sallallahu aleyhi ve sellem
Transkript
sallallahu aleyhi ve sellem
Hakikaten, Allah Resûlü Hz. Muhammed'in (sallallahu aleyhi ve sellem) hayatında, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en güzel örnekler vardır. (Ahzâb Sûresi, 33/21) Peygamber Efendimiz’i ne kadar tanıyoruz? O’nun hayatını, güzel ahlakını, barışçıl kişiliğini, yaptıklarını, İslam’ı yayma çabaları sırasında yaşadığı zorlukları, sabrını ve yolunu ne kadar biliyoruz? Bilmemiz gerekenden daha az biliyoruz maalesef... Zaman Sevgililer Sevgilisi, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.s) tanımak zamanıdır. Efendimiz’i (s.a.s) okumak, kazanmaktır Efendimiz’i (s.a.s) okumak, kazanmaktır Allah’ın (C.C) Efendimiz’e (s.a.s) ilk emri ve aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in ilk ayeti gösteriyor ki; İslam Medeniyeti’nin vazgeçilmez şartı okumaktır. Bizler de Efendimiz’in hayatını okumak, O’na dair bilgilenmekle mükellefiz. Herkes O’nu daha iyi tanımak için yarışıyor Ortaokul, lise ve yetişkin olmak üzere; 3 ayrı kategoride belirlenen kitapları okuyan herkes Peygamber Efendimiz (s.a.s) hakkında doğru, aydınlatıcı bilgi ediniyor. O’nu, en örnek insanı daha yakından tanıyor. Bunun yanında, belirlenen noktalarda test usulü bir sınava girerek kategori birincisi olanlar çeşitli ödüllerin sahibi oluyor. Son kayıt tarihi 24 Mart 2014. 3 O’nu okumanın ödülü O’nu okumanın ödülü İslam’a, hayata ve kendinize dair pek çok ders ve örneğin yanı sıra hediyeler... Umre ziyaretleri, dizüstü bilgisayarlar, mini tabletler kazanma fırsatı O’nu okumaktan geçiyor. Zamanlama 7 Ocak - 24 Mart 2014 tarihleri arasında isteyen herkes, belirlenen kitaplardan kendine uygun olanı seçebilecek ve kayıt yaptırabilecektir. Sınavlar 31 Mart - 12 Nisan tarihlerinde gerçekleştirilecektir. Ayrıntılı bilgi için; herkesonuokuyor.com 5 Sakîf Kabilesi Elçileri Sakîf Kabilesi Elçileri Sakîf kabilesi elçileri, Allah Resûlü ile görüşmek için hicretin dokuzuncu yılı Ramazan ayında Medîne’ye gelmişti. Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) kendilerine Mescid-i Nebevî’nin içerisinde bir çadır kurdurdu. Ashâb-ı kirâm arasından bu durumu yadırgayanlar oldu. Zira adamlar, henüz İslâm’ın aydınlık yüzüyle tanışmamış ve Müslüman olmamışlardı; onların müşrik olduğunu öne sürerek Resûlullah’a gelenler oldu; bu halleriyle Mescid’de kalamayacaklarını ifade ediyorlardı! Kendisine itiraz için gelenlere Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Yeryüzü hiçbir şeyden kirlenmez.” buyurdu. Bunun üzerine devreye giren ve aslen aynı kabilenin bir başka mensubu olan Mugîre İbn-i Şu’be, kavmini kendi evinde misafir etmek istemiş, ancak onunla aynı kanaatte olmayan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), ona dönmüş ve “Seni, kavmine ikram etmekten men etmem; lâkin onları, Kur’ân dinleyebilecekleri bir yerde misafir et!” buyurmuştur. O’NUN O’NUN HAYATINDAN HAYATINDAN İlk adımı kendisi atarak onlara, ashâbından Mugîre İbn-i Şu’be’yi göndermiş, ardından da bir mektup yazıp davet etmişti. Bu gelişmeler üzerine 60 kişilik bir grup hâlinde Hristiyanlar, Necrân’dan yola çıkarak Allah Resûlü ile görüşebilmek için Medîne’ye geldiler. Geliş niyetleri ve anlayışları farklı da olsa onları kendi ortamında ağırlayıp misafir etmiş, Mescid-i Nebevî’ye hususi bir çadır kurdurmuş ve Mescid-i Nebevî’de ibadet etmelerine müsaade etmişti. Hatta onları, doğuya dönüp âyin yaparken gören ashâbdan bazılarının itirazlarının önüne geçmiş ve İslâm’ın en önemli ikinci mabedi ve Resûlullah’ın otağı olan bu mekanda, ibadetlerini istedikleri gibi yapabilmelerine imkân tanımıştı. 