmesini ricâ etmiş. Sultan Abdülaziz Han, şehre Ebûbekir Efendi adında bir din âlimini göndermiş. Meseleyi hallettikten sonra her hâliyle halk tarafından fevkalâde sevilen ve sayılan bir kişilik olan Ebûbekir Efendi, ömrünü bu şehirde tamamlar. Kendisi bahsettiğim bu türbelerden birinde medfûn bulunuyor. Şu anda Cape Town şehrinde Ebûbekir Efendi soyundan gelen ve Efendi soyadını taşıyan pek çok âilenin yaşadığını da öğrenmiş olduk. Ülkede on bir resmî dil konuşuluyor. Bunlardan en önemlileri İngilizce ve Afrikaaner (Güney Afrika Hollanda lehçesi). Bulunduğumuz süre içerisinde sâdece bir kere İngilizce anlamayan birisi ile karşılaştığımız göz önünde bulundurulursa, İngilizce’nin oldukça hâkim olduğunu söylemek lâzım. Ancak tabelalarda, reklamlarda ve televizyon kanallarında yaygın olarak Afrikaaner dilinin kullanıldığını da belirtmek gerekir. Cape Town ülkenin en güzel şehri olarak tanıtıldı bizlere. Atlas ve Hint okyanuslarının birbirine kavuştuğu varsayılan Cape Town, hakîkaten bulunduğu konum îtibâriyle çok özel bir şehir. Şehrin en güney ucu “Ümit Burnu” (Cape of Good Hope) olarak biniyor. Aslında, “Cape Point” adı 46 / Merhaba – Bahar 2008 verilen burun, şehrin en güney ucu. Burada hemen belirtmeliyim ki şehre adını veren “cape” kelimesinin Türkçe karşılığı coğrâfî olarak burun. İki burun (Cape Point ve Ümit Burnu) birbirine yaklaşık yirmi dakikalık bir yürüme mesâfesinde. Ümit Burnu’nun daha çok bilinmesinin sebebi, ilk buradan karaya çıkılmış olması imiş. Cape Point’ten okyanusa baktığınızda “uçsuz bucaksız” deyimini tam olarak anlayabiliyorsunuz. Hakîkaten büyüleyici bir güzellik… Üç hafta kalmamıza rağmen şehirde görülmesi gereken, Mandela’nın hapis yattığı Robben Adası gibi, birtakım yerleri maalesef göremeden döndük. Neredeyse görülmesi gereken en önemli yerlerden birini daha kaçıracaktık ki son gün muvaffak olduk: 1086 metre yüksekliğinde ve tepesi âdeta bir masanınki kadar düz olan Masa Dağı (Table Mountain). Masa Dağı’na teleferikle çıkılıyor. İki teşebbüsümüz sisten ve şiddetli rüzgârdan sonuçlanamadı. Dönmemize bir gün kala dağa çıkmak nasip oldu. En az Cape Point kadar büyüleyici bir yer. Masa Dağı, okyanustan sâdece 3 km. içeride, dolayısıyla yılın birçok gününde okyanustan yükselen su buharı, dağın üstünde yoğuştuğu için dağın üzerinde bir bulut tabakası oluşturuyor. Bu bulut tabakası zaman zaman şelâle gibi dağın eteklerine doğru akıyor. Bu görüntüye de “masa örtüsü” adı verilmiş. Masa Dağı önemli bir mihenk taşı. Dağa bakarak yön tâyini yapmak özellikle bizim gibi yabancılar için çok önemli. Şehrin neresinde olursanız olun dağı görmeniz mümkün. Oraya kadar gitmişken okyanusa girmeden olmazdı. Her ne kadar bizi okyanusun soğuk sularına karşı uyardılarsa da, hava sıcaklığı 30 oC iken suyun sıcaklığının çok da düşük olmayacağını düşünerek ve köpekbalığı tehlikesinden habersiz, okyanusa girmeye kalkıştık. Üstelik, Hint Okyanusu’nun sularının birkaç derece daha fazla olacağını söylediklerinden, içimiz de rahattı. Cape Town’dan birkaç saatlik mesâfede Baffels Koyu’nda değil yüzmenin, suda yürümenin bile imkânsız olduğunu tecrübe ettik. Antarktika’nın eriyen buzullarının suyun bu derece soğuk olmasına sebep olduğunu daha sonradan öğrenecektik. Orada bulunduğumuz süre zarfında herhalde en çok duyduğumuz cümle: “Aman, zencilere dikkat edin.” idi. Johannesburg ile belki kıyaslanamaz ama bu şehirde de güvenlik en ciddî problemlerden biri. Akşam hava karardıktan sonra şehirde yürüyen tek bir beyaz görmek dahî mümkün değil. Özellikle bu saatlerde şehir merkezlerinde tehlike saçan çetelerin olduğunu öğrendikten sonra, akşamları sâdece arabayla şehri gezebildik. Geçmişte ülkede yaşanmış birçok haksız uygulama göz önünde bulundurulunca, insan neredeyse zencilere hak verecek duruma geliyor. Merhaba – Bahar 2008 / 47 İngilizlerin insan haklarından bahsetmesinin ne kadar acı olduğunu da düşünmeden edemiyorsunuz. Osmanlı zamânında -sözde- yaptıklarımızla suçlanmak insana daha da bir ağır geliyor bu ülkede. Bu tip tehlikeleri olmasına rağmen tabiî güzellikleri daha ağır basan bu güzel şehirde gönlümüzün bir kısmını bırakıp geldik. Temennim, her ne kadar zor görünse de, sosyal düzenin yüzyıllar geçmesi gerekmeden düzelmesi… 48 / Merhaba – Bahar 2008 ŞİİR Orhan DURSUN KAR TÂNELERİ Geçmiş oluyorum çoğunca Bâzen de gelecek Ve uzunca bir boşluk arada. Tenimin altında kar tâneleri Üşüyorum gözlerime kadar. Bakışlarımda donuk titreyişlerin izleri Yalnızım sensiz bir an kadar. Bir renk geliyor sürekli aklıma, Geceleri daha koyu Uykudayken daha beyaz Olabildiğince sessiz bir renk. Merhaba – Bahar 2008 / 49 SOSYAL SORUMLULUK PROJELERİ Mehru ÖZTÜRK * Sosyal sorumluluk projeleri, şirketlerin sâdece üretmek ve tüketim duygusunu güçlendirmek dışında, toplumsal sorumluluklarını yerine getirmek amacıyla gerçekleştirdikleri projelerdir. 20. yüzyıl ile birlikte, toplumun gelişmesinin yalnızca devlet eliyle gerçekleşemeyeceğine inanan bir nesil vâr olmaya başlamıştır. Bu yeni nesil; eğitim, çevre ve sağlık gibi toplumsal önceliğin olduğu konularda ve öncelik hâline gelmesi istenen “kültür” konusunda daha duyarlı olmak için, bütçelerinin bir kısmını “sosyal sorumluluk” projelerine aktarmaya başlamıştır. Bir diğer taraftan da, yine aynı amaçla “Sivil Toplum” kavramına inanan insanlar tarafından kurulan “Sivil Toplum Kuruluşları (STK)”, yaptıkları projeler ile toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Şirketlerin sosyal sorumluluk projeleri üzerine eğilmesi, yeni bir kavramı ortaya çıkarmıştır: “Kurumsal Sosyal Sorumluluk”. Kurumsal Sosyal Sorumluluk kavramı (KSS) dünyâda Kofi Annan’ın 2000 yılındaki Milenyum Deklarasyonu’ndan sonra hızla yayılmıştır. Şirketlerin faaliyet raporlarında, sâdece mâlî tabloları ve ilgili açıklamaları ile yetinmeyip, gerçekleştirilen sosyal sorumluluk projelerinden de bahsedilmeye başlanmıştır. Avrupa Komisyonu’nun Haziran 2004 târihinde yayımladığı bir belgede kurumsal sosyal sorumluluk: “Sürdürülebilir gelişmeye dâir artı bir değerdir. Bu gelişme çerçevesi içerisinde, yeni bin yılın hedeflerine ulaşmada, yoksulluğu azaltarak sürdürülebilir gelişmeyi sağlayan bir araçtır.” şeklinde tanımlanmaktadır. 1 KSS, genellikle kurumların faaliyet gösterdikleri alanlarda (çevre, sağlık, eğitim vb.) gerçekleştirdikleri projelerle karşımıza çıkar. Bâzı kurumlar kendi vakıflarını kurarak, bâzıları da mevcut STK’lar ile işbirliği yaparak proje gerçekleştirme yoluna gidebilir. STK’ların yürütmekte oldukları projelere destek vermek de yöntemlerden biridir. KSS, sâdece bir kuruluştaki bir iki bölüme hitap eden kısa süreli sponsorluk faaliyeti ya da pazarlama projesi değildir. Bu projelere imza atan kuruluşların yaptıkları tüm faaliyetlerde, sosyal sorumluluk ilkelerini de göz önünde bulundurulmaları gerekmektedir. ( ) * E-posta: mehru.ozturk@gmail.com Ebru G. Ural, Stratejik Halkla İlişkiler Uygulamaları, Birsen Yayınevi, İstanbul 2006. 