DEĞER Haziran 2016 - Sesleniş
Transkript
DEĞER Haziran 2016 - Sesleniş
Haziran 2016 Sayı: 30 ÜCRETSİZDİR DEĞER Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır “Özgürlük, sorumluluk demektir. Birçok kişinin özgür olmaya cüret edemeyişinin nedeni de budur.” George Bernard Shaw ‘’Büyüklerin söz verişleri, yürüyüp duran bir definedir; ehil olmayanların söz verişleri ise akıp giden bir zahmettir, bir eziyettir.’’ Mevlana HAZİRAN/2016 Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Sorumluluğu tanımlamak oldukça kolaydır. Sorumluluğu: ‘’Kişinin kendisine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini, zamanında ve istenilen şekilde yerine getirmesi zorunluluğudur.’’ gibi kolay ve kısa bir tanımlamayla yapabiliriz. Ancak bu tanımı hayata geçirmek zordur. Kişisel anlamda sorumluluk alma ve kişisel sorumluluk duyma gibi karakter özellikleri evlatlarımıza çok küçük yaşlardan itibaren aile içi eğitimiyle kazandırılmaya başlanarak, eğitsel faaliyetlerle desteklenip geliştirilmelidir. Her ihtiyacı annesi ve babası tarafından karşılanan, devamlı neyi nerede ve nasıl yapacağı kendisine hatırlatılan, yanlış yaptığında azarlanan ve kınanan çocuklar kişilik geliştiremezler. Aşırı korunmuş bireyler olarak, hayatta en ufak bir zorlukla karşılaştıklarında yanlarında daima büyüklerinin olduğunu bilmek isteyeceklerdir. Hayatta atılan her adım başlı başına bir ‘’sorumluluktur’’. İşte bu yüzden çocuklarımızı gelecekteki yaşantılarında sorumluluk sahibi ve inisiyatif alabilen bireyler olarak yetiştirmemiz gerekmektedir. Hepimiz hayatın belli kademelerinde değişik rollerde kimimiz yönetici, kimimiz çalışan ya da başka bir konumda yaşantımıza devam ediyoruz. Özellikle iş ortamında sorumluluk sahibi çalışanlar olabilmek günümüz şartlarında çok önemlidir. Sorumluluk bir bilinç olduğu kadar, aynı zamanda da bir gönül işidir. Kurumlarda mantığımızı kullanmadan, sorumsuzca davranışlar geliştirmek vaktimizi boşa harcamamıza ve devletin imkanlarını doğru kullanmamamıza neden olur. Her kamu çalışanı devlet olgusunu ve devlete olan inancını unutmadan görevini yerine getirmelidir. Bu bilinçle hareket eden çalışanlar, sorumluluklarını bir yükümlülük değilde görev olarak görürler. Her çalışan görevinin getirdiği sorumluluklara sahip olmalıdır ve yaptığı işi, ‘’bu benim işim değil’’ demeden, işbirliği, ahlak, etik ve hukuki kurallar çerçevesinde adaletli bir biçimde yerine getirebilmelidir. Bazen çalışma ortamımızda öyle durumlarla karşılaşırız ki, iş bizim sorumluluğumuz alanında olmayabilir. Bu duruma aldırış etmeden geçip gitmek yerine ilgili birimi ya da birimleri konuyla ilgili haberdar etmek sorumluluk sahibi bir çalışana yakışan davranış biçimidir. İş hayatımızda sorumluluk ve inisiyatif alabilme yeteneği oldukça önemli ve gereklidir. Kurumlarda sadece sorumluluk almakla da iş bitmiyor. Bütün çalışanlar sorumluluklarını düzgün taşımalı ve üstlenmelidir. Kamu kurumunda inisiyatif kullanma; mevzuatın tanıdığı yetki ve görev sınırları içinde iş yapma kapasitesi demektir. Bir kurumda en üst kademeden en alt kademede çalışana kadar her çalışan kendisine verilen ve görev tanımı içinde olan bir yetkiyi kullanabilmelidir. İyi bir liderin en önemli özelliğidir inisiyatif almak. Bir lider kurum için verilecek kararın sorumluluğunu taşımaktan çekinmemelidir. Aynı şekilde çalışanlar da kişisel başarılarıyla iftihar ettikleri gibi başarısızlıklarının da arkasında durabilmeli, her sorunun nedenini amirleri olarak görme düşünce yapısından uzaklaşmalıdırlar. Çünkü sorumluluk almak suçlamayı bıraktığınız yerde başlar. Ancak bu konuda her birey kendisiyle yüzleşebilmeyi başardığında mutlak başarı söz konusu olacaktır. Ceza İnfaz Kurumları son derece kritik ve stresin yoğun yaşandığı kurumlardır. Bu nedenle diğer kurumlardan çok daha fazla ekip ruhuna ihtiyacımız olduğunu unutmamalıyız. Bireyselleşmenin ön plana çıktığı başarılar önemli gibi görünse de, ekip ruhunun olmadığı kurumlarda birlik ve beraberlikten bahsetmek mümkün değildir. Bir kurum, ya birlikte başarılı ya da birlikte başarısızdır. Çünkü başarıyı belirleyen en önemli faktörlerden biri takım olabilmektir. Takım olabilmek kişisel egolarımızı bir yana bırakıp, ‘’ben’’ değil ‘’biz’’ demeyi öğrendiğimizde mümkün olacaktır. Bireysel olarak ulaşamayacağımız hedeflere ancak iyi bir ekip çalışmasıyla ulaşabiliriz. Birbirimizin eksiklerini ve açıklarını takip etmek yerine, birbirimizin tamamlayıcısı olalım. Kurum mahremiyetinin önemini asla unutmayalım. Birbirimizi eleştirmekten, yanlışlarımızı söylemekten çekinmeyelim. Çalıştığınız ortamda tespit ettiğiniz yanlışları doğru üslupla idarecilerinize bildirin. Unutmamamız gereken; ‘’Ne’’ söylediğimiz değilde ‘’nasıl’’ söylediğimizin önemidir. Kurumlarda yaşayacağımız her krizde demoralize olmak yerine, olumsuzlukların aslında kendimizi geliştirebilmemiz için bir fırsat olduğunu düşünelim. Yeterki birbirimize sımsıkı tutunarak yaşanılan olumsuzluklardan ders çıkarmasını bilelim. En önemlisi de ceza infaz kurumlarımızda yaşanacak en ufak bir hatanın ülke gündemini değiştirecek boyutlarda yankı yaratabileceği gerçeğini asla aklımızdan çıkarmadan, attığımız adımları bu sorumlulukla ve görev bilinciyle atalım. 3 Saygı ve selamlarımla... BAŞYAZI İçindekiler 36 Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Yıl: 3 Sayı: 30 Haziran 2016 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır Değer 8 YAYIN KURULU Ali YILDIZ Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ Faruk KARCI Elçin Çakar TERZİOĞLU Emrullah ÖZGER Irmak ŞENEL Zümrüt ÖZKAN Beynun GÜNEY İslam AZAKLI Hakan ERDEM (Yayın Kurulu Başkanı) (Eğitim Daire Başkanı) (Tetkik Hâkimi) (Şube Müdürü) (Şube Müdürü) (Sosyal Çalışmacı) (Psikolog) (Psikolog) (Sosyal Çalışmacı) (Memur) 2 18 10 Editör Faruk KARCI Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Necmi ACUN Katkı Sağlayanlar (Tetkik Hakimi) (Kurum Müdürü) Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Aydın Keçeci Cevdet Tekin - Ejder Topal - Ferhat Çeliker Said Şener - İsa Tiyek - Ahmet Eser Murat Namdar - Hakan Yıldız - Mehmet Gökçe Ramazan Sağır - Recep Güngör - Mustafa M. Ünlü Özcan Gültekin - Mehmet Varnalı - Ersin Kaya Meltem Yamakoğlu Ülker - Hatice Keleş - Nesil Sağın Küçük Haziran 2016 22 24 44 46 0 Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 19/07/2016 İletişim Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Abidin Daver Sk. 7/10 Çankaya -Ankara 0312 441 00 40 - 0533 616 23 18 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91 e-posta: yetiskin.egitim@adalet.gov.tr Web: www.cte.adalet.gov.tr Sesleniş Gazetesinin ekidir EDİTÖRDEN Faruk KARCI Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi İnsan yaptıklarından değilde en çok yapmadıklarından sorumludur bu hayatta. Bu ay ki yazımda yaptıklarımız değilde daha çok yapmadıklarımızdan bahsetmek istiyorum sizlere. Öncelikle bireylerin kendilerine sonrada çevresine karşı sorumlulukları vardır. Bunlar sağlığımızı korumak, kişilik sahibi olmak gibi önemli maddelerdir. Kendimize olan sorumluluklarımız arasında ise ahlaklı olmak, çevremizi temiz tutmak ve diğer insanların haklarına saygılı olmak gibi örnekleri de çevremize olan sorumluluklarımız arasında gösterebiliriz. Genellikle kendimize olan sorumluluklarımızı yerine getirirken çevremize olan sorumluluğumuzu nedense yerine getirmekte zorlanırız. Hatta bir çok zaman yapmayız. Aslında o yapmadığımız şeylerdir bizim gerçek karakterimizi ortaya koyan. Televizyonda ve basında bazı haberler okuyoruz. Mesela balkondan düşen çocuğa yanında olmasına rağmen müdahale etmeyen biri, başka birinin sokakta bayıldığını gördüğü halde hiçbir şey olmamış gibi oradan geçen insanlar ve izlediğimiz okuduğumuz diğer olaylar... Elbette bu olayların oluşumunda oradaki insanların sorumluluğu yok. Pekala sonrasında müdahale etmediğimizde sorumlu birer vatandaş gibi davrandığımızı söyleyebilir miyiz. Nasıl olsa biri yardım eder veya benden kaynaklanmadı ki şeklinde düşüncelerle sorumluluğumuzu atabilir miyiz? Vicdanımıza sorduğumuzda ‘’Evet’’ cevabı verebiliyor muyuz? şımayan çalışma arkadaşlarımızın da sorumluluğu var mıdır bu olayda? Yoksa mesleki sorumlulukla hareket edip, olayı büyümeden o anda çözmek, çözüm yolu aramak ya da gelen vardiyayı bilgilendirmek midir doğru olan? Bu konuda öyle çok örnek verebilirim ki sizlere. Önemli olan, verdiğim örneklerin çeşitliliği değilde, sizin bu örneklerdeki sorulardan birine verdiğiniz cevaplardır. Yanlışı gördüğü halde önemsemeyip elini uzatmayan, en az yanlış yapan kişi kadar sorumludur. ‘’Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’’ mantığıyla hareket ediyorsanız eğer, bir gün dönüp dolaşıp o yılanın bir yerde muhakkak size de dokunacağını unutmamalısınız. Hayatta sorumluluk sahibi bireyler olmalıyız. Sıradan insanlar sadece hayat akışlarını kontrol ederken, sorumluluk sahibi insanlar daha büyük olayları kontrol edip, zorlukların üstesinden gelebilmektedir. Kendi kararlarımızı kendimiz verip aldığımız kararların sorumluluğunu taşıyabilmeliyiz. Yaşadığımız olumsuzlukların bedelini başkalarına çıkartmamalıyız. Sorumluluk deyince hayatımızda, iş hayatındaki sorumluluklarımız sanırım önem sırasının başında yer alıyor. Hepimiz devletin bizlere verdiği görevleri yerine getirmek adına bulunduğumuz pozisyondayız. Görev bize devlet tarafından verilir, ancak sorumluluk ise kişi tarafından ek olarak alınır. O sebepten her çalışanın, Tesadüfen, yanı başımızda bir evin yanmaya aynı görevi yerine getirme tarzı farklıdır ve bu fark albaşladığını görüyoruz ve ilgilenmiyoruz. Yangının baş- dığı sorumlulukla orantılıdır. Sorumluluk alan çalışanlaması bizim sorumluluğumuz değildir, ancak ilk mü- ların görevlerinde çok daha başarılı oldukları ve işlerini dahaleyi yapacak imkanımız varken müdahale etmiyor- çok daha profesyonelce yerine getirdikleri bir gerçeksak ya da itfaiyeye haber verebilecekken aramıyorsak liktir. Sadece bize verilen görevi yerine getirmek çoğu yangından kaynaklı kayıplardan sorumlu değiliz deni- zaman yeterli olmayacağından, sonrasında doğabilecek lebilir mi? sorunların da sorumluluğunu üstlenebilmeliyiz. Ancak bu şekilde işimizin hakkını vermiş oluruz. Kendi iş ortamımızı düşündüğümüzde; vardiyada çalışırken, nöbetimiz esnasında odaların birinde bir Allah’ın verdiği vicdan duygusu sorumluluk sorun yaşandığını ve oluşan sorunu çözebilecek durum- ile kardeştir. Sadece iş yaşamınızda değil tüm yaşamıdayken, sorunu çözmeyip, bizden sonra nöbeti devralan nız boyunca insana ve doğaya zarar vermeden, hoşgörü, vardiyaya bıraktığımızı düşünelim. Sorunların, gelen adalet, yasalar ve doğruluk yolundan ayrılmadan, sovardiyanın çalışma saatleri arasında yaşanması sadece rumluluk sahibi bireyler olmanız dileğiyle. o vardiya çalışanlarının olaydan sorumlu olduğunu mu gösterir? Yoksa işine olan sorumluluk duygusunu taSevgi ve saygılarımla... HAZİRAN/2016 Okuyucularımızdan Teşekkür Mektupları i Ailesi, r Dergis erli Değe doerinizden n tl e r y a g mek ve eği geçe 2 yıllık e arak em aklaşık le y k la li ş e a c b n Ö Y en ürlerimd ekkür ediyorum. e geleş layı müd v te r o e iy kip ed üklerim tüm büy ğer’’ dergimizi ta kla bekliyorum. lı De 7 aydır ‘’ ni sayısını sabırsız ir dergi. Bende b e i y ibi göcek olan kaliteli ve öğretic i ailem g ldık. r n le te iz a s ik e k v Ha ratı or benimsiy rklı sıfatlarla ya ını isfa değerleri iz lm ı o as . Hepim patıp ayn arklılıklara tı rüyorum in s e k ardı. F ah her Şayet All şüphesiz öyle yap ularını başkalaiç ğr teseydi, h memek, kendi do yük saygısızlıkr te n bü saygı gös lkmak, e ediyor ve hayatıa k a y a tm r rına daya için çok teşekkü y e ş r . e tır. H iyorum şarılar dil nızda ba Değ ri erim, i’’ Üreticile l k ü y is Bü r Derg değer nlaSaygı şem ‘’Değe yan, a an a l n e a t e ç un Muh rendik bir ok öğ daha sınenen, r ğ ö adıkça z için nokta aya m ç y k o u d ı d Oku yan, ları s dığın doyma ulaştır tüm çalışan ayacağı dıkça iyi bizlere i geçen ulaşam efsine rg n bir de ülüne emeğ Sevginin . rg anoğlu yi dan vi lamlıyorum Yeter ki ins ygıyı sevgi e a . s s r s r r ule gıyla ürek yoktu u. Siz ir ışık oluyo n u y h r u hiçbi lere b esin r n etm getirip biz a b r u k le atır di aysatır s i anlayana! alma g ur e y b a e t l bu k nuz, lerim an şiir iş olduğum değer’’ m a z ‘’ m an vk gel n oluyor e zam Ben d im. Yeni se yakın dost aşamak içi y y n e e e l d d n ık retin uzda bana gi için irlikte aydı er v e s m z rumu z. Koşulsu zele hep b nice ‘’Değ i ü , dergim iye, daha g sanlık için ımla... n y i i ar l daha ’miz için, lsun. Saygı e o y Türki ine’’ selam er Dergil lü üküm KSEK H umu YÜ z Kur Galip a f ı c n İ a H eza Tipi C T ı l n Tavşa lü Hüküm UŞ Fikret K Kurumu a İnfaz z e C ık ç akran A İzmir Ş 7 TEŞEKKÜR MEKTUPLARI GÖREV BİLİNCİ Görev, kişinin isteyerek ve içtenlikle yerine getirdiği iş olarak tanımlanabilir. Görev bilinci ile sorumluluk duygusu birbirinden ayrılmaz bir bütündür. Kişilik gelişimini tamamlayabilen ve sorumluluk duygusu gelişmiş olan kişi görev bilincine de sahiptir. Bu bilinç, diğer kişilik özellikleri ve değerler gibi çocuk yaşta kazanılmalıdır. “Ağaç yaş iken eğilir’’ atasözümüzde de belirtildiği gibi bireylerin sorumluluk duygusuna ve buna bağlı olarak da görev bilincine sahip olma özelliği küçük yaşlarda edinilir. Günümüzde çocuklarımıza bu duygu ve bilinci kazandırmakta eksik kaldığımız aşikardır. Her isteğini gerçekleştirdiğimiz, her istediğini aldığımız çocuklarımız, büyüyüp yetişkin bireyler olup, hayatın gerçekleriyle yüzleştiklerinde problemin büyüklüğü gün gibi ortaya çıkmaktadır. Sorumluluk duygusunu edinmeyen bireyler, görev bilincine de sahip olamamaktadır. Görev bilinci; doğruluk, güven, işine bağlılık, sorumluluk, insan haklarına saygılı, sevgi ve hoşgörü değerlerini içeren bir kavramdır. Önceliğimizin para ve güç olduğu yirmi birinci yüzyıl dünyasında insanların değer kavramlarının değişmesi, toplumsal yozlaşmalar ve sanal bir hayat sürmeye başlamamız, gün geçtikçe belirttiğimiz değerlerimizle birlikte görev bilincinin de kaybolmasına neden olmaktadır. Görevlerimiz hayatımız boyunca bizleri takip edecektir. Görev bilincine sahip birey, işini zamanında ve eksiksiz yerine getirir, işten kaçmaz ve örnek davranışlar gösterir. Hayatımızın önemli bölümünü kapsayan görevlerimizi angarya olarak görmemek ve işimizi gönülden benimseyerek yapmak, kendi hayatımızı daha sıhhatli hale getirecektir. Yaptığımız işleri yalnızca para kaynağı olarak gören, toplumsallaşmaktan uzaklaşan, bencilliğin ön 8 planda olduğu, herkesin kendini kurtarma derdine düşKAPAK KONUSU tüğü insanlar olduk maalesef. Çocuklarımıza da farkında olmadan bu düşünceleri empoze ediyoruz. Örneğin; evlatlarımıza, mesleki yönlendirme yaparken para, statü ve güç olarak üstün gördüğümüz meslekleri edinmeleri konusunda telkinde bulunup yol gösteriyoruz. Başka bir yol göstermediğimiz için hedefe ulaşılamaması durumunda, bireyin kendisi de bizler de başarısızlık etiketini yapıştırıyoruz. Böyle olunca da bireyin sahip olabildiği iş ve görevler de mutsuzluğa neden oluyor. Esasında çocuklarımıza yapacağı işin ismi ve niteliğinin ne olacağını değil, hangi işi yaparsa yapsın en iyisini yapması gerektiği düşüncesini aşılamamız, yolu değil yolları nasıl gideceğini öğretmemiz gerekmektedir. Sürekli söylenmek, eleştiri yapıp üretici olmamak, her zaman kendi fikrimizin doğru olduğunu düşünmek ve sürekli haksızlığa uğradığımızı düşünmek, görev bilincinin en büyük düşmanlarıdır. İşimizde karşılaştığımız sorunlarda ve adaletsizliğe uğradığımızı düşündüğümüzde, sebebini başka kişi ve hususlara HAZİRAN/2016 yüklememeli, hatayı kendimizde de aramalıyız. Elbette adaletsizliğe uğradığımız zamanlar da olabilir. Ancak hayatın bize adaletsiz davrandığı düşüncesiyle karamsarlığa kapılmanın da bize bir şey kazandırmadığını farketmeli: “Bugün yaptığım işin hakkını verdim mi? Kazandığım ücreti hakettim mi?” sorusunu kendimize sorduğumuzda gönül rahatlığıyla “evet” cevabını verebilen, sorumluluk sahibi ve görev bilinci olan bireyler olabilmişsek kendimiz, ailemiz ve milletimiz için huzurun ve mutluluğun anahtarlarından birine sahip olmuşuz demektir. Mehmet VARNALI Menemen R Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Öğretmeni 9 KAPAK KONUSU ÇOCUKLARDA DEĞERSİZLİK DUYGUSU Anne babalar olarak çocuklarımız bizim en değerli varlıklarımız deriz. Peki “en değerli” derken neyi kastederiz. Gerçekten bilerek, düşünerek, hissederek mi kullanıyoruz? Çocuğa “değer vermek” demek çocuğun hangi yaşta olursa olsun onun duygularına, düşüncelerine, fikirlerine saygı duymak, onu dinlemek, onunla ilgilenmektir. Örneğin; “sen çocuksun ne anlarsın, çocuk aklınla karışma büyüklerin işine, sen nerden bileceksin ki” gibi yorumlarımız ve söylemlerimiz çocuğun kendini değersiz hissetmesine neden olacaktır. Annesi babası tarafından kendini önemsiz, değersiz hisseden çocuk neler yapabilir ya da yapamaz: • Kendini değersiz hisseden çocuk hayatı boyunca hep silik yaşar, toplum içinde rahat konuşamaz, kendi duygularını anlatamaz, sosyal hayatta olsun iş hayatında, okul hayatında, evlilik hayatında “Hayır” diyemez. • Kendisini değersiz hisseden çocuk, özgüvensiz bir yetişkin olarak hayatına devam eder. • Kendisini değersiz hisseden çocuk, diğer çocuklarında değersiz olduğunu düşünerek onlara çok kolay zarar verir. Kavga eder, yalan söyler bir başkasının eşyasını izinsiz kolaylıkla alır. • Kendisini değersiz hisseden çocuk, değersizlik duygusundan kaynaklı yoğun olarak öfke duygusu yaşar ve öfkesini başka insanlardan ya da diğer canlılardan alır. Onlara zarar vermek, onu çok heyecanlandırır, mutlu eder. • Kendini değersiz hisseden çocuk, kuralları tanımaz, ku- 10 rallara ve otoriteye aykırı davranışlar sergiler. ÇOCUK • Kendini değersiz hisseden çocuk, ileride değersiz, ilgisiz bir ebeveyn olur ve uyumsuz nesiller, çocuklar yetiştirir. • Kendini değersiz hisseden çocuk, mutsuzdur ve arayış içerisindedir. Kendini mutlu edecek geçici doyumların peşindedir ve çok kolay yanlışa yönelir. Alkollü madde alarak kendisini değerli ya da önemli hisseder. • Kendini değersiz hisseden çocuk, sosyalleşme süreci olan ergenlik dönemiyle birlikte, gruplaşma, çete şeklinde gruplara dahil olmak ister. Bu gruba ait olarak onlar gibi davranarak kendini değerli hisseder. HAZİRAN/2016 • Kendini değersiz hisseden çocuk, kendisine ve çevresine zarar verir. DEĞER VE FARKINDALIK Çocuklarda değer ve farkındalık örneğini anlatan şu anektot ile bitirmek istiyorum. İlkokul 4. sınıf öğrencilerine sınav yapan öğretmen, son soruda bütün öğrencilerin takıldığını farketmiş. O son soru ise şöyle: “Her gün okulu temizleyen görevli kadının adı nedir?” Çocuklar son soruyu okuduklarında her halde şaka olmalıydı, diye düşündüler. Görevli kadını hemen hemen her gün görüyorlardı. Uzun boylu, siyah saçlı bir kadındı. Elli yaşlarında olmalıydı ama adı neydi acaba diye düşündüler. Son soruyu yanıtsız bırakıp, kağıdı teslim ettiler ve öğretmenlerine son sorunun test sonuçlarına dahil olup olmadığını sordular. Öğretmen: “Tabi dahil,” dedi. Hayatınız boyunca insanlarla karşılacaksınız. Hepsi birbirinden farklı insanlar. Ama hepsi sizin ilginiz ve dikkatinizi hak eden insanlar. Onlara sadece gülümsemeniz ve “merhaba” demeniz gerekse bile...” Çocuklar hepsi görevli kadının adını öğrenmişlerdi ve hayatları boyunca unutmayacaklardı. Çocuklarınıza bırakabileceğimiz en büyük miraslardan biri, herkese değer vermeyi bilmektir. Bir insana değer vermek, onu selamlamakla başlar. Hepinize selamlar... Nesil SAĞIN KÜÇÜK Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Psikolog 11 ÇOCUK Sorumluluk Nedir? Sorumluluk sahibi olmak kimi zaman çocuğumuzun gurur duyduğumuz bir özelliği, kimi zamanda neredeyse el yakıcı bir sorun, nasıl çözeceğimizi bilemediğimiz tıkandığımız bir problemdir. Sorumluluk gündelik yaşamımızı, toplumsal ilişkilerimizi buna bağlı olarak en nihayetinde ruhsal doyumumuzu etkileyen kavramlardan birisidir. İçinde olduğumuz yaş ve döneme, toplumsal rollerimize, içinde yaşadığımız kültüre ve zamana bağlı olarak içeriği değişen ve yeniden tanımlanabilen bir olgudur. Tüm bu değişkenlere rağmen, sorumluluk; bir görevi üstlenme, bu görevin gereklerini yerine getirebilme ve bu sürecin olumlu ve olumsuz yanlarının sonuçlarını yüklenebilme şeklinde tanımlanabilir. Sorumluluk tarifindeki bu basit görünüm aslında biraz yanıltıcı olabilir. Çünkü belirli sorular söz konusudur: • Kim, hangi yaşta ne gibi sorumluluklar alacaktır? • Bu sorumluluklar nasıl denetlenecektir? • Sorumlulukla karşılıklı olma diye bir ilke var mıdır? • Tüm bu sorulara özenle yanıt verildiğinde dahi sorumlulukla ilgili sıkıntılar yaşanıyorsa ne yapmak gerekir? Sorumluluk, Özgüven ve Anne-Baba Tutumları Sorumlulukla özgüven ve çocuk yetiştirme tutumları arasında doğrudan bir bağ vardır. Bir çocuğun sorumluluk alabilmesi için öncelikle özgüveninin pekiştirilmesi, yüreklendirilmesi, alacağı sorumluluğun tarifi ve nedenleri, sorumluluğu yerine getirmede güçlük çektiği zamanlarda olası nedenlerin tartışılması ve bunların geri bildirimi gereklidir. Anne babaların sorumluk kavramını çocukları ile paylaşmaya başlamalarından önce kendi sorumluluk anlayışlarını algılamalarında ve bu konuda eleştirel olmalarında yarar vardır. Anne ve baba olma sorumluluğundan işe başlamak gerekir. Ebeveynler öncelikle çocuklarının haklarını koruma ve doğal yaşam gereksinimlerini sağlama sorumluluğu almalı, bunun yanı sıra çocuğun ruhsal gereksinim ve yaşantılarına uyarlı olmalı, eğitim sürecini ise bir aile organizasyonu, anne ve babanın ortak sorumluluk alanı olarak görmelidir. 12 Çok katı disiplin stratejileri ya da çok gevşek eğitim stratejileri uygulayan ailelerde sorumluluk sıkıntıları daha belirgindir. Birinci tip ailede çocuğun yetersiz olduğu ve söz konusu AİLE görevleri kendiliğinden başaramayacağına dair bir inanç vardır ve bu tip aile de çocuklarda ciddi bir özgüven sorunu vardır. İkinci tip aileler de ise varsayılan demokratik tutum adına çocukların tüm istekleri aile tarafından doyurulur, bu tip ailede de yine çocuklarda özgüven sorunu görünmekle birlikte bu çocuklar güven eksikliklerini birçok yöntemle gizlemeye çalışırlar. Her iki grup ailede ebeveynler araya girmedikçe çocuklar temel öz-bakım becerileri dâhil yaş dönemi özelliklerine uygun olarak almaları gereken birçok sorumluluğu alamazlar. Güvenli bir sorumluluk anlayışı için ailelerin önce kendi çocuk yetiştirme tutumlarını incelemesi gerekir. Bunun arkasından öz bakım becerilerinden başlamak üzere yaşına uygun bir şekilde çocuğun sorumlulukları arttırılmalıdır. Bu sorumluluklar cinsiyet rolleri ve özgül gelişim özelliklerine uygun verilmelidir. Bunlara Dikkat Etmeliyiz! • Çocuğun söz konusu sorumluluklarını yerine getirebilmesi için seçenekler oluşturulmalı, onun kişiliğine de saygı göstererek karar süreçlerinde yer alması sağlanmalıdır. • Yerine getirilen sorumluluklar için takdir edilmeli, yerine getirmeye çalıştıklarında ise çabası olumlu biçimde desteklenmelidir. • Sorumlulukların alınması hiçbir zaman kişilik savaşlarına dönüştürülmemeli, çocuğun istek ve yapabilme gücüne uygun olmayan sorumluluklar dayatılmamalıdır. • Sorumluluklar belirlenirken çocuğun yaşı ve gelişimsel dönemi dikkate alınmalıdır. Yaşının üzerinde verilen sorumluklar ise çocuk için örseleyici olabilir, yinelenen başarısızlıklar öz saygı konusunda yaralanmalara neden olabilir. • Bir çocuğa sorumluluk verilirken neden verildiği, kendisinden neler beklendiği, başarısız olduğu zamanlarda ise ne yapması gerektiği mutlaka anlatılmalıdır. Bütün bunlara rağmen sorumluluklar konusunda sıkıntılar yaşanıyorsa çocuğun ev dışı alanlardaki sorumluluk anlayışı değerlendirilmelidir. Bazı çocuklarda evde sorumluluk almazken okulda almakta ya da tam tersi olmaktadır. Bu nedenle çocuğun sorumluluk anlayışı çok yönlü değerlendirilip ona uygun manevralarla desteklenmelidir. www.mebk12.meb.gov.tr Genlerimizde Saklı Antik Virüsler Yenileriyle Savaşmamızda İşe Yarayabilir Eski çağ virüslerinin DNA’sı, bağışıklık sistemimizin modern virüs ve diğer patojenlerin sebep olduğu yeni hastalıklarla savaşmasına yardımcı oluyor olabilir. Science dergisinde yayınlanan yeni bir araştırmaya göre, milyonlarca yıl önce genomumuza yerleşen endojen retrovirüs adındaki eski çağ virüsleri, bağışıklık sistemimizin evrimi sırasında bu görevi üstlenmiş olabilir. Araştırmacılardan biri olan ve Salt Lake City’deki Utah üniversitesinde insan genetiği profesörü Dr. Nels Elde’ye göre: “Pek çok virüs ilk başta viral çoğalmanın bir parçası olarak genomumuza girmiştir. Evrim durumu bizim lehimize çevirmiştir.” Endojen retrovirüsler birer viral fosildir ve evrimsel geçmişimizde genomumuza entegre olmuş ve yeni viral partiküller üretip başka canlılara bulaşma yeteneğini kaybetmiş olan DNA dizileridir. Uzun süre, insan genomunun % 5 ile 8’ini oluşturan bu endojen retrovirüslerin herhangi bir işlevinin olmadığı hatta olumsuz bir etkilerinin olduğu düşünülmekteydi. Araştırma ekibi, insan genomundaki endojen retrovirüsleri inceledi ve bunların büyük bir çoğunluğunun vücudun patojenlere karşı ilk savunma hattı olan doğal bağışıklık sisteminde önemli işlev gören genlerin yakınında bulunduğunu keşfetti. Araştırmacılar bunların bağışıklık sistemini harekete geçirmede bir işlev görüyor olabileceğini ve dolayısıyla virüs, bakteri ve diğer patojenlerin sebep olduğu hastalıklardan korunmamıza yardımcı olabileceklerini düşündüler. Araştırmanın öncülerinden biri olan ve yine Utah Üniversitesi’nden Dr. Cedric Feschotte “Bu sonuçlar bizim için, bu unsurların geçekten de bağışıklık genlerini harekete geçiriyor olabileceklerinin ilk işaretleri oldu” diye konuştu. Endojen retrovirüslerin bu işlevini onaylamak için araştırmacılar laboratuvar ortamında insan hücreleri yetiştirdi ve CRISPR/Cas9 genetik düzenleme yöntemini kullanarak, bir bağışıklık geninin yakınında bulunan bir endojen retrovirüs dizisini kesip çıkardı. Araştırmacılar bu hücrelerde doğal bağışıklık siteminin harekete geçirmekte başarılı olamadılar. Ayrıca araştırmacılar bu hücrelere çiçek virüsüne benzer bir virüs bulaştırdıklarında, bağışıklık sisteminin ancak kısmi derecede etkinleştiğini gördüler. Araştırmacılar daha sonra endojen retrovirüsü tekrar bu hücrelere aktardılar ve bağışıklık siteminin normal bir şekilde çalıştığını doğruladılar. Dr Feshotte: “Bu endojen retrovirüslerden bazılarının biyolojimizi şekillendirdiğini gösterdik,” dedi. “Memeli genomları içinde viral DNA rezervleri bulunmaktadır; bunlar doğal bağışıklık siteminin yenilikler üretmesine imkan sağlamıştır.” http://www.bionews.org.uk/ 13 Doğal Şifa Kaynağı Sülükler Tatlı sularda, denizlerde ve rutubetli topraklarda bulunan sülükler kan emerek şifa dağıtan halkalı solucanlar olarak ün yapmıştır. Yassı vücutlarının her iki ucunda birer çekmen bulunur. Uzun süre açlığa dayanabilirler, çoğunun boyu 05-10 cm kadardır. Araştırmalara göre en uzun yaşayabilen türü 20-27 yıl kadar yaşadığı anlaşılmıştır. 300’e yakın türü olan sülüklerin en çok bilineni Latince adı ‘’Hirudo Medicinalis’’ olan tıp sülüğüdür. Sülüklerin medikal alandaki ilk kliniği yaklaşık 2500 yıl önce kurulmuştur. Tedavi edilecek bölgede küçük bir ısırıkla işe koyulan bu küçük omurgasız hayvan, kanı emerken salgıladığı enzimler sayesinde vücudun kan dolaşımını sağlar. özellikle tıbbi sülükler vücuttaki fazla kanı dışarıya çıkarmak için kullanılmışlardır. On dokuzuncu yüzyılda Fransa’da hastalıkların çoğu sülükle tedavi edilmekteydi. Bu iş için özel çiftliklerde binlerce sülük yetiştirildiği bilinmektedir. 14 CANLILAR ALEMİ Vücutları 34 halkadan meydana gelir gövdelerinin üzeri ince bir kutikula (su geçirmeyen mumsu madde) ile örtülüdür. Vücutlarında kıl bulunmaz. Her iki uçta tutunmaya ve yer değiştirmeye yarayan birer vantuz (çekmen) bulunur. Arka çekmen daha büyüktür. Sularda yılankavi hareketlerle yüzer, vantuzlarıyla da tırtıl gibi, adım atarak yer değiştirirler. Dış derileri fazla kıvrımlı olduğundan çok halkalı görülürler. Genellikle koyu, alacalı yeşil renklidirler. Üç yüze yakın çeşidi bilinmektedir. Bir kısmı küçük kurt, salyangoz, böcek larvaları gibi canlılarla beslenirken, çoğunluğu kaplumbağaların, balıkların ve memelilerin dış derilerine yapışarak kan emerler. Bir defada ağırlığının 8 katı kan emebilirler. Kan emmiş bir sülük bir yıla yakın açlığa dayanabilir. Bazı türlerin ağızlarında küçük keskin dişler bulunur. Bir canlıya yapıştığı zaman tükürüğünde bulunan pıhtılaştırmayı önleyici bir madde salgılar. Bu maddeyle kanın vücudunun içinde de sıvı kalmasını sağlar. Emilen kan kursakta birikir ve sülük şişer. Kursak vücudun büyük bir kısmını meydana getirir. Kan emen bir sülük 20 dakika içinde şişer. Vücuttan ayrıldıktan sonra bile, bir müddet yaradan kan sızmaya devam eder. Sülüklerin kursağında sindirimi kolaylaştıran bakteriler bulunur. Bu bakterileri ağızlarından çıkardıkları iplikçiklerle yavrularının kursaklarına aktarırlar. Sülüklerin çoğunluğu yumurtalarını bir kese (kokon) içinde sudaki zeminlere yapıştırır. Top sülüğüyse yumurtalarını nemli toprakların içine bırakır. Yumurtalardan ergine benzer küçük yavrular çıkar. Genç bir sülük evvela böcek, sonra kurbağa, en sonra bir sıcak kanlı hay- HAZİRAN/2016 vanın kanını emerek erginleşir. Bu olay 3 yıl içinde gerçekleşir. Solunumu derileriyle yaparlar. Çok azında solungaçlara rastlanır. Tıp sülüğünde 5 çift göz bulunur. Işıktan hoşlanmadıkları için taşların, yaprakların ve dalların altında bulunurlar. Derilerinin çeşitli kısımlarında sıcaklığa, kimyasal uyarılara ve dokunuşlara hassas algılayıcılar bulunur. Karada yaşayanlar, nemli ağaç yapraklarına yapışarak altlarından bir hayvanın geçmesini beklerler. Tropikal bölgelerdeki bazı türler vahşi ve evcil hayvanların burunlarına girerler. At sülüğü bunlardandır. Bazı sülüklerse, birçok hayvan hastalıklarının mikrop taşıyıcılığını yaparlar. www.tibbisuluk.com 15 CANLILAR ALEMİ Sinsi ve Ölümcül Tehlike “Aort Damarı Genişlemesi ve Yırtılması” Son günlerde özellikle oyuncu Oya AYDOĞAN’ın yemek yerken boğazına takılan parçayı çıkarmaya çalışması ve kendini çok zorlaması sonucu aort damarının yırtılması, aort damarının neden ve nasıl yırtılabileceğiyle ilgili soruları gündeme getirdi. Aort Damarı Nedir ve Neden Yırtılır? Aort damarı, kanı tüm vücuda taşıyan en büyük atar damar olup kelime anlamı eski Yunancadan gelen “Yukarı Çıkan” anlamına gelmektedir. Kalpten çıktıktan sonra boyuna doğru yukarı seyrettikten sonra göğüs arkasından aşağı dönerek, karın bölgesine kadar ilerleme gösterir. Aort öyle bir damardır ki aniden yırtılması hızlıca ölüme götürebildiği gibi eğer yırtılma süreci daha yavaş ilerlediyse acil müdahale mümkün olabilmektedir. Burada tabloyu belirleyen en önemli etken “sürecin ilerleme hızı ve zamanıdır.” Aort damarı yırtılması kendiliğinden geliştiyse; yani travma sebepli değilse, sıklıkla aort damarında anevrizma (yer yer genişleme) sebebiyle olmaktadır. Anevrizma dediğimiz genişlemeler aortun seyri boyunca herhangi bir bölümünde görülebilmekle birlikte en sık karın bölgesinde görülür. Ancak bir aort anevrizmasının patlayarak yırtılmasının (rüptür) aort damarının içten yırtılmasından (diseksiyon) farklı bir durum olduğunu da belirtmek gereklidir. Aort damarında anevrizma zamanla büyüme gösterse de vücutta belirti veren bir durum olmadığı için çoğu zaman varlığı bilinmemektedir ve yırtılma ilk bulgu olarak karşımıza çıkabilmektedir. 16 Ancak poliklinikte muayeneye gelen hastalarda yapılan değerlendirmelerde özellikle görüntüleme işlemlerinde saptanabilmektedir. Yani aort hastalıklarında en önemli konu zamanında teşhistir. Aort Yırtılmasında Risk Faktörleri Nelerdir? Aort damarında anevrizmanın varlığı yırtılma için bir risk faktörüdür. Çoğunlukla altta yatan sebep ‘’damar sertliğidir’’. Bu nedenle yaş ilerledikçe görülme sıklığı artar. Aortun genişliği ne kadar fazlaysa yırtılma riski de o kadar fazladır. Erkeklerde çok daha sık görülmektedir. Sigara, hipertansiyon ve doğuştan iki yapraklı aort kapak olması (normalde üç yapraklıdır) doğuştan elastik dokuda gevşeklikle giden genetik hastalık olması (Marfansendromu) ek risk faktörleridir. Özellikle kontrolsüz hipertansiyonu olan hastalarda aort damarında genişleme sıklıkla saptanan bulgulardan olup ani yükselmeler de aort yırtılmasına en sık sebep olan durumdur. Bu nedenle hipertansiyon tanılı hastaların tansiyon takiplerine dikkat etmeleri oldukça önemlidir. Aort Damarı Yırtılırsa Hastada Neler olabilir? Aort damarının yırtılması çoğu zaman acil bir durumdur. Yırtılan bölgeye ve yırtılma tipine göre aciliyet değişebilmekle birlikte kalbe daha yakın bölgelerde yırtılması sıklıkla kalp krizi şeklinde tablo oluştururken karın bölgesine doğru olan yırtıklar şiddetli karın ağrısıyla giden tablolar oluşturabilir. Kalbe yakın olan göğüs bölgesindeki yırtıklar hayati tehlikenin yüksek olduğu vakalardır ve sıklıkla ölümle sonuçlanır. Hastaların Takip ve Tedavisi Nasıl Yapılmaktadır? Aort damarında genişleme saptadığımız hastaları genellikle yıllık takibe almaktayız. Yıllık genişleme hızı anevrizmanın ilerleyişi hakkında bilgi vermektedir. Duruma göre yakın takip gerektiği düşünülüyorsa 6 aylık takipler de yapılabilmektedir. Aort anevrizması saptandığında damar basıncını korumak için ilaç tedavisi başlanmaktadır. Operasyon zamanlamasında çoğunlukla anevrizmanın karın bölgesi için 5 santim, göğüs bölgesi için 5,5 santim civarına ulaşmasını bekliyoruz. Anevrizmanın Ameliyatları Nasıl Olmaktadır? HAZİRAN/2016 Anevrizma bölgesine göre açık veya kapalı tekniklerle operasyon yapılmaktadır. Açık teknikte cerrahi olarak anevrizmanın olduğu bölge kesilerek yapay damar yerleştirilmektedir. Kapalı teknikte ise anevrizmanın olduğu aort bölümüne stentli bir yapay damar yerleştirilerek stent açılmaktadır ki buna da ‘Endovasküler’ yöntem diyoruz. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki; her hastaya kapalı teknik olan ‘Endovasküler ‘ operasyon yapılamamaktadır, çünkü hastaya hangi yöntemin daha uygun olacağı değerlendirilip karar verilmektedir. Aort Hastalıkları Açısından Hastalar Nelere Dikkat Etmelidir? Bu süreçte hastanın dikkat etmesi gereken en önemli şey tansiyonunun kontrol altında olmasıdır. Tansiyonun kontrolsüz olması ve ani yükselmeler aortun yırtılmasına sebep olan en önemli tehlike olduğu için her hastanın tansiyon değerleri ve yaşam tarzı konusunda bilinçli olması gerekmektedir. Hastaların Kardiyolojik kontrol ve önerileri sonrası tempolu yürüyüş ile hafif - orta şiddette egzersizler yapması desteklenmelidir ancak ağırlık antrenmanları gibi şiddetli ıkınma gerektiren durumlardan hastaların kaçınması gerekmektedir. Uzm. Dr. Ebru Özenç Kardiyoloji 17 SAĞLIK SEN KİMSİN? -Tık tık tık -Kim o? -Benim -Sen kimsin?... Kimileri bu soruyu ismini söyleyerek cevaplar, kimisi hangi anne babanın çocuğu olduğunu söyleyerek, kimileri mahallesini söyler, kimileri en çok ait hissettiği grubu… “-Ben Alper” der mesela, ya da “-Taner’in oğluyum” Sen kimsin sorusunun cevabı bunlarla sınırlı değildir elbette. Kim olduğumuz, çok daha geniş bir değerlendirmeyi kapsamaktadır. Kendinize hiç sordunuz mu “ben kimim” sorusunu? Yeteneklerinizi, hobilerinizi, başarılı olduğunuz ve yapmakta çok da muktedir olamadığınız alanları.. Alice Harikalar Diyarı kitabında Alice, aşağıya düşer ve bir tavşanla karşılaşır. Önünde iki yol vardır ve tavşana sorar “-Hangi yoldan gideyim?” 