7 Esirlere Muamele Esirlere Muamele Mus’ab İbn-i Umeyr’in kardeşi Azîz İbn-i Umeyr: “Bedir günü ben de esirler arasındaydım. Resûlullah’ın o gün, ‘Esirlere iyi muamele edip gönüllerini hoş tutun!’ tavsiyesini duyunca, âdeta başımızdan yiyecek yağmaya başladı; kimin elinde bir şey varsa, onu bana uzatıyordu; kendileri kuru hurma yiyor, ancak ellerindekinin en güzelini bana vermeyi tercih ediyorlardı! O kadar ki gördüğüm muamele karşısında utancımdan yerin dibine girecek gibi oldum! Zira geri gönderdiğim şey bile dakikasında bana geri dönüyordu!” şeklinde nakletmektedir. Ashâb-ı kiramın konuyla ilgili duyarlılığına ait başka bir ayrıntıyı, Hâlid İbn-i Velîd’in kardeşi Velîd İbn-i Velîd İbn-i Mugîre de nakletmektedir; gördüğü muamele karşısında Müslüman olacak olan Hazreti Velîd, bu titizliği, “O gün onlar, kendileri yaya yürürken bineklerine bizi bindiriyorlardı!” şeklinde aktarmaktadır. Hâlbuki bu cümleleri söyleyen Velîd İbn-i Velîd’in o gün, üç amcası Bedir’de ölmüş, birisi de esir olmuştu. 9 Safvân İbn-i Ümeyye Safvân İbn-i Ümeyye Allah Resûlü’nün yanına Umeyr İbn-i Vehb gelmiş, “Yâ Nebiyyallah!” diyordu. “Safvân İbn-i Ümeyye, kavmimizin efendisidir; ancak şimdi o, Senden kaçarak kendini deniz aşırı memleketlere atmak için gitmiş durumda! Ona da emân verir misin?” Fahr-i Rusül Efendimiz büyük bir sürurla, “Amca oğlun da emniyettedir!” buyurdu. Affetmekle emrolundum! Affetmekle emrolundum! Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), mülâyemet ve şefkati, insanı güzelleştiren, şiddet ve kabalığı ise çirkinleştiren bir fiil olarak tarif ediyordu. Abdurrahmân İbn-i Avf gibi sahâbîler gelip de “Yâ Resûlullah! Müşrik olduğumuz günlerde biz, izzet ve onur sahibi kimselerdik; iman edince hor ve hakir görülen insanlar olduk!” deyip karşılık vermek istediklerinde, “Ben, insanları affetmekle emrolundum; kimseyle kavga etmeyin!” buyurmuş ve mukabeleye izin vermemişti. Kendisine sultanlıklar bahşedilmiş gibi sevinen Hazreti Umeyr ve yanına aldığı oğlu Vehb ile Cidde’ye ulaştıklarında Safvân, gemiye binmek üzereydi; amca oğlu Hazreti Umeyr ile Vehb’i uzaktan görünce tedirgin olmuş ve “Yazıklar olsun!” demişti. “Şu gelenin kim olduğunu görüyor musun?” diye kölesini sıkıştırıyor ve bir an önce gözlerden kaybolmak için acele etmesini söylüyordu. Kölenin basireti daha açıktı; “Endişe etmene gerek!” yok manasında, “O gelen Umeyr İbn-i Vehb’dir!” diyordu. Onu, Umeyr İbn-i Vehb’i ben ne yapayım!” diye tersledi ve ilave etti: “Vallahi, onun tek derdi, beni öldürmekti; şimdi de onun için geliyor! Zaten o, daha önce de bana karşı Muhammed’e destek vermişti!” Bu sırada Hazreti Umeyr de yanına gelmişti; bütün samimiyetiyle ona, “Yâ Ebâ Vehb!” diye seslendi. Zaten ürkek davranan Safvân’ı daha fazla ürkütmemek için azami hassasiyet gösteriyordu; “Kurbanın olayım!” dedi. “Şu anda ben, insanların en iyilikseverinin, en hayırlısının ve akrabalık bağlarını en iyi koruyanının yanından geliyorum! Anam babam sana feda olsun; Allah’tan kork ve sakın kendi kendini helâk etme! İşte bak! Ben sana, Allah Resûlü’nün emânını getirdim!” “Yazıklar olsun sana!” diye mukabelede bulundu Safvân. “Git başımdan!” diyordu. “Bir daha da gözüme gözükme!” Bir tarafta günlerini vererek yaşatma idealiyle koşan müşfik bir kalp, diğer yanda ise ayağına kadar gelen fırsatı tepen katı bir yürek duruyordu. Ancak Umeyr, hemen pes edecek birisi değildi; aynı hassasiyetle yeniden, “Ey Safvân!” dedi. “Anam babam sana feda olsun! 