14. sayı pdf - comex.com.tr
Transkript
14. sayı pdf - comex.com.tr
en önsöz “1 mumdur 2 mumdur 3 mumdur 4 mumdur 14 mumdur / bana bir bade doldur / bu ne güzel düğündür ha ninnah” dizelerini açıklayınız… şeklinde bir soru sorulmuştu bana ortaokuldayken bir kompozisyon sınavında. “düğünlerde mum israf etmemeliyiz, düğün ne kadar güzel olursa olsun kendimizi çaydaçıraya kaptırıp 4 mumluk kotamızı aşmamalıyız” diye abuk bir cevap verdiğimi hatırlıyorum bu sabuk soruya. şimdiki aklım olsa oradaki 14. mumun istikrara ve bazı mekânların 14 ve daha fazla mumla aydınlatılmasının doğru olduğuna işaret ettiğini filan söyleyebilirdim. deli defterinin bugüne kadarki devamlılığından ve güldürdüğünde fırçalanmış beyaz dişlerle ortamlara sağladığı ışıksal faydalardan dem vururdum. boşuna ‘ha ninnah’ dememiş şair. 14. lui deli defterini okuyabilseydi eminim bunu hemen 13. lui’ye anlatacak ve 15. lui’nin de bir deli defteri abonesi olması için şimdiden girişimlere başlayacaktı. ancak deli defteri’nin sıradan beğenilere ve vasatın altında zekalara seslenmediğini bilen okurlar hemen şu soruları soracaktı: “deli defteri fransızca biliyor mu? peki 14. lui türkçe’den haberdar mı?” “muhtemelen değil” diye kendi cevaplayacaktı okur çünkü onca lui’deki namsal istikrarın monotonluğa dönüştüğü o ince çizgi, dil öğrenmek ve mizah için pek de uygun bir ortam değildi herhalde. neticede fransız kalacaktı deli defterine. adam galatasaray mezunu bir kral bile olsaydı, fransızlığının bedelini ödemek zorunda kalacaktı. şimdi sonuç olarak şunu belirtmek isterim ki… oyy, işte kontrolsüz bir kelime oyununun bizi getirdiği nokta. yani demem o ki sayın okur; 14. sayımız bu. artık unutmazsınız. “ne 14’müş arkadaş, amma kafa ütüledi be” diyerekten eşe dosta anlatırsınız. ama reklamın iyisi kötüsü olmaz derler. mayıs ayına geldik sevgili okur. resmi tatille başladığımız mayıs ayı, gönüllerin yayını gevşeten bir ahenkle dans edecek umarız. nisanda o yaylar pek gevşemedi zannımca. baraj dolduran yağmurlar yaylarımızı pek okşamadı. en azından bu yaz susuz kalmayacağız, herhalde yani galiba. nisan ayında akıllarda galatasarayfenerbahçe maçı kaldı ve tabi dalgalar. iki senedir süren ve üst üste kıyıya vuran dalgalar her vuruşunda bazı kum tanelerini ve midyeleri gözaltına aldı. gözaltı süresince gözden düşen ve göze tırmanan birtakım insanlar olduğu gibi bazı gözbebeğimiz futbolcular da birbirlerinin gözünü şişirme çabasındaydılar. sabri belöz emre’nin boğazında guatr kontrolü yaparken aşık emre de lugano’nun etinin tadına bakıyordu. ordövr yerine konulan lugano da “gözümde bişey mi var?” diye iri iri açılmış gözlerini kontrol etmesi için aşık emre’ye gösteriyordu. guatr şüphesi nedeniyle pek sinirlenen belöz emre’nin sabri’ye “senin doktorluğuna güvenmiyorum o halde sıkıysa çıkışa gel” şeklinde meydan okuduğu gözlendi. dalgalar, yumruklar derken günü geldi ve ulusal egemenlik ve çocuk bayramımızı kutladık. sanırım komple ülke olarak gönlümüzden geçen şey dönis adlı sevimli yaramazın bir günlüğüne başbakanlık koltuğuna oturtulmasıydı. hevesini alsın sonra da sütünü içip uyusun dilekleriyle bütünleşen yurdum insanının isteği maalesef gerçekleşmedi. çok üzüldük. artık önümüzdeki maçlara bakmalıyız. mayıs, haziran, temmuz… sıcaklar artarken deli defterinin abone ordusu da pencerede yarışan yağmur damlaları gibi birbirine eklene eklene büyüyor. dağıtım yapabildiğimiz şehir sayısı çok yavaş bir biçimde artsa da azimli olduğumuzu bilmenizi isteriz. azimli olunca üzümü yemek zor olmasa gerek. bağın adresini de etiketine yazarız böylece her şey net ve şeffaf olur. mayıs ayı bazı şeylerin başlangıcı bazı şeylerin de sonu. futbol biterken yaz aşkları başlıyor. buzdolabındaki su şişeleri artıyor. şambreller tamir ediliyor. eşeğin aklı karpuz kabuğunda, karpuz kabuğunun gönlü ise denizde… bakalım kim şampiyon olacak? iyi mayıslar. duyduk duymadık demeyin! vay efendim kulağımda ipod vardı, yok efendim yaprak dökümünü izliyordum, bir daha söyleyebilir misiniz? diye gelmeyin bana! 6 aylık abonelik yalnızca 10 tl. dev kıyak! ekstra larç kaydırak! haydi, krizi fırsata çevirin dostlarım. büyük düşünün! e-posta gönderin derhal aboneliğinizi başlatalım. (ne yapacağınızı ben kulağınıza söyleyeceğim.) delidefteri@gmail.com deli defteri aylık mizah edebiyatı dergisi, yıl: 2, sayı: 14, mayıs 2009 “bir erkeğin, gökyüzünün bağrından sökülüp gelen tek bir yağmur damlasını doğrudan kafa derisinde hissetmesi romantikleştiğinin değil kelleştiğinin göstergesidir.” hayri vaka gölgelerin gücü adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: hayri vaka telaşe müdiresi: nazife demir saz heyeti: hayri vaka nazife demir edip üryanî çilek çilli sabriye kerebiç can sever duygu t. adem celep ismet görkem akgün elgin akpınar rıza selçuk saydam e. ebru kapak karikatürü: elgin akpınar “annem ve babam hayattayken hoş vakit geçirsinler isterim, çünkü hoş vakit geçirmeyi pek seviyorlar… ama onlar beni de kız kardeşimi de böyle sevmiyorlar. yani, olduğumuz gibi sevemiyorlar. bizi birazcık değiştirmeden sevemiyorlar. bizi sevme nedenlerini nerdeyse bizi sevdikleri kadar, hatta çoğu zaman bizden fazla seviyorlar. herkes diğerini sevdiği ölçüde onu sevme nedenini seviyor, hatta çoğu zaman bu nedeni daha çok seviyor. o zaman pek iyi olmuyor.” j.d. salinger yazı göndermek ve görüşler için iletişim adresi: delidefteri@gmail.com web adresi: www.delidefteri.com 3 Toprak Işık Đle Söyleşi çalar kullandığım oluyor. Ama genellikle değiştirerek yazıyorum. Kahramanlarımın söyledikleri, benim fikrim zannedilmesin diye bir kaygım yok; yazarken buna hiç dikkat etmem. Ortam neyi gerektiriyorsa onu söylerler. Dönüp okuduğumda, bazen onlara katılırım, bazen katılmam. Ama dediğim gibi, asla “Bu kahraman bunu söylerse ben de böyle düşünüyorum zannederler.” diye bir korkum olmaz. (Bir sürü çapkınlık hikâyesi yazarken karımdan korkmadım, okurdan niye korkayım?) Deli Defteri: “Yazarlık gösterisine girişmeden” ifadesi sizi çok güzel tanımlıyor aslında. Bu anlamda gösteriden ya da gösterişsizlikten anladığınız nedir? Toprak Işık: Gösterişsiz yazmakla kastettikleri herhalde üsluptaki doğallıktır. Gösterişle de, sanırım afili olsun diye zorlanan cümleler kastediliyor. Yazarın kendisi böyle konuşmayı tercih edebilir. Metindeki anlatımları ve tasvirleri yazarın konuştuğu kısımlar diye düşünebilirim ama bu üslubun özellikle diyaloglarda kullanılmasına ben de da-yanamıyorum. “Hiç mi hayatında iki in-sanı konuşurken dinlemedin!? Bu cüm-lelerle sohbet eden insanlara nerede rast-ladın!?” diye sormak istediğim oluyor. Doğal yazmaktan bahsetmişken Mem-duh Şevket’e selam göndermek isterim. O, tüm eserleriyle bunun dersini vermiş bir ustadır. Deli Defteri: Bu söyleşiyi aslında biraz da kendim için yapıyorum. Örnek aldığınız bir yazar var mı diye sormayacağım fakat “Yazıyı seçtim. Şimdilik pişman değilim.” Deli Defteri: Kendinizi ‘insan’ olarak nasıl tarif ediyorsunuz? Toprak Işık: “Çok huysuz bir adamım, çok yardımseverim.” gibi şeyler söyleyemem. (Bazen huysuz