18 Tavşan cevap verir: “Nereye gideceğini bilmiyorsan hangi yoldan gittiğinin hiçbir önemi yok” Hayatta insanın nereye gideceğini bilmesinden daha önemli olan kim olduğunu bilmesidir. Kim olduğunu bilirsen, gideceğin yer değiştiğinde ortada kalmaz, nereye gideceğini daha iyi belirlersin. Kim olduğunu bilmek, “ben” ile ilgilidir ve “benlik” kavramına götürür bizleri. Benlik, kişinin kendisi, vasıfları ve özellikleri hakkında sahip olduğu genel fikir olarak tanımlanabilir. Peki kim olduğum, yani benliğim nasıl şekillenir? Benlik, kişinin kalıtım yoluyla genetik olaKİŞİSEL GELİŞİM rak getirdiği özelliklerle birlikte kişinin çevresi ile etkileşim içinde olduğu grupların özellikleriyle iş birliği içinde inşa edilir. İçinde olduğumuz grubun dinamikleri, süreçleri herkes tarafından aynı şekilde algılanmadığından bireyler arası önemli farklılıklar görülür . Kim olduğumuza dair düşüncelerimizin tohumlarının atıldığı ilk dönem bebeklik dönemidir. Çocuğun, kendisi ile ilgili yargıları ve çevresindeki ilk izlenimleri hissetmeye başlamasıyla benliği oluşmaya başlar. Benlik, kişinin kendisini algılama biçimidir. Bir diğer deyişle benlik, bireyin kendi içine bakışı ve çevresinin ona baktığı şeklin örtüştüğü biçimiyle algılanmasıdır. Çocuğun kişiliğinin oluşmasındaki en önemli etken “benlik kavramı”dır. Benlik kavramının en önemli bölümü ise bebeklikte oluşur. Benlik kavramı, çocuğun kendisiyle ilgili olarak kafasında çizdiği görüntüdür. Bu görüntü, çocuğun kendine güvenip güvenmeyeceğini, içe ya da dışa dönük olacağını, atak ya da çekingen bir davranış mı sergileyeceğini belirler. Çocuğun benlik kavramı, onunla dünyayı seyrettiği bir gözlük gibidir. Çocuklar, benlik kavramına sahip olarak doğmazlar. Ancak belirli özelliklerini de kalıtım yoluyla getirirler. Çocuk tüm bildiklerini ve yapabildiklerini kalıtımla getirdiği özellik ve yetenekler ölçüsünde anne-baba ve içinde bulunduğu ortamın yaşam biçiminden öğrenir. Bunu öğrenmeye de bebekken, hem de doğar doğmaz başlarlar. Bebeklik döneminde, çocuğun yaşam hakkındaki temel görüşü oluşur. Çocuk bu dönemde, bebek gözüyle dünyaya bakış açısını ve yaşam felsefesini kurmaktadır. Burada anne-babanın tutumu ve kişiliği, çocuğuna yaklaşım şekli ve aile içi uyum çocuğun benlik kavramını önemli ölçüde etkiler. Yine bu dönemde ya temel bir güven ve mutluluk ya da güvensizlik ve mutsuzluk duymaya başlar. Çocuk büyüyüp olgunlaştıkça ve çevresi ile olan ilişkiler sonucu sosyalleşmesi sağlandıkça, çocuğun ben kavramı, yani çevresindeki kişi, grup, cisim ve olgular karşısında “ben”in yeri ve durumu daha belirgin bir şekil kazanmaya başlar. Yukarıda da değindiğimiz gibi bireyin sosyalleşmesi, doğuştan getirdiği biyolojik olanakları, zeka düzeyi,sahip olduğu yaşam biçimi ve zenginliklerinin sınırları içinde şekil alacağı da bir gerçektir. HAZİRAN/2016 olmak! İnsan doğasını inkar ederek var olmaya çalışıyoruz ve bu da git gide boğuluyormuş hissine kapılmamıza neden oluyor. “Ben Kimim” sorusuna geri dönecek olursak, cevabı iç görüde saklıdır aslında. İç görü bireylerin kendi sorunlarının, kusurlarının, yetersizlikleri kadar yeterli oldukları alanların farkında olma halidir. Kusurluluğunla yüzleşmektir, kusursuzluk aramak değil.. İç görü, insan olduğunu, hatalı olduğunu, ölümlü olduğunu, diğer insanların başına gelen her türlü olumsuzluğun, felaketin senin başına da gelebileceğini kabul etme becerisidir.. “Mükemmel”, “iyi”nin düşmanıdır. Tüm yapabildikleriniz ve yapamadıklarınızı kabullenip mükemmel olmasa da, iyi “ben” halinin ruhunuzu sarması dileğiyle... Meltem YAMAKOĞLU ÜLKER Eskişehir H Tipi Ceza İnfaz Kurumu Psikolog Doğar doğmaz gözleri kapatılan kedi yavruları gözleri açıldığında göremezler. Her ne kadar göz sinirlerinin işlevleri çalışır olsa da belli bir zamana göre programlanmış olan uyarılmanın yokluğu yüzünden görme işlevinden sorumlu korteks bölgesi gelişmez. Benzer bir şekilde doğar doğmaz gözlerinin önüne siyah beyaz şeritli renk süzgeci koyulan kedi yavruları, gözleri açıldıktan ve renk süzgeci kaldırıldıktan sonra yaşamı yine siyah beyaz şeritlerin arasından görürler. İnsan da nasıl bir görüntüyle doğarsa öyle bakar dünyaya. İçine doğduğu ailenin, mahallenin, grubun görüntüsüyle yaklaşır hem kendine hem dünyaya. Tıpkı bir karikatürü ince mizah anlayışıyla kabullenmek gibi aslında insan olmak. Zayıflıklarıyla, hatalarıyla kendine dışarıdan bakıp, sonra gülüp iyi yanlarıyla bütünleşmek en derinde kaçtığımız korktuğumuz kendimizle var olabilmek. İnsan hata yapar, insan eksiktir kusurludur, ve insan ölümlüdür. Biz insan olduğumuzu unutarak sadece kendimizi hapsediyoruz mükemmelliğe ki mükemmel diye bir şey yoktur gerçekte. Görüyorum ki insanlar mükemmellikle gurur duyar olmuşlar. Herkes başarılı, herkes temiz, herkes dört dörtlük, neyi baskıladığımız neyi inkar ettiğimiz, neyi yok saydığımız aslında aşikar, ortada. İnsan 19 KİŞİSEL GELİŞİM İLGİNÇ BİLGİLER Penguen yüzüp, uçamayan tek kuştur. Filler zıplayamayan tek memelidir. Yataktan düşerek ölme olasılığı iki milyonda birdir. Tom Sawyer daktiloda yazılan ilk romandır. Soğan doğrarken sakız çiğnemek göz yaşarmasını önler. Sallanan sandalyede hiç durmadan sallanma rekoru 440 saattir. Sıcak su, soğuk sudan daha ağırdır. Yeni Zelanda, dünyadaki her türlü iklimin yaşandığı tek ülkedir. Dünyada en çok kullanılan isim Muhammed’dir. İnsan vücudunda yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Her dakika bunlardan 300 milyonu ölür. Eşekler tarafından öldürülen insan sayısı uçak kazalarında ölenlerden daha fazladır. İnci sirkede erir. 20 İLGİNÇ BİLGİLER? HAZİRAN/2016 ELA GÖZLÜ NAZLI YARİ Ela gözlü nazlı yari Görem dedim göremedim Boş kalmıştır kavil yeri Varam dedim varamadım Gönlümün gülü nerede Engeller durmaz arada Emine’yle ben murada Erem dedim eremedim Şeker kaymak tatlı dili Kınalamış nazik eli Koynundaki gonca gülü Derem dedim deremedim Şahinim yok çıkam ava Ne yaptımsa aldım hava Kuşlar gibi ben bir yuva Kuram dedim kuramadım Gel derdini bana anlat Ben kimlere edem minnet Dediler ki bağın cennet Girem dedim giremedim Mehmet Ali asıl adım Ferrahi’yi pirle kodum Gurbet elden dönem dedim Duram dedim duramadım Aşık Ferrahi - Nida Tüfekçi HİKAYESİ Gönlü yaralı bir ozan Ferrahi. Dediği gibi bir yar uğruna yanıp yakılmakla geçmiş ömrü. 1934 yılında Ceyhan’ın Kıvrık köyünde doğmuş. Asıl adı Mehmet Ali Metin. Saz vurmaya küçük yaşlarda başlamış. Çevrenin sevilen bir genci olmuş Söz erliği, yanında çalıştığı ağanın kızına sevdalanmasıyla başlıyor. Ağa önceleri kızını Ferrahi’ye vermeye razı oluyor ama sonraları çevrenin dedikodularının etkisiyle bundan cayıyor. Türkülerinden de anlaşıldığı gibi ağa kızının adı Emine’dir. İki gönlün bir olması engellenince alır başını çıkar sıladan. Başlar gurbet ellerde sazıyla çile doldurmaya. Bundan sonra Ferrahi’nin öyküsü daha da yanıktır. Otuz yaşlarındayken bir Aşık için en önemli şeyini, sesini kaybeder. Sazıyla kalır bir başına. Bir ara evlenir ve bir kızı olur. Adını Emine koyar. Küçük Emine beş yaşından sonra babasının sesi, soluğu olur. Baba çalar, küçük Emine söyler. 1960 doğumlu olan Emine’nin söyledikleri yalnızca babasının türküleri değildir. Daha o zamandan dağarında yüz elli türkü vardır. Böylece baba - kız geçim derdini birlikte yüklenir, birlikte paylaşırlar. Yurdumuzun çeşitli yörelerinde yapılan Aşıklar Bayramları’na katılırlar. Kubbede kalan bir hoş seda diye boşuna dememişler. İşte Ferrahi’yi artık yaşatanlar da radyolarımız Halk Türküleri dağarında bulunan bu türküler oluyor. Çünkü Ferrahi’nin dolmak bilmeyen çilesi 1969 yılının 26 Nisan günü aramızdan ayrılmasıyla tükendi. Usta aşık ardında birçok koşma, güzelleme gibi türküler bırakarak göçüp gitti. Son senelerinde iki Aşıklar Bayramı’na katılmıştı. Her ikisinde de kızı Emine’yle birlikte birincilik ödülü aldı. 1967 yılında Konya’da Mihri Hatun türkü ödülünü ertesi yıl da yine Konya’da Köroğlu ödülünü aldılar. 21 BİR TÜRKÜ BİR HİKAYE FELSEFE Egoizm (Bencillik) Nedir, Ne Demektir? Temsilcisi Thomas Hobbes’tır. Ona göre birey “ben sevgisiyle” yani daima ve öncelikle kendisini düşünerek hareket eder. Bunun için insan eylemlerinin amacı bireyin kendi hayatını koruması ve sürdürülebilmesidir. Ahlaklılık, kişinin kendini koruma güdüsünün dışa vurulmasının bir biçimidir. Bireyin eylemlerine, iyi ve kötü diyen yine bireyin kendisidir. Birey daima yararına, çıkarına uygun olanı yapar. Her insanın çıkarı bir olamaz, bu yüzden evren ahlak yasası olamaz. Egoizm genel anlamıyla bireyin kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile ilgilidir. Egoizm ile aşağıdakilerden biri kastedilmiş olabilir: Etiksel (ahlaki) egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarlarına uyan şeyi yapmalarının doğru olduğunu savunan doktrin, Psikolojik egoizm: Bireylerin her zaman kendi çıkarları için hareket ettiği savunan doktrin, Rasyonel egoizm: İnsanların kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesinin rasyonel olduğunu savunan doktrin 22 Genel olarak bencillik kötü bir sıfat olarak düşünülmekteyse de, eski Yunan’dan başlayarak bunu müdafaa eden bir grup ve felsefik ekol daima mevcut olmuştur. Mesela, eski Yunan felsefecilerinin bazıları ve onların yolunda gidenler, herkesin kendi mutluluğunu aramasını öngörmüş ve bu suretle cemiyetin daha fazla refaha kavuşacağını iddia etmiştir. Egoizmi tamamen saf bir şekilde ancak ilkel kavimler ile çocuklarda görmek mümkündür. Diğer bütün hallerde bencillik toplumun veya kişinin başka düşünce, duygu ve isteklerinin etkisi altında ve bunlarla perdelenerek ortaya çıkar. Bu sebeple, bencilliğin bir çeşiFELSEFE di biyolojik istek ve arzuları tatmin etmek şekliyle görülürken, başka çeşitleri daha dolaylı yollar ve görüşlerle zuhur eder. Mesela,toplumda daha iyi bir mevki elde etmek isteğini tatmin etmek için takınılan tavır ve davranışlardan bazıları bu gruptandır. HAZİRAN/2016 Kinizm Nedir? Kinizm ya da sinizm, sofist Gorgias’ın ve daha sonra da Sokrates’in öğrencisi olan Antisthenes’in öğretisidir. Antisthenes, Kynosarges Gymnasion’da okulunu kurmuştur. Kinik okulun, kyon kelimesinden türediği söylenmektedir; kyon ise köpek ya da köpeksi anlamındadır. Kinik okul, bu nedenle Sokratesçi okullardan biri kabul edilir. Anthisthenes mutluluğa ancak erdemle ulaşılacağını ve bu erdemin de dünyevi hazları yadsımakla mümkün olabileceğini (mülkiyet, aile, din v.b. değer ve yargıları reddederek) savunmuştur. Kinizme ün kazandıran, dolayısıyla kinizmin yayılmasını sağlayan Diogenes’tir. Diogenes bu öğretiyi eyleme dönüştürmüştür ve gerçek erdeme ancak bu şekilde ulaşılacağını savunmuştur. Rivayete göre Diagones yaşamını bir fıçının içinde devam ettirmeye vardırarak, toplumsal gereksinmelerden kendisini tamamen yalıtmaya yönelmiştir. Kiniklerin temel felsefi konumları, zamanın uygarlık değerlerine yönelik aldırmaz tavırları ve eleştirel yaklaşımları tarafından şekillenir. Onların temel etik ilkesi erdemdir ve bundan anladıkları da, insanın özgürlüğü ve kendi iç bağımsızlığı ile yaşamını sürdürmesidir. İnsan, her tür gereksinmeye olan bağımlılığından kurtulmalıdır. Dolayısıyla böyle bir erdem anlayışı, bilgi ile temellendirilir; yani insan ancak bilgilenme aracılığıyla kendisini kuşatmış olan gereksemelerden sıyrılabilir. Onlar açısından bilgi ve ahlaki ilkeler bu nedenle salt soyut bir bilme meselesi değil, somut yaşamda yaşanması gereken şeylerdir. Kinik filozoflar, bütün bu yaklaşımlarına uygun bir kişilik örneği olarak Sokrates’e işaret ederler. Kinizme göre, insan kendi kendisine dayanmalıdır, ki erdemli, yani kendine yetebilen bir kişi olabilsin. İnsanın doğaya karşı geliştirdiği toplumsallık, büyük ölçüde gereksiz ve yozlaştırıcı nitelikler arz eder; kinikler buna karşı doğal ve sade yaşamı öne çıkarırlar. Derleyen: Hakan ERDEM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yetişkin Eğitim Bürosu 23 FELSEFE TOROS KAPL Dadaloğlum der ki: Gördüm düşümde Yiğide ad veriler on beşinde Alışkın tüfekle dağlar başında, Azrail’den başkasından aman mı! Görkemli camileri, tarihi taş köprüsü, gizemli kaleleri, renkli çarşıları ve bereketli sofralarıyla Doğu Akdeniz’in lezzet ve kültür başkenti, cömert, sıcak ve iştahlı Adana... Bu sihirli kelimeler Adana’ya çok yakışsa da onu anlatmaya yetmez. Geleneksel ile modernin, eskiyle yeninin iç içe geçtiği çok kültürlü bir havzadır burası. Yılın on bir ayı güneş topraktan bereketini esirgemez. Bu yüzden de sınırları olmayan dev bir açık hava pazarı gibidir Adana. Sofralarsa hem gözü hem iştahı doyurur. Çünkü burada yemek bir sanat olarak görülür. Adana Toros dağlarının güneyinde yer alan Çukurova’da Seyhan nehri üzerinde kurulmuştur. Akdeniz’e yaklaşık 160 km’lik kıyısı bulunan Adana Avrupa’yı, Asya’ya bağlayan önemli ulaşım yolları üzerindedir. Orta doğu ile kara ve demir yolu bağlantısı Adana üzerinden yapılır. Bu bağlantı Toroslarda Gülek Boğazı’n- 24 GEZİ dan sağlanır. Güneyden kuzeye gidildikçe Toroslara varınca yükseklik 2500 metreyi aşar. Torosların etekleri Akdeniz’e doğru ova biçimini alır. İç Anadolu’dan doğan Seyhan ve Ceyhan Nehirleri Akdeniz’e akar. Toros Dağlarının zirvesinde yedi göller vardır. Seyhan nehri üzerinde Seyhan ve Çatalan Baraj Gölleri, Ceyhan Nehri üzerinde Aslantaş Baraj gölü ile Karataş’ da Akyatan ve Ağyatan Kuş Cenneti Gölleri vardır. Akdeniz iklimi özellikleri taşıyan bitki örtüsü, yüksekliği 700-800 metreye kadar olan kesimde, mersin sandal, kermes meşesi, çınar, yabani zeytin, akça kesme, menengiç, sakız ağacı, funda, erguvan, kara çalı, zakkum, okaliptus gibi maki türü ağırlıklıdır. 800 metreden itibaren yayvan yapraklı meşe, kızılcık, defne, daha yükseklerde çam türleri, ardıç, kayın, toros göknarı, sedir ve 2000 metreden sonra alp tipi çayırlar rengarenk çiçekleriyle doğal bir halı görünümündedir. Çukurova bölgesinde yumrulu bitkilerden kardelen, yabani sıklamen, ada soğanı, nergis, sümbül ve benzeri bitkilere bahar aylarında sıkça rastlanır. Yine bölgede kırsal kesimde yetişen, gelincik çiçeğinin Avrupa’daki türlerinden farklı olduğu bilinmektedir. HAZİRAN/2016 LANI: ADANA M.Ö. 1900 lerde Luvi Krallığı (Hititlerin bir kolu), M.Ö. 1500-1333 Arzava Krallığı (Hititlerden ayrı doğu kökenli bir grup), M.Ö. 1900-1200 Hitit Krallığı, M.Ö. 1190713 Kue Krallığı (Frigler), M.Ö. 713-660 Asur Krallığı, M.Ö. 663-612 Kilikya Krallığı, M.Ö. 612-333 Persler, M.Ö. 333-323 Helenistik dönemi, M.Ö. 312-1333 Selökidler, M.Ö. 178-112 Karsunlar dönemi, M.Ö. 395-638 Bizanslılar ve M.S. 638 İslam devri, sırasıyla Ermeni Krallığı, Mısır Türk Memlukluları, Ramazanoğulları, Osmanlılar bu topraklarda yaşamışlardır. Böylece tarih boyunca on ayrı ve büyük medeniyete, 18 ayrı siyasi yapılaşmaya şahit olmuştur. Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin deltasında verimli sulak arazide kurulu Adana’nın tarihi, coğrafi konumu nedeni ile M.Ö. 6000 yıllarına uzanmaktadır. Adana, Antik Kilikya Bölgesinin en önemli şehirlerinden birisidir. Hititlerden Osmanlı’ya, gelmiş geçmiş bir çok medeniyetlerin beşiğidir. Adını Yunan mitolojisine göre Gök tanrısı Uranus’un oğlu Adanus’dan almıştır. Adana’nın merkezinde bulunan Tepebağ Höyüğü, insanoğlunun yerleşik hayata geçtiği neolitik döneme aittir. Tarihi M.Ö.6000’lere kadar dayanan Dünyanın en eski yerleşim birimlerinden birisidir. 1. Dünya Savaşının bitiş tarihi olan 1918’de Türkler için yeni bir mücadele baslamıştır. 31 Ekim 1918’de Adana’ya gelerek Alman mareşali Liman Von Sanders’dan Yıldırım Orduları Komutanlığı’nı devralan Mustafa Kemal, “Savaş, müttefikler için bitmiş olabilir ama bizi ilgilendiren savaş, kendi istikbalimizin savaşı, ancak şimdi başlıyor” diyerek, Adana’da Kurtuluş savaşının ilk işaretini vermiştir. Bu sırada düşman kuvvetleri Adana ve yöresini işgal etmeye başlamışlardır. Amaçları, Avrupa devletlerine destek veren bir Ermeni devleti kurmaktır. 1918-1919 yıllarında işgalciler, Adana’da zulüm ve işkence uygulamışlardır. Bunca baskıya artık dayanamayan Adanalılar örgütlenerek “Kilikya Milli Kuvvetler Teşkilatı’nı kurmuşlardır. 5 Ağustos 1920’de Mustafa Kemal, Fevzi Bey (Çakmak) ve milletvekilleri Pozantı’ya gelerek burayı il merkezi haline getirmişler ve Pozantı kongresini yapmışlardır. 1920 Kasım ayında Fransızlar yenilgiye uğramışlar ve Fransız Hükumeti, T.B.M.M. Hükumeti’ni resmen tanımıştır. 20 Ekim 1921’de Fransızlarla “Ankara Antlaşması” imzalanmıştır. Bu antlaşmaya uygun olarak 5 Ocak 1922’de Fransızlar, Çukurova’dan tamamen ayrılmışlardır. Bu tarihten itibaren il merkezi tekrar Adana’ya taşınmıştır. SAĞLIKTA PARLAYAN KENT: ADANA Çukurova, Türkiye’nin, belki de dünyanın en verimli topraklarına sahip. Hani kuru dalı saplasanız bir süre sonra yeşerip meyve verecek kadar bereketli bu topraklar. Son yıllarda bereket tarım dışında bir alanda daha görülüyor. Çukurova’nın altın değerindeki toprakları üzerinde Adana’da, birbiri ardına uluslararası düzeyde hastaneler yükseliyor. Adana, yaklaşık 4 bin yıllık geçmişi ile dünyanın yaşayan en eski kentlerinden bir tanesi. Sağlık alanındaki liderliği de tarihi kadar eski. Dünyanın ilk tıp fakültesi ve hastanelerinden biri burada kurulmuş. Tıbbın babası sayılan Hipokrat yaklaşık 4 bin yıl önce yedi Easkulapion’undan bir tanesini Adana’nın Yumurtalık ilçesine kurmuş. Hitit kralı, tedavi olmak için bu merkeze gelerek ilk sağlık turizmi hareketini bu topraklarda gerçekleştirmiş. Sağlık turizmi ülkemiz için çok önemli bir hedef ve konu sadece sağlık hizmeti sunucularını değil bir kenti bütünüyle kapsıyor. Gezi amaçlı gelen turistle karşılaştırılamayacak ölçüde ekonomik getiri sağlayan sağlık turisti bir kentin dinamiklerini baştan aşağı etkiliyor. Adana, birçok özelliği GEZİ 25 nedeniyle bölgenin sağlık üssü olmaya aday. Bu özelliklerin başında şehrin konumu geliyor. Adana, son yıllarda ekonomik olarak gelişen ve sağlık hizmetlerine talep gösteren coğrafyanın merkezinde yer alıyor. Bölgedeki sağlık kuruluşları, Suriye, Irak, İran gibi güney komşuların yanı sıra Türkî Cumhuriyetlerden de gelen çok sayıda hastaya hizmet veriyor. Son dönemde Adana’yı keşfeden bölgelerden biri de Balkanlar... Adana’ya olan bu ilgi sadece konumu dolayısıyla değil elbette. Öncelikle Adana ve çevresi söz konusu ülkelerden gelen hastalar ve yakınları için kendi kültürlerine benzer bir ortam sunuyor. Gerek insanının sıcaklığı, gerek yemekleri gerekse örf ve adetleri açısından Adana Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar’dan gelen hastaların kendilerini evinde hissetmelerini sağlıyor. Ayrıca bölgede Arapça ve İngilizcenin diğer birçok ile göre daha yaygın olması, hizmet sektörü açısından bir artı puan. Adana’nın Kapadokya, Gaziantep, Antalya gibi turizm merkezlerine olan yakınlığı da hastalara ve hasta yakınlarına tedaviyle birlikte turistik amaçlı paketlerin de sunulmasına imkân veriyor. Adana’da alternatif sağlık turizmi de gelişmeye yüz tutan faaliyetlerden. Kurttepe içmesi, Ali Hoca İçmesi, Acıdere İçmesi, Tahtalıköy Kükürt Kaynağı, Kokarpınar, Ilıca İçmesi ve Bağözü İçmesi, Adana’nın en bilinen şifa kaynaklarıdır. merhem haline gerilerek açık yaralara sürülür. Yanmış kav külü sürülür. Mide: Kurutulmuş kantaron otu çay gibi demlenip içilir. Şeker hastalığı: Yavşan otu çiçeği çay gibi demlenip içilir. Karın Ağrısı: Bir soğan soyulur. İçine tütün, katran, ardıç çekirdeği ezilerek konur, toprağa gömülür. Gerektiğinde topraktan çıkarılarak ilaç olarak kullanılır. Sarılık: Sarılık ağacının suyu kaynatılarak içilir. Güneş Çarpması: Hayvan derisine sığır tersi konur. Hasta bu deriye sarılır. Hayvan zehirlenmesi: Nar ekşisi, şap, toprak, sarımsaklı yoğurt karıştırılıp hayvanın ağzından verilir. Karnına katran sürülür. Hayvanların ezik ve çürükleri: Ezik yerlere HALK HEKİMLİĞİ Adana insanının da şifa bilgisi doktorları aratmayacak niteliktedir. Halk hekimliği burada çoğu kişinin sahip olduğu bir meslektir. Halk hekimliğinin deva olduğu bazı rahatsızlıklar şunlardır: Kırık Çıkık: Yörükler kırık çıkık konusunda çok deneyimlidirler. Kırılan veya çıkan yeri doğrultarak, düzeltilen kemiği kamış veya tahta çıtayla bağlayıp üzerine sabun ve yumurtanın beyazı ile hazırlanmış bir tür macunu alçı gibi sürerler. Zatürre – Sancı: Koyun derisine Koyun iç yağının balla karıştırılması ile elde edilen sıvı ağrıyan yere bağlanır. Kurşun yarası: Kurşun, sıcak katranın yaranın üzerine sürülmesi ile çıkartılır. Katran yaranın mikrop kapmaması için sürülür. Sancı - Sızı: Tere otu, ayvadan ve yarbun gibi çeşitli otların dövülmesi ile hazırlanan macun sızlayan yere sürülür. Doğum Ağrısı: Koyun ve keçi kesilip derisi sıcak olarak hastanın karnına sarılır. Kekik yağı şekere iki damla damlatılır, şeker yenir. Göz Ağrısı: Çakır dikeninin çiçeği ezilir Lohusa kadının sütüyle karıştırılıp göze damlatılır. Verem: Verem tedavisi için çam ve katran ağaçlarının sulu kabukları yenir. Taş düşürme: Binbaşı otu kaynatılarak suyu içilir. 