1 50 / Merhaba – Bahar 2008 KSS projeleri için ideal olan tanımlamalar yukarıda belirttiklerimizdir. Ancak, şirketlerin özellikle son yirmi yılda KSS projelerine bu kadar ağırlık vermesinin sebebinin, sâdece “toplumsal dönüşüme” katkı sağlamak olduğunu düşünmek, sanırım gerçekçi olmayacaktır. 1999 yılında yapılan MILENYUM anketinde tüketicilerin %50’sinin şirketlerin toplumsal duyarlılıklarına dikkat ettikleri gözlenmiştir.1 Bu ve bunun gibi araştırmalar çok sıklıkta yapılmaktadır. Araştırmalar hep aynı sonuçlar üzerinde bizi düşündürüyor. Sâdece para kazanmak, ticârî anlamda büyümek yerine sosyal konulara bütçe ayıran şirketlerin yanı sıra, bunun bir fırsat kapısı olduğunu fark eden bir kesim de mevcuttur. Aslında sâdece para kazanarak, kısa vâdeli bir plana hizmet ettiklerinin farkında olmayan bu şirketler, tüketicinin duygularını istismâr ederek markalarını diğerlerinden bir adım öne taşıdıklarını düşünüyorlar. Aslında ticârî bir kaygı ile KSS projeleri uygulayan bu şirketler, bir yandan da hammadde elde etme-kullanma, işçi çalıştırma ya da çevre politikaları ile topluma ciddî zararlar verebiliyorlar. NIKE, bu konuda verilebilecek güzel örneklerden biri olabilir. Çocuk işçi çalıştırmak konusunda oldukça kötü bir üne sâhip olan şirket, bir yandan bu imajını düzeltmek amacıyla çocuklar için sokak futbol turnuvaları ve sokak çocukları için çeşitli KSS projeleri uygulamaktadır. Bu noktada NIKE’ın ticârî kaygılarının, KSS projelerine olan inancı ile nasıl savaş verdiğini gözlemlemek oldukça kolay hâle geliyor. Bununla birlikte gerçekten KSS projelerine inanan şirketler olduğunu da görüyoruz. Timberland, Amerika’da yapılacak bir proje için personeline haftada 40 saat maaşlı izin veriyor; VISA, Türkiye’de “nesilden nesile” projesini gerçekleştiriyor2; Türkiye Bankalar Birliği’nin “Çok yaşa bebek” projesi3 başarılı bir şekilde devam ediyor. Bu projelerde elbetteki bireysel duruşlarda çok önemli. Toplumların gelişmesinin büyük ölçüde içinde yaşayan bireylere bağlı olduğu günümüzde, herkesin en az bir kez bir sosyal sorumluluk projesinde yer almasını, bir şeylerin değişebildiğini gözleri ile görüp, onlara elleri ile dokunabilmelerini ümit ediyorum. 1 Necla Zarakol, Sosyal Sorumluluk, Sunum, 2004. www.tog.org.tr 3 www.kurumsalsosyal.com 2 Merhaba – Bahar 2008 / 51 TÜRK DÜNYASI EDEBİYATÇILARI ANSİKLOPEDİSİ B. İzzet TAŞCI Bilenler bilir, yıl 1978, devrin iktidârı Millî Kütüphâne Genel Müdîresi Dr. Müjgân Cumbur’u görevden almak istiyor. Ama haklı ve kānûnî bir gerekçe de ortada yok. Nasıl olsun ki, hocamız üstlendiği resmî görevlerini gece gündüz demeden yerine getiriyor ve ücretsiz olarak Allah rızâsı için doktora ve yüksek lisans talebelerine de danışmanlık yapıyor. Müjgân Hoca, talebelerin adını bile okuyamadıkları zâtların hayat hikâyelerini, bir çırpıda, kendine danışıldığı takdirde soranlara anlatıveriyor. Hani, Baba Erenlere sormuşlar: “Deveyi iğne deliğinden geçirmek mümkün müdür?” diye. “Mümkündür.” demiş. “Ya deveyi küçültürsünüz, ya da iğnenin deliğini büyütürsünüz.” Zamânın iktidârı, şahsiyeti ilim ile şekillenmiş Müjgân Cumbur’u küçültemiyor ama iğne deliğini büyütüyor. Millî Kütüphâne Genel Müdürlük seviyesinden, Müdürlük seviyesine indiriliyor. Tam bir kurnazlık. Peki ilim âleminin Müjgân Hocası küsüyor mu memleketine? Küsüp sırtını çeviriyor mu ilim âlemine? Sağlık durumu el vermemesine rağmen sabır, sebat ve tevekkülle eser vermeye, öğrenci yetiştirmeye devam ediyor. İşte o çalışmalardan biri, Müjgan Cumbur’un başkanlığında Dr. Hüseyin AĞCA, Prof. Dr. Osman HORATA, Prof. Dr. Sadık TURAL ve Doç. Dr. Naciye YILDIZ gibi seçkin bir heyet tarafından maddelerinin incelemesi yapılan, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi. Sekiz cilt hâlinde yayımlanan ansiklopedi, zengin dilimizin farklı lehçelerinde eser veren 30 bin kadar Türk şâir, yazar ve fikir adamının hayat hikâyelerini ihtivâ ediyor. Eser uzun yılların bilgi birikimini bizlere sunmakla kalmıyor, aynı zamanda 20’ye yakın Türk lehçesinin edebî yönden izini sürmemize de imkân sağlıyor. Bu eserde, her biri târihe mâl olmuş binlerce Türk edebiyatçısının hayat hikâyelerinde, milletimizin coğrafyasının ne kadar zengin olduğunu bir kez daha görüyorsunuz. ( ) * E-posta: bizzettasci@yahoo.com 52 / Merhaba – Bahar 2008 Milletimizi seviyoruz elbet. Diliyle, edebiyâtıyla târihiyle, eski ve yeni coğrafyasıyla. Dahası sâdece güzellikleriyle değil, karmaşasıyla ve içinde barındırdığı derin çelişkilerle de seviyoruz milletimizi ve coğrafyasını. Rahmeti değil, zahmeti de ayrı bir güzellik Türk coğrafyasının. Ansiklopedideki hayat hikâyelerine bakarsanız bunu göreceksiniz. Atatürk Kültür Merkezi yayınları arasında çıkan ve sâdece edebiyatçıların istifâde edeceği değil, Türk diline de gönül veren herkesin kütüphânesinde olması gereken bir âbide eser Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi. Elinize, gölünüze ve kaleminize sağlık Müjgan Cumbur. İlminizin zekâtından bizlere de pay ayırmayı ihmâl etmeyin. Sıhhat ve âfiyetle… Not: Ansiklopedi, internet üzerinden http//e-magaza.akmb.gov.tr adresinden % 50 tenzîlâtlı olarak temin edilebilir. Merhaba – Bahar 2008 / 53 DENEMELER Yıldız SERT * ÜMİTLİ BEKLEYİŞ Güneş artık daha sıcaktı. Soğuk günler geride kalmıştı. Gülcan’ın kafesteki kuşu bile bir başka ötüyordu. Pencereyi artık biraz da olsa açık bırakabiliyorlardı. Dışarıda öten kuşların cıvıltısı duyuluyordu. Gülcan’ın kuşu da onlara neşeyle eşlik ediyordu. Gülcan balkona çıktı. Kuş cıvıltıları ile birlikte baharın çiçek kokan havasını içine çekti. Başını gökyüzüne kaldırdı. Martıların havada birbirleriyle yarışını gördü. Gülümsedi. Gözlerini çimenlerin üzerinde yatan kediye çevirdi. Kedi güneşin zevkini çıkararak geriniyordu. Gülcan yüzünü bu manzaradan odasında cıvıldaşan kuşuna çevirerek: “Hava çok güzel Şirin. İster misin seni biraz balkona çıkartayım?” diye sordu. Kuş sanki Gülcan’ın dediğini anlamıştı. Daha çok öterek kafeste oradan oraya uçmaya başladı. Gülcan tam Şirin’i balkona çıkartmak üzereydi ki aşağıdan gelen sesleri duydu. Kuşunu balkona koyup odasından çıktı. Sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Sesler salondan geliyordu. Zeliha Hanım: — Bu sarma diğerinden daha iyi, ama bakın. Bakın bakın, diyerek sarmayı iki parmağının arasına aldı. Bu sırada içeri Gülcan girdi: — Dışarıda hava çok güzel. Kuşlar cıvıl cıvıl ötüyor. Âdeta şarkı söylüyorlar. Şirin de onlara eşlik ediyor. Hep birlikte baharın gelişini kutluyorlar sanki, dedi. Hamiyet Hanım bir yandan sarmasını sararken diğer yandan konuştu: — Evet, 6 Mayıs. Yarın... Sözünü bitirmemişti ki Gülcan lâfa girdi: — Doğru ya, 6 Mayıs Hıdırilyas günü, yazın başlangıcı. Zâten sâdece kuşlar değil, gördüğüm bütün hayvanlar neşeli. Kediler, köpekler, kafesteki kuşum bile! Zeliha Hanım: — Yarın biz de baharın gelişini bir piknikle kutlayacağız. Gülcan, kızım, hem o senin dediğin Hıdırilyas değil