olduğumu düşünüyorum.) Ama galiba çalışkan ve disiplinliyim. Deli Defteri: Hayatta en sevdiğiniz 10 ‘şey’i çok hızlıca düşünüp saymanızı istesem? (Buradaki şey; zamir, nesne, fiil ya da duygu olabilir. Koku bile olabilir.) Toprak Işık: 1. Güzel bir kitap, 2. Kaliteli bir espri, 3. Sıcak havada yorgunluğun üzerine bir bardak soğuk bira, 4. Hafif bir yemeğin üzerine güzel bir tatlı. (örneğin usta işi bir künefe ya da süt ve yumurta oranı iyi tutturulmuş kremkaramel...), 5. Güzel bir matematik sorusu (Tabi çözülebilir zorlukta...), 6. Çok çalıştıktan sonra beynimdeki uyuşukluk hali, 7. Koşmak, 8. Güzel bir film, 9. Sevdiğim bir arkadaşımla yemek eşliğinde sohbet etmek, 10. Sevdiğim bir şehirde çok uzun yürüyüşler yapmak (Örneğin Đstanbul’da...) Deli Defteri: Yazdığınız hikâyelerde kendi yaşamınızdan parçalar kullanıyor musunuz? Ya da ‘hikâyelerimi tamamen hayal ürünü olarak kurgulamalıyım, kahramanlarımın söyledikleri benim fikrimdir anlamına gelmemeli’ gibi kaygılar taşıyor musunuz? Toprak Işık: Evet, kendi hayatımdan ya da tanıdıklarımın hayatlarından par4 merak ediyorum çok severek okuduğunuz yazarlar kimlerdir? Toprak Işık: Çehov, O. Henry, Balzak, Hemingway, Mario Vargas Llosa (Her kitabı değil), Romain Gary (Çoğu kitabı), Dostoyevski, Paul Auster (Çok az sayıda kitabı), Kemal Tahir (Özellikle köy romanları), Orhan Kemal (Serseri Milyoner ve Đki Damla Gözyaşı hariç) Deli Defteri: El yazınızın da çok güzel olduğunu gördük, yazmayı ‘komple bir aktivite’ olarak da seviyorsunuz galiba? Toprak Işık: El yazımın güzel olması belki de askeri lisedeyken idari üstçavuşluk yapmamla ilgilidir. Bütün öğrencilerin dosyalarını tutardım. Kazan defterini hazırlardım, disiplin cezalarını işlerdim. Hiç de edebi metinler değillerdi ama düzgün bir yazıyla yazılmaları gerekirdi. Bunun dışında artık el yazısını çok az kullanıyorum. Genellikle bilgisayarda yazıyorum. Elle ya da bilgisayarla... Her iki durumda da yazının kendisi bana zevk veriyor. Anlamsız bir metin bile yazsam içimde bir doygunluk hissediyorum. Deli Defteri: Veriliş olarak klasik ama cevabına göre hiçbir zaman klişeleşmeyecek bir soru sorayım; neden yazıyorsunuz? Toprak Işık: Yazarlığı hiçbir zaman amatör bir uğraş olarak görmedim. Bir meslek olduğunu da düşünmedim. Benim için ondan çok daha fazla bir şey. Yazıyla düşünmek, yazıyla hissetmek, bütün hayatımı bu uğraşa adamak... Koşullar uygun olsaydı başka bir uğraş da seçebilirdim. Örneğin, yeterince iyi olmak için özel bir beyinle doğmuş olmak gerekmediğine inansaydım matematiğe de adayabilirdim kendimi. Yazıyı seçtim. Şimdilik pişman değilim. Deli Defteri: Okuru güldürmek sizin için çok önemli bunu farkediyor insan. Yazarken başka neler önemli? Toprak Işık: Đçime sinecek şekilde yazmak önemli. Yazının kişisel dünyamdaki yeri kutsal. Kirlensin istemiyorum. Kendimce belli değer yargılarım var: Bilerek yanlış yazma! Toplumdan, devletten, okurdan ya da yayınevinden çekindiğin için yazacaklarını değiştirme! Dümdüz içinden geldiği gibi yaz! Şunu biliyorum: Bunları yazı masanın karşındaki duvarlara asınca iş bitmiyor. Beynin içinde fark edilmeyen bir sürü engel var. Onları bulup yıkmayı başarmak gerek. Deli Defteri: Ülkemizde mizah denince akla karikatür geliyor. Đçinde ‘resim’ olmayan bir mizah pek kabul görmüyor sanki. Ne dersiniz? Toprak Işık: Olabilir. Ama resimsiz çok kötü mizah da yapılıyor. Mizah, önce güldürmek zorundadır. Ondan sonra üreticisinin dünya görüşüne bağlı olarak başka amacı olabilir. Belki sorun biraz da yazılı iyi mizah bulmanın zorluğundan kaynaklanıyordur. Tabi öte yandan, insanlar okumadığı için bu işi yapanların sayısı da azalıyor. Muhtemelen ikisi birbirini destekleyerek gidiyor. Deli Defteri: Günümüzde popüler olan mizah dergilerindeki yazıları takip ediyor musunuz? Toprak Işık: Dönem dönem takip ediyorum ve yeterince komik olmadıklarını düşünüp bırakıyorum. Genelleme de 5 Deli Defteri: Đlk kitabınız “Sırabaşı”nın ağırlığı sizin de bizzat deneyimlediğiniz askeri okullardı. Böylesine bir disiplin-düzenin içinden gelmiş ve mizahi hikâyeler yazan bir yazar olmak nasıl bir şey? Toprak Işık: Aziz Nesin de asker kökenliydi. Disiplin bence mizahı öldürmüyor. Önemli olan beyinlerin üniformalı olmaması. Emekli general bir okurum, öykülerimi çok beğendiğini coşkuyla belirtmişti. Disiplinin, yaratmak için gerekli çalışmanın yapılmasında önemli bir artı olduğunu düşünüyorum. Deli Defteri: Edebiyatın diğer türleri ile aranız nasıl? Örneğin şiir ile? Toprak Işık: Şiir konusundaki beğenim eskilerde kalmış. Hayyam’ın yüzlerce yıl önce yazdığı bir dörtlük içimde bir yerlere dokunuyor ama yaşayan bir çok şairin dizeleri bende bir his uyandırmıyor. Bu yüzden daha çok eskileri okuyorum. Deli Defteri: Son olarak söylemek istediğiniz herhangi bir şey var mı? (Bu soru neredeyse her söyleşide oluyor. Ben yapmayacağım bunu diyordum ama dayanamadım zira ilginç şeyler çıkabiliyor. Yani demem o ki sorunun muhatabından afilli bir bitiriş cümlesi bekliyoruz, darılmaca gerilmece yok.) Toprak Işık: Đyi mizah ve iyi edebiyat, depresyona karşı prozac’tan daha etkilidir. yapmak istemiyorum aslında. Uzun zamandır mizah yazılarını takip etmiyorum dersem daha iyi olur. Deli Defteri: Sizin deneme yazılarınız da var. Hatta “Sıradana Övgü” adıyla bir deneme kitabınız yayınlanmıştı. Oradaki denemelerden birinde hikâye türündeki ‘patlama’dan söz ediyordunuz? Var mıydı böyle bir şey acaba, ya da hâlâ var mı? Toprak Işık: O denemeleri yazdığım dönemde edebiyat dergileriyle daha içli dışlıydım. Birçokları gibi benim gözlemim de o yöndeydi. Şimdi edebiyat dergilerini çok az takip ediyorum. Dolayısıyla öyküde patlama hâlâ söz konusu mudur bilmiyorum. Ama şundan eminim: Yayınevlerinin, editörlerin, dağıtımcıların... Hepsinin öyküye karşı ön yargıları vardı: Öykü okunmaz! Bu yüzden öykü kitapları yeterince öne çıkartılmadı. Pek çok yazar da öyküyü romana bir geçiş olarak gördü. Aslında ikisi iki farklı edebi tür. Biz önyargılarından kolay kurtulabilen bir toplum değiliz. Öykü de kırılamayan ticari önyargı nedeniyle boğulmuş olabilir. Deli Defteri: “Kız Ararken” adlı kitabınızda “asistan” adlı bir hikâye var, bu hikâyede biraz Türkiye’deki akademik dünyanın içine giriyoruz. Bir dönem ABD’de yaşadığınızı da düşünürsek Türkiye’yi bu açıdan nasıl görüyorsunuz? Toprak Işık: Daha çok karımın ve arkadaşlarımın yaşadıklarından yola çıkarak yazdım o öyküyü. Yine yakınlarımın tecrübelerine dayanarak Amerika’da durumun bizdeki kadar kötü olmadığını tahmin ediyorum. Bu sadece akademik ortam için değil edebiyat için de böyle bence. Genel olarak bu ülkede okumuşların, yaptıkları işlere karşı okumamışlardan daha saygısız ve işin gereği açısından düşününce daha cahil oldukları kanısındayım. “rüyamda harvey keitel’i gördüm. gazi üniversitesi dişçilik fakültesinden yeni mezun olmuş birine porselen diş yaptırıyordu. onu gören steve buscemi de ‘kredi kartına taksit yapıyorlar mı?’ diye soruyordu. harvey ‘peşinde acayip indirim var ama…’ derken uyandım. hayri vaka 6 çorapçı kardeşler sabriye