11 Şüphesiz ki ben, insanların en hayırlısı, en iyisi, en faziletlisi ve aynı zamanda senin de amca oğlunun yanından geliyorum! O’nun izzeti, aynı zamanda senin izzetin, O’nun şerefi, senin şerefin ve yine O’nun mülkü de senin mülkün demektir!” Bu samimi davet karşısında derin bir nefes alan Safvân, nihayet ağzındaki baklayı çıkardı; “Ben, öldürülmekten korkuyorum!” İşte, cehalet böyle bir şeydi; gecenin karanlığını kendisine otağ kabul eden yarasanın dünyasında ışığa yer yoktu! Hâlbuki güneşin doğuşuyla birlikte karanlık kendi dehlizine çekilmiş, beri tarafta berrak ve aydınlık bir dünya vardı! Yine de açık bir kapı yakalayan Hazreti Umeyr, “Hiç endişen olmasın!” manasında, “O (sallallahu aleyhi ve sellem), senin sandığından daha merhametli ve daha kerimdir!” diye karşılık verdi. Ancak Safvân, bir türlü kendini aşamıyordu ve aralarındaki konuşma uzayıp gitti. Son sözü, “Benim de ikna olabileceğim bir alâmet bana getirmedikten sonra seninle birlikte asla geriye dönmem!” şeklindeydi. Kapıyı aralasa da netice alamamıştı Hazreti Umeyr. Ancak esas dostluk, böyle durumlarda belli olurdu; işlerin iyiye gittiği demlerde herkes yakın dururdu ama esas dostluk, nefis ve Şeytan’la baş başa kalındığı demlerde ortaya konulan bir civanmertlikti. Allah’ın, mükerrem bir varlık olarak yarattığı insan için ne yapsa değerdi; arada üç günlük mesafe olsa da amca oğlunun bu isteğini de yerine getirecekti; ona, “Ben, senin istediğin o alâmeti getirinceye kadar sakın yerinden ayrılma!” diyerek tembihte bulundu ve Cidde’den ayrıldı. Soluk soluğa Efendimiz’in huzuruna gelmiş, “Yâ Resûlullah!” diyordu. “Safvân, kendisine emân verdiğine dair Senden bir alâmet görmeden bana yaklaşmaya çekindi ve gelmedi!” Açıkça bu, “Onun istediği bu alâmeti bana versen de ben tekrar gitsem!” demekti. Şahsî kemâlâtını bir kenara koyup, uçurumun kenarındaki bir insanı daha kurtarabilmek için çırpınıp duran Hazreti Umeyr’e bakan Habîb-i Kibriyâ, Mekke’yi fethederken başına sardığı sarığı çıkarıp ona uzattı. Vefakâr dost, dünyalar kendisine bahşedilmiş gibi seviniyordu ve Allah Resûlü’nün sarığını kaptığı gibi yeniden Safvân’ın yanına, Cidde’ye doğru yola çıktı. Efendiler Efendisi’nin sarığıyla birlikte yaklaşık bir seksen kilometre mesafe daha alarak yeniden Cidde’ye gelen Umeyr İbn-i Vehb, doğruca Safvân İbn-i Ümeyye’nin yanına gitti ve emare olarak Sultanlar Sultânı’nın verdiği sarığı uzattı. Yine endişelerini sıraladı bir bir. Ancak bunca samimiyet, bunca gayret ve getirilen sarıkla birlikte bir nebze yumuşamıştı Safvân ve onun için her şeyini ortaya koyan Umeyr’in bu davetine kayıtsız kalamadı; yönünü değiştirdi ve hep birlikte Mekke’nin yolunu tuttular. Kâbe’ye geldiklerinde Fahr-i Kâinât Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına ikindi namazını kıldırıyordu. Ne müthiş bir manzaraydı bu; en beliğ hatiplerin beyanlarından daha çarpıcı, içten ve mükemmel bir kıvam vardı! Bırakıp da gittiği Mekke’ye, her yönüyle bir nizam gelmişti! Uzun uzadıya seyretti Safvân ve selam verir vermez, “Yâ Muhammed!” diye bağırdı. “Umeyr İbn-i Vehb, Senin sarığınla bana geldi ve beni buraya Senin çağırdığını söyledi; şayet bu, Senin hoşnut olacağın bir iş ise bana iki ay mühlet ver!” Hâlâ korkuyordu. Muhtemelen bineğinden inmeyişinin sebebi de bu idi; bir aksilik sezerse, hemen kaçacak ve başını kurtaracaktı! Safvân İbn-i Ümeyye’nin endişelerini okuyan Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Hele hayvanından bir