Hıdrellez, dedi. Gülcan: ( ) * E-posta: yildizsert418@hotmail.com 54 / Merhaba – Bahar 2008 — Doğru ya, 6 Mayıs yazın başlangıcına Hıdrellez deniyordu. Hıdırilyas’ı da nereden çıkarttıysam? dedi. Gülcan’ın annesi Hamiyet Hanım lâfa tekrar karıştı: — Aslında çok da yanlış söylemiş sayılmazsın. Efsâneye göre o gün Hızır ve İlyas peygamberler buluşurlar. Halkımız da o buluşmanın anısına o güne Hıdrellez der. Günümüze değin adı böyle süregelmiştir. Sen Hızır diyeceğine Hıdır dedin ama diğer peygamberin ismini doğru söyledin, dedi. Gülcan sordu: — Efsânenin gerisi nasıl? Hamiyet Hanım: — Onların biraraya gelmesiyle de bolluk ve bereket olur. Bizler de açık alanlara çıkarız. Ateş üstünden atlarız, dileklerimizi gül ağacı altına taşlarla çizeriz, piknikler yaparız. Sıhhat, âfiyet, bereket bulmayı ümit ederiz. İşte inanış budur, dedi. Zeliha Hanım: — Abla lâfa daldık, unuttuk. Akşam olunca biz de ateşten atlamayacak mıydık? Neredeyse akşam oldu bile, dedi. Gülcan yerinden ok gibi fırladı: — Mâdem ki inanışımızda sıhhat, âfiyet bulmak da var, ben Semalara haber vereceğim. Hamiyet Hanım hiç sesini çıkarmadı. Kapının kapanma sesini duyar duymaz iç geçirdi: — Merhametli kızım benim. İnşaallah Sema’nın annesi iyileşir. Kadıncağaz uzun zamandır hastahânede yatıyor. Dua edelim de kısa sürede çocuklarının başına dönsün, dedi. Sonra Zeliha Hanım’a seslenerek: “Ben de şu sarmayı ateşe koyayım.” deyip mutfağa yürüdü. Zeliha Hanım: — Tamam öyleyse biz de ateşi yakalım Hamiyet Ablacığım, diyerek kapıdan çıktı. Zeliha Hanım indiğinde çocuklar bahçedeydiler. Hava yavaş yavaş kararırken çocuklar da etraftan çalı çırpı toplamaya koyuldular. Zeliha Ablaları da onlara yardım etti. Hamiyet Hanım geldiğinde ateş hazırdı. Zeliha Hanım ateşin üzerinden ilk atlayan olmak istedi. Tam atlamak üzerelerken Hamiyet Hanım karşıdan bağırdı: — Eteklerini topla Zeliha! Geçen seferki gibi ateş almasın. Zeliha Hanım: — Aman abla toplamaz olur muyum? Artık akıllandım. Konuşurken bir yandan da geri geri gidiyordu. Hızını aldıktan sonra koşarak atladı. Atlar atlamaz çocuklardan bir alkış koptu. Hamiyet Hanım: — Çocuklar sizden önce ben atlayayım, diyerek ateşin başına geçti. O atladıktan sonra da alkış koptu. Her atlayışın ardından bir alkış geliyordu. Merhaba – Bahar 2008 / 55 Çocuklar ateşten atlamak için âdeta birleriyle yarış ediyorlardı. Hamiyet Hanım: — Ben gül ağacının dibine ev yapacağım. İstersen sen de gel Zeliha, diyerek bahçenin köşesine doğru yürüdü. Zeliha Hanım koşarak onu tâkip etti. Hamiyet Hanım taşlardan ev yapmaya başlamıştı bile. Yanına Zeliha Hanım da çömeldi: — Ayy abla, bu ev sevdâsından vazgeçmedin gitti. Her Hıdrellez’de ev yaparsın. Ortalıkta ne bir ev var, ne bir şey, dedi. Hamiyet Hanım: — Ümmiye Hanım bıkmadan usanmadan her Hıdrellez günü ev yaptı. Sonunda bir evleri oldu. Senin îtikādın yok. Böyle şeylere inanacaksın. O zaman sâdece evin değil, her istediğin olur, dedi. Zeliha Hanım: — Bunun için az çalışmadılar ama, dedi. Hamiyet Hanım: — Diyorum ya inanacaksın, diye kestirip attı. Biraz sonra çocuklar da gelmişti. Hamiyet Teyzelerinin bu inançlı söyleminden sonra onlar da bir ev yapmaya koyuldular. Sema ile ağabeyi Sâmi aralarında heyecanla konuşuyor, bir yandan da taşlardan ev yapıyorlardı. Sema: — Ağabey, yaptığımız evin içine bir de bebek koyalım, dedi. Sâmi: — O niye ki? diye sordu. Sema: — Annem çabucak iyileşip eve gelsin diye akıllım, dedi. Sâmi: — Haa iyi fikir, dedi. Ayağının dibinde duran tahta parçasını eğilip aldı. Ona göz ve ağız çizdi. “İşte bu da annem! Nasıl oldu mu?” diye kardeşine sordu. Hamiyet ve Zeliha Hanım çocukları dinliyordu. İkisi de çok duygulanmış, gözleri yaşarmıştı. Sema: — Bence oldu, dedi. Sâmi: — Sizce de oldu mu? diye komşu teyzelere sordu. Teyzeleri bir ağızdan: — Çok güzel oldu, dediler. Sâmi gülümseyerek: — Bence de oldu, dedi. İş sâdece beklemeye kalmıştı. Hamiyet Teyzeleri ne demişti? “İnanacaksın!” Onlar da inanıyorlardı. Herkes dileğini taşlarla çizdikten sonra, hep berâber neşe içinde yukarı çıktılar ve yemeklerini yediler. Çocuklar ertesi günkü Hıdrellez pikniğini düşleyerek erkenden yataklarına yattılar. Büyükler ise piknik için hazırlık yapmaya devam ettiler. 56 / Merhaba – Bahar 2008 150 YAZ BELLİ: CEMRELER, KOCAKARI SOĞUKLARI, HIDRELLEZ…VE YAZ GELDİ! Dr. Işıl İlknur SERT Çocukluk yıllarında evinde Saatli Maarif Takvimi olanlar, baharı beklerken uzun uzun saymışlardır 150’ye doğru. Her akşam takvim yaprağı kopartılır, sağ üst köşeye bakılıp “150’ye az kaldı.” denir. 150 gelinceye dek ise öyle hoş belirtiler olur ki, bunları takvimden yaprak yaprak tâkip etmeye doyum olmaz. Bu şekilde hem güzel bir gelenek devam etmiş hem de atalarımızın gizemli ve ilginç kelimeleri günümüze dek yaşamayı sürdürmüş olur. Çocuklukta yaşanan hemen her şey ve aslında hayâtın tamâmı sırlarla dolu gelmez mi insana? Bir takvim ile neredeyse bir ansiklopedi ve tüm gizemli kelimeleri, evimizin duvarına tablo gibi asılmış olur. Bu bile meraklı bir çocuk için ne kadar incelemeye değer bir şeydir! Hayâtın türlü sırları arasında bir takvim yaprağının sunduğu “baharı beklerken başa gelecekler dizisi”, ne ilginç kelimeleri içinde barındırır. Cemreler, kocakarı soğukları, sitte-i sevr, kırkikindiler, hıdrellez… ve aslında hemen hepsi baharın gelişini müjdeleyen ilginç olaylar silsilesi… 20 Şubat’ta birinci cemre havaya, 27 Şubat’ta ikinci cemre suya, 6 Mart’ta (bu yıl gibi artık yılsa 5 Mart’ta) üçüncü cemre toprağa düşer. Böylece düştüğü yeri ısıttığı kabul edilir. Arapça “ateş hâlindeki kömür, kor” anlamına gelen cemrelerle1 şöyle bir silkinir, karakışı geride bırakmaya başlarız. İklim şartları değişiyor olsa da, küresel ısınmadan nasîbimizi alıyor olsak da, bu târihlerin aşağı yukarı hâlâ tuttuğunu söyleyebiliriz. Ancak eskiden cemre düşüşlerinin fırtınalı geçtiğini, İstanbul’da ve yurdun diğer bölgelerinde bu sıralarda kar yağdığını2, yine Saatli Maarif Takvimi’nden öğreniyoruz. Belki de cemreleri yaşayabildiğimiz son günlerdeyiz. Yavaş yavaş cemrelerin gizemi de kaybolacak sanki… ( ) * E-posta: isilis@istanbul.edu.tr İlhan Ayverdi, Asırlar Boyu Târihî Seyri İçinde Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Neşriyâtı, 2.bs., İstanbul 2006, s. 470. 2 Saatli Maarif Takvimi, Maarif Kitaphânesi ve Matbaası, İstanbul 2008. 1 Merhaba – Bahar 2008 / 57 Gizemli kelimelerde dolaşmaya, takvim yapraklarını çevirmeye devam ettikçe karşımıza ilginç bir kelime daha çıkıyor “berde’l-acuz”, yâni kocakarı soğukları. 11-18 Mart arası yaşanan son soğuk günlerden bir dizisine bu adın verilmesi de ilginç rivâyetlere dayanıyor1. Bir rivâyete göre bu soğuk günler, vaktiyle bir kocakarının yedi keçisinin ölmesine sebep olmuş. Başka bir rivâyete göre ise Allah, isyân eden Âd kavmini helâk etmek için soğuk bir rüzgâr çıkarmış, sekiz gün süren bu soğuklar netîcesinde, bütün kavim mahvolmuş, yalnız bir kocakarı bir mâbet kulesine saklanarak kendini ölümden kurtarmış. Hakîkate gelince, sayılı soğuklarla geçen bu sekiz gün, kış mevsiminin sonunu teşkîl etmekte olup, artık ihtiyar kışın âciz bir hâle geldiğini bildirmektedir. Takvim yaprakları yavaş yavaş koptukça güzel günlerin yakınlaştığı anlaşılır. 