g scotten yetenek merkezi
Transkript
g scotten yetenek merkezi
UYUMUN ANAHTARI TÜRKÇE Almanya’daki Türkçenin Bizden Kaçırılan Önemi Önsöz 1.ALMANYA’DA TÜRK ÇOCUKLARININ EĞİT İM DURUMU 2.TÜRK ÇOCUKLARININ ANADİL SORUNU VE İK İ D İLL İ ORTAMLARDA UYGULANAN DERS MODELLERİ 3.ALMANYA’DA UYGULANAN DERS MODEL İN İN TÜRK ÇOCUKLARINA ETK İLER İ 4.ALMANYA’DA TÜRKÇENİN GELECEĞİ 5.DEUTSCH ONLY 6.TÜRK TOPLUMUNUN ANA D İLLER İ TÜRKÇEY İ KORUMA VE SÜRDÜREBİLME EĞİLİMLERİ VE İMKANLARI 7.ENTEGRASYONDAN ASİMİLASYONA 8.ÇÖZÜM ÖNERİS İ YA DA GERÇEĞİN DİĞER YÜZÜNÜ GÖRMEK 9.SON SÖZ VE ANNE BABALARA DÜŞEN GÖREV 10. KAYNAKÇA 2 Önsöz Sevgili Anne Babalar ve Geleceğin Anne ve Babaları, İnsan, sürekli bir gelişim çabası içerisindedir ve her nesil bir önceki neslin düşüncesinden yararlanarak ileri bir düşünce üretmeye çalışır. Bu ileri düşüncenin, Almanya’da yaşayan biz Türk toplumu özelinde nasıl şekil aldığını anlamak için, “Her nesil, bir önceki neslin Türkçesinden yararlanarak daha az Türkçe konuşur” gerçeğini görmemiz yeterli olacaktır. Çünkü dil, düşüncenin aynasıdır ve düşüncenin yıkımı dilin bozulmasıyla başlar. Şüphesiz ki, anne babalar olarak anadil bilincimizin ve Türkçe yeterliliğimizin sistematik şekilde geriletildiğini yaşayarak öğrendiğimiz gibi, aynı durumun bizlere çocuklarımız üzerinden yeniden yaşatıldığının da ayırdına varabilmekteyiz. Elinizdeki çalışma, bu farkındalığı derinleştirmeyi ve pekiştirmeyi amaçlamıştır. Böyle bir amaç için ise hem düşünce hem de duyguya yer ayırmak gerekmektedir. Zaten bu çalışma da öyle bir çalışmadır. Bu bağlamda çocuklarımız açısından anadilini ve anadilin, dil öğrenmedeki önemini hatırlamak, bu husustaki ön kabullerimizi ve bilgilerimizi dilbilimi ve dil öğrenimiyle ilgili araştırmalar ışığında yeniden gözden geçirmek ve bu sayede kendimize dışardan bakarak neleri şimdiye kadar yaptığımızdan farklı yapabileceğimize odaklanmak istiyoruz. Bunu yaparken, içinde yaşadığımız toplumu elbette ki dışarıda tutamıyoruz. Çocuklarımızın Almancayı öğrenmeleri için bizlere yeterince imkan sunulduğuna ve bizler de elimizden geldiği kadar bu imkanlardan sorunsuzca yararlandığına tanıklık yapmaktayız ve bu imkanların kıymetini bilmekteyiz. Ama aynı zamanda, toplumu yönetenlerin, anadilinin özellikle kimlik kazanmadaki önemini ve Almanca öğrenmedeki rolünü bizlere hatırlatan pedagojik ve dilbilimsel gerçekleri görmeye yanaşmadıklarını ve bu zaaflarını Almanca öğrenmeyi toplumda yer edinmekle ve sınıf atlamakla ilişkilendirerek nasıl kompanze etmeye çalıştıklarını da görmezden gelemiyoruz ve üstüne gitmek istiyoruz. Son olarak, biz anne babalar, sosyal direnç gösterdiği takdirde, Almanya’daki 3 Türkçenin durumunu değiştirecek mercileri harekete geçirmeye katkı sağlayacak gücü, nasıl ve nerede bulacağımıza odaklanmak istiyoruz. Unutmayalım ki, çocuklarımızın bizlerden beklediği şey, doğru yönlendirme ve sevgi odaklı rehberliktir. Ve bazı durumlarda bu sorumluluğumuzu ancak suya yazı yazmakla üstlenebilmekteyiz. Kolay gelsin İlhan Karaca 4 1.ALMANYA’DA TÜRK ÇOCUKLARININ EĞİTİM DURUMU Almanya’da oluşturulan havada, okul öncesi eğitimin Almanca açısından önemi giderek artmakta ve çeşitli kanallardan göç geçmişi bulunan ailelere çocuklarını kreşlere göndermeleri yönünde baskı derecesinde çağrılar yapılmaktadır. Aileler, okul başarısı için gelen bu uyarıları dikkate alarak uyum sağlarken, eğitimci ve politikacıların vaatleri gerçekleşmemektedir. Pisa araştırmaları, Alman eğitim sisteminin, verdiği sözde durmadığını açıkça ortaya koymaktadır: 32 Pisa ülkesinin hiç birinde, üst ve alt sosyal basamaklardan gelen çocukların arasındaki akademik başarı farkı, Almanya’daki kadar büyük değildir. Özellikle göç geçmişi bulunanların, kaybedenler grubunu oluşturmasında Almanya lider konumundadır. (Stanat, 2006) Benzer sosyal yapılardaki ülkelerde, sosyal kökenin başarıya etkisini azaltmaya dönük önlemler daha başarılı bir şekilde alınmaktadır. Bu durumun nedeninin, yeterince araştırılmış olmasa da (Bender-Szimanski, 2006) tüm çocukları çivi gibi algılama eğiliminde olan ve elinde çekiçten başka bir aleti bulunmayan Alman eğitim politikalarının olduğu aşikardır. Kentler ve yaşam tarzları giderek çeşitlenirken, göç süreçleriyle birlikte yeni yaşam gerçekleri oluşurken, dil çeşitliliği artarken, eğitim ve öğretim, tekdüzelikte ısrar etmektedir. Dolayısıyla okul ile öğrencilerin günlük yaşamları arasında canlı bağ bulunmamaktadır. (Schulz/ Yıldız, 2007) Bu kopukluğu bertaraf etmek için, çocukların yaşam gerçeklerini dikkate alan köklü bir reformun yapılması gerekmektedir. Ne var ki, Almanya’nın bu yönde atmakta kararlı gözüktüğü tek adım, eğitim sisteminden kaynaklanan sorunları, kişilerden kaynaklanan başarısızlıklar olarak çarpıtmak, meseleyi basite indirgeyerek başarısızlığın kaynağını Almancada görmek ve bu yönde kamuoyu oluşturmaktır. Bütün sorunları, öğrencilerin yetersiz Almancalarında görme çabası ise, kaçınılmaz olarak göç geçmişi bulunan çocukların anadillerini, ilgi odağına çekecektir. Diğer yandan, anadilin bir çocuğun dilsel gelişmesi ve okuldaki başarısı üzerinde merkezi bir rol oynadığı bilinen pedagojik bir gerçektir. Desteklendiğinde başarıyı getireceği gibi, yok sayıldığında Almancanın da önünde engel olacağı gerçeği ortadadır. Demek ki, eğitim öğretimdeki çözüm arayışı, yalnız Almanca değil aynı 5 oranda anadil odaklı olmak zorundadır. 2.TÜRK ÇOCUKLARININ ANADİL SORUNU VE İKİ DİLLİ ORTAMLARDA UYGULANAN DERS MODELLERİ Almanya’da Türk ailelerinin çocuklarına Türkçe Dersleri verilmesine 1976 yılında, iki ülke arasında yapılan kültür antlaşması çerçevesinde başlanmıştı. Bu derslerin amacı, konuk olarak görülen göçmenlerin ülkelerine geri dönmelerini kolaylaştırmaktı. Nitekim, dönmeyecekleri anlaşıldığı saatten sonra, Türkçe derslerine çeşitli kısıtlamalar getirilmeye başlandı. Günümüzde, okullarda genel olarak müfredat dışı okutulan Türkçeyi tamamen kaldırmak niyetinde olunduğu gözlenmektedir. 2000 yılı Ocak ayında yürürlüğe giren Alman Vatandaşlık Kanunuyla Almanya’da yeni bir dönem başlamıştır. Söz konusu kanunla ülkede doğmuş tüm çocuklara Alman vatandaşlığı verilmektedir. Çifte vatan(daş)lığı kabul etmeyen ülke, “Almanya’da artık kalıcı olan çocukların eğitim sorumluluğu, (Alman diline ve kültürüne ulaşmaları) tamamen bana aittir!” diye deklare etmektedir. Bu süreci yerleşikliği kanıksamış ve Almanca öğrenmenin gerekliliğinin yaşamsal bir zorunluluk olduğunu çoktan anlamış olan Türk aileleri de tüm yönleriyle desteklemektedir. Ailelerin eğitime biçtiği değer ve eğitim dilinin Almanca olması, bunun başlıca nedenlerindendir. Dolayısıyla Türk çocuklarının Almancası kuşaktan kuşağa gelişmekte ve düzgünleşmektedir. Bu gelişmenin sevindirici bir yanı bulunmakla birlikte, Türk çocuklarının Almancadan önce başka bir dili öğrenmeye başlamış olmaları ve kimliklerini iki dilli olarak kurgulamaları (Krumm, 2008) çok önemli bir gerçeğin altını çizmektedir: Almanca, Türk çocukları için (en geç) okulda karşılaştıkları ikinci bir dildir. Dünyanın çeşitli yerlerinde, çoğunluk toplumların eğitim sistemleri, azınlıkların konuştuğu dillerin bir sorun mu ya da fırsat mı olduğunun cevabını vermek ve buna göre bir ders modeli uygulamak durumundadır. Dilbilimciler, iki dilli ortamlarda uygulanan ders modellerinin dört çeşitten oluştuğunu ve amaca göre uygulandıklarını tespit etmişlerdir. Aşağıdaki tabloda bu modeller görülmektedir: 6 Tablo 1 Azınlaklara Uygulanan Dil Dersi İçin Dört Temel Model (Extra/ Valen,1990) A B Tek dilli Eğitim L1 L2 Ayrışma Asimilasyon C Çift dilli Eğitim D L1 L2 L1 Geçiş L2 Koruma A Modeli: Azınlık Dilini Toplum Dilinden Ayrıştırmak: Bu modelde okulda yalnız azınlık dili(L1) öğretilir ve bütün dersler bu dilde yapılır. Buna örnek olarak Türkiye’deki Alman okullarını gösterebiliriz. B Modeli: Azınlık Dilini Yok Etmek: Dilbilimlerinde sübmersion adını alan bu modelde, okulda yalnız toplum dili (L2) öğretilir ve dersler bu dilde yapılır. Anadilin (L1) ise varlığı yok sayılır, hatta ona bir dil değeri bile biçilmez(Trudgill, 1983 ). C Modeli: Anadilinden Toplum Diline Geçiş: Bu modelde öğretim, saygınlığı düşük olan anadilden (L1) hareketle saygınlığı yüksek olan toplum diline (L2) ve o dilde yapılan derslere doğru kaydırılır. Anadili, toplum dilinin öğrenilmesinde araç görevi üstlenir. D Modeli: Anadilini ve Toplum Dilini Korumak: Dilbiliminde imersion adını alan bu modelde, her okul türünde hem anadili(L1), hem de toplum dili (L2) okul öncesi eğitimden 1. sınıfa ve oradan da son sınıfa kadar öğretilir ve ders dili olarak kullanılır. Almanya’nın Bu model, dünyanın farklı yerlerinde uygulandığı gibi, örneğin Schleswig-Holstein Eyaleti’ndeki Danimarka okullarında da uygulanmaktadır ve öğrencilerin her iki dili de, (resmi azınlık dili olarak tanınan Danca1) ve Almancayı öğrenmelerini ve korumalarını sağlamaktadır (İleri, 2008). 1 Almanya’da Danca, Sırpça, Romanca ve Frizce, resmî azınlık dilleridir. Bunlar Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Anlaşması tarafından korunmaktadır. 