26 Yara: Kurutulmuş kantaron otu zeytinyağı ile karıştırılıp GEZİ katran sürülür.Hayvanların kan tutması: Keçi ve koyunları kan tuttuğunda kulağı kesilir. YABAN DELTA Türkiye’nin en büyük ve benzersiz deltası Çukurova, binlerce yıldır lagünleri, kumulları ve sazlıklarıyla nice canlının kadim yurdu. Kâh balıkçılların, kâh çamurçulluklarının kanat çırptığı Adana’nın bu yaban bahçesinde yaşamın geleceği, insanın doğaya göstereceği duyarlılığa ve saygıya bağlı. Dağlar ve denizler asla bir araya gelmeyecek iki dünya gibidir. Yüzlerce kilometrelik mesafeler, binlerce metrelik yükseklik farkları ayırır onları. Ama aslında pınarlardan çıkıp çağlayanlar aşan, vadiler boyunca uzun yollar kat eden nehirler ikisini zarif bir hatla birleştirir. Bu bağın çok verimli ama kırılgan olduğu özel bir nokta vardır: Delta. Doğa en renkli yüzünü, dağların kıyılara indiği bu bereketli buluşma noktasında gösterir. Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin oluşturduğu Çukurova Deltası da Toroslarla Akdeniz’in kavuştuğu eşsiz bir diyardır. Suyun ve toprağın, doğanın ve insanın kaynaştığı uçsuz bucaksız bir düzlüktür. Anadolu’nun en büyük deltası, nice canlının kadim yurdudur. İskenderun Körfezi ile Mersin Körfezi arasında kalan bölgede iki milyon yıl önce oluşan çökelti alanları, zamanla akarsuların getirdiği malzemelerle dolarak Çukurova’yı meydana getirdi. Günümüzde Çukurova, Seyhan ve Ceyhan’ın iki yanında, Adana il sınırlarında uzanan, kuzeyden Toros Dağları ile sınırlanan bir delta ovası özelliğinde. Denizden bir kıy kordonuyla ayrılan ve lagün denilen birçok gölün belli başlıları, batıdan doğuya doğru Tuzla, Akyatan, Ağyatan ve Yumurtalık adlarıyla anılıyor. Bu kıyı gölleri ve bataklıklara son 5 bin-6 bin yıl içinde devasa kumullar eklenmiş. Böylece ortaya farklı yaşama ortamlarının bir arada bulunduğu, tüm Akdeniz’in en büyük sulak alanlar bütünü çıkmış. Sulak alan deyince akla ilk kuşlar gelir. Ilıman Akdeniz iklim kuşağında bulunan, ekosistem zenginliğiyle dikkat çeken Çukurova’nın da pek çok kuş türü tarafından üremek, barınmak ve sürekli yaşamak için kullanılması şaşırtıcı değil. Yırtıcı kuşlardan kıyı kuşlarına, ötücülerden turnamsılar, tavuksular ve diğer gruplara 184 farklı kuş türü gösteriyor ki delta göçmen kuşların başlıca uğrak yerleri arasında. Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya’nın büyük bölümünü kaplayan “Batı Palearktik” ekolojik bölgesinin en önemli kuş göç yollarından ikisinin kesişiminde bulunuyor Çukurova. Kırım’dan başlayıp Afrika’ya uzanan göç yolunu kullanan yaklaşık 100 bin bireylik turna popülasyonundan Türkiye’de kışlayanlarının büyük çoğunluğuna ev sahipliği yapıyor. Genlerine işlemiş göç bilgileriyle binlerce yıldır bu toprakları kullanan turnalar bir zamanlar şarkılar, türküler ve elişlerindeki motiflerle günlük yaşamın parçasıydı. Şimdilerde kaçak avcılık ve yaşam alanlarının daralması tehdidi altındalar. En büyük uluslararası doğa koruma birliklerinden IUCN (International Union for Conservation of Nature) tarafından hazırlanan kırmızı listede turnaların Türkiye’deki durumu “tehlike altında” olarak gösteriliyor. KÜLTÜREL ÖĞELERİ Adana denilince ilk akla gelen özelliklerden biri de kendine has dilleri ve söylemleridir. Yöresel ağızlar halk arasında yaygın olarak yaşamaya devam etmektedir. Adana’ya özgü bazı sözcükler ve telaffuzları şunlardır: Gece: “Vergeç” Cahil: “Cahal” Kıymetli: “Gıymatlı” Karpuz: “Garpız” Köfte: “Köhte” Kibrit: “Girbit” Böbü, Böğü: “Zehirli ve büyük örümcek” Balcan: “Patlıcan” Bider: “Tohum” Banadura: “Domates” Dıhıl: “Gir” Dulda: “Sığınılacak kuytu emin yer” Gındırık: “Aralık” HAZİRAN/2016 Tabiki kendine has atasözleri, deyimleri ve bilmeceleri de vardır Adana’nın... Atasözleri Dostunu yolculukta öğren. Ulular köprü olsa basıp geçme. Akılsız iti yol kocatır. Kapını sıkı tut komşunu hırsız etme. Dosta çayır, düşmana çadır göster. Suyun çağlamasından, insanın söylemesinden kork. Göç geri dönünce, kötü eşek kervan başı olur. Kelin canı kekil ister. Bıçak sapını yontmaz. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır. Adamın sırtına vurmuşlar da arkam demiş. Terazi var tartı var, her işin bir vakti var. Güz güneşinde kızım bahar güneşinde gelinim yansın. Çayırda inek, düğünde kız beğenilmez. Deyimler Kuru derede sele gitmek. Melefe gibi olmak. Bozlaklar ıhtırak. Bambığım. Havsalası almamak. Cılk çıkmak. Gözü pörtlemek. Cibilliyeti bozuk. Pel pel bakmak. Bilmeceler İdris gider içi yok, çörek yapar tuzu yok./Arı peteği. Sarı tavuk dalda yatar dal kırılır yerde yatar./ Ayva. Kolu var ayağı yok karnı var canı yok./ Ceket. İnsan yapar yapısını, kulu açar kapısını./İçli köfte. 27 GELENEK VE GÖRENEKLERİ Doğum, Ölüm, ve Sünnetle İlgili Gelenek ve Görenekler: Yeni doğan çocuğun yanına yeni doğum yapan başka bir anne giremez. Yeni doğan bebek yedinci, yirminci ve kırkıncı günü merasimle yıkanır. Çocuğun suyuna kırk adet taş, ayna para, yeşillik konur, başından aşağı dökülür. Ölümünde ise ölü meydanda iken ölünün bohçası ortaya konur, ağıtçı adını verdiğimiz (genellikle kadınlar olur) kişi ağıdını söylemeye başlar. Ölü evinde 40 gün ışık söndürülmeden yanar. Cenaze dönüşü ev süpürülmez, cenazenin üzerine bıçak konur (metalin konulması cesedin şişmesini önlemek içindir), ölünün çenesi temiz bir tülbentle bağlanır. Ölünün 3, 7, 40 ve 52 yemekleri yapılarak mevlüt okunur. Erkek çocuğunu sünnet ederken tutan kişiye kirve denir. Kirve olmakla iki aile birbirine akraba sayılır. Kirve bir nevi çocuğun manevi babası sayılır. Evlenme: Erkek anneleri oğlu için beğendiği kızı, akraba, komşu gibi yakınları (genellikle kadınlardır) ile görmeye gider. Buna görücü denir. Beğenilen kız erkeğin ailesi ve yakınları ile istenmeye gidilir. Kız ailesi tarafından verilirse “Ağız Tadı” yenir (tatlı, baklava, şeker sucuğu, lokum ve şerbet olur). Kız evi oğlan evine eşya ve para listesi verir. Liste ağırsa araya hatırı sayılan kişiler konularak hafifletilir. Bazı yörelerde başlık parası halen alınmaktadır. Daha önce anlaştıkları takılar elbiseler alınarak nişan yapılır. Düğün genellikle buğday ve pamuk hasadı sonu yapılır. İki dini bayram arası düğün yapılmaz. Düğüne çağrılacak kişilere ufak hediyeler; (Havlu,örtü, mendil, Çorap vs.) verilerek davet edilir. Bu hediyelere okuntu denir. Düğünden bir gün önce kına yakılır. Düğün günü bayrak evin dam direğine bağlanır, bayrak sereninin üst ucuna bir soğan dikilir. Eskiden köy yerlerinde genellikle gelin ata bindirilerek götürülürdü. Evine atla getirilen gelin inmez, damat babası eline hediye verir (tarla, bahçe, inek) öyle indirilir. Gelin kapı önüne konan su testini tekme vurup devirir, su üstünden geçer, yağlı ballı denilen yaprak arasındaki tatlıyı kapıya yapıştırır (mutluluk ve soy sürme amacıyla), kaynananın oklavası altından (kaynanaya saygı ve sevgi olması amacıyla) geçer, odasına geçince de sandığını açar seymenlere, yengelere (gelinin etrafında dönen kadınlar), ergen gençlere hediyeler verir. Dualar okunur. İnanışlar: Kumru, güvercin ve kırlangıç gibi kuşların vurulması günah sayılır. Ziyarete, yatırlara ve ağaçlara dilek için bez ve saç bağlanır. Kaybolan eşya için kol okunur. Kol büzülürse kaybın bulunacağına inanılır, buna da kol karşılamak denir. Nazara çok inanılır. Bazılarının ışıklı bir göze sahip olduğuna, bu insanların kötü bir niyetle baktıklarında nazar değdiğine inanılır. Özellikle nazar değmesin diye karaçalı, dardağan, kördikenden süs yapılarak mavi boncukla birlikte hayvanların boynuna takılır. Ayrıca deve boncuğu ve gök boncuk, hayvanlara ve çocuklara takılır. Yeni gelin aileye huzursuzluk getirmesin diye ayağının altı hafifçe yakılır. Öğleden sonra bereket kaçmaması için süt, yoğurt ve damızlık verilmez. Seyirlik Oyunlar ve Halk Oyunları: Pembe Nine oyu- 28 nu, Kına gecesi oyunu, Alaydan malaydan oyunu, KarşılaGEZİ ma oyunu, Kartal oyunu, Serçe oyunu, Yaş oyunu, Bacadan çıkma oyunu, Yumurta oyunu, Sevme isteme oyunu, Nazlanma oyunu, Kuburo oyunu, Hüsoyla Hasso ve Sinsin oyunu, Kız kaçırma oyunu, Tilki oyunu seyirlik oyunlardır. Adana ilinin geleneksel halk dansı halaydır. Davul zurna, eşliğinde genel olarak üçlü tekrarlanan figürlerle oynanır. Diğer halk oyunları ağırtma, çifte telli, Adanalı, hoş bilezik, orke, şirvanı, gelgel, acem kız oyunu, Sinsin, Cirit (At ile oynanır), Mantufar (Hıdırellezde oynanır.) GİYİM VE GELENEKSEL SANATLAR Kırsal kesimde erkek ve kadın giyiminde “şalvar” ön plandadır. Kadın giyiminde şalvarla birlikte “güdük” olarak adlandırılan uzun kollu, yakasız, önden yırtmaçlı bir bluz, başa takılan kenarları oyalı, renkli desenli “yağlık” denilen yazmalar ve ayağa giyilen “yemeni” veya “lastik pabuçlar” yer almaktadır. Erkek giyiminde ise şalvarla birlikte bedene giyilen “mintan” ve başa takılan “kasket” görülür. Kadın Giysileri: Başlık: Fes, taç, yazma, tülbent, genç kız başlığı, gelin başlığı, evli kadın başlığı, kalıplı fes, kefiyeler, gazi, Mahmudiye, Dul kadın başlığı, İhtiyar kadın başlığı Giysi: üçetek dolama, fistan, cepken, yelek (güdük), şalvar, don, gömlek, kuşak, kolçak, yemeni, çorap. Erkek Giysileri: Başlık: Börk, Fes, Terlik, Gömlek, Şalvar, Yelek, Kuşak, Yemeni, Çorap, Aksesuar. Süslenme, Aksesuarlar: Bilezik, Kemer, Yüzükler ve küpeler, içek ve tozaklar. Geleneksel El sanatları ve Hediyelik Eşya: Önceleri bölgede çok yaygın ve gelişmiş olan el sanatları 20. yy.da teknolojinin gelişmesiyle eski önemini kaybetmeye başlamıştır. Köy ve ilçe merkezlerinde dokumacılık, küçük el sanatları ile uğraşanlar bulunmaktadır. Bunların başlıcaları, halı, kilim, çul, çuval, heybe, torba, savan, çorap, vb. Ayrıca sandık, dolap, ekmek tahtası, oklava gibi tahta işlerine de Pozantı, Aladağ, Karaisalı ilçelerinde rastlanır. MÜZİK KÜLTÜRÜ Adana ve İlçelerinde kırık havalardan ziyade uzun havalar rağbet görür. Kozan ve İmamoğlu yöresinde bozlakların harman olduğu yer olarak bilinir. Daha çok Karacaoğlan (Türkmen) ve Dadaloğlu (Afşar Bozlağı) havaları okunur. Feke, Saimbeyli ve Tufanbeyli yöresinde daha çok Kayseri ve Orta Anadolu havalarının etkisi görülür. Karaisalı, Aladağ, Pozantı’da kırık havalar, Topuk havası veya Henk havası bilinir. Topuk Havaları ezginin hareketli ve oynak olduğunu, Henk Havası ise genelde kadınların düğünlerde leğençe çalarak söyledikleri ezgi olarak bilinir. Yeşillim ve Gide Gide Bir Söğüde Dayandım en yaygın olanıdır. Ceyhan, Yumurtalık, Karataş İlçelerinde bozlak, kırık ve uzun havalar yaygındır. Adana Merkezinde ise göçlerden dolayı kozmopolit bir kültürün oluşmasını sağlamıştır. Bu nedenle yöre türkülerinin merkezi haline gelmiştir. Ayrıca ağıtlar önemli bir yer tutar, savaş, kıtlık, yokluk, ayrılan sevgililer için söylenir. “Ne Karaymış Şu Alnımın Yazısı”, “Karabahtım Kem Talihim”, “Şu Dünyada Üç Nesneden Korkarım”, “Yalandır Şu Dünyanın Ötesi”, “Yalan” ve “Ala Geyik Gibi Boyun Sallarsın” önemli halk türküleridir. HAZİRAN/2016 GEZİLECEK YERLERİ ve TURİZMİ Park ve Mesire Alanları: Aladağlar Milli Parkı, Yumurtalık Tabiat Koruma Alanı, Tuzla, Akyatan, Kozan Çandık, Seyhan Baraj Gölü , Körkün Eğlence Sahası, Pos Çatalan baraj gölü, Anavarza Kayalıkları, Kozan Baraj gölü , Tufanbeyli Kürebeli , Karanfil Dağı, Dağılcak mesire alanı, Simit Şelalesi. Müze ve Ören Yerleri: Adana Arkeoloji Müzesi, Etnoğrafya Müzesi, Atatürk Müzesi, Misis Mozaik Müzesi, Anavarza Ören Yeri, Şar Ören Yeri, Magarsos Ören Yeri, Ayas Ören Yeri. Diğer Tarihi Yerleri: Yılan Kale, Dumlu Kalesi, Ramazanoğlu Medresesi, Tebebağ Evleri, Ramazanoğlu Konağı, Hayriye Hanım Konağı, Kurtkulağı Kervansarayı, Ramazanoğlu Çarşısı, Çarşı Hamamı, Büyük Saat Kulesi, Taşköprü, Bahri Paşa Çeşmesi, Adana Yeşil Oba Şehitliği, Küçük Dikili Köyü Şehitliği, Saimbeyli Şehitliği, İpek Yolu. Dini Yapılar: Kozan Kalesi ve Manastırı, Ulu Cami ve Külliyesi, Hasan Ağa Cami, Hoşkadem Cami, Yağ Cami, Yeni Cami, Akça (Ağca) Mescid, Bebekli Kilise Doğa Turizmi: Aladağ Meydan Yaylası, Ağcakise, Başpınar, Bıcı, Kosurga Yaylaları, İderesi Köyü Yaylası, Kızıldağ Yaylası, Hozrum ve Çulluuşağı Yaylaları, Kozan Göller Yaylası, Akça Tekir Beldesi Yaylası, Armutoluğu Yaylası, Fındıklıköyü Yaylası, Çatak Yaylası, Obruk Yaylası, Karataş Tuzla Gölü, Akyatan Gölü, Yumurtalık Lagünleri, Karaisalı-Çatalan Alageyik Yetiştirme Alanı, Karanfildağı-Demirkazık Yaban Keçisi Koruma ve Üretme İstasyonu. DİLLERE DESTAN ADANA MUTFAĞI Etin, biberin, bulgurun, yeşilin, acının ve tatlının diyarıdır Adana. Torosların kekiği ete lezzet, süte kıvam verir. Maharetli ellerin lezzet sırları ise yazılmaktan daha çok yerinde tadılmaya layıktır. Adana, sadece yemek yemek için bile uçağa binilip gidilmeye değer yörelerimizden biridir. Adana lezzetlerinin sırlarından biri, kuşkusuz yöreye has malzemelerin tercih edilişi. Buranın bulguru esmer ve sert olur. Çukurova’nın güneşinde yanmıştır sanki. Adana’da kebap bir yemek değil, kültürdür. Adana yemeklerinin çoğu etli, acılı ve baharatlıdır. Akdeniz, Arap ve Anadolu etkileşiminin yansımaları Adana mutfağını zenginleştiren bir unsur olmuştur. Adana’nın meşhur yemekleri deyince başköşede ilin adıyla tanınmış Adana kebabı, yüksük çorbası, şakıldaklı çorba, şirden dolması, etli kömbe, ciğer kebabı, mercimekli ıspanak başı, süllüm, kabak çintmesi, ekşili topalak, içli köfte, şalgam, taş kadayıfı ve bici bici tatlısı ilk akla gelenler arasındadır. Derleyen: Mehmet VARNALI Menemen R Tipi Ceza İnfaz Kurumu Öğretmeni 29 GEZİ 1 Hükumetin Kıbrıs’a müdahale kararı üzerine ABD Başkanı Johnson, müdahalede ABD yardımından silahların kullanılamayacağını belirten bir mektubu 5 Haziran 1964 tarihinden göndermesinin üzerinden 52 sene geçti. Amerikan Savunma Bakanı General George C. Marshall’ın “Marshall Planı”nı açıklamıştır. II. Dünya Savaşı sonrasında 1947 yılında önerilen ve 1948-1951 yılları arasında yürürlüğe konmuş ABD kaynaklı, antikomünist hedefleri olan bir ekonomik yardım paketidir. 16 ülke, bu plan uyarınca ABD’den ekonomik kalkınma yardımı almıştır. Planın açıklanmasının üzerinden 69 sene geçti. 3 I. Süleyman adına 1551-1557 yılları arasında İstanbul’da Mimar Sinan tarafından inşa edilen ve Mimar Sinan’ın Kalfalık eserim diye tanımladığı Süleymaniye Camisinin 7 Haziran 1557 tarihinde ibadete açılmasının üzerinden 459 sene geçti. 11 Haziran 1868 tarihinde “Osmanlı Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adıyla kurulmuş olup, 1877’de Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti, 1923 yılında Türkiye Hilal-i Ahmer Cemiyeti, 1935 Yılında Türk Kızılay Cemiyeti ve 1947 yılında ise Türk Kızılay Derneği adını almış olup, ilk kuruluşunun üzerinden 148 sene geçti. 5 30 KAÇ SENE GEÇTİ ? 2 Arşivlerde, 1839 yılından itibaren “Jandarma” adına ve muhtelif “Jandarma tayin kararnamelerine” rastlanılmış olduğundan; Türk Jandarma Teşkilatının 1839 yılında kurulduğu anlaşılmış ise de araştırmalarda kuruluş ay ve gününün tespiti mümkün olmamıştır. Bu nedenle Asakir-i Zaptiye Nizamnamesi’nin kabul tarihi olan 14 Haziran 1869 tarihinin 14 Haziranı alınarak, “14 Haziran 1839” tarihi Jandarma Teşkilatının kuruluş günü olarak kabul edilmiştir. Kuruluşunun üzerinden 177 sene geçti. 4 HAZİRAN/2016 Amacı yoksul ve yetim çocukların eğitim-öğretimine destek olmaktı. Pek çok Osmanlı paşası ve aydının üyesi olduğu dernek, Türkiye tarihinin eğitim alanındaki ilk sivil örgütlenme örneğini oluşturdu. Darüşşafakat’ül İslamiye, parasız yatılı, özel statülü bir okul olarak, açılışta alınan 54 öğrencisiyle 29 Haziran’da Yüzbaşı Mustafa Efendi’nin verdiği ilk dersle öğretime başladı. Darüşşafaka’nın 15 Haziran 1873 tarihinde kuruluşunun üzerinden 143 sene geçti. 7 6 21 Haziran 1934’te Soyadı Kanunu çıkarıldı. Buna göre her Türk, kendiadından başka ailesinin ortak olarak kullanacağı bir soyadı alacaktı. Alınacak bu soyadları Türkçe olacaktı. Ahlâka aykırı ve gülünç adlar soyadı olarak alınamayacaktı. Soyadı kanunun kabulünün üzerinden 80 sene geçti. Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi, Yeniçeri Ocağının kurulduğu 1363 yılı olarak kabul edilmekteydi. Yılmaz Öztuna 1968’de dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’a Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihinin M.Ö. 209 olması teklifini yaptı. Daha sonraki dönemlerde Türk Kara Kuvvetleri kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak değiştirilmiştir. Türk Kara Kuvvetlerinin kuruluşunun üzerinden 2225 sene geçti. 9 8 A Milli Futbol Takımının, 2002 Dünya Kupası Finalleri’nde Güney Kore’yi 3-2 yenerek üçüncü olmasının üzerinden 14 sene geçti. 30 Haziran 1905’te Albert Einstein’in Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği isimli makalesini yayımlayarak özel görelilik kuramını ortaya atmasının üzerinden 111 yıl geçti. 