kerebiç krem rengi çorabım yok diyordun. e yaz geldi krem pantolonun altına öle siyah giyilmez. cumaya filan da gidiyorsun. ayıp olur. kardeşine de balon aldım. kapının önünde dağıtıyorlardı. zor oldu ama. evladım, dedim ben de balon alayım, dedim. evde oğlana götüreyim. hanfendi yetişkinlere veremiyoruz, dedi. oğlum evde hasta valla hasta olmasaydı onu da getirecektim, dedim. biz hep buradan alışveriş yapmayı düşünüyoruz, dedim. ne deseydim. neyse verdi. böyle bir elimde balon bir elimde poşetler öyle geldim. bak şu miki fareli poşetlere. bunların modası geçmedi hiç. çorap, külot filan alınca bunlara koyuyorlar. neydi şu adamın adı? dizney. haberi olsa iki paralık ettiniz mikinin şerefini, derdi. neyse canım zaten kendi poşetlerini bastıracaklarmış. telaşa gelmiş. yetişmemiş. her yer böyle çelenklerle filan doluydu. çevresi geniş demek ki. kardeşin nerde? sokakta mı? gene top oynuyor de mi? üstünü kirletsin bi hele bak ben onu n’apıyorum. neyse şu balonu koyayım odasına. sevinsin gelince. palyaço su faturaları, elektrik faturaları hepsi masanın üstünde birikmiş. çoğunu ödemiştim aslında. bu biriktirme farkında olmadan annemizden geçen bir huy bize. ya bir gün birisi sorarsa biri lazım olursa diye. kırmızı peruğumu çıkardım. faturaları da avuçlarımda iyice sıkıp çöpe attım. insan bir kâğıdı çöpe atmadan önce anlamsız bir sinirle sanki kâğıtlardan öç alıyor. o kadar sertçe buruşturmaya ya da yırtmaya gerek yok ki. at çöpe gitsin. yok. günün demlenen öfkesi burada boşalıyor. kırmızı peruğumu çıkardım demiş miydim? demişim. kırmızı peruk ve kırmızı burun. çorapçı kardeşler diye bir yerin açılışından geliyorum. balon dağıttım caddeden geçen çocuklara. iş yeri sahibi elimde kalan balonları sorunca; senin olsun, dedi. bana bahşiş veriyor haspam. bahşiş balonları eve gelirken sokakta top oynayan çocuklara verdim. maç birdenbire durdu. ellerindeki balonları nereye koyacaklarını bilemediler. sonra ağaca bağladılar hepsini devam ettiler. palyaço evine geldi. soyunan bir palyaço gördünüz mü? çoraplarını çıkarıp gayri ihtiyari koklayıp banyoya fırlatan. işte o benim. patron abi sorma çok kalabalıktı. sağol abi sağol. çiçeğini baş köşeye koydurdum. yalnız abi adını yanlış yazmışlar. evet abi kamuran yazmışlar. abi çocuğu yolladım şimdi kâğıdı baştan yazdıracak. abi ne demek lafı mı olur. gönlüm razı olmaz öyle kamuran olmasına. adının ne olduğu belli abi sen koskoca kamran çivioğlusun. senin adın marka abi. orada öyle durması dükkânın bereketini arttırır. sağol abi sağol, balonlar çok güzel oldu. kapış kapış gitti abi. allah razı olsun abi. kadın çorapçı kardeşler. sadece çorap değil, havlu, çamaşır filan da var. içerisi çok kalabalıktı. ilk açılış ya. bir sürü sepet hazırlamışlar. ilk gün diye 1 milyona 2 milyona çoraplar vardı. öle kalitesiz de değil ha. aldım birkaç tane işte. sana da aldım. 7 memduh tulumbacı hayri vaka kadınlar doldurdu burayı abi. gayet iyi bir ilk gün oldu. kuru pastalar daha ilk yarım saatte bitti. zaten bayatmış galiba. gerçi şikayet olmadı abi. şükür abi. ben diyorum ki yarın filan da devam etsek balon dağıtmaya abi. reklam oluyor. heryerde adımız geziyor. sayende abi. tabi, tabi. sana ithal çiftlerden ayırdım. mevsimlik abi. ayıptır söylemesi yengeye de lazımsa hemen göndereyim. peki abi. afedersin düşünemedim abi. palyaço getirdim abi. valla. tiyatrocuymuş galiba. yarın da çağırırım belki. çok istedi abi birkaç balon da ona verdim. yok abi vermedim, yarın gel şimdi hesap karışık dedim. yarın da belki lazım olur. aman abi işte kuru pasta filan yedirdim. çorap filan veririm olmazsa. parayı kim kaybetmiş de biz bulalım. bunlar zaten zengin çocuğu abi. yüz vermiycen bunlara. tabi abi ne sandın beni. senin talebeniz abi. hürmetler abi. yengeye selamlar abi ellerinden öperim. yok abi senin ellerinden öperim. saygılar abi, saygılar. itfaiyeci olmak sandığınız kadar kolay değil, üstelik sürekli kırmızı giymek zorundaysanız. adım memduh tulumbacı. yirmi iki yıllık itfaiye memuruyum. yangın benim ikinci adresim, her akşam bir yangın olur biz yangına gideriz, söndürür geliriz, o ayrı. ama yangından başka her türlü garip şeyle karşılaştım. özellikle küçük bir şehirde yaşıyorsanız o yerin polisi, jandarması hatta doktoru bile olabiliyorsunuz. televizyonlarda izlersiniz ya itfaiyeciler ağaçtaki kedileri filan kurtarırlar, bakın mesela bu kedi işi bizim zahmetli ve sık yaptığımız işlerden. kedi ağaca çıkar inemez alo itfaiye, damat kaynanasını yakmaya kalkar alo itfaiye, çocuk mamasını yemez alo itfaiye, “bizim tüp gaz mı kaçırıyor acaba?” hadi bakalım alo itfaiye. dahası; “şu an kavedeyim, müjdat var, sabri abi var. okeye dönüyorum beyim, dönsem mi dönmesem mi?” diye arayan bile çıkıyor. ekmek kuran çarpsın ki. gülmeyin, inan olsun yaşıyoruz biz bunları. kimseye anlatamıyoruz da. itfaiyeci sıkıntılı bir adamdır. başka yangınları söndürürken içindeki yangın gittikçe büyür. alevlerin, dumanların ve kedi miyavlamalarının arasında yapayalnız bir adamdır itfaiyeci. işte bu nedenle ben de yazmaya karar verdim. hiçbir şey yapamazsam fotokopiyle çoğaltır balkondan atarım. vatandaş okumazsa çöpçüler okur. şimdi yukarıdaki satırları okuyanların aklı mamasını yemeyen çocukta kaldıysa anlatayım. dediğim gibi, küçük bir şehirde yaşıyorum ben. o küçük şehrin küçük belediyesinde küçük bir itfaiye binasında bekleme uzmanlığı yapıyorum çocuk anne biliyorum kızacaksın, pantolonum biraz tozlandı. anne çelme taktılar ben ne yapayım! düştüm. seri çalımlarla ilerliyordum. silkeledim ama gene biraz kaldı. bak anne ne getirdim. Đnanmayacaksın ama oynarken bir palyaço bize balon verdi. üstünde çorapçı bir şey yazıyor. ne alakası varsa… “ünlü dediğimiz, herkes tarafından tanınmak için ömür boyu çalıştıktan sonra tanınmamak için güneş gözlüğü takan kişidir.” fred allen 8 kapatacaktım ki avazı çıktığı kadar ağlamaya başladı koca kadın. arkadaşlar kaş göz yapıyor ne oldu diye. alıcıyı elimle kapatıp söyledim durumu. “abi git be sevaptır” dediler. “manyak mısınız oğlum” diye çıkıştım, “bugün mama yedirmeye çağıran yarın bebeğin bokunu temizlemeye de çağırır. olmaz” dedim. kapattım. kadın gene aradı. bir feryat bir figan. la havle vela kuvvete… — kocanız yok mu bayan? — çalışıyor, uzakta. gece geliyor. — komşunuzu çağırın oyuncak moyuncak birşeyler sallayın ne biliyim. bunları da ben mi öğreticem. — yaptık hepsini abi, itfaiyeci lazım. — anladım bayan çok fantastik bir insansınız ama itfaiyecinin görevi mama yedirmek değildir, dadılık değildir. — ben yedireceğim abi zaten. siz kafanıza o şapkayı takıp gelin. kıyafetiniz filan… — hey allahım. — lütfen… burada öyle bir lütfen dedi ki bir kedi yavrusu dile geldi sandım. neyse giydik üniformamızı gittik. yanıma da bir arkadaş aldım. kâmil en kel ve en göbeklimiz. nedense görüntüsü insanlara güven veriyor. küçük yer ne de olsa, laf olur filan diye korktum. şahit olsun istedim. evde bir çığlık bir karmaşa. çocuk bütün mutfağın duvarlarını mamayla süslemiş. kusmuş mu artık ne yaptı bilmiyorum. çok sevindi kadıncağız. gözleri şişmiş