7 Almanya, resmi dil olmayan ve korunma altına alınmayan göç kökenli dilleri sorun olarak algılamaktadır. Bu ‘sorun’un halledilebilmesi için, kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, yukarıdaki modellerden B modelini uygulamaktadır ve birinci dilden (L1) kaynaklanan ‘sorunları’ ikinci dille (L2) kompanze etmektedir. Başka bir deyişle, Alman eğitim sistemi, çözümü L1’ i yok ederek tek dilliliğe dönmekte görmektedir (Bereiter&Engelmann, 1966; Extra/Valen, 1990). Aşağıdaki bölümde Almanya’da uygulanan ders modelinin, Türk toplumu ve özellikle okula giden çocuklar için ne anlama geldiği incelenmiştir. ALMANYA’DA UYGULANAN DERS MODELİNİN TÜRK ÇOCUKLARINA ETKİLERİ Yeni okula başlayan bir Türk ve bir Alman çocuğunu karşılaştıran dilbilimci Ursula Neumann, “Okulda başka bir dil öğrenen Alman öğrenci için anadili müfredattan kaldırılıyor mu?” (Neumann, 2011) sorusuyla Almanya’da uygulanmakta olan ders modelinin tutarsızlığını bir cümlede ortaya koymaktadır. Trudgill ise bir basamak daha ileri giderek, bu tutarsızlığın dil gelişimsel, psiko-sosyal ve bilişsel etkilerine eğilmiştir (Trudgill, 1983) . Buna biz de kültürel etkileri ekleyebiliriz. Aşağıda bunlar sırasıyla incelenmiştir: ● Dil Gelişimine Etkiler İki dil edinimiyle ilgili çok farklı hipotezler ve modeller tartışılmaktadır. Genel kabule göre anadilde yeterlilik ikinci bir dilin öğrenilmesinde engel değil, etkendir. Yapılan araştırmalar, anadili gelişim düzeyleri daha yüksek çocukların, daha düşük olan çocuklara göre ikinci dilde de daha başarılı olduklarını göstermektedir. Bu nedenle, iki dilin de en iyi şekilde kazanılmasında anadili önemli katkı sağlamaktadır. Bazı araştırmalardan bir kaç örnek verecek olursak: Apeltauer, anadilinde zengin bir kelime hazinesine sahip olarak okula başlayan çocukların, eğitim dilini daha kolay öğrendiklerini ve buna bağlı olarak okuma yazma becerilerini kazanmada da daha başarılı olduklarını ortaya koymuştur (Apeltauer 8 2003; 2007). Cummins yaptığı araştırmalarda, çocuklara anadilini tam olarak kazandırmadan ikinci dile yönlendirilmeleri, anadillerinin gerilemesine ve akademik başarılarının olumsuz yönde etkilenmesine sebebiyet verdiğini saptamıştır (Cummins, 2001). Aynı araştırmacı „karşılıklı bağımlılık“ teorisiyle, bir kişinin ikinci ya da üçüncü dilde erişebileceği dilsel yetkinliğin, büyük ölçüde bu kişinin kendi ana dilinde ulaşmış olduğu düzeye bağlı olduğunu ortaya koymuştur (Cummins, 1979). Son yıllarda nörobiyoloji de çok dilli ortamlarda yetişen çocukların dil edinimiyle ilgilenmiştir ve uygun şartlar oluşturulduğunda iki ya da üç dilin aynı anda öğrenebileceğini savunmuştur (Franchescini, 2006). Bu doğrultuda yapılan araştırmalar, iki dili öğrenmenin çocukları zorlamadığını kanıtlamıştır (Tracy 2008, Krumm, 2008). Hatta Tracy, insanın çok sayıda dili öğrenmeye doğuştan kabiliyetli olduğunu belirtmiştir (Tracy, 2009). Skutnab Kangas ve Toukomaa, iki dilliliğin gelişim düzeyleriyle ilgilenmiştir. Elde ettikleri bulgular, anadildeki dil edinme düzeyi ile çevre dilindeki dil edinme düzeyinin paralel yürüdüğünü ve iki dillilik gelişiminin üç aşamadan oluştuğunu göstermiştir: 1.Aşama (Semilingualism) Hem anadili hem de ikinci dil yetersiz bilinmektedir. Bu durumda çocuk her iki dilde yarım dillidir. Her iki dildeki yetersizlik, hem düşünme yeteneğini hem de zeka gelişimini olumsuz etkilemektedir. 2. Aşama, (Dominant Bilingualism). Her iki dil iyi bilinmektedir. Bununla birlikte dillerden birinin anadili gibi iyi bilinmesi, düşünme yeteneğini ve zeka gelişimini olumsuz yönde etkilememektedir. 3. Aşama, (Additive Bilingualism). Her iki dil de anadili gibi çok iyi bilinmektedir. Bu durum, konuşanın hem düşünme hem de zeka yeteneklerini arttırmaktadır. (Skutnab K./Toukumaa, 1987) Almanya’da Türk çocuklarının iki dilliliği, genel itibariyle semilingualizm, yani iki taraflı yarım dillik düzeyinde kalmaktadır (Skutnab-Kangas, 1987; İleri, 2000). Kanadalı dilbilimci James Cummins, iki taraflı yarım dillilik olgusuyla ilgili özetle şunları formüle etmiştir: 9 “Bir çocuğa eğer konuşma dili olarak henüz tam anlamıyla yetkinlik kazanmadığı bir dilde okuma yazma öğretilmek istenirse ve bütün dersler o dilde yapılırsa, bu zamanla anadilinde de gerilemeye sebep olmaktadır. Anadilindeki gerileme, toplum dilinde yine bir gerilemeyi tetiklemektedir. Bu kısır döngü içerisinde çocuk, her iki dilde de gerilemekte ve iki dilde de yarım dilli olmaktadır” (Cummins, 1983). Burada anadilin ve ikinci dilin yeterince bilinmediğinin fark edilmesinin, yüzeysel olarak bakıldığında mümkün olmadığını belirtelim ve bu bağlamda okulun dil gelişimindeki önemli işlevini tekrar hatırlayalım. Cummins, dil ediniminde iki farklı beceriden bahsetmektedir: 1.Kişilerarası Temel İletişim Becerileri (‘Basic Interpersonal Communicative Skills’ - BİCS) ve 2.Bilişsel Akademik Dil Yeterliği (‘Cognitive Academic Language Proficieny’ - CALP) (Cummins, 1983). Buna göre okul, anadil eğitimi sorumluluğunu üstlenmezse, akademik dil becerilerinin gelişmesi mümkün değildir. Zaten mümkün olsaydı, dünyanın hiçbir yerinde anadilde ders, müfredatlarda yer almazdı (İleri, 2008). Tüm bu araştırmalar özetle şu sonucu ortaya koymaktadır: göç geçmişi bulunan çocukların ‘dilsizliği’ sadece sosyal ve strüktürel ayrımcılık sonucunda oluşan ve dil fukarası çevrelerde yetişmelerinden kaynaklanan bir durumdur. Bu çerçevede, çocukların özellikle anadillerinde ileri derecede eksiklikler bulunmaktadır (Franchescini, 2006). ●Psikososyal Etkiler Okul dönemi, yukarıda çerçevesini çizdiğimiz gibi, dil gelişimi açısından “daha önceden edinilmiş dil becerilerinin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi” olarak tanımlanabilir (Trautner, 1991). Zira bir çocuk okula başladığında, konuşma dilinden yazı diline ve günlük dilden okul diline, Ferguson’un tanımıyla, düşük seviyeden(Low Variety) yüksek seviyeye (High Variety) geçiş yapar (Ferguson, 2000). Bu durumda Alman eğitim sistemi, yalnız anadilleri Almanca olan çocukların dil becerilerine karşılık vermektedir. Onları kaldıkları yerden alıp daha ileri noktalara taşırken, erken çocukluk dönemlerinde öğrendikleri anadilleri yok sayılan diğer çocukları ise ortada bırakmaktadır. Örneğin, anadilleri Almanca olan çocuklar, edindikleri kelime hazinesini, kavramsal becerilerini, okuma yazma bilgi ve 10 becerilerini okul ortamına aktarabilirken, Türk çocuklarının sahip oldukları aynı anadil yetenekleri, okuldaki başarılarına herhangi bir katkı sağlayamamaktadır (İleri, 2000;2008). En hafifinden fırsat eşitsizliği diyebileceğimiz bu durum, çocukların benlikleri üzerinde derin izler bırakacaktır: Onların anne babaları kendilerine hiç bir işe yaramayan bir dili öğretmişlerdir. Hatta bunun da ötesinde, Almanca önünde engel olan, kendilerini dezavantajlı kılan, teneffüslerde okul avlusunda kullanılması, toplumsal değerlere ve toplumsal uyuma tehdit oluşturduğu yönünde algılan bir dili öğretmişlerdir. Bunun kaçınılmaz sonucu, Türkçenin çocuklar tarafından değersiz bir dil olarak algılanmasıdır. Böylesi bir algıyı körükleyen başka bir faktör ise, Almanya’nın sosyal segregasyon politikası, yani etnik grupların kasıtlı olarak belli bölgelere yerleştirilmesi ve oralarda tutulmasıdır.2 Nitekim özellikle büyük şehir okullarının birçoğunda, göç geçmişi bulunan öğrencilerin oranı yüzde 99’lara varmaktadır. Bununla birlikte öğrenciler seviyesindeki bu yoğunlaşmanın okul çalışanlarına yansıtılmaması söz konusudur. Okul personelinin neredeyse tamamı ‘yerli’lerden ve dolayısıyla Almanca konuşanlardan oluşmaktadır. Okul çalışanları arasında Türkçe konuşan biriyle karşılaşmak istendiğinde, gözler daha çok okul koridorlarında dolaşan yardımcı hizmet personeline ya da problemlerden sorumlu olan sosyal çalışmacılara kaydırılmak durumundadır. Bunun özellikle ilkokul çağındaki öğrenciler açısından son derece ciddi sonuçları olacağı ortadadır. Mesleki gelecekleri ve iş hayatları için rol model olan okul çalışanlarına baktıklarında, öğretmen olmanın Almanca konuşmakla, hizmetli olmanın ise Türkçe konuşmakla ilişkili bir durum olduğunu kanıksayacaklardır. Böylelikle çocuklar için Türkçe konuşmak, utanç vesilesi olacaktır. Bu sorunu görmüş olan Eğitim Bilimci Jörg Ramseger (FU-Berlin), “Öğrencilerinin anadillerini konuşamayan bir öğretmen, yetersiz öğretmendir” diyerek açtığı parantezle meselenin bam teline dokunmuş ve Alman öğretmenlerinin toplum içinde yaygın olarak konuşulan Türkçe, Arapça ve Rusça gibi dilleri, üniversite eğitimlerinde öğrenmeleri gerektiğini savunmuştur. Ancak bu şekilde çocukların dillerinin ve 2 Bu olguya her göç ülkesinde rastlandığını, uyum sürecinde geçiş fenomenlerinden sayıldığını vurgulayan sosyolojik argümanlar, yarım asırdır bu işi halledemeyen Almanya için geçerli olmasa gerek. 