İçindekiler - Söz ve Eylem
Transkript
İçindekiler - Söz ve Eylem
İçindekiler - Burjuva Siyasetin Yeniden Dizaynı ve Seçimler-III........................1 - Toplumsal ve Siyasal Gündem’den…................................................3 - “Evrensel Demokrasi” mi? Sosyalizm mi? - N. Fırat….................13 - İşçi Sınıfı, Sendikalar ve Komünistler - Yusuf Erdem...................16 - Genç Sosyalist - GSB’nın Sözü........................................................21 - Filistin Direniş Tarihinden - Devran Mahir…...................................22 - Gençlik ve Kürt Sorunu - II - Haşmet Suiçmez................................24 - Programatik Hedeflerimiz - II............................................................26 - GSB Alanlarda....................................................................................28 - Şengal Katliamı ve Ezidi Soykırımı - Gül Azur...............................29 - Fatsa’dan Gezi’ye - Mustafa Ozkan…..............................................32 - “Portakal Devriminden” 2013’e Ukrayna - Murat Çakır…..............35 - İslam Devleti: ABD’nin Yarattığı Canavar - Jerome Roos, .…42 - Haydi Rojava ile Dayanışmaya ! - M. Kızıl…....................................45 - Protokol Camii - Selim Karasu…......................................................47 Anadolu Yayıncılık adına İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü: Nevzat Eraydın Aylık, Siyasi, Yaygın Türkçe Yayın Adres: Fırat Mah.647/8 sok. Ekinyuva Sitesi A blok No:5 kat:8 Daire35 Buca-İzmir Baskı tarihi: Ağustos 2014 Basım yeri: Özdemir Matbaacılık, Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi Blok No: 145 Topkapı-İstanbul Tlf. 0212 577 54 92 İletişim: Web. www.sozveeylem.com İzmir: Fırat Mah.647/8 sok. Ekinyuva Sitesi A blok No:5 kat:8 Daire35 Buca-İzmir İstanbul-Bağlarbaşı mah. ortameydan sok. 6/1 Maltepe Manisa-Turgutlu: Turan Mah. Kurultay Sk. No:21 Kat:1 Turgutlu Söz ve Eylem’de Gündem Burjuva Siyasetin Yeniden Dizaynı-III C umhurbaşkanlığı seçimleri beklendiği gibi sonuçlandı. CHP ve MHP’nin Erdoğan’ı zorlayacağını düşündükleri ortak adayları, tersine Erdoğan’ı erken zafere taşıdı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, birçok bakımdan burjuva siyasetin yeniden dizaynının ivmelenerek sürdüğünü gösterdi. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz: Birincisi kayışı ideolojik vurguyu artırarak, seçmeninin önemli bir kesimini militanlaştırarak, şiddeti artırarak durdurmayı amaçlıyor; ikincisi, “dava” Erdoğan’a bağlılığın devamını sağlıyor. AKP içinde olası çözülmelerin önünü ihanet göndermesiyle kesiyor. Ancak yine de AKP’nin geleceğini bu önlemlerden çok, ekonomi ve dış politikada uluslararası sermayenin alacağı tutum belirleyecektir. Birincisi; Erdoğan bu seçimde de alışılmış seçim taktiğini izleyerek kendine oy veren seçmenin önemli bir oranını konsolide etmeyi başardı. Seçime katılımın görece düşüklüğünü yansıtan oy oranları biryana bırakılırsa, alınan oy miktarlarına bakıldığında, AKP’nin Haziran 2013’de üzerinde oturduğu eğik düzlemdeki kayışı yavaş da olsa sürüyor. Seçmen sayısı yurtdışının katılımıyla 2,5 milyon arttığı halde, Erdoğan’ın aldığı oy AKP’nin Mart seçimlerinde aldığı oydan çok az (üçyüzbin) fazla . Seçimin Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğu ve Erdoğan’ın devletin bilinen bilinmeyen olanaklarını kullandığı hesaba katılırsa, bu artışın anlamsızlığı daha net görülür. İkincisi; bir süreden beri çeşitli biçimler altında sağlanmaya çalışılan CHP-MHP yakınlaşmasında muhafazakar ortak adayla önemli bir yol kat edildi. Her seferinde AKP ve Erdoğan’ın işini kolaylaştıran bu yakınlaşmayla CHP hızla MHP’lileşirken, MHP de misyon partisi konumuna çekiliyor. Her iki partinin tabanında yakınlaşmanın sağlanması, - ki cumhurbaşkanlığı seçimi bunun büyük ölçüde sağlandığını gösteriyor- siyasetteki yeniden dizaynın önemli bir aşamasıdır. Seçim kampanyası dikkatle gözlendiğinde aşağı doğru kayışın Erdoğan için bir sürpriz olmadığı anlaşılıyor. Erdoğan’ın daha önceki seçimlerin aksine bu seçimde “dava” kavramını öne çıkarması, iki ihtiyaca işaret ediyor. 1 Üçüncüsü; Cumhurbaşkanlığı seçimi 12 yıllık AKP iktidar döneminin en düşük katılımlı seçimi olmuştur. 2014 Mart seçiminde % 89 olan katılım oranı bu seçimde, üstelik aynı strateji ve argümanlarla-Erdoğan’ı kurtarmak ve Erdoğan’dan kurtulmak- yürütüldüğü halde %74’te kalmıştır. Bu oran içinde seçimi çeşitli biçimlerde, geçersiz oy kullanarak aktif boykot edenlerin oranı ise %1,6’dır. Seçi- me katılımın düşüklüğünün asıl nedeni çeşitli sebeplerle, partisine kızgınlığa, umutsuzluğa ve konformist eğilimlere bağlı olarak sandığa gidilmemesidir. Mart yerel seçimleriyle karşılaştırmalı bir inceleme sandığa gitmeyenlerin mutlak çoğunluğunun, partisine kızgın, umutsuz CHP’liler olduğunu doğruluyor. Dördüncüsü; Partilerinin seçimlerdeki tavrına bağlı olarak CHP ve MHP tabanında yaşanan ve çeşitli biçimlerde kendini ortaya koyan protesto, bu iki partinin tabanda yakınlaşma eğilimini gölgede bırakmasa da, siyasette hem sağda hem de “sol” da yeni oluşumlara yolu açıyor. Beşincisi; Seçime kendi adayı ile katılan HDP, Demirtaş’ın kişisel performansının da etkisiyle oy oranını ciddi olarak artırmıştır. Bunun aynı zamanda barış sürecine verilmiş bir destek olduğu inkar edilemez. Ancak burada sorunlu nokta Demirtaş’a, dolayısıyla HDP’ye sempatiyle bakan Kürt olmayan seçmenin barışı büyük ölçüde çatışmanın, dolayısıyla ölümlerin olmaması olarak algılamasıdır. Yani Türk seçmeni gözünde barışçı çözümle Kürt sorunun çözümünün üst üste düşmemesidir. HDP yerel seçimlerde adına Türkiyelileşme süreci de denen kampanyasını barışçı çözüm, devletin demokratikleştirilmesi vb. belgileriyle yürüttü. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ise bir yandan emekçi haklarını kampanyasının önemli bir unsuru olarak alırken, öte yandan toplumsal uzlaşmayı savundu. Böylece Türkiyelileşme ortak bir yurttaşlık nitelemesini aşarak ideolojik ve politik bir nitelik kazandı. HDP’nin bu adımı en çok da Türk burjuvazisi ve onun medyası tarafından hararetle desteklendi. Şüphesiz bu gelişigüzel atılmış bir adım değildi. Tersine HDP’nin kendi konumunu netleştirme girişimidir ve muhatabı tarafından da heyecanla karşılanmıştır. Bu belki de sözünü ettiğimiz siyasetin yeniden dizaynının bugünkü konjonktürdeki en önemli gelişmesidir. Altıncısı; Sosyalist hareketin farklı parti ve grupları, yerel seçimde olduğu gibi cumhurbaşkanı seçimlerinde de farklı tavırlar ortaya koydular. Sosyalist hareketin HDK, HDP içinde yer alan kesimi 1. turda Demirtaş’ı destekleyeceklerini, başka bir kesim Demirtaş’ı dışarda bırakarak geri kalan adayları desteklemeyeceklerini, bir üçüncü kesim de her zamanki gibi seçimleri boykot edeceğini açıkladı. Komünist Hareket seçimlerin sınıfsal temsil durumuna dikkati çekerek tutumunu “temsil edilmediğin seçimde oy kullanma” olarak belirledi. Hangi tutumun daha doğru olduğu başka bir tartışma konusudur. Bizi burada asıl ilgilendiren seçim sürecinin sosyalist hareket üzerindeki etkileridir. Seçim sürecinde sosyalist hareket bir kez daha güçsüzlük, dağınıklık ve bunların yol açtığı sorunlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu birlik girişimlerinin yeniden sosyalist hareketin baş gündem maddesi haline gelmesidir. HDP’nin seçimde aldığı yol ve özellikle partisini protesto eden ciddi sayıdaki CHP seçmeninin seçimlere katılmaması, kapitalist eğik düzlemde burjuva partilerin birbirinin üzerine yığılması sonucu siyasette oluşan “sosyal demokrat” boşluğun çekiciliği, kendini güçsüzlükle malul eden sosyalist harekette yeni güç arama stratejilerini harekete geçirmiştir. Sosyalist harekette yaşanan ideolojik, politik ve örgütsel deformasyon dikkate alındığında bu eğilimin önünde ciddi bir engelin olmadığı da açıktır. Bu yolun daha önce birkaç kez denenmiş olması ise sadece unutulması gereken bir teferruattır. Fondaki aynı müziktir, “koşullar değişti, değişime direnilemez.” Tarih bize birlik fikrinin güncelliği ve çekiciliğine kapılanların, değiştirmek için yola çıktıkları yapı tarafından değişime uğratıldıklarını onlarca kez gösterdi. Devrimcilik zor olana soyunmak, kendi söz ve eylemini örgütlemektir. Bunun için zordur ve onurludur. 2 Toplumsal ve Siyasal Gündem’den Düzenleyenler: Yusuf Erdem - Mustafa Kalyoncu – Ferda Kar İnşaat İşçileri Sendikası Kuruldu. İ nşaat sektörü, iş güvenliği ve sosyal haklar bakımından işçiler için en olumsuz koşullara sahip olan sektör durumunda. İktidarın kamusal alanları rant kaygısıyla imara açarak, uluslararası sermayeye bir pasta olarak sunma politikasıyla beraber, sektör bir kat daha fazla hareketlendi. Büyük şehirlerde dev kule- 3 ler, AVM’ler ortaya çıkarken, bunları vücuda getiren işçiler, olumsuz çalışma koşulları altında ya ölüyor ya sakat kalıyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre günde dört işçi inşaatlarda hayatını kaybediyor. Olumsuz çalışma koşulları inşaat işçilerini önce bir dernek çatısı altında topladı. Sermayeye karşı mücadelelerini daha örgütlü yürütmeye karar veren işçiler sendika kurdular. İnşaat sektöründe 2.5 milyon işçinin çalıştığını konteynerlere mahkum, sürekli ücretleri gasp söyleyen sendika başkanı Mustafa Akyol “ İş- ediliyor.Çalışma alanımız plazalar, ofisler deçilerin birçoğu sağlıksız koşullarda barakalara, ğil. Sahada, şantiyede örgütleneceğiz.” dedi.. Bir “Sosyal Devlet” Hikayesi B gün şartlar bahane edilerek, fonda yapılan değişiklikle işsizlik parası almak güçleştirildi. İşçinin ücretinden fon için kesinti yapıldığı halde, işten ayrıldığında işsiz kalan işçiye işsizlik parası ya ödenmiyor, ya da binbir dereden su getirtiliyor. Burjuva devlet, işsizlere yapılacak ödeme söz konusu olduğunda titiz davranıyor; bu süre içinde fondan yapılan 26.7 milyar harcamanın sadece 7.4 milyar lirası işsizlerin ceEmperyalist ülkelerle, az gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde farklı sonuçlar ortaya bine girdi. 14 yılda fondan yararlanmak için koysa da özünde burjuva devlet açısından amaç başvuran 4.5 milyona yakın işsizden sadece 3.5 aynıdır. 2000 yılında çıkartılan İşsizlik Sigor- milyonu işsizlik parası almış, bir milyon kişinin tası Fonu, Türkiye’de bir sosyal devlet hamle- talebi geri çevrilmiş. Sonuç olarak “Sosyal Devlet” işçilerin ücsi olarak kabul görmüş, propagandası işçi ve emekçiler cephesinde de başarıyla yürütülmüş- retlerinden, işsizlik fonu adı altında topladığı paraları, sermayeye finans, polise, jandarmaya tü. Fon, işsizlik fonundan çok, devletin finans Toma, Akrep, gaz bombası olarak kullanıyor. kaynağı haline geldi. Tıpkı daha önce yürürlük- İşsizlik parası, hak arayan işçiye gaz bombası te olan Konut Edindirme Fonu gibi. Her geçen olarak dönüyor. urjuva devlet, uzlaşmaz sınıf çelişkilerinin gizlenmesinde kendi sınıfı ile işçi sınıfı arasında bir hakem rolü üstlendiğini göstermek ve işçilerin, emekçilerin devlete olan bağlılığını üst düzeyde tutmak adına, ekonomik temelli ideolojik taktikler izlemekte. Sosyal devlet politikası bu araçlardan biri durumundadır. Çevre Talanına Karşı Mücadele Büyüyor. İ ktidar, büyük şehirlerdeki kamusal alanları imara açıp, kırsal bölgelerdeki akarsular üzerine hidroelektrik santralı yapımına izni vererek, doğayı ve yaşam alanlarını yok etme pahasına uluslararası sermayeyi Türkiye’ye çekmeye çalışıyor. Doğa üzerinde artan tahribat özellikle kırsal alanda emekçi köylülerin sert mücadeleleriyle karşılık buluyor. Kırsal bölgelerde santrallere karşı isyan, Gezi başkaldırısıyla daha örgütlü, daha korku4 suz halk hareketlerine sahne oluyor. Gezi’den sonra büyük kentlerde yaşayanlar; “kamusal alan” “yaşam alanı” kavramları ile tanışmış oldu. Bu durum sahip olma, koruma bilincini geliştirirken, şehirlinin, mahallelinin, bu talana karşı çok çabuk bir araya gelme olanağını sağladı. Mayıs ayındaki köylünün isyanı, jandarmanın saldırısıyla karşılanmıştı. Bu saldırı sırasında birçok kadın ve yaşlı, jandarma şiddetine maruz kalmıştı. Ağustos ayı içinde Şimşirli Hidroelektrik Santralı şantiyesi “kimliği belirsiz” kişiler tarafından ateşe verildi. HES şantiyesindeki konteyner ve araçlar zarar gördü. Komes Arhavi’de Kamilet Vadisi’ne yapılacak Ağustos ayı içinde birçok semt ve köyde doğanın hunharca tahrip edilmesine kar- HES projesine yürütmeyi durdurma kararı çıkınca halk horonlarla kararı kutladı. MNG şı eylemler yükseldi. Kadıköy kaymakamlığı tarafından, afet top- Holding’in Kamilet Vadisi’ne yapmayı planlalama bölgesi ilan edilen Moda eski sabit Pazar dığı HES projesi, Arhavi halkının mücadelesi alanı, İBB tarafından, açık otopark olarak kira- ile durduruldu. Birçok sivil toplum kuruluşu ve ya verildi. Otopark yapımı mahallenin tepkisiy- partilerin katılımıyla Arhavi meydanına yürüle karşılaştı. Birleşen mahalleli otopark inşaat yen halk; “MNG elini deremden çek! Bu daha başlanÜsküdar’da bulunan Validebağ Korusu’nda gıç, mücadeleye devam.”sloganları attı. başlatılan otopark yapımında, mahallenin karşı çıkmasıyla çalışmalar durduruldu. İnşaat çalışması sırasında kesilen ağaçların yerine, Validebağ Gönüllüleri’nin 31 Ağustos günü başlattığı ağaç dikme kampanyası, çevik kuvvetin müdahalesi ile karşılaştı. Halk, polis zoruyla korudan çıkartılarak, ağaç dikimi engellendi. çalışmasını durdurdu. Rize’nin İkizdere ilçesi Şimşirli (Komes) köyünde, hidro elektrik santralı yapımına karşı 7 Arhavi Bu Kadar “Demokrasi” Yeter. H er seçim dönemi, burjuva siyasetinde yalan ve illüzyonun en üst noktaya ulaştığı dönemlerdir. Özellikle işçilere, emekçilere seçimler öncesinde birçok vaatlerde bulunulur. Seçim öncesi hoşgörülü davranan devlet, seçimden sonra saldırgan halini tekrar alırken, vaad edilen şeyler hemen unutulur ya da başka bir tarihe ertelenir. Cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında da durum aynıdır. Birçok emekçinin çıkmasını beklediği, özellikle taşeron işçileri ilgilendiren yasa, meclisin tatil edilmesiyle 1 Ekim tarihine bırakıldı. Artık işçiler de bu illüzyon gösterisinin farkında. Haklı ve meşru eylemlerine devletin tüm saldırılarına rağmen devam ediyorlar. Yatağan Termik Santrali ve Kömür İşletmeleri işçileri, Ege Linyitleri işletme girişinde eylem yaptı. Kömür ocağı önüne iş makinaları ve lastiklerle barikat kuran işçiler, araçların giriş ve çıkışını engelledi. Ege Linyit’te çalışan TES-İŞ ve Maden-İş sendikalarına üye işçilerin eyleminde konuşan Maden-İş Şube Başkanı Süleyman Girgin ; “Uzun yıllardır halkımızla birlikte özelleştirmeye karşı mücadele yürütmekteyiz. Santral ve madenlerimiz sermayeye peşkeş çekilmektedir.” dedi. Girgin, santral önündeki nöbetlerine devam edeceklerini, ihaleyi alan firmaları santrale sokmayacaklarını da ifade etti. Alanya Devlet Hastanesi’nde sendikal faaliyet yürüttükleri için işten atılan taşeron işçilerin, 133 günlük eylemine özel güvenlikçiler ve polis müdahale etti. Saldırı sonrası 2 işçi gözaltına alınırken, çadır, pankart ve sendika önlüklerine el konuldu. Savcılığın emri ile gözaltına alınan işçilerin çadır ve pankartları, suç unsuru olarak zapta geçti. Daha sonra serbest bırakılan işçiler tekrar hastane bahçesine gelerek “Bizim mücadelemiz de direnişimiz de taşerona karşı devam edecektir.” diyerek, “İşçi düşmanı Başhekim, baskılara karşı boyun eğmeyeceğiz.” yazılı pankart astılar. Dev Maden-Sen, Soma’da gerçekleştirdiği eylemle, Soma madencilerine verilen ve yerine 6 getirilmeyen sözleri anımsattı. Mayıs ayında yaşanan katliamda ölen “301” madenci ailesinin katıldığı yürüyüşte konuşan Dev Maden-Sen BaşkanıTayfun Görgün; “Burada maden işçisinin özgür iradesi ve birleşik gücü var. Burada şehitlerimizin anısı ve onların hesabını soracak irade var. Enerji Bakanlığı ile yaptığımız görüşmedeki taleplerimiz halen yerine getirilmedi. Talebimizi tekrar dile getiriyoruz. Enerji Bakanlığı ocakları üzerine almalı, güvenli bir şekilde üretim yapılacak duruma getirmelidir.” dedi. Samsun’da“Dünya Barış Günü” S amsun’da Dünya Barış Günü etkinlikleri Demokratik Kitle Örgütleri ve Sosyalist partilerin öncülüğünde coşkulu bir kitleyle yapıldı. Öğretmenevi önünden başlayıp İstiklal Caddesi boyunca savaşa karşı barış istemleri içeren sloganlarla yürüyen yüzlerce eylemci, Eğitim-Sen önünde bir basın açıklamasıyla eylemi sonlandırdı. Yürüyüş sırasında Türkiye’nin Ortadoğu politikasını eleştiren bildiriler dağıtıldı. Yürüyüş yapanları yer yer alkışlayıp sempatilerini bildirenler olduğu gibi bildirileri almayıp tepki verenler de vardı. Ama yürüyüş hiç bir olumsuzluk olmadan sonlandı. ların olamayacağını gösteriyor. Ayrıca polisin önlem almaması da ilginçti. Demek ki polis olmayınca faşist saldırılarda olmuyor. Öyleyse bu şehirde yaşamak için birlikte eylem yapıp birlikte yaşamayı yaşam biçimi haline getirBu da Samsun Demokrasi Güçlerine, ka- memiz gerekecek. tılımın yoğun olduğu eylemlere faşist saldırı7 “Söz Gümüşse Sükût Altındır.” D ünyada bir dinleme furyası almış başını gidiyor. Önce ABD’nin Almanya dahil herkesi dinlediği haberleri ortalığa yayıldı. Almanya buna ABD’yı dinlediğini duyurarak karşılık verdi. Ardından Almanya Türkiye’yi dinlediğini basına sızdırdı. ABD ve İngiltere devreye girdi, Türkiye’yi kendilerinin de dinlediklerini deşifre ettiler.Kısacası dinleyen dinleyene. İlginç olanı dinlenen birçok ülke dinleyen ülkeye yönelik sert tepkilerini açıkça ortaya koyarken, Türkiye’nin dinlemelere karşı adeta tepkisiz kalmasıdır. İngiltere’nin Maliye Bakanı Şimşek’i dinlemesine sessiz kalan Türkiye, şimdi Almanya’nın dinlemelerine de sessiz kalıyor. Almanya 2009’dan beri Türkiye’yi dinlemenin kendileri için haklı sebepleri olduğunu, Almanya’nın iç güvenliği açısından önemli olduğunu çünkü Türk hükümetinin, Türk dernekleri üzerinden Almanya’da siyasi hedeflerini hayata geçirmeye çalıştığını söylerken, Dışişleri Bakanı bu yanıta, sadece “Kimse Türkiye’yi hedef ülke noktasına getiremez.” yanıtını verdi. Daha önce Avrupalı liderlere karşı üst perdeden “kahramanlık” taslayan Erdoğan ise “liderlerle bu konuyu konuşacağız” demekle yetindi. Kahramanımızın bu kez sus-pus olmasının arka planı konusunda Almanya’da yayınlanan Berliner Zeitung Gazetesi, açıklık getiriyor. Gazete, Türkiye’nin tepkisiz kalışını dinlemeyle edinilen bilgilerin içeriğine bağlıyor. Alman istihbaratının elde ettiği bilgilerin Türkiye açısından şantaj potansiyeli taşıdığını iddia ediyor. Ankara’nın temkinli tepkisinin sebebinin, Alman istihbaratının eline geçen bilgilerden kaynaklandığını ifade ediyor. Anlaşılan iktidar, yolsuzluk ve Ortadoğu’da karıştırılan dolapların Türkiye kamuoyunda ortaya çıkmasını baskı ve yalanla örtmeye çalışırken, bilgiler Alman ve ABD istihbaratlarının kullanımına geçince sükût altındır taktiğini uyguluyor. İngiltere’den Baltık Ülkelerine RAF Typhoon Jetleri U ya 2004 yılında NATO üyesi oldular, şimdide Ukrayna NATO üyeliğine alınmaya çalışılıyor. Ukrayna’nın NATO şemsiyesi altına alınmak istenmesi bölgedeki savaş olasılığını daha da İngiltere eylül ayından itibaren Rusya’nın büyütüyor. Bu gelişmeler Ukrayna’nın, Polonya’nın II. sınırındaki Baltık devletlerine devriye görevi için RAF Typhoon jetleri göndereceğini açık- paylaşım savaşındaki rolünü üstlendiğini akla getiriyor. ladı. krayna krizi büyüdükçe ABD ve müttefiklerinin Ukrayna ve Baltık devletlerine (Litvanya, Estonya, Letonya) askeri yığınağı da artıyor. Bilindiği gibi Estonya, Letonya ve Litvan8 ABD’nin Ukrayna Aşkı* K Pushkov, yayınladığı twitter mesajında, iev Ukrayna’nın Güneydoğusundaki Şeyl Gazı (kaya gazı ) Yatak- Almanya ve ABD’nin Ukrayna ilgisini şu larının ABD Tarafından Kontrol sözcüklerle açıkladı.