ağlamaktan. “çocuğum ölecek açlıktan. açlığını bilmiyor galiba” dedi. “doktora gösterseydiniz” derken çocuğa yaklaştım. birdenbire sustu çocuk. annesi genellikle. bilirsiniz itfaiyeci bekler. beklerken de düşünür. zaman zaman çağrı gelir, atlar aracına olay mahalline gider. işi bitirip geri döner, başlar düşünmeye kaldığı yerden. aylardan ekim miydi neydi… geçen sene… yok hayır ondan önceki sene. odamızda oturmuş bekliyorduk, kimisi sohbet ediyor, kimisi bulmaca çözüyor. zaten topu topu altı kişiyiz. tele-fon acı acı çaldı. ama inanın bana o an bir çocuğun acı acı ağlaması gibi çaldı. me-ğer doğru hissetmişim. bir kadın, genç bir kadın. telefona bakan arkadaş önce şaşırdı, “hanfendi yanlış yeri aradınız, biz değiliz, bilemem kimi arayacağınızı, benim sorunum değil” filan diyordu. anladık ki zırt pırt gelen abuk telefonlardan biri. ama bir süre sonra bir ağlama sesi duyuldu telefondan, buna kadının ağlama sesi de eklendi. telefona bakan arkadaş dediğim de bizim veysel, bana uzattı. “al abi sen konuş” dedi. “alo” dedim, bir kadın ağlıyor. “durun” dedim “ağlamayın. nedir?” yok, kadın susmuyor, konuşamıyor da, ağlıyor sürekli. bir de arkadan bebek zırlaması geliyor. içim parçalandı. “bayan sakin olun, nedir?” dedim birkaç kere. neden sonra hıçkırıklarla dolu birkaç şey döküldü ağzından: bebeği on altı aylıkmış. mama yemiyormuş. kadın çok zayıf olduğundan sütü de kesilmiş. aksi gibi çocuk aç olduğu için ağlayıp duruyormuş. sabahtan beri uğraşıyor-muş bir lokma bile yedirememiş. “sizin kıyafetler filan komik ya, (komik mi?) çocuğun hoşuna gider. gelseniz bi beş dakka yardımcı olsanız, belki o zaman yer bi şeyler” diyordu. “bayan” dedim “biz palyaço muyuz? hiç olur mu öyle şey?” 9 ğüm yerden “bir dahaki sefere mehmet ali erbil’i çağırın, yaşlandım artık, ben de belediyeye söyleyeyim teşkilata bir animatör ile bir aslan terbiyecisi alsınlar, böyle devam edemez” diye mırıldandım. kadın ne dese beğenirsiniz? mehmet ali erbil’in gözlüklerinden korkarmış çocuk, üstelik ateşi teninde hissetmiş insanlar bu dünyada özel insanlarmış. lafa bak. peh! onu bir mama oturağına oturtmuş. üstü başı süt ve karbonhidratla zenginleştirilmiş sanki. kocaman gözleriyle beni izlemeye başladı. şapkama bakıyordu. ağzını da açtı bir karış. ben gülümsüyorum çocukta tık yok. tepkisiz beni izliyor. baktım annesi öyle aval aval bakarken kaşığı ağzına sokuverdi çocuğun. “bayan ne yapıyorsunuz, öyle olur mu” demeye kalmadan çocuk bütün ağzındakileri püskürttü yüzüme. evet, ne amanvermez yangınların içinden çıkan ben sütlü bisküvi ile mat olmuştum. kâmil ile kadın başladılar gülmeye. “ne gülüyorsunuz ayı mı oynuyor?” dedim. hemen bir bez verdi kadın bana yüzümü sildim. “işe yaramadı” dedim kadına “hadi biz gidiyoruz.” “olmaaaz” dedi önümüze geçti. inatçı biri. “bir daha deneyelim.” neyse başladık bir işe, madem sıvadık paçaları geçeceğiz dereyi. şapkamı ters çevirdim. benim çocuklara küçükken yaptığım gibi gözlerimi şaşılaştırarak komiklikler yapmaya giriştim. güldürmeyi başardım bebeği. gülerken de ağzını açınca annesi dayıyordu kaşığı. bu durum bence benim halimden daha komikti ama işime konsantre olmaya çalıştım. böyle böyle sekiz-on lokma yutturmayı başardık. kâmil, bir yere oturmuş kahkahalar atıyordu. öyle çok eğleniyordu ki göbeği lunaparka gitmişti sanki. sarsıntıdan göbeği ile bünyesi arasında bir bağımsızlık savaşı yaşanıyor zannederdiniz. kadın, bir yandan dualar ediyor diğer yandan çocuğun midesini seferberlik günlerine hazırlıyordu. koca bir tabağı bitirdiğinde herkes gülmekten, yoğun süt, bisküvi ve bebek kusmuğu kokusundan yorgun düşmüştü. oturduğu yerde uyuyakaldı çocuk. kadın bize birer kahve yaptı. ne kadar sevaba girdiğimizden, çocuk büyüyünce ona bizi anlatacağından filan bahsetti sürekli. çöktü- *** dedem tatlıcıymış. özellikle tulumba tatlısı konusunda bir duayen olduğunu söylerler. şehrimizde her türlü cemiyete, mevlüte, kutlamaya dedemin tatlıları, tulumbaları gidermiş. çok mal mülk edinmiş zamanında. sadece tatlıcılıkla şehrin en çok vergi veren kişilerinden biriymiş. bazı büyükler, bunu dükkânının duvarına ‘peşin satan-veresiye satan’ konulu tabelayı türkiye’de ilk asan kişi olduğu için o kadar zengin olabildiğini iddia etse de ben meseleyi iktisadi açıdan değil sanatsal açıdan değerlendirmeyi daha uygun buluyorum. öyle güzel tulumba tatlısı yaparmış ki hekimler parmaklara pansuman yapmaktan bıkarmış. ama sonra nasıl olduysa çıkan bir yangında hem dükkânı hem de yanındaki büyük evi yanmış. baklavacıların işi olabilir diyenler olmuş ama bir kanıt bulunamamış. dedem bundan çok etkilenmiş, kahretmiş kendini. kalan malları da satıp savmış. o büyük zenginlikten ve şöhretten geriye hiçbirşey kalmamış. sonra yataklara düşmüş. ben yedi yaşında filandım. kiralayarak yerleştikleri küçük bir evde üzüntüden öldü dedem. hep hasta bir adam olarak hatırlıyorum onu. soyadım da sonu acı biten bu tatlıdan geliyor işte. 10 ğırsın “hanım abla geberecen burada ne evi” diye ikna etmeye çalış olmadı ağzını bantla, yüklen dışarı çık şeklinde geçer bizim yazlarımız. genellikle izinlerimizi bahar aylarında alırız bu yüzden. en son ağustosta denize girdiğimde herhalde otuz yaşlarında filandım. efendim, sözü uzatmadan size yanılmıyorsam dört sene önceki bir kedi operasyonumuzu anlatayım. havalar iyice ısınmıştı. tabi kedileri bilirsiniz mart ayında bol bol mesai yapmışlar, ortalık yeni nesil kedilerden geçilmiyor. hangi kovuğa baksanız hangi kutuyu açsanız bir avuç kedi yavrusuyla karşılaşıyorsunuz. işte böyle kedi yavrularının şehirde referandum yaparak özerkliklerini ilan edebilecek çoğunluğa sahip oldukları bir dönem telefon miyav miyav çaldı. sanırsınız kedi cepten itfaiyeyi arıyor. açtık sesi miyavlamaktan farkı olmayan bir çocuk ağaçta mahsur kalmış bir kediyi ihbar ediyor. ama duymanız lazım: — kidi kalmış…. kidiii…. — nerde kalmış evladım? — aaaçtaaa… büyük aaaç… kidiii… iii… — evladım iiileme adresi ver, gelelim alalım kediyi. — kidi kalmış amca. gelin çabuk. kidi düşmesin. — tamam düşmez, bişey olmaz ona. nerde oturuyorsunuz? — maaalledeee… bizim maaalleye gelin. — yavrum evladım sizin mahalle neresi? — var ya işte. maaalle. büyük maaalle. yokuş var. — annen baban yok mu yanında? sen nasıl aradın bizi yahu? mahalle diyorsun kedi diyorsun, biz fbi değiliz ki şıp diye tespit edelim adresini. ver, anneni babanı ver… mesleğe başladığımda, öyle sanılabileceği gibi dedemin öcünü almak, bütün yangınlarla savaşmak gibi bir düşüncem yoktu. itfaiyeci olmam için tesadüf diyebilirim. fakattır ki işe gittiğim her sabah, nöbete kaldığım her gece dedemi, yanan tulumba tatlılarını ve ateşin sıcaklığını düşünürüm. tulumba tatlısı deyince aklıma geldi: kediler… ağaca çıkan kediler. yukarda bahsetmiştim. kediler bizim hayatımızın bir parçası. zaman zaman köpekler de. ama özellikle kediler. bazen kendi kendime sorarım, bir kedi neden ağaca çıkar? hadi çıktı diyelim, neden inmez? hadi inmedi anlarım ama neden bir kediyi ağaçta gören herkes itfaiyeyi arar? o kediye sormuş mudur inmek istiyorsun