in!” buyurdu. Buz gibi duran katı bir kalbi Şefkat Güneşi, buz dağlarını bile eriten sımsıcak iklimine çağırıyordu! Ancak o, bu sıcak davete bile “Hayır!” dedi. “Vallahi de bu konuda bana bir açıklık getirmedikçe asla olmaz!” Bunun üzerine Habîb-i Zîşân Hazretleri ona, “Bilakis!” dedi. “Sana dört ay süre tanınmış ve serbest dolaşım hakkı verilmiştir!” O âna kadar bütün bunların bir tuzak olabileceğinin endişesiyle yüreği tir tir titreyen Safvân İbn-i Ümeyye durulmuştu. Rahat bir nefes aldı; ne türlü sıkıntılarla karşılaşacağını bilemediği Habeşistan macerası yerine, kendi beldesinde dört ay güvence almış, kimseden çekinmeden geniş zamanda düşünecek ve bir karar verecekti. Korkmasına gerek yoktu; zira artık emniyetteydi! Bu güvenin ilk emâresi, o âna kadar bir türlü inmediği bineğinden inmesi ve Allah Resûlü’nün yanına gelmesiydi! O sımsıcak iklime Safvân da girmiş, çekim gücüne kendini kaptırmaya başlamıştı! O günden sonra Mekke’de dilediği gibi dolaşabilen Safvân’ın, bu sıralarda hanımı Hazreti Fâhıte Müslüman olmuş, yeni tanıdığı bu güzellikle kocasının da bir an önce tanışmasını istiyordu; onunla yakından ilgileniyor ve ikna edebilmek için dil döküyordu! Bunun için biraz da ısrar etmiş ve bir miktar baskı yapmıştı. Canını sıkan bir tavırdı bu; zira Safvân, öyle zora gelir bir adam değildi. Hanımının bu kadar ısrar edişi karşısında sinirlendi ve Efendimiz’i kastederek, “Sana da ne oluyor!” dedi. “Hem, sen O’ndan daha mı hayırlısın? Baksana, ben O’na, ‘Bana iki ay süre ver!’ dedim; O, tuttu bana dört ay mühlet tanıdı!” 13 İncinse de Kılıcında incitmedi! bir damla kan yoktur! Kılıcında bir damla kan yoktur! Karşımızda, kimsenin canını yakmayan, kan dökülmeden meseleyi halledebilmek için maksadını gizleyen ve öldürmek için üzerine saldıranlara bile şefkatle muamele eden bir Peygamber durmaktadır! Bunca bâdire atlatmasına ve öldürmek için üzerine hücum edenlere karşı kendisini koruyor olmasına rağmen O’nun (sallallahu aleyhi ve sellem), yanında taşıdığı kılıcında bir damla kan yoktur! Onca savaşa rağmen kimsenin kanını akıtmamış ve kimseyi öldürmemiştir! İncinse de incitmedi! Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), on üç yıllık Mekke hayatında şiddetin her türlüsüyle muhatap olmuş, ancak hiç kimseye şiddetle mukabelede bulunmamıştı. Zaten “Hira sultanlığı” ile başlayan süreçte gelen âyetler, muhatapları çizgiyi aşsalar bile O’nun, adaletten ayrılmaması gerektiğini emrediyor ve bu türlü durumlarda adres olarak sabrı gösteriyordu. Rahmet peygamberiydi ve hep rahmetle muamele ediyordu. Muhataplarından zulüm görse de ellerinden tutabilmek için kendisini parçalarcasına bir gayret ortaya koyuyor ve şefkat iklimine onları da almak istiyordu. O’nun dünyasında, ne zarar vermek vardı ne de zarara zararla mukabelede bulunmak! Şartlar ne olursa olsun Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), hep kendine yakışanı yapıyordu. Ashâbını da aynı çizgide yönlendiriyordu; canı yanan, başı yarılan, malı talan edilip canına kastedilen hiç kimse, mukabelede bulunmuyor ve şiddeti tabiatları haline getiren Mekkelilerle aynı karede yer almıyordu. Zira Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), daha işin başından itibaren Hazreti Ebû Zerr, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer başta olmak üzere herkese itidal ve teenniyi tavsiye etmiş, yapılanlara karşılık kimsenin mukabelede bulunmamasını, reaksiyon göstermemesini ve şiddetin tarafı olmamasını istememişti. Onlara, “Sizden, Kıyâmet Günü’nde bana en