11 kültürlerinin kabul gördüğü kendilerine yansıtılabilecek ve onların benlik imajlarının olumlu gelişmesi ve aidiyet duygularının onay bulması temin edilmiş olacaktır (Krumm, 2008). Anadilinin okul tarafından dikkate alınmaması ise, çocuk için dilinin ve kültürünün değersizleşmesi anlamına gelecek ve çocuğu da değersiz kılacaktır. Bu da çocukların kendilerini değersiz olarak görmelerine, daha geniş anlamda ise özgüven eksikliği ve kendine yabancılaşma gibi bir dizi sorunlara yol açacaktır (Hu, 2003). ●Bilişsel Etkiler Bilindiği gibi dilin işlevi yalnız iletişimle sınırlı değildir. Dil, aynı zamanda düşünme ile birlikte, bellek, muhakeme, problem çözme ve planlama gibi bilişsel süreçleri de içermektedir (Temel/Yazıcı, 2003). Dil ve düşünce sisteminin etle kemik gibi birbirine bağlı olması demek, insanın gördüklerini, gözlemlediklerini ve hissettiklerini adlandırması, anadilini öğrenirken, dili yalnız somut olarak değil, soyut olarak da öğrenmesi, beyninde/zihninde böylece kavramların ve bir dil sisteminin oluşması, bu dil sistemine bağlı olarak aynı zamanda bir düşünce sisteminin oluşması demektir. Bu süreç dil aracılığıyla geliştiği için, yarım dillilik kendini yalnız dilde değil, aynı zamanda düşünme yeteneği ve zeka gelişiminde de göstermektedir(Temel/Yazıcı, 2003; İleri, 2000). Göç geçmişi bulunan çocuklar çoğu zaman hiç bir dilde tam anlamıyla bir düşünce sistemi kuramadığı için, okulda daha az başarılı olmaktadırlar. ●Kimlik Gelişimine Etkiler Çocukların dil eğitiminin konu edildiği her yerde, dilin bir kültür ve tarih taşıyıcısı olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü dil, kimliğin tüm boyutlarına temel teşkil eden kimlik kurgusunun en önemli yapı taşıdır (Kresic, 2006). Öyleyse, iki dilli ortamda yer alan Türk çocuklarının dil yeterliği açısından belirli bir aşamaya ulaşamamaları, tüm kişiliği etkileyen bir sorun olarak görülmelidir (Fthenakis/Sonner/Thrul/Walbiner, 1985). Genel olarak göç geçmişi bulunan çocuklarda olduğu gibi Türk çocuklarında da yaygın bir şekilde gözlenen her iki dilde de kendini ifade edememe ve çözüm olarak iki dili birbirine karıştırma ya da bir dilden diğerine geçiş yapma pratiği, literatürde düzenek değiştirme (Code Switching) 12 kavramıyla tanımlanmaktadır. Bu eğilimde olan bir kuşağın, genel itibariyle kimlik inşa sürecinde de bir takım aksaklıkların oluştuğunu günümüzde her iki dilden ve kültürden farklı ama her iki dilin ve kültürün özelliklerini içinde barındıran karma bir dil ve kültür yapısının oluştuğu göstermektedir(Temel/Yazıcı, 2003). Burada düzenek değiştirme (Code Switching) üzerinde biraz durmak gerekiyor. Cindark ve Dirim gibi birçok araştırmacı, bu olguyu post-modern kimlik kuramı çerçevesinde ele alarak melez kimliğin(Patchwork Identity Keupp, 1993) bir ifade biçimi, bir kültürel tarz olarak görmektedir(Cindark, 2007; Dirim 2010). Oppenrieder, gelinen noktada bu kimliği olumlu değerlendiren, benimseyen ve savunan bir neslin oluştuğunu söylemektedir (Oppenrieder/Thurmair,2003). Böylesi bir çerçevede gençler, düzenek değiştirme pratiğinden bilinçli olarak yaralanmaktadırlar ve tarzlarıyla kendilerini özellikle “iki taraflı yarım dilli” diye adlandıran ikinci nesil akademisyenlerinden soyutlamaktadırlar (Cindark, 2007). Bu pencereden bakıldığında iki taraflı yarım dillilik, sadece bir etikettir ve aslında çocukların iki dildeki becerileri üst düzeyde gelişmektedir: “‘Her iki dili kullanmada o kadar eminler ki, rahatlıkla bir dilden diğerine atlamayabilmekteler ve bunu yaparken de Matrix dilinin (temel olarak kullanılan ve kendisine diğer dilden eklemeler yapılan dil) gramer kurallarına uymaktadırlar” (IMIS, 2011). Bu noktada günlük hayatta yaygın olarak konuşulan dilden iki örnekle bu bakış açısının iç tutarsızlığına dair ilk ipuçlarını verebiliriz: Zu Fuss gitmeyelim, otobüsle sürelim. (…gidelim). Abimlen gestern sas oynadık. (çaldık).3 Belki de ilk önce şunun anlaşılması gerekiyor; hem modern hem de post-modern kimlik kuramları, dile kimlik inşasının temel bir unsuru olarak düşük değer biçmeleriyle tanınmaktadırlar (Kresić, 2007). Dolayısıyla da dilin kimlik oluşturucu fonksiyonunu kimlik modellerine adapte etmeyi göz ardı etmiş durumdadırlar. Kresic, dilbilimlerin ve sosyo-linguistikin 60’ lı yıllardan beri dil ile sosyal ve kültürel aidiyetin bağlantılarını tartışılmaz bir nitelikte ortaya koyduğu halde, modern ve postmodern kimlik kuramlarının bu gerçeği dikkate almamasını son derece şaşırtıcı bulmaktadır (Kresić, 2007). 3 Berlin’de, üniversite öğrencileri arasında geçen bir sohbetten. 13 Tüm bunlara rağmen düzenek değiştirme (Code Switching), özgür bireyler tarafından elbette bilinçli bir kimlik ifadesi olarak algılanabilir. Ama bunun böyle olması, Türkçe-Almanca karışımının, bir dilde kendini ifade edememenin sonucu olarak ortaya çıktığı ve bu olguya tüm nesillerde ve tüm sosyal statülerde rastlandığı gerçeğini ortadan kaldırmaz. Çocukların ya da gençlerin Türkçe konuşmalarını gerektiren ortamlarda da düzenek değiştirmeye başvurmadan konuşamayışları ve bu dilde konuşabilecek insan sayısının kendi kültürel adacıklarında bulunanlarla sınırlı olması bunun göstergelerindendir. Düzenek değiştirmenin iki taraflı yarım dilliliğin bir tezahürü olduğunu daha açık olarak ortaya koyan gerçek ise, bir dile hakim olmanın yalnız konuşma pratikleri ile sınırlı olmayıp, okuma, yazma, dinleme ve anlamayı da kapsadığıdır. Buna göre, genç bir insan, bir metni ya da bir konuşmayı anlamak için üst düzey dil becerisi olduğu ileri sürülen düzenek değiştirmeden nasıl yararlanacaktır? Bundandır ki, Felix bu olguyu dilsizlik olarak tanımlamaktadır( Felix, 1993). Yukarıda belirtilen hususlara ilaveten şunu da söyleyebiliriz: Yazılı ve sözlü dil üretmeyi, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi sağlayan tüm karmaşık işlemler, bilinçaltı zihinde gerçekleştiği için, Türkçe-Almanca karışımı bilinç seviyesinin altında olup biten bir olgu olarak da görülmelidir. O zaman da gençlerin bu dili kullanmalarının arkasında ikincil kazanç olarak, “acizliklerine dikkat çekme ve bize yardım edin çağrısı yatmaktadır” diyebiliriz. Sonuç: Dilbilimsel gerçeklere göre okul, anadili temellendirebilmenin olmazsa olmazıdır. Bir çocuğun kişilik gelişiminde anadilin en büyük etken olduğunu düşünürsek, o zaman eğitim sorumluluğunu üstlenmiş olan ülke, anadil öğretiminin zeminini de hazırlamak zorundadır (İleri, 2000;2008). Bu da ancak dilbilimsel gerçekler esas alındığında mümkün olabilir. Uygulanmakta olan ders modeli ise çocukların bu haklarını ellerinden almaktadır ve ideolojik bir amaca hizmet etmektedir(Gogolin, 1994; 2001). O halde şunu söyleyebiliriz: Eğer Almanya’da çocukların topluma entegre olmaları istenseydi, Türkçenin de okula entegre olması yani anadil dersi(L1) olarak 1. sınıftan son sınıfa kadar her okul türünde ve ikinci dille(L2) eş değerde yasal hak olması ve uygulanması gerekirdi (İleri, 2008). 14 3.ALMANYA’DA TÜRKÇENİN GELECEĞİ Almanya’da iki dilli ortamda yer alan Türk toplumu, ilk dillerini yalnızca ev ortamında ve yakın çevrelerinde konuşabilmektedir. Bu durum Brizic’in, “Bir dil toplumsal redde, geri çekilme ya da donma şeklinde cevap verir” (Brizić, 2007) dediği durumdur. Aile ortamında da sağlıklı dilsel etkileşim olanaklarının sağlanamaması bu süreci hızlandırır. Çünkü çocukların aile içinde aldıkları Türkçe ve Türk kültürü eğitimi, en fazla o ailenin sahip olduğu kültür kadardır (Türkdoğan, 1984). Aşağıdaki tablo, UNESCO’nun Ölme Tehlikesinde Olan Diller Kategorisi’nden alıntılanmıştır ve bir dilin hangi aşamalardan geçerek sonunda öldüğünü göstermektedir. Tablo 2. Tehlikenin Derecesi ve Dilin Bir Nesilden Diğerine Aktarımı Durum Savunmasız (vulnerable) Kesin tehlikede (definitely endangered) Ciddi tehlikede(severely endangered) Kritik tehlikede(critically endangered) Ölü (dead) Belirti Çocuklar genel olarak dillerini konuşabiliyor ama sadece yaşamın belli alanlarında(örneğin aile içinde). Çocuklar dillerini evlerinde anadili olarak öğrenmiyorlar. Dede nineler ve yaşlı nesil dillerini konuşuyor, anne baba olan nesil bu dili anlıyor, ama çocuklarıyla konuşmuyor. Dili konuşan en genç nesil nene dedelerdir; bunlar da dili tam olarak konuşamıyor ve nadir kullanıyor. Dili konuşan kimse yok. Görüldüğü gibi Türkçe, Almanya’da tehdit altındadır ve yok olma yolunda ilk aşamayı (savunmasız/vulnerable) tamamlamıştır.4 Türkçenin, aile içinde konuşularak korunabileceğini savunan görüşlere, bu tablo altı çizilmeye değer bir mesaj vermektedir: Bir dilin yalnızca ailede ve kişisel ortamlarda kullanılması, o dilin sürdürülebilirliğinin değil, tehlikede olduğunun belirtisidir. Ve yine Türkçeyi ailede ve kendi aralarında konuşarak nesilden nesile aktarabileceklerini ve koruyabileceklerini düşünenlere, yeni nesillerin giderek daha az Türkçe konuştukları gerçeğiyle cevap verilebilir. Dil asimilasyonunun şiddetini artırarak sürdürmesi, buna direnme gücünün giderek azalması, çocukların önemli bir kısmının ikinci aşamaya ( kesin tehlikede) geçişi tamamlamak üzere olduklarını göstermektedir. Burada dilin 4 Türkçenin, bir dünya dili olarak giderek daha çok önem kazandığını ve yaygınlaştığını hatırlatalım ve burada anlatılan durumun tamamen Almanya’daki Türkçeyle sınırlı olduğunu tekrar belirtelim. 