“Kiev Ukrayna’nın doEdilmesi için savaşıyor. ğusundaki gaz rezervleri için savaşıyor: AlYuzivska şeyl gazı sahası Harkov ve Do- manya rezervlerin 5.578 milyar metreküp netsk bölgeleri arasındaki sınırda bulunuyor. olduğunu belirtiyor [ABD’nin toplam reKaynakların, 4 trilyon metreküpün üzerinde zervleri 8.976 milyar metreküp’tür]. Kontrol ABD’de olacak, “ olduğu tahmin edilmektedir Duma’nın uluslararası ilişkiler komitesi başkanı Aleksey Pushkov, Cumartesi günü yaptığı açıklamada Ukrayna’nın güneydoğusu üzerindeki kontrolün Kiev için öncelikle, Batılı ülkeler tarafından geliştirilmesi gereken şeyl gazı yatakları nedeniyle önemli olduğunu söyledi. 9 Yuzivska şeyl gaz sahası Harkov ve Donetsk bölgeleri arasındaki sınırda bulunmaktadır. Kaynakların, 4 trilyon metreküpten fazla olduğu tahmin ediliyor. Mayıs 2012’de, İngiliz-Hollanda şirketi Shell, sahanın üretime açılması için açılan yarışmayı kazandı. Dnepropetrovsk-Donetsk bölgesinde gaz ya- söylüyorlar. Uzmanlar zehirli maddelerin kullanımının dünya çapında hala ele alınması gecikmiş bir sorun olduğunu ifade ediyorlar. Medya, Çek Cumhuriyeti, Hollanda ve Fransa gibi birçok ülkenin, kendi topraklarında Yuzivska rezerv sahasının merkezinde aynı tür rezervlerin işletime açılmasını kabul bulunan Slavyansk sakinleri geçen yıllarda etmediklerini bildiriyor. rezervin üretime açılmasına karşı protesto gösterileri düzenlediler. Hatta konuyla ilgili bir referandum düzenlemeyi planlanladılar. taklarının geliştirilmesi için sertifika sahibi olan diğer bir şirket de, son zamanlarda ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden’in oğlunun yönetim kurulu üyesi olduğu Ukrayna’nın Burisma şirketidir. Ekolojistler, şeyl gazı üretiminde kullanılan hydrofracturing ( hidrolik çatlatma) yönteminin sonuçlarından endişe ediyorlar. Onlar kullanılan kimyasalların son derece zehirli olduklarını ve sadece suları değil, aynı zamanda havayı da etkileyebileceğini * Global Research News Global Research, 18 Ağustos, 2014 Itar-Tass 16 Ağustos 2014 Ebola ve Batılı “İnsancıl Yardımseverler”* A BD Libya hükümetinin devrilmesi için NATO’nun Libya’ya saldırısında hem aylarca süren hava bombardımanı sırasında kullanılan savaş gereçleri için, hem de karada taşeron olarak kullandığı teröristlere örtülü destek sağlamak amacıyla iki milyar dolardan fazla bir harcama yaptı. İngiltere’nin bu rakamdan daha da fazlasını harcadığı tahmin edilmektedir. Saldırı süresi boyunca diğer NATO üyeleri tarafından yüz milyonlarca dolar harcandı. İnsan gücü ve finansal kaynaklar bakımından böyle bir muazzam bir harcama için “Sivillerin korunması” tekrar tekrar fedakârca bir gerekçe olarak gösterildi. Çatışmaların ardından NATO’nun “insani müdahalesinin “ tüm şehirlerde, gıda, su, gaz ve elektrik temininin , halkı “açlıktan” teslim olmaya zorlamak için kasten kesilmesiyle, silahsız sivillerin El Kaide bağlantılı militanlar tarafından kuşatılmasına neden olduğu ve NATO’ya bağlı ülkelerin uçakları tarafından acımasızca bombalandıkları ortaya çıktı. Ayrıca, NATO üyeleri tarafından sivillere yöneltilen bu tehdidin, NATO’nun, hedeflenen Libya hükümeti yerine seçtiği grupların uydurması olduğu da açığa çıktı. Benzer senaryolar Suriye, Ukrayna ve hatta Kuzey ve Batı Afrika’da da oynanmakta. Fransız askerleri son 3 yıl içinde, yüz milyonlarca dolar pahasına, eski sömürgelerinden beşi, yani Mali, Moritanya, Burkina Faso, Nijer ve Çad da dahil olmak üzere çeşitli Afrika ülkelerini işgal ettiler. Ve Fransız hükümeti bu işgallerin gerekçesinin terörle mücadele ve (kendi kıyılarından yüzlerce kilometre uzakta) güvenliğin sağlanması olduğunu iddia ederken, terörizm büyük ölçüde 10 NATO’nun Libya’ya müdahalesinin ve tüm bölge çapında para, silah ve bunları izleyen bütün kargaşalığın çoğalması sürecinde büyük terör şebekelerini kasıtlı şekilde silahlandırmasının doğrudan bir sonucudur. rakamların aksine, Afrika’da Ebola’dan ölenlerin sayısı bilinmektedir ve bu sayı gerçektir. Virüsün sınırlar ötesine yayılması ve enfekte olmuş hastaların yanlışlıkla veya bilerek kıtalararası yolculuklara gönderilmesiyle, en azından sözde Libya’nın olduğu kadar “inVe Ebola Sahneye Çıkar sani müdahale” gerektiren gerçek bir insani Şüpheler haklı olarak Batı’nın niyetleri ve felaketin ortaya çıkmakta olduğu görülmek“ insani müdahaleleri” üzerinde toplanmakta- tedir. dır. Ancak, kuşkusuz, kesinlikle tartışılamayacak bir fedakarlık gösterisi yapma fırsatı ortaya çıktığında, Batı bunu değerlendirecektir. Gerçekten sivillerin hayatlarının korunması ve güvenlikleri uluslararası müdahaleyi gerektirdiğinde ABD, İngiliz ve Fransızlar kendi görünüşte sınırsız kaynaklarıyla,yardıma hevesli on binlerce personel ve ekipmanları ile bunu sağlamak için orada olurlardı. Fakat bu sefer ortada yoklar. Ağustos ortası itibarıyla, Batı Afrika’da ölümcül Ebola virüsü salgınında ölü sayısı 1,000 yaklaştı. Bu ölü sayısı yerel hastane ve uluslararası kurumlar tarafından izlenen belgelenmiş rakamdır. Bir savaş bölgesinde siyasi açıdan güdümlü muhaliflerin uydurdukları 11 Guardian gazetesine yazdığı “Ebola konusunda endişeli misiniz? Yanlış hastalıktan endişe ediyorsunuz, “ başlıklı yazısında yazar James Ball, mevsimsel gripin Ebola’dan daha fazla endişe vermesi gerektiğini ve yaklaşık 1.000 Afrikalı ölüden dolayı endişe duyanların, sadece histeriye yenik düştüklerini iddia ediyor. Ball iddiasını sürdürerek “ yaklaşık 300.000 insanın sıtmadan öldüğünü, tüberküloz ise muhtemelen 600,000 can aldığını” belirtiyor. Bu durumda , Ball’un mantığını kullanırsak, sıtma ya da tüberkülozun neden olduğu ölümlerle karşılaştırıldığında, NATO’nun Libya’daki taşeronlarının en histerik iddialarının da görmezden gelinmesi gerekirdi. Ne- den toplumun geneline yönelik diğer tehditler çok daha büyük iken, bir yıldan az bir sürede çok az cana mal olan bir çatışma için 2 milyar dolar harcanmıştır? Ve belki Ball’un haklı olduğu bir nokta var. masının arkasındaki “insani” motivasyonlar, çıplak bir askeri saldırganlık, yayılmacılık, ve neo-emperyalizm için çok zayıf bir bahanedir.Fransa’nın bugün yine eski kolonilerinde bulunma nedeni, ne bu ülkelere aydınlanmayı getirmek, ne de ihtiyaç duyduklarında onlara Yatırım, Kâr Getirmiyor yardım etmek değil, onları tekrar elde etmek, İhtiyacı olanlara yardım kararı dünyayı sa- sömürmek ve ekonomik olarak içlerini boran diğer krizlere oranla çekilen acının ölçeği şaltmaktır. tarafından belirleniyorsa, o zaman ne Ebola 21. yüzyılda insanların şimdiye kadar resalgını ne Libya’daki çatışmalarda öldüğü id- torik paradigmaların çeşitli yönlerini göredia edilen insan sayısı, Batının müdahalesini bilecek siyasi gelişmişliğe sahip olmaları ve gerektirmemiştir. Eğer insanların çektiği her iktidarın doğasını, güç kullanımını ve eleştürlü büyük ölçekli acı, bir insani müdahale- tiri ve direnişleri eski moda emperyal yapıya yi gerektiriyorsa, ve eğer Libya’ya müdaha- yönlendirmek için kullanılan çeşitli dalaverele ediliyorsa, bu yüzden Ebola salgınına da leri gerçek anlamda kavramaya başlamış olmüdahale edilmesi gerekir. Ama gerçekte, maları gerekir gibi görünüyor. hem Ball, hem de Libya müdahalesini haklı Ebola salgını sırasında ortada görünmeçıkarmak için Batı tarafından kullanılan “inyen insancıl yardımseverler ve insanlara sani” bahaneler, haklı ve doğru değildir. Afrika’daki kötü durumu görmezden gelAfrika’da Batı’nın “insancıl” yardım- meyi söyleyen kibirli makalelerin yanında severleri ortada yoklar. ABD, kendi halkına Kiev’deki faşistlerin kendi halklarını boğazkarşı askeri operasyonlar yürütmekte olan lamaya devam etmelerine yardımcı olmak Ukrayna’ya silah ve eğitim sağlama sözü ver- için onların silahlandırılması şeklindeki ateşli di fakat öyle görünüyor ki, Afrika’nın hasta- çağrılar, yaşadığımız gezegenin mevcut dulıklarla mücadele eden halklarına yardım için rumu ve bu gezegenin üzerinde oynanmakta gerekli dürtü, kaynaklar ve siyasi iradeden olan gerici siyaset için etkili ve rahatsız edici yoksundur. Bu trajediden yararlanma olanağı bir suçlamadır. ve yalnızca sürmekte olan yerel çabalara, yoğun bakım üniteleri, ilaç ve kaynaklar dağıtarak katkıda bulunup, Washington’un gücünü ABD sınırları ötesinde Afrika kıtasının genelinde daha da kalıcı olarak genişletme fırsatı * Ulson Gunnar yoktur. Global Research, 18 Ağustos, 2014 Gerçekten de, Ebolanın yayılmasını önleNew Eastern Outlook 17 Ağustos 2014 mek için Afrika’da müdahaleye yatırım yapmanın hiçbir getirisi yoktur ve bu yüzden Ulson Gunnar, özellikle online dergi “New oraya birkaç milyar dolarlık müdahale olma- Eastern Outlook” da yazan, New York’ta yeryacaktır. leşik jeopolitik analist ve yazardır. Zaten apaçık olan bir gerçek, bir kez daha doğrulanmıştır. Batı’nın kendi sınırları ötesinde birkaç milyar dolarlık bir güç kullanı12 “Evrensel Demokrasi”mi? Sosyalizm mi? S ovyetler sisteminin çökmesi sosyalizmin ideolojik politik ve ekonomik olarak yenildiği kanaatini pekiştirdi. Liberal demokrasinin zaferini ilan etmesiyle beraber Komünizm ufuktaki görünürlüğünü yitirmeye başlarken sınıflardan bağımsız, evrensel demokrasi algısı, Komünizmin yerini almaya başladı. Bu dönemde Kapitalizmin ve Liberalizmin zaferini ilan eden liberal teorisyenlerden Fukuyama “liberal kapitalist değerlerin insanlığın ulaşabildiği en yüksek değerler olduğunu ileri sürmüş ve dünyanın her yanındaki siyasal yönetim sistemlerinin ve yaşam anlayışının birbirine benzediğini iddia etmiştir.” Bu yaklaşımın sosyalist solda detaylı bir eleştirisi yapılamamış ve bu durum zımnen kabul edilmiştir. Komünizm hayaletinin uzaklaştığı bir dünyada, evrensel bir demokrasi anlayışı uydurarak ona ulaşmak için mücadelenin düstur haline gelmiş olması, aslında liberal demokrasinin sözde zaferinin ideolojik planda teyit edilmesidir. Bu süreçte zaten önceden beri devam edegelen tartışmalar da hesaba katılırsa eğer, ister istemez Marksizm içinde var olan ayırımların daha da derinleştiğini görebiliriz. Artık Komünizm eksenli arayışların yerini “Evrensel demokrasi” ekseni almış gibidir. Bu alanı sağlamlaştırmak içinse Marx’ ın sınıf ve sınıf mücadelesi hakkında söylediklerini “Özcü” olarak niteleyip, özcü13 N. Fırat lükten kurtulma çabası olarak sınıf kavramı ve sınıf mücadelesi kavramlarının yerini ister istemez hiç bir sınıfa ait olmayan, hiç bir gerçekliği bulunmayan insani çıkar kavramını geliştirmeye çalıştılar. Aslında bu durumu yeni olarak görmek haksızlıktır. Marx, Komünist Manifesto’da tam da bu noktayı işaret etmiş ve “hakiki sosyalistler” başlığı altında bu durumu tanımlamıştı. 1980’ li yıllarla birlikte Sovyetler Birliğinin çözülmesi sürecinde bu durum yeniden güncelleşti, “evrensel insani değerler” ve “evrensel demokrasi” kavramları bir diskur haline geldi. Marksizm içinde İkinci Enternasyonel’le başlayan yarılmanın daha da geliştiği ana moment, Bernştayn’ın iddia etmiş olduğu, toplumsal artık değerin eşit paylaşımına yönelik mücadelenin ve devletin bu dağıtımı “kamusal alan” üzerinden gerçekleştirmesinin hakkaniyet ilkesine uygunluğu meselesidir. Bu tezin kaçınılmaz uzantısı emek sermaye çelişkisinin temel çelişki olmaktan çıkarak, yerine devlet ve toplum arasında bir hak mücadelesine dayalı, yeni bir çelişkinin ikame edilmesidir. Felsefi planda Hegelin yeniden keşfinin yapılarak modernitenin kutsanması, politik planda ise özellikle Laclau’ nun Bernştayna yönelmesi, teorisini onun önermelerinden yola çıkarak oluşturması Post-Marksizm olarak adlandırılan yaklaşımın gelişmesinin teorik öncüllerini yaratmış oldu. 1960’ larda başlayan tartışmalar, donmuş “Batı Marksizmi’ne” bir cevap arayışı içerisindeyken, proleter devrim ve proletarya diktatör- lüğü kavramlarından vazgeçilerek burjuva demokrasisinin alanı içerisinde bir yer tutma ile yetinilmiş oluyordu. Bu sürecin en önemli teorisyenlerinden olan Ernest Laclau, Poulantzas’ ın üretken emek kavramını daraltarak başladığı ve üretim dışı alanları olabildiğince öne çıkartarak atmış olduğu adımları geliştirerek, devrimci siyaseti üretim dışı alanda kurmaya yöneliyordu. Aslında üretim dışı alanları sınırlı siyaset alanına taşıyarak kendi kendini siyasetsiz bırakan bir kuramsal çerçeveye sıkışmış oluyordu. Laclau kendisine yöneltilen Post-Marksist eleştirisini olduğu gibi benimsemiştir. Post -Marksizm kavramı Norman Geras tarafından ilk olarak Laclau’ya yönelik olarak söylenmiş ve o da bu kavramı olduğu gibi benimsemiştir. Laclau, işçi sınıfının yerine halk kavramını geçirerek halk devlet çelişkisinin ekonomik değil, siyasal bir mücadele olduğunun altını çizmişti. Ona göre artık tarihin akışının yeni toplumsal hareketler tarafından belirleneceği türden bir yaklaşım esastı.( Laclau, İdeoloji ve Politika, Belge Yayınları, sy 122) Laclau’ ya göre orta sınıflar, ya da ara katmanlar, ki bunlar çoğunluğu temsil etmektedir, işçi sınıfı ise azınlık konumundadır. Bu orta sınıflar üretim ilişkileri temelinde değil de, ideoloji ve politika alanında bir mücadele sürecine girişirler. Bu durum doğal olarak bir sınıf çelişkisi değildir. Esasen de, mücadele düzeyinde halk kimliği sınıf kimliğinin önüne geçmektedir.(sy 124) Laclau’ nun geldiği nokta, kapitalizmin temel çelişmelerini, yani emek sermaye çelişkisini diğer çelişkilerle eşdeğer tutması ölçüsünde, kapitalist sistem bir sömürü düzeni olmaktan çıkmaktadır. Belirsiz, adı konulamayan devlet ve halk çelişkisi, üretim biçimi kavramını olabildiğince belirsizleştirmektedir. Aslında burjuvazinin hegemonyasını da böyle gizlenmiş sömürü ilişkilerinin akabinde kurduğu düşünülürse, savunulan çerçeve sömürüyü gizlemekten başka bir işlev görmemektedir. Laclau kendi perspektifini gerekçelendirirken aslında bu yaklaşımın toplumsal hayatın sermayeleşmesine, bürokratikleşmesine karşı bir direnişin ifadesi olarak ortaya çıktığını ifade etmektedir. (Hegemonya ve Sosyalist Strateji, sy 201) Temel yapı olarak bu tür bir mücadelenin iktidar hedefi olmadığı düşünülürse, verilen siyasal mücadelenin düzen sınırlarına hapsolduğu daha net görülecektir Burada siyasetin kurulma biçimi, bir diskur olarak eklemlenen, ama birbirini belirlemeyen, yan yana duran kimlikler, farklar, konumlar üzerinden üretilmektedir. Herkes için özgürlük, herkes için eşitlik istemi en radikal istem olarak görülmektedir. Bu durum ister istemez burjuva demokrasisini, radikal ve çoğulcu yönde derinleştirmek ve geliştirmekten ibaret olarak tanımlanmak zorundadır. Bu bakış açısına göre sosyalizm ve kapitalizm arasında bir kopuş değil, bir süreklilik görülmektedir. Laclau’ nun ifadesine yine başvurursak eğer, “Sosyalizm, demokratik devrime içsel bir uğraktır.” (H.ve S.S sy 156) Bu kavramı biraz daha derinlemesine incelediğimizde “demokratik devrim” kavramının doğası gereği kapitalizm sınırları içerisinde kaldığını düşünürsek eğer, evrensel bir demokratik devrim öngören Laclau, çok bilinen birşeyi tekrar etmektedir. Avrupa’daki komünist partiler, bulundukları ülkelerdeki kendi burjuva iktidarlarıyla yakınlaşmaları ve giderek kitlelerden ve işçi sınıfından kopmaları sonucu, olabildiğince küçülmüş ya da sosyal demokrat partilere dönüşmüşlerdi. Avrupa’daki sosyalist ve komünist partilerdeki çözülmeler ve revizyonist eğilimler, işçi sınıfına atfedilen tarihsel devrimci rolün geçersizleştiğini iddia etmekteydi. Sınıf hareketinin 1980’ lerde İngiltere ve ABD’ de aldığı yenilgiler özellikle İngiltere’deki madenci grevinin yenilgisi, işçi sınıfının toplumsal bir güç olarak tükendiği fikrine görünüşte geçerlilik kazandırmıştı. Aslında Avrupa’daki sosyalist ve komünist partiler zaten daha önceden beri statükoya doğrudan karşı çıkmayan, anti-tekel mücadeleler yoluyla, parla14 menter ve devrimci olmayan yollarla sosyalizme geçileceği fikrini içsel olarak taşımaktaydılar. Ayrıca her ne kadar Marksist söylemi diskur olarak sürdürseler de , zaten bu durumu bir çok şekilde içselleştirmiş bulunuyorlardı. Bu nedenle ortaya çıkan pratik, devrimci olmayan kısmi çatışmalarla yetinen, devrimi hedeflemekten uzak kararsız bir pratik süreç biçiminde şekillenmiştir. Bu durum doğal olarak da kapitalist toplumun işçi hareketini kontrol etmesini kolaylaştırmış, onun kazanımlarını geri almasına olanak sağlamıştır. Komünist partilerin ideolojik argümanlarının, burjuvaziyi doğrudan karşısına almayan, yani, cephe savaşından uzak evrimsel ve kısmi çatışmalar toplamı ile sınırlı olması bu yenilgideki esas payı oluşturmaktadır. Post -Marksizm olarak adlandırılan düşünce biçiminin öncüllerinin, Sovyetler Birliği’nin çözülüşü öncesinde de oldukça yaygın olduğunu görmek gerekir.Hatta yetmişli yıllarda Fransız Komünist Partisi programından, halkın sempatisini kazanmak adına proletarya diktatörlüğünüçıkartmıştır. Böylece demokratik devrim hayali anti-tekel strateji altında yeniden Marksist teorinin içine alınıyordu. 