sevgili ve meclis yönüyle de en yakın olanınız, ahlak yönüyle en güzel olanınızdır! Ve yine sizlerden Kıyâmet Günü’nde beni en çok üzecek olanınız ve meclis yönüyle de en uzak olanınız, çok konuşan, gereksiz yere lafı uzatan, üslup ve sözleriyle başkalarını inciteninizdir!” diyerek durmaları gereken yeri gösteren Allah Resûlü olmuştu. Zaten O (sallallahu aleyhi ve sellem), mülâyemet ve şefkati, insanı güzelleştiren, şiddet ve kabalığı ise çirkinleştiren bir fiil olarak tarif ediyordu. Abdurrahmân İbn-i Avf gibi sahâbîler gelip de “Yâ Resûlullah! Müşrik olduğumuz günlerde biz, izzet ve onur sahibi kimselerdik; iman edince hor ve hakir görülen insanlar olduk!” deyip karşılık vermek istediklerinde, “Ben, insanları affetmekle emrolundum; kimseyle kavga etmeyin!” buyurmuş ve mukabeleye izin vermemişti. 15 Hediyelerle insanların gönüllerini kazanma Hediyelerle insanların gönüllerini kazanma Rıfk ile muamele Rıfk ile muamele Ebû Zerr’i karşısına almış, “Ne durumda olursan ol, Allah’tan kork! Bir kötülüğün hemen arkasından iyiliği devreye koy ki onu yok etsin! Ve insanlara, güzel ahlak ile muamele et!” tavsiyesinde bulunmuş, başka bir gün de Hazreti Ali’ye, “Yarın ihtilaflı ve anlaşmazlığın olduğu günler başına gelecek; şayet o gün sulh tarafını temsil imkanın varsa bunu yap!” buyurmuştu. Başka bir gün de O’nu, Gatafanlıların gasbettiği bir eşyayı onlardan alan ve söz konusu hırsızlara daha sert karşılık vermek isteyen Seleme İbn-i Ekva’ı bineğinin arkasına bindirmiş ve “İbn-i Ekva’!” buyurmuştu. “Alacağını aldın; bundan böyle müsamaha ve rıfk ile muamele et!” Hediyelerle insanların gönüllerini kazanan Allah Resûlü, yanında hediye olarak verilebilecek bir şey bulunmadığında üzülür ve bu üzüntüsünü muhataplarına da yansıtırdı. Bizans kralı Hirakl’e gönderdiği elçi ve mektuptan sonra, söz konusu kral da Resûlullah’a bir elçi göndermiş ve ondan, üç konuda kendisine bilgi getirmesini istemişti. Bu sırada Efendiler Efendisi Tebûk’te bulunuyordu. Tebûk kuyusunun başında Allah Resûlü’ne gelip mülaki olup da Hirakl’in gönderdiği mektubu kendisine veren elçiye o gün hediye vermek istemiş, ancak yanında ona verecek bir şey bulamamıştı. Bunu, “Sen, bir kavmin elçisisin ve bizim üzerimizde hakkın var! Ancak şu anda biz yolcuyuz ve hareket hâlindeyiz!” diyerek dile getirip de bu sebeple elinde hediye edilebilecek bir emtianın olmadığını ifade edince Hazreti Osmân devreye girmiş ve Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) adına elçiye, bir çeşit kumaş hediye etmişti. Buna ilave olarak Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem), ashâbına dönmüş ve söz konusu elçiye ziyafet çekip karnını doyuracak birisinin olup olmadığını sormuş ve bunun üzerine Ensâr’dan bir başkası da ona ziyafet vermiştir. Efendimiz’in amca oğlu ve ilim dağarcığı olarak bilinen Abdullah İbn-i Abbâs (radıyallahu anhumâ) Resûlullah’ın, “Aynen benim yaptığım gibi gelecek hey’etlere sizler de icazet verip hediyeler ikram etmek suretiyle hürmette bulunun!” beyanını bize nakletmekte ve hediyeleşmenin nebevî bir vasiyyet olduğunu bize haber vermektedir. 17 Hedefi, her gönüle girmekti! Hedefi, her gönüle girmekti! O’nun tek hedefi vardı; nefes alan her kul, Rabb-i Rahîmi’ni tanısın ve neticede O’nun rahmetiyle ebedî kurtuluşun kapılarını aralasın! 