15 Mart kırlangıçların gelme zamânı, 18 Mart kırlangıç fırtınası, 3 Nisan çiçeklerin açılması, bülbüllerin ötme zamânı karşımıza çıkar ve ilginçtir ki hepsi de yavaş yavaş gerçekleşir. 150’ye az kalmıştır. Hızır ve Kasım olarak ikiye ayrılan yılı bahara erdirmek için Kasım’ın son günlerini beklemek gerekir. Kış, bahsedilen eski Kasım’ın 8’inde başlar. 179 gün sürer. Şubat’ın 29 çektiği artık yıllarda (yine bu yıl gibi) Kasım 180 gün çeker. Mayıs’ın 6’sında Hızır ile, yaz faslı başlar. 186 gün sürer. Beklenen 150 ise, 5 Nisan’da takvim yaprağında beliriverir. “Yüzeli, yaz belli.” denilerek artık kışın sona erdiği düşünülse de önemli bir soğuk daha kapıda beklemektedir. 20 Nisan’da güneş boğa burcuna girince “boğa burcunda altı gün süren soğuklar” anlamına gelen “sitte-i sevr”2 zamânı da gelmiş demektir. Arapça sitte “altı”, sevr ise “boğa” anlamına gelmektedir. “Sitte-i sevr, kapılar çevir.” şeklinde bir tekerlemesi bile vardır. 24 Nisan ipek böceğinin yumurtadan çıkması, 27 Nisan kalem aşısı zamânının ardından, Kasım 150’den bir ay sonra, 6 Mayıs’ta Hıdrellez geliverir. Hızır ve İlyas isimlerinin halk ağzında aldığı şekil olan hıdrellez, kökü İslâm öncesi eski Orta Asya, Ortadoğu ve Anadolu yaz bayramlarına dayanan, Hızır yâhut Hızır ve İlyas kavramları etrâfında dînî bir muhtevâya bürünmüş halk bayramının da adıdır. Hıdrellez, halk arasında ölümsüzlük sırrına erdiklerine ve biri karada diğeri denizde darda kalanlara yardım ettiklerine inanılan Hızır ve İlyas peygamberlerin, yılda bir defa bir araya geldikleri gün olarak kabul edilir3. Türk kültüründe Hıdrellez başlı başına bir 1 a.g.e. a.g.e. 3 Ahmet Yaşar Ocak, “Hıdrellez” TDV İslam Ansiklopedisi, c.17 s. 313-315. 2 58 / Merhaba – Bahar 2008 hazînedir. O gün ortaya çıktığına inanılan “âb-ı hayat” suyundan içip ömrünü uzatmak, sağlık ve âfiyete kavuşmak isteyenler; kendini tanıtmadan insanlar arasında kırlarda açık havada dolaşan ve onlara sezdirmeden dileklerini gerçekleştiren Hızır ile karşılaşmak isteyenler, Hıdrellez günü kırlara çıkmaktadır. Ayrıca kırlara çıkmadan önceki gece, gül ağacı dibine taşlarla istenen her ne ise resmi yapılıp, sabah ezan okunmadan toplanırsa dileklerin gerçekleşeceğine inanılmaktadır. Geleneksel inanış böyle olsa da gerçekte yapılan şey, baharın getirdiği tâzelikten, canlılık ve enerjiden, baharın bereketinde yararlanmak isteyen insanların açık havada topluca eğlence düzenlemeleri, pikniklere çıkmalarıdır.1 Takvim sayfaları arasında gezinirken, Hıdrellez gibi kültürümüzde önemli bir yer edinen kırkikindileri de görebiliyoruz. 11 Mayıs’ta başlayıp Haziran ortasına dek süren, eskiden kırk gün boyu ikindi vakti yağdığı söylenen2 kırkikindilerin bir coğrâfî terim olduğunu öğrenmek çok ilginç geliyor. Bir gizemin gerçeğe döndüğünü gösterir gibi, “konveksiyon (yükselim) yağışları” denilen bu yağış türünün, ilkbahar ve yaz başlarında kuzeybatıdan gelen nemli ve soğuk havanın İç Anadolu’da ısınarak, yükselip yağış bırakmasına verilen isim3 olduğunu öğrenmek kültürümüzün zenginliğine bir işâret sanki. Sonuçta takvim yaprakları arasında yaz mevsimine ermeyi beklerken kırkikindiler arasında, 27 Mayıs’ta, sıcaklar başlar, yaz gelir. Saatli Maarif Takvimi’ne gün be gün yansıyan, ama aslında hepsi birer halk terimi olan bu gizemli kelimelerin şimdiki hava raporlarıyla ne kadar uyumlu olduğunu, olağanüstü şartlar dışında, görmek mümkündür. Bugün dahî halkın bu terimlere göre hareket ettiği bilinmektedir. Doğadaki değişimler, halk arasında çok iyi tâkip edilerek, çeşitli isimlendirmelerle halk biliminde yerini almıştır. Her ne kadar göz ardı ediliyor gibi görünse de bilimsel platformda kabul görmeyen bâzı adlandırmaların ve târihlerin bilimsellikle uyuştuğu da gözden kaçırılmamalıdır4. Her biri birer meteoroloji uzmanının, coğrafyacının elinden çıkmış gibi görünen eski terimlerimizi küresel ısınmaya rağmen yaşatmanın, zengin kültürümüzü gelecek nesillere aktarmak açısından ne kadar gerekli ve önemli olduğunu hatırlatmaya bilmem gerek var mı? 1 İsmail Özmel, “Bizim Hıdrellez” Milli Kültür, Mayıs 1991, s. 27-29. Ayverdi, s. 1682. 3 “Coğrafya”http://www.bilimler.net/cografya/icerik.asp?blg=273&konu=iklim IV [20 Şubat 2008] 4 Göktan Ay,“Halkbilimde Bahar Olgusu ve Nevruz” http://www.haber10.com/makale/6260/ [20 Şubat 2008] 2 Merhaba – Bahar 2008 / 59 FİLMCİNİN SEÇTİKLERİ Kübra YETİŞ ŞAMLI ANGEL Yönetmen: François Ozon Senaryo: Martin Crimp, François Ozon Oyuncular: Romola Garai (Angel), Sam Neill (Theo), Lucy Russell (Nora), Michael Fassbender (Esme) Notu: Film 20. yüzyıl başlarında İngiltere’de geçiyor. Büyük bir yazar olmayı kafasına koyan Angel Deverell’ın hızlı yükselişini konu ediniyor. Ancak bir başarı öyküsü anlatırmış gibi başlayıp sonradan ezberimizi bozuveriyor. Şöhreti, parayı, çocukluğundan beri oturmayı düşlediği evi, görür görmez âşık olduğu adamı elde eden, çok kısa bir sürede edebiyat dünyâsının zirvesine ulaşan, zengin, sevilen, hayranlık duyulan Angel’ın hayâtı bizi nedense bir türlü tatmin etmiyor. Öyle ki filmin sonlarına doğru herşeyin bir yalandan ibâret olduğunu; Angel’ın hayâtının giderek yazdığı romanlar kadar gerçeklikten koptuğunu; ısrarla ve başarıyla kendini kandırmaktan başka bir şey yapmadığını düşünmeye başlıyoruz. Daha biz bu cümleleri toparlayamadan Ozon diyor ki “Ey seyirci, sen kendini kıssadan hisse çıkarmak ya da filmin ana fikrini bulmak için yorma! Ben sana kısaca özetlerim mevzûu.” Böylece filmin son diyaloğu âdeta yönetmenin de Angel hakkındaki son cümlesi olarak zihnimize kazınıyor: Yayımcı Theo, Nora’ya Angel’ın hayâtını anlatan bir kitap yazmasını önerdiğinde Norah şöyle cevap veriyor: “Hangi hayâtını? Yaşadığı hayâtı mı, yoksa hayâlini kurduğu hayâtı mı?” Film, Angel’ın zirveden hızlı ve yürek burkan düşüşünün çerçevesinde, hayâta dâir çok önemli iki husûsun da altını çiziyor. Herşeyden önce insanın tüm hayallerine ulaşmasının mutluluğu garantilemediğini, mutluluğa yetmediğini son derece çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Mutluluk ele geçmeyince tek avuntu olarak kalan meslekî başarıya gelince, bu konuda da Ozon’un söyleyecek bir çift lâfı var: Kalıcı olmadıktan sonra başarılan hiçbir iş ( ) * E-posta: kubrayetis@yahoo.com 60 / Merhaba – Bahar 2008 başarı değil aslında. Böylece boşa geçmiş, boşa kürek çekilmiş ama ihtişamdan nasîbini fazlasıyla almış bir hayâta tanıklık ediyoruz. Angel bir yönetmen filmi. Yönetmenin ben buradayım diye bas bas bağırmadığı, ama üslûbun her kareye sindiği, söyleyecek sözü olan ama bu sözü çok şık söyleyen bir film. Bir film eleştirmeninin Angel’ı “günümüzün Rüzgâr Gibi Geçti’si” olarak tanımladığını da ekleyeyim. Angel