15 tehlike altında olmasının, çoğu zaman konuşanlarının da tehlikede olduğunu, topluluk ve bireyler olarak insani haklarının çiğnendiğini de belirtmiş olalım. Tüm bu gerçekler ortadayken, Alman Dil Enstitüsü’nün yaptırdığı araştırmalar, sürecin dil kaybına ya da dönüşüme doğru değil, gelişime ve canlılığa doğru evrildiğini ileri sürebilmektedir.5 Bu teşhisteki isabet payının ne seviyede olduğunu belirlemek için Pilancı’nın alan araştırmaları çerçevesinde gözlemlediği bir durumu karşısına koyalım: “Araştırmalarımız sırasında, 3. kuşak Türk genç ve çocuklarının hiçbir cümleyi Türkçe başlayıp Türkçe bitirdiği görülememiştir. Konuşmanın daha başında anne babalarından, bulundukları ülkenin dilinde yardım isteyen veya konuşmaya İngilizce devam etmek isteyen örneklere rastlanmıştır. Bunda en önemli etken genç ve çocukların, eğitim dilinin bulundukları ülkenin dili olması, Türkçe eğitiminin aile ve yakın çevre ile sınırlı kalmasıdır.” (Pilancı, 2006) 4.”DEUTSCH ONLY” UNESCO Genel Kurulu, 1999 yılında, 21 Şubat gününü Uluslararası Anadili Günü olarak kabul etti. İlk olarak 2000 yılında kutlanan bu günle, Batı Avrupa’da uygulanan anadil yasaklarına ve insan haklarına aykırı uygulamalara dikkat çekilmiş olundu. Avrupa Birliği de çok kültürlülüğün ve çok dilliliğin korunmasına dönük çeşitli önlemler almaktadır. Ama anlaşılan, bu gelişmelerin uluslar için bağlayıcılığının bulunmadığıdır. Yasadığımız ülkeye baktığımızda bunun böyle olduğunu kolayca anlayabilmekteyiz: Göç ülkesi olduğunu ve artık bunun geri dönüşü olmayacağını en sonunda kabul eden Almanya, bunu bir imkan ve fırsat olarak benimsemekten ise hala uzak görünmektedir (Gogolin, 2001). Ülke, daha ziyade tek dillilik ve tek kültürlülük habitus’uyla (Gogolin, 1994), olmayan bir gerçeğin ve tarihten gelen bir ideolojinin peşinde koşma ve bunu başkalarına dayatma peşindedir. Gördüğümüz gibi, göçmen kökenli dillerin geçerlilik kazanmaları için ne bir hukuki statüleri ne de müfredat içi ders olma imkanları bulunmaktadır. Göç geçmişi bulunanların dilleri bu anlamda geçersiz 5 dillerdir Örneğin bakınız Sirim 2009 ve Almancanın yanında kullanılmaları da geçersizdir 16 (Gogolin/Neumann, 1997). Prof. Cemal Yıldız, başarısızlığı ortada olduğu halde Almanya’da uygulanmaya devam edilen dil programlarını, Amerika’da uygulanan English Only programlarına benzetmektedir. Bu kapsamda göç geçmişi bulunanlara yönelik uyum kursları, aile birleşimi için temel düzeyde Almancanın ülkeye gelmeden öğrenilmesi zorunluluğu ve özellikle çocukların daha kreşteyken Almanca öğrenmeye teşvik edilmeleri gösterilebilir. Bu kapsamda örneğin Erken Fırsatlar Girişimi: Odak Yuvalar gibi ek programlar aşağıdaki gerekçeyle uygulanmaya konmaktadır: “‘Dil, okulda ve meslek yaşamında başarının, toplumsal yaşama katılımın ve topluluğa uyumun anahtarıdır. Bu nedenle dile mümkün olduğunca erken destek vermek önemlidir.”Erken fırsatlar” girişimi bu nedenle en küçüklere yönelmekte, onların daha baştan adil fırsatları olması için dilsel gelişmelerine gerekli desteği vermektedir!” (Dr. Kristina Schröder, Federal Aile, Yaşlılar, Kadınlar ve Gençlik Bakanı, 2011) Programın tanıtım broşüründe ayrıca Federal hükümetin yılda toplam 400 milyon Avro ile tüm Almanya’da 4000’e yakın Odak- Yuva’ya destek verdiği belirtilmektedir. Diğer yandan göç geçmişi bulunanların topluma daha iyi uyum sağlamaları için hazırlanan Ulusal Uyum Planı'nda anadilinin de desteklendiğini, ancak maddi yetersizlikler nedeniyle bu konuda daha fazlasının yapılamadığı vurgulanmaktadır. 6 Almanya, Googolin’e göre bu tutumuyla aslında sermaye yok etmekte (Gogolin, 2001) ve tanıdığı tek sermaye olan Almancaya cömertçe yatırım yapmaktadır. Bu bağlamda çeşitli kanallardan, toplum katlarına durmaksızın Almanca öğrenme bilinci pompalanmaktadır. Bunun için müstesna bir örnek olarak Almanya Uyum Vakfı’nın, “Raus mit der Sprache Rein ins Leben” kampanyasını verebiliriz: Geçen yılın Mart ayında başlatılan ve hala sürdürülmekte olan, Türkçesiyle ‘Dilini Çıkar Yaşama Katıl’ başlıklı kampanyada, aralarında Türk kökenli bakan Aygül Özkan’ın da bulunduğu sanat, müzik, televizyon ve spor gibi çeşitli alanlardan gelen ve göç geçmişi bulunan ünlüler kullanılıyordu. Bunlar hazırlanan afişlerde kışkırtıcı bir şekilde Alman bayrağı renklerine boyanmış dillerini çıkarıyor ve ülkedeki tüm Alman olmayanları Almanca öğrenmeye davet ediyordu. Hükümetin göç ve uyum sorumlusu Maria Böhmer ise kampanyanın ne derce isabetli olduğunu şu sözlerle ifade ediyordu: 6 Maria Böhmer 17 “Bu ülkede Almanca dilini konuşamayan kendine ancak kıyıda köşede yer edinebilir. Almancayı iyi öğrenmiş olanlar ise ülkenin sunduğu tüm olanaklardan yararlanabilir. Almanca, meslekî olarak ilerlemenin, iyi bir iş sahibi olmanın ve diğerlerine örnek olabilmenin de anahtarıdır. Bu nedenle bu ülkenin bir parçası haline gelebilmek için herkesi Almanca öğrenmeye davet ediyoruz. Çünkü bu kampanyanın asıl mesajı ‘İyi bir Almancayla sen de yükselebilir toplumda söz sahibi olabilirsin’dir.” Böhmer’in göç geçmişi bulunanlara Almanca öğrenin çağrısı, bir zamanlar ABD rejiminin Kızılderililere yaptığı teklifin aynısıdır: “İngilizceye hakim olsaydınız ABD rejimiyle anlaşmalarınızda kandırılamazdınız!” Bu uyarıyla Kızılderililer, anadillerinden arınarak İngilizce öğrenmiş ama baskı ve ayrımcılık devam etmişti. Federal Almanya İçişleri Bakanlığı Göç ve Mülteciler Dairesi Genel Müdürü, Dr. Manfred Schmidt’e kulak verelim şimdi: “4. kuşak Türk dilini bilmiyor. Fakat aynı kuşak Almanya toplumu tarafından da kabul görmüyor.”7 5.TÜRK TOPLUMUNUN ANA DİLLERİ TÜRKÇEYİ KORUMA VE SÜRDÜREBİLME EĞİLİMLERİ VE İMKANLARI Almanya’da, Türkçenin geleceği, ailelerin inisiyatifine terkedilmiştir. Gel gelelim, bunlar yaşadıkları ortamda ana dilleri Türkçeyi korumak ve sürdürebilmek (yani var olabilmek) için sahip oldukları özellikler ve gösterdikleri çabalar bakımından son derece yetersizdir. Şimdi bunun nedenlerini toparlayıcı bir şekilde inceleyelim. Daha kolay anlaşılması açısından bu nedenleri iki başlıkta ele alabiliriz: 1.Dışsal nedenler (Ağırlıklı olarak ailelerin sorumluluk alanına girmeyen) 2. İçsel nedenler (Ağırlıklı olarak ailelerin sorumluluk alanına giren).8 1.Dışsal nedenler ●Dillerin Eşitsizliği De Swaan, Q değeri (Q Value), ya da Bir Dilin İletişim Potansiyeli konseptiyle (Communication Potential of a Language) her dilin eşit değerde olmadığını 7 Euroactiv.com.tr, 12.09.2011 8 Gerçekte iki neden arasında karşılıklı ve bağımlı bir ilişki bulunmaktadır. 18 göstermiştir (De Swaan, 2001). Buna göre, bir dil ne kadar çok insanla konuşulabiliyorsa, o dilin değeri o kadar büyüktür. Türkçe, Almanya ortamında kamusal alanda ve genel olarak uluslararası geçerlilik açısından önemi az olan ve az sayıda insanla konuşulabilen (Q değeri düşük) bir dil olarak algılanmaktadır. Sokaktaki insana bakıldığında sıkça rastladığımız, “Türkçe neyimize lazım, her şey Almancada bitiyor” gibi çok yaygın görüşler, Türk toplumunun kendi anadillerine karşı duydukları ilginin gittikçe azaldığını göstermektedir. ●Eşit Olmayanların Dilleri Pierre Bourdieu, dilin, bir iletişim aracı olmasının yanında, iktidar ve güç ilişkilerinin sürdürülmesinde önemli bir kültürel ve sembolik sermaye olduğunu belirtmektedir. Bordieu’ya göre sembol değerine sahip diller meşru, yani resmi ortamlarda konuşulurlar (Bourdieu, 1993). Bu terminolojiye göre göç geçmişi bulunanların dilleri geçersiz dillerdir. Böyle olması, o dillerin linguistik özelliklerinden değil, toplumsal koşulların ve konuşanlarının konumlarından kaynaklanmaktadır (Fürstenau, 2004). Toplumsal yaşama baktığımızda tam da bunu görmekteyiz. Almanların büyük çoğunluğu için Türkçe bir dünya dili olmaktan ziyade, Türkiye’den gelen, sosyoekonomik anlamda silik kalan ve kültürel anlamda Almanlarla eşit olmayanların dili olarak algılanmakta ve muamele görmektedir. Türk toplumu ise bu etiketten uzaklaşmak için Türkçeden arınmaktadır. Hatta bazen radikal bir biçimde diğer kimliğe geçişi tercih etmektedir (Brizić, 2007,). ●Baskı Azınlığın konuştuğu diller, her zaman baskın olmayan grupların (non dominant group) dilleridir(Osswald, 1988) ve yüksek asimilasyon baskısı, ayrımcılık, fırsat eşitsizliği ile karşı karşıyadır (Kraas, 1992). Schmierhorn, sosyolojik temele dayandırdığı ve teorik bir çerçeveye oturttuğu etnik ilişkiler araştırmalarında, zamanla bir grubun diğerine üstünlük taslayacağını dile getirmiştir. Dolayısıyla Türk toplumunun kolektif bir şekilde Almancaya yönelmesinin nedeni, eğitim, iş, siyasal ve hukuki kurumlara erişimde görülmelidir. Bu erişimi sağlamak için dilsel olarak da adapte olma zorunluluğu bulunmaktadır(Schmierhorn 1970,Cathomas 1981). Sonuç itibariyle diyebiliriz ki, Almancaya topyekun iltica, ayrımcılığa ve dışlanmaya 19 uğramamak için vuku bulmaktadır ve genel anlamda Türklerin içinde bulundukları sisteme, sistemdeki kişiler ve kurumlarla ilişkilerine, mantıklı bir uyum olarak değerlendirilmelidir. Ülkede Türkçenin kamusal ve toplumsal alanda yok sayılarak geçersiz dil konumuna itilmesi ise bu uyumun asimilasyon derecesinde gerçekleştiğini göstermektedir. Türk toplumunun kendi sorumluluk alanına giren içsel nedenler ise bu süreci hızlandırmaktadır. Bu nedenler arasında aşağıdakileri sayabiliriz: ●Bilinçsizlik ve Yanlış Yönlendirilme Almanya’da bir lisana hakim olmayı günlük hayattaki temel gereksinimlerini ifade etmek için kullanılan sınırlı sayıdaki kelimeden ibaret gören ailelerin sayısı oldukça çoktur. Bunun böyle olmasının bir nedeni, ailelerin sürekli olarak yanlış bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesidir. Hem