2008 krizinden bu yana ortaya çıkan fabrika işgalleri, direnişler ve en son Haziran pratiğine benzer pratiklerin yaygınlaşması, gözden kaybolmuş gibi duran komünizm hayaletinin yeniden görünmesi veya bir başka deyişle sınıf hareketinin yeniden varoluşunu ilan etmesidir. Bu durum geçmişe oranla bir silkiniş olarak görülse de, toplumsal alanda işçi sınıfı halen belirleyici konumda olmaktan uzaktır. Diskur olarak sınıf söylemi yaygınlaşmasına rağmen entelejansiyanın rağbet ettiği bir kavram değildir. İdeolojik planda işçi sınıfı ideolojisi henüz gerçek bir hegemonya kuramamıştır. Bu durumun bir diğer etkeni de sosyalist solun 1990’ lardan bu yana oluşturmuş olduğu demokrasi söylemidir. Bugün Tekel Direnişinin veya Haziran Direnişinin ortaya çıkarmış olduğu dinamizmin değerlendirilmesi yerine kendiliğindenliğinin yüceltilmesi, sınıfın mücadelesi ile siyasallaşmış işçi hareketi arasındaki bağın kurulmasını engelleyen bir faktör durumuna 15 gelmektedir. Kendiliğindenliğe tapınma, örgütlenme ve örgüt fikrini önemsizleştiren bir işlev görmektedir. Bu koşullarda demokrasi kavramı karşımıza burjuva siyasetinin bizleri kuşatan hegemonik biçimi olarak çıkmaktadır. Emek sermaye antagonizmasına dayalı sınıf eksenli mücadele ve devrim anlayışı yerine, birden fazla öznenin (Kadın hareketi, çevreci hareketler, LGBTT hareketleri) eşitliğini öngören hak talepli mücadeleye dayalı “radikal demokrasi”nin ikame edilmesi, bu kapitalist kuşatmanın siyasal biçimidir. Parantez içinde söylemek gerekir ki, HDP’nin kendisini sadece politik düzlemde değil örgütsel olarak da radikal demokrasi hattı ile tanımlıyor olması dikkate değer bir durumdur. Yine KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın geçtiğimiz günlerde verdiği bir mülakatta önemle belirttiği olgu, “bundan sonraki hedeflerinin demokrasinin derinleştirilmesi hedefi” olması da ayrıca şaşırtıcı değildir. Bu, aslında siyasal mücadele hedefi olarak sosyalizmden vazgeçmektir. Çünkü Sovyetler Birliği’nin yıkılışından bu yana tüm devrimci akımların üzerinde söz birliği ettikleri olgu, radikal demokrasi söylemidir. Bu söylem işçi sınıfının mücadelesini ve direnişini herhangi bir çıkar ya da kimlik grubunun mücadelesi ile eşitlemektedir. Doğal olarak da bu durum komünizmi siyasal bir hedef olmaktan çıkarmakta, flulaştırmakta, hatta onu alabildiğince idealize ederek gerçekleşmesi mümkün olamayan bir ütopya durumuna dönüştürmektedir. Komünizm, burjuvazinin vaad etmiş olduğu ama bir türlü gerçekleştiremediği bir eşitlik ve demokrasi programının gerçekleştirilmesi veya bir insanlık ütopyası değildir. Bu nedenle komünizmin ütopikleştirilmesinden ziyade güncelleştirilmesi gerekmektedir. Komünizmi, artığın farklı toplumsal gruplar arasında nasıl eşit pay edileceği bir sistem olarak değil, hiç kimse ya da sınıfın, ya da grubun, artığın dağıtımı üzerinde hak iddia edemeyeceği bir düzen olarak anlamak daha doğru olacaktır. İşçi Sınıfı, Sendikalar ve Komünistler D evrimler, tarihin lokomotifidir; Devrim ise öz olarak, iktidarın sınıf karakterinin değişmesidir –ya da daha açık bir deyişle- siyasal ve toplumsal iktidarın tarihsel ömrünü tamamlamış bir sınıfın elinden, devrimci yeni sınıf tarafından zorla alınmasıdır. Başka sınıfa geçmesidir. Dolayısıyla tarihin akışı içinde ortaya çıkıp güç kazanan her yeni sınıfın iktidarı devralarak gerçekleştirmek zorunda olduğu bir tarihsel misyonu (yükümlülüğü) olmuştur. Köle sahipleri sınıfının ilkel komünal toplumu parçalayarak iktidar olması, feodal sınıfın köleci topluma son vererek aristokrasi ve ruhban sınıfın hakimiyetine dayanan yeni bir düzen kurması; loncaları, toprak köleliği, asalak aristokrasisiyle…tamamen çürümüş bir feodal düzeni yerle bir ederek iktidara gelen burjuvazi… gibi. İşçi sınıfının tarihi misyonu da sosyalist devrimi gerçekleştirerek burjuva iktidarına son vermek ve burjuva devletini parçalayarak kendi devlet aygıtını yaratıp, burjuva mülkiyet düzenini ortadan kaldırmak, burjuvaziyi ezmek, sömürüyü yok etmek ve böylece sömürünün, sınıfların ve savaşların ortadan kalktığı, tüm sınırların anlamını yitirdiği, tüm insanların bireysel yeteneklerinin son sınırına kadar ve çok yönlü olarak serpilip çiçeklenebildiği, devletin gereksizleşerek ölüm uykusuna daldığı özgür komünist topluma gi- den yolu açmaktır. Yusuf Erdem • İşçi sınıfı, tarihin omuzlarına yüklediği bu misyonu ancak ve ancak sınıflar mücadelesi içinde öğrenerek, devrimcileşerek, mücadele örgütlerini yaratarak ve nihayet devrim mücadelesinde kendisine yol gösterecek öncü savaşçı rolünü başarıyla yerine getirebilecek devrimci parti silahını kuşanarak yerine getirebilecektir. Bütün bir çağı kapsayan inişli çıkışlı, zafer ve yenilgilerle dolu, kimi zaman muazzam bir tarihsel sıçramaya, kimi zaman da daha büyük bir sıçramayı gerçekleştirmek üzere geri çekilmeleri, yenilgileri de içeren karmaşık bir dönemdir. Bütün bu dönemin amiral gemisi ise öncü savaşçı rolünü üstlenmiş olan proletaryanın devrimci partisidir. • Sendikaların doğuşu ve işçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesi birden bire olmamış ve bu süreç düz bir çizgi izlememiştir. İnsanı insanlıktan çıkaran dayanılmaz çalışma ve yaşam koşulları, işçileri arayışlara zorlamıştır. O koşullar içinde tek bir işçiyi gözünüzün önüne getirmeye ve kendinizi onun yerine koymaya çalışınız: Tek başınasınız; yani örgütsüz ve dayanışmadan yoksun durumdasınız. Üstelik diğer işçiler ve işsizlerle amansız bir rekabet içindesiniz. Günde 15-16 saat, üstelik işverenin acımasız kontrolü altında çalıştıktan sonra aşırı yorgunluk, çıkışsızlık, umutsuzluk ve öfke 16 içinde geceyi geçireceğiniz izbeye dönüyorsunuz. Aldığınız ücret, yalnızca ertesi gün işe gidebilmenizi sağlayacak kadar, yani yok denecek kadar az. İşçi kardeşlerinizle konuşuyor, dayanışma arıyor ve bu sefalet ücreti ve cehennemi aratmayan çalışma ve yaşama koşullarının nedeni olarak makinaları görüyorsunuz ve büyük bir öfkeyle makinaları kırıp parçalıyorsunuz. O makinaların yerini başka makinalar, sizin yerinizi başka işçiler alıyor ve tüm işçi sınıfı üzerinde güvenlik kuvvetleri aracılığıyla sınıf devletinin gaddar ve kanlı baskısı uygulanıyor. Çözümü bu kez dayanışmada arıyorsunuz. Aranıza bol bol dinî, ahlakî, vicdanî kavramlara dayanan, hak ve evrensel adalet vaazları veren ütopik komünistler katılıyor. Gece karanlığında çalılıklar arasında toplantılar yapıyorsunuz. Gizli dayanışma sandıkları kurup işten atılan, iş kazasında yaralanan arkadaşlarınıza ve iş kazasında ölen arkadaşlarınızın çocuklarına sahip çıkmaya başlıyorsunuz. İşten atılmaları önlemek için patronu zor durumda bırakacak girişimlerde, pasif direnişler ve sabotajlarda bulunuyorsunuz. lemişler ve bu girişimlerinin bedelini de kimi zaman çok ağır biçimde ödemişlerdir. İşçi hareketi içinde ütopik komünistlerin etkisini kıran bilimsel sosyalizmin güç kazanması ve komünist işçilerin önderliğinde sendikal haklar, burjuvaziden daha ileriki zamanlarda koparılarak alınmıştır. • İşçi sınıfının sendikalarda örgütlenmesi, bu dayanışma ve mücadele aracını sınıf mücadelesinde başarıyla kullanmaya başlaması çok önemli bir aşamadır. Çünkü işçi sınıfı sendikal mücadeleler sayesinde; - Bir sınıf olma, örgütlü olarak hayata müdahale etme bilincine ulaşmıştır. - Kendi içlerindeki rekabeti yenerek, aralarında sınıf dayanışmasının galebe çalmasını sağlamışlardır. - Özetle, sendikal mücadeleler işçi sınıfının eğitiminde bir ilkokul işlevini görmüştür. - Daha yüksek ücret, sınırları belli çalışma süreleri, daha iyi çalışma koşulları, can güvenliği, daha insanca yaşama koşulları… gibi taleplerini koparıp almak için verdikleri mücadele; bu mücadelelerde elde ettikleri kısmi baBöylece daha sendika nedir bilinmeden, şarılar… bir yandan sömürüyü geçici de olsa sendika yasaları ve mevzuatı ortaya çıkmadan sınırlandırmış, öte yandan sınıfın kendine ve sendikalar hayatın içinde filizlenip yeşermiş geleceğine olan özgüvenini yükseltmiştir. oldu. Sendikal hakların yasalaşması, 8 saatlik - Komünist işçilerin de yardımıyla patroniş günü için, genel oy hakkı için, eşit işe eşit suz bir dünyanın mümkün, hatta tarihsel olarak ücret için grevler bu mücadelelerin ürünü olazorunlu ve çok daha güzel bir dünya olacağırak sonradan vücut bulacaktır. nı kavramışlar; örneğin 8 saatlik işgünü yasası Özetleyerek tekrarlayacak olursak, zor bir için, örneğin “DGM’yi ezdik, sıra MESS’te” hayatın içinde doğan bilinç filizleriyle işçiler, sloganıyla… siyasi grevler gerçekleştirmişler, ortada henüz sendika, sendika mevzuatı diye seçme ve seçilme haklarını koparmışlar, Lahiçbir şey yokken, aralarında gizli dayanışma tin Amerika işçilerinin Soma’lı işçi kardeşleri sandıkları, örgütleri kurmuşlar; yaralanan, sa- için yaptıkları gibi dayanışma grevleri ve genel katlanan, işten atılan arkadaşlarına, iş kazala- grevlerle siyasal ve toplumsal yaşama müdaharında ölen işçilerin yakınlarına yardımı örgüt- le etmişlerdir. lemişlerdir. İşten atılmaları engellemek, işten - Bütün bu mücadeleler içinden, sömürüatılanların geri alınmasını sağlamak için, çayü sınırlandırmak mücadelesiyle yetinmemek, lışma saatlerini düşürmek… için patronu zor patronsuz bir dünya kurarak sömürüyü büsbüdurumda bırakacak direniş ve eylemler düzentün ortadan kaldırmak için, yani devrim için 17 mücadele etmek gerektiğini savunan çok sa- ri sermayenin insafına - ki sermayede, insafın, yıda komünist işçi yetişmiş, devrimci partinin vicdanın zerresi bile yoktur ve daha yüksek kâr için kendisini darağacına götürecek cinayetleri saflarına katılmıştır. - Devrim süreçlerinde kitle gösterileriyle, işletmekten bile çekinmez- terk etme sonucunu genel grevlerle, silahlı işçi birlikleri oluşturarak doğurur. - Burjuvazi, kapitalizmin kaçınılmaz türevi doğrudan devrimin öncüsü olmuşlardır. Aralarındaki komünist işolan ve boğaz tokluçilerin de yardımıyla, ğuna bile çalışmaya İsçi sınıfının dayanışma hazır muazzam işsizsendikal mücadeleyi politik mücadeleye, ve mücadele örgütleri olan ler ordusunu çalışan politik mücadeleyi işçiler üzerinde bir sendikaların kendisi de rekabet ve baskı aracı doğrudan devrim mücadelesine bağlamayı sınıflar mücadelesinin bir olarak kullanagelmişbaşarmışlardır. tir. • İsçi sınıfının dayanışma ve mücadele örgütleri olan sendikaların kendisi de sınıflar mücadelesinin bir aracı olmaktan öte kimi zaman bu mücadelenin arenası olmuştur. Yani düşman sınıf burjuvazinin eli, işçi sınıfının önemli bir mücadele aracı olan sendikaların içinden hiç eksik olmamıştır. Burjuvazi sendikaları yozlaştırıp çürütmek, felç etmek, işçi sınıfını kontrol altına almak, dahası sendikayı kendi çıkarına kullanabilmek için her türlü aracı kullanmaktan çekinmemiştir. aracı olmaktan öte kimi - Dinler, mezhepzaman bu mücadelenin ler, kimlikler, kültürler gibi sınıf çelişkilerini arenası olmuştur. Yani örten farklılıkları kuldüşman sınıf burjuvazinin lanarak işçileri parçaeli, işçi sınıfının önemli lamıştır. ( Türk-Kürt işçiler, Alevi-Sünni bir mücadele aracı olan işçiler, Müslümansendikaların içinden hiç kaçak Ermenistanlı işçiler, Suriyeli göçmen eksik olmamıştır. Burjuvazi işçiler …) sendikaları yozlaştırıp - Burjuvazi, işçilerin kurduğu sınıf ve çürütmek, felç etmek, işçi kitle sendikalarının sınıfını kontrol altına almak, karşısına ‘sarı sendidahası sendikayı kendi ka’ dediğimiz devlet, hükümet ve patron çıkarına kullanabilmek için yanlısı sendikaları çıher türlü aracı kullanmaktan karır. - Özellikle emperçekinmemiştir. yalist ülkelerde em- Sınıf çelişkileri dışındaki farklılıklardan yararlanılarak parçalanmış isçiler, kaçınılmaz olarak birbirleriyle rekabete girerler. İşçiler arasındaki bu rekabet ise sömürüyü (mutlak artı değeri) artırır, örgütlenmeyi, birleşmeyi, dayanışmayı ve ortak mücadeleyi engeller ve işçile- peryal sömürüden bir pay ayrılarak sendikalarda özel çıkarları garantiye alınmış bir sendikal bürokrasi, bir işçi aristokrasisi yaratılır. Sınıfın üstünü yırtılması zor kalın bir örtü gibi kaplayan bu tabaka, işçi sınıfının devrimci ruhunu ezer ve onu düzen ve patron çıkarları sınırları içine hapseder. 18 - Sendika hesaplarında toplanan muazzam birikim, bankalarda faize ( ki faiz, işçi üzerindeki artı-değer sömürüsünün bir başka görünümüdür) yatırılarak sendikaları kapitalizmle ortaklığa sokar. - Sendika liderlerinin yolsuzlukları, hırsızlıkları burjuva yönetimince bilerek görmezlikten gelinir ve onların lüks tüketime olan açlığı kullanılır. Yaşamlarını boydan boya işçi sınıfının devrim davasına adamışlardır. Şunu çok iyi bilirler ki, işçi sınıfının evrensel tarihi misyonunu (komünist dünyayı kurma görevini) yerine getirebilmesi için sınıfın bilimsel sosyalist teori ve politikayla buluşmaya, örgütlenmeye ve böylece devrimci enerjisini yoğunlaştırmaya, yani bilinçlenmeye, örgütlenerek devrimcileşmeye şiddetle ihtiyacı vardır. Bu misyonu oynayacak, yani proletarya ile bilimsel komünizmi buluşturacak, komünist parti silahıyla işçi sınıfını donatacak öncü savaşçılar ise komünistlerdir. - Hiçbir şeyin baştan çıkaramadığı devrimci işçi liderlerini bekleyenler ise -200 yıllık pratiğin gösterdiği gibi- karanlık cinayetlerdir, daraŞu da apaçık bir gerçektir ki, siz ezilen inğaçlarıdır, zindanlar ve işkencelerdir. (Sacco ve sanları günlük ve en yakın çıkarları ve hedefleri Vanzetti, Kemal Türkler, Necmettin Giritlioğlu doğrultusunda örgütleyip dövüştüremezseniz, ... gibi) devrim için hiç dövüştüremezsiniz. Başka bir • İşçi sınıfı içindeki bütün bu ve benzeri par- deyişle işçiler, örgütlüyse ve devrimciyse her çalanmışlıkları, rekabetleri aşmak, tehlikeleri şey; değillerse hiçbir şeydirler. bertaraf etmek, çok daha yüksek bir bilinç düO halde komünistlerin ve komünist partizeyini, daha yüksek düzeyde bir örgütlenmeyi gerekli kılar. Dil farkı ve din farkı tanımayan sinin varlık nedeni, bütün bir kapitalizmden işçi kitleleri “Halklar arasında savaşa, sınıflar komünizme geçiş çağı boyunca işçi sınıfının arasında barışa hayır!” belgisini haykırmaya içinde eriyerek onun bütün talep, istek, özlem başladığında, “Yolumuz, işçi sınıfının dev- ve hayallerini gerçekliğe kavuşturmak için rim yoludur!” belgisi, gençler ve diğer emekçi öncü savaşçı rolünü oynamaktır. Bunun için kitleler arasında kök saldığında, işçi sınıfının de hayatın önümüze getirdiği her türlü fırsatı mücadele hattını bilimsel sosyalizm aydınlattı- ve olanağı değerlendirerek, işçi sınıfı ve emekğında, devrimci politika strateji ve taktiklerini çilerin her direniş, tepki ve başkaldırısı içinde proletaryanın öncü devrimci partisi çizip yö- yer alarak devrimci ajitasyon, propaganda ve nettiğinde… işte o zaman düşman sınıfın hiçbir örgütleme ve örgütlenme çalışmalarına hız versaldırısı karşılıksız kalmayacak, sınıfı felç eden mektir. Bu çaba, işçi sınıfı ve emekçilerin tüm bütün burjuva oyunları bozulacak ve işçi sınıfı direniş, tepki ve başkaldırılarına bilinçlilik, örsendikal mücadele okulunda, devrimci siyasi gütlülük, yaygınlık ve derinlik kazandıracak, mücadele içinde öğrenerek, pişerek, çelikleşe- tümünü birbirine bağlayarak açığa çıkan bütün enerjinin devrimci bir sel yatağında toplanmarek tarihsel misyonuna hazırlanacaktır. sını sağlayacaktır. Komünistler ve Sendikalar: Öncelikle şu temel doğrunun altını kalınca çizelim: Komünistler, işçi sınıfının en bilinçli, en özverili, en alçak gönüllü, en yiğit, en yaratıcı, en örgütlü ve örgütleyici oğulları ve kızlarıdır. Onların, işçi sınıfının çıkarları dışında hiçbir özel çıkarları, işçi sınıfının devrimci yüce hedefleri dışında hiçbir özel hedefleri yoktur. 19 Komünistlerin, işçiler arasındaki çalışmalarına ve sendikalara bakışlarına yön veren temel ilkeler bunlardır. Başka bir önemli nokta da, işçiler arasında çalışırken komünistlerin komünist olduklarını bir an bile unutmamaları, işçiler örgütüyle devrimciler örgütünü birbirine karıştırmamalarıdır. Komünistler, bütün faaliyetlerinde işçi sınıfının en temel, en genel çıkarlarını titizlikle gözetmeli, proletaryanın devrimci partisinin politikasına bağlı kalmalı, partinin manevi otoritesini sınıf içinde sürekli güçlendirmeli, sınıf içinde parlayan, direnişler içinde öne çıkan doğal işçi liderlerini ayırt ederek onları birer komünist savaşçıya dönüştürmeli, işyerlerinde işçiler arasında parti hücreleri kurmalı ve böylece devrim yolculuğunda işçi sınıfının amiral gemisi olan komünist partisini işçi devrimcilerle sağlamlaştırmalıdır. 