karakterinin Scarlett O’Hara’yı hatırlatan dik kafalı, bildiğini okuyan, inatçı tavrı da, yönetmenin karaktere yaklaşımındaki nahiflik de Rüzgâr Gibi Geçti’yi hatırlatmıyor değil. Ancak bana kalırsa Angel’ın yine de Rhett Butler gibi önemli bir eksikliği var! BEN BİR ROBOTUM AMA SORUN DEĞİL Orijinal ismi: Saibogujiman kwenchana Yönetmen: Chan-wook Park Senaryo: Seo-Gyeong Jeong, Chan-wook Park Oyuncular: Su-Jeong Lim (Cha Young Goon), Rain (Park II Sun), YongNyeo Lee (Young Goon’un annesi). Notu: Normal (!) bir annenin kızı olan ancak kendini fare zanneden anneannesi tarafından büyütülen Young Goon, dünyâya geliş amacını çözmeye çalışan bir robottur. Ancak bu çabasını engellemeye çalışan, zâten anneannesine de zâlim davranmış olan beyaz önlüklüler tarafından bir akıl hastahânesine kapatılır. Şarjı azalmakta, florasan lambalar dışında iki çift lâf edebileceği kimsecikler bulunmamaktadır. Florasan lambalar da akşamları çok yorgun düştüklerinden, Young Goon’un yaşamı gerçekten çok zorlaşmıştır. Ancak hayâtının aşkını da burada bulacaktır. Konusunu çok kısa olarak anlatmaya çalıştığım filmin en çarpıcı yanı şüphesiz karakterleri. Bir akıl hastahânesinde geçmesine rağmen atmosferi benzer filmlerden, meselâ Guguk Kuşu’ndan çok farklı. Bu elbette bilinçli bir tercih. Karakterlerin, daha doğrusu hastaların rahatsızlığı o kadar ilgi çekici, yaratıcı ve bir taraftan da gerçekçi ki ana öyküye eğlenceli bir fon teşkil ediyor. Böylece filmin mizâhî tonu daha da belirgin hâle geliyor. Bu esnâda melodrama kaçmadan bir aşk hikâyesi nasıl anlatılabilir, bir akıl hastahânesinde romantizm nasıl yakalanabilir, gülümsetmekten vazgeçmeden duygusallık nasıl yaratılabilir gibi sorular yönetmen tarafından öyle bir cevaplanıyor ki, keyifle seyretmekten başka yapacak bir şey kalmıyor. Merhaba – Bahar 2008 / 61 Robotumuzun dünyâya geliş amacını öğrendikten sonra devreye bir tutam gerilim bile giriyor. Velhâsıl genelde Uzakdoğu, özelde Kore sineması almış başını gidiyor, darısı başımıza. KIZIMI KURTARIN Orijinal ismi: Gone Baby Gone Yönetmen: Ben Affleck Senaryo: Ben Affleck, Aaron Stockard Oyuncular: Casey Affleck (Patrick Kenzie), Michelle Monaghan (Angie Gennaro), Morgan Freeman (Jack Doyle), Ed Harris (Remy Bressant) Notu: Ben Affleck film yönetti, seyrettik, beğendik. Şaka değil gerçek! Üstelik kılı kırk yaran film eleştirmenleri bile filme 8.0 vermiş. Kızımı Kurtarın, kaybolan bir çocuğun ardından onu arayan polislerin, âilesi tarafından tutulan özel dedektiflerin ve şüphelilerin peşinde bir şehrin (Boston) kirli ve suçlu yüzünü çok yakından gösteriyor. Filmin sonunda hikâye hiç beklenmedik bir şekilde bağlanırken Casey Affleck’in canlandırdığı baş kahramânımız, ki kendisi özel dedektif oluyor, tüm seyircileri ikiye ayıracak bir dönemeçte karârını veriyor. Seçtiği yolu yanlış bulanlar olacağı gibi, en doğrusu diyenler de çıkacaktır. İşin aslı, kahramânımızın seçiminden eskisi kadar emin olmadığını gösteren şüpheli yüz ifâdesiyle filmi noktalayan yönetmen de bizi belirsizlikte bırakmayı, kahramânın seçimini onaylamaktan ya da reddetmekten kaçınarak tarafsız bölgede kalmayı tercih ediyor. Film de zâten klasik polisiye kalıplarını kullanarak bir kayıp arama hikâyesi anlatma derdinde değil. Doğru diye yapılan yanlışları, yanlış bilinip yargılanan doğruları, taraf tutmadan ortaya koymakta da son derece başarılı. Bu arada Affleck âilesini oyunculuk kulvarında temsil etme vazîfesini kardeşine bırakmasını ümit ettiğim çiçeği burnunda yönetmenin doğma büyüme Boston’lı olduğunu, dolayısıyla şehri çok iyi tanıdığını da belirtelim. Sonuç olarak, Ben Affleck film yönetti, seyrettik, beğendik, bir de tavsiye ediyoruz. Yok artık! 62 / Merhaba – Bahar 2008 AMERİKAN GANGSTERİ Orijinal ismi: American Gangster Yönetmen: Ridley Scott Senaryo: Steven Zaillian, Mark Jacobson Oyuncular: Denzel Washington (Frank Lucas), Russel Crowe (Ritchie Roberts), Lymari Nadal (Eva), Chiwetel Ejiofor (Huey Lucas) Notu: Bir zencinin en alt basamaktan zirveye uzanan başarı öyküsü. Ama tabiî akademik kariyer yapmıyor Denzel Washington, uyuşturucu işinde başarı âbidesi oluyor. Bu hikâye birazcık tanıdık sanki. Hani zenci değil Kübalı olsa, Denzel Washington değil Al Pacino olsa, Ridley Scott değil Brian De Palma olsa (ah keşke olsa) Scarface diyeceğim ama… İşin garibi her ikisinin kökeni de gerçek hayat hikâyeleri. Amerikan rüyâsı bu mu yoksa? Bana “American Gangster’i nasıl bilirsin?” diye sorsalar derim ki, Scarface bu işin Everest’idir, aşmaya çalışmanın âlemi yoktur, nitekim aşılamamıştır. Ridley Scott hâdiseye sâdece bir adet sofistike (!) polis karakteri eklemiştir. Onu da karakterden ziyâde tip olarak tanımlamak daha doğru olabilir. Sonuç olarak bu kez Russel Crowe – Ridley Scott işbirliği (inanılması güç ama gerçek) vasatın üzerine çıkamamış. Scott atmosfer yaratmaktaki başarısını (bkz.: Cennetin Krallığı, Hannibal), yavaş ilerleyen öykülerde tempoyu düşürmeme husûsiyetini (bkz.: Gladyatör, Thelma ve Louise) bu filme yansıtamamış. Vaktiniz bolsa, “Sâdece Washington ve Crowe’u seyretmenin keyfi bana yeter.” diyecek kadar bolsa, bu filmi seyretmenizi tavsiye ederim. Bu kadar zamânınız yoksa Scarface’i bir daha seyredin derim. Merhaba – Bahar 2008 / 63 YAZI ATÖLYESİ’NDEN Gülnar MIZRAK * VE BU, YOLCUNUN EN SEVDİĞİ ŞARKIDIR… Benim kayboluşum onlarınkine benzemez. Benzemeyecek de… Çünkü her ayrılık başka bir kişiliğe bürünür; yolcunun kokusu siner üstüne, ismi karışır dakîkalara ve kalp ağrıları duyulur her adımda… Ne varsa birbirine karışır, neyin kime âit olduğunu anlamak zorlaşır. Çünkü gizlenmiş olsa da eller daha birbirinden ayrılmamıştır, gönül bağları henüz kopmamıştır, kopamamıştır… Gözyaşı yağar durur öncesinde, sonrasında ve en sonunda da… Hiç sevmem… Her şeye rağmen “ayrılık”; geçmişi koruyabilmek… Ayrılık, içimizde yaşatabilmek için sığınabileceğimiz bir dost… Eğer artık kimse çabalamıyorsa, hiçbir şey düzelmiyorsa… Onlara göreyse; kırılmış kalpleri birazcık da olsa iyileştirmekti. Belki de hiçbir mânâsı yoktu. Ayrılık işte, gider gelirsin, öyle bir şey… Yanılıyorlar yine, yanılıyorsunuz... Yine sanki hiç yaşanmamış gibi davranıyorsunuz. Ya kanayan yaralarımız? Unutsanız bile öfkelerimiz, haksızlıklarımız o ânın içine -en can alıcı yerine- mühürlenmiştir. Ayrılık, yaraları saramaz; sâdece dinlendirir… Bütün kalpler yalnızca dinlenir. Bitmek bilmeyen gözyaşları da, mâsum kalabilmiş anılar da, zavallı insanlar da… Siz şimdi -her söylediğimde olduğu gibi- bunu da yanlış anlarsınız. Ben dönüşü olan bir şeyden bahsetmiyorum. Ayrılık… Ya hiç dönmemektir ya da hayâtın en sonunda, ölümden biraz önce… Acımasız ve duygusuz muyum? Deli miyim? Yoksa -sâyenizde- çok mu kötüyüm? Hiçbiri değilim! Farkında olmadığınız kırgınlıklar, sesi soluğu çıkmayan aşklar, ölümü bekleyen yalnızlıklar, duyamadığınız ve söylenemeyen sözler… Hepsi içimde, benliğimde… Her defâsında yüreğimi sıkıştırıyorlar, kalabalığın