Alman tarafından hem Türk tarafından gelen “Evde Türkçe konuşun!” uyarıları, bu işin evde halledilebileceği algısını pekiştirmektedir. Bu da ailelerde, anadil işini tek başlarına halledebilecekleri duygusunu geliştirmekte ve başarısızlık durumunda ailelerin kendilerini suçlu olarak görmelerine ya da suçlanmalarına neden olmaktadır. Oysa eğer anadili ailede halledilebilecek bir konu olsaydı, eğitim öğretim bu işi ailelere bırakmayacaktı. Neticede oluşturulan bilgi kirliliği, ailelerin saf bilgiye ulaşmalarını engellediği gibi, gerçek sorumluları ve bunların amaçlarını teşhis etmelerinin ve cesur hak taleplerinde bulunmalarının da önünü tıkamaktadır. ●Türkçe Derslerine İlgisizlik Almanya’da genelde müfredat dışı ve seçmeye bağlı olarak birçok okulda sunulan Türkçe derslerine, veliler gereken ilgiyi göstermemektedir. Zaten Türkçe külfetine katlanmak istemeyen Alman yetkilileri, yeri geldikçe bu eğilimi aleyhte bir delil olarak kullanmaktadır. Ne var ki, veliler açısından bakıldığında, bu durumu tamamen Türkçeye ilgisizlik şeklinde değerlendirmek pek de adil olmayacaktır. Birçok veli Türkçe derslerini, uğruna mücadele vermeye değmeyecek derecede yetersiz bulmakta ve karneye yansımadığı için ciddiye almamaktadır. Türkçe derslerinin okul sistemindeki aldığı yer, velilerin Türkçe öğretmenlerine bakışını da etkilemektedir. Türkçe öğretmenlerinin konumlarıyla ilgili önemli 20 çalışmalar yapan öğretmenlerle aynı Harald Waldrauch(1999/2000), pozisyonda olmadıklarını, öğretmenlerin yardımcı öğretmen Alman olarak algılandıklarını, sadece Türk çocuklarına öğretmenlik yapabildiklerini, yetersiz ders materyallerine sahip olduklarını, öğretmen olmaktan çok tercüman olarak görüldüklerini saptamıştır. Buna birçok veli de bizzat tanık olmaktadır. Sonuç itibariyle anne babaların Türkçeye ilgisizliğinin, Türkçeden ziyade, onun sunulduğu bağlamdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Nitekim, örneğin Berlin’de 15 yıl önce iki dilli ‘Avrupa Okulu’ modeli çerçevesinde kurulan bir ilkokulu Türkçe yüzünden tercih edenler de yine Türk velileridir. Bu okulda Türkçe ve Almanca dersler, eşit ağırlıkta işlenmekte, yani Türkçe kendisine değer kazandıran bir çerçevede sunulduğu için tercih nedeni olmaktadır. ●Çocukların Almancayı Anadili Olarak Görmeleri Eğitim hayatlarına Almanya’da başlayan/devam eden ve sübmersiyon sürecinden geçen yeni nesillerinin önemli bir kısmı ilk çocukluk dönemlerinde aile içinde ve akran grupları ile ilişkilerinde yaygın olarak Almancayı kullanmakta ve bunun sonucunda ya anadillerinin hangisi olduğu konusunda kararsızlık yaşamakta ya da Almancayı anadili olarak kabul etmektedir. Fismann’ın, ‘language shift’ kavramıyla, göç geçmişi bulunanların belli bir aşamadan sonra köken dillerini değil gelinen yerin dilini konuştuklarını anlattığı durum budur (Fishmann 1964, 1991). Zira, çocuklar, prestiji yüksek bir dili kimlik kurgularına daha kolay monte edebilmektedirler (Oppenrieder/ Thurmair, 2003). Ayrıca bu çocuklar yukarıda değindiğimiz düzenek değiştirme pratiğinden de uzaklaşmaktadır. Anadillerini Türkçe olarak benimseme bilinci, orijinal dillerinden kopan çocuklarda, kültürel anlamda da Almanya’ya daha yakın durdukları için neredeyse hiç gelişmemektedir. Bir dil, onu kullananlarla yaşar, ilkesinden yola çıkarsak, Türkçenin her geçen gün daha çok kan kaybettiğini ve bu sürecin de birçok anne babayı, “Türkçe için zaten geç kalındı, bari Almancaya ağırlık verelim” hissiyle hareket ettirdiği gözlenmektedir. ●Türk Uzman Grupları ve Sivil Toplum Kuruluşlarının Sınırlı Etki Alanı 21 Çeşitli uzman grupları ve sözde dil uzmanları, yukarıda da değindiğimiz üzere, anadilin teminatı olarak, genelde aile içinde konuşulan Türkçeyi, raflarda duran kitapları, interneti, Türkçe yayın yapan televizyon kanallarını göstermektedirler. Daha doğrusu Alman tarafının tayin ettiği şekilde, sadece özel hayat sınırları içinde hareket edebilmektedirler. Bu sınırların dışında kalan alanın ise dokunulmazlığı bulunmaktadır. Cesur çıkışlar ve daha adil hak talepleri, bu engele takıldığı gibi, kurumlara da uygulanan entegrasyon baskısı, hareket serbestisini sınırlamaktadır. Uyum baskısının hangi boyutlara varabildiğinin en çarpıcı bir örneği olarak Türkler tarafından kurulmuş Alman okulları gösterilebilir. Almanya genelinde sayıları 20 dolaylarında olan ve öğrenci aritmetiğinin tamamını anadili Türkçe olanlardan oluşan bu okullardan birinin müdürü, meseleye bakışını şöyle özetlemektedir: “ ‘Evet, bizde teneffüste bile Almanca ‘resmi dil’ olarak geçerlidir. Buna uymayan öğrencileri ihtar etmekteyiz. Ancak bu şekilde dil becerilerini kalıcı olarak geliştirebilirler.” 9 Yaygın olarak dile getirilen başka bir sorun ise, uzman gruplarının ve sivil toplum kuruluşlarının ortak meseleler için birlikte hareket etme alışkanlığının gelişmediğidir(Bamert, 1998).Toplumun çoğunluğu, bilgi kirliliği politikalarına karşı yürütülen iyi niyetli ve doğru çabalar da böylelikle cılız kalmaktadır. Bu durum da Türkçeye ilgiyi ve katkıyı azaltmaktadır. ●Türkçeyi Belli Meslek Gruplarının Savunması Türk toplumunun anadiline bağlılığını sürdürebilmesi için sesini yükselten ama yeterince duyuramayan iki önemli meslek grubundan bahsedebiliriz: 1. Türkçe yazan edebiyatçılar, gazeteciler, elçilik- konsolosluk ve din görevlileri, Türkçe öğretmenleri. 2.Dilbilim uzmanları ve dille alakalı diğer uzmanlar Birinci grubun Türkçe adına şanssızlığı, arka planının genelde Almanya’da, iki dilli ortamda yetişen çocuklarla tam olarak örtüşmeyişi ve buna bağlı olarak buradan gelen Türkçe uyarılarının, ‘doku uyuşmazlığı’ nedeniyle kayda değer bulunmayışıdır. Bazen de bu mesleklerden gelenler, doktrinal ve ideolojik bir grubun sesi olarak ortaya çıkmaktadırlar ya da o şekilde algılanmaktadırlar. Bu da başka bir amaç için 9 Bu tavrın karşısına Yunan kökenli göçmen grubunun anadillerini koruyan lise ve iki dilli okullarını ve aynı zamanda bu grubun toplum tarafından gördüğü hoşgörüyü koyabiliriz. 22 Türkçeyi savundukları izlenimini uyandırmaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz ikinci grubun ortaya koyduğu bilimsel çalışmalar ise, uygulanan yanlış dil politikalarını ve sonuçlarını tartışmaya açmaktadır ve yapılması gereken doğruları gözler önüne sermektedir. Ama eğitimin politize edilmesi ve anadil meselesinin insanların gündeminde olmaması, tartışmaların akademik çevre sınırlarının dışına çıkamamasına neden olmaktadır. ●Başarı Modellerinin Eksikliği Almanya genelinde toplumsal zemin ve Türk çocuklarının arka planlarıyla uyumlu Türkçe için rol model olabilecek (karizmatik) şahsiyetlerin eksikliğinden bahsedebiliriz. Türk kökenli rol modeller siyaset, spor, sanat ve edebiyat arenasında Almanca konuştukları ve Almanca için model oldukları için, çocukların gözünde Almancalarıyla bu yerlere geldikleri izlenimini bırakmaktadırlar. Üstelik Alman toplumu bunların arasından seçkin olan pek çoğununun göç geçmişini arkasına alarak ya da araçsallaştırarak çeşitli uyum programları ve siyasi kampanyalarında ön plana çıkarmayı bir strateji olarak gelenek haline getirmiş bulunmaktadır. ●Dinsel ve Politik Konuların Gündemi Belirlemesi Almanya’da yerleşik olan Türk toplumu, genel itibari ile din ve benzer dünya görüşlerine bağlıdır ve bunlar, Türkiye’nin bir mozaiği olarak çeşitlilik arz etmektedir. Özellikle dini cemaatlerin, toplumun çoğunluğu tarafından kabul görmemesi ve zan altında bırakılması, bunları hem daha çok din içerikli gündemlerle uğraştırmakta hem de şeffaflık ve toplumsal onay için daha çok Almancaya itmektedir. Cami derneklerinin, entegrasyon kursları sunması, din derslerinin Almanca verilmesi, hutbelerin Almanca okunması bunun örneklerindendir. Bu pratiğin doğurduğu etkilere bakarak diyebiliriz ki, Almanya’da Türkçe kapalılık ve karanlığın, Almanca ise aydınlık ve şeffaflığın bir simgesi olarak benimsetilmektedir. Ama burada unutulmaması gereken nokta şudur: Türk toplumu hangi dine, inanca, ya da dünya görüşüne sahip olursa olsun, bunların hepsinin beslendiği ışık, Almancada karşılığı olmaksızın, Türkçedir. ●Alman Eğitim Sistemine Aşırı Güven 23 Türk velileriyle ilgili yaptığı bir araştırmada elde ettiği bulguları araştırmacı Ilona Relikowski şöyle özetlemektedir: “‘Türk velileri, ‘bizim gibi olmasınlar, çektiklerimizi çekmesinler’ düşüncesiyle, çocuklarının iyi bir diploma almaları gerektiği inancındalar. Ama bunun bir garanti olmadığını görememekteler. Ayrıca Türkiye’deki eğitim sistemine göre Almanya’da durumun çok daha iyi olduğunu ve burada alınan diplomanın daha geçerli olduğunu düşünmekteler. Ama Alman eğitim sistemi velilere çocukların başarılı olması için aktif bir rol biçmektedir. Veliler ise eğitim sistemine o kadar çok güvenmektedirler ki, kendileri bir şey yapmadan da çocuklarının başarılı olacağına inanmaktadırlar. “(Relikowski, 2009)10 Bu düşünceyi, Türk çocuklarını kolektif bir şekilde başarısızlığa iten bir eğitim sisteminin, başarılı olanları ise içine sindiremeyen bir toplumsal yapının varlığı bile sarsamadığı son derece ilgi çekicidir. 