19 Hayatı diyalogdan ibaretti! İnsanlarla diyalog, O’nun en temel metotları arasındaydı; hatta denilebilir ki baştan sona O’nun hayatı, bu türlü diyaloglardan ibarettir. Kapıların birer birer kapandığı dönemlerde O, yeni yeni kapılar açabilmek için hiç kimsenin aklına gelmeyecek yeni yeni vesileler icat etti. O’NUN HAKKINDA HAKKINDA KISAO’NUN KISA KISA KISA Kötülük görse de kötülüğe asla tevessül etmedi. Hep kendisine yakışanı yaptı. Kimseyi incitmedi. Hep alttan aldı. Kaba kuvvete başvurmadı. Hiçbir zaman meselesini sokakta halletmeyi düşünmedi. 21 Gördüğü şiddete karşı koymak isteyenleri de aynı çizginin insanları hâline getirdi. Hiç kimseye kapısını kapatmadı. Bilakis, kapısını çalmadığı insan bırakmadı. Ortak değerleri öne çıkardı. Başka değerlerin yıkıntısı üzerine hüküm bina etmedi. Kimseyle kavga etmediği gibi var olan kavganın tarafı da olmadı. Asla sert ve haşin değildi; sürekli alttan alan yumuşak bir üslubu vardı. Tepki tavrı içine hiç girmedi; attığı her adım, yeni bir süreci inşa etme istikametindeydi. Şahısları değil, sıfatları hedefledi. Yemedi, yedirdi; elinde-avucunda ne varsa onu, öncelikle kendisini baş düşman bilenlere gönderdi. Kötülüklere karşılık kötülük yapmayı asla düşünmedi; bilakis, kötülük yapanlara bile hep iyilikle mukabelede bulunmak, O’nun en belirgin özelliğiydi. Üslup itibariyle mülayimdi; gürül gürül konuşması gerektiği yerde bile sükûtu tercih etti ve duruşunu sertleştirerek muhataplarını kendisinden uzaklaştırmadı. Ayrımcılık yapmadı; aleyhte bile olsa adalet, O’nun en önemli şiarıydı. 23 Yakınlarını koruma altına almadı ve hukukun önünde herkesin eşit olduğunu, bizzat ve hayatı boyunca uygulayarak herkese gösterdi. Müthiş bir temsili vardı. Ashâbını da aynı çizginin insanı olarak yetiştirmiş, hâl dili ile gönül şivesinin mükemmel temsilcileri hâline getirmişti. Üzerine saldırıldığı demlerde bile, gerilimi azaltabilmek için bir adım geri atmayı tercih etti; böylelikle, yarına sarkması muhtemel olumsuzlukların da önünü almış oluyordu. 25 Üzerine ordularla gelindiğini duyduğunda, çok üzüldü; milim milim örgülediği müspet olanı yıkacak böyle bir zemini asla istemiyordu. O’nun dünyasında “savaş” asla olmadı; Bedir, Uhud, Hendek, Huneyn gibi acı hatıraların hepsi, başkalarının başının altından çıkan şer odaklı zaman dilimleriydi. Ancak O, buralardan bile hayır çıkarmaya odaklanmış, sonuç itibariyle kendisiyle savaşanların bile bütününü kazanmıştı. Gördü ancak görmezlikten geldi; duydu ama duymamış gibi davrandı ve kimsenin hatasını yüzüne vurmadı. Kapısına dayanan ordulara elçiler gönderdi ve vazgeçirmek için atılması gereken her türlü adımı attı, kılıçlarıyla kapısına dayandıkları yerde bile diplomasi adına yapılabilecek her şeyi yapmadan ve tabiri câizse iç hukuku tüketmeden savaşa geçit vermedi. Kendisini öldürmeye gelenlere bile şefkatle yaklaştı ve hatta onlardan bazılarına emân vermek suretiyle dokunulmazlıklarını ilan edip hayatlarını koruma altına aldı. Kimseyle perdeyi yırtmadığı gibi, açık ve âşikâr bile olsa, insanların kusurlarını örten hep O oldu. 27 Acele edip işin toptancılığını yapmadı; ilmik ilmik emek verdi ve neticede muhataplarının bütününü kazandı. Kaçanların peşinden elçiler gönderdi, evine kapananların kapısını çaldı ve nihayet dünün baş düşmanlarını, yarınların muhabbet fedâileri hâline getirdi. O kadar titizdi ki kendisini öldürme hırsıyla gelen orduların içinde kadın ve çocukların da bulunmasına rağmen O’nun bulunduğu yerde, hiçbir kadın veya hiçbir çocuğun canı yanmadı, burnu kanamadı! 