10 31 KAÇ SENE GEÇTİ ? UYKU DÜZENİ VE U Vücudun genel sağlığı kadar, ruhsal sağlık açısından da çok önemli olan uyku, stresle baş etmek için en etkili silahlardan biridir. Vücut uykuya hazırlanırken melatonin adlı hormon kana karışır ve vücut ısısını düşürerek “uyanıklığı” hafifletir. Gündüz saatlerinde bu hormon güneş ışığı tarafından baskılanır. Bu nedenle “jetlag” yaşanan uzun yolculuklarda vücut daha uzun süre gün ışığı aldığı için uyku düzeni bozulur. Yatağa gitmeden en az 3-4 saat önce yemek yememek, her gün aynı saatte yatağa girmek gibi bazı basit önlemlerle uykunuzu düzene sokabilirsiniz. Uykuyu Düzenlemek İçin Dikkat Edilmesi Gerekenler 32 Gün boyu tükettiğiniz gıdalara dikkat etmek uyku kalitesini arttırmak ve uykuyu düzenlemek açısından önemlidir. Yağlı, rafine gıdalardan uzak durun ve bol bol meyve sebze yiyerek almanız gereken mineral ve vitaminleri almaya çalışın. Den- geli ve sağlıklı beslenme kan şekeri seviyesini korumak ve buna bağlı uyku düzensizliklerinin ortadan kalkması için gereklidir. Sabah kalkmayı düşündüğünüz saatten 12 saat önce yemek yemeyi kesin. Eğer yatağa girmeden önce yemek yerseniz hem vücut enerjisi artacaktır hem de vücut saati bozularak, bu saati yeni bir günün başlangıcı gibi algılayacaktır. Bu durumda uykuya geçişte zorlanırsınız. Yatmadan önce rahatlatıcı bitki çayları içebilirsiniz. Bu bitki çaylarının kafein içermemesi gerekiyor. Günde 7-8 saat uyumaya özen gösterin. Fazla veya az uyku gün boyu enerjinizi azaltarak daha çok yemek yemenize neden olabilir. Hafta sonları daha uzun süre yatakta kalmak çok çekici gelse de hafta sonları da hafta içi uyandığınız saatlerde uyanmaya çalışın. Yatak odası düzeni uykuya geçiş ve uyku kalitesi için önemlidir. Karanlık bir ortam oluşturun ve oda çok sıcak olmasın. Sabahları uyandığınızda perdeleri açarak güneşin odaya girmesine izin verin. Vücudunuzun güneş ışığı alması uyanmanızı kolaylaştıracaktır. Yatmadan önce uzun süre bilgisayar ekranına ya da televizyona bakmak uykuya geçişi zorlaştırabilir. Bunlar hem zihni yorar hem de ışık kaynağı olarak vücudun gece - gündüz algılamasını engelleyerek uykusuzluğa neden olabilir. Sonuç olarak hafif dereceli uyku düzeni bozuklukluları küçük bir kaç ayarlamayla düzene girebilir. Ancak tüm önlemlerinize rağmen uykusuzluk çekiyorsanız MAYIS/2016 UYKU PSİKOLOJİSİ ve bu gündelik hayatınızı etkiliyorsa bir uzmana danışarak uygun tedavi seçenekleri hakkında bilgi almanızı tavsiye ederim. Uykumuzu Etkileyen Faktörler Nelerdir? Çevrenizde bulunan her şey hele ki hassas bir bünyeye sahipseniz; – Küçük sesler – Yatış pozisyonunuz – Oda ısısı İyi Bir Uyku İçin Tavsiyeler • Sadece uykulu hissettiğinizde yatağa gidin. • Uyumanız için gereken rahat bir ortam oluşturun. (Herkesin kendine göre rahat ettiği bir ışık ve ses oranı vardır) • Zihinsel veya fiziksel rahatlama yöntemlerini kullanın. • Yatmadan önce ağır yemek ve sıvı içecek tüketiminden kaçının. • Öğleden sonra ve akşamları şekerleme yapmayın. • Yatağı sadece uyku için kullanın. Yemek yemek, televizyon izlemek, kitap okumak gibi aktiviteleri yatakta yapmayın • Düzenli bir uyanma şeması oluşturun. Derleyen: Mustafa Murat ÜNLÜ İnebolu M Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Öğretmeni • Uyarıcı madde içeren kahve, kola, çikolata gibi gıdalardan özellikle saat 17:00’dan sonra kaçının. • Uyku öncesi alkol ve sigara kullanmayın. • Gün ortası veya öğleden sonra düzenli olarak egzersiz yapın. Fakat yoğun egzersiz yapmaktan kaçının. 33 NALBANTLIK Cengiz Han’ın söylediği iddia edilen: “Bir çivi kayboldu diye bir nal kayboldu; bir nal kayboldu diye bir at kayboldu; bir at kayboldu diye bir atlı kayboldu; bir atlı kayboldu diye bir haber kayboldu; bir haber kayboldu diye bir savaş kaybedildi” sözünde olduğu gibi binek ve hizmet hayvanlarının özellikle atların yeryüzünde tarım ve savaş gibi ulaşım ve ihtiyaç giderlerinin tamamen hayvan gücüne bağlı olduğu dönemlerdeki etkisi hayatiydi. Binek hayvanlarına bağlı olarak ortaya çıkmış bir sanat olan nalbantlık, demircilikle birlikte gelişmiştir. Eski dönemlerde hayvanların ayaklarına ve toynaklarına keçe, kalın bez ya da köseleden yapılan ayaklıklar takılırdı. Dayanıksız olan bu ayaklıkların yerini zamanla madeni nallar aldı. Geçmişte ulaşım, taşımacılık ve çeşitli hizmetlerde hayvanların yaygın olarak kullanılması nedeniyle, nalbantlık motorlu araçların yaygınlaştığı 20. yüzyılın ilk yarısına değin önemini korudu. Askerlikte at ve katırın taşıdığı önemden dolayı hemen bütün ordularda uzun yıllar nalbantlıkla ilgili birimlere yer verildi. Örneğin; Osmanlı ordusunun nalbant gereksinimini karşılamak için 1888’de Askeri Baytar Mektebi’nde modern nalbantlık dersleri verilmeye başladı. Kurtuluş Savaşı’nda da Konya’da nalbant yetiştiren bir okul açıldı. Türkiye’de 1960’lı yıllara değin kırsal kesimdeki en itibarlı mesleklerden biri olan nalbantlık, teknolojinin gelişmesiyle birlikte eski önemini kaybetmiştir. Atların Nallanması 34 Nallanacak hayvanların başında atlar gelir. Eşekler, katırlar ve öküzlerde nallanan hayvanlar arasındadır. Tarlada ve çekme işinde çalışan öküzler ise çift toynaklı olduklarından nalları da iki parça olur. Nallanacak at nalbandın işliğine getirilir. Önce tırnağındaki eskimiş nallar sökülür. Eğer atın ayağında çivi ya da başka bir yabancı madde batması sonucu oluşmuş herhangi bir yaraya rastlanırsa, bu yaranın içinde birikmiş olan irin, tırmık bıçağı adı verilen ucu sivri bir aletle temizlenir. Sonra da yara, katran sürülerek at dinlendirilir ve yaranın iyileşmesi beklenir. Tıraşlama işinde öncelikle atın tırnak ekseni normal olmalıdır. Tırnak yatık ya da dik olmamalıdır. Eski nal tırnaktan sökülürken önce perçinleri açılmalıdır. Sonra da eski nalı açık ucundan kaldırarak sökme işlemi tamamlanır. Atın ayağına uygun nal seçimi yapılır. Arka ayakların açısı ile ön ayak tırnaklarının açısı farklıdır. Yanlış tırnak tıraşlaması ciddi problemler yaratır. Hayvanın çekim ve taşıma randımanını düşürür. Toynak tabanı taban bıçağı ile temizlenip fazlası kerpeten ile kesilir. Törpü yardımıyla da düzeltilir. Sırada nalın tırnağa göre oturtulması vardır. Nal her zaman tırnaktan 1-2 mm. Büyük olmalıdır. Toynağın sağlıklı büyümesi için bu şarttır. Atın nallanmaya hazırlanması için bir takım da önlemler almak gerekir. Atın başını ya atın sahibi tutacaktır ya da nalbant işliğinde çalışanlardan biri. Genellikle bu işi atın sahibi yapar. Yardımcı, atın kuyruğunu nallanacak olan ayağa sarar. Nallanacak ayağın ‘’L’’ şeklinde bükülmesiyle atın hareketi kontrol altına alınır. Böylece huysuzluk gösterebilecek atların tepme imkânı da ortadan kalkmış olur. Aslında atlar, nallanmakla tırnaklarının korunacağını sezerler. Bu nedenle de nallanma konusunda genelde bir aksilik çıkartmazlar. Atların tırnaklarına çakılması için kullanılan çiviler özel olarak üretilir. At nalı ve çakma çivisi ülkemizde demirci ustaları tarafından üretilmektedir. Her at nalın da karşılıklı iki sırada üçer çivi deliğinden 6 çivi deliği vardır. Bu çivilerin her biri özel nalbant çekiciyle sertçe vurularak iyice yerine oturtulur. Bir çivinin yerine oturması için ortalama 8-10 sert vuruş yapılır. Çivi belli bir açıdan çakıldığı için atın canı kesinlikle acımaz. Nallanan tırnaktan HAZİRAN/2016 dışarıya çivinin ucu çıkmışsa, çivinin bu fazlalığı keskin bir kerpetenle hemencecik kesilip alınmalıdır. Eğer sonraya bırakılırsa atın herhangi bir huysuzluğunda bu uçlar nalbandı yaralayabilir. Uçları kesilen çivilerin sonra da eğe ile tesviyesi yapılır. Nallar eskiden nalbantlar tarafından üretilirdi ama artık buna gerek kalmadı. Şimdi sadece nal yapımıyla uğraşan imalathaneler var ve daha çok Nevşehir’de faaliyet gösteriyorlar. Bunlar, kesilmiş sac halindeki yarı mamul nalları, mamul ürüne dönüştürülecek olan işliklere gönderilirler. Bu tür işlikler ise daha çok Maraş yöresinde yoğunlaşmıştır. Maraş’ta üretilen nallar kullanıma hazır şekilde nalbantlara satılmak üzere şehirlerdeki belirli hırdavatçılara yollanır. Atını Nallatmak Bir Sorumluluktur At nallanmazsa tırnağı kırılır. Tırnağı kırık at iş göremez hale gelerek ıskartaya çıkarılır. At sahipleri bunu çok iyi bildikleri için gerektiği zamanlarda atlarının nallarını değiştirme sorumluluğunun bilincindedir. Bir at sahibi, kendisi ayakkabısız gezebilir ama atını asla nalsız bırakmaz. Derleyen: Mehmet GÖKCE Kocaeli 2 No’lu F Tipi Ceza İnfaz Kurumu Öğretmeni 35 KÜLTÜR SANAT mm 2 1 OBJECTIVE ZOOM IS STM LENS USM 6 . 5-5 . 3 1: IS STM LENS USM 5.6 .51:3 Usta Röportajların Usta Fotoğrafçısı Kutup DALGAKIRAN OBJECTIVE ZOOM 1983 yılında “Doğru Hakimiyet” gazetesinde gazeteciliğe başlayan 1985 yılından 1989 yılına kadar Bursa Hakimiyet ve Olay gazetelerinde istihbarat şefi olarak görev yapan Kutup Dalgakıran, 1990 yılında Güneş Gazetesi’nde foto muhabirliği, ardından da aktüel dergisinde foto muhabirliği yaptı. 14 yıl boyunca Hürriyet Gazetesi’nde çalıştıktan sonra 2007 yılından beri Sabah Gazetesi’nde fotoğraf editörlüğü yapıyor. Türkiye’de 1997-99 yılları arasında 11 cezaevinde fotoğraf çekimi gerçekleştiren Dalgakıran, 8 yıldır romanlarla ilgili çalışmalar yürütmektedir. Bu çalışmadan örnekler İtalya’da bir müzede sergilendi. İran sınırındaki mazot kaçakçıları ile ilgili foto röportaj çalışması Gazeteciler Cemiyeti tarafından ödüllendirildi. Son olarak 2012 yılı sonundaki 8 gün süren Gazze savaşında bulundu ve fotoğraflar kitap olarak Turkuvaz Yayıncılık’tan yayınlandı. Kutup Dalgakıran kimdir? Bize kendinizden bahseder misiniz? 36 Kıbrıs doğumluyum. Balıkesir’de İşletme yüksek okulunu bitirdim. 1983 yılında Bursa’da Doğru hakimiyet gazetesinde gazeteciliğe başladım. Ağırlıklı olarak fotoğraf çekmeyle uğraştım. O günden bugüne fotoğrafçılık yapıyorum. Yaptığım iş dünyanın en güzel işi bence. Ben hep şöyle düşünürüm ölmeden önce parmağın hareket edene kadar fotoğraf çekebilirsin. Dünyada yapılacak olan en uzun işlerden biridir. RÖPORTAJ mm 12 Usta Fotoğrafçı Sabah Gazetesi Fotoğraf Editörü Kutup Dalgakıran’la Fotoğraf ve Ceza İnfaz Kurumları Üzerine Konuştuk. İşletme okudunuz, bitirdiniz. Peki fotoğraf çekme merakınız nasıl başladı? İşletme okurken lise çağlarında fotoğraf çekiyordum. Bizim komşumuz vardı. Onların küçük karanlık odası vardı. Ben giderdim oraya fotoğrafla uğraşırdım orada çalışırdım. 13-14 yaşından beri fotoğraf makinesi var elimde. Halen devam ediyorum ve çok mutluyum. İyi bir fotoğrafçı olmanın sırrı nedir? Öncelikle fotoğrafçılığı sevmek lazım. Fotoğrafçılıkta parayı bir kenara bırakacaksınız. Zengin olmak için bu mesleği yapamazsınız. Onun haricinde fotoğrafçılığı severek, gönülden yaptığınız sürece öğrenmek için uğraştığınız sürece yapabilirsiniz. Herkes fotoğrafçılık yapabilir mi? Evet bir noktaya kadar yapabilir. Herkesin bakış açısı, görüş açısı, dünya görüşü farklıdır. Yani her şey aslında fotoğrafçılığa bir katkı sunar. Doğduğunuz yer, okuduğunuz yer, annenizin, babanızın herkesin farkında olmadan bir katkısı olur size. Fotoğrafçılıkta ceza infaz kurumlarıyla tanışmanız nasıl oldu? Genelde her fotoğrafçının, gazetecinin gönlünde ceza infaz kurumlarına girip bir fotoğraf çekiyim merakı vardır. Kapalı bir kutu olduğu için ulaşmanın da zor olması bu hazzı oluşturmaktadır. 1996 yılında Ankara bürosu Sabah gazetesinde Ünal İnanç çalışıyordu. Bende o zaman Sabah gazetesinin başka bir bürosunda gazetede çalışıyordum. Onun vasıtasıyla ben ceza infaz kurumlarıyla tanış- tım. Ünal bey o zaman Adalet Bakanlığından izin almıştı. Bana teklif ettiler. Bende zevkle kabul ettim. O dönemde izin almak, orada fotoğraf çekmek bu işler kolay değildi. İlk gittiğim ceza infaz kurumu Bayrampaşa’ydı. 1996 yılında bundan başka 11 tane ceza infaz kurumuna gittim. 1996 yılından bugüne fotoğraf çekmeye gittiğiniz ceza infaz kurumları arasında nasıl değişiklikler gözlemlediniz? Belirgin farklar var. Fiziki olarak çok fark var. 1996 yılında biz Bayrampaşa’ya gittiğimiz zaman üst arama kontrolleri yapılırken çok karışıktı. Müthiş bir kalabalık vardı orada. Mesela ben şöyle bir olaya şahit oldum. El yapımı bıçakla kurban kesen mahkum vardı. Cep telefonuyla konuşuyorlardı. Fiziki koşullar olarak Diyarbakır’daki ceza infaz kurumunda çok zor koşullar vardı. Ulucanlar da da koşullar zorluydu. 70 kişi tek koğuştaydı. Koğuş ağalığı vardı. Fakat şu an çok daha modern hala geldiğini görebiliyoruz. Bu sorunlar en az seviyeye indirgenmiş görünüyor. HAZİRAN/2016 Ceza infaz kurumuna ilk kez gittiğinizde ne hissettiniz? Çok tedirgindim. Yoğun bir güvenlik sisteminden geçiyorsunuz. Etrafınızda silahlı görevliler var. İçeri girmek ayrı bir dertti. Fotoğraf makinemizi içeri sokup o kalabalıktan geçene kadar fiziksel ve ruhsal yönden çok zorlanıyorsunuz. Kadınların olduğu bir koğuş vardı. Karanlık yeşil bir ışık zor koşullar etkiliyordu. Şimdi ise bir kere odalara giderken her yer pırıl pırıl, ferah duvarlarda fotoğraflar var. Kapalı ortam olsa da insanın içini karartmıyor. Personel ve mahkumlar arasında itiş kakış yok. Sistematik bir şekilde ilişkiler yürüyor. İnsanlar odalarında daha iyi şartlarda kalabiliyorlar. Belki de dünyanın birçok ülkesinden daha iyi bir durumda. Ceza infaz kurumlarıyla ilgili bir projeniz var mı? Ben ceza infaz kurumlarına gidip geldiğimde kafamda şu düşünce oluşurdu. İnsanlar 24 saat kapalı yerde Fotoğraf: Kutup DALGAKIRAN RÖPORTAJ 37 neler yapar, nasıl zaman geçirir. Hep düşünürdüm. Tamam bu insanlar suçlu ve cezalarını çekiyorlar. Başka ne yapıyorlar merak ederdim. Kitap okuyorlardı. Atölyelerde çalışıyorlardı. Ama sadece insanlar yaşamıyordu. Kuş kafeslerinde kuşlar gördüm. Özgürlük timsali olan kuşlar da vardı. Bende ‘’Kuşlar gibi’’ adlı bir proje yaptım. Adalet Bakanlığından izin istedik. Sağolsun yetkililer izin verdiler. Bunun için iki ceza infaz kurumunda bu projeyi başlattık. Çok başarılı oldu. Daha sonra sergi yapıp Uluslararası platformda ceza infaz kurumunda yaşayan kuşlarla ilgili sunum yapmayı düşünüyorum. Dünyada ilk olacak bu. Ceza infaz kurumlarında çektiğiniz fotoğraflarda hep hükümlü tutuklular var. Personelin fotoğrafını neden çekmediniz? Sıkıntı mı vardı? Aslında bununla ilgili bir çalışma yapabiliriz. Bende bir örnek var. Kıbrıs’taki ceza infaz kurumunda perso- 38 RÖPORTAJ nelin fotoğrafını çekmiştim. Personel ben memurum deyip deşifre olmamak için fotoğraf çekinmek istemeyebilir. Personel ve yetkililer evet derse ben personelin fotoğrafını çekmek isterim. Bununla ilgili bir proje yapmak isterim. Neden olmasın. Ceza infaz kurumlarının topluma karşı sorumluluğu sizce nasıl olmalıdır? Siz şu anda çok güzel şeyler yapıyorsunuz. Müzik grubunuz, tiyatro gruplarınız ve atölyeleriniz sorumluluk görevini yerine getiriyor aslında. Televizyon ve gazetelerde de projeleriniz yer alıyor. Derginizde çok kaliteli ve eğitici bu anlamda. Bence diğer ülkedeki birçok mahkum buradaki şartları görse burada cezasını çekmeyi ister. Değer Dergimizin Haziran sayısındaki konusu Sorumluluk, Sorumluluğun mesleğinizdeki ve önemi nedir? Fotoğrafçılık bence dünyadaki en kutsal mesleklerden biri. Fotoğraf haberin en arıtılmamış şeklidir. Haberde fotoğrafa müdahale edilmediği sürece size bütün acı gerçeği gösteren bir aynadır. Günümüzde fotoğrafla oynayan oluyor ben bunu tasvip etmiyorum. Fotoğrafa müdahale etmek habere müdahale etmektir. Bu sorumluluğumuzu edinerek mesleğimizi sürdürmeliyiz. HAZİRAN/2016 olmazsa olmuyor. Bence iyilik ve güzellik içinde topluma yeniden kazandırma çabası çalışmaya devam edilmeli. Öyle de olduğunu düşünüyorum. Allah kolaylıklar versin. Selamlarımı iletiyorum. Ayrıca derginizde bana da yer verdiğiniz için sizlere çok teşekkür ediyorum. Röportaj: Hakan ERDEM Yasemin ARIK Değer Dergisi aracılığıyla personelimize ve hükümlü - tutuklulara neler söylemek istersiniz? Ceza infaz kurumunda en önemli iki unsur personel ve hükümlü - tutuklulardır. Bence ikisi de birbiri 39 RÖPORTAJ Kara Kuvvetleri Komutanlığı (Türk Kara Kuvvetleri), Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en büyük kuvvetidir. Türkiye Cumhuriyeti’ni içten veya dıştan korumakla görevli en büyük ordusudur. Komutanlığını şu an Orgeneral Salih Zeki Çolak yapmaktadır. Kuruluşu ve Amblemi Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti 7 cephede savaşa 2.850.000 kişiyi silah altına alarak girdi. Bu ordu 70 piyade, 2 süvari tümeninden oluşan 24 kolordulu 9 ordu birliğiydi. Çanakkale destanıyla tarihe geçen ordu Mondros’tan sonra zorunlu terhislerle 50.000 kişiye inmişti. Osmanlı’nın bu son ordusu ile Kurtuluş Savaşı milis ve gönüllülerinden oluşan Kuvay-ı Milliye KKK’nın temelidir. Kurtuluş sırasında kara kuvvetleri 8 kolordu halinde örgütlendi. 20 piyade tümeni, 1 süvari tümeni, 2 süvari grubu, 1 süvari tugayı. Ağustos 1922’de kuvvetler 200.000 kişiydi. Batı, Doğu, Güney cephelerinde savaştı. Zaferleri Batı cephesinde 1. İnönü Meydan Muharebesi ve 2. İnönü Meydan Muharebesi , Dumlupınar, Aslıhanlar, Kütahya, Eskişehir, Sakarya, Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi. 1950’de Kore Savaşı’na gidecek birlik kara kuvvetlerinden Kore Türk Tugayı adıyla Kore’ye gitti. Savaş 3 yıl sürdü, 790 Türk askeri şehit oldu. 1952’de NATO’ya giren Türkiye, ordusunu modern silahlarla donattı. Kara Kuvvetleri son olarak 1974’te Kıbrıs Barış Harekatı’nı yaptı. 40 Türkiye Cumhuriyeti’nde Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihi, Yeniçeri Ocağının kurulduğu 1363 yılı olarak kabul edilmekteydi. Hüseyin Nihal Atsız 1963 ve 1973’de Kara ordusunun kuruluş tarihinin Mete’nin tahta geçtiği M.Ö. 209 olması gerektiğini yazmıştır. Atsız, M.Ö. 200 yıllarından beri tarihi belgelerde bahsi geçen bir milletin, 16 yüzyıl süresince ordusu olmadan yaşadığını söylemenin, Doğu Roma İmparatorluğuna karşı galibiyet TARİH HAZİRAN/2016 kazanılan Malazgirt Savaşı gibi ve benzeri büyük savaşları düzenli Türk Ordularının değil gayri muntazam çetelerin yapmış olacağını kabul etmenin hatalı olduğunu yazdı. Atsız ayrıca, M.Ö. 209 yılında Mete tarafından orduların 10, 100, 1000 kişilik birimlere ayrıldığını bu birliklerin komutanlarının buyruklarının kayıtsız şartsız uygulandığını yazdı. Atsız’ın görüşlerini benimseyen Yılmaz Öztuna da 1968’de dönemin Genelkurmay Başkanı Cemal Tural’a Türk Kara Kuvvetleri’nin kuruluş tarihinin M.Ö. 209 olması teklifini yaptı. Yılmaz Öztuna, ‘Türk Ordusu 605 yıl önce kurulmadı’, Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 8 (Ekim 1968) Sonraları, K.K.K kuruluş tarihi M.Ö. 209 olarak değiştirildi. 