6.ENTEGRASYONDAN ASİMİLASYONA Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 2008 Köln, 2011 Düsseldorf ve göçün 50. yıldönümü münasebetiyle Berlin konuşmaları, Almanya'da iki konuda köklü bir tartışmanın büyümesine neden oldu: Anadili ve asimilasyon. Hatırlanacağı üzere Başbakan Erdoğan, bu konuşmalarında hem anadilinin öğrenilmesi yönünde görüş bildirmiş, hem de ‘asimilasyon bir insanlık suçudur' demişti. Bu uyarılar tüm Alman siyasi partileri tarafından tepkiyle karşılanmıştı. Uyumdan Sorumlu Devlet Bakanı Maria Böhmer, Almancayı Türk çocuklarının sosyal basamakları tırmanması ile ilişkilendirerek anadili ikinci sıraya itmişti. Federal Dışişleri Bakanı Westerwelle ve İçişleri Bakanı Friedrich de benzer bir şekilde Almancanın 'uyumun anahtarı' olduğunu belirterek, Almanya'da yetişen çocukların önce Almanca öğrenmesi gerektiğini vurgulamışlardı. Alman Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir ise anadil probleminin çözüm adresinin Ankara olamayacağını, hatta Almanya’daki siyasetçilerin de bu konudan ellerini çekerek, işi 10 Elbette ki bu tür bir genellemeyi olduğu gibi kabul etmiyoruz. Ne var ki, kendi mesleki tecrübelerimiz de velilerin önemli bir kısmının bu tutumu sergilediğini gösteriyor. Yine de bu tavrın, velilerin yaşam gerçekleriyle canlı bağ kuramayan eğitim-öğretim koşullarıyla birlikte değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz. 24 eğitimcilere bırakmaları gerektiğini hatırlatmıştı.11 Hıristiyan Birlik Partileri CDU/CSU ise meseleyi kapışma kavgasına dönüştürmüştü. Başbakan Angela Merkel, Türk toplumuna dönerek “Ben sizin de Başbakanınızım!” demişti. CDU/CSU Meclis Grubu Dış Politika Sözcüsü Philipp Missfelder ise, Başbakan Erdoğan'ın, Almanya'nın uyumla ilgili konularda Türk hükümetiyle görüşmesi çağrısını reddederek “Biz uyum sorunlarını diğer hükümetlerle değil, doğrudan burada yaşayan insanlarla konuşuruz.” demişti. İşin ilginç yanı burada yaşayan insanlar genel itibariyle Almancaya olduğu gibi Türkçeye de, Almanya’ya olduğu gibi Türkiye’ye de doğal olarak var olan bağlılığını sürdürmek istiyordu. Ne var ki, Almanya bu konuyu onlarla da konuşmadığını böyle bir doğallığa zemin hazırlamamakla gösteriyordu. Türkçeyi Almanya’nın bir gerçeği olarak kabul etmeyerek anadilini benimseyenlerin Türkiye’yi, Almancayı benimseyenlerin ise Almanya’yı tercih ettiği formülünü kullanıyordu. Bu da Türkçeyi isteyenlerin Başbakanı Tayyip Erdoğan, Almancayı isteyenlerin Başbakanı Angela Merkel olduğu anlamına geliyordu. Erdoğan’ın alevlendirdiği ikinci gündem maddesi olan asimilasyon meselesine ise belki de en ilginç tepki basından geliyordu. Der Spiegel (8/2008) dergisinde ‘Hapis Olarak Kimlik’ başlıklı yazısında Thomas Darmstädt, “Erdoğan Köln konuşmasıyla Alman-Türklerini kökenlerinin esiri etmeye çalıştı” şeklinde değerlendiriyordu. Bu çerçevede asimilasyonun, bir kişiyi ya da bir topluluğu zor kullanarak bir yere kapatıp kimliğini değiştirme anlamında insanlık suçu olacağını ama böyle yapılmadığı müddetçe bir sakıncasının bulunmayacağını vurguluyordu. İnsanlar kendi rızalarıyla asimile olmak istedikleri müddetçe kimsenin asimile olma özgürlüğünün elinden alınamayacağını, böyle bir isteğin bireylerin kişisel hakları olarak saygı görmesi gerektiğine dikkat çekiyordu. Asimile olma arzusuna karşı çıkmanın da özgürlüklerin kısıtlaması kapsamında insanlık suçuna gireceğini söylüyordu. Sosyolog Necla Kelek’in domuz eti yiyerek özgürleştiğini örnek vererek de, “bunun neresi kötü?” diyor ve noktayı koyuyordu: “Asimilasyon korkusu içinde olanlar ve bu korkuyu insanlara aşılayanlar bu toplumda yer alamazlar. Brüksel‘de de olamazlar”(Der Spiegel 8/2008). 11 Cem Özdemir, daha önce siyasetçi sıfatıyla, Türkçenin Alman okullarında yabancı dil dersi olarak verilmesini önermişti. Milyonlarca öğrencinin anadillerini, yabancı dil statüsüne ‘yükseltmek’, Türkçenin artık bu öğrencilerin anadilleri olmadığı ya da olmaması gerektiği anlamına geliyordu. 25 Darmstädt, bu görüşlerini, felsefeci ve Nobel Barış ödülü sahibi Amatya Sen’in kimlik tuzağı kavramıyla pekiştiriyordu. Kimliğin bir hapis olarak istismar edilmesini kendi memleketi olan İngiltere örneğinde eleştiren Sen, bireyler için özellikle ailenin çok tehlikeli bir kimlik tutukevi olduğunu, anne babaların, çocukların asimile olma isteklerine geleneklerini ayakta tutarak karşı koyduklarını ileri sürüyordu. Bu durumun da özellikle Almanya’daki Türkler için geçerli olduğunu iddia ediyordu. Çok kültürlülüğün ancak kültürler arasında özgür olarak seçebilme hakkı olması durumunda bir anlam ifade edebileceğini savunuyordu. Bu noktada Amatya Sen’in özgürlük tanımına karşı sesli olarak ilk söylenilmesi gereken belki de şudur: Özgürlük olgusunun en önemli nirengi noktası, Watzlawik’in de ifade ettiği gibi, bir gerçeğe boyun eğme durumu değil, onu değiştirebilme durumudur. Çocuğunuzu okula göndermediğinizde polis gelip zorla evden almıyor mu? Sonuç: Almanya’da Türklerin uyum gibi bir probleminin olmadığı ve “yaratılan şartlarla, kendiliğinden, bu değişim sürecine sokuldukları” (Pilancı, 2006) şimdiye kadar söylediklerimizden anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Pilancı, “Türklerin dış göç sürecinin geçmişinin çok gerilere gitmemesine rağmen, değişimin çok hızlı gerçekleştiği; grubun çoğunda ekonomik anlamda var olmanın, kültürüyle var olmanın önüne geçtiği”ni (Pilancı, 2006) saptaması da oldukça dikkat çekicidir. Dolayısıyla Türk toplumunun üzerinde durması gereken soru şudur: Hızla asimile 12 olunan bir ülkede neden hala Uyumdan Sorumlu bir Devlet Bakanı var? 8.ÇÖZÜM ÖNERİSİ YA DA GERÇEĞİN DİĞER YÜZÜNÜ GÖRMEK Ana hatlarıyla incelediğimiz anadili sorunuyla ilgili olarak gördük ki, tek dil veya tek kültür Almanya’nın doğal gerçekliğine ters bir durumdur. Bu sebeple de Türkçenin Almanya’da varlığını sürdürebilmesi için, o ya da bu şekilde Alman eğitim sisteminde kendine yer edinmesi gerekmektedir. Türkçenin varlığını sürdürmesi ve canlılığını koruması demek, aynı zamanda iki ya da çok dilli olmak demektir. Pisa bulguları ‘Deutsch Only’ ile bunun mümkün olmadığını göstermektedir. Almanya’da yaşam 12 Asimilasyon, yukarıda ipuçlarını verdiğimiz gibi, insanlar arasındaki eğitim, gelir, kültür, siyasi ya da dini görüş gibi bireysel farklılıkların tamamen ortadan kalkması anlamına gelmemektedir. Asimilasyon kavramı için bakınız Esser 2006 ) 26 sürmekte karar kılan Türk toplumu, bağımsız ve özgün kimliğiyle tanınmak ve var olmak istiyorsa, Türkçe derslerinin Almancanın gölgesinde dil dersi olarak dinlendirilmesini değil, ders dili olarak canlandırılmasını hedef olarak belirlemeli ve bu hedefe götüren çalışmalar içinde bulunmalıdır. Hali-hazırda okullara devam eden ve anadilleri hırpalanan çocuklar için ise dil resozyalizasyon programları geliştirilmeli ve uygulamaya konmalıdır. Atılması gereken bu adımların önündeki en büyük engeli, şimdiye kadar yaptığımız izahattan da anlaşılacağı gibi, Alman toplumunun tek dilliliği aşırı derecede içselleştirdiği(Gogolin, 1994) ve oluşturulan şartlarla Türk toplumunu da buna razı edebildiği gerçeğinde görebiliriz. Herkes tarafından sadece Almancanın dikkate alınması ya da sürekli olarak Almancanın üzerinde durulması, insanları bundan başka bir gerçek yoktur duygusuna ittiği gibi bu çemberin dışındaki alanı tehlike ve itaatsizlik alanı olarak algılatacaktır. Bunu diyerek Almancanın Türk toplumu için Almanya’da gerçeğin sadece bir yüzünü ortaya çıkardığına ve Türkçeyi, Almancanın yanında ders dili yapan (imersion) modellerinin avantajlarını gölgede bıraktığına ve buna bağlı olarak insanların bu gerçeklerle ilişkiler kurabilmelerini engellediğine işaret etmekteyiz. Aşağıda, gölgede kalan gerçeğin diğer yüzü olan Türkçe bir nebze daha günışığına çıkarılmaya çalışılmıştır. Anadille Kimlik Başarısı Dünyanın her yerinde bireysel ve toplumsal başarının temelini anadil yetkinliği oluşturmaktadır. Dilini doğru biçimde kullanan, duygu ve düşüncelerini etkili olarak aktarabilen her bir çocuk ya da genç, kendini geliştirmek için gereken altyapıya ulaşmış demektir. Bununla birlikte sağlıklı gelişmiş bir kültürel benlik, farklı kültürel değerlere sahip olan ortamlara uyum sağlamanın da temelini teşkil eder. Temel ve Yazıcı’nın ifadesiyle devam edecek olursak: “Ancak kendi kültürel benliğini kazanan çocuklar, yaşadıkları toplumun değerlerine saygı duyabilirler ve yaşadıkları toplumun değerleri ile uyum içinde yaşayabilirler.” Kendini anadilinde kusursuz biçimde anlatamayan, dilinin sınırsız gücünden yararlanamayan çocuğun ya da gencin uyum başarısı ise ancak onun kendi olma mücadelesini kaybettiğinin göstergesi olabilir. Anadille Okul Başarısı 27 Anadilini dikkate alan immersion modelleri, dil öğrenmede ve buna bağlı olarak özgüven kazandırmada en başarılı öğrenme yöntemi olarak bilinmektedir. Bu bağlamda birçok araştırma, imersion ders yöntemlerininin etkinliğini ve klasik modellere üstünlüğünü kanıtlamıştır (örneğin Thomas&Collier, 1997, 2001). Dünyanın farklı yerlerinde uygulanan bu yöntemle ilgili özellikle ABD’de yapılan araştırmalarda (Söhn, 2005) iki dilli eğitimin çocukların okul başarısını ve ikinci dildeki dil becerilerini de geliştirdiğini ve üçüncü dil kazanımlarında (örneğin İngilizce) diğer çocuklara göre daha başarılı olduklarını