musun diye? peki ağacın hislerinin farkında mıdır? ağaçta görülen bütün kediler mağdur mudur? afedersiniz, fatih altaylı’dan daha seri sorular sorduğumun farkındayım. ancak birçok insan bilmez; bir itfaiyecinin sağlık karnesinde yanık merheminden çok ‘pençe darbesine bağlı üçüncü dereceden travma’ için ağrı kesici ilaçlar yazılıdır. bunların çoğu da oturduğu daldan memnun bir kedinin mahalle baskısının etkisiyle bir itfaiyeci tarafından zorla aşağı indirilmesi faaliyetinin bir sonucudur. ha, ağaçta miyavlama suretiyle “indirin beni a dostlar, gülüme varayım” diye feryat eden kediler de yok değil. ama bu hikâyeyi okuyanların her iki gerçeğin de farkında olmasını istedim. yaz mevsimi, kediler ve ağaçlar sezonudur. aslında yaz mevsimi aynı zamanda yangın sezonudur. yani; kediyi kurtar, yangına koş, kediyi indir, ateşi söndür, kedi kaçıyor kuyruğundan yakala, üçüncü katta bir babaanne kalmış dumanlar arasına dal kadını götürmek iste, kadın “evimden ayıramazsınız” diye ba11 doğurmak için bir ağaç tepesini seçmiş bu kediyi gördüğüm an, hikmetinden sual olunmaz rabbimin ne hayvancağızlar yarattığına ve onlara ne tür akıllar paylaştırdığına hayretle bir daha şaştım. şaşkınlığımdaki hayretim, bir kedi üzerinden kendi hayatımın gözlerimin önünden bir daktilo şeridi gibi geçmesine neden oldu. bir daktilo şeridinin bana alın yazısını çağrıştırdığını da hesaba katarak, kader ve akıl üzerine 3-4 saniye içinde ne tür felsefi doktora tezleri yazdığımı varın siz tahayyül edin. ama siz tahayyül etmeden önce şunu söylemeliyim, elbette bütün bu sakin düşünceleri kafamdan geçirmeden önce şu en basit savı sallamıştım dudaklarımın arasından: a-ha güdükzekalı bir kedi! veysel’i operasyonun kara kuvvetleri komutanı olarak atadım. bense hava kuvvetleri olarak ağaca tırmanacaktım. araçta bulunan brandayı alıp vatandaşlardan veysel’le beraber güzelce tutmalarını istedim. ağacın arka tarafına doğru ciddi bir boşluk vardı. onu da böylece kapatmış olduk. çingene çadırımız şimdi daha bir şenlikli olmuştu. iyi kötü bir güvenlik sağlamıştık. yavrulardan birinin ya da birkaçının aşağı düşmesi halinde düşerken bazı dallara çarpıp yaralanabilecekse de aşağıda bekleyen çarşaflar ve brandalar sayesinde ölümden kurtulacaklardı. hayatlarının ilk gününde beş metre yükseklikten bir çarşafın üzerine düşmenin bangicampingsel heyecanını yaşamaları da ne kadar sıradışı kediler olacaklarının habercisiydi. etrafta toplanan çocuklar da bir yandan heyecanlı çığlıklar atıyor, bir yandan nedense el çırpıyorlardı. oldukları yerde zıplayanları gördükçe onları hayal kırıklığına uğratmamam gerektiğine karar verdim. çünkü bir çocuğun böyle kötü bir hatıraya sahip olması ken- — hangisini? —dalga geçiyor bir de, ver birisini işte. adres bilen birisini. bu yorucu konuşmadan sonra ablası geldi telefona da öğrendik adresi, küçük kamyonu alıp veysel ile birlikte yola çıktık. vardığımızda hakikaten büyük bir çınar ağacının altında toplanmış küçük bir kalabalık gördük. araçtan inip ağacın yanına geldiğimde hayatımda daha önce hiç görmediğim bir şey gördüm. kedinin biri, üç dalın birleştiği ve kendisinin rahatça uzanmasına olanak verdiği bir yerde doğurmuş. ortaya çıkan dört yavru da annelerinin kedi babalarının çınar olduğu düşüncesi içinde gözleri kapalı vaziyette dalın üstünde miyavlayıp duruyorlar. mahalleli yavrulardan biri her an düşebilir diye, birkaç tane çarşafı çengelli iğnelerle tutturup ağacın altına germişler. çarşaflar farklı farklı renklerde olduğundan çınar ağacının altında bir çingene çadırı kurulmuş gibi görünüyordu. çarşafı germeyi akıl etmişler ama kimse biz gelmeden ağaca çıkıp kedileri indirmeyi göze alamamış. anne kedinin gözlerine baktığımda o duyduğu korkuyu hissettim. zor geçen bir doğumun ardından kimse ona lohusa şerbeti ikram etmediği gibi bir ağacın üstünde yaşam savaşı veren yavrularının hangi birini kontrol edeceğini şaşırmıştı. etrafına topladığı kediciklerden biri kıpırdanacak olsa dişleriyle çekiştiriyordu. doğrusunu isterseniz birisi şerbet içirmek istese bile kediye ulaşmak mümkün değildi. kimse akşam evde “kediye şerbet içirecektim ağaçtan düştüm” minvalinde bir konuşma geçmesini istemezdi. kedi mi? şerbet mi? ağaç mı? kedi şerbet içer mi? hadi o kedi ayyaşın biridir, içiyor diyelim, peki sen manyak mısın ne işin var ağaçta elinde tepsiyle? gibi sorulara muhatap olmayı göze alamazdı. 12 üstünde. hemen bir kadın aldı eline. “yaşıyor” dedi. ikinci derin nefesi aldık. alanları dar olduğu için anne kedi bir yere kaçamıyordu. yavrular zaten görmüyordu bile önlerini. elimde kalın bir eldiven vardı. yavrulardan birine elimi attım. anne kedi deli gibi tırmaladı, yetmedi ısırmaya çalıştı eldiveni. ama başarmıştım. yavruyu üniformamın geniş cebine attım. yanık kokulu ve kirli eldivenin tadını almış olmaktan pek memnun olmayan anne kedi kalan son yavru için savaşmaktan vazgeçmeyecekti. tabi bu arada miyavlama, ağlayan insan sesine benzer cıyaklama ve tıslama sesi nizami desibeli aşmıştı. anne kedi birdenbire kalan tek yavruyu ensesinden dişlerinin arasına alıp yandaki dala geçti. yavruyu ağzından bırakacak yer bile yoktu orada. ağzında yavrusu dururken bana öyle bir bakışı vardı ki “dua et ağzımda lokma var yoksa ben ne küfürler biliyorum” diyordu sanki. onlara ulaşmak için iyice uzanmak zorunda kaldım olmadı. yetişemiyordum. ayağımı en son basamağın üzerine atarak diğer ayağımı da kalın dallardan birine uzatarak denedim. tam bu sırada birden gözüm karardı. ayağımın altının kaydığını hissettim. dünya dönüş hızını on katına çıkartmıştı sanki. kadınların ve çocukların çığlık attığını duydum. nedense gözlerimi yummuşum. açtığımda kendimi tek kolumla merdivenin kenarına tutunmuş sallanıyor buldum. bir-iki çocuk ağlamaya başladı. uzaktan bir çınar ağacında sallanan büyük bir kırmızı biber gibi göründüğüme eminim. böyle şeylere alışık olsam da bir an kendi can derdime düştüğümü, kedilerin aklımdan çıktığını fark ettim. cebimdeki yavruyu dimi ömrüm boyunca suçlu hissetmeme sebep olurdu. aracın merdivenini kontrol eden mekanizmayı çalıştırdım. yükselmeye başladı. dalların arasından zeka problemi olduğu düşüncesini aklımdan çıkaramadığım kedinin ve minik kaplanların yanına yaklaştım. tam bu sırada yavrulardan bir tanesi kadınların çığlıkları arasında çarşafın üstüne düştü. iki kere zıpladı ve hareketsiz kaldı. birden büyük bir sessizlik oldu. ilk birkaç saniye kimse yavru kediye yaklaşamadı, neden sonra küçük bir çocuk uzandı yavru kediye. eline aldı. “esniyor bu” diye bağırdığında küçük bir kahkaha fırtınası koptu. Đçimiz rahatladı. geriye kurtarılması gereken üç yavru ve bir akıl hastası kalmıştı. elimi uzatacak kadar yakınlaşınca merdivenin yükselmesini durdurdum. konuşmaya başladım onlarla: “merhaba, memduh amcanız geldi, şimdi sizi kurtaracağım, zorluk çıkarmayın. hey sen nereye gittiğini sanıyorsun? Yürümeyi bile bilmiyorsun.” normal olarak anne kedi tıslamaya başladı. ağzını kocaman açarak ve sırtını kamburlaştırarak vaziyet aldı. “bak kedi” dedim, “kötü bir niyetim yok, sizi