29 Ravza Ravza Gördüğüm günden beri ey gül-i rânâ Sen’i, Gözlerim yollarda ol gözleri elâ Sen’i.. İstemem kalsın artık gönlümde gül arzusu, Ararım her yerde ey Kâmet-i Bâlâ Sen’i. Sarmıştı rûhumu köyünün amber kokusu, Dolaştığım her yerde duymuştum cânâ Sen’i.. Bahçenin içindeki yemyeşil fistanınla, Gördüm güzeller arasında müstesnâ Sen’i... M. Fethullah Gülen, Kırık Mızrap - 1, s. 84, Nil Yayınları, İstanbul, 2000 31 peygamberyolu.com peygamberyolu.com Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), hayatının her karesi itibariyle adım adım takip etmemiz gereken yanıltmaz bir rehberdir. O (sallallahu aleyhi ve sellem), kıyâmet kopacağı âna kadar nefes alıp verecek olan herkesin peygamberi olarak gelmiş ve yine her problemi çözebilecek potansiyelde çok yoğun bir hayat yaşamıştır. Bu açıdan bakıldığında O’nun risâlet günleri, sıkıştırılmış dosyalar gibidir; açtığınızda her sayfada önünüze yeni yeni pencere ve kapılar aralamakta, niyet ve nazarınızın duruluğu nispetinde size yeni yeni çözüm alternatifleri sunmaktadır. Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), yirmi üç yıl gibi bir süre içinde, kıyâmete kadar devam edecek olan İslâm binasının temelini atmış ve her asra bakan yönüyle bu temelden uzanan açık uçlar bırakmıştır. Başka bir ifadeyle, kıyâmete kadar yaşanacak her türlü problemin cevabı, O’nun “peygamber” olarak yaşadığı bu yirmi üç yıllık Saâdet Asrı’nda mevcuttur ki bunların çözümü de temeli o gün atılan bu dünyadan bize uzatılan söz konusu açık uçları keşfetmeye ve onlarla temasa geçip müspet adım atabilmeye bağlıdır. Bunun için ilk ve en temel eşik, O’nun bu dünyasını çok iyi bilmektir. Fakat başlı başına bu da yeterli değildir; zira herkes, “ibnü’l-vakt” olması yönüyle kendi yaşadığı asrın çocuğudur ve burada ikinci eşik olarak karşımıza, içinde yaşadığımız çağın iyi okunup bilinmesi çıkmaktadır. İşte, bunun adı “siyer felsefesi”dir. Bu açıdan bakıldığında dünden bugüne bizim dünyamız, Saâdet Asrı’nı bildiği hâlde gününü iyi okuyamayan insanımızın girdiği çıkmazlara çok şahit olmuş ve ne yazık ki bugün de aynı hatayı tekrar edip durmaktadır. Allah’ın imkan olarak lütfettiklerini, mirastan elde edilen ganimet savurganlığıyla yitirmekte ve asırların terakümüyle damla damla kazanılanları derya derya kaybetmektedir! Allah Resûlü’nü yeniden tanımalıyız. Dün elde edilen bu nebevî sonuçlara ulaşabilmek, ancak bugün yürünen yolun da nebevî olmasıyla mümkündür. Aynı zamanda bu, “Ben o yolda yürüyorum!” demekle de olabilecek bir hususiyet değildir. Bunun için hedeflerde ayniyet söz konusu olması gerektiği gibi aynı sancının çekilmesi, aynı tavrın belirlenmesi, aynı hassasiyetlerin hayata hayat kılınması, “sohbet-i cânân” ile aynı kurbiyete talip olunması, aynı metodolojinin uygulanması, aynı metanet ve sabrın gösterilmesi, yüreğini kanatsa bile herkese aynı muamelenin gösterilmesi, kısaca baştan sona nebevî bir duruşun sergilenmesi gerekmektedir. Zira yürünen çizgideki ayniyet nispetinde bir hüsn-ü kabul söz konusu olacak ve hizmet olarak üretilen semereler, bir madalya gibi omuzlarda nebevî gömlek taşındığı sürece tahakkuk edecektir. Beşer karihasından çıkan alternatif tekliflerinin, üç-beş adım sonrasında iflas edişine bizler çok şahit olmuşuzdur; düşünce ve davası itibariyle uzun soluklu çözüm üretebilenler, hep bu nebevî çizginin kahramanları olagelmişlerdir! Dün böyle olduğu gibi bugün de farklı olmayacak ve yarınların kahramanları da şüphesiz bu nebevî çizginin sadık bendeleri arasından çıkacaktır! Bunun için, alın teri döküp fikir sancısı çekmemiz, birilerinin üretip de önümüze koyduğu sloganları bir kenara bırakıp hayatın her alanında faaliyet göstermemiz, Kur’ân’ı birkaç âyetten