göstermiştir(Klieme ve diğerleri,2006). Anadille Çok Dilli Olabilme Yaşadığımız çağ, ekonomik globalleşme ve ülkeler arası sıkı bağların bulunduğu ve çok dilliliğin giderek daha çok önem kazandığı bir çağdır. Artık tek bir dil bilmek istisna teşkil etmektedir ve dünyada tek bir dilin konuşulduğu ülke yok denecek kadar azdır. Bu durum kimseye tek dilli kalma fırsatını vermemektedir. Çok dillilik, aynı zamanda yaşam standardını yükseltmek için ekonomik ve mesleki anlamda motor işlevi görmektedir (Nelde, 2003). Dolayısıyla Alman politikalarının dayatmaya çalıştığı gibi, uyumun anahtarı Almanca değil, Türkçedir. Çünkü Türkçe çok dilliliğin Almanya’daki tek sağlayıcısıdır.13 Hal böyleyken anne babaların çocuklarına anadili olarak aktardıkları ve onları en az iki dilli yapan Türkçeyi gerileten bir eğitim ve öğretim sistemine kayıtsız şartsız göz yummalarının nelere mal olacağı bir kez daha anlaşılmaktadır. Anadille Dünya ile Bağlı Olabilmek Anadile bağlılığın çocuklar için Türkiye’den ve akraba topluluklarından da kopmama anlamına geleceği su götürmez bir gerçektir. Her ne kadar Türkçe öğrenmeyi Türklüğe hapis ve Almanya’ya rest olarak algılayan bir toplumda yaşansa da, entegrasyonla anadil bilme, Türkiye’ye bağlı olma ve hatta oraya göç etme ihtimalini açık tutma ya da başka herhangi bir yere göç etme, birbirine zıt şeyler değildir. Dünya şartlarının sunduğu hareketlilik imkanı ve giderek çoğalmakta olan yaşam tarzlarının 13 Bununla birlikte, sadece Türkçeyle bile ekonomik başarının mümkün olduğu ortadadır. Birkaç kelime Almanca bilen ama yıllık ciroları milyonlarla anılan işadamlarını hatırlayalım. 28 ve bunları tercih eden insanların ‘normal’ yaşam gerçeğidir. Bu insanlar için de en az iki dil bilmek yaşamsal önem taşımaktadır (Gogolin, 2001). Bu bağlamda yaşamakta olunan ülkenin yakın tarihte bir başka etnik gruba karşı tahammülsüzlüğü sonucunda o grubun milyonlarca bireylerine en büyük felaketi hazırladığı ve günümüzde ırkçılığın ve ayrımcılığın toplumun orta kemsine kadar ulaşması sonucu Almanya’nın göç veren ülke konumuna geldiği her zaman akıllarda sıcaklığını korumalıdır. 9.SON SÖZ VE ANNE BABALARA DÜŞEN GÖREV Bu çalışmayla, “Almanca Uyumun Anahtarıdır” türünden görüşlere temayül göstermede aceleci davranmamaya davet ettik. İçinde yaşadığımız toplumun, bu tür söylemlerle Almanca öğrenmeyi, toplumda yer edinmekle ve sınıf atlamakla ilişkilendirerek, ölümü gösterip sıtmaya razı etmeye çalıştığını anlatmaya çalıştık. Aynı zamanda ailelerin anadili olayında tek başlarına ve savunmasız bırakıldıklarını ve üst düzeyden destek gelmediği sürece tek başlarına üstesinden gelebilecekleri bir konu olmadığını vurguladık. Bu durumda “Sevgili Veliler, lütfen dilinize değer verin ve sahip çıkın!” çağrısını yapmamız akılsızlık belirtisi olacaktır. Ne var ki bunun böyle olması, velilerin rahatlık çemberine geri dönebilecekleri anlamına gelmemektedir. Çünkü, “Dilsel azınlıkların durumlarının iyileştirilmesi, onun için savaş verenlerin iradesine bağlıdır” (Cathomas, 2005). Öyleyse topluma katkı sağlayan anne babalar, “bir bilinç oluşturarak durumlarını aktif olarak değiştirebilirler. Hatta bağımsız bir topluluk olarak algılanabilmek ve yaşam sürebilmek ve var olabilmek için bunu yapmak zorundadırlar. Çünkü azınlığın kaderini belirleyen, dışardan gelen baskıdan ziyade, bu baskıya nasıl karşı koydukları ve hangi şekilde irade gösterdikleridir.” (Döhrig&Reichenau) Bu bağlamda evde başlayan anadili eğitiminin takılıp kalmaması ve yarıda kesilmemesi için mücadele etmek, “çocuk yetiştiriyorum” diyen her anne babanın başlıca sorumluluklarından biridir. Öyleyse her anne baba, öncelikle anadil sorununu kendi sorunu olarak sahiplenmek ve bu konuda bilgiye dayalı bir görüş sahibi olmak zorundadır. Ancak o zaman karşılarına çıkan bilgi ve görüşleri ayıklayabilecek, birtakım hesaplar ve çıkarların gerçeklerin yüzünü örttüğünü göreceklerdir. Aksi yönde sergilenen bir tutum ise, oturup çocuğunun başına gelenleri seyretmek ya da başkalarının çözümüne boyun eğmekten farklı bir şey olmayacaktır. 29 Anadili konusunda yalnız bırakılan aileler, pratik yaşamlarında bu irade için gerekli kaynakları nerede bulur ve ne şekilde kullanabilirler, bunun cevabını vermek o kadar kolay değildir. Belki de anne babalar, önce iç dünyalarına dönerek orada bulunan öz kaynaklarını yeniden keşfetmelidir. Bu doğrultuda önemli bir adım, Almanya gerçeğinde karşı karşıya olunan durum üzerinde bir nebze durup düşünmekle atılabilir. Şimdi bu durumun tam olarak ne olduğunu özetle hatırlayalım: Almanya’da yaşam süren ve göç geçmişi bulunan her anne baba, en geç çocuğunu okula ilk gönderdiği gün, yolun çatal oluşturduğu bir noktaya varır. Bu noktada artık çocuğu adına, “diller arasında bir tercih yapma ve ikisinden birine karar verme” (Montanari, 2007) durumundadır. Bu karar, çocukların anne babaları üzerinde olan haklarıyla ilgili bir karardır ve bir anda verilmekten ziyade çok yönlü bir süreç boyunca, daha önce verilmiş olan bir dizi kararların bileşkesidir. Aileler, bu süreçte kendilerine açık olan seçenekleri, çeşitli yönleriyle değerlendirip istenilir yönleri çok, istenmeyen yönleri az olanlarda karar kılmışlardır. Birçoğu, sahip olduğu fiziksel, zihinsel ve sosyo-ekonomik olanaklardan bazen de günlük olaylar, günlük zorluklar, günlük korkulardan dolayı öyle ya da böyle karar vermişlerdir. Ama bu kararlar zinciri, yolun çatal oluşturduğu dediğimiz noktada, çıkmaza götüren yolu tercih etmelerine neden olmuştur. Bunun niye böyle olduğunu burada yazdıklarımızla anlatamadıysak, “Çocuğunuzu, dilsiz kılan bir okula neden gönderiyorsunuz?” sorusuna verilecek cevapta bulmak mümkündür. Biraz psikolojiyle ilgilenmiş olanlar bilirler. İnsanların çoğu, kararlarının büyük bölümünü bilinçli olarak vermezler. Daha ziyade kendilerini akıntıya bırakmayı yeğlerler ve orada kendilerine bir yer edinmeye çalışırlar. Böylece insanlar, bilinçsiz bir durumda kalmayı sürdürürler. Bu noktadan sonra da artık anne babalar, çocuklarının Türkçelerinin hareketsiz sular gibi bozulması karşısında hiçbir acı duymaz ve çocuklarına karşı hiçbir mahcubiyet hissetmezler. Büyük kalabalığın yaptığı bir şeyin –çocuğun yaşı geldiği için okula göndermenin- hatalı bir şey olacağını düşünmezler çünkü. Bu derin bilinçsizlik içinde seyredişte, Türk toplumu açısından belki de tek teselli, bilinçsizliğinin farkında olarak fark meydana getiren anne babaların bulunmasıdır. Onlar, bu ayırıcı özellikleriyle, çocuklarına fena bir şey yapılmasına izin verdiklerinin 30 farkındadırlar. Bu farkındalık çok önemli bir sosyal ve psikolojik kaynaktır aslında. Tüm mesele bu kaynağın ne yönde kullanıldığında bitmektedir. Dışavurumu ertelendikçe, yerini suçluluk duygusu ve çaresizliğe bırakacaktır. Çok geçmeden de bu durumdan yararlanmak isteyen fırsatçılar, ailelerin karşısına çıkarak güzel bir tepside ‘daha fazla Almancayla daha iyi gelecek vaadi’ni ikram edecektir. Anne babalar ise tüm olumsuz duygularını, sunulan tepsiye uzanarak bastıracaktır. Ancak, eğer velilerin ağır basan eğilimleri, öz kaynaklarından yararlanmaktan yana şekil alırsa, yepyeni bir mücadele alanı oluşacaktır. Bu alanda her anne baba, kendisine sunulan tepsiyi elinin tersiyle itme gücünü bulacaktır, velev ki bu, haksızlığa uğranılan bir yerde sarf edilen yerinde bir cümle şeklinde dahi olsa. Unutulmamalıdır ki, eğer bir yerde sosyal direnç gösterilebiliyorsa ve kimlik başarısı beklentisi varsa, destek de en yüksek seviyeden gelecektir. 10. Kaynakça 31 Apeltauer, E. t (2003): Literalität und Spracherwerb. Flensburger Papiere zur Mehrsprachigkeit und Kulturenvielfalt im Unterricht, Nr. 32. Apeltauer, E. (2007): Förderprogramme, Modellvorstellungen und empirische befunde. Zur Wortschatz- und Bedeutungsentwicklung bei türkischen Vorschulkindern. In: Ahrenholz, Bernt (Ed.): Kinder mit Migrationshintergrund. Spracherwerb und Fördermöglichkeiten. Freiburg i.Br.: Fillibach Verlag, S. 11-33. Baur, R. S./Meder, Gregor(1989): Die Rolle der Muttersprache bei der schulischen Sozialisation ausländischer Kinder. In: Diskussion Arbeitsgruppe »Aus- und Weiterbildung« im Deutsch 106, S. 119 -135 Baur, R. S./ Gregor M. (1992): Zur Interdependenz von Muttersprache und Zweitsprache bei jugoslawischen Migrantenkindern. Baur, Rupprecht S./ Gregor Meder/ Vlatko Previšić (Hg.): Interkulturelle Erziehung und Zweisprachigkeit’in içinde. Baltmannsweiler: Schneider-Verlag Hohengehren, S. 109-140 Baur, R. S. (2001): Mehrsprachigkeit durch Spracherhalt bei Migrantenkindern. ILLNER Jagoda (Red.) (Ed.): Landesinstitut für Schule und Weiterbildung: Zweisprachigkeit und Schule. Beiträge zur Diskussion’un içinde. Verlag für Schule und Weiterbildung. Druck Verlag Kettler. Bönen. S. 109-121. BenderSzimanski(2006):MigrationalsHerausforderung.www.kompetenzinterkulturell.de/userfiles/..Heterogenitaet.pdf Bereiter&E. (1966): Teaching disadvantaged children in the preschool. Enhlewoor Cliffs. Prentice-Hall Bourdieu, P.(1993): Soziologische Fragen. Frankfurt am Main: Suhrkamp Brizic, K. (2007): Das geheime Leben der Sprachen. Gesprochene und verschwiegene Sprachen und ihr Einfluss auf den Spracherwerb in der Migration. Internationale Hochschulschriften, Bd. 465. Münster (u.a.) Cathomas, R.