3. Komünistlerden oluşan bir sendika yaratma gibi aptalca bir sekterliğe kapılarak “sınıf ve kitle sendikacılığı” ilkesini çiğnemezler. İşçiler arasındaki din, mezhep, etnisite, siyasal inanç farklılıklarının sınıf hareketini parçalamasına izin vermez; işçilerin tümünü birleştiren sınıf çıkarlarını öne çıkarır ve bu çıkarlar uğruna birlikte verdikleri mücadelenin, sınıfın kendi öz deneyleriyle öğrenme ve eğitilmesindeki olağanüstü gücüne inanırlar. Önemli olan, işçilerin neye inandıkları, hanTekrar sendikalar ve komünistler konusuna gi kökten geldikleri, kime oy verdikleri, nerede dönecek olursak; - Komünistlerin kalesi fabrikalardır, atöl- doğdukları değil, ortak mücadelede konumlanyelerdir, işçi havzalarıdır, organize sanayi böl- dıkları mevzidir. geleridir; evleri de kent yoksullarının yaşadığı mahallelerdir. İşyerinde işçilerin bütün istek ve taleplerine sahip çıkarlar, bütün örgütlenme ve direniş çabalarına, bütün eylemlerine destek olurlar, onlara yol gösterirler. Bütün bu süreç içinde işçilerin güvenini kazanarak işyeri temsilcisi veya sendika görevlisi olarak seçilirlerse, bir komünist olduklarını bir an bile unutmadan işçilerin komünistlere olan güvenlerini pekiştirecek şekilde davranırlar, örneğin; 1. Bilirler ki, devrimciler aynı zamanda en tutarlı demokratlardır. O nedenle de bütün sendikal faaliyetlerde “tabanın söz ve karar sahibi olması” ilkesini hayata geçirmeye çalışırlar. Bütün kararlar, mümkün olan her yerde, geniş toplantılarda özgür tartışma ve doğrudan demokrasi ikliminde alınır. Sendika çalışmaları, yöneticileri ve bütün akçeli işler işçiler tarafından denetlenebilir, çalışmaları beğenilmeyen, işçilerin güvenini kaybetmiş sendika yönetici ve görevlileri genel kurulu beklemeden görevden alınır. Tüm görüşmeler, pazarlıklar, harcamalar dupduru bir kaynak suyu gibi apaçık ortada ve işçilerin denetimine açıktır. 2. Devrimciler göreve getirildikleri sendikalarda örgütün günlük işleri içinde boğulmadan, görevlendirmeler yoluyla yeni işçilerin bu okulda birer aktivist olarak yetişmelerine yardımcı olurlar. 4. Çalışmalarda, ajitasyon-propaganda- örgütleme yetenekleriyle parlayan, işçilerin güvenini kazanmış doğal işçi liderlerinin birer komünist savaşçı düzeyine yükselmesi için gayret gösterir ve bu taze proleter kaynakla partiyi güçlendirirler. 5. Özetle, Komünistler, sendikal çalışmalarda bir komünist savaşçı olmanın bilinci, bilgeliği ve sorumluluğuyla çalışırlar. Çalışmalarıyla, bilinçleriyle, sağlamlıklarıyla göz doldururlar; ancak kesinlikle günlük işler içinde boğulan bir sendika aktivisti, bir sendika bürokratı, komünist olmayı bir ekonomizm, bir sendikalizm derekesine düşüren, klasik sendikacılığı işçi sınıfı içinde çalışma olarak sunan, bunu da devrimci olmak için yeterli sayan bir bilinç bulanıklığına düşmezler. Bir daha tekrar edelim: bir komünistin tarihsel misyonu, sınıfımızı bilimsel komünizmle, yani kendi devrimci teorisi, devrimci partisi ve onun devrimci politikasıyla buluşturup kaynaştırmak; böylece yığınları tarihin bilinçsiz nesnesi olmaktan çıkararak tarihin bilinçli öznesi yapmaktır. İnsanlığı, şu anda içinde yaşamakta olduğumuz bu kapitalist haydutluk düzeninden, bu tarihin son barbarlık döneminden kurtularak özgür komünist topluma ulaştırabilmenin bir başka yolu yoktur. 20 Sosyalist Genç Sosyalistler Birliği - Bülten A GSB’nin SÖzü ğustos ayının en önemli gündemi cumhurbaşkanı seçimleriydi. Ancak etkisi sadece Ağustos ayını kapsamıyordu. Önümüzdeki dönemlerde yine bu cumhurbaşkanı seçimlerinin sonuçları üzerine sık sık konuşacağız. Biz uzun uzun seçim sonuçları üzerine değerlendirme yapmayacağız. Evet farkındayız, söylenecek çok şey var bu konuda; ancak bizim seçim sandıklarını aşan hedeflerimiz var. Haziran isyanından bu yana milyonlarca genç seçim sandıklarından umudu kesiyor. Kimileri sosyal medya üzerinden hayıflanıyor, kimileri ise CHP’ye hayıflanıyor. Gençlik hiçbirisine mahkum değildir. Hiçbir geleceği olmayan, AKP’ye yanaşmazsa iş bulma umudu olmayan milyonlarca genç bu geleceksizliğe mahkum değildir. Genç Sosyalistler Birliği yorulmadan, usanmadan gençleri umutsuzluğa karşı örgütlenmeye çağırmaya devam 21 edecek! Genç Sosyalist’in bu sayısında; 4+4+4 ve Kadın öğrencilere etkisi üzerine bir yazıya yer verdik. Ayrıca İmamhatip öğrencisi bir GSB’li ise İktidarın dini nasıl kullandığı üzerine bir yazı kaleme aldı. Filistin meselesinin gündemde olması dolayısıyla Filistin Mücadele Tarihi üzerine oldukça öğretici olacağını düşündüğümüz bir yazıya da bu sayımızda yer verdik. Geçen sayımızda bulunan Programatik Hedeflerimiz ile Gençlik ve Kürt Sorunu başlıklı yazıların ise bu sayıda devamlarını bulacaksınız. Her GSB’li ülkenin her yerinde bulunan binlerce gence, Genç Sosyalist’i ulaştırmak için elinden geleni yapmalı. Elimizden geldiğince daha çok sayıda gence ulaşmalı, sözümüzü onlarla buluşturmalı, ve enerjimizi eyleme dönüştürmeliyiz. Filistin Direniş Tarihinden F ilistin toprakları özellikle 20. Ve 21. yüzyılda kan, gözyaşı, ölüm ve zulmün hakim olduğu bir coğrafyadır. Ve bu kanlı tarihi incelediğimizde gözümüze en çok İsrail-Filistin savaşı çarpmaktadır. Bu savaşın nedenlerini incelediğimizde 1890’lara kadar indiğini görmekteyiz. 1890’lı yıllara baktığımızda; ‘Siyonizm’ düşüncesinin (veya Yahudi’lerin Filistin’de hak sahibi oldukları iddiası) bu yıllarda geliştirildiğini görürüz. Theador Herzl’in yazmış olduğu Yahudi Devleti (Derjudenstaat) kitabında oluşturulan ‘’Sion’’ ana fikir haline getirilmiştir.Siyonist mitolojinin iki dayanağı vardır. Bunlardan birincisi Yahudilerin, yaklaşık iki bin yıl önce Babil kralı Nabukkodnezar tarafından Filistin’den gönderilmesinden bu yana, anavatanlarına dönme hayaliyle yaşadıklarıdır. İkincisi ise tüm dünyada milliyetçiliğin ve şovenizmin kapitalist ulus devletleşme süreciyle yükselen bir şey olmasından ziyade, Yahudilerin dünya ölçeğinde dağıldıkları ülkelerde etnik ya da dini bir azınlık olarak yaşayamayacakları;bu nedenle onların da kendi anavatanlarında kendi devletlerini kurmaları gerektiği fikrine dayanır. Anavatana dönme hayaliyle yaşayan mazlum millet mitolojisinin batıda kabul görmüş olmasının nedeni, yaygın ve etkili propagandadan ziyade, siyonizmin ortaya çıktığı dönemdeki emperyalist şekillenmenin bir parçası olarak doğmuş olmasında aranmalıdır. Yıl 1919’a geldiğinde Filistinli Araplar ve Devran Mahir diğer halklar ile Siyonizmi reddeden Yahudiler birlikte bir mücadele hattı örmek üzere ilerisi için umut verecek bir adım atmışlardır. Ve bir örgütlenme başlatmışlardır.Sonradan FKP (Filistin Komünist Partisi) adını alacak örgütlenme; Siyonist İşçiler Birliği içerisinde yer alan sol kanadın ayrılması sonucu,Sosyalist İşçiler Birliği adı altında kurulurken,parti yönetiminin siyonizme kesin tavır almaması Kominternde tartışmalara neden olmuştu. 1921’de Komintern programında siyonizme tavır almayan partinin Komintern’den ayrılmasını şart koşarak olabildiğince açık bir tutum alması sonucu, parti yasadışı 1 Mayıs gösterisi ile adını duyurarak Araplara yönelik ilk bildiri ve çağrısını yapmış oldu. Parti burada işçilerin birliği ve mücadelesinin her türlü etnik temelden arındırılarak Yahudi, Arap, İngiliz kapitalistlere karşı ortak mücadeleye çağırıyordu.1924 yılına gelindiğinde anti-siyonist bir programla ortaya çıkan parti diğer devrimci gruplarla birleşip FKP adını alarak mücadeleye girişti. Bu program değişikliği üzerinden Komintern’e yeniden alınan partiye ilk direktif gelmekte gecikmedi. Buna göre parti sadece Yahudi örgütü olmaktan çıkacak, Arap kitlelere yönelerek ortak devrimci bir parti durumuna gelecekti. Ancak yürütülen faaliyet ne kadar uğraşılsa da partinin Araplaştırılmasını. ya da kitlelerin katılımını artıramadı. Ortak mücadele perspektifi, 1929 Kudüs Ayaklanması’nda partinin etkisiz kalması üzerine dilin değiştirilmesini zorunlu kıldı. Daha önce Arap, İngiliz, Yahudi efendiye karşı sürdürülmek istenen mücadele, 22 Arap ulusal kurtuluş mücadelesinin doğrudan desteklenmesi esası üzerinden yeniden dizayn edilirken sosyalist devrim perspektifi ile ulusal kurtuluş ekseni bir arada sürdürülmeye çalışıldı. Bu ikili durum birçok kez partiyi bir çok durumda etkisiz ve atıl bırakan bir pozisyona sokarken inandırıcılığını da oldukça sınırlamaktaydı.1936 genel grevini ve ayaklanmasını desteklemesine rağmen, ayaklanmanın önderliğinde yer almak yerine pasif kalması, partiyi dağıtan unsur olarak ortaya çıktı. Ayaklanma sırasında FKP’nin Arap üyeleri ayaklanmaya katılırken, partili kimliğinden ziyade Arap kimliğiyle yer aldı.Yahudi İşçileri Birliği - Histardut’un Arap ayaklanması sırasında grev kırıcı rol üstlenmesi, çatışmaların Arap-Yahudi çatışmasına dönüşmesi, partinin Arap üyelerinin burjuva milliyetçi İstiklal partisine geçmesine neden olurken, Yahudi komünistlerin de artık Yahudilerin Filistin’de belirli bir büyüklüğe ulaştığı tespiti ileYahudi işçileri, örgütleme çabasını yetersiz bulmaktaydı. Bu süreçte parti Yahudi ve Arap seksiyonu olarak bölündü.1940’lar boyunca her iki seksiyon arasında sert tartışmalar olması sorunu bir türlü çözemezken, partinin Yahudi seksiyonu SSCB’nin İsrail’i tanıması üzerine siyonist tezlere olan karşıtlığını bırakarak desteklemeye yöneldi. Partinin bu süreçte tutunamaması, faaliyetinin bir türlü netleşememesi ve partinin kurucularının ne kadar komünist olsalar da siyonizme karşı aktif mücadelenin içerisinde yer almamış olmaları, Arap kitlelerle kurdukları bağın yeterince güven verici olmaması devrimin kaybedilmesine ve1948’te partinin kapanmasına yol açmıştır. Yıl 1970 – 1980’leri gösterdiğinde Türkiye ve Kürdistan’dan Filistin’de askeri eğitim almak, İsrail ile savaşmak ve enternasyonalist bir dayanışma sergilemek için giden yüzlerce devrimci olmuştur. Giden devrimciler içerisinde en göze çarpan kişiler Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan desek yanlış olmaz. Ancak sosyalist hareket zamanla, ulusların kendi kaderini tayin hakkı kavramını sadece burjuva milliyetçilerine ya da ulusal solcu akımlara uy23 gun gördüğünden olsa gerek Filistin meselesini olabildiğince kendi gündeminin dışına itmekle ve bir kaç protesto ile sınırlı gören, enternasyonalizmden yoksun, dar kalıpçı nostaljik bir çerçeveye yerleştirmek suretiyle Filistin ulusal kurtuluş mücadelesi ile olan tarihi bağlarını ve pratik işbirliğini zayıflatmıştır. FKÖ’nün Batı Şeria ve Gazze’de oluşturulması hedeflenen devletçiğe razı olması ve teslimiyetçi tutumu sonrasında hareketin önderliğinin radikal dindar unsurlar tarafından yürütülmesi, mücadelenin desteklenmesinde de oldukça isteksiz davranılmasının başka bir nedeni olmuştur. Ve 2000’li yıllara gelindiğinde Filistin’deki mücadele büyük ölçüde radikal dindar örgütler tarafından sürdürülmektedir.Ancak durum böyle olsa bile geçmişte olduğu gibi bugün de Filistin,emperyalizme ve siyonizme karşı bir duruştur ve bizler orada her zaman enternasyonalist dayanışma gereği Filistin halkları ve Filistin devrimcilerinin yanında olmalıyız. Oradaki mücadeleyi omuz omuza büyütmeliyiz. Gençlik ve Kürt Sorunu - II 7 0’lerden itibaren Türkiye’de yükselen sol hareketle beraber Kürt ulusal bilinci de gelişti. Kürtler kendi örgütlerinde örgütlenmeye başladılar. Ayrı bir ulus olarak haklı taleplerini bu örgütlerle yükselttiler. Genel anlamıyla Kürt hareketi, 80’den sonra da, özellikle silahlı mücadele çerçevesinde büyüyen kitlesel bir harekete evrildi. Kürt hareketinin bu kitleselleşme sürecinde Kürt gençliği aktif rol oynadı.90’larla beraber metropollerdeki üniversitelerde Kürt öğrenciler siyasette aktifleşmeye başladı. Bir taraftan Kürt illerindeki silahlı mücadele Türkiye’nin büyük kentlerinde üniversite öğrencileri nezdinde yankı buluyor, ulusal hareket bu bölgelerde de mücadele sürdürüyordu. Tam da bu dönemde sivil faşistlerin ve devletin yoğun saldırısıyla karşılaştılar. Bu dönemde Kürt meselesi ve mücadelesi toplumsallaşmış, Türk ve Kürt gençleri de üniversite alanında bu mücadelenin göbeğinde yer almışlardır. Türkiyeli devrimciler Kürt sorununu kendileri açısından gündem edinip tartıştığı, mücadele verdiği dönemde faşistler de devrimci Kürt gençliğine dönük saldırılarını yoğunlaştırmıştı. Devletin polis ya da paramiliter güçler eliyle yaptığı saldırılar artmıştı. Ardından yaşanan bir dizi süreçle Kürt hareketi gerek kentlerdeki gençliğinin, gerekse silahlı mücadelesinin neticesinde, yaşadığı birtakım krizlerle birlikte mücadelesini bugünlere getirdi. Ancak bugün de, ne saldırılar bitti, ne de şoven tutumlar. Geldiğimiz süreci Türk ve Kürt gençliği açı- Haşmet Suiçmez sından ele alacak olursak karşımıza şu tablo çıkmaktadır. Türkiye tarafında, Kürt halkına dönük süregelen bir saldırı görüyoruz. Bu saldırılar, mevsimlik işçilere dönük de olabiliyor, üniversiteli yurtsever Kürt gençlerine dönük de. Saldıranlar şovenizmin militan haline en hızlı adapte olan ve ondan en hızlı etkilenen gençlik tarafından gerçekleştiriliyor. Bununla ilgili birkaç hafta evvel Antep’te yaşanan ırkçı saldırı önemli bir örnek olacaktır. Malum, Suriye’deki savaştan kaçan yüzbinlerce insan Türkiye’nin faklı bölgelerinde bir şekilde yaşam mücadelesi veriyor. Bunların bir kısmının da yaşadığı Antep’te Suriyelilere dönük ırkçı bir linç girişimi yaşandı. Haberleri izleyen, ya da olaya dair basından birkaç fotoğraf gören herkesin dikkatini çekecektir ki elinde sopalarla Suriyeli avına çıkanların çoğu gençtir. Bu örnek şoven saldırıların da genel muhtevasını yansıtmaktadır. Üniversitelerde de durum aynıdır. Eylemsellik süreçlerinde saldırılar daha da artmaktadır. Saldırıların artması bir yana, sola dönük saldırılar bile, solun Kürt mücadelesine verdiği destekle yakından ilişkili durumdadır. Türkiyeli devrimcilere ‘bölücü, vatan haini’ sıfatlarıyla saldırılmaktadır. Saldırılar devletin oldukça işine gelmekte hatta bazen devlet tarafından organize edilmektedir. Irkçı saldırıların failleri genelde hukuksal anlamda bir sorun yaşamadan saldırılarını sürdürmektedirler. Üniversitelerde çıkan kavgalarda da çoğunlukla devrimci ve yurtsever öğrenciler adli soruşturmalardan geçmektedirler. Şoven saldırganlar ise okullarda yuvalanmaya devam etmek24 tedirler. Bütün devrimci mücadele açısından oldukça mühim bir sorun teşkil eden bu saldırılar devrimci gençliğin de üzerinde özellikle durması gereken bir mesele halini alıyor. Devrimci sınıf siyaseti öğrencilerin, işçi gençlerin alanına müdahale edebildiği oranda bu saldırgan gençler milliyetçilikten uzaklaşabiliyor. Yani gençlik politikleşecekse, bunu ya düzen içi akımlar yoluyla gerçekleştirecek, ya da devrimci siyasette bir özne olacaktır. Genel anlamda Kürt sorunun çözümüne katkı sunmak, özel olarak da Kürt siyasetine ve gençliğine dönük saldırıların engellenmesi için şoven akımlara karşı politik bir hat kurmak gerekiyor. Bunların yanında en temel anlamda çözüm; işçi sınıfının enternasyonal mücadelesinde yatmaktadır. Enternasyonalist tutum Kürt devrimci hareketini yoksaymaz, aksine ulusal mücadeleyi de nihayetinde sosyalist devrime açılacak bir kapı olarak görüp; proleterya enternasyonalizmi perspektifiyle ortak mücadele yolları geliştirir. İktidarın Bir Aracı Olarak Din B ir ülkede yaşayanların aklen veya vicdanen bir zaafı varsa, insanlar üzerinde çıkarları olanların veya onları güdümüne almak isteyenlerin bu zaafları kullanması kaçınılmaz olmaktadır. Ülkemizde bunun örneği şu dönemde yaşanmaktadır. Siyasetçiler kitleleri kendi yönlerine çekmek için dini kullanmaktadır. Din ülkemizde siyasetçiler için vazgeçilemez bir alet olmuştur. Resmi kayıtlara göre halkın %90’ından fazlası Müslümandır ve toplum olarak muhafazakâr bir toplumuz. Böyle bir toplumda yetişen birey farkında olmadan dini baskıya tabi kalmaktadır. Olgunlaşan, büyüyen birey için artık din bir zaaf olmaktadır. Halkın hala bir kısmı okuma yazma bilmemektedir. Bilenlerin büyük kısmı da gazete bile okumamaktadır. Siyasetçilerin de böyle kişileri kendi taraflarına çekmeleri için din iyi bir yoldur. görmekteyiz. Türban meselesi adında çıkarttığı bir karışıklık ile muhafazakâr bir kısmın sempatisini toplamıştır, toplumu da bu mesele üzerinde ayrıştırmıştır. Kendini demokrat ve halkçı gibi gösteren başbakan koltuğunu garantiledikten sonra kendisine destek vermeyenleri azınlık olarak gören, insanların hayatlarına karışacak kadar dediğim dedik, diktatör bir tavır takınmıştır.Gezi direnişinde direnerek suçsuz yere can verenleri terörist ilan edecek kadar da acımasızdır. Bu iktidar ile ülkemiz yavaş yavaş gericiliğe doğru kaymaktadır. Diyanetin olup olmadık şeyler için fetva vermesi, ülkemizde doktordan çok din adamı olması ve birçok örnek bunu göstermektedir. Gerici ve okuyup araştırmayan bir toplumu kandırmak kolaydır ve bu bazı insanların işine gelir. Ancak daha önemlisi bu toplum kendi sorunlarını unutarak din için kendi içinde çatışır. Siyasetçinin günlük hayatını dindar biri gibi Toplum kendi sorunlarını yenebilmek için din yaşaması ve kürsüye çıktığında ‘Allah, ibadet, adına değil kendi sorunları adına, yoksulluk şükür’ gibi kavramları sık sık konuşmalarında adına mücadele etmelidir. vurgulaması ile bir kesimin sempatisini toplamaktadır.