şehir hayatına geri kazanmayı hedefliyorum. iki tane tarzan filmi izlediniz diye ağaçlarda filan yaşamaya kalkmak hiç doğru değil.” kedi pençe atarak cevap verdi. bu arada aşağıdaki vatandaşlar bir korku filmi izliyormuşcasına gerilmişlerdi. rahat olun der gibi bir hareket yaptım aşağıya. tam bu sırada anne kedi pozisyonunu savunmaya göre ayarladığından bir an yavrularının durumunu unutmuştu. bir tane yavru daha aşağıya süzüldü. bu da üç kere zıpladı çarşafın 13 bir ay kadar sonra itfaiyeyi aradılar o mahalleden. biri erkek ikisi dişiymiş. evi kedi bakmaya müsait olan çocuklar paylaşmış yavruları. erkeğin adını memduh koymuşlar. kedilerin babası satranç şampiyonu değildir muhtemelen, o yüzden fazla birşey beklemiyorum ama dilerim annelerine çekmezler. her tarzancılık oynayan maceraperver kediye her zaman bir memduh tulumbacı yetişemez değil mi? hatırladım. ona zarar vermeden kurtulmalıydım. bir gayretle boşta kalan kolumu dallardan birine attım. ayaklarımdan biriyle de merdivene uzanmaya çalışıyordum. ayağım merdivene ulaşınca iki büklüm halimle ne kadar komik göründüğümü hayal bile etmek istemiyordum. tek bir harekette daldaki kolumu merdivene attım. aşağıdan “oh” mealinde bir sürü gürültü geldi. alkış koptu. kendimi sağlama aldığımda kediyi bıraktığım yere baktım kimse yoktu. diğer dallara, ağacın tepesine sonra üç yüz altmış derece etrafıma baktım. kedi medi görünmüyordu. aşağıya baktım gene bir şey yok. yavaş yavaş indim. cebimdeki yavruyu çocuklardan birine verdim. “anne kediyi gördünüz mü?” diye sordum. ben dengemi kaybedip düşeyazdığımda ağzındaki yavrusuyla ağaçtan inivermiş, kıçına motor takmış gibi hızla sokağı boylayıp köşeyi dönerek ortadan kaybolmuş. veysel geldi yanıma, “geçmiş olsun abi” dedi. “zarar ziyan yok ya.” “iyiyim” dedim. “kolum biraz zorlandı o kadar. baktırırız yarın.” çocukların kucağındaki yavru kedilere yaklaştım. miyavlamıyor sanki cikcikliyorlardı. “annesi kaçtı gitti, küçük bir biberon bulup bunları beslemek lazım” dedim. “hallederiz amca” dediler. “sağolasın. hayatlarını kurtardın.” yavruları okşarken kalabalıkta insanların bacakları arasından nerdeyse elli santim boyunda bir kız çocuğu geldi yanıma. — kidilerin adı ne olsun amca? — sen miydin arayan ufaklık? — ben aradım amca, sen çok iyi amcasın. yaklaşmamı istedi. öptü yanaklarımdan. ben de onu öptüm. — adlarını siz koyun. her kurtardığım kediyi vaftiz edecek kadar çok isim dağarcığı yok bende, dedim. “imzası kişinin karakterini ele verir, bazen de ismini.” evan esar “ne ilginçtir ki modern gökbilimcilere göre uzay sonsuz değilmiş. bu, eşyalarını bıraktıkları yeri hatırlayamayan insanlar için iyi bir haber.” woody allen “balık tutmakla bütün gün bir gerizekalı gibi kıyıda dikilmek arasında ince bir çizgi vardır.” steven wright “mühim olan insanın içinin dışının bir olması. yani insanın dışında da bağırsaklar, karaciğerler filan olmalı.” cenk durmazel 14 Sizden Gelenler: alenen kıskandım. Evet şakak kılımın ve Marinetti’nin bu ilişkisine duyduğum kıskançlıkla ikinci, üçüncü makas darbelerini salladın şakaklarıma... Şakaklar... Yaşlı ve işe yaramaz biri olduğumuzu ilk ele veren ilk açık sözlü dostlarımız ilk patavatsız düşmanlarımız. “Yanlardan al üstü kalsın”daki yanlardan alınanlarımız. Şimdi parmak uçlarımdan tüm bedenime yayılan ince, sıcak bir sıvı, bir cinayet pişmanlığı salmıştı bedenime. Bu pişmanlık bedenime dar geliyordu, az önce işlediğim cinayetin kanıtı yerlerde, tanığı aynada ve cinayet aleti elimdeydi. Gayriihtiyarî fırlattım makası elimden yere ve o an işte tam o an henüz bir yaşına bile basmamış gayri ihtiyar kedim Porsuk’un cansız bedeni bir un çuvalı gibi devrildi yere, bir un çuvalı gibi ağır, bir un çuvalı gibi kontrolsüz, bir un çuvalı gibi cansız... Allah kahretsindi. Korku ve endişeyle fırlattığım makas kedim Porsuk’un gözüne şiklenmişti. Ve anladım ki şiklenmek bir kedinin gözüne bir makas şiklenince şiklenmektir. Allahım bir anda seri cinayetlere imza atan bir katile dönmüştüm. Ne işi vardı o kediciğin orada, ben neden öyle saçma bir hareket yaparak en sevdiğim dostumun ölümüne neden olmuştum. Neler oluyordu bana? Ne yapmam gerekiyordu? Cesedi yok edip ortalığı mı toparlamalıyım diye düşündüm hiçbir şey olmamış gibi yaşamıma devam edebilirim diye geçirdim içimden. Ne de olsa Fenerbahçe de Đnter’e geçirmişti ve Đnter hiçbir şey olmamış gibi Seria A’ya devam etmişti. Porsuk’un üç puan kaybettiğini varsayarak ve diğer canlarını hoyratça kullanmadığını ümit ederek yaşamıma devam edebi- Şakaklar, Porsuk ve Berber Mümin Yunus Emre Gümüş Her şey gece başladı. Yatmak üzereydim oysa dişlerimi bile fırçalamıştım. Ortaokuldan kalma bir alışkanlıkla yatmadan önce aynaya baktım ve o ilk hamleyi yapmama neden olacak o melun kılı gördüm. Aslında oldukça kişilikli bir duruşu vardı. Diğer arkadaşları tarağın mezalimine boyun eğip hepsi bir yöne uzanmışken, o aykırı bir duruş sergilemiş ve ayağa dikilmişti. Bir isyandı bu ve önü alınmazsa büyük bir devrime yol açabilirdi. Aslında erken yorulmuş bir demokratın şakaklarındaki bu isyan başlangıcı bir teokratın sakalındaki ilahi birliktelikten çok daha anlamlıydı. Ve fakat o an yüreğime oğlunun okuduğu “kapital”den kıllanan 68 kuşağından bir babanın tedirginliği düştü ki tedirginlik genç bir yüreğe düştüğünde beton etkisi yapar, bilirim. Bugün anlayışla karşılanan isyankâr bir kıl, yeryüzüne çıkmayı reddeden protestocu bir kıl döngüsüne gebedir, bilirim. Onun bu onurlu direnişine hak vermiyor değildim hatta gizliden bir hayranlık bile duyuyor olabilirdim. Ama bu yalnızca birkaç dakika kazandırabildi ona. Đlk makas darbesini fütursuzca salladığım an fütürizmin kurucusu öncüsü ve şefi Đtalyan şair, romancı, oyun yazarı ve yayın yönetmeni Filippo Tommaso Marinetti’yi andım. Çünkü Marinetti’ye göre şiirde temel öğeler cesaret cüret ve isyandır. Bir isyan şiiri gibi dikilmiş karşımda duran şakak kılımın Marinetti’yi biliyor olmasına şaştım ve onu gizliden gizliye değil 15 lirdim. Ettim. Porsuğun cansız bedenini siyah bir naylon poşete koyarken kendi kendime “Sahip olduğun canlarını daha akıllıca kullanmalıydın dostum. Biz insanlar nasıl da kıymetini biliriz ömrümüzün. Sıhh belki de bir tane canımız olduğunu bildiğimiz içindir tüm bu kadirşinas hallerimiz” diye mırıldandım. O sırada poşetten gelen mırıldamalara kulak verdim aman Allahım olabilir miydi? Yoksa... Evet, olabilmişti, porsuk ölebilmemişti. Ya da ölmüştü de önceki canlarını düşündüğüm kadar hoyrat kullanmamıştı. Her ne olduysa olmuştu işte. Porsuk dizlerimin dibinde ağzını bağladığım poşetin içinde hareket ediyordu. Evet hareket ediyordu, ölmemişti. Ulan tabi ya poşetin ağzını açamıyordu mamafih çoluk çocuk kurcalamasın diye sıkıcana düğüm atığım için ben de açamıyordum düğümü. Poşetin içindeki Porsuğun hareketleri ağırlaşıyor, mırıldanmaları hırlamaya dönüşüyordu. Bir süre sonra iyice hareketsiz kaldı dişlerimle altıncı düğümü açarken sadece kesik kesik gelen hırıltılarını duyuyordum. Düğümleri açmayı başardığımda Porsuk çoktan ebedi istirahatına