(2005): Schule und Zweisprachigkeit.Waxmann Cindark,I.(2010): Migration,Sprache und Rassismus.Der kommunikative Sozialstil der Mannheimer "Unmündigen" als Fallstudie für die "emanzipatorischen Migranten" ,S.283 Tübingen :Narr,2010. Cummins, J (2001): Bilingual Children’s Mother Tongue: Why is it Important for education? Sprog Forum (February; Denmark) (Cummins, J. 1979):Linguistic Interdependence and the educational develoment of bilingual children. Review of Educatinal Research 49,2 S.222-251 Cummins, J.(1980) The constuct of launguage proficiency in bilingual education. Alatis J.(Hg)Washngton Georgtown University Press 1980, S. 81-103 Cummins, J.(1984): Zweisprachigkeit und Schulerfolg. Zum Zusammenwirken von linguistischen, soziokulturellen und schulischen Faktoren auf das zweisprachige Kind. In: Die deutsche Schule, Heft 3, 1984, S. 187-198 Cummins, J. (1982): Die Schwellenniveau- und Interdependenzhypothese. In: Swift, J. (Hrsg.): Bilinguale und multikulturelle Erziehung. Würzburg, 34-43. Cummins, J. (2006): Sprachliche Interaktion im Klassenzimmer. Von zwangsweiseauferlegten zu kooperativen Formen von Machtbeziehungen. Mecheril, P. / Quehl, T. (Ed.): Die Macht der Sprachen. Englische Perspektiven auf die mehrsprachige Schule’nin içinde. Münster/ New York: Waxmann, S. 36 – 62. De Swaan A.(2001): Words of the World: The Global Language System. Cambridge: Polity. Press Dirim, İnci(2010): "Wenn man mit Akzent spricht, denken die Leute, dass man auch mit Akzent denkt oder so." Zur Frage des (Neo)Linguizismus in den Diskursen über die Sprache(n) der Migrationsgesellschaft. Paul Mecheril, İnci Dirim, Mechthild Gomolla, Sabine Hornberg und Krassimir Stojanov (Ed.): Spannungsverhältnisse. Assimilationsdiskurse und interkulturellpädagogische Forschung’un içinde. Münster: Waxmann, S. 91-114. Dirim, İnci(1998): "Var mi lan Marmelade?". Türkisch-deutscher Sprachkontakt in einer Grundschulklasse. Münster: Waxmann Esser, H. (2006): Sprache und Integration. Die sozialen Bedingungen und Folgen des Spracherwerbs von Migranten. Frankfurt/ New York: Campus Verlag. Federal Aile, Yaşlılar, Kadın ve Gençlik Bakanlığı(2011): Erken Fırsatlar Girişimi: Odak Yuvalar. Bilgi Sayfası Felix, S.W.(1993): Psycholingusitische Untersuchungen zur zweisprachigen Alphabetisierung. Gutachten in Auftrage der Berliner Senatsverwaltung für Schule, Berufsbildung, Sport ,Passau. Fishmann (1964, 1991):Reversing Language Shift. Multilingual Matters Franchescini (2006): Franceschini, Rita: Mehrsprachigkeit und Gehirn: Mythen – Potentiale – Praxis. Vortrag gehalten am 06.10. 2006 auf der Tagung „Frühe Mehrsprachigkeit: Mythen Risiken – Chancen“,Mannheim,URL:http://kongress.sagmalwasbw.de/media/pdf/Vortrag%20Franceschini.pdf Franceschini, R.(2006): Mehrsprachigkeit: das Lernpotenzial von Grenzregionen. In: Abel,A. (Ed.): Mehrsprachigkeit in Europa: Erfahrungen, Bedürfnisse, Gute Praxis. Tagungsband 24.-26.08. Bolzano/Bozen: Europ. Akad. Bozen 2006, S. 33-41 Franceschini, R.(2001): Sprachbiographien randständiger Sprecher. Franceschini, Rita (Ed.): Biographie und Interkulturalität: Diskurs und Lebenspraxis. Eingel. durch ein Interview mit Jacques Le Goff ‘un içinde. Tübingen: Stauffenburg-Verl. 2001, S. 111-125 32 Fthenakis W./Soner A./Thrul, R./Walbiner, (Hrsg.) (1985): Bilingual-bikulturelle Entwicklung des Kindes. Ein Handbuch für Psychologen, Pädagogen und Linguisten. Max Heuber Verlag. München. (Zweitsprache Deutsch). Fürstenau, S. 2004: Mehrsprachigkeit als Kapital im transnationalen Raum. Perspektiven portugiesischer Jugendlicher beim Übergang von der Schule in die Arbeitswelt. – Münster: Waxmann. Gesellschaft für bedrohte Völker. Bedohte Sprachen. Gefahr für Minderheiten weltweit. Menschenrechtsreport Nr. 63, Arbil /Bern 2010 Goethe-Institute.V.(2008): Online-Redaktion Wissenschaft und Bildung Bildungskonzepte. http://www.goethe.de/wis/fut/bko/de3469568.htm, http://www.privatgymnasium-vib.de Gogolin, I. (1994): Der monolinguale Habitus der multilingualen Schule. Münster/New York. Gogolin, I; Neumann, U. (2009) (Hrsg.): Streitfall Zweisprachigkeit – The Bilingualism Controversy. Wiesbaden. Guus, E./ Valen T. (1990): Zweitspracherwerb an der Grundschule. In Deutsch Lernen 3/1990 Tab. Hu, A.(2003): Schulischer Fremdsprachenunterricht und migrationsbedingte Mehrsprachigkeit. Tübingen: Gunter Narr Verlag 2003 İleri, Esin (2000). "Avrupa Topluluğu’nun Dil Politikası Ve Almanya’da Okula Giden Türk Asıllı Öğrencilerin Dil Ve Eğitim Sorunları.” Avrupa’da Yaşayan Türk Çocuklarının Anadil Sorunları Toplantısı. Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu TDK Yayınları,, sayı: 734, s:29 İleri,E.(2008): İki Dilli Ortamda Dil Edinimi ve Şans Eşitliği. In: Die Gaste, SAYI: 3 / Eylül-Ekim 2008 IMIS (2011): Erstklassige Migrationsforschung aus Osnabrück Suite101.de http://www.suite101.de/content/imis--erstklassigemigrationsforschung-aus-osnabrueck-a96888#ixzz1MMzsBW5q Sigrun Hopfensperger Klieme ve diğerleri (2006): Unterricht und Kompetenzerwerb in Deutsch und Englisch. Zentrale Befunde der Deutsch-EnglischSchülerelistungen- International (DESI) http//www.dipf./de/desi/DESI_Zentral_Befunde.pdf. Kresic, M. (2006): Sprache, Sprechen und Identität : Studien zur sprachlich-medialen Konstruktion des Selbst / Marijana Kresic, München 2006 Krumm, H.-J. (2009): Die Bedeutung der Mehrsprachigkeit in den Identitätskonzepten von Migrantinnen und Migranten. Gogolin, Ingrid; Nuemann, Ursula (Ed.): Streitfall Zweisprachigkeit – The bilingualism Controversy’nin içinde. – Wiesbaden: VS Verlag für Sozialwissenschaften 2009, S. 233-247. Krumm, H.-J.(2008): Die Förderung der Muttersprache von MigrantInnen als Bestandteil einer glaubwürdigen Mehrsprachigkeit in Österreich. ÖDaF-Mitteilungen’in içinde 2/2008, S. 7-15. Montanari, E. (2007): Mit zwei Sprachen groß werden. In: Arbeitsgemeinschaft Pädagogische Zeitschrift (Hrsg.): Forum Schule heute. Bozen 5/2007, S. 8-9. Myers-Scotton, Carol: Duelling Languages: Grammatical Structure in Codeswitching. Taschenbuch 304 Seiten. Oxford University Press, Auflage: Reprint (1998), Preis 49,99 Euro Nelde, P. H(2003): "Mehrsprachigkeit und Schulmodelle". Erfurt, J., Budach, G., Hofmann, S. (Hrsg.)(2003): Sprache, Mehrsprachigkeit und sozialer Wandel’in içinde. Frankfurt am Main: Peter Lang. S. 201-247. Neumann, U. (2011): Schule mit Migrationshintergrund. Münster/New York Oppenrieder, W/ Thurmair, M.(2003): Sprachidentität im Kontext von Mehrsprachigkeit. Janich, Nina: Sprachidentität Identität durch Sprache’nin içinde. Tübingen. Pilancı, H.(2006):Avrupa Ülkelerindeki Türklerin Türkçeyi Kullanma Ortamları, Sürdürebilme İmkânları ve Koruma Bilinçleri. bilig, Bahar / 2009, sayı 49 Skutnab-Kangas, T.(1987): Bilingualism or Not: The Education of Minorities. Multilingual Matterns. Schulz, E. / Yildiz, E. (2007): Wir und die Anderen? Interkulturalität, Bildung und Chancengleichheit in der Migrationsgesellschaft. Attia, Iman/Marburger, Helga (Ed.): Alltag und Lebenswelten von Migrantenjugendlichen’in içinde. Augsburg Sirim, E. (2009): Das Türkische einer deutsch-türkischen Migrantengruppe. Mannheim: Amdes Verlag. Söhn, J. (2005): Zweisprachiger Schulunterricht für Migrantenkinder. Ergebnisse der Evaluationsforschung zu seinen Auswirkungen auf Zweitspracherwerb und Schulerfolg.Berlin (WZB; AKI-Forschungsbilanz2;http://wzberlin.de/zkd/aki/files/aki_zweisprachiger_unterricht_online.pdf, download vom 15. Dezember 2005). 33 Stanat, P. (2006). Disparitäten im schulischen Erfolg: Forschungsstand zur Rolle des Migrationshintergrunds. Unterrichtswissenschaft, 34, 2, 98-124. Temel F., Yazıcı, Z.(2003): İki Dilli ve Çok Kültürlü Ortamlarda Yetişen Çocuklar İçin Anadilinin Gerekliliği. Dil ve Edebiyat Dergisi, Cilt LXXXV Sayı 622 Thomas D.(2008)Der Spiegel (8/2008) Tracy, Rosemarie(2009): Multitasking: Mehrsprachigkeit jenseits des „Streitfalls“. Gogolin, Ingrid; Nuemenn, Ursula (Ed.): Streitfall Zweisprachigkeit – The Bilingualism Controversy’nin içinde. – Wiesbaden: Verlag für Sozialwissenschaften,S. 163-196. Tracy, Rosemarie (2008): Wie Kinder Sprachen lernen. Tübingen: Francke Verlag. Trautner, H. M. (1991). Lehrbuch der Entwicklungspsychologie (Bd. 2: Theorien und Befun- de). Göttingen: Hogrefe. Trudgill, P. (2000) Soziolinguistics. Penguin Uk.London Türkdoğan, O. (1984). İkinci Neslin Dramı: Avrupa’daki İşçilerimiz ve Çocukları. İstanbul Waldrauch, H. (2000): Muttersprachliche Lehrerinnen und Lehrer in Österreich. Statistische Auswertung für das Schuljahr 1999/2000. Kurzbericht. Wien. Informationsblätter des Referats für Interkulturelles Lernen Nr. 5/2000. Yazar hakkında bilgi: 1970 Ankara doğumlu Ilhan Karaca, aile birleşimi yoluyla 1980 yılında Almanya’ya gelmiştir. Temel eğitimini burada tamamladıktan sonra yüksek öğrenim gördüğü Freie Universitaet Berlin ‘de 1999 yılında pedagoji bölümünden mezun olmuştur. Akabinde çeşitli kurum ve projelerde, özellikle göç geçmişi bulunan çocuk, genç ve ailelerle çalışmıştır. İlhan Karaca aynı zamanda Freie Universitaet Berlin, Sosyoloji bölümü doktora öğrencisidir. 34