arasına kaçıyorum. Kalp ağrılarıyla gidip geliyorum. Eskitiyorum ne varsa... Ama hiçbiri istediğim gibi değil. Dönmek var, notalar konuşmuyor… Siz hiç hissetmeseniz de her ayrılığın rûhuna bir şarkı mühürlüdür. Onunla birlikte zaman ya yavaşlayarak mutsuz sonlu bir masala dönüşür ya da hepsi düş gibi çabucak olup biter… Ve bu, yolcunun en sevdiği şarkıdır… ( ) * E-posta: gulnarmizrak@yahoo.com 64 / Merhaba – Bahar 2008 Ona gidememişliği hatırlatan, her dinlediğinde kalbini ağrıtan, uçurumun kenarına sürükleyen… Herhangi bir şarkı... Benim tutamadığım her gözyaşı için notalar dökülecek. “Ayrılıklarım” dile gelecek… Sizinkilere benzemeyecek işte. Kolay da olmayacak, biliyorum. Gittiğim hiçbir yere âit olmayacağım; ilk kırgınlığımda, ilk kalp ağrımda hemen şarkımı seçip, sonra bilmediğim, hatta adını bile duymadığım başka bir yere yol alacağım... Hâtıralar ve onlar, geçmişin içine sıkışmış kalbimde saklı… Yaralı küçük kalbimde… Hayat böyle akıp gider artık… Ama ya geri dönersem? Merhaba – Bahar 2008 / 65 ŞİİR Cengiz NUMANOĞLU BEYTULLAH’TA BEN Bir sancak altında kaç milyon insan, Ne tenleri benzer, ne dilde lisan… Olmuşlar… Tek yürek, tek tende can; İnsanlığı gördüm… Beytullah’ta ben… Yedi bağın gülü, aynı destede, Yetmiş iki millet, aynı listede, Kaç milyon “Âmin” der, aynı bestede; Tevhîd’le haşroldum… Beytullah’ta ben… Sînelerde alev, ne kül ne duman, Dillerde bir soru: “Vuslat ne zaman?” Cehennem söndürür, böylesi îman… Aşk ne imiş gördüm… Beytullah’ta ben… Okyanuslar aşmış, gelmiş nicesi, Aç, susuz, uykusuz, gündüz gecesi… Her nefes, dilinde Kur’ân hecesi; Sevdâlılar gördüm… Beytullah’ta ben… Rabb’in o dâvetli misâfirleri; Doldurmuş, Mekke’de her karış yeri. Dillerinde dinmez, “LEBBEYK” sesleri, Arş’a yollar gördüm… Beytullah’ta ben… ........................................................ Gördüm ki; bu dünya bir oyalanma, Hâlime bakıp da, mutluyum sanma. Bedenim Kâbe’den uzakta amma; Gönlümü bıraktım… Beytullah’ta ben… 66 / Merhaba – Bahar 2008 FACEBOOK’UN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ Kemâl Y. AREN * Sanal âlemde böyle bir site varmış! Herkes ilkokul arkadaşlarıyla buluşu buluşuveriyormuş!. Ay ne zevkli, ne eğlenceli şey!.. Neden ilkokul? Moda öyle!.. Elbette istenirse ortaokul, lise veya askerlik arkadaşlarıyla da buluşulabilir. Hatta hastahâne ya da hapishâne arkadaşlarıyla da!.. Ama ille de ilkokul arkadaşlığı… Bugünün trendi bu!.. Neden ama? Moda, dediniz ya!.. Modanın mantığı olur mu?.. Kim demiş modanın mantığı olmaz diye? Mantıksız, sebepsiz hiç bir şey olmaz!.. Hâdiselerin tabiatına aykırı. Gelin, berâberce bir beyin jimnastiği yapalım!.. *** Diyelim ki bir internet sihirbazı, insanları ana karnındaki halleriyle, hatta daha da ileri gidip ondan önceki halleriyle buluşturmanın formülünü bulsa!.. Ana rahminden önceki hâli ne mi? Genetik âlem!.. Genlerimizin geldikleri merkezler!.. DNA’larımızın oluştuğu merkezler!.. Düşünseniz ya, ne ibretli bir buluşma olur?... Neler neler çıkar ortaya!.. Bir düşünürün dediği gibi: “Herkes geleceğinden korkar, bense evvelimden korkarım!..” Neden acaba?... İnsanları çocuklukla ergenlik döneminin başladığı çizgiye götürmek kolay. Suçsuzluk dönemi!.. “Çocukluk” der geçeriz. Ama daha gerisi, ( ) * E-posta: kemalaren@yahoo.com Merhaba – Bahar 2008 / 67 analarımız, babalarımız, dedelerimiz.. vs… İşte orası belirsiz? Ama bu gidişle onlar da ortalığa dökülecek, merak etmeyin! Sevgili gençler, gelin bu sevdâya kapılmayın, FACEBOOK’a girmeyin. Birileri sizi ele geçirmeye çalışıyor! Bu tuzağa düşmeyin. Kurgu bilim mütehassısı Kemâl Amca’nızdan nasihat: FACEBOOK’a girmeyin. “Bizim nasihata ihtiyacımız yok!” mu diyorsunuz? Siz bilirsiniz! Buyurun öyleyse, “Ayağınız pınar, başınız göl olsun!” Masallar dünyâsı sizin!.. 68 / Merhaba – Bahar 2008 PROF. DR. MUSTAFA FAYDA İLE RÖPORTAJ Hazırlayan: Güller KÖSE DİN EĞİTİMİ VE KUTLU DOĞUM HAFTASI Soru: Din eğitimi nedir ve neleri kapsar? Cevap: Din eğitimi ve sınırları, zor bir konu. Böyle bir konuyu konuşmak üzere beni seçtiğinizden dolayı size teşekkür ederim. Terim etrafında birkaç husûsu açıklayarak söze başlamamızın daha uygun olacağını düşünüyorum. “Eğitim-öğretim”, bugün günlük hayâtımızda, okullarımızda, üniversitelerimizde, Millî Eğitim Bakanlığı’nda çok yaygın olarak kullanılan bir terimdir. Bu eğitim ve öğretim ifâdeleri bizim klasik Türkçemizde tâlim ve terbiye isimleriyle ifâde edilir ve bugün de Bakanlığın en önemli dâiresinin adında eskisi gibi kullanılmaktadır. Binâenaleyh eğitim denince bizim aklımıza terbiye kelimesi gelir. Kültürümüzde terbiye kelimesi, eğitim kelimesinden daha köklü olarak kullanılan ve hâlende herkesin bildiği, kullandığı bir terim olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun için konuşmamız esnâsında zaman zaman eğitim kelimesi yanında, terbiye kelimesini de kullanmamız gerektiğini ifâde ederek, bu konuyla ilgili sorularınıza cevap vermeye başlamak istiyorum. Terbiye konusu yalnız dinle irtibatlı olarak değil, hayâtın her safhasıyla ilgili olarak, eğitim ve çocuğun yetişmesiyle berâber oluşmaya devam eder. Çocuğun şahsiyetinin teşekkülünün tamamlanmasından sonra dahî terbiye, insan hayâtında yeni davranış şekilleri alarak bâzen gelişme, bâzen de kötü yönde alçalma göstererek devam eder. Terbiye biten bir süreç değildir. Öğrenim gibi o da beşikten mezara kadar giden bir süreçtir. Küçükten insana kazandırılmaya başlanan ve atılan bu temellerle terbiye, çocuğun şahsiyetinde silinmez izler bırakan davranışlar olarak kazandırılır. Bununla şunu ifâde etmek istiyorum ki terbiye bir öğretim konusu olmaktan daha fazla, davranış konusudur. Bu davranış kazandırma bilgiyle, ilimle desteklenebilir. Esâsen, çocuk yaşarken terbiye edilir. Bir başka ifâdeyle anne-baba çocukla berâber yuvalarında yaşarken, onu terbiye etmeye başlarlar. Bundan dolayı terbiyede en önemli unsur mürebbî (terbiye eden)dir. Çünkü çocuk mürebbîye bakarak, onu gözleyerek terbiye olur, yetişmeye başlar. Davranışlarını anne-baba ve çevresinde varsa, diğer kimselerin Merhaba – Bahar 2008 / 69 davranışlarıyla birlikte oluşturur. Buna dikkat etmek gerekir. Şuurlu olarak çocuğun davranışlarının iyi ve güzel olmasını sağlamak isteyen anne-baba, davranışlarıyla çocuğu terbiye etmekte olduklarını hiç unutmamalıdır. Bunun için eğitim konusu, terbiye kāidelerinin sayılarak öğretileceği bir konu değildir. Terbiye, hayâtı yaşarken, günlük hayâtın içerisinde, sabah yatağından kalktığından gece yatağına yatıncaya kadar, çocuğa gayrişuûrî olarak bir öğretme arzusu olmaksızın öğretilen, zerk edilen, aşılanan bir konudur. Bundan dolayı da fevkalâde zordur. Çünkü çocuk, anne-babanın veya çevresindeki diğer insanların sözleriyle, davranışlarıyla ki bunların hepsini çocuk davranış olarak hisseder, alır ve uygular, taklit eder, şahsiyetinin oluşum tuğlalarını meydana getirir. Öyleyse çocuğun iyi eğitim görmesi, iyi insanlarla berâber yaşamasıyla