çekilmişti. Şimdi bir taş kütlesi kadar ağır bir ağırlık kütlesi kadar taştı. Bir anda cama zuhur eden yağmur damlaları gibi gözyaşlarının yürüdüğü gözlerime ampulün ışığı yansıdığında, Porsuğun ruhunun “Ghost” taki Patrick Swayze’ın mahşere yükselişi gibi törensel bir ayrılığı yeğlediğini düşündüm. Tüm bunları tedirgin ve ürkek gözlerle izlerken ışığı yansıtanın Porsuğun gözündeki makas olduğunu fark ettim. Az önce kazayla ölüme sebebiyet veren makası, Porsuğun gözünde unuttuğumu fark ettim. Makası şiklendiği yerden aldım tişörtüme silerek temizledim ve eski yerine kaldırdım. Allahtan Porsuk tekrar canlanmıştı da makası kurtarmıştık. Gerçi Porsuk tekrar vefat etmişti ama cillop gibi makastı ve neden bir kedinin gözünde defnedilsindi. Porsuğun mezarı olan poşeti arka bahçenin duvarından salladıktan sonra tekrar banyoya döndüm ve aynada o korkunç manzarayla karşılaştım. Đsyankâr kıla canhıraş saldırırken kafamı tavus kuşuna çevirmiştim. Bitmek bilmeyen bir kâbusun içinde gibiydim. Đçindeymişim, tavusmuşum kuşmuşum. Yarın okulun ilk günüydü, saat gece yarısını geçiyordu ve ben omuzlarımın üzerinde bir maymun poposu taşıyordum. Bu depresyon için bulunmaz bir fırsattı. Parmak arası terliklerimi ayağıma geçirerek kendimi şuursuzca sokağa attım. Burası büyük bir şehirdi ve mutlaka bir berber bir berbere ya da en azından bir berber kendi kendine dükkânını açık tutması konusunda bir öneride bulunmuş olabilirdi. Bu berberlerin hepsini evde bekleyen birileri yoktu ya. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve ben ayağımda çıpıdak çıpıdak parmak arası terliklerimle berber arıyordum. Kepenkleri kapalı onlarca berberi geride bıraktıktan sonra insanoğlunun görme sınırını zorlayacak kadar uzakta demir bir askıya asılmış havluları gördüğümde kaybolan eşeğini bulmuş gariban bir köylü gibi sevindim. Bu benzetmeyi bir berberin duyması ve beni fena halde benzetmesi düşüncesi tüylerimin ürpermesine neden oldu, şakaklarımdaki ürperememe hissiyatı ise beni acılara gark etti. Berberin kapısına vardığımda heyecanım doruk noktadaydı. Nasıl girmeliydim içeriye, söze nasıl başlamalıydım, kendimi traş ederken bu hale getirdiğimi söyleyemezdim elbet. Bu ona sonsuz bir güven duygusu aşılardı ve ben zaten bir sıfır yenikken, ona böyle bir kontratak şansı tanıyamazdım. Başka bir berberin üzerine atabilirdim suçu, yok hayır, bu inandırıcı olmazdı, en azından bu saatte. 16 çok kızmış ve çok kızdığında çok tehlikeli biri olabilirmiş gibi kafamı önce yavaşça sola çevirdim bir süre yukarıya bakarak sanki psikopat bir caniymiş de kavgaya falan tövbeliymiş gibi sağ elimi kaldırırken duyacakları şekilde “ya sabır... Ulen şimdi...” diyerek oradan hızla uzaklaştım. Köşeye varmak üzereydim ki gizil bir mağaradaki perilerin ayak seslerini andıran o sihirli “hişt... hişt” seslerini duydum. Korkuyla kendi etrafımda dönerken bir taraftan da “Kim lan o, kimsin lan? Bak berber sensen valla bozacağım bak tövbemi” diye yüksek sesle bağırarak, olası bir dayak olayından yırtmak için çevreden birinin dikkatini çekerim umuduyla âcizane bir hamlede bulundum. “Sessiz ol” dedi ses “ve beni dinle” Kafamı itaatkâr bir ifadeyle hızlı hızlı indirip kaldırırken, dişlerimle dudaklarımı ısırıyordum. Bu bilinmez sese karşı koyamıyor, gizil bir gücün boyunduruğu altına girdiğimi hissediyordum. “Ben berber Mümin, bana güvenebilirsin. Belki de yanlızca bana güvenebilirsin.” Sesin geldiği yere doğru ilerlerken içimde bir Đndiana Jones belirdi. Hey gidi Dr Jones diyerek hem komik hem enerjik bu bilim insanını andıktan sonra “He is back” diye geçirdim içimden. Sonra ağzımla fragman taklidi yapmaya yeltendiysem de bunun hiç de yeri olmadığını düşündüm. “Mümin abi!” diye seslendim karanlığa, sanki onu yıllardır tanıyormuşum gibi. “Dükkânım az ileride sabah erkenden gelirsen seni kendi ellerimle tıraş ederim, şimdi gitmeliyim hoşçakal.” “Dur gitme” demeye fırsat kalmadan karanlıkta kayboldu Mümin. Allahım nasıl bir gizemdi bu peşine düştüğüm. Koşar adımlarla eve döndüm ve sabah olmasını iple çektim. Onunla göz göze geldiğimizde koltukta oturan adamın sivilcesini sıkıyordu, anlamsız birkaç ses çıkarttıktan sonra boğazımı temizleyerek “Mer mer merhaba, abi” diyebilmiştim sadece. Abi mi? En az benden beş yaş küçüktü ve ben ona abi diyerek suçluluk duygumu bastırmaya, ona güven pompalayarak ezikliğimi sevecenlikle karşılamasını ümit etmiştim. Durumu lehime çevirmek için sanki bu benim konuşma tarzımmış gibi davranarak gayriihtiyarî benden gayrı ihtiyar olan berbere “Abi ya buralarda kemal abinin abisinin bir tatlıcısı vardı n’oldu o abi?” gibi saçma bir doğaçlama yaptım. “Ne tatlısı, ne Kemal’i kardeşim kime baktın sen?” diyerek bana doğru bir iki adım attı gayri terbiyeli berber. Đlkel bir savaş aleti gibi görünen makasın ve kıllanan bir berberin ne kadar tehlikeli olabileceğini Porsuk örneğinde yaşayan ben, birkaç adım geriledim, tabi gayriihtiyarî... “Ya neyse, s.ktiret sen Kemal’i” diyerek sanki Kemal mevzusunu o açmış gibi “Hacı bundan sonra beni alsana” dedim. “Bu” bana tuhaf tuhaf bakarak bir mengene gibi sıktığı dişlerinin arasından tıslayarak “Bu bana mı bu diyor” dedi. Allahım, her geçen saniye yeni düşmanlar kazanıyordum ve bu kazanç bana hiç de kârlı görünmüyordu. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve ben, asabi bir berberle sıkılan sivilcesinin acısını çıkartacak yer arayan hayli kaslı müşterisini gereksiz yere sinirlendiriyordum. “Hayır ben isminizi bilmediğimden bu diye şey yaptım. Đşaret sıfatı manasında yani. Tabi böyle direk şey yapmadan bu deyince manasız oldu. Ben de fark ettim.” Berber tartışmaya son vermek ve dükkânının cinayet mahali olmasını engellemek için “Kardeşim çek git adamın başını belaya sokma” diyerek beni iteklemek suretiyle dışarıya çıkarttı. Sanki 17 “Geceler olmaz olası geceler...” diyerek bir şey hatırlamış gibi kendi yapımı beş artı birin bağlı olduğu sqny marka teybe yöneldi. Çalan Nilüfer’in geceler şarkısıydı ve sanki Nilüfer bizim muhabbeti dinliyormuş gibi Mümin’in bıraktığı yerden devam etti “Geceler yarı yar... Dört duvar efkâr.. Geceler yarı yar… Başımda sevda” Gizlediği bir şeyler var gibiydi, dün gece hiç yaşanmamış gibi geyiğe sardı ben de hiç sesimi çıkarmadım. Mümin makasla olan dansına başlarken bir taraftan da her erkek berberi gibi omzuma yaslamayı ihmal etmiyordu. Bu huzursuz havayı dağıtmak için hafta sonu maçı izlemediğim halde “Fener n’aptı abi öyle ya...”diyerek bir berberin en hassas damarından yakalamaya çalıştım Mümin’i tabi duvardaki Fenerbahçe posteriydi beni Mümin’le yakınlaştırmasını ümit ettiğim. “Şampiyonuz yine bu sene abisi. Uçarı kaçarı yok..” Mümin istediğim kıvama gelmişti. Birkaç kaçan gol pozisyonundan, ofsayttan ve yabancı transferlerden bahsettikten sonra cevabını alamadığı soru geldi aklına. “Sahi abiş sen nerelisin?” “Antepliyim abi” dedim sonu gelmez bir muhabbeti açtığımdan habersiz. “hadi ya, ben acemiliği orada yaptım”la başlayan muhabbet -ki bu tek taraflı bir sohbetti çünkü Mümin kendi sorduğu sorulara