Şu an Türkiye’de ülkenin başına Imam Hatipli Genç Sosyalist Okuru geçmiş iktidarın da bu yöntemleri kullandığını 25 Programatik Hedeflerimiz -II T oplum bir bütün değildir. Temelde iki uzlaşmaz sınıf, işçi sınıfı ve burjuva sınıflarından oluşur “modern” toplum. Burjuva sosyologları ve ideologları olanca güçleri ile burjuva toplumunu oluşturan bu karşıtlığı ve çatışmayı gizlemeye çalışırlar. Çünkü burjuva toplumun yaşamaya devam etmesi, bu toplumun içinde kendiliğinden filizlenen sınıf mücadelesinin engellenmesine ve üstünün örtülmesine bağlıdır. Bu toplumsal yapıyı oluşturan en önemli dinamiklerden bir tanesi de gençliktir. Ancak biyolojik bir yaş aralığını ifade etmenin ötesinde bir anlam taşımasa da, toplumun en taze ve diri unsuru olması bakımından gençlik önemlidir. Gençlik de tıpkı burjuva toplumu gibi bir bütün değildir. O da kendi içerisinde sınıfsal olarak bölünmüştür. Bunu görmek ve anlamak için Kaf dağının arkasına bakmaya gerek yoktur. Örneğin burjuva ailelerine mensup gençler çalışmak zorunda olmadıkları gibi, en güzel okullarda, en iyi eğitimi alabilme şansına sahip olabilmektedir. Halbuki emekçi ailelere mensup gençler ise daha çocuk yaşlarından itibaren çalışmak zorunda kalmaktadır. Bu tür örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Buradan anlamamız gereken gençliği sınıfsal çelişkilerin üstünde bir olgu olarak anlamamız gerektiğidir. Çünkü tek bir çıkara ve ihtiyaca sahip bir gençlikten söz edemeyiz. Sınıfsal kökenlerinden dolayı farklı yaşam ihtiyaçları ve gayeleri olan bir gençlik vardır önümüzde. Bundan dolayı, GSB her fırsatta gençliğin içerisindeki bu sınıfsal bölünmeyi öne çıkarır ve teşhir eder. GSB açısından sınıfsal olarak ayrıştırılması gereken bir gençlik de yoktur; başından itibaren sınıfsal olarak ayrılmış ve bölünmüş bir gençlik vardır. GSB bütün gücü ile gençlik içerisindeki bu sınıfsal bölünmeyi teşhir etmeye çalışır. Politik Bir Gençlik Hareketi Yaratmak Aslolan sınıf siyasetidir. Sınıfın devrimci sözü ve eylemi en belirleyici güçtür. Eğer toplum ve toplumun bütün unsurları sınıfsal olarak bölünmüş ise, sınıf mücadelesi de kaçınılmazdır. GSB bu sınıf mücadelesinde işçi sınıfının saflarında taraftır. Bundan dolayı zaten bölünmüş olan gençlik içerisinde de işçi sınıfı siyasetini yaymak için elinden geleni yapar. Türkiye’de gençlik mücadelesi, son gelinen noktada, üniversiteler özelinde bir dizi akademik taleplere ve yine üniversite sınırlarını aşamayan kısır bir siyasete hapsedilmiştir. Birçok devrimci demokrat veya sol akım gençlik mücadelesi adı altında üniversitelerde akademik talepler peşinde koşmakta ya da bütün öğrencileri “ortak hedefler” doğrultusunda yan yana getirmeye çalışmaktadır. Halbuki tam da daha önce belirttiğimiz üzere gençlik çalışması adı altında genel ve geniş bir öğrenci hareketi yaratmaya çalışmak ve bu öğrenci hareketini genel bir öğrencilik temeli üzerinde şekillendirmek, dünyayı sınıfsal olarak algılamaktan oldukça uzaktır. Daha fazla öğrenci kazanmak ya da daha kitlesel olmak adına, genel bir öğrencilik tanımı üzerinden kurulan devrimci gençlik çalışmaları kendi içerisinde kısmi kitlesellikler kazansa da başarılı olmaktan uzaktırlar. Kaldı ki şu da görülmüştür: üniversitelerde gençlik her zaman öğrenci meselelerinden çok politik meselelere ilgi 26 duymuştur. Gençlik hareketleri ise öğrenci siyaseti üzerinden sadece kendilerine sosyal ilişkiler ağı kurmaktan öteye gidememişlerdir. GSB, gençlik içerisinde öğrencilik veya genç olmak üzerinden bir siyasi hat kurmak yerine, gençliği sınıf mücadelesinin içine çekecek bir siyasi hat kurmayı amaçlamaktadır. Üniversite, lise gibi siyasetsiz bırakılmış ve gençlik hareketlerinin siyaset taşımak adına “öğrencilik” sorunlarını dillendirdiği bu alanlara devrimci siyaseti taşımak elzemdir ve ihtiyaçtır. GSB, öğrenci gençliğin akademik örgütlenmesiyle onun işçi sınıfı siyaseti çerçevesinde siyasal örgütlenmesini karşı karşıya koymuyor. Tersine demokratik mücadelenin ancak siyasal mücadele hedefleriyle birleştirilerek yürütüldüğünde devrimci ve sonuç alıcı olabileceğini söylüyor. Gençliğin Devrimci Partiye İhtiyacı Var! Bugün Türkiye’de proleter devrimi gerçekleştirecek bir devrimci partinin eksikliği bulunmaktadır. Devrimci partinin eksikliği bugün her şeyden daha da çok yakıcı bir sorun haline gelmiştir. Bunu her alanda görmek mümkündür. Örgütsüzlüğün yüceltildiği, çeşitli kitle örgütlerinin devrimci partinin yerine ikame edildiği bu günlerde, GSB devrimci parti ihtiyacının öneminin her fırsatta altını çizer. Ulaşabildiği her gence, böyle bir partinin eksikliğini ve yaratılmasının önemini anlatır. GSB, gençleri işçi sınıfı siyasetinin taşıyıcısı ve biricik öznesi devrimci partiye örgütlemeyi ve kazandırmayı amaçlar, ancak bu partinin yok olduğu şu günlerde, GSB işçi ve emekçi gençliği bu inşa sürecinin aktif ve etkin bir öğesi olarak sürece katmaya çabalıyor. Kadın Öğrenciler ve 4-4-4 Çıkmazı T ürkiye’deki eğitim politikası günümüze kadar hep gerici, ırkçı terimler içeren,piyasacı ve cinsiyetçi olarak karşımıza çıkmıştır. AKP iktidarı ile öne sürülen 4+4+4 sistemi de ne yazık ki, doğrudan kız çocuklarına vurulan bir darbedir. AKP kesintili eğitimle toplumdaki cinsiyetçi roller nedeniyle ilk olarak kız çocuklarının eğitim hakkını elinden almayı amaçlamıştır. Bu durum aynı zamanda açık liselerde ve uzaktan eğitimle dışarıdan okumaya teşvik edilen kız çocuklarının erken yaşta evlendirilmelerine yol açmaktadır. Velhasıl; “Kadın olmak zor zanaat.” İktidarın ayakkabı kutularında sadece para değil, kız çocuklarının çalınan çocuklukları vardır, ellerinden alınan kalemleri ve defterleri vardır, el koyulan eğitim hakları vardır, hayalleri vardır ve gelecekleri vardır. Ülkemizde kadınların; %55’i şiddet mağduru,%32’si tacize uğramış, %15’i küçük yaşta evlendirilmiş, %17’si ise okula gönderilmemiştir.Bunlara rağmen hala umutla gülümseyebilenler ise kınanmıştır. Kadının bir ana, bir bacı, bir eş olmadan da, Kadınlar Sistemin Ara Eleman İhtiyacına sadece kadın olduğu için toplumda bir birey olKöle Değildir duğunu kabullenemeyen bu sisteme, “Kadının Kız çocukları toplumsal cinsiyet rollerinin karnından sıpayı,sırtından sopayı esirgemeyeyeniden üretildiği kuaförlük, sekreterlik, tekstil ceksin.” diyen bu zihniyete kahkaha atarak(!) vb. kurslara ve meslek liselerine yönlendiril- mücadele etmek en doğal hakkımızdır. mektedir. Günsel Mezit 27 G SB olarak Temmuz ayının sonunda Turgutlu’da bir panel ve forum örgütlendi. Panelin öncesinde Turgutlu GSB’den iki arkadaş küçük bir konser verdi. Farklı illerden konuşmacıların ve katılımcıların olduğu toplantıda, Türkiye’de ve Dünya’da öğrenci hareketi ve GSB’nin gençlik hareketi içindeki konumlanışına dair başlıklar konuşulup tartışıldı. Bunların yanında meslek liseleri, imam hatip liseleri ve üniversiteler gündemleri de forum kısmında tartışıldı. GSB, bundan sonraki süreçte de bulunduğu bütün bölgelerde bu tip toplantılar yapmanın ilk adımını atmış oldu. Alanlarda Sosyalist oku, okut İLETİŞİM: sozveeylem.com FACEBOOK: Genç Sosyalistler Birliği-GSB 28 Şengal Katliamı ve Ezidi Soykırımı A ğustos ayı başından beri, Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD), Irak Federal Kürdistan yönetimindeki Şengal’e girmesinin ardından, Ezidiler’in ( ya da bizde bilinen isimleri ile Yezidi’lerin ) katliam haberleri gelmeye devam ediyor. IŞİD Şengal’de Ezidi köylerini kuşattı ve Ezidileri Müslüman olmaya zorluyor. Karşı çıkanları öldürüyor. Bu katliamdan kaçabilenler Şengal dağlarında açlık ve susuzlukla savaşıyorlar. Susuzluktan ölen bebeklerin ve çocukların fotoğrafları uzun süre belleklerimizden silinmeyecek. Kadınların dramı ise daha farklı. IŞİD militanları kadınları öldürmüyor. Onları savaş esiri olarak yanlarında götürüyorlar, tecavüz ediyorlar. Bu yüzden Ezidi kadınlarının yanlarında hançer taşıdıkları, yakalandıkları zaman kendilerini öldürdükleri söyleniyor. Hatta kadınların topluca kendilerini öldürdükleri yolunda haberler de var. Bunlardan birisi şöyle : “Biz kadınlar akşamları dağın içlerinde nöbetleşe uyuyorduk. Erkekler de dağın girişinde nöbet tutuyorlardı. Ve biz kararlaştırmıştık. Eğer IŞİD oraya da gelirse ve onlarla çatışmak için mermi biterse tüm kadınlar el ele verip uçurumdan atlayacaktık. Bunu yapan kadınlarımız da oldu. Yaklaşık 40 kadın IŞİD eline düşmemek için el ele verip kendini uçurumdan attı. Eğer onurlu bir yaşamımız yoksa yaşamanın bizim için hiçbir anlamı yok.” (YPJ saflarına katılan Ezidi Kürd kadınlar, Laleşîn ve Evîn kardeşlerin verdiği bilgi.) 29 Gül Azur IŞİD’in daha önce yaptığı katliamlar aklımızda. İnsanların kafalarını İslam adına, “ Allahu Ekber” naralarıyla kestiklerini daha sonra da kesik başlarla top oynadıklarını, ölülerin kalplerini çıkarıp yediklerini biliyoruz. Böyle olunca Ezidi kadınların davranışları çok anlamlı. Sadece Sünni Müslüman olmadıkları için böyle bir kıyıma uğrayan, kaderleriyle başbaşa bırakılan ve çoğumuzun bu kıyım dolayısıyla adını duyduğumuz Ezidiler kimler? “Bunlar şeytana, güneşe, toprağa, ateşe tapıyorlarmış. O şeytan ki Allah’a başkaldırmış. Kim gördü şeytanı? Allah’ın huzuruna kim gitti? Bir yandan bakarsan, Yezidiler haklı. Var eden ve yaratan ki topraktır, güneştir, sudur, havadır. Yezidiler günde üç kere, bir sabah gün doğarken, bir kez de öğleyin, güneş tepedeyken, bir de gün batarken yönlerini güneşe dönerler, dualarını okurlar. Yüz yıllardır bu insanlar öldürüldüler, o kadar sürgün edildiler, o kadar işkence gördüler, o kadar aşağılandılar, gene de yılmadılar, tükenmediler. Şu insanoğlunda öylesine bir güç var ki tükenmiyor, çürümüyor, ölmüyor, toprak gibi, ışık gibi, su gibi. Ben yezidi değilim, ama onların direnme güçlerini, insanlıklarını, dostluklarını seviyorum, onların dirençlerine saygı duyuyorum. Onlar adam öldürmezler. Adam öldürenler Yezidilikten çıkarılırlar. Onlar savaşı bir toplu kırım sayarlar. Savaşa katılmamak için direnirler. Yüzyıllardır kan revan içindedirler, durmadan durmadan kanları seller gibi akmıştır. Ottan başka yiyecek bulamamışlar, ama yürekleri ka- rarmamış, sevinçlerini yitirmemişler, hangi koşul içinde olurlarsa olsunlar, yüce dağların kovuklarında kartallar gibi yaşamışlardır.” Yaşar Kemal, “Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana” romanında Ezidileri böyle anlatır. Ezidilik, Kürtçe konuşan Kürt etnisitesine dahil dini topluluğa verilen ad ve bu topluluğun Zerdüştlük ve eski Mezopotamya dinlerinden uzanan dini inançlarına verilen isim. Ezidiler, esas olarak Irak’ın Ninova bölgesi ile Ermenistan, Gürcistan, Suriye ve Türkiye ‘de yaşamaktalar. Toplam sayılarının 800 000 civarında olduğu tahmin ediliyor “Ezidi” kelimesinin bu dinin tanrısı olan Azda kelimesinden türetildiği iddia edilmektedir. Kürt dilinde “Tanrı” ismini karşılayan iki kelime vardır: Bunlar “Ezda” ve “Xweda”’dır. Ezda beni yaratan, veren ve var eden anlamlarına gelmektedir. Xweda ise kendiliğinden var olan anlamına gelmektedir. Kurucusu bilinmeyen Ezidiliğin , kökeninin Lübnanlı Şeyh Adi bin Musafir’e dayandığı rivayet ediliyor. Emevi hanedanı soyundan olduğu belirtilen Şeyh Adi, Bağdat’ta meşhur İslam alimi İmam Gazali’den ders almış bir sufi olarak biliniyor. Daha sonra Irak’taki Sincar (Şengal) bölgesine yerleşen Şeyh Adi’nin, Laleş Vadisi’nde 1162’de öldüğü ifade ediliyor. Ezidilik sözlü bir din. Dini ritüeller nesilden nesile sözlü olarak aktarılıyor. Ancak bazı kaynaklar Ezidiliğin “Mushaf-ı Reş” ve “Kitab-ı Cilve” adlı 2 kutsal kitabı bulunduğunu da söylüyorlar. Bu kitaplarda tek tanrı inancı vurgulanmakla birlikte peygamberlik inancı bulunmuyor. Ezidilikte ilahi dinlerde olduğu gibi peygamberlik sistemi yok. İnanca göre Tanrı, insanlara elçi göndermeksizin doğrudan bilgi verebilir ve isterse onları doğru yola sevk edebilir. Bazı tarihi ve dini kaynaklara göre Ezidilik, ateş, güneş ve suyun kutsal sayıldığı bir inanç şekli. Bu inançta sonradan Ezidi olunmuyor. Bir Ezidi’nin başka bir dine geçmesi ise en büyük günah olarak kabul ediliyor. Ezidilikte sözlü edebiyat, Kürtçe’nin Kurmanci lehçesinde kendini koruyor. Ezidiler, sabah, öğle ve akşam olmak üzere günde üç defa dualar okuyor. Bunun dışında her yıl nisan ayının ikinci haftasında başlayan “Kırmızı Çarşamba” bayramından önce üç günlük oruç tutuluyor. Oruçluyken Müslümanlar gibi bir şey yemiyorlar. Irak’ın Duhok ile Musul kentleri arasında bulunan Laleş Vadisi’ndeki Şeyh Adi’in mabedine yapılan hac, Ezidiler için yapılması şart olan dini bir görevdir. Her Ezidi, ömründe en az bir kere 10 gün süren bu hacca gitmek zorundadır Eskiden Şanlıurfa, Ezidiler’in kalesiydi. 1970’li yıllara kadar özellikle Urfa-Viranşehir’de 30 yoğun olarak yaşayan ve sayıları 80.000’i bulan Türkiye Ezidileri, 1980’lerle beraber yurtdışına göç etmeye başlamışlardır. 1985 yılında 23.000’e inen sayıları, 2007 yılında 377’ye kadar (Urfa’da 243, Batman’da 72, Mardin’de 51, Diyarbakır’da 11 kişi) gerilemiştir. Bazı tarihçiler, Ezidiler’in reddetmesine rağmen, Ezidiliğin kökenini Hazreti Muhammed’in torunu Hazreti Hüseyin ve beraberindeki 72 kişinin Kerbela’da şehit edilmesi emrini veren Emevi Sultanı Yezid’le ilişkilendiriyorlar. Bu yüzden aleviler “ yezit” sözcüğünü küfür olarak kullanırlar. Önce IŞİD’den kaçabilen sonra da Şengal dağlarında açlık ve susuzluktan kurtulabilen Ezidiler, Roboski yakınlarındaki Günireşi Geçidi’nden Türkiye’ye giriyorlar. Sayıları on beş bini bulan Ezidi, 28 Aralık 2011’de 34 kişinin savaş uçakları tarafından vurularak öldürüldüğü bölgeden geçerek Roboski’ye sığınmaya devam ediyor. Önceki gün 3 bin 500 Ezidi, Roboski’ye sığınırken, askerlerin gaz bombasıyla müdahale ederek katliamdan kaçan aileleri engellemeye çalışması büyük tepki çekti. Suriye’den gelen sığınmacılara kucak açılırken Ezidiler, Müslüman olmadık31 ları için kendi kaderlerine terkediliyorlar. Mezopotamya’nın en kadim halklarından biri Ezidiler. Tarih boyunca dini inanışları yüzünden kıyıma uğramışlar ve uğramaya devam ediyorlar. Yaşadıkları bölge Kürt yönetimine bağlı. Kürt yönetimi başlangıçta IŞİD’a karşı az da olsa direniş gösterdi, sonra her ne çıkarları vardır bilinmez, onlar da çekildiler ve Ezidiler’i kaderlerine ve katliama terkettiler. Yaşadığımız coğrafyada katliamlar yeni değil. Çok uzaklara gitmeye gerek yok. 6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da yaşayan Rum ve Ermeniler’e yönelik saldırıların, tecavüzlerin acı izleri hala belleklerimizde. Pek çok kilise, havra ve hatta mezarlıklar bile tahrip edilmiş, azınlıkların iş yerleri yağmalanmış, kadınlara tecavüz edilmişti. Bu olaylar sonrasında çok sayıda insan evlerini terk etmiş ve başka ülkelere yerleşmişlerdi. İnsanların doğuştan getirdikleri inançları ya da kimlikleri yüzünden kıyıma uğramaları insanlık tarihi kadar eski. Bu zulüm ancak insanın insana kulluğu sona erdiğinde bitecek. Sınıflar arasındaki barış, halklar arasındaki savaş sona erdiği zaman... Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Ezidiler Fatsa’dan Gezi’ye F atsa insanı, yalçın dağlar ve hırçın dalgaların etkisiyle olsa gerek, çabuk parlayıp, tez sakinleşen bir yapıya sahiptir. Fatsa tarihi, bilinen ve bilinmeyen birçok başkaldırıların yaşandığı güzelleme öyküleriyle bezenmiştir. Askerde sevgilisine göz koyanlardan hesap sormak için dağa çıkanlardan; yoksula zulmedenlerin zalimliklerine son vermek için isyan ateşi yakan insan öyküleriyle bilinir Fatsa.... Kem gözle bakılmaz kimsenin kadınına kızına.. Bakan cezalandırılır on yıllar yatma pahasına. Ama zalimlerin zalimliklerine son vermek için genellikle dağa çıkılır, zalimlerin sonu gelince teslim olmak yerine vuruşarak ölünür de. Öldürenlerin bile ağıt yaktığı bir efsane olur başkaldıranlar. Karadeniz dağları kolay kolay vermez kaçağı. Yemyeşil bir örtüyle kucaklar isyancıları.. Ama kalleş muhbirler de vardır, hiç bir zaman jurnal verdiklerine bile yaranamayan.. İşte böyle bir yöredir bu sıralar suskun ve mağrur bekleyiş içinde bekleyen olan Fatsa.... 