paralellik gösterir. Bundan dolayı da çocukta, anne-babanın terbiyesinin izlerini, onların şahsiyetlerinin almış olduğu şekli fark ederiz. Din eğitimiyle ilgili konuya geçmeden önce, çocuğun hayâtının bütün davranış şekillerinde bu gerçeği hiç unutmamak gerekiyor. Çocuk için uygulanacak en iyi terbiye usûlü, ister eğitim olarak günlük hayâtın çeşitli safhalarıyla ilgili olsun, isterse dînimizi öğretmek bakımından olsun, hayâtı çocuğunuzda olmasını istediğiniz şekilde, onunla berâber yaşamanızdır. Yaşayarak çocuğunuzu yetiştirmenizdir, yaşayarak çocuğunuzu terbiye etmenizdir. Bu yönüyle terbiye konusu hem çok önemli, hem de çok zordur. İnsanların kendisine karşı, başkalarına karşı, insanların dışındaki diğer yaratılmışlara karşı ve kendisini yaratan Rabbine karşı vazîfelerini nasıl yerine getireceği, yaşanarak çocuğa verilmelidir. Çocuklarımızı bu anlayışa göre yetiştirelim ki onlar da bizden sonraki nesillere bu hayat şeklini nakledebilsinler. Din terbiyesi, hayattaki davranışlarımızın her birisi için söz konusudur. İnsanın yatağından kalkış şeklinden başlayarak abdestini alması, yüzünü yıkaması, sabah temizliğini ve kahvaltısını yapması, günlük işlerini yerine getirmesi, hayâtını nasıl yürüteceğinin öğretilmesi gibi hususları kapsar. İnsanın bu âlemde niçin yaratıldığı, nasıl yaşayacağı hususlarının, ibâdullaha hizmet ile Allah sevgisi ve rızâsını din terbiyesinin mihenk taşı olarak görülmesi ve çocuğun da öyle yetiştirilmesi gerekir. Çocuğa kazandırılacak davranışlarda her şeyi Hakk’ın rızâsı için yapma anlayışını hâkim kılacak bir terbiye mekanizmasını, günlük hayâtın tabiî seyri içerisinde yaşayarak yerleştirmek gerekir. Bundan dolayı terbiyede en önemli unsurun çevre olduğu gāyet açıktır. İyi insanlardan iyilikler görerek büyüyen çocuk aynı şeyleri yapmak ister. Kötü arkadaşlar bulursa da onları taklîde çalışır. 70 / Merhaba – Bahar 2008 Soru: “Peygamber ahlâkı” nedir? Dînî eğitimde ahlâkın yeri ve önemi nedir? Cevap: Peygamber efendimiz “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.’’ buyurmaktadır. Bu güzel ahlâkı tamamlamak hadîsinin çok iyi anlaşılması gerekmektedir. Bizim peygamberimiz insanların bilmediği bir ahlâk kāidesi ortaya koymamıştır. Burada ahlâkı tamamlamak demek, ahlâkı yaşanabilir hale getirmek, ahlâk kāidelerini hayâtın içinde yaşarken canlı tutmaya memur olduğunun ifâdesi olarak anlamak ve değerlendirmek demektir. Gerçekten peygamber efendimiz güzel ahlâklı bir şahsiyetti ve bu hakîkati: “Rabbim beni çok güzel terbiye etti.” buyurarak dile getirmiştir. Onu terbiye edenin yüce Allah olması, Resûlullah efendimizin müslümanlar tarafından örnek alınmasının emredilmesiyle sonuçlanmıştır. Resûlullah efendimizin peygamberlik vazîfesini yerine getirirken, tevhit inancından sonra, yâni tek Allah fikrinden sonra odaklandığı en önemli konunun, ahlâk olduğunu da görüyoruz. Bundan dolayı da yukarıdaki hadîsi söylemişlerdir. Burada üzerinde durulması gereken başka bir nokta; peygamber efendimizin ahlâkının esaslarının ve hayat içinde şekillenmesinin Kur’ân-ı Kerim’den kaynaklandığıdır. Bundan dolayı Hz. Ayşe vâlidemiz, peygamber efendimizin ahlâkı kendisine sorulduğu zaman: “Siz Kur’an okumuyor musunuz? Peygamberimizin ahlâkı Kur’an ahlâkıdır.” buyuruyor. Hz. Ayşe annemizin dile getirdiği, peygamberimizi tavsif etmek için, anlatmak için söylediği bu sözler, aynı zamanda bizim dînimizin kitabı olan Kur’ân-ı Kerim’in de ahlâkı temel aldığını gösteren bir başka husustur. Nitekim Kur’an ahlâkının tespiti için âyet-i kerîmelere, sûrelere baktığımız zaman, hem tarihte hem Kur’ân’ın nâzil olduğu dönemdeki insanların davranışlarından örnekler verilmiş, iyi işler yapanlar övülmüş, kötü işler yapanlar ise yerilmiştir. İnsanların davranışlarına âit vurucu ifâdeler, Kur’ân-ı Kerim’de yer almıştır. İnsanlar bu yaşanmış kıssalardan ibret alsınlar istenilmiş, aynı zamanda ahlâk kāideleri bakımından insanların eline bir endâze, bir ölçü verilmiştir. Bu arada Kur’ân-ı Kerim’de bâzı emir ve yasakların da bu ahlâk kāidelerini tamamlayan diğer hususlar olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Dînimizde tevhit inancının, yâni bir tek Allah’a inanmanın yerine getirilmemesi, Allah’ın affetmediği büyük bir günahtır. Dînimizin affetmediği ikinci büyük günah ise kul hakkıdır. Kul hakkı ihlâlleri, ahlâk kāidelerinin ihlâliyle ortaya çıkan günahlardır. İnsanlar için âhiretin pasaportu, kalb-i selîm sâhibi olarak davranışlar sergilememizdir. Ayrıca peygamberimizin hadislerini toplayan Buhârî’nin kitabının birinci hadîsi: “Ameller niyete göre Merhaba – Bahar 2008 / 71 değerlendirilir.” esâsının, ahlâkî davranışlarımızın temelini teşkil etmesine de dikkat edilmesi ve bunların çocuklarımıza yaşanarak öğretilmesi gerekir. Âile içerisinde verilecek dînî terbiye yanında, bu eğitimin bir kurumda da verilmesi gerekir. Ancak bu ihtiyaç Türkiye’de hâlâ çözülememiş ciddî bir konudur. Bugün memleketimizde din eğitimi, bâzı imam hatip okullarını istisnâ kabul edersek, maalesef yapılmamaktadır. Anayasamızın 24. maddesinde mecbûrî olan Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinden sonra, velîlerin isteğine bağlanan din eğitimi ve öğretimi konusu maalesef bir kānun çıkarılarak uygulamaya konulamamıştır. Genç nesillerimiz âileden aldıklarını, câmiden ve çevreden gördüklerini şuurlu bir şekilde öğrenip uygulayacakları, eğitim ve öğretim yapılan bir kurumdan mahrum bulunmaktadırlar. Türkiye’deki lâik devlet sistemimize göre din eğitim ve öğretimini ancak devlet verebilir. Devletimiz de bu konuyla ilgili henüz bir kānun çıkaramadı. Siyâsî iktidarlar, 1982 Anayasamızda yer almasına rağmen, 2008 yılında bulunduğumuz bu günlerde, 26 sene gibi bir süre geçtiği halde, anayasamızda yer alan mecbûrî Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi dersinin dışındaki isteğe bağlı din eğitim ve öğretiminin yerine getirilmesi için bir karâra henüz varamamıştır. Bundan dolayı bugün Türk çocukları ve Türk gençleri, Türk yetişkinleri ve yaşlıları, din eğitim ve öğretimi alacakları bir kurumdan mahrum bulunmaktadırlar. Câmilerimiz bu bakımdan ibâdet yeri olmanın dışında, yarım saatlik bir vaaz ve nasihatle bu konuyu geçekleştirmektedir ki bu, eğitime değil, belki yalnızca öğretime girebilen bir faaliyettir. Gencin din eğitimi alabilmesi için tek kurum, Kur’an kurslarıdır ki bunların yeterlikleri, eğitim ile öğretimi yerine getirebilmeleri zor görünmektedir. Batılı devletler bu konuyla ilgili olarak çok yeni metotlar geliştirmişlerdir. Maalesef biz bunların varlığından haberdar olmamıza rağmen, memleketimizde bu istikāmette hiçbir adım atılmamış ve bu konu rahatça ilmin konusu olarak incelenip, hem siyâsî partiler, hem sivil kuruluşlar, hem de üniversitelerimizin ilim çevrelerinde ciddî bir şekilde tartışılarak çözüme kavuşturulamamıştır. Müslüman çoğunluğun din eğitim-öğretiminden mahrum olmalarına mukābil, hıristiyan ve yahudi olan