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk Kara Kuvvetleri I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti 7 cephede savaşa 2.850.000 kişiyi silah altına alarak girdi. Bu ordu 70 piyade, 2 süvari tümeninden oluşan 24 kolordulu 9 ordu birliğiydi. Çanakkale Savaşı’yla tarihe geçen ordu Mondros Mütarekesi’nden sonra zorunlu terhislerle 50.000 kişiye inmişti. Osmanlı Ordusu’nun kalan iki kolordusundan biri Suriye cephesinden Ankara’ya nakledilen Ali Fuat Paşa komutasındaki 20. Kolordu, diğeri ise Kafkas Cephesinde Erzurum’da konuşlandırılmış Kazım Karabekir komutasındaki 15. Kolordu idi. Osmanlı’nın bu son ordusu ile Kurtuluş Savaşı milis ve gönüllülerinden oluşan Kuvay-ı Milliye Türk Kara Kuvvetleri’nin temelidir. Kurtuluş sırasında kara kuvvetleri 9 kolordu halinde örgütlendi; 20 piyade tümeni, 1 süvari tümeni, 2 süvari grubu, 1 süvari tugayı. Ağustos 1922’de kuvvetler 200.000 kişiydi. Batı, Doğu, Güney cephelerinde savaştı. Çatışmalar Batı cephesinde 1. İnönü Muharebesi ve 2. İnönü Muharebesi, Kütahya-Eskişehir Muharebeleri, Sakarya Savaşı, Büyük Taarruz, Başkomutanlık Meydan Muharebesi. Kore Savaşında Türk Kara Kuvvetleri 1950’de Türkiye’nin Kore Savaşı’na katılmasıyla kara kuvvetlerinden 4.500 kişilik bir tugay Kore Türk Tugayı adıyla Kore’ye gitti. Savaş 3 yıl sürdü, 790 Türk askeri şehit oldu. Kore Savaşına giden Türk tugayı kahramanlıklarıyla en çok Amerikanlar olmak üzere BM’ler kuvvetlerinin hayatını kurtarmıştır. Nato ile Türk Kara Kuvvetleri 1952’de NATO’ya giren Türkiye, ordusunu modern silahlarla donattı. Kara Kuvvetleri son olarak 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Harekatı’nı yaptı. Kıbrıs Barış Harekatı’nda Türk Ordusu kendini dünyaya iyice kabul ettirdi. Kıbrıs’ın yarısının tekrar anavatana katılması Orduya çok büyük katkısı olmuştur. ABD ülkemize silah ambargosu koymuş ve Türk Ordusu’nda kendi yapımımız olan silahlar kullanılmaya başlamıştır. Bu Türk Ordusu’nu dünyanın en büyük 4. ordusu konumuna getirmiştir. tr.wikipedia.org TARİH 41 BASKETBOL Basketbol, beşer kişilik takımlar halinde elle ve topla oynanan, yüksekliği 3,05 metre olan pota adı verilen çemberden topu geçirerek kazanmaya çalışılan takım oyunudur. Tüm dünyada popüler olan bir spor türüdür. İlk olarak 1891 yılında James Naismith tarafından oynatılmıştır. James Naismith’in basketbolu Mayas kabilesinin Tlahiotenie oyunundan esinlendiği düşünülmektedir. Basketbol, ABD’nin Massachusetts eyaletinde, Springfield Genç Erkekler Birliği (YMCA) Eğitim Okulu’nda beden eğitimi öğretmeni olan James Naismith tarafından 1891’de yapılmıştır. Atlet ve beyzbolculara kış antrenmanı yaptırmak amacıyla geliştirilen bu oyunda amaç, tahtadan yapılmış sepetlere topun sokulmasıydı. İlk oynayış şeklinde, 7 kişilik iki takım arasında 20’şer dakikalık üç devre üzerinden oynanmıştır. Oyunun asıl hedefini sepetler oluşturduğundan, Dr. Naismitih tarafından bu oyuna “sepet topu” anlamına gelen ‘’basket ball” adı verilmiştir. Çocukların bedensel ve ruhsal gelişimi açısından da önemli olan basketbol, takım oyunu olması nedeniyle bireysel ve toplumsal gelişime de etkilidir. Basketbol, yapılmasından kısa bir süre sonra YMCA’yı (Young Men’s Christian Association / Genç Hıristiyan Erkekler Birliği) aşarak bütün okullara, üniversitelere ve hatta semtlerde bulunan jimnastik salonlarına kadar yayılmıştır. Gençlerde bu spora karşı uyanan istek ve heyecanda kulüpleri basketbol şubeleri açıp takımlar kurmaya zorlamış ve böylece basketbol, Amerika’nın en popüler ulusal oyunu haline gelmiştir. Tarihi 42 Basketbolun Avrupa’daki ilk denemesi, 1893 yılında Paris’in Trevise sokağındaki eski bir jimnastik salonunda yapılmıştır. Daha sonraları, özellikle I. Dünya Savaşı sırasında, basketbolun Avrupa’da yayılmasında Amerikalı askerlerin büyük etkisi olmuştur. Hızla gelişme gösteren basketbol böylece Avrupa’da en gözde sporlar arasında yerini almıştır. Amerika, 1897 yılında erkeklerde, ardından 1900 yılında bayanlar arasında ilk milli basketbol şampiyonalarını düzenleyerek, bu sporu ülke çapında popüler hale getirmiştir. Amerikalılar millî spor olarak benimsedikleri basketbolu, 1904 St. Louis Olimpiyat Oyunları’nda kulüp takımları arasında maçlar düzenleyerek, SPOR Olimpiyat Oyunları’na katılan tüm ülkelere tanıtmışlardır. 1905 yılında dünyanın en büyük spor salonlarından Madison Square Garden, kapılarını basketbola açmıştır. Alanı 1891 yılındaki Springfield Koleji’ndeki ilk basketbol sahası. Duvara monte edilen pota bir şeftali sepetidir. Basketbol çoğunlukla kapalı salonda oynanır. Dikdörtgen biçimindeki basketbol alanının tabanı sert tahtadan yapılır. Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte, ideal boyutlar 28 m x 15 m’dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen bir daire çizilidir. Basketbol alanının karşılıklı olarak kısa kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Pota, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarındadır ve çoğunlukla panyalarda cam beyazı plastik kullanılır. Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir sepet bulunur. Sepet, 45 cm çapında demir bir çember ile buna asılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur. Basketbol elle oynanır ve atılan top yukarıdan çembere girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur. Basketbol topunun çevresi yaklaşık 75-78 cm, yarıçapı yaklaşık 12,3 cm, ağırlığı 650700 gramdır. Kurallar • Basketbol müsabakaları üç hakem tarafından yönetilir. Misafir takım sahayı seçme hakkına sahiptir. 2. devreden sonra saha değişimi yapılır. Oyun, orta saha çizgisinde her takımdan birer oyuncu arasında yapılan hava atışı ile baş- HAZİRAN/2016 lar. Hava atışına çıkan oyuncular, topu tek elleri ile takım arkadaşlarına kazandırma hedefini taşır. • Oyun, 10’ar dakikalık dört periyottan oluşur. Beraberlik durumunda uzatma periyodu oynanır. Her takım ilk üç periyotta ve uzatma periyodunda 2’şer dakikalık bir, dördüncü periyotta iki mola hakkına sahiptir. İkinci ile üçüncü periyot arasında 15 dakikalık devre arası verilir. Diğer periyotlar arası 2 dakika ara verilir. • Hücum eden takım, kendi sahasını 8 saniye içinde terk etmek, 24 saniye içinde de hücumunu tamamlamak zorundadır, aksi halde top kullanma hakkı rakip takıma geçer. • Oyuncu topla birlikte, top sürme, pas atma, şut atma aktivitelerini yapma hakkına sahiptir. Bir oyuncu top sürerken, topu eline alarak durdurursa, tekrar top sürme şansına sahip değildir; topu istediği yöne ve kişiye pas ya da şut atmak zorundadır. • Her takım 5 kişiden oluşur ve takımların sınırsız oyuncu değişikliği hakkı vardır. Eğer faul hakkını doldurmamışsa, her çıkan oyuncu tekrar oyuna dahil olabilir. Bir takımdaki beş oyuncudan biri ortada, ikisi savunma ve ikisi de hücum oyuncusudur. • Oyunu bir baş hakem ve iki yardımcı hakem olmak üzere üç hakem yönetir. • Eğer bir oyuncu beş faulle oyun dışında kalırsa, tekrar o maç için oyuna dahil olamaz. Her oyuncunun bireysel olarak yaptığı faul sayısının toplamı, takım faullerini de belirler. Toplamda dört takım faulüne ulaşan takımın daha sonra yaptığı her faul, karşı takıma serbest atış kullanma hakkı kazandırır. • Hakem tarafından durdurulmadıkça, top potadan veya çemberden dönerse oyun devam eder. Ayrıca, oyuncu sahayı belirleyen çizgilerin dışına temas etmedikçe, top oyun çizgilerinin dışına değmeden havadan saha çizgisinin dışına çıksa dahi, oyuncu topu içeri çevirebilirse de oyun devam eder. • Her sayı atışından sonra veya hakemin düdüğü çalmasının ardından, oyun ve oyun zamanı durur. Sayı yiyen takımın pota gerisindeki çizgi arkasından topu oyuna sokması ile hem zaman hem de oyun tekrar başlar. Oyun içindeki diğer durumlara göre, hakemin gösterdiği yerlerden, top oyuna sokulur. • Üç sayı çizgisi içinden yapılan her başarılı atış iki sayı, üç sayı çizgisi gerisinden yapılan her başarılı atış üç sayı olarak değerlendirilir. Faullerden veya kural ihlallerinden dolayı kazanılan başarılı serbest atışlar bir sayı olarak değerlendirilir. • Oyuncular iki durumda cezalandırılır: Saha ölçüleri Alanın boyutları değişiklik göstermekle birlikte, ideal boyutlar 26 m x 14 m’dir. Oyun alanı bir orta çizgiyle ikiye ayrılır. Bu çizginin tam ortasında, orta yuvarlak denen bir daire çizilidir. Basketbol alanının karşılıklı olarak kısa kenar çizgilerinde birer pota bulunur. Pota, kenar çizgisinden 1,2 metre içeridedir ve 1,8 m x 1,2 m boyutlarında bir sac levhadır. Pota üzerinde, yerden 3,05 metre yükseklikte bir sepet vardır. Sepet, 45 cm çapında demir bir çember ile buna asılı, alt kısmı açık, beyaz bir fileden oluşur. Basketbol elle oynanır ve atılan top yukarıdan çembere girip fileden geçerek aşağıya düşünce sayı olur. Basketbol topunun çevresi yaklaşık 75-78 cm, ağırlığı 600-650 gram kadardır. wikipedia.org 43 EVRENİN HEDİYESİ: TAŞLAR İnsanlar eski zamanlardan beri taşlı takılar, tılsımlar takarlar. Çağlar boyunca, bu takıların süsün yanı sıra koruyucu bir işlevi de olduğuna ve kullananları kötülükten koruduğuna inanılır. Taşları takı olarak takmak veya sadece yakında bulundurmak bile enerjinizi yükseltebilir (ametist), bulunduğunuz yeri arındırabilir (kehribar) ve zenginliği çekebilir (sitrin). Sezgilerinizi geliştirecek (apofilit), zihinsel yeteneklerinizi artıracak (yeşil turmalin) ve güveninize tavan yaptıracak (hematit) taşlar seçebilirsiniz. Evinize yerleştireceğiniz kuvars kümesiyle olumsuz enerjileri bertaraf edebilir, nazardan korunabilir (ametist) ve şifayı (aragonit) seçebilirsiniz. Aşkın peşindeyseniz yatağınızın başucuna aşk taşı da denilen bir pembe kuvars koyun. Çekim gücünü artırmak için yanına bir de ametist ekleyin. Ayrıca rodokrosit ve rodonit takılar da takabilirsiniz. İnanın, çok geçmeden aşk yolunuza çıkacaktır! Einstein’in ünlü görecelik kavramını ifade ettiği (e= mc2) ‘’Enerji, madde ile ışık hızının karesinin çarpımına eşittir’’ denklemi evrendeki bütün maddeler ile enerji arasında doğrudan bir ilişki olduğunu açıklamaktadır. 44 Taşların enerjisi, güneşten gelen ateşi, aydan gelen suyu, diğer gezegenlerden gelen ateş, su, hava ve toprağın kombinasyonu olan çeşitli enerjileri kapsar. Güneş, ay, gezegenler ve yıldızlarda bulunan elementler aynı zamanda insan vücudunu oluşturan ögelerdir. Örneğin, bedenimizde 4 gram kadar demir, 90 miligram kadar bakır, 2,5 gram çinko, beden ağırlığının % 2’si kadar kalsiyum, % 0,5’i kadar magnezyum, % 1’i kadar fosfor, 25 miligram iyot, 1 gram selenyum, 125 gram potasyum, ayrıca manganez, krom, silisyum, sodyum, klor, kükürt, kobalt, molibden, flüor, bor, lityum, nikel, alüminyum, brom, bizmut gibi mineraller bulunmaktadır. Taşlar, elektromanyetik enerjilerle ve bizim kendi vücutlarımızdaki elementlerle uyumlandıklarından bizleri kendilerine çekerler. KADIN Taşlar, bir yandan bünyelerindeki minerallerin enerjisini doğrudan bedenimize aktarırken diğer yandan dışarıdan bedenimize gelen enerjilerin büyük bir kısmını toplar, filtreler ve saf halde bedenimize aktarır. Ayrıca, bedenimizdeki olumsuz enerjileri emip ya olumluya çevirerek bedenimize iade eder ya da dışarıya gönderir. Taşlar her ne kadar oldukları yerde duruyor gibi görünseler de evrenin titreşimsel enerjileriyle hareket halindedirler. Kozmik dalgalar halinde sürekli olarak yayılan enerjileri bünyelerine alma ve transfer etme kapasitesine sahiptirler. Bu sayede insanın algısına nüfuz eder ve şifa uygulamalarında bizlere yardım ederler. HAZİRAN/2016 İnsanoğlu daha fazla şeye sahip olmak ve bulunduğu konumu korumaya çalıştıkça bu olguyu tehdit eden bütün dış kaynaklı olaylar, çatışmalara dolayısıyla da olumsuz bir enerjinin açığa çıkmasına neden olurlar. İşte bu olumsuz enerjiye “Stres” diyoruz. Bildiğiniz gibi, stres sağlığımızı tehdit eden çağımızın en önemli hastalık sebebidir. Bütün taşların genel işlevi ise stres giderici olmasıdır. Bedende meydana gelen rahatsızlıkların nedenleri, duygusal, zihinsel, ruhsal bir sıkıntı veya enerjiyle ilgili elektromanyetik dalgalar olabilir. Bilgisayar, cep telefonu, TV gibi elektromanyetik stres kaynağı ile aranıza bir siyah turmalin veya dumanlı kuvars taşı koymanız yaşamınızı sihirli bir şekilde değiştirebilir. Taşları ayağınızdaki noktaları uyarmak için bir refleksoloji gereci olarak da kullanabilirsiniz. İşten eve geldiğinizde ayaklarınızın altına koyacağınız obsidyen (doğal cam) vücuttaki tüm kirli enerjiyi yere aktaracaktır. Jasper da toprağın enerjisini size yükleyecektir. Vücudumuzun trafoları olan çakraların rengine göre özel şifa taşı bulunmakla beraber taş dünyasının en temel taşlarından biri olan kuvars taşını her sabah, 7 adet çakranın üzerinde 10 dakika süreyle tutarsanız çakralarınızı dengeleyerek gününüze zinde bir şekilde başlayabilirsiniz. Çakralar Sitrin refah taşıdır. Eskiden tüccarlar kasalarında sitrin taşı bulundururlardı. Bu taşı evlerine koyduklarında maddi refah ve bolluğu çekeceğine inanırlardı. Amerika’da, uyumlu ilişkilerin yaşanması, sağlam evliliklerin gerçekleşmesi inancıyla. inşaat temellerinin 4 köşesine pirit parçaları konulduğu bilinmektedir. Ametist, baş, göz, yüz ağrılarını çeker. Özellikle müzmin baş ağrısı çekiyorsanız bu taşı sürekli taşıdığınızda artık başınızın ağrımadığını göreceksiniz. Kuvars tene temas ettirilerek kıyafet altında taşındığı takdirde, kişiyi diğer insanların negatif enerjilerinden korur. Pozitif insanlar arasında iseniz kristalinizi görünür şekilde takın. Böylece etrafınızdaki insanların pozitif enerjilerini kendi içinde toplar. Taşların şifası bazı hastalıklar için yeterli olmakla birlikte, öncelikle hastalığa sebep olan problemin kaynağına inip bu kaynağı ortadan kaldırmadan taşların yararının sürekli olmasını beklemek doğru bir yaklaşım olmayacaktır. Taşlarla tedavi, herhangi bir ağrı kesici tablet gibi, bir defalık uygulama ile etkisini göstermez. Taşlarla başarılı bir tedavi yapabilmek için sabır, bilgi ve deneyim gereklidir. Kıymetli taş bilimi olan Gemoloji, taşların oluşumunu, fiziksel ve kimyasal özelliklerini incelemektedir. Taşların şifa gücünden yararlanmak için eğitilmiş ve deneyimli birisine başvurmalısınız. Bütün bunları söylerken modern tıbbı ve doktorları da dikkate almamazlık etmeyin! Derleyen Özlem TANIŞMAN Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Sosyal Çalışmacı KADIN 45 ÇOCUĞUN GELİŞİMİNDE BABANIN ÖNEMİ Çocuğun gelişiminde babanın öneminden önce toplumsal olarak kadın erkek ve aile içinde babanın rolüne değinmek gerekiyor. Bireyin içinde yaşadığı toplumun kültürü; bir kadın ve erkeğin nasıl davranacağı, nasıl düşüneceği ve nasıl hareket edeceğine ilişkin beklentileri ortaya koyan, yani kadın ve erkeği sosyal olarak yapılandıran özellikleri belirlemektedir. Örneğin; toplumsal cinsiyet ve klişelerine göre erkeğin en önemli rolü ailenin geçimini sağlamak iken, kadının en önemli görevi çocuklarını büyütmek ve aile yaşamının devamlılığını sağlamaktır. Bir başka deyişle, insanlar dişi veya erkek cinsiyeti ile doğarlar ancak yetiştirilirken toplumun cinsiyetlerine özgü beklediği roller çerçevesinde kız veya erkek çocuk olmayı öğrenerek büyürler . Ailenin, içerisine girdiği toplumsal çevrenin ve alınan eğitimin etkisiyle, kız ve erkek çocuklar cinsiyetlerine uygun roller kazanmakta ve toplumsal cinsiyet kimliğini edinmektedirler. Böylece kadınlar için ev ile ilgili işleri yürütme ve çocuk bakımı gibi işler öne çıkarken, erkekler için iş rolleri aile rollerinden daha önemli hale gelmektedir. Söz konusu toplumsal kalıp yargılarına göre herhangi bir insanla ilgili beklentilerin neler olacağı doğrudan cinsiyete bağlıdır. Buna göre erkeklerden güçlü olmaları, ailelerini geçindirmeleri, çevre üzerinde belirli bir etkinlik ve kontrol sağlamları; kadınlardan ise sabırlı, anlayışlı olmaları, evi çekip çevirmeleri, insan ilişkilerini düzenlemeleri beklenmektedir. İslamiyet öncesi Türk ailesinin genel özelliklerine bakıldığında; ailenin hiyerarşik yapısında gücü ve otoriteyi elinde bulunduran kişinin baba olduğu ve aile içindeki himayeci örgünün, siyasal sistemi de belirleyen bir karaktere sahip olduğu göze çarpmaktadır. Çocuğun Aile İçi İlişkilerde Hiyerarşi Olduğunu Bilmesi Çok Önemlidir 46 Günümüzde çalışan anne sayısının artması, çocuğun yaşamında babanın rolünü daha etkin ve önemli hale getirmiştir. Bu durum, ailelerin geleneksel yapılarında bir değişimi zorunlu kılmış ve yeniden bir yapılanmayı gerektirmiştir. Bu da çocuğun duygusal ve sosyal gelişiminde babanın etkinliğini arttırmıştır. Çocuklar doğumdan itiKADIN baren anneyle olduğu gibi babalarıyla da bağlılık kurarlar ve bir güven duygusu geliştirirler. Araştırma sonuçları babalarıyla güvenli bir ilişki kuran çocukların daha sosyal, akademik olarak daha başarılı, kendilerine daha güvenli çocuklar olduklarını göstermektedir. Araştırmalar, çocukların anne ve babalarının her ikisininde varlığında güven ve mutluluk duyduklarını, her ikisinin de yokluğundan aynı derecede etkilendiklerini ve herhangi birinin varlığı ile de rahatladıklarını ortaya koymaktadır. Anne ve babalar, çocuklarının sosyal ve duygusal gelişimi üzerinde doğrudan etkilidir ve birbirlerinden bağımsız etkilere sahiptir. Araştırma sonuçları, baba yokluğunun çocukların özellikle zihinsel işlevlerini etkilediğine işaret etmektedir. Babanın yokluğuna çocuklar çeşitli psikolojik tepkiler vermektedir. Yapılan araştırmalar bu tepkilerin, babanın ailedeki rolüne, çocukla iletişimine, çocuğun yaşına, ayrılık süresine, annenin özelliklerine ve çocuğun ailedeki diğer bireylerle ilişkisinin niteliğine bağlı olarak değiştiğini vurgulamaktadır. Babanın uzun süreli yokluğunda çocuklarda daha çok saldırgan davranışlar, hırçınlık, okul başarısında düşme, anti sosyal davranışlar ile uyum sorunları gözlenmiştir. Ayrıca babanın olumlu ve nitelikli ilgisinin, çocuklarda liderlik, uyum yeteneği, matematik başarısı ve olumlu cinsel kimlik gelişimi ile yüksek oranda ilişkili olduğu bulunmuştur. Çocuğun, aile içi ilişkilerde bir hiyerarşi olduğunu bilmesi çok önemlidir. Çocuklara söz hakkı tanınarak fikirleri ve duyguları öğrenilmeli, ancak aile bireylerini ilgilendiren kararlar anne-babalar tarafından alınmalıdır. Çocukların, anneleriyle olduğu kadar babalarıyla da bağlılık ve güven ilişkisine, ilgi ve sevgisine ihtiyaçları vardır. Aile içi ilişkilerde, genel olarak çocuklar tarafından, babalar bir otorite sembolü olarak algılanırlar. Çocukların davranışsal ve duygusal gelişimlerinde, anne-babanın tutarlı ve kararlı davranışları önemli rol oynar. Nesil SAĞIN KÜÇÜK Sincan Kadın Kapalı Ceza İnfaz Kurumu Psikolog HAZİRAN/2016 SİZDEN GELENLER HAYATI ANLAMAK Hayat dedikleri Bazen bir çift sözdür, insana iyi hissettirir kendini Bazen susmaktır; öyle ki ölüm sessizliğinde Bazen karşı çıkmaktır, doğru gibi yanlışlara bilip bilmemektir kimi zaman… Haklılığını ispat etmektir bazen de Yenilgiye uğrayacağını bilsen de geçen zamandan keyif almak adına bile bile ladestir. Hayat; Sevgiliye duyulan özlemi bir rüzgarın getirdiği kokuda bulmaktır. Sokakta oynayan çocuklara bakıp, pişen bir yemekte anne sızısını hissetmektir. Bir türküdür dinlenen taştan oyulmuş fincanda kahve gibi kırk yıl hatırlı. Hayat; İçlene içlene ağlamak suçlamaktır kimi zaman… Sebep aramaktır, sonuç bulamasan da cevapsız bir sorudur. Bir bebeğin boynunun kokusudur, yumuk yumuk ellerini tutup o masum bakan gözlerinden öpmektir. Kıyamamaktır kimi zaman Zor gibi görünen kolaydır. Bir rutindir aslında zor olan inişlerine çıkışlarına alışmaktır. Hayat! İşte tam da buldum, anladım derken bir avuç topraktır gözlerine konulan… Sadet DİŞÇEKEN Kahramanmaraş E Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu İnfaz ve Koruma Memuru SEN YETER Kİ İSTE Sofrada elini, mecliste dilini tutabiliyorsan Kabulü mümkün olmayan bir işe metanet gösterebiliyorsan Geçmişteki kötüyü bırakıp, geleceğe sabır ile bakabiliyorsan Hayattan kazancın kadar istemeyi biliyorsan Haksızlığın karşısında yalçın kayalar gibi durabiliyorsan Toplumun hoş görmeyeceği bir işi gece gibi örtebiliyorsan Bir garibanın yardımına göstermeden yetişebiliyorsan Yaratılan her şeyi yerli yerinde görebiliyorsan Yaptığın iş sağlam bir amel ile yapabiliyorsan Dünya malına tamah etmeyip, dosdoğru gidebiliyorsan İstediğin olmadığı zaman şükredebiliyorsan Halkın içinde başın dimdik yürüyebiliyorsan Bir ağacın dalı kesilirken kendi kolun gibi hissedebiliyorsan En kızgın anında bile kinine, öfkene yenilmiyorsan Yaptığın işlerle boynunu bükmeden yüzleşebiliyorsan Her gittiğin yerde bir sandalye, bir güler yüz bulabiliyorsan Hayal kurmana gerek yok inan olacak her istediğin Allah’tan ne murat edip diliyorsan... Hükümlü Doğan YILDIRIM Manisa T Tipi Ceza İnfaz Kurumu SİZDEN GELENLER 47 MOLLA GÜRÂNÎ Osmanlı âlimlerinin meşhûrlarından ve dördüncü şeyhülislâm. İsmi, Ahmed bin İsmâil bin Osman Gürânî’dir. Lakabı Şerefüddîn, Şihâbüddîn ve Molla Gürânî olup, Molla Gürânî lakabıyla tanınıp, meşhûr oldu. 813 (M. 1410) senesinde, Suriye’nin Gürân kasabasına bağlı bir köyde doğdu. Doğduğu yere nisbetle “Gürânî” denilmiştir. 