ibaretmişçesine dar bir alana hapsetme hastalığından kurtulmamız, Resûlullah’ın yaşadığı yirmi üç yıllık risâlet hayatının Bedir ve Hayber dışında kalan günlerine de bakmamız, kısaca Mescid’in dışına taşan adımlarıyla muhataplarını her yönüyle kuşatan bir peygamber olarak Allah Resûlü’nü yeniden tanımamız gerekmektedir. Unutmamak gerektir ki problemi üreten insandır ve insanın ele alınarak kendi kemâlât ufkuna ulaştırılabildiği yerde her türlü problem kendiliğinden çözülecektir. Ancak, pek çok peygamber kıssasıyla Kur’ân’ın önümüze koyduğu bu iş, belki de dünyanın en zor işidir! Fakat, imkansız değildir; ortaya koyduğu yöntem ve metodolojiyle Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bize, çözülemeyecek problemin olmayacağını, hem de yüzlerce/binlerce örneğiyle fiilen göstermiş, arkada, şehrah hâlinde çözüm dolu bir miras bırakmıştır. Buna göre, Ebû Cehil bile olsa, her insanın gönlüne giden bir yol mutlaka vardır; önemli olan bu yolun keşfi ve âdâb itibariyle yolun erkânına riayettir! İşte, peygamberyolu.com sitesi problemlerin çığ gibi büyüdüğü bir dünyada zuhûr etmiş olmasına rağmen Efendimiz’in, 23 yıl gibi bir zamanda, hangi metotlarla hareket ettiğini anlamaya, problemlerin bütününü çözmede ortaya koyduğu stratejiyi kavramaya matuf bir sitedir. peygamberyolu.com sitesinin gayesi ne? 1. Bilinmeyen yönleri ile Efendimiz ve ashâbını tanımaya/tanıtmaya çalışmak, ayrıca yanlış bilinen yönleri izale etmek. 2. İslâm’ı bütüncül okumaya vesile olarak parçacı yaklaşımın meydana getirdiği ayrıştırıcı problemlerin tedavisine katkıda bulunmak. 3. Efendimiz ve Sahabe’nin hayatı içinde tefsir, hadis, fıkıh gibi temel alanların da okunmasını sağlamak. 4. Dünyanın dört bir yanına dağılan gönül elçilerinin, ilk muhatap oldukları insanlara hangi konuları önceleyerek diyalog kurmaları gerektiğini ifade eden nebevî metodolojiyi ortaya çıkarmak. 5. Kitap okuma, konferans, seminer, sempozyum, yarışma vb. değişik etkinliklerle manevi değerlerimiz konusunda insanların bilgi ve duyarlılıklarını artırmak. 6. “peygamberyolu.com”un en dikkat çekici ve ana omurgasını oluşturan alan, Efendimiz’in “Risâlet Günlüğü”dür. Burada, risâletle görevlendirildiği günden itibaren hangi gün hangi âyetin geldiği, öncesinde nelerin yaşandığı ve gelen âyetle neyin ne kadar değiştiği, Efendimiz’in, hangi beyanını nerede ve kime söylediği, takrirleri dahil genel anlamda sünnetin toplumu dönüştürme aşamaları, hangi sahabenin ne zaman Müslüman olduğu, hangi hükmün ne zaman ve hangi aşamalarla gündeme geldiği ve konuyla ilgili son noktanın ne zaman konulduğu gibi hususlar takip edilecektir. Bu takibin sonunda, yaklaşık 8.000 günlük Risâlet hayatının en azından 5.000 gününde olup bitenleri öğrenmiş olacağımızı tahmin etmekteyiz. Bu çalışma sonucunda çok kapsamlı bir “Esbâb-ı Nüzûl” ve “Esbâb-ı Vürûdi’l-Hadîs” kaynağını oluşturmayı hedeflemekteyiz. İslâm’ı anlatırken hangi konunun hangi aşamada gündeme getirilmesi gerektiğine dair geniş bir metodolojiyi ortaya çıkarmayı düşünmekteyiz. 7. Sitede, başta Efendimiz olmak üzere Kur’ân, tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tasavvuf gibi alanlarda akla takılan soruların sorulabileceği ve güncel cevapların alınabileceği bir alan bulunacaktır. Bu alanda, Peygamber Efendimiz’le ilgili yanlış bilinen doğruların, İslâm’a bütüncül bakamamaktan kaynaklanan yanlış anlaşılmaların, insanları aşırı uçlara götüren sebepler ve “sırat-ı müstakim”i ifade eden yönlendirmelerin ilim ekseninde ele alınması hedeflenmektedir.