vatandaşlarımız kiliseleri ve havraları tarafından oldukça iyi eğitilmektedir ve din eğitimleri oldukça canlı şekilde verilmektedir. Bizler bu bakımdan hâlâ mağdur edilmekteyiz ve anayasamızın öngördüğü ve bana göre de âmir hükmü olan, emredici bir tarafı olan din eğitim ve öğretiminin Türk gençlerine, Türk çocuklarına verilmesi husûsu, hâlâ muallakta bulunmaktadır. Bundan dolayı çocukların ve gençlerin din eğitimi almasının mesûliyetini şu anda yalnızca âileler üslenmiş bulunmaktadır. Ancak din eğitimi ve öğretimi almayan nesillerin 72 / Merhaba – Bahar 2008 yetişmesiyle meydana gelen bütün genç anne-babalar, âileler, kendilerinin ihtiyâcı olan eğitimi alamadıkları için çocuklarına nasıl eğitim verecekler? Gerçekten bilemiyoruz. Bildiğimiz, bâzı âilelerin bu eğitimi, çocuklarını yaz tatillerinde Kur’an kurslarına göndermek ve biraz Kur’ân-ı Kerim okumayı öğretmek sûretiyle vermeye çalıştıklarıdır. Tevhîd-i Tedrîsat Kānûnu’na göre devlet bu vazîfeyi üstlenmelidir ki gençlerin yetişmesinde, iyi terbiye almasında görevini yerine getirebilsin. Soru: Din eğitimi ve öğretimini câzip hâle getirmek için neler yapılabilir? Cevap: Bu çok zor bir soru. Her şeyin başı sevgidir. Din terbiyesinin de câzip hâle getirilmesi ancak sevdirmekle olur. Bu sevgi ortamını, eğitimi verecek olanlar sağlamalıdır. Yukarıda anne-babanın çocuğa terbiye vermesinin zor olduğunu nasıl söylemişsek, dînî terbiye verecek insanların da gerçekten çok iyi yetişmeleri gerekir. Bizim millî târihimize baktığımızda insanların terbiye edildiği yer olarak tekkelerin ve zâviyelerin, çok büyük ve unutulmaz hizmetler yaptıklarını ve çok iyi çalıştığını görüyoruz. Özellikle Selçuklu ve Osmanlı Devleti tecrübelerine baktığımız zaman, devletin çeşitli tasavvufî zümrelere, biz onlara bâzen tarîkatlar da diyoruz, toprak vererek dergâhlarını açmalarına izin verdiklerini, onların da insanımızı akşam sohbetleriyle, mûsikî, semâ veya zikirle berâber terbiye ve ahlâk üzerine yapılan konuşmalar, öğretiler ve telkinlerle yetiştirdiğini görüyoruz. Ayrıca sâdece müslümanların değil, bu terbiye sisteminden çok istifâde eden başka din mensuplarının da, müslümanların bu hallerini, yaşayış şekillerini çok beğendikleri için ihtidâ ederek müslüman olduklarını da biliyoruz. Dolayısıyla bu oluşumlar sâdece müslümanlara değil insanlara hizmet sunarak pek çok kimsenin müslüman olmasını sağlamıştır. Târihteki ecdâdımızın tecrübesiyle bugünkü ilmî sonuçları karşılaştırarak yeni metodlar geliştirmeliyiz. Burada hiç şüphe yok ki imam hatip okullarına, ilâhiyat fakültelerine, Diyânet İşleri Başkanlığı’na önemli vazîfeler düşmektedir. Ayrıca sivil toplum kuruluşlarının da bu hususta yol gösterici çalışmalar yapmaları ve bu terbiye mekanizmalarımızın, ilmin ışığı altında, bugünkü pedagojik değişmelerin de ortaya koyduğu sonuçları göz önüne alarak, yeni bir hamleye dönüşmesi gerekmektedir. Burada temennî ederiz ki Kubbealtı gençleri bu konuyu gündemlerinden hiç çıkarmazlar ve gençlerin önce çocuk, sonra genç olarak yaşadıkları bu güzel seneler içerisinde, kendi çocuklarını yetiştirirken örnek alacakları davranışlarını, milletimize de hissettirecek bir üslûpla ortaya koyarlar ve insanımızın bu konudaki eksikliğinin giderilmesinde önemli bir boşluğu doldururlar. Merhaba – Bahar 2008 / 73 Soru: “Kutlu doğum” haftasını kutladığımız bu günlerde peygamberimizi anlayabilmenin önemi nedir? Dînî eğitimle bu anlayış nasıl kazandırılabilir? Cevap: Peygamber efendimizin kutlu doğumunun her yıl tekrar edildiği Nisan ayına yaklaştığımız bu günlerde, hiç şüphe yok ki güzel ahlâkın yaygınlaştırılmasındaki hizmetlerin ve bu sâhada peygamberimizin yaptıklarının, söylediklerinin ve ashâbında onun bu örnekliğinin tabiî sonucu olarak ortaya çıkan güzel davranışlarının hatırlanmasının, kutlu doğumun kutlanmasında ve peygamberimizin anlaşılmasında en önemli sâhayı teşkil etmesini temennî ediyorum. Peygamber efendimizin dâima daha yakından tanınması, onun güzel ahlâkını ortaya koyduğu hâdiselerin çocuklarımıza bilgi olarak öğretilmesi, ashâbının ondan nasıl faydalandığını, onun rengine nasıl boyandığını gösteren bilgilerin insanlarımıza aktarılması, hiç şüphe yok ki kutlu doğum haftasının en iyi şekilde idrâkini ve kutlanmasını sağlayacaktır. Temennîmiz bu yöndeki gayretlerin, çalışmaların artarak devam etmesidir. Teşekkür ederim. Mustafa Fayda Hocamıza kıymetli vakitlerini bizlere ayırdığı ve verdiği bilgiler için çok teşekkür ediyoruz. 74 / Merhaba – Bahar 2008 NEŞRİYAT Vedat ÖZSÜLLÜ * Süleyman Uludağ Kitabı Prof. Dr Mustafa Kara Dergâh Yayınları Son iki asırda müslüman toplumların düşünür ve yöneticileri batı karşısında yaşadıkları açmazlar ve iklimlerde, kâh teslîmiyeti, kâh sertliği (fikirde “köktendincilik”, eylemde şiddet), kâh da sentez adına, yaşaması neredeyse imkânsız ucûbe fikir ve yazıları seçtiler. Halkla ve yöneticilere yol gösterecek meselelerini çözecek ulemâ ve düşünürler, gündemdeki meseleleri çözemedi. Askerî alanda yaşayan yenilgiler iktisâdî ve sosyal hayatta da devam etti. Batının kurum ve düşünceleri müslüman ülkeleri istîlâ etti. “Yenilikçi”lerin karşısında “gelenekçi”ler oluştu. Ya Bir Yol Bul Ya Bir Yol Aç Ya da Yoldan Çekil Mümin Sekman ALFA Yayınları Okul hayâtı bitince “hayat okulu” başlar. Hayat okuluna giriş bir yarışın başlangıcıdır. Bu yarış bir durağa varmak için yapılmaz. Başarılı insanlar için başarı bir durak değil, yolculuk şeklidir. Bu yoğun mücâdele içerisinde amaçlarını profesyonelce belirlemek, hayâtını planlamak ve kontrol altına almak isteyenler içindir. Bu kitap, başarı yolculuğunda, yola çıkmak isteyenlere, daha iyi bir yol arayanlara, çıkmaz sokağa girmiş olanlara, yolunu şaşıranlara kılavuzluk edecek bir başarı haritasıdır. ( ) * E-posta: vedat.ozsullu@gmail.com Merhaba – Bahar 2008 / 75 Veda / Esir Şehirde Bir Konak Ayşe Kulin Everest Yayınları Ayşe Kulin, Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, işgal altındaki İstanbul’da bir konakta yaşananları anlatıyor bu kez. Son mâliye nâzırı ve âilesi aracılığıyla, o dönemin resmini çizen Veda, çökmekte olan bir târih ile yeni bir gelecek arayan “Millîciler” arasında sıkışan o dönem Osmanlı aydının da öyküsünü dile getiriyor. 76 / Merhaba – Bahar 2008 Ölçün doğruluk olsun, aleyhine dahî olsa doğruyu söylemekten çekinme. Arabulucu ol, arabozucu olma. İyilik yapmak için fırsat gözle. Bulamazsan îcat et. Zîra kula hizmet Hakk’a hizmettir. Sâkin, mülâyim ve hesaplı konuş. Ağır, kırıcı ve geri dönülmez sözden çekin. Vekarlı ve haysiyetli ol, fakat alıngan olma. Merhaba – Bahar 2008 / 77 78 / Merhaba – Bahar 2008 Haksız olduğun bir meselede, haklı olduğuna kendini inandırmaya çalışma. Evlâtlarının bedenleri kadar ruhlarını da besle. Onlar sana Hakk’ın emânetidir. Bu emâneti kurda kuşa kaptırmamaya dikkat et. Sabırlı ve hazımlı ol. Allah şikâyet edenleri sevmez. Dâima şükret. Güçlükleri, kolayından al, rahat edersin. Merhaba – Bahar 2008 / 79