1968 uyanışından önce Fatsa’da hesaplaşmalar, meydandaki kavlan ağacının dibinde olurdu. Pusuya düşene ağlanır, mertçe vuruşana methiyeler düzülürdü. Alevi’si, Sünni’si yaşayan ilçede birde, Türkü, Türk’ten daha çok milliyetçi olan Gürcü’sü vardı Fatsa’nın. Önemli bir çatışma olmamasına rağmen, bu gruplar kendi mevzilerinde yaşıyor gibi konumlanmışlardı. Aleviler Yavuz katliamlarının etkisiyle olsa gerek, ilçeye hakim,2 km’den geleni görebilecekleri, kartal yuvası Çullu’da yoğunlaşmış; Gürcüler ise Ka- Mustafa Özkan bakdağı ve çevresiyle anılır olmuştu. Her hangi bir vesileyle bir Türk ile Gürcü’nün uyuşmazlığı, nedeni ne olursa olsun, tüm Türk ve Gürcüleri ilgilendiriyordu. Alevi inançlarına kabaca saldırılar dışında fazlaca karışan yoktu, çünkü inançlarını evlerinin dışına taşıyamıyorlardı. Kadın erkek ilişkileri bildik Karadeniz insanında olduğu gibi erkekler bir iş tutar, kadınlar her işi yapar geleneğiydi. İşte bu ortamda Başta Fikri Sönmez olmak üzere, arkadaşları Fatsa’da önce TİP, sonrada Dev- Genç saflarında yer almış birer halk kahramanlarıdır. Efsane bu sefer bireysel ilişkilerden kopup, toplumsallaşmıştır. Mahir Çayan ve yoldaşlarının Karadeniz’e açılmasına vesile olan Fikri Sönmez, onların katledilişlerinden sonra, işkencelerden geçip 1974 affıyla dışarı çıkmıştır. Fikri Sönmez ilkokuldan sonra terzi çıraklığından ustalığa terfi eden bir emekçidir. Bu da o yıllarda az olsalar da toplumun her kesimine hitap eden bir devrimci insanlar figürü olduğunun göstergesidir aslında.. Ve bu tür insanlar işkence tezgahlarından sonra kenara çekilip nadim olma yerine, savaşıma bıraktığı yerden devam eder… Bu tüm örgütler için böyledir. Özellikle işçi sınıfı ve emekçi yığınlara dayanan üye profiline sahip örgütlenmeler yaşama devam ederken, günlük işlerle uğraşan cengaverler yetiştiren örgütler ya yok olmuşlar, ya da oldukları yerde saymaya devam etmişlerdir... Fikri Sönmez bu yapısından dolayı, bildik militan devrimcilerden değildir. Daha çok içinden çıktığı halka benzeyen ve dolayısıyla onun istemlerini iyi algılayan bir 32 kişiliktir. Elbette başarılarında bağlı bulunduğu DEV-YOL’un önemi az değildir. Fatsa, bu örgütlülük sayesinde, Aleviliği, Sünniliği, Türklüğü, Gürcülüğü unutup, devrimciliği veya karşı devrimciliği öğrenmiştir. Fatsa’da yaşamak için devrimci olmak veya olmamak önemli değildir, önemli olan kimseye zulmetmemektir aslında. Fatsa’da özellikle faşistlerin olmamasının asıl nedeni, baskılardan ziyade, korkulardan kaynaklanmaktadır. O yıllar Fatsa’da oturup tartışılmayacak hiç bir konu yoktur aslında...Yer yer bazı heyecanlı gençlerin fevri davranışları ve provokatörlerin provokasyonları dışında Fatsa öyle anlatıldığı gibi kan gövdeyi götüren bir yer de değildi. Kavlan ağacı dibinde sıradan cinayetler de işlenmiyordu artık.. Gürcüler biraz mesafeli duruyorlardı. Çünkü gün gelir devlet hesabını sormaya kalkışır, bir de farklı bir halk oldukları anlaşılır diye...Türk milliyetçiliğine heveslenenler onlarda daha çoğunluktaydı. Ama her şeye karşın büyük bir taraftar toplamıştı DEV-YOL Fatsa’da...Halk desteğini de ardına alarak. Yalnızca karaborsacılar, katiller, faizden para kazanan tefecilerin işine gelmiyordu bu yaşam biçimi. Bu örgütlenmeler sürerken Fatsa’nın belediye başkanının ölmesi nedeniyle ara seçimler yapıldı ve14 Ekim 1979’da Fikri Sönmez belediye başkanı seçildi.. Fikri Sönmez Başkan seçildikten sonra belediyeyi tek başına yönetme yerine komitelerle yönetmeye başladı. Komiteleri mahalleler seçiyor, seçilenlerin kimliği pek de önemsenmiyordu. Nasılsa, yanlış yapan görevden geri çağrılabiliyordu. Bildiğim kadarıyla yanlış yapan da, geri çağrılan da olmadı. Bildik belediyecilik faaliyetleri, özellikle ünlü çamura son kampanyaları gönüllülük temelinde imece usulüyle yapılıyordu. Bu imeceye yalnızca Fatsalılar değil, herkes katılıyor, katılanlar da imece usulü konuk ediliyordu. Fatsa özel bir toplumsal yaşam denemesine başlamıştı artık. Belediyecilik faaliyetlerinin dışında, toplumsal ilişkiler de çözüme kavuşuyordu artık. Örneğin, Ocak - Şubat aylarında halka yüksek faizli para verip, fındık zamanı fındığına el koymalara son verilmişti. Halk ise isten33 memesine karşın ihtiyaçlarda kullanılması için gönlünden koptuğunca fındık başta olmak üzere fonlara yardımlar sağlıyordu. Yokluklar ülkesi Türkiye’nin Fatsa’sında, depolar açılmış, ürünlerin değeriyle halka satılması zorunlu hale getirmişti. Küslükler büyük bir hızla halledilmeye başlanmıştı. Koca dayaklarını sonlandırmak için kadınlar ön plana çıkarılmış; öz güven aşılanmıştı. En önemlisi de Fikri Sönmez’in bir yanı Gürcü oluşu nedeniyle Gürcü halk üzerinde de etki oluşturmuştu. Aleviler zaten Fikri Sönmez’in yoldaşıydı... İşte Faşist çetelerin ülkeyi kan gölüne döndürdüğü o yıllarda, yörede olaylar olmadığı halde, sanki siyasi cinayetlerin had safhada olduğu, insanların birbirlerini boğazladığı bir yer gibi gösteriliyordu Fatsa. Onun içindir ki 12 Eylül öncesi temizlik istiyordu paşalar ve maşalar... 8 Temmuz da asker sevk edildi, askerlerin bir bölümü yöreyi bilen muhbirlerdi. Vali zaten bildik Ordu valisi.. Reşat Akkaya..11 Temmuz’da saldırı başladı. Kaçabilen kaçtı.. Fikri Sönmez dahil bir çok insan tutuklandı. Et Balık Kurumunun dili olsa da konuşsa.. Böylece 12 Eylül faşist diktatörlüğüne varıldı. Dağda güz yapraklarının bile ele vermediklerini muhbirler gösterdi... Çatışmalar.. Ölü ve yaralı ele geçirmeler.. Yaralılara insanlık dışı işkenceler.. Çözülenler.. Direnenler.. Ama hep yarattıklarının korunup korunmadığını merak edenler...Yok olduğunu duyunca, görünce bir kat daha kahrolanlar.. İşte böyle bir deneyimdir Fatsa.. Ama önemli bir deneyimdir...Bizler iyi niyetimiz ve tüm çabalarımıza rağmen oluşturduğumuz güzel şeyleri savunabilmemiz için onu koruyacak mekanizmayı kuramadığımız sürece, gelirler alırlar. Çamurları yok etmek için bizimle yarışan halkımız güç karşısında geri çekilmekten bile öteye geçebilir. Tüm iyi şeyleri, öyle bir karalarlar ki, karalamalara inanlar bile şaşar kalır. Sonunda Fikri Sönmez, özgürleştirmek için uğraştığı ülkesinin bir parçasında uygulamaya koyduğu özgürlüğü tam yaşayamadan, zindanlarında tutsak edilir. Ve tutsak olarak yıldızlara uğurlanırken bile ölüm törenine müdahale edildi. bir avuç korkusuz insan ve yüzlerce çok özel timin hazır olduğu bir tören yapıldı ..Tefeciden kurtardığı Dursun cesa- ret edememiştir onu uğurlamaya...Temel yine ne yapacağını bilmeden ağlar, başını almış ellerinin arasına.. Fatma koca dayağından kendini kurtaran adamı uğurlayamamıştır örneğin... Kezban tekrar evine kapanmıştır, kadın olduğu için.. Çocuklar yine ölecektir.. İlaçsız susuz. Belediye hizmetleri fahiş fiyatlarla yapılacaktır artık. Tefecilere Ocak ve Şubat aylarında milli şuurla paralar verecektir bankalarımız.. Eylülde iki katını almak üzere üreticiye dağıtılmak için.. Şimdilerde Fatsa, ülkenin herhangi bir yerinden farksız. Karadeniz oto yolu adı altında doğa katlediliyor ses yok. AVM’ ler açılıyor sanki övünülesi bir şey gibi. Sanki dağlarından devrimci fışkıran o topraklardan eser kalmamış ..Eskiyi bilenlere zaman tünelinden birileri gelmiş ve gitmişler gibi geliyor.. İnsanın aklı almıyor...Nereye gitti o insanlar...Nerede yarattıkları uğruna can vermeyi göze alan insanlar, hepsi öldürülmedi ya.. Yaşayanlar nerede diyesi geliyor insanın.. Sanırım umut tükenince böyle oluyor,,, 12 Eylül faşizminden sonra böyle deney ve ayaklanmalar pek yaşanmadı Kürt coğrafyası dışında. Kürtler de, ölüm dışı bir olanaklarının olmadığını bildiklerinden ölümüne savaşım içine girdiler. Ama tüm isyanları barbarlık dahil tüm iğrençlikler sergilenerek bastırıldı. Ara sıra işçi eylemleri düzenlenip, Ankara yürüyüşleri örgütlendi ama hepsi geri püskürtülüp, kazanımları da daha gerilere çekerek kazançlı çıktı burjuvazi.. Hele bir de AKP iktidarı geldi ki ölü toprağının en kalını örtüldü üzerine insanların..Ta ki Gezi ayaklanmalarına dek. O da örgütlülüğümüzün en cılız dönemine denk geldiği için, barbarca bastırıldı. Çünkü bu başkaldırının amacını ona katılanların büyük çoğunluğu bilmiyordu bile.. “Artık bıktık” iç güdüsünün dışa vurumuydu başkaldırının asıl teması.. Öyle bir mecraya sokuldu ki başkaldırı, sığ bir AKP karşıtlığına kadar indirgendi. Böyle olunca da itibarsızlaştırmak kolay oldu. Öyle bir seçeneksizlik üretildi ki, böylece onun yerine konulacakların itibarı tartışılmaya başlandı. Oysa öncekilerde olduğu gibi bu, kahrolası burjuva sisteminin nefes borularına kadar tıkadığı bir tıkanıklığın patlamasıydı. O patlama- yı doğru yere evirmek örgütlülüğün üst düzeyde olmasından geçiyordu. Yine son yıllarda, batıda az da olsa Kürt bölgesinde belli bir yoğunluğa ulaşan, seçimle iş başına gelen, belediye örnekleri var. Ama bir kısım şekli farklılıklar dışında bir farklılığın olmadığı gibi, olmasına da izin verilmediği aşikar. Örneğin, Yılmaz Topaloğlu’nun Hopa’sında başkanın kapılarını açık bırakıp, herkesin sorunlarını yüz yüze almak dışında yapabildikleri tartışılır. Çamlıhemşin’de, kadınları “özgürleştirmek” için ev pansiyonculuğu kampanyası bile, ikinci dönem seçilmeye yetmez. İki ilçede de 30 Martta belediyeyi AKP kazandı. Yeni seçilen belde ve ilçe belediyeleri var yine çeşitli sol partilere ait. Ama sonunda onların da yapacakları belli. Çünkü nihai hedef olan iktidarı ele geçirmeden, bu tür kazanımları yaşayamayacakları aşikar... Bunların bize öğrettikleri, güzellikleri üretmek yetmiyor onu korumak gerek. Korumak için de taraf olup, ona göre yaşamak gerek. Bu taraf olma ilişkisi sınıf ilişkisinin ta kendisidir. Öyleyse şunu iyi bilmeliyiz ki burjuvazi kendi mevzilerini korumak için yasalar, engeller oluşturuyorsa, bu engelleri günün koşulları doğrultusunda acımasızlıklara vardırabiliyorsa, işçi sınıfı da mücadelesini bu bilinçle yapıp, mevzilerini koşullara göre korumasını bilmelidir. Bizim bu konuda bir yığın deneyimlerimiz var. Paris Komünü, Şili, Sovyetler...v.b. Bu örnekler de bize gösteriyor ki kazanımlar ideolojik ve askersel yöntemlerle korunmadığı sürece, yok oluyor. Durum buysa burjuva diktatörlüğünün karşıtı, proletarya diktatörlüğüdür. Başkaca bir yol yok gözüküyor. Sınıfsız sömürüsüz bir dünyayı oluşturmak için, öncelikli ödevimiz, ilk kazanımlarımızı koruyacak sistemi oluşturmak zorundayız. Yoksa Paris Komününün, Allende iktidarının, Sovyetler Birliğinin, hatta Fatsa’nın tadı damağımızda kalır. Dolayısıyla da Gezi’leri bir yere evirme güçlüğü çekeriz. Öyleyse Tek yol Sosyalist Devrim’dir. Başka yollar işçi sınıfının özgürleşmesini sağlayamayacaktır. Dolayısıyla da kazanımları yok etmek burjuvazi için çok kolay olacaktır. 34 “Portakal Devriminden” 2013’e Ukrayna 2 1 Kasım 2013 tarihinde devlet başkanı Viktor Yanukoviç’in AB ile imzalanan Ortaklık Antlaşmasını dondurduğunu açıklamasından sonra Ukrayna’da başlayan olayları irdeleyen bir makalenin başında, bundan 106 yıl önce Rosa Luxemburg’un »on beş – yirmi küçük burjuva entelektüelciğinin (...) kaçıklıklarından ve kendini beğenmişliklerinden başka bir şey olmayan« Ukrayna milliyetçiliğinin »uğursuz rolüne« dikkat çektiğini anımsatmakta yarar var. [1] Murat Çakır mozaiği. Günümüzde de Beyaz Rus, Rus ve Ukrayna milliyetleri nüfusun ezici çoğunluğunu oluştururlarken, geri kalan kesimi Bulgarlar, Ermeniler, Kırım Tatarları, Lehler, Macarlar, Moldovyalılar ve Yahudiler oluşturuyor – Burada Ekim Devrimi sonrasında Rusya’da gerçekleşen Yahudi Pogromlarının ezici çoğunluğunun, 1919’da Ukrayna milliyetçiliğinin babası sayılan, Bolşevik düşmanı Symon V. Petljura (1879-1927) komutasındaki Ukrayna Ordusunun hakim olduğu bölgelerde vuku bulduğunu vurgulamak gerekiyor. [2] Ukrayna Ordusu 1919 yıllarının ilk haftalarında, Kızıl Ordudan kaçarken Berdiçev, Şitomir ve Prokurow kentlerinde bir kaç saat içerisinde yaklaşık 1.700 Yahudi’yi katletmişti. Bugünkü Ukrayna milliyetçileri de Petljura’nın geleneğinden uzaklaşmadılar. En önemli özelliklerinden birisi, antisemitik olmalarıdır. Gerçekten de Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, 1991 yılında ilk kez »ulus devlet« biçimini alan Ukrayna’daki tarihsel gelişme, »ulus« ve »ulus devlet« konstrüksiyonlarının suniliğini ve »ulusal tarih« söyleminin içi boş laf salatasından ibaret olduğunu kanıtlamasının yanı sıra, güncel Ukrayna krizinin arka planını görmeye de yardımcı olmaktadır. Bu açıdan »Ukrayna ulusu« bir maDiğer yandan Ukraynaca, aynı Rusça ve saldır diyerek, Ukrayna’yı masaya yatırmaya Lehçe gibi Doğu Slav Dil Grubuna aittir. başlayalım. Rusça ile Ukraynacanın kelime hazinelerinin Aslına bakılırsa 46 milyonluk nüfusa sahip üçte ikisi aynıdır. Aradaki farklar, günümüz olan Ukrayna tam anlamıyla bir milliyetler Türkiye’sinde konuşulan Türkçe ile Azerice arasındaki farklardan büyük değildir. Ukray35 na’daki Rusça konuşan nüfus, ki sadece Doğu Ukrayna’da 15 milyon yaşıyor, Beyaz Rusya ve Rusya ile ortak tarihleri olduklarına inanırken, Ukrayna milliyetçileri Ukrayna’nın kendi »asil« tarihi olduğunu iddia ediyorlar. Zaten Ukrayna’daki krizin temel ihtilaf kaynaklarından birisi de burada yatmaktadır. ABD menşeli »Portakal Devrimi« Batı medyasının daha sonraları »Portakal Devrimi« olarak nitelendireceği 2004 başkanlık seçimlerinde Ukrayna Merkez Bankası başkanı Viktor Yuşçenko ABD’nin desteğiyle aday olmuştu. Yuşçenko ABD’ndeki Neoconların aradığı adamdı. Merkez Bankasının başındayken IMF’nin »şok terapilerini« uygulamış ve dayatmalarının yerine getirilmesini desteklemişti. IMF’nin 1994’de dayattığı program neticesinde genç Ukrayna’nın neoliberal dönüşümü büyük bir ivme kazanmış ve 1998 yılına gelindiğinde ücretler 1991’e nazaran yüzde 75 azalmıştı. Yuşçenko, bir kaç gün içerisinde ekmek fiyatının yüzde 300, elektrik birim fiyatının yüzde 600 ve otobüs-tramvay biletlerinin yüzde 900 pahalılaşması ile başlayan programın en önemli savunucusuydu. and Development Corporation« (RAND) adlı düşünce kuruluşu, [3] Washington’daki tanınmış »Rock Creck Creative« reklam şirketiyle birlikte Yuşçenko’nun seçim kampanyasını örgütlediler. RAND, arı sürülerinin hareketlerini araştırmış ve sonuçlarını yeni kitle iletişim araçlarına uyarlayarak, rejim değişikliği taktiği olarak sivil protestoların nasıl örgütleneceğine dair konseptler hazırlamıştı. Aynı şekilde renklerin kitle psikolojisi üzerindeki etkisini araştırmış ve reklam ajansına portakal renginin seçim kampanyasında kullanılmasını görevini vermişti. Nitekim Yuşçenko’nun web sayfasından, flama ve posterlere kadar bütün propaganda malzemelerinde portakal rengi kullanılıyor ve Batı basını »Portakal Devrimini« icat ediyordu. RAND’ın geliştirdiği kampanyanın koordinasyonunu ise, daha önce Özbekistan’da görev yapıp (Afganistan savaşı için büyük önem taşıyan ABD üssünün kurulmasında rol oynamıştı), 2003 Mayıs’ında Ukrayna ABD büyükelçiliğine getirilen John Herbst üstlenmişti. 2004 Ekim ve Kasım’ında yapılan seçimlerde Yanukoviç az farkla Yuşçenko’nun önünde olunca ve seçimlere hile karıştırıldığı iddiaları ortaya çıkınca, olaylar patlak vermiş ve 26 Yuşçenko’nun ABD ile olan ilişkilerini Aralık 2004’de tekrarlanan seçimleri Yuşçensağlayan en önemli kişi, Chicago doğumlu ko kazanmıştı. [4] bir ABD vatandaşı olan eşiydi. Katerina YuşO günlerde Pravda gazetesi, ABD yönetiçenko Reagan ve (baba) Bush hükümetlerinde minin Ukrayna seçimleri için 20 milyon Dolar çalışmış ve Ukrayna’ya »US-Ukraine Foun- harcadığını belirtiyordu. Sahiden de George dation« temsilcisi olarak gelmişti. Bu vakfın Soros tarafından finanse edilen »Open Society yönetiminde ise dönemin (özellikle George Institute«, CIA başkanı James Woolsey’in yöW. Bush yönetiminin) en etkin cumhuriyetçi netiminde olan »Freedom House«, »National şahinlerinden Grover Norquist oturmaktaydı. Republican Institute«, »National Democratic Ukrayna’nın NATO ve AB üyesi olmasını sa- Institute« ve »US-Ukraine Foundation« gibi vunan Yuşçenko’nun şahsında bulunan başkan ABD’li »sivil toplum örgütleri« Ukrayna seadayı, Neoconlar için tam anlamıyla biçilmiş çimlerinde olağan üstü gayret sarf etmişlerdi. kaftandı. Toplam 12 bin Batılı seçim »gözlemcisinin« II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve çoğunluğu ABD’li »sivil« örgütlerden göndeABD ordusuna danışmanlık yapan »Research rilmişti. 36 2005 Ocak’ında başkan ilân edilen Yuşçenko’nun ilk icraatı, Avrupa’ya giden Rus doğal gaz boru hattını kapatmak oldu. Ardından neoliberal dönüşüm adımlarını hızlandırdı ve ABD’ye yakın duran Gürcistan başkanı Michail Saakaşvili ile işbirliğini derinleştirdi. Beş yıllık Yuşçenko iktidarında Ukrayna hızla iktisadî ve siyasî kaosa sürüklendi. Nitekim 2010 başlarında yapılan başkanlık seçimlerinde »Portakal Devriminin« pohpohlanan »kahramanı« Yuşçenko, sadece yüzde 5,45 oy alabildi ve siyaset sahnesinden silindi. [5] Ukrayna’nın jeopolitik önemi Ukrayna, ki sadece haritaya bakmak bunu görmek için yeterli olur, ABD’nin iki kutupluluğun sona ermesinden bu yana sürdürdüğü küresel stratejiler için kilit önem taşıyan ülkeler arasındadır. ABD, »Full Spectrum Dominance« adlı programı ile Rusya’yı müttefik ülkelerle kuşatmayı ve Rusya’nın askerî gücünü zayıflatmayı, hatta mümkünse tamamen bertaraf etmeyi hedefliyordu. Plan, Polonya’dan Ukrayna ve Gürcistan’a kadar NATO üyesi ülkelerden oluşan bir yayı öngörmekteydi. Nitekim 1999’da Polonya, Çek Cumhuriyeti ve Macaristan, 2004’de Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 2009’da ise Arnavutluk ve Hırvatistan NATO üyeliğine alındılar. [6] feshetmeyi düşündüğünü« açıklamıştı. Ama »Kafkasya Savaşı« Gürcistan’ın NATO’ya üye edilme planlarını suya düşürdü. Çünkü Rusya’nın doğal gazına gereksinimi olan AB, özellikle Almanya, Gürcistan’ın »NATO üyeliği için yeterince olgun olmadığı« gerekçesiyle, desteğini çekmişti. Buna rağmen Rusya ve Orta Asya’dan Avrupa’ya nakledilen doğal gaz ve petrol boru hatlarının yüzde 80’inin Ukrayna’dan geçmesi gerçeği ve Yuşçenko’nun boru hatlarını kapatarak Rusya-Ukrayna arasında derin bir krize yol açmış olması, AB’nin Ukrayna ile olan ilişkilerini derinleştirmesine yol açtı. Diğer yandan Ukrayna, bilhassa Doğu Avrupa için devasa bir tahıl ambarı konumunda. Ukrayna topraklarının yüzde 56’sını oluşturan ve »Çoronozem« olarak adlandırılan »siyah topraklar« dünyanın en verimli arazileri olarak kabul edilmektedir. [7] Dnjepr ve Dnjestr nehirleri arasındaki bölge, »siyah toprakların« 500 kilometrelik bir genişliği bulmasıyla dünyada emsalsiz bir tarım arazisini oluşturmaktadır. Bu nedenle Ukrayna, ABD ve AB’nin ardından ve Rusya ile Kanada’nın önünde dünyanın üçüncü büyük tahıl ihracatçısı olabilmiştir. Monsanto, Cargill, AMD ve Kraft Foods gibi uluslararası gıda tekellerinin Ukrayna ilgisi ve önce Yuşçenko, ardından diğer Batı taraftarı siyasî grupları desteklemelerinin Ukrayna aynı şekilde Rusya’nın stratejik ardında bu gerçek yatmaktadır. çıkarları için de büyük önem taşıyordu (ve Ancak bu bölge, yani Doğu Ukrayna, hâlen taşıyor). Rusya’nın Karadeniz filosunun ağırlıklı olarak Rus milliyetinin yaşadığı ve ana karargâhının 1783’den beri Sivastopol’de olduğu biliniyordur. Ukrayna, »ulusal« bağım- Ukrayna’nın en yoğun nüfuslu bölgesidir. sızlığını kazanmasının ardından Rusya ile im- Aynı zamanda kömür, çelik ve metal sanayileri zaladığı ikili antlaşma ile Rus deniz kuvvetle- ile üniversitelerin yoğunlaştığı bir merkezdir. rine Sivastopol ve Odesa limanlarını kullanma Ukrayna milliyetçiliğinin en az etkin olabildihakkını vermişti. Bu önemli antlaşma 2017’de ği bu bölgede, özellikle Donbass Havzasında yenilenmek zorunda. 