893 (M. 1488) senesinde İstanbul’da vefât etti. Molla Gürânî, daha küçük yaşta iken kendi memleketinde Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. Sarf, nahiv, beyân, me’ânî gibi âlet ilimlerini ve kırâat ilmini öğrendi. Bundan sonra ilim öğrenmek için Bağdat, Diyarbakır, Hıns ve Hayfa şehirlerine gitti. On yedi yaşında iken de Şam’a gidip, bir müddet de oradaki âlimlerden ders alıp, ilim tahsili yaptı. Şam’dan Kâhire’ye gitti. Kâhire’de zamanın âlimlerinden ders alarak; kırâat, tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini öğrendi ve bu ilimlerde icâzet aldı. O devrin en meşhûr âlimi İbn-i Hacer Askalânî’den hadîs ve fıkıh ilmine dâir eserler okudu. Bu hocasından okuduğu eserler arasında Sahîh-i Buhârî ve fıkıh ilminde meşhûr eserler vardı. Hadîs ilminde İbn-i Hacer Askalânî’den icâzet aldı. Molla Gürânî bu minval üzere tahsilini tamamladıktan sonra; tefsîr, kırâat, hadîs ve fıkıh ilimlerinde değerli bir âlim olarak yetişti. Yavaş yavaş tanınmaya ve Kâhire’deki medreselerde ders vermeye başladı. Memlûk Devleti hükümdârlarının ve devletin ileri gelenlerinin kurdukları ilim meclislerine katılıp, münâzaralara girdi. 48 Molla Gürânî’nin İstanbul’a gelişi şöyle vukû bulmuştur: O devrin meşhûr Osmanlı âlimlerinden Molla Yegân hacca gittiğinde, Kâhire’ye uğradı. Orada Molla Gürânî’yi tanıyıp, onun dîne bağlılığını ve ilimdeki yüksek derecesini görünce, İstanbul’a getirmek istedi. Lütuf ve iltifât göstererek İstanbul’a gelmesini söyledi. O da bu teklifi kabûl edip, Molla Yegân ile birlikte İstanbul’a geldi. Meşhûr âlim Molla Yegân, hacdan dönüp İstanbul’a gelince Sultan İkinci Murâd Hân’ın otağına gidip, bir sohbet yaptı. Sohbet sırasında Pâdişâh: “Gezip gördüğün yerlerden bize ne armağan getirdin?” diye sordu. Bunun üzerine Molla Yegân; “Tefsîr, hadîs ve fıkıh ilminde iyi yetişmiş bir âlim getirdim” dedi. “Şimdi nerededir?” deyince; “Bâb-üs-se’âÖRNEK HAYATLAR de’de beklemektedir” dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, onu içeri getirmelerini söyledi. Molla Gürânî içeri girip, selâm verdi. El öptü. Sohbet sırasında Molla Gürânî’nin konuşması ve hâli, pâdişâhın hoşuna gitti. Onu hemen dedesi Murâd-ı Hüdâvendigâr Gâzî’nin eski kaplıcadaki medresesine müderris olarak tayin etti. Daha sonra da Yıldırım Medresesi’ne müderris tayin edildi. Böylece bir müddet bu vazifeye devam etti. Bundan sonra da Sultan İkinci Murâd Hân, Molla Gürânî’yi oğlu Şehzâde Mehmed’in yanî Fâtih’in yetiştirilmesi ile görevlendirdi. Şehzâde Mehmet (Fâtih), bu sırada Manisa’da emîr idi. Babası İkinci Murâd Hân, oğlunun (Fâtih’in) yetişmesi ve eğitilmesi için pek çok âlimi ona hoca olarak göndermişti. Fakat Şehzâde Mehmet, zekî ve celalli olduğundan, giden hocalar onu bir türlü derse yanaştıramamıştı. Bu sebeple pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlunu yetiştirecek heybetli bir muallim arıyordu. Molla Gürânî’nin heybetli ve vakûr bir âlim olduğunu görerek ve sert tutumunu duyup, bu iş için onu tayin etti. Onun iyi bir eğitimden geçmesini istediğini söyleyip, gerekirse dövebileceğini de işâret etti. Bunun üzerine Molla Gürânî, Manisa’ya gönderildi. Molla Gürânî, Şehzâde Mehmet’in (Fâtih’in) yetişmesi için ona ders vermeye başladı. Gördüğü gevşeklik karşısında, vakûr ve sert tutumuyla, Şehzâde Mehmet’in hırçınlığını yatıştırdı. Hattâ ders sırasında “Darabtühû te’dîben” (Terbiye etmek, eğitmek için onu dövdüm) manâsındaki Arapça cümleyi dil bakımından incelettirdi, tahlil ve tercüme ettirdi. Bu tutum karşısında Şehzâde Mehmet derslere devam edip, kısa zamanda Kur’ân-ı kerîmi hatmetti ve ilim öğrendi. Pâdişâh İkinci Murâd Hân, oğlu Şehzâde Mehmet’in Kur’ân-ı Kerîmi hatmettiğini öğrenince çok sevinip, hocası Molla Gürânî’ye çok miktarda mal ve parayı hediye olarak gönderdi. Fâtih Sultan Mehmet Hân’ın yetişmesinde, Molla Gürânî’nin büyük emeği geçti. Bu bakımdan Fâtih, şehzâdeliğinden beri hocasını çok sever, saygı ve hürmette kusur etmezdi. Babası İkinci Murât’tan sonra tahta geçen Fâtih Sultan Mehmet Hân, Molla Gürânî’yi vezîr yapmak istedi. Molla Gürânî bu teklifi kabûl etmeyip: “Huzûrunuz- da, size devlet işlerinde çok hizmet edenler vardır. Onların ciddî çalışmaları, sonunda vezirliğe, sadr-ı a’zamlığa kavuşmak ideallerine bağlıdır. Veziriniz onlardan başkası olursa, kalpleri muğber olur ve sultânımıza zarar gelir” dedi. Sultan bu sözü beğendi ve onu kadı asker yapmak istediğini bildirince, bunu kabûl etti. Kâdılığa başlayınca, ayrıca müderrislik görevini de yürüttü. Daha sonra Bursa evkaf idâresi vazîfesi ve kadılık vazîfesi ile Bursa’ya gönderildi. Bursa’da bir müddet bu vazîfeleri yaptı. Daha sonra bazı sebeplerle Anadolu’dan ayrılıp, Mısır’a gitti. Molla Gürânî İstanbul’a gelince, Sultan ona çok hürmet gösterip, ikinci defa Bursa kadılığına tayin etti. Sonra yeniden Kadı askerliğe tayin edildi. Bu arada müderrislik ve eser yazmakla da meşgûl iken, 885 (M. 1480) senesinde Şeyh-ül-İslâmlık makamına getirildi. Fâtih Sultan Mehmet Hân ona; maaş, hizmetçi ve diğer yardımları yanında, çok hediyeler de vererek, ikram ve hürmet gösterdi. Sekiz sene Şeyh-ül-İslâmlık yaptı ve hakka, adâlete uymakta titizlik göstererek, gayet güzel bir şekilde vazîfesini yerine getirdi. Fâtih Sultan Mehmet Hân’a çok nasihat eder, işlerinde yardımcı olurdu. Ona karşı duyduğu samimi sevgi ve alâka sebebiyle, yeri geldikçe tenkit etmekten, uyarmaktan çekinmezdi. Hattâ giydiği ve yediği şeylere dikkat etmesini, dâima dînin emirlerine uygun olmasını isterdi. Nasîhatlerini sert sözlerle söylemekten çekinmezdi. Molla Gürânî heybetli, vakûr, sarsılmaz bir ilim haysiyetine ve ahlâkına sâhip idi. Uzun boylu, gür sakallı, doğru ve açık sözlü idi. Vezirleri adlarıyla çağırır, Sultân’ın huzûruna girince, yüksek sesle selâm verip, müsâfeha yapardı. Davet edilmedikçe ve bayram günlerinden başka zamanlarda saraya gitmezdi. Bir defasında bir Arafe günü Sultan, Molla Gürânî’ye bir haberci göndererek: “Yarın bayramı kutlamak üzere teşrîf etsin, geç kalmasın” diye haber yollamıştı. Molla Gürânî, gelen haberciye: “Yağışlı günlerdir, her yer çamur. Gelirsek, kılık kıyâfet değiştirmek îcâp eder. Yarın bizi bağışlasınlar. Biz uzaktan duâ ederiz. Bayramı uzaktan kutlayalım” dedi. Haberci dönüp bu sözleri pâdişâha iletince, Pâdişâh: “Bizim bayramımız, onların gelmesiyle mutlu olur. Her şeye rağmen gelmelerini bekliyoruz” dedi. Üzerlerinin çamur olmaması için de, sarayın selâmlığına kadar at ile girmesine izin verildi. Bunun üzerine daveti kabûl etti. Molla Gürânî, her gece Kur’ânı Kerîm okur ve bunu hiçbir sebeple terk etmezdi. HAZİRAN/2016 Molla Gürânî, ayrıca çok hayır ve hasenat yapmıştır. Dört câmi, bir Dâr-ül-hadîs medresesi, bir hamam ve binalar yaptırmıştır. Molla Gürânî, vefât ettiği senenin bahar mevsiminde bir bahçe satın aldı. Kışa kadar o bahçede kaldı. Vezirler haftada bir bu bahçede ziyâretine gelirlerdi. Kış geldiğinde iyice hâlsizleşti. İstanbul’daki konağına göçtü. Sonra vezirlere dönüp: “Benden Bâyezîd’e (İkinci Bâyezîd Hân’a) selâm söyleyin, namazımı bizzat kendisi kıldırsın ve borçlarımı, defnimden önce ödesin” dedi. Sonra: “Size vasıyyetim olsun! Beni kabrin yanına koyunca, ayağımı tutun ve beni kabrin başına çekin, sonra kabre koyun” dedi. Öğle namazını îmâ ile kıldı. Sonra: “İkindi ezanı ne zaman okunacak?” dedi. İkindi vakti gelince, müezzinin ezan okumasını bekledi. Müezzin, Allahüekber diye ezan okumaya başlayınca, Molla Gürânî hazretleri: “Lâilâhe illallah” diyerek vefât etti. Sultan İkinci Bâyezîd Hân, namazında bulundu ve borçlarını ödedi. Cenâze namazı çok kalabalık olup, İstanbul ahâlisi onun vefâtından dolayı gözyaşı döktü. Cenâzesi kabrin başına getirilince, vasıyyetine rağmen kimse ayağından tutup çekmeye cesâret edemedi. Cenâzesini bir hasır ile kabrin yanına çektiler ve kabre indirip defnettiler. Kabri, Aksaray-Topkapı arasındaki eski tranvay yolunun sol tarafında bulunan kendi yaptırdığı câminin önündedir. Arapça kaynaklarda “Diyâr-ı Rûm’un, Anadolu’nun âlimi” olarak zikredilen Molla Gürânî, kıymetli eserler yazmış olup, eserleri şunlardır: 1-Gâyet-ül-emânî fî tefsîr-i seb’il-mesânî, 2- El-Kevser-ül-cârî alâ rıyâd-il-Buhârî: Hadîs-i şerîf kitaplarının en kıymetlisi olan Sahîh-i Buhârî’ye yazdığı şerhdir. 3- Şâtibiyye kasidesinin Ca’berî şerhine güzel bir haşiye yazmıştır. 4- Keşf-ül-esrâr an kırâat-il-eimmet-il-ahyâr. 5-Şerh-i cem’ul-cevâmi’: Usûl-i fıkha dâirdir. 6- Aruz ilmiyle ilgili bir kaside. www.ehlisunnetbuyukleri.com 49 ÖRNEK HAYATLAR Y A P H E U!” D E “ Osmanlı Türkçesini bilenlerimiz, birtakım eski hat levhalarına bakarak atalarımızın hangi düsturlar çerçevesinde bir hayat felsefesine sahip olduklarını az çok kestirebilirler. Eskiden evlerin, resmî dairelerin, ibadethanelerin ve insan ayağı basan pek çok mekânın duvarları, bu tür levhalardan en az birkaç tanesiyle tezyin edilmiş olur ve en dikkatsiz nazarları bile kendine celp edecek süslere, tezhiplere, bezemelere, işlemelere sahip bulunurlar imiş. Bunlardan birisi de “Edep ya Hu!” ibaresidir. En fazla talik yahut celi sülüs hat ile yazılan bu ibare, aslen tarikat adabına mugayir bir hareketi sadır olan dervişe hitaben, mürşit ağzından dökülür. Ancak zamanla yalnızca tasavvuf çevreleriyle sınırlı kalmayıp bütün bir Türk-İslâm kültürünü kaplayacak şekilde şöhret bulmuş, yaygınlaşmıştır. Bu bakımdan tasavvufî mekânların haricinde dahi Edep ya Hu’lara rastlamak mümkündür. “Edep ya Hu!” hatlarının üstat hattatlar elinde çeşitli istiflere bürünen şekillerinden en yaygın olanı bir Mevlevî sikkesini sembolize eden şeklidir ve genellikle de sikkenin çevresinde şu beyit yer alır: “Ehl-i irfan arasında aradım kıldım taleb Her hüner makbul imiş illâ edeb illâ edeb” Bilgeler, meclisinde kendine uygun bir hüner arayan kişinin her hünerden daha çok edebi makbul sayması, sufîlerin toplum vicdanına ne derecelerde tesir ettiğinin de delilidir. İslâm, elbette bir edep dinidir; ancak tasavvufta edebin apayrı bir yeri vardır. Tarikat adabının her kademesinde edep ön plandadır. Sufî, canlı olsun cansız olsun -ki onlara göre her yaratılmışın canı olduğu farz edilir- her şeye ve herkese karşı edebini korumak zorundadır. Kapının çarpılmadan yavaşça örtülmesi bir edeptir. “Kapıyı kapat” denilemez (Allah kimsenin kapısını kapatmasın) belki kapıyı ört, yahut sırla denilebilir. “Lambayı (mumu, ışığı) söndür” denilemez (Allah kimsenin ışığını söndürmesin) lambayı dinlendir denilir. Keza lamba yakılmaz, ancak uyandırılabilir. 50 DEYİM Birisi konuşurken sözünü kesmek, gizli konuşmak, mecliste fısıltı ile lâkırdı etmek, işaret ve işmar etmek, vs. hep edebe aykırı davranışlardır. Gezerken yere, ayağın sesi duyulmayacak derecede yumuşak basılmalıdır. Kapıdan çıkılırken arkasını dönmek edepsizliktir. Kapı eşiğindeki ayakkabılar dışarıya değil (zira bunun manası “git, bir daha gelme” demektir), içeriye doğru çevrilir. Uyuyan birini uyandırmak için onu sarsmak yahut adını ünlemek abestir. Bunun yerine yastığına parmak uçlarıyla vurulup hafif sesle “Agâh ol erenler!” denilir. Uyanan kişinin de yataktan kalkarken yastığını öpüp yorganıyla görüşmesi (görüşmek, tasavvuf tabiatındandır ve öpmek, yahut öpermiş gibi dudağa değdirmek manalarına gelir) bir edep kaidesidir. Bir şey alınıp verilirken keza aynı kaide geçerlidir. Yemek yiyenin ağız şapırdatması, ağızda lokma varken konuşması, kahveyi, çayı höpürdeterek içmesi, fincanı yahut bardağı ses çıkartarak tabağa koyması, yahut da sofrada kaşık ve çataldan ses çıkartması edep harici hareketlerdendir. Bütün bunlara günlük hayatın adabı muaşeret kaideleri arasına girmiş yüzlerce düsturu ilave edebilirsiniz. “Edebi edepsizden öğren” atalar sözü, ibret alma hasletinin telkininden ibarettir. “Eline, beline, diline” düsturu ise hakikat yolcusunun kendine ait olmayan bir şeyi almaması, uygunsuz kelâm söylememesi ve kimsenin namusuna halel getirmemesi demektir. Zaten edep kelimesi de e (eline), d (diline) ve b (beline) harflerinden müteşekkildir ve tam manasıyla insanın uyması gereken düsturların remzidir. Erenlerin “Elin tek, dilin pek, belin berk tut!” demesi de bunun dervişçesidir. Söz konusu tasavvufî edebin dışında, hayatın her kademesi bir edebe vabestedir. Yeme içmeden, giyim kuşama, hâlden kale, hükumet etmeden siyasete, nefes almadan ölüme, her şeyin bir edebi vardır. Günümüzde, bu edebi gösterebilecek alperenlere ihtiyaç vardır. Yoksa insana “Edep yahu!” derler! İskender Pala İki Dirhem Bir Çekirdek HAZİRAN/2016 KİTAP ÖNERİLERİ Yetişkin bireylerin sağlıklı ruh dinginliğine erişmesinde çocukluk yıllarından itibaren kazandırılan yetiler bireyin kendini gerçekleştiren ve gereksinimlerini doyururken ilkeli, çatışmayan, çözüm sunan, iradeli, öz saygısı mutlak, toplumsal saygıdan uzak olmayan onurlu ve erdemli bir kişiye ulaşmada sorumluluk prensibi en etkin karakter özelliğidir. Anne-Babalar, Öğretmenler ve Rehber Öğretmenler Sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmede üzerine düşeni yapmak için sorumluluğu tanımalı kaynağını ve verme şeklini bilmelidirler. Ayrıca bu karakter eğitimini verirken iletişimin nasıl kurulacağı ve ödül-ceza yönteminin yaş gruplarına göre nasıl işletileceğini pratik yollarla uygulamalarını görmeleri gerekir. Sorumluluk almak hayatınızı, dünyayı değiştirebilir! işinizi ve John Izzo, okurlarına harika bir kariyerin, harika bir iş yerinin, daha güçlü ilişkilerin ve daha iyi bir dünyanın anahtarlarını sunuyor. Bu kitap, değişim yaratmak için başkalarına bakmak yerine kendimize odaklandığımızda kişisel sorunlardan iş yerindeki zorluklara ve toplumsal meselelere kadar neredeyse her türlü problemin çözülebileceğini öne sürüyor. Kendimizi değişimin öncüleri olarak görmek bizi daha mutlu, daha rahat ve daha güçlü kılar. Izzo herkesin, her zaman ve her yerde olumlu bir değişim yaratabilmesini sağlayacak yedi etkili ilke sunuyor. Kitap ilham verici hikâyelerle dolu: Mafyaya savaş açan orta yaşlı bir işyeri sahibi, okullarındaki şiddete “hayır”diyerek bir harekete öncülük eden iki genç, şirketin batmakta olan bir departmanını kazanç merkezi haline getiren bir yönetici ve daha pek çok hikâye... Hepimiz dünyayı değiştirecek güce sahibiz 51 ve John Izzo bize bunu nasıl yapacağımızı gösteriyor. KİTAP ÖNERİLERİ Fıkralar Var Mate mati k Fin mı? a 4 tan orad eü tını e gia i y çin m niversite a h y e ş a ö n i şm cza cgidin tematik fi ğrencisi, yerle ir gün e ruyor. E c uyan n e aline a ’ h l oc a ladığ bu so .B vuk ını sö aya araba geç kalırl madıkları İstan çalışacak ı?” diye lerde ta ve l e a l y a a r ve o e l m r m m e n ı e e r r n a öğ a ler. T ın o ar ey k e ecz ürm uk v gidiy k var maya rencilerin Hoca ilk lastiğinin ula sürd iz de tav bir şekild Temel u r i p b a v n at a k a y s , onl t ı s i . acağı arı 3 alvarmala ta inanm rip “ ey çok iy nlatıyor “siz de yine ayn n ı a s r r z a ö g ı b n n yl ün s öğren zacı acağını ar geliyo ı bakmış ay 4 gü onra a dayana cinin er.Sınav g l y l r c s o a e k a ı k h ü n öşele em Bu olm gün te yor ecz rine o epsini boş nü gelinc av yapi i ki. de T u e hoc turtu bir sa ertes diye sor ıyor tab geldiğin vuk sat a, r. lonun a a ız Sınav ayrı a 4 mı?” biraz k En son adem t czacı d g yrı e ç E l m . m e . m den 5 e sist m or ada lanıyor deşim 0 pu emi ş ” diy ama. Te Abi r a r a a a n H r ö n a k yle ocan “ alan zs rc tek ıya: ‘’ herke dir: 100 a ya yor. ırıyo c 10’ar ın hazırla üzer s sı ecza sun cam ren yazd ıya soru d p ı u r c u vardı anlık 4 t ğı sınavd navı geçe inmıyo ş, mecb ve ecza ?’’ a a r bilir. n . i e s B e ön bas ı un r k fada bıkm geliyo n gelece ise 6 ları kolayc it matema sayfada r a 0 a a lastik ti tekr ne zam patla puanlık 1 çözerler. k sorusu k d A u s ı rka v ? o ” r a u var t dır: “ sayHang i uk Tav ali Uğursu Cafer ko madadır z Kadın . Yanınd a ise kar ısı... Cafer’in gözleri n e m na doğru li, kısık se bakar ve konuşma siyle karısıişten ko vulduğum ya başlar : “İlk İflas ettiğ zaman y anımda im gün oradayd idin. zaman il ın. Vuru kg lduğum Trafik ka özümü açtığımd a seni gö za rdü başucum sı geçirdiğimde hastaned m. daydın. e Karısı ta mutluluğ kdir edil hep un menin yine başu da tabi. “Şimd i cu çok geç o mdasın. Sonund komadayım a anladım ldu; yahu ama sen ne u ğursuz k arısın” 52 FIKRALAR HAZİRAN/2016 TELEVİZYONUN KIRIK CAMI Ailede televizyon bağımlılığı, tek bir program ya da dizi ile başlıyor. Ailenin babasından ya da dirayetli kişisinden tepki gelmez ve bağımlılıktan hemen kurtulunmazsa, diğer kanallara ve programlara bağımlı olmaya başlanıyor. Sigaraya 20 yaş sonrası başlayanların oranı %3 iken, 11-15 yaş arası %90. Sigara illetine hayatın baharında yakalanıyor birçok insan. Sebebini hiç düşündünüz mü? Evet, ergenlik dönemindeki bir anlık boşluktan istifadeyle, sinsice hayata giriyor sigara. Bir daha da çıkartabilene aşk olsun. Televizyon da sanayi ve teknolojinin gelişmesiyle ergenlik döneminde girmişti insan hayatına. Elektriğin bulunması, dizel motorun icadı, uçan balonlar derken, bıyıkları terleyen bir ergen edasıyla ayakları yerden kesilen toplum, ne olduğunu anlamadan titrek ışığın, gri cam üzerinde oluşturduğu görüntülerin bağımlısı olarak buldu kendini. Bu kötü alışkanlığın sahibi TV, kendinden öncekilerin bütün iyiliklerini ve kötülüklerini bir mirasyedi edasıyla sergilerken, hem geniş kitlelere ulaştığını, hem de bu kitlelere anındalığın vazgeçilmezi olduğunu söylüyordu. Televizyonun görüntü bombardımanı altındaki insanın kurtuluşu ayrı bir bahis. Bağımlılık yaşı olan 11-15 döneminde, asalakça yaşamanın kablolu ve kablosuz besin yollarından kurtulabilen bir eğitim ortamını işaret ederek, ekran çöplüğünden nasıl kurtuluruz sorusuna yeniden dönüyoruz. Ailede televizyon bağımlılığı, tek bir program ya da dizi ile başlıyor. Ailenin babasından ya da dirayetli kişisinden tepki gelmez ve bağımlılıktan hemen kurtulunmazsa, ailenin diğer üyeleri, diğer kanallara ve programlara bağımlı olmaya başlarlar. Ardından hiç istenmeyen televizyon müptelaları evi yuva yapıyor, bir süre sonra televizyon vazgeçilmezliğini ve bağımsızlığını ilan ederek, her köşe başına farklı büyüklükteki dostlarını çağırıyor. Tam da bu noktada, suçlularla mücadelede efsane kabul edilen New York Belediye Başkanı Gulliani’nin: “Nasıl başarılı olabildiniz?” sorusuna verdiği cevap imdadımıza yetişiyor. Doğrudur, TV bir evin, toplumun suçlusudur, hem de en canisinden. Gulliani’nin, “Kırık cam teorisi” üzerinden verdiği cevap dikkate değerdir. Gulliani suçun küçüğü büyü olmaz, diyerek önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, pislikleri yola atanları bile yakalayıp, haklarında işlem yapmış. Polis bu kararlılığıyla “Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz.” demiş. “Kırık cam teorisini New York’da uygulamak tesirli olmuş mu derseniz, evet olmuş. Peki evde TV’ye karşı silah olarak kullanabileceğimiz kırık camlar teorisi nedir? derseniz işte cevabı: Anlatıldığı kadarıyla “Kırık Cam Teorisi” ABD’li suç psikoloğu Philip Zimbardo’nun 1969’da yaptığı bir deneyden ilham alınarak geliştirilmiş. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model otomobil bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri izledi. Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ve iki öğrencisi ‘sağ kalan’ otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar da olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti. “Demek ki” diyordu Zimbardo, “ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.” Suça bir kez izin verdiğinizde kontrolden çıkıyor. Televizyon da öyle değil mi zaten? Türkiye Dünya Ortalamasının Üstünde Dünyada TV izlenme oranı günlük ortalama 2 saat 25 dakika. Türkiye’de ise ortalamanın hayli üstünde. Türkiye’de emekli, ev kadını, genç, orta yaşlı, hafta içi ve hafta sonuna göre değişen izleme oranları bağımlılık derecesi olan günlük 4 saat TV izleme oranına çok yakın. Emekli ve ev kadınlarından başka hafta sonu bağımlılığı da dikkat çekici. Bağımlılıktan kurtulmanın yolu hep beraber bu işten sıyrılmak. Yazar: Mehmet Numan 53 www.insanvehayat.com İLETİŞİM İNSAN “SORUML Allah’ın yarattığı her varlığın kendine özgü vazifeleri ve sorumlulukları vardır bu âlemde. Arı bal yapıyor, koyun süt veriyor, güneş dünyayı aydınlatıyor, deniz üzerinde gemileri yüzdürüyor. Yeryüzünün en değerli varlığı olan insanın vazifesi ve sorumluluğu ise, tek kelime ile Allah’a kulluktur. Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: -” Ben cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye yarattım.”(Zariyat, 56) -İnsan kendisini başıboş bırakılacağını mı sanıyor? (Kıyame, 36) Evet, insanoğlu başıboş bırakılacak değildir. Allah onu belli başlı bazı sorumluluklarla mükellef kılmıştır. -” Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler. (Sorumluluğundan korktular) onu insan yüklendi...” ( Ahzab, 72) Dünyada bu sorumluluğu yüklenen insan imtihan halindedir. Bu imtihanda muvaffak olmanın mükâfatı, Allah’ın rızası ve ebedi saadet yurdu olan cennet hayatıdır. Dünyada bu sorumluluğu yerine getirmemenin cezası ise Allah’ın rızasından yoksun kalmak ve elem verici cehennem azabıdır. Bu hususta yüce Rabbimiz yine bizi şöyle uyarıyor: -” Sizi boşuna yarattığımızı ve tekrar huzurumuza getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Müminun,115) Allah’a karşı mesuliyetleri, sorumlulukları vardır insanın, namaz gibi oruç gibi zekât gibi, Allah’ın emirlerine koşmak, yasaklarından şiddetle kaçmak gibi. Cennet, iman ve amelin bedelidir, yerine getirilen sorumluluğun karşılığıdır. Bu sorumluluğu yerine getirip getirmeme hususunda Âdemoğlu Cenâb-ı Allah tarafından sorgulanacaktır ahirette. -”Sonra o gün nimetlerden mutlaka sorulacaksınız.” (Tekasur, 8) -”Kendilerine peygamber gönderilenlere mutlaka soracağız, peygamberlere de soracağız.” (Araf, 6) Hz. Peygamberimiz de şu hadis-i şerifleriyle bu hususta dikkatlerimizi celb ediyor: -”Kıyamet günü insan, 5 şeyden sorulmadıkça bırakılmayacaktır. Ömrünün nerede tükettiğinden, ilmi ile amel edip etmediğinden, malını nereden kazanıp nereye harcadığından ve bedenini nerede yıprattığından.” (Tirmizi Kıyame,1) İnanmış bir kimse olarak sorumluluğumuz sadece Allah’a karşı değildir. Bundan başka daha birçok sorumluluklarımız vardır; Vatana karşı sorumluluk, onu canı pahasına korumaktır. Ana-babaya karşı sorumluluk, onlara saygılı olmak, gerektiğinde onları bakmaktır. Eşimize karşı sorumluluk, onu Allah’ın bir emaneti görmek ve onunla hoş geçinmektir. Çocuklarımıza karşı sorumluluk, onlara adaletli davranmak ve merhametli olmaktır. Akrabamıza karşı sorumluluk, onlara yardım elini uzatmak ve onları arayıp sormaktır. Komşularımıza karşı sorumluluk, onlara ikram etmek ve asla eziyet etmemektir. İşimize karşı sorumluluk, işimizi sağlam ve güzel yapmaktır. Hulasatul kelam insanlara ve hayvanlara karşı sorumluluk, yaratılanı yaratandan ötürü sevmektir. İşte bu sorumluluk bilinci ile Hz. Ömer: - “Fırat kenarında, aşırsa bir kurt koyunu, sorar adli ilahi Ömer’den onu” diyor ve sorumluluk bilincinin ne kadar önem arz ettiğini ifade ediyor bizlere. 54 İnsanın sorumluluğu, sadece kendi dışındakilere karşı değildir. Kendine, nefsine HAZİRAN/2016 U” BİR VARLIKTIR karşı da bazı sorumlulukları vardır. Bunun içindir ki Müslüman olan kimse kendine zarar verecek zararlı alışkanlıklardan uzak durur. Başkasına zarar veremeyeceği gibi kendine de zarar veremez. Zira malı ve canı ona Allah’ın bir emanetidir. Hz. Peygamber (a.s) bu hususta da şöyle buyuruyor: -” Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, kendi nefsinin üzerinde hakkı vardır. Ailenin üzerinde hakkı vardır. Her hak sahibine hakkını ver.” (Buhari, Savm, 51). Bu münasebetle, Allah’a inanmış olan her kimse, Allah’a karşı sorumluluklarını yerine getirmeli, namazını kılmalı zekâtını vermelidir. O’nun haram kıldığı içki, kumar, hırsızlık, adam öldürme, zina... gibi günah ve haramlardan, yırtıcı bir mahluktan kaçar gibi kaçmalıdır. Dininin gerektirdiği sorumlulukları yerine getirmemenin bir vebal olduğu da asla unutulmamalıdır. Bazen ufakta olsa kötü bir örnek, maksada hâsıl olmaya engel teşkil edebilir. Yaşanmış şu hikâye buna ne güzel bir örnektir: Londra’daki camiye yeni bir imam gönderilmiş. Adam şehre gitmek için hep aynı otobüse biniyor ve çoğu zaman da aynı şoföre rastlıyormuş. Bir gün, bilet alırken şoför yanlışlıkla 20 kuruş fazla vermiş. İmam yanlışlığı oturup da parasını sayınca fark etmiş. Kendi kendine “20 kuruşu geri versem mi şoföre?” diye düşünüyormuş. Ama içinden bir ses diyormuş ki “çok gülünç bir para ve şoförün umurunda değil. Otobüs şirketi çok para kazanıyor zaten... Sadece 20 kuruş onlara bir şey yapmaz.” Bu parayı saklayabilirim diye düşünmüş, Allahtan gelen bir hediye gibi... İneceği durağa gelince, imam kalkmış ve fikrini değiştirmiş, inmeden önce şoförün yanına gitmiş, 20 kuruşu geri vermiş ve demiş ki: “Paranın üstünü fazla verdiniz.” Şoför gülümsemiş ve demiş ki : “Siz caminin yeni imamısınız değil mi? Aslında uzun zamandır sizi caminizde ziyaret etmek istiyordum, İslam’ı öğrenmek için. Bu yüzden bilerek size fazla para verdim. Nasıl tepki vereceğinizi görmek istedim.” İnerken imam artık bacaklarını hissetmiyormuş, yere yığılacakmış neredeyse, bir direğe tutunmuş ve kendine gelmeye çalışmış. Gözlerinden yaşlar dökülerek demiş ki: “Allah’ım az daha İslam’ı 20 kuruşa satıyordum!” Doğruluk ve dürüstlük Müslüman olmamızın bir gereğidir. Unutmayalım ki insanların gözleri bizim de üzerimizdedir. Bu yüzden hareketlerimize dikkat etmeliyiz. Zira kötü örnek olduğumuzda insanlar bizimle birlikte ayrıca dinimizi de yargılayacaklardır! İslam ile müşerref olmuş ve inanmış olan her kimse vatanına-milletine, ana-babasına, eşine ailesine kısacası tüm mahlûkata, tabii aynı zamanda kendi nefsine karşı sorumluluklarını Allah’ın emrettiği ve dinin gerekli kıldığı şekilde yerine getirmelidir. Hem bu dünyada huzur için, hem de ahiret sorgusunu kolay geçebilmek, Allah’ın rızasına erebilmek ve Cennetine girebilmek için vesselam. Sadık KÖSTERELİOĞLU Diyanet İşleri Başkanlığı Ceza İnfaz Kurumu Vaizi 55 KİTAP VE ÇOCUK KOKUSU Bir devlet büyüğümüz geçtiğimiz yıl 19 Mayısta gençlere hitap ederken ‘’kendisini iki kokunun cezp ettiğini, biri çocuk kokusu, diğeri de kitap kokusu olduğunu söylemişti. Bu kokuların yerini hiçbir güzel kokunun tutamayacağını söylediğinde yüreğimde inanılmaz bir kıpırtı oldu ve gözlerimden aniden yaşlar süzülmeye başladı. Durumumu gören eşim, rahatsızlandığımı sanarak bir anda heyecanlandı, telaşa kapıldı. Kendisine: “telaşlanma hiçbir şeyim yok, sevinçten ağladım” dediğimde eşim daha çok meraklandı:’’Ne oluyor? Hayırdır seni sevindiren elbette beni de sevindirir, çabuk söyle’’ dediğinde, eşime dedim ki: “Allah’a şükür Cenab-ı Hak bize istikameti doğru iki evlat ile sayısı 70.000’i aşan kitaplarımın kokusunu tattırdı. Bu nefis kokuları tattıran Rabbime şükrediyorum, onun için sevincimden ağlıyorum” dedim. Balı yemeyen insana balın ne olduğunu anlatmanız mümkün olmadığı gibi çocuk kokusu ile kitap kokusunu tatmayan insana da bu iki kokunun tadını anlatamazsınız. Matbaada yeni basılan kitapların kokusu ile çocukların bebeklik kokusu aynıdır. Onun için kitaplarımın her yeni baskısını elime aldığında koklarım. Bu koku bana çocuklarımın bebeklik kokusunu hatırlatır. 56 Çocuk kokusu anne - baba için ne ise, bebek için de anne - baba kokusu aynıdır. Geçenlerde bir dostum anlattı. Üç yaşındaki çocuğunu kaliteli bir yuvaya kaydettirmek için gider, bütün şartları konuşur, anlaşırlar ve çocuğun kaydı yapılır. Kreşin müdiresi, çocuğun annesine:“Yarın çocuğunuzu kreşe getirirken kendinize ait bir hırkayı da unutmayın” der. Anne “hırkaya ne gerek var?” dediğinde müdire hanım: “Biz burada fiziki bütün araç ve gereçleri hazırladık. Çocuklara kuş sütü hariç her şeyi verebiliyoruz ama anne kokusunu veremiyoruz” diye cevaplar. Anne için bebek kokusu ne ise bebek için de anne kokusunun aynı olduğunu yukarıda arz ettim. EĞİTİM Çocuk doğurmayı batı bir yük olarak kabul ediyor. 1985 yılından beri lisemizin kardeş okulu vesilesiyle Almanya ile ilişkim var. Manisa Lise’mizin kardeş okul müdürü meslektaşımın hiç çocuğu yoktu. Kendisine sorduğumda doğacak çocuğun sorumluluğunu göze alamadık cevabını verdi. Oysaki evinde kocaman bir köpek ve birkaç tane de kedisi vardı. Batı insanı kediyi, köpeği bebeğe tercih eder hale gelmişler, neden mi? Çünkü batı kadını çocuk doğurmayı bir yük olarak kabul ediyor ve bedenlerinin deforme olmasından korkuyorlar. Bizde de batıya özenen bazı feminist kadınlar: “Biz erkeğin hamalı mıyız? Niçin dokuz ay hamallık yapalım?” diyorlar. Böyle dü- şünen kadının nasırlaşmış burnuna çocuk koklatsanız da o kokuyu alamaz. Çünkü onlarda çocuk kokusunu algılayacak beyin sinirleri dumura uğramıştır. Ama istediği halde çocuğu olmayan kadınlar bütün çocuklarda aynı kokuyu hissederler. En büyük üzüntüm evlat sahibi olan anne - babaların çocuklarının ayağının incinmemesi için ortopedik ayakkabı alıp, en güzel giysiler giydirirken, yere düşüp eli yüzü kirlendi diye üzülürken İslam fıtratı üzerine yaratılan çocuklarının yetişmesinde İslam fıtratına göre yetişmesi için kaygılanmamalarıdır. Akşam eve geç gelen çocukları için endişelenen anneler babalar, çocuklarını bir eli yağda balda büyütürken, bir eli internette olan çocuklarının nerelerde gezdiğini kimlerle konuştuğunu hiç merak etmezler. Güya çocuk evde odasında hangi bataklık sitelerde dolaştığını hiç merak etmezler. Yere düşüp dizi kanasa, kibrit aleviyle yavrusunun kirpiği yansa, eli sobaya değse yüreğini alev saran anne ve babalar yavrularının ahrette yanmaması için gönlünü İslam sevgisi ile doldurmayı gündemine bile almazlar. HAZİRAN/2016 diğin’’ programı izlerken 94 yaşındaki yaşlı bir dedeye spiker sordu. “Dede 94 yıl nasıl geçti?” Cevap kısa ve özdü: ‘’Sanki bir rüya. 9 saniye gibi bir şey.’’ Her yaştaki insanlar gözünü yumup yaşadığı yılları düşündüğünde, vereceği cevap dedeninkinden farklı olmayacaktır. O halde anneler babalar olarak çocuklarımızın dünyalığını düşündüğümüz kadar ahretini de düşünelim. Çocuklarımız ateist, satanist, deist olarak arkamızdan gelmesin. İyi bir mümin olarak yetiştirelim ki arkamızda hasenat defterimiz açık kalsın. Çocuklarımız Arkamızdan Allah’a kul, peygamberimize ümmet olarak gelsin ki yarın ahirette hep beraber yakıtı taş ve insan olan cehennemin yakıtı durumuna düşmeyelim.”Ey îmân edenler! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennemden koruyun’’ Tahrim suresi/6 Kadir KESKİN Eğitimci - Yazar Evet, çocuk evin meyvesidir. Ama bu meyveyi kurda kuşa kaptırmamak için korumak gerekir. Çocuklarımızın dünyalığını düşündüğümüz kadar acaba ebedi âlemini de hiç düşünüyor muyuz? Peygamberimiz insanın durumunu bir yolcuya benzetiyor. İzmir’den kalkan bir trenin Manisa’da birkaç dakika durup yoluna devam etmesi gibi. Dünyaya gelen insanın durumu da istasyonda yolcu alıp yoluna devam eden trenden ne farkı var? 70 ile 80 yıllık ömrün ebedi âlem karışışında sözü mü olur? Geçenlerde TRT kanallarından birinde “Ömür de- 57 Yaşam dilimimizde bulunduğumuz her an kendimize bakarız. Belirli bir yaşam alanı içerisinde verilen görevleri yerine getirmenin bilinciyle hayatımızın akışında bir düzen içerisine gireriz. Peki öyleyse neden karmaşa oluşur? Bunun nedeni sorumluluk duygusunun her insanda yeterli kadar olmayışından kaynaklı olabilir mi? Nedir bu sorumluluk diye kendimize dönüp baktığımızda kendi iç dengemizi gözlemlememiz gerekir. Sorumluluk bilinciyle hareket eden her insan bir süre sonra düzene kavuşur. Gerçek şu ki sorumluluk verilen bir işi yerine getirmekten çok vicdani olarak yaptıklarımızın doğru ya da yanlışlığını bilmekten geçer. Hayatın bize pek çok katkısı olabilir. Yaşamın içerisinde bir dönem geçirdiğimizde bu dönemin kıymetini bilerek işlerimizin doğru bir planlamadan geçtiğinde kendimizi çok mutlu hissederiz. Bunun temel nedeni ise sorumluluğumuzun farkındalığında kendi yaşam derslerimizi ve üzerimize düşen bilinci görmekten geçer. Sorumluluk aslında bize verilen en büyük etkidir. Her zaman kendimize baktığımızda kendi yaşamımızın farkına vardığımızda mümkün olan her güzelliği kendi hayatımıza alabiliriz. 58 Bizler hepimiz bir zincirin halkasıyız. Bu halkayı meydana getirirken söylediğimiz tüm sözler de yapmış olduğumuz tüm davranışlar da bizim oluşumumuzda büyük bir etkiye sahiptir. Bizi biz yapan hayattaki her dersimizi doğru bir şekilde yerine getirip sorumluluk bilinciyle hareket ettiğimizde bilincimizin ve işleyen mekanizmanın doğru bir şekilde ilerlemesini sağlarız. Aslında bizi biz yapan her şeyin arkasında görünmez güzelliklerin desteğini KÖŞE YAZISI üzerimize çektiğimizde biz artık hayatımızı sorumlu insanlar olarak yerine getiririz. Eğer yolda yürürken çöp atma davranışı sergiliyorsak veya bir insana hak etmediği sözcükleri sarf ediyorsak sorumluluk duygumuzun var olduğundan şüphe duyabiliriz. Düşünebiliyorsak ve düşündüklerimizi doğru temeller üzerine yerleştirebiliyorsak davranışlarımızın farkındaysak ve karşımızdaki kişilere empati duygusu ile yaklaşabiliyorsak öyleyse sorumluluğumuzun farkındayızdır. Sorumluluk vicdani varlığımızın ötesinde doğru düşüncelerimizi hayatta doğru kullanmamızdan geçer. Mümkün olduğu kadar hayatta verilen her görevi sorumluluk bilinciyle yerine getirip geriye dönüp baktığımızda kendimizi huzurlu hissediyorsak ve mümkün olduğunda kendi yaşamımızda mutlu olmanın tatmini ile yolumuza yılmadan kendi çizgimizle devam ediyorsak bizi biz yapan en önemli kavram olan sorumluluğu doğru bir şekilde kullanıyoruzdur. Bu ise bizi hayata karşı güçlü kılar. Sorumluluk bir bilinçtir. Bu bilinci doğru kullanırsak biz kazanırız ve manevi duygularımız bizi biz yapan en önemli değerlerin başında gelir. Bu şekilde yaşamımıza saygı duyulan bir insan olarak devam eder ve nitelikli davranışlarımızın artması için dürüstlük ve doğruluk ile birlikte sorumlu bir birey olarak zincirin halkasında önemli bir noktaya gelebiliriz. Ayşe DEMİRKAN Bilim Uzmanı “Herkes her şeyden sorumludur.” Dostoyevski “Sadece yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan da sorumluyuz.” Moliere