2008 Ağustos’unda Rus- zengin hammadde kaynakları bulunmaktadır. ya ve Gürcistan arasında beş gün süren »Kaf- Sadece Donbass Havzasında 109 milyar ton kasya Savaşı« esnasında Yuşçenko verdiği bir kömür, doğal gaz ve petrol rezervlerinin budemeçte, ikili antlaşmayı »süresinden önce lunduğu tahmin edilmektedir. Kısacası Ukray37 na, uluslararası tekellerin gözlerini diktikleri milliyetinin yaşadığı Doğu Ukrayna’da Vikönemli bir hammadde pazarı ve Avrasya’nın tor Yanukoviç, Batı Ukrayna’da ise Julija Tihakimiyetine açılan ciddi bir piyasa kapısıdır. moşenko birinci sırayı alıyorlardı. Nitekim Ukrayna’nın jeopolitik, jeostratejik ve jeoe- seçimleri Yanukoviç yüzde 48,95 oyla, yüzde konomik önemi, George W. Bush yönetiminin 45,47 oy alan Timoşenko’nun önünde kazanYuşçenko’yu büyük bir çaba ile desteklemesi- dı. Yanukoviç 25 Şubat 2010’da başkanlık yenin temel nedenidir. Yuşçenko, ülkesinin neo- minini okudu. liberal dönüşümünü hızlandırmanın yanı sıra, Batı basını Yanukoviç’i »Moskova’nın Ukrayna’yı NATO kuklası« olarak üyesi yapacak ve nitelendirse de, ilk O günlerde Pravda gazetesi, böylece ABD’nin resmî ziyaretini ABD yönetiminin Ukrayna Rusya’yı (ve uzun Brüksel’e yapan vadede Çin’i de) Yanukoviç, ekoseçimleri için 20 milyon Dolar kuşatma planının nomi politikalarınharcadığını belirtiyordu. Sahiden gerçekleşmesine da Yuşçenko’dan de George Soros tarafından önemli bir katkı farklı bir siyaset izlemeyeceğini sunacaktı. Ancak, finanse edilen »Open Society gene ABD yardıgöstermişti. AnInstitute«, CIA başkanı James mıyla (»Gül Devcak Yuşçenko’dan Woolsey’in yönetiminde olan rimi«) iktidara gefarklı olarak üllen Saakaşvili’nin keyi, ki destekçi»Freedom House«, »National Güney Osetya ve Republican Institute«, »National si olan Ukraynalı Abhazya’yı fethetoligarkların isteDemocratic Institute« ve »USmeye kalkışması, ği doğrultusunama bir kaç gün Ukraine Foundation« gibi ABD’li da, hem AB ile, içerisinde Rus or- »sivil toplum örgütleri« Ukrayna hem de Rusya ile dusu karşısında uyumlu bir ilişseçimlerinde olağan üstü gayret büyük bir bozguki içinde tutma sarf etmişlerdi. Toplam 12 bin Batılı na uğraması, bu sinyalini vermiş, planın sonunu ha- seçim »gözlemcisinin« çoğunluğu ama aynı zamanzırlayan ilk adım da Ukrayna’nın ABD’li »sivil« örgütlerden oldu. Rusya başaNATO üyesi olma gönderilmişti. rılı bir taktik uygusürecini bitirmişti. lamış ve AB ülkeYanukoviç ayrıca Rusya’ya Ukrayna lerinin Gürcistan veya Ukrayna’nın NATO üyelikleri için Rusya limanlarını kullandıran antlaşmayı uzatmayı ile askerî bir ihtilafı göze alamayacaklarını iyi istediğini de vurguluyordu. hesaplamıştı. Yanukoviç’in başkan olmasıyla ABD’nin Rusya’yı müttefik ülkelerle kuşatma stratejisine büyük bir darbe vurulmuş oldu. Gürcistan’ın 17 Ocak ve 7 Şubat 2010’da yapılan baş- NATO üyesi olamaması, Beyaz Rusya başkanı kanlık seçimleri, Ukrayna’daki toplumsal Aleksander Lukaşenko’nun Ukrayna ve Gürbölünmeyi açık bir şekilde kanıtlıyordu. Rus cistan benzeri bir »ithal devrime« olanak tanı- Yanukoviç dönemi 38 maması ve sonucunda Ukrayna’nın nötralize edilişi, orta vadede Rusya’nın lehine olan bir jeopolitik konstellasyonu ortaya çıkartmıştı. Dahası, Yanukoviç Batının en önemli silahlarından olan Julija Timoşenko hükümetini istifaya zorlamıştı. »Doğal gaz prensesi« olarak adlandırılan Timoşenko, Yuşçenko döneminde başbakan olmadan önce, Ukraynalı enerji tekeli »United Energy Systems«in yönetim kurulu başkanıydı. Rusya, Timoşenko’nun gerek şirketin başındayken, gerekse de başbakanlık döneminde büyük miktarda çalıntı Rus doğal gazını Batıya sattığı ve yolsuzluklara bulaştığı suçlamasını yapıyordu. Alman basını ise 2007’de Timoşenko’nun yüzlerce milyon Dolarlık mal varlığına dikkat çekmekteydi. 1960 doğumlu Timoşenko’nun 1992 yılında doğal gaz ve petrol sektöründe iş hayatına atıldığı düşünülürse, bu kadar kısa zamanda böylesi bir mal varlığına sahip olabilmesi, yolsuzluk suçlamalarının gerçeğe yakın olduğunu göstermektedir. Nitekim Ukrayna başsavcısı 20 Aralık 2010’da görevini suiistimal ve yolsuzluk suçlamasıyla dava açmış ve mahkeme Timoşenko’yu 11 Ekim 2011’de görevini suiistimal etmekten yedi yıl hapse mahkum etmişti. Diğer yandan Yanukoviç’in de pek temiz yakalı olduğu söylenemez. Yanukoviç’in en önemli destekçileri hâlen Ukraynalı oligarklar. Ukrayna’nın en zengin adamı olduğu söylenen Rinak Ahmetov ve »RosUkrEnergy« tekelinin sahibi Dimitri Firtash gibi Ukraynalı milyarderler, önemli bir rakipleri hâline gelmiş olan Timoşenko’ya karşı (Timoşenko başbakanlığı döneminde Firtash’ın ticari faaliyetlerini yasaklamıştı) Yanukoviç’i desteklemişlerdi. Nitekim Yanukoviç yeniden iktidara gelir gelmez kapitalist restorasyon ve neoliberal dönüşüm politikalarına hız kesmeden devam etti. AB ile yapılan antlaşmalarla dikte edilen 39 tasarruf tedbirleri ile halkın yoksullaşması had safhaya ulaştı. 2012 parlamento seçimlerinden başkanı olduğu »Bölgeler Partisinin« zaferle çıkmasından ve Rusya’nın malî yardımlarını artırmasından sonra, AB ile olan ilişkileri revize etmeye başlayan Yanukoviç, bu politikasıyla ülke ekonomisinin yüzde 85’ini kontrol eden oligarkların bir kesiminin tepkisini üzerinde topladı. Batı yeniden sahnede Aslına bakılırsa 2013 sonunda başlayan ve Batı basını tarafından »spontane eylemler« olarak lanse edilen olaylar, »Portakal Devriminden« bu yana mütemadiyen devam ettirilen bir kampanyanın sonuçlarıdır. Kampanya Yuşçenko başkanlığında ve Timoşenko hükümeti döneminde Batı yanlısı politikalar, yolsuzluklar ve yoksullaşmadan bunalan Ukrayna halkı tarafından reddedildiğinden, başarısız olmuştu. ABD ve AB bu duruma Ukrayna’nın toplumsal bölünmüşlüğü ile Ukrayna milliyetçiliğini kullanarak yanıt verdiler. Timoşenko’nun partisi, Alman CDU’sunun politik vakfı olan Konrad Adenauer Vakfı’nın desteğini alan eski boksör Vitali Kliçko’nun kurduğu parti ve bilhassa Batı Ukrayna’da yoğun taraftarı olan faşist »Özgürlük Partisi« [8] ABD ve AB’nin sıkı işbirliğine girdiği siyasal formasyonlar oldular. Bu partiler, 2012 seçimlerinden sonra parlamento çalışmalarını engellemek için her oturumda kavga çıkartıyorlardı. Aynı zamanda birlikte örgütledikleri »Ukrayna uyan« kampanyası çerçevesinde, çeşitli kentlerde protesto mitingleri düzenlemeye başladılar. Başlangıçta az sayıda insanın katıldığı mitinglerin en büyüğü 2013 Mayıs’ında 50 bin kişilik Kiev mitingi oldu. Mitingler genellikle Ukrayna’nın AB üyesi olmasını isteyen talepler çerçevesinde örgütleniyordu, ama yolsuzluk ekonomisine duyulan tepkilerin etnikleştirilmesi ile birlikte, milliyetçi ve faşist akımların etkisi altına giriyorlardı. Protestoların giderek kitleselleşmesinin nedeni ise ülkenin içine düştüğü derin ekonomik krizdi. Ekonomik durgunluğun, hatta gerilemenin yanı sıra borçlanma ve cari açık önemli ölçüde artıyor, ücretler ise sürekli düşüyordu. Bu gelişme bugün de derinleşerek devam etmekte. Zaten bu nedenle milyonlarca Ukraynalı yıllardan beri yurt dışında (Rusya’da inşaat sektöründe, Polonya’da meyve bahçelerinde veya İtalya’da sağlık alanında) çalışmak zorunda kalmıştı. Doğal olarak hükümete yönelik olan tepki, AB’ci mitinglerin kitleselleşmesine neden oluyordu. Ülke böylesi bir durumdayken Rusya, hükümet üzerinde AB Ortaklık Antlaşmalarını feshetmesi için baskı kurma amacıyla Ukrayna’nın Rusya’ya yönelik ihracatını zorlaştıran bir dizi tedbirler aldı. Keyfî gümrük kontrolleri ve Ukrayna ürünlerine getirilen yeni yükler, Ukrayna hükümeti ve halkına, ülkenin Rusya’ya ne denli bağımlı olduğunu gösteriyor, bu da özellikle Batı Ukrayna’daki Rus karşıtı milliyetçi akımları destekleyen bir toplumsal iklime yol açıyordu. Diğer yandan AB ile yapılan Ortaklık Antlaşması da daha çok AB lehine olan adımları içermekteydi. 800 sayfayı bulan antlaşma, Ukrayna vatandaşları için vize kolaylığını bile öngörmezken, Ukrayna yasalarının olduğu gibi AB hukuk çerçevesine uyarlanmasını ve sermaye ile ürün trafiğinin tek yanlı olarak açılmasını dayatıyordu. AB 2008’den beri Ukrayna’nın AB’ne yakınlaştırılması siyasetine ağırlık vermişti. Bunun için bir »AB Doğu Komşuluk Politikası« icat edilmiş, özel fonlar kullanıma açılmış ve »sivil toplum örgütlerine« proje paraları akmaya başlamıştı. Bu politikanın hedefi elbette Ukrayna’yı Rusya’nın etki alanından çekip, AB’nin etki alanına sokmaktı. Ancak Rusya da boş durmuyor, aynı şekilde etnik sorunları kaşıyor ve tarihsel-coğrafî bağımlılığı kendi lehine derinleştirmeye çalışıyordu. İki taraf ta Ukrayna hükümetini, kendi tarafı için karar vermeye zorluyordu. Sonucunda Yanukoviç, sınırları AB ürünlerine açmanın zaten zor durumda olan Ukrayna ekonomisini iflasa sürükleyeceğini görerek, anlaşılır bir karar aldı ve AB Ortaklık Antlaşmasını dondurduğunu açıkladı. Akabinde, 2013 Aralık’ında Rusya ile yapılan bir dizi ticaret anlaşması ve Rusya’nın kısa vadede 15 milyar Dolar değerinde Ukrayna devlet tahvili satın alması, bu karar için kolaylaştırıcı rolünü oynuyordu. Bu aynı zamanda 2015’de yapılacak olan başkanlık seçimlerine kadar devlet bütçesi için bir rahatlama anlamına da gelmektedir. Yanukoviç’in aldığı ve protestoların başlamasına neden olan karar, her ne kadar AB’den uzaklaşma gibi görünse de, Yanukoviç ve Ukrayna sermayesi AB kapısını kapatmaya niyetli değil. Bir kere Ukraynalı oligarkların en büyük korkusu, Rusya’daki oligarkları kontrol altına alan Putin’in Ukrayna’da benzeri bir sürece yol açmasıdır. Diğer yandan nakit paralarının önemli bir bölümü Batı Avrupa bankalarında güvence altında. Aynı zamanda Yanukoviç’in kendisi de benzer bir durumda: 4 Ocak 2014 tarihli Junge Welt gazetesi, Yanukoviç’in oğlunun yaklaşık 600 milyon Dolarlık bir serveti biriktirdiğini ve akrabalarının da benzer bir zenginleşme içerisinde olduğunu bildiriyordu. Sonuç itibariyle, Yanukoviç de yolsuzluk ve zenginleşme konusunda selefi Yuşçenko veya rakibi Timoşenko’dan farklı değil. Tekrar başa dönecek olursak: Ukrayna, çağımızın vebası milliyetçiliğin içten içe kemirdiği ve muhtemelen uzun bir süre etnik ihtilaflardan kurtulamayıp, küresel çıkar kavgalarının kurbanı olacak bir coğrafya. Ne »Maidan« meydanını dolduran kalabalık ve 40 öncüleri durumundaki milliyetçi partiler, ne Yanukoviç yönetimi ve destekçisi sermaye güçleri, ne de ABD, AB ve Rusya ülkenin demokratikleşmesi ve sosyal adaletin tesis edilmesiyle alakadarlar. Hiç birisi emekçi halkın içinde bulunduğu sefaleti düşünmüyor bile. Batı medyası ise, halkın haklı tepkilerinin üstünü örten aşırı milliyetçi ve faşizan gürültüyü duymak istemiyor, aksine bu gürültüyü »demokrasi talebi« olarak pazarlıyor. kurmaya zorlanabilir veya başkanlık seçimlerini öne çekerek, iktidarını korumaya çalışabilir. Ama öyle ya da böyle; tek belli olan, milliyetçiliğin ve sermaye devletinin tüm milliyetleriyle Ukrayna halkının geleceği ile ilgili olarak uğursuz bir rol oynamaya devam edecekleridir. [1] Rosa Luxemburg: »Rus Devrimi Üzerine«, alıntı: Jörn Schütrumpf tarafından derAynı şekilde protestoların sınıfsal bileşimi lenen »Rosa Luxemburg ya da: Özgürlüğün göz ardı ediliyor: 2013 Aralık’ında yapılan bedeli« başlıklı çalışmadan, Karl Dietz Verlag, bir araştırma, protestocuların yüzde 40’ının Berlin 2008, S. 71. kendilerini »akademik orta katmanlar« olarak [2] Bkz.: http://de.wikipedia.org/wiki/Gescnitelendirdiklerini, yüzde 18’inin üst düzey hichte_der_Juden_in_Russland yönetici, yüzde 10’a yakın bir kesiminin »giri[3] Bkz.: de.wikipedia.org/wiki/RAND_ şimci«, ama sadece yüzde 9’luk bir kesiminin işçi olduğunu ortaya çıkardı. Genel grev çağ- Corporation rısının yankısız kalması, çalışan kesimlerin [4] Bkz.: http://de.wikipedia.org/wiki/ meydanlardan uzak durduğunu gösteriyor. [9] Präsidentschaftswahlen_in_der_Ukraine_2004 Protestocuların ezici çoğunluğu ise Batı Uk[5] Bkz.: http://de.wikipedia.org/wiki/ raynalı. Şiddet uygulayanlar da faşist partilePräsidentschaftswahlen_in_der_Ukraine_2010 rin üyeleri. [6] Bkz.: http://de.wikipedia.org/wiki/NAProtestonun »önderleri« 2014 Ocak sonunTO-Osterweiterung da Münih’te yapılan ve silahlanma lobilerinin [7] Bkz.: http://de.wikipedia.org/wiki/Geogen önemli toplantılarından sayılan »Münih raphie_der_Ukraine Güvenlik Konferansında« birer kahraman gibi karşılandılar. Yanukoviç yönetiminin »süt [8] Özgürlük Partisi ile ilgili daha geniş bildökmüş kedi« olmadığı malum. Ama »protes- gi için bkz.: Witali Atanassow, »Ukrayna Özto kahramanlarının« da birer demokrat olma- gürlük Partisi’nin üç kaynağı – Milliyetçilik, dıkları çok açık. Sırtlarını kime yasladıkları yabancı düşmanlığı ve sosyal sorun« başlıklı ise belli: Aralarında ABD dışişleri bakanı John makale. Alıntı: Murat Çakır (Derl.), »NeoliKerry ve çok sayıda AB ülkelerinin bakanları beralizmin egemenlik aracı: Sağ Popülizm – ile uluslararası tekellerin temsilcilerinin bu- Avrupa’daki sağ popülist parti ve hareketler«, lunduğu salonda uzun uzun alkışlanan Kliçko, 2012, S. 49-54, http://www.kozmopolit.com/ toplantı sonrasında, »konferanstan şimdiye sagpop1.pdf kadar olmadığı kadar güçlenmiş olarak ayrı[9] Bkz.: http://jungewelt.de/2014/01lıyorum, çünkü dostlarımın desteğini aldım« 06/020.php diyordu. [10] [10] Bkz.: http://www.spiegel.de/politik/ Ukrayna’daki güncel gelişmelerin nasıl bir ausland/ukraine-klitschko-auf-der-muenchneryol alacağı henüz belli değil. Yanukoviç isti- sicherheitskonferenz-a-950607.html faya veya tüm partilerden oluşan bir hükümet 41 İslam Devleti: ABD’nin Yarattığı canavar K öktendinciliğin yükselişi, kesinlikle ABD emperyalizminin her zaman önemli bir rol oynadığı modern bir olgudur. İslam Devleti bunun istisnası değildir. Jerome Roos, ROARMAG.org ABD öncülüğünde saldırıya uğraması ve işgalinin bıraktığı boşlukta ön plana çıktılar. ABD 2003’te Saddam Hüseyin’i devirdiğinde, devlet aygıtını sadece onun Baasçı müttefiklerinden temizlemekle kalmadı, Saddam’ın kendisinin de bir parçası olduğu bütün Sünni azınlığı tasfiye etti. En dramatiği de, çoğunluğu Sünni olan ordunun büyük kısmı, savaş deneyimine sahip binlerce öfkeli genç erkeği, hiçbir ödeme yapılmadan ve ülkenin Şiiler’in egemen olduğu, ABD destekli yeni siyasi kuruluşu üzerinde herhangi bir anlamlı etkileri olmayacak şekilde bırakarak dağıtıldı. Eski adı IŞİD olan İD - - İslam Devleti’nin cihatçı militanları vahşice kafirlerin kafalarını kesip yüz binlerce insanı güvenlikleri için kaçmaya zorlayarak, Suriye ve Irak’ta saldırılarını sürdürürken, Batı’da birçokları hala hızla tırmanan çatışmaları Sünniler ve Şiiler arasında bir mezhep kavgasına ya da Müslümanlarla diğer herkes -- İslam ve diğer dinler arasında, İslam ve inançsızlar arasında veya İslam ve modern O zamanlar pek çok gözlemcinin açıkdünya arasında bir çatışmaya indirgemekte çok ça görebildiği gibi, ABD işgali böylece koristekli davranıyorlar. Ancak, kendi uygulamaları ve ideolojik söy- kunç bir geri tepme için sahneyi hazırlamış lemleri bir yana, İslam Devleti’nin köktendin- oldu. Saddam’ın eski Sünni askerlerinin çoğu ciliği aydınlanmamış bir dini geçmişten gelen ABD işgaline karşı cihatçı isyana katılarak, El bir tür barbar kalıntısı değildir. İslami kökten- Kaide’ye - daha önce söz etmeye değer hiçbir dincilik Avrupa’da ortaya çıkmakta olan faşizm gerçek etkisinin olmadığı bir ülke olan- Irak’ta gibi, kesinlikle modern bir olgudur ve modern yeni bir dayanak sağladılar. Arkasından yüz tarihte nereye bakarsak bakalım, Batılı güçlerin binlerce Iraklıyı öldüren ve daha çok radikalher zaman İslam köktendinciliğinin yükselişin- leşmeye zemin hazırlayan kanlı mezhep çatışde önemli bir rol oynadığını görebiliriz. İslam maları, Irak devletinin, işgal güçlerinin elinde istikrarsızlaşmasının nedeni değil, sonucu idi. Devleti bir istisna değildir. Gerçekten, ABD işgali ile Irak’ta İslami İslam Devleti’nin cihatçıları ve daha önce köktendinciliğin yükselişi arasındaki ilişki, ortaya çıkmış olan gruplar ilk olarak Irak’ın 42 birçoklarının sandığından daha doğrudan bir ilişkidir. Geçen hafta, New York Times İD’nin, kendisini İslam dünyasının halifesi ilan eden acımasız lideri, Müslüman din adamı Ebu Bekir el-Bağdadi’nin özgeçmişini anlatan ilginç bir makale yayınladı. Makalede, “Bağdadi’nin yükselişinin her adımda ABD’nin Irak’a müdahalesiyle şekillendiği, – mücadelesini körükleyen ya da yükselmesine yol açan siyasi değişikliklerin çoğunun, doğrudan Amerikan’ın bazı eylemlerinden doğmuş olduğu kaydediliyordu.” ABD ordusu 2004 yılı başlarında Bağdadi’yi Felluce’de ilk kez tutukladığında, bir “sokak eşkiyası” olduğu düşünülmüştü. Fakat, Irak istihbarat servisi için Bağdadi’nin geçmişini araştırmış olan Iraklı akademisyen Hişam elHasimini’ye göre İslam Devletinin lideri bir ABD cezaevinde geçirdiği beş yıllık hapis cezası sırasında bir radikalleşme süreci geçirdi. Times, bu süreci şöyle anlatıyor: “Sapına kadar Iraklı” <olan Bağdadi’nin, Ç.N> “ aşırı ideolojisi Amerikan işgalinin potasında bilenmiş ve işlenmişti.” di mevcudunu önemli ölçüde arttırdığı, Özgür Suriye Ordusunun kökünü kazıdığı, Kürt direnişini kuşattığı ve kendi kendine yeterli, devlet benzeri bir yapı olarak temellerini sağlamlaştırma çabalarında ve daha sonraki kampanyalarında yaşamsal önem taşıdıkları kanıtlanan çeşitli ek gelir kaynakları elde ettiği yer, Suriye oldu. Bu arada IŞİD, Şii karşıtı kimliğini tüm dünyaya sergilerken, ABD’nin bölgedeki başlıca müttefiklerinden biri olan Suudi Arabistan’dan fazlaca cömert mali destek aldı. Diğer Körfez ülkeleri - Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri - - de doğrudan ya da dolaylı olarak Suriye’de, resmi El Kaide’nin ülkedeki kolu ve IŞİD’dan sonra ikinci büyük hizip olan ElNusra Cephesi gibi çeşitli aşırılık yanlısı grupların finanse edilmelerine katıldılar. Fakat üst düzey bir Katarlı yetkilinin doğruladığına göre, “IŞİD bir Suudi Arabistan projesidir.” Uzun süre Ortadoğu muhabirliği yapmış olan Patrick Cockburn, “Suudi Arabistan’ın, üzerindeki kontrolü hızla kaybettiği bir Frankenstein canavarı yaratmış olduğunu” belirtiyor. ABD’nin aşırılık yanlısı gruplara verdiği tarihsel destek– bunların en önemlisi Afganistan’da komünizme karşı mücadele eden mücahitlere sağladığı destek idi ve bu destek doğrudan Taliban ve El Kaide’nin yükselişinin önünü açmıştı -- göz önüne alındığında, ABD’nin IŞİD’in yükselişine doğrudan katkı sağlamış olması bir sürpriz değildir. Aslında, Cumhuriyetçi Senatör John Mc Cain de dahil olmak üzere ABD’nin önde gelen temsilcileri aktif bir biçimde Suriye muhalefetini desteklemeleri ve Esad’ı devirmeleri için müttefiklerine baskı yapmaktadırlar. Mc Cain en son Şubat 2014’de “Suudiler ve Prens Bandar ve bizim Ancak dünyanın İslam devletine duyduğu Katarlı dostlarımız için Tanrıya şükürler olen hastalıklı hayranlık, onun yıldırım gibi iler- sun,” diye haykırıyordu. (Prens Bandar, Suudilemesi ve geçen Haziran ayında Irak’ın batısın- lerin IŞİD’in finansmanının arkasındaki irtibat daki vahşet kampanyasından kaynaklanmasına noktası olduğu iddia ediliyor.) Aynı zamanda, bölgedeki diğer bir önemli rağmen, - dünya büyük ölçüde öte yana bakarken - bu cihatçı grubun stratejik bir mevzi kaza- ABD müttefiki ve NATO üyesi Türkiye, Sunarak, ılımlı İslamcı grupları tasfiye edip, ken- riyeli isyancıların Türk topraklarından yararDaha sonraki yıllarda, Bağdadi, çevresini - radikal İslamcı kimliğine sahip olmamalarına rağmen - Saddam’ın Baas partisinin eski üyeleriyle doldurdu ve kendi cihatçı ordusuyla, vergilendirdiği (veya gasp uyguladığı) bölgeleriyle, Suriye’de (ve şimdi Irak’ta ) ele geçirmeyi başardığı alanlardan gelen kendi petrol gelirleriyle ve kendi kontrolü altındaki bölgelerde giderek artan ( yerel ulaşım ve dini eğitim gibi) kendi kamu hizmetleriyle, devlet benzeri bir yapı, isyancı bir hareket ve Irak’taki (İŞID’ın öncülü) El Kaide’nin kurulmasında radikal İslamcıların kilit bir müttefiği olarak ortaya çıktı. 43 bir yıl sonra kendisini Irak’a geri dönmüş, kendi emperyal talihsizliklerinin doğurduğu aşırılık yanlısı bir düşmanın ilerlemesini önlemek için-- bir zamanlar sekiz yıllık işgal sırasında Irak ordusuna sağlamış olduğu ve batı Irak’taki terk edilmiş üslerde IŞİD’in eline geçen -- kendi tanklarını, kendi topçu silahlarını ve kendi zırhlı personel araçlarını bombalarken buluyor. ABD ve müttefikleri bir kez daha, artık kontrol edemedikleri bir canavar yaratmışlardır. Bir Büyük ölçüde Körfez finansmanı ve yaban- kez daha, bunu ortadan kaldırmayı denemek cı savaşçıların akın etmesiyle güçlendirilen, için savaşmak zorundadırlar. Ve bir kez daha, Türkiye’nin çok gerekli olan gerideki üssü ve muhtemelen bu süreçten, daha da büyük bir karışıklık yaratmış olarak çıkacaklardır. lanmalarını sağladı ve Avrupa, Avustralya ve ABD’den gelen dışlanmış genç Müslüman erkeklerin oluşturduğu Batılı cihatçıların Suriye’deki yoldaşlarına katılabilmeleri amacıyla 500 millik sınırını açarak IŞİD için önemli bir aktarma noktası oldu. Sürekli dolaşan söylentilere göre Türkiye istihbarat servislerinin başkanı ve Başbakan Erdoğan’ın önemli bir sırdaşı olan Hakan Fidan ülkenin IŞİD’e sağladığı örtülü destekten bizzat sorumludur. geçiş yolunu sağlaması ve Obama yönetiminin demokratik Suriye direnişini desteklemeyi reddetmesiyle IŞİD ılımlı muhalefeti hızla yok ederek Suriye devriminin son kalan mevzilerini ele geçirerek, güçlü bir şekilde Suriye’deki başlıca isyancı grup haline geldi ve kendisini, Irak’a yönelerek, herhangi ciddi bir direnişle karşılaşmadan doğrudan Tikrit’e kadar ilerleyebilecek kadar güçlü görmeye başladı. *Jerome Roos Avrupa Üniversite Enstitüsü’nde Uluslararası Ekonomi Politik araştırmacısı ve ROAR Dergisi kurucu editörüdür. Bu makale TeleSUR English için yazmış olduğu haftalık köşe yazısının bir parçasıdır. Şimdi, tarihin en büyük ironilerinden birinde, Amerika Birleşik Devletleri, ilk işgalden on 44 OKURLARDAN Haydi Rojava ile Dayanışmaya ! I ŞİD’in Kobani’ye saldırısına karşı, savaşanlara destek ve dayanışma için Mersin ve diğer illerden giden yüzlerce kişiyle birlikte 17.07.2014 Perşembe gecesi beş otobüsle Mersin’den Urfa’ya hareket ettik. Bulunduğumuz otobüsteki insanların çoğunu tanımıyordum. Ancak nereye ve ne amaçla gittiğimizi bildiğimden, kaynaşmakta zorluk çekmedik. Yolculuk esnasında yapılan sohbetlerde genel olarak düşünsel ortaklıklarımız olduğu gerçeğini doğal olarak farkettim. Ancak yaşamın içinde ve saldırı karşısında insanların bu düşüncelerini ne kadar içselleştirdiklerini, ya da içselleştiremediklerini de gördüm. Neydi bu genel olarak değerlendirdiğim düşünceler? Orta-Doğu ve Mezopotamya’da birbirimizin kültürüne, değerlerine sahip çıkmak ve yıllardır yok sayılan kadim bir halkın var olma mücadelesine katkı için oradaydık. Rojava Orta-Doğu Halklarının birliğinin birinci basamağı olması nedeniyle önem taşımaktadır. Türkiye, Kürdistan ve OrtaDoğu işçi sınıfı ve halklarının umudunun ayakta kalması adına Rojava Devrimine destek verdik. Otobüsler durdu. Özel araçlarıyla gelenler de vardı. Türkiye’de çöl de varmış! Ama oranın halkı yer yer çöle hayat vermiş. Fıstık ağaçları ve dolmalık biberler yetiştirmeyi bilmişler. Yaklaşık üç kilometrelik mesafeyi kortej olarak sloganlar eşliğinde yürüdük. Orada oluşumuzun bölge halkına ve direnenlere verdiği moral gücün yoğunluğu elle tutulacak gibiydi. Mersin’den giden grubun içindeki Söz ve Eylem okurları olarak görev üstlendik. Müdahale45 M. Kızıl lerde 50 dolayında direnişçi yaralandı. Sağlıkçı olarak görev yapan yoldaşımız olanaksızlıklar içinde yaralıları tedavi ederken ve yaraları dikerken, elinde sadece iğne ve iplik vardı. Daha sonra gelen ambulans ve tıbbi malzemelerle yoldaşımız direnişçileri tedavi ettiği gibi, orada bulunduğumuz kısa süre içinde olabildiği kadar yöre halkına da sağlık hizmeti sundu. Bana gelince daha ilk aşamada tanıştığım direnişçiler hemen görev alıp alamayacağımı sordular. Neden gitmiştik ki zaten? Direnişe destek için, Rojava’yı selamlamak için oradaydık. Ve bunlar ancak bulunduğun alanda görev almakla anlam kazanırdı. Tabii ki görev üstlendim. Merkezi koordinasyonda da görev aldım. O gece daha çok bölge halkı ve direnişçilerle tanışma ve kaynaşmayla geçti. Ancak söylemek durumundayım. İlk yaptığım iş kendime bölgeyi tanıyan ve Kürt dilini konuşan birini bulmaktı. Buldum. 14 yaşında Diyar’dı adı. Kısa sürede Diyar’la kaynaştık. Ve Diyar’ın zekası ve çalışkanlığı sayesinde bölgenin etkili kişileriyle tanışma fırsatı buldum. Ne aldığımız görevleri abarttık, ne de görev bekledik. Yapmamız gerekeni ortaklaştırarak yaptık. Kürt olmamamız ve buna rağmen Kürt Halkına karşı duyarlı olmamız şaşkınlıkla birlikte komünistlere saygıyı yeniden yarattı. Komünizmin hala yaşadığını gördüler. Bulunduğumuz yerin adı Ziyaret Köyüdür. Kürtçe Zeri olarak anılıyor. Bu yer Eşmeler sınırına sıfır noktasıydı. Hemen batıda Kargamış Barajı var. Barajın karşısında çadır kent OKURLARDAN kurulmuş. 24 saat ışıkların sönmediği bu yerde IŞİD’e militan yetiştirildiği söyleniyor. Bölgenin adı Cerebus. Bölgenin güneyi tamamen mayınlanmış durumda. Mayınların hemen sonrası Suriye sınırı ve IŞİD’e karşı direnişin en önemli mevziisi Kobani. Aklımda o kadar soru vardı ki. Ama daha önem kazanan sorular çocukların ve yaşlıların can güvenliğinin nasıl sağlanacağıydı. Ya göremediğim bir önlem vardı, ya da düşünülmemişti. Ama düşünülmediğini düşünmek istemiyorum. Birinci gün yukarıda da anlattığım gibi daha çok tanışma ve bölgeyi tanıma çalışmalarımız varken, ikinci gün nöbet görevim olmamasına rağmen nöbetçi arkadaşlara yardım ediyordum. Gece sabaha karşı zifiri karanlıkta bir hareketlilik gördüm. Nöbet sorumlusu arkadaşı uyardım. O arkadaş gelecekler var diyerek beklenen destekçilerin gelmiş olabileceklerini söyleyerek gülümsedi. Ama gelenler yaklaştıkça askeri düzende geldiklerini farkettim. Tekrar uyarımı yaptım. Görevli arkadaş daha dikkatli bakınca gelenlerin beklenenler olmadığının ayrımına vardı. Gerekli uyarı yapıldı ve hemen bir savunma hattı oluşturuldu. Ancak geride durması gerekenleri de yönlendirdik. Saldırı başladı. Gelenler gaz bombası atmaya başladılar. Ancak Gezi direnişinde insanın nefes almasını engelleyen gaza rahmet okutacak bir gazdı atılan.. Saldırı zorlukla da olsa püskürtüldü. Direnişimiz geri çekilmeyle ve hatta dağılmayla sonuçlanabilirdi. Tam o anda Kürt anneler devreye girdi. Tankların ve Tomaların üstüne yürüyorlar ve bir yandan da “Vere” “Vere” “Vere” diye haykırıyorlardı. Kendi dilinde “Gel-Gelin” olan bu sesleniş direnişin simgesi oldu. Zılgıtlar eşliğinde süren direniş karşısında saldırganlar geri çekilmek zorunda kaldılar. Geride toplayamadığımız kullanılmış- kullanılmamış gaz bombaları, ses bombaları da olmasına rağmen 1500 adet gaz ve ses bombası kovanı toplandı. Kullanılan bombaların son kullanma tarihi bile vardı. Anlaşılıyor ki bombalarla aslında Rojava Devriminin yıldönümü olan 19 Temmuzu kendilerince selamlamak istemişler. Sonraki saldırıda daha donanımlı ve kalabalık geldiler. Sayısız gözaltılar ve yaralanmalar vardı. Gaz bombaları yetmemiş olacak ki, plastik ve gerçek mermilerde kullanıldı. Onlarca yaralının yarasını yukarıda da anlattığım gibi sağlıkçı yoldaşımız olanaksızlıklar içinde sadece iğne ve bildiğimiz iplikle dikti. Saldıran asker ve polisin yanında sivil giyimli ve uzun sakallı kişiler de vardı. Yaklaşık beş kilometre boyunca direnerek geri çekilmek zorunda kaldık. Geri çekilirken yaralılarımızı, yaşlı ve çocukları yanımızda götürdük. Her geçtiğimiz köyün girişinde mutlaka bir isyan ateşi yaktık. Her tepe, her yükselti bir direniş alanı olmuştu. Geri çekilirken geçtiğimiz köyler şunlardı: Babahat, Tıbıl, Mezra vs. Tıbıl köprüsüne kadar yoğun müdahale devam etti. Birinci gün saldırı öncesi görüşmeleri yürüten Milletvekili Nursel Aydoğan (Diyarbakır Milletvekili) özel timciler tarafından saldırıya uğradı. Kalkanlarla itekleyerek yere düşürdüler ve linç etmek istediler. Ancak sanırım sonrasında gelişecek olayları göğüsleyemeyeceklerini düşünen yetkili kişiler tarafından özel timciler engellenerek Nursel Aydoğan’ın ayağa kalkmasına ve geri çekilmesine olanak sağlandı. İkinci saldırı sonrası direnişçilerin kaldığı çadırlar yakılıp yıkıldı, araçlar pert edildi. Bölgedeki durumu izlemeye gelen basın emekçilerinin araçları ve teknik ekipmanları ve hatta cep telefonları ve özel eşyaları yağmalandı. Saldırı sonrası devletin isteğinin aksine Suruç’tan Rojava Devrimine destek amacıyla binlerce insan sınırı geçip PYD ye katıldı. 1. Konferansta selamladığımız Rojava Devriminin 3. yılında komünistler az sayıda da olsalar Enternasyonalist dayanışma görevlerini yerine getirdiler. Başta Türkiye, Kürdistan ve Orta-doğu işçi sınıfı ve halklarının kardeşleşme bağlarını güçlendirmeye çaba gösteren hareketimiz diyor ki: Halklar Arası Savaşa ve Sınıflar Arası Barışa bir kez daha hayır. 46 OKURLARDAN Protokol Camii T arım Meslek Lisesi, özellikle bölgemize olmak üzere ülkenin çeşitli yerlerine tarımın daha iyi yapılması için elemanlar yetiştirmiş bir okuldur. Çok görkemli yıllarını bizim yaşımızda olanlar bilir. Sınavla giriyorsunuz, okulu bitirince hemen iş buluyorsunuz. Tarımın günün koşulla- Selim Karasu katkı sağlıyordunuz.. Bu yanıyla böyle.... Diğer yanıyla da, okul, eski Eğitim fakültesi; şimdiki, OMÜ İlkadım Kampüsü’nü geçip, Bafra istikametine doğru giderken, Ankara kavşağını geçince 40-50 metre ilerde, yolun sağındadır. Veterinerliğin karşısında, küçük bir koruluğu anımsatan ağaçlar içerisinde, denize sıfır bir alandadır.. Etrafında yerleşim rına uygun yapılması için, bilgi birikimlerinizi yeri olmayan bir alandır burası...Böyle balgittiğiniz yerde paylaşıyor, hem kendiniz ya- landıra ballandıra anlatırsak elbette birilerinin şamınızı sürdürürken, yaşamsal kaynak olan, ağzının suyu akar.. tarım ürünlerinin daha çağdaş üretilmesine Besbelli birileri böyle ballandıra ballandıra 47 OKURLARDAN anlatmış olacak ki, haşmetpenah büyüklerimiz düşünüp taşınmışlar, bir karara varmışlar. Nasılsa ülkede tarım diye bir sorun kalmadı, çünkü tarım kalmadı...Burayı protokol camii yapalım da devlet erkanı burada namazlarını ifa etsinler...Öyle bir namaz sırasında Samsun-Sinop yolu kapanırmış kimin umurunda.. Olmazsa başka Sinop yolu yaparız demişler... Bu da bana aklıevvel, dindarlarımızı aldatmak için gibi geliyor, arkasında, büyük bir AVM söylentisi var ya neyse.. Bu konuyu bir kaç yönüyle ele alalım.. Öncelikle son yıllarda moda olan protokol camii işi.. Hani İslamiyet te ruhban yoktu? Hani Müslümanlar fakiriyle zenginiyle, yöneteniyle, yönetileniyle, aynı safları paylaşırdı? Hani Müslümanlar camilerinde tamamen eşitleniyorlardı? Ben bu durumda asıl meseleyi kendine Müslümanım diyenlere bırakıyorum. Acaba kandırılmış ve aşağılanmış hissetmiyorlar mı? Mabetlerini bile bir kaç sınıfa ayırdıklarına ne derler acaba.? Buraya gelip namaz kılmak için aracınız olmalı, başka türlü olmaz. Belki de ilerde araç modeli bile sorarlar bilginiz olsun... Diğer yanıyla, çoğunu belki de şu anda yaşamını yitirmiş olan öğrencilerin bize dikip bıraktıkları ağaçları yok etmeye ne hakkınız var demek çok mu acımasız olur? Kim bilir diken öğrencilerin anısından çok, gölgesinde gezinenlerin anısı vardır. Ya bu yıl son mezunlarını vereceklerin anılarına ne dersiniz? Belki de onun için kazan kaldırmışlardır, okul aile birlikleriyle birlikte..Olamaz mı?. Belki de onun için okullarını vermemek için nöbet tutup direniyorlardır. ve aileleri ise, demokrasi güçlerinin yardımıyla okul girişinde nöbet eylemine başladılar... Kararı kaldırmak için, açılan dava sonuçlanana dek oldu bitti olmasın diye.. Okuldaki polis işgaline tepki olarak dün akşam amfi tiyatrodan başlayıp, okul önüne kadar süren yığınsal katılımlı bir yürüyüş yapıldı. Okulun önündeki zincir sırasında işgalci polislere “Biz Çocuklarımıza Onurlu Bir Gelecek Bırakacağız; Ya Siz” sloganları atıldı. Sonunda tertipleyenlerin eylemi sonlandırmasıyla, eylem sona erip,nöbet sürdürüldü. Oradan bir halk otobüsüyle ayrılırken aynı araca iki tanede polis bindi. Şoför polislere kalabalığın nedenini sorunca,cami yapımına karşı, eylem vardı diye yanıt verdiler. Ben ona yanlış söylüyorsun, camiye değil, okul yıkımını, protokol cami yapımını ve ağaçların yok edilmesini protesto ediyoruz, protokol cami diye bir şeye hepiniz karşı olmalısınız deyince,başta polisler olmak üzere herkes “sorma ya..her şeyin cılkını çıkardılar, camilerimizi bile bölüyorlar “ diyerek tartışma başladı. Polislerden biri” cuma namazında caminin neresinde kimin oturacağı belli artık, adam çıkıp ben her cuma burada kılıyorum, müsaade eder misin diyebiliyor artık” diyerek dert yandı.” Öyleyse sizde karşı çıkın, saldırın deselerdi, şu anda bu eylemden dolayı benim kafamı gözümü dağıtmış olacaktınız” deyince..” Ekmek parası” deyip geçiştirdi.. Ne ekmek parasıymış be arkadaş.. Uyuşturucu satarlar, ekmek parası; adam öldürürler ekmek parası; insan satarlar ekmek parası; madende dayıbaşı olurlar, ekmek parası; rüşvet alırlar, ekmek parası...Ne ekmekmiş yahu.. Sahi bu kadar kirli mi bizim ekmeğimiz?. İnsanın ekmek yiyesi gelmiyor artık. Temiz ekmek ise ulaşılır cinsten değil. Bu eylemleriyle Samsun halkını yanına alan direnişçiler, çeşitli eylemlere öncülük ediyorlar. Yürüyüşler, basın açıklamaları, işgaller gibi. Öğrenci ve ailelerin yaptığı işgali Öyleyse haydin temiz ekmek, temiz siyakırmak için, çevik kuvvet devreye girip işgali set, temiz çevre için dayanışmaya.. kırıp, kendileri okulu işgal ettiler. Öğrenciler 48 Süleyman Saral S üleyman Saral 1958 yılında Trabzon’un Sürmene ilçesinde doğdu. Yoksul bir ailenin ortanca çocuğuydu. İlk, orta ve lise öğrenimini Sürmene’de tamamladı. Devrimci mücadeleye lise yıllarında başladı. Merkezi İstanbul’da olan Doğu Karadeniz Kültür ve Dayanışma Derneği’nin Sürmene şubesine üye oldu. Kendisi gibi liseli yoldaşları ve ağabeyleriyle birlikte faşistleri Zarha’ya (Sürmene’nin bir semti) sokmadı. 1976 yılında üniversite sınavını kazanarak Gazi Üniversitesi’ne kaydoldu. Devrimci mücadelenin yükseldiği ve sertleştiği bu yıllarda mücadelesini İGD saflarında sürdürdü. Üniversiteden mezun olduktan sonra Sürmene’ye döndü. 1978 Yılında TKP’ye üye oldu. 12 Eylül sonrasında TKP’deki likidasyonu erken fark edenlerden biri oldu ve buna karşı mücadele etti. 12 Eylülün ağır koşullarında Komünist ha reketin yeniden inşası için yürütülen mücadelede yer aldı. Çeşitli nedenlerle kesintili olarak süren bu mücadeleler sürecinde aktif devrimci faaliyetten geri düştü. Ama o sendelese de hiçbir zaman komünizm ülküsüne yüz çevirmedi, Komünist Harekette maddi ve moral desteğini sürdürdü. Anısı sınıf mücadelesinde yaşayacak!