kendisi cevap veriyordu- baklavanın, çiğköfte ve ekşili köftenin yapılışlarının ne kadar zor olduğu ve emek istediğine oradan Antep’in sanayi şehri oluşu nedeniyle aldığı göçle artan suç oranına kadar uzadı. Mümin her berber Mümin’in dükkânına gittiğimde çevredeki esnafların hiçbiri henüz uyanmamışlardı. Müminse bütün müminliğiyle namazını kılmış hatta dükkânını temizliğini bile bitirmişti. Hayırlı işlerler diyerek girdim dükkândan, sanki ona has bir güzellik yapmışım gibi bu dediğimin karşılığında bir ödül bekler gibi baktım gözünün içine. Müminse “Bilader oraya basmayıver yeni sildim viledayla, daha kurumadı.” demekle yetindi. Az sonra anlayacaktım ki mümin asla bu kadar kısa bir cümleyle yetinecek bir insan değildi. Onu işleyen her öykü betimlemelerden çok diyaloga ihtiyaç duyuyordu. “Aslında var ya herkes böyle sabah erkenden açsa dükkânını kısmeti artar şerefsizim. Saç mı sakal mı?” “Doğru diyorsun abi!” “Sen beni dinlemiyorsun galiba!” “Hı hı tabi tabi haklısın” “Geç otur şuraya, basma oralara. Nasıl olsun? Nasıl yapalım saçı?” “Yok öyle seni çok yormayacağım, normal bir saça benzesin yeter.” Mümin bir şeylere kırılmış gibiydi sanki sadece işlevsel bir birkaç soğuk cümleyle karşılık verdi bana. Ama bu durum uzun sürmedi önlüğü boğarcasına boynuma bağladıktan sonra elleri saçıma değer değmez “Nerelisin bilader?” diyerek başladı sonu gelmeyecek bir berber muhabbetine. “Sen beni tanımadın galiba abi?” dememle tuhaf bir şeyler olduğunu anladım. Mümin’in yüzünün coğrafyası değişmişti birden bire. 18 Erotik Dershane Toprak Işık gibi bir müthiş bir sosyologdu. Her berber sosyolog gibi kendi sözünü kesmesiyle ünlüydü, ilginçti. Hararetle yaptığı bu sosyolojik tespitler esnasında kulağımda keskin bir acı ve bir yanma hissettim. Evet, bir berberde en korkulası şey başıma gelmişti. Mümin kafamda bir Vincent Van Gogh yorumunu tercih etmişti. Kulağımdan akan kanı şapla durdurmaya çalışan Mümin çok rahat görünüyordu öyle ki hiçbir tepki vermeden baldızının Tire’deki yazlığından bahsetmeye devam ediyordu. Onun bu rahatlı karşısında kanım çekilmiş kanama durmuş ve ben hiçbir tepki verememiştim. Mümin saç tıraşımın bittiği müjdesini verdiğinde aynada kendimi tanıyamadım. “Borcumuz ne kadar” sorusuna aldığım cevapla sararmış suratımla yola koyulduğumda saat sekizi geçiyordu ve caddedeki diğer esnaflar yeni yeni açıyorlardı dükkânlarını. Ellerim cebimde omzumun üzerinde bir heykeltıraşa özenmiş Mümin’in dışavurumcu tarzını yansıtan kafam bozuk bir şekilde hızla ilerledim. Bugün pazartesiydi ve okulun ilk günüydü. Üniversitedeki ilk günümün böyle olacağı tercih yaparken aklımdan bile geçmezdi. Yeni mezun üç bilgisayar mühendisiydik. Aynı evde kalıyorduk. Kocaman şirketlerin kocaman projelerinde görevliydik ikimiz. Birimizin gözü karaydı. Ya da belki kördü. Hiç iş aramadan ‘kendi şirketimi kuracağım’ diye tutturmuştu. — Đyi de oğlum en azından büro gerekir şirket için. Masa sandalye falan... Benim Nihat’a uyarım bu olmuştu. Arzuhalcilik yapmayacağız ki, neticede bir yazılım şirketinden bahsediyoruz. Hepimiz çalışalım, biraz para biriktirdikten sonra kayıtlı kuyutlu, ofisli telefonlu şirketimizi kurup, piyasanın dumanını attırırız. — Orası kolay abi. Đlk işten aldığımız para ile hallederiz. — Tamam da ilk işi nasıl alacağız oğlum? — Alırız abi. Üniversitenin ilk yılında tanıştığımızdan beri Nihat’ın iyimserliğine hayranım. Yurttaki odamızda bir sürü para kazanma hayalinin ardından yatma vakti geldiğinde sorardım: — Nihat oğlum, yarın sınavda ne yapacağız? — Sen benim yakınıma otur abi, hallederiz. Nihat’ın yakınına oturup canlı yayında bağlanırım kâğıdına. Sonuçlar gelir: — Lan Nihat; en düşük notu biz almışız oğlum. — Abi zaten sınavın ağırlığı ne kadardı ki; finale adam gibi çalışıp geçeriz. Final de gelir geçer üzerimizden. — Oğlum Nihat yine çöktük. — Abi bu adam ortalamaya çok yüksek veriyormuş. “misafirler balık gibidir; üç günden sonra kokmaya başlar.” benjamin franklin “zaman kavramı hakkında bildiğim tek şey aceleyle bir yere yetişmeye çalıştığımda daha hızlı akacak kadar terbiyesiz olduğudur.” adem celep 19 — Ne güzel böyle genç yaşta kurmuşsunuz kendi işinizi. Đsmimizi sordu sonra. Yine ağzımızı açamadan, Cabbar, Hüseyin, artık nasıl uygun görürse, kendisi birer isim takacak sandığımızdan mıdır nedir, salak gibi kaldık. — Ha isimleriniz nedir? — Serhat! — Ben de Bülent, dedim. Görüşme boyunca bize verdiği söz hakkı bundan azıcık fazla oldu. Yahu bir insan nasıl bu kadar çok konuşabilir? Nasıl böyle daldan dala atlayabilir? Adımızı iyi ki baştan sordu; çünkü ben kalkarken kim olduğumu hatırlayabilecek durumda değildim. Đlgili ilgisiz her şeyi anlattı. — Onun sadece ince işine ben bir siyah mersedes sattım. Şimdi adam; senin Çayyolu’ndaki villana nereden geldik? Sattığın mersedesten bize ne? O mersedesin siyah olmasının anlam ve önemi ne? Çok şükür mersedesin yenisini almış bir yıl sonra. Geçen seçimlerde milletvekili adayıymış. Bilmem nesini bilmem ne yaptığı amca oğlu yüzünden kaybetmiş. Amca oğlu memlekette parti il başkanıymış, bunu listenin en sonuna atmış. Çıkarken beynim zonkluyordu resmen. Ama hakkını da vermeli, görüşmeden memnun kaldık mı, kaldık: Çünkü işi kaptık! Üstelik parayı hiç sormadı bile. Bir evin ince işine bir siyah mersedes harcayan babayiğit, bizim yapacağımız sitenin parasından mı korkacak? Ellerimizde dershanenin tanıtım broşürleri, ertesi gün için tekrar randevulaştık. O da düşünecek, biz de düşüneceğiz, bir araya gelip sitenin ayrıntılarını konuşacağız. Malzemeyi yığdık Nihat’ın önüne. — Bize ne oğlum ortalamadan? En alttayız biz. Neyse, eski defterleri kurcalamak nafile. Sonuçta üniversiteye gömemediler bizi. Mezun olduk, iş hayatına atıldık ve ilk kez Nihat haklı çıktı. Üçüncü ortağımız Serhat bir akşam bombayı patlattı: — Sıkı durun beyler! Müjdeyi veriyorum! Bir dershane ile web tasarımı için görüşme ayarlamış. Đsmi lazım olmadığından söylemiyorum ama Türkiye’nin en büyük üç dört dershanesinden biri... Sevinmeden önce sordum: Onların hala web sayfaları yok muymuş? — Yokmuş ama sayemizde olacak, dedi Serhat mutlu bir şımarıklıkla. *** Đlk görüşmeye Serhat ve ben gittik. Nihat yetenekli bir yazılımcıdır ama müşteriyle temasta sorunlara neden olabilir. Adam, “Site üzerinden cennete bağlanılabilsin istiyorum.” dese, bizimki “Yaparız, kolay!” der. Bilgisayarın başına oturunca da, “Beyler cennet ne tarafa düşüyordu?” diye sorar. Dershane’ye girdik. Müdür Tekin Bey’in odasına gitmek üzere sekreterin peşine takıldık. — Buyurun! Buyurun gençler! Müdür Tekin Bey kısa boylu, seyrek saçlı, Ayhan Işık bıyıklı bir adam. Önce Serhat’ın elini yakalayıp hızla bir iki kez salladı, sonra da benimkini. — Oturun! Oturun! Oturduk. — Ne içersiniz? Ha ne içeriz? Tam ağzımı açtım, ‘soda’ diyecektim, — Derya bize üç çay getir, dedi. Derya kapıyı kapatıp çıktı. — Đşler nasıl? Đşler nasıl? Yine yanıt vermemizi beklemeden devam etti. 20 en bakan haliyle objektife dalmış gitmiş. Tekin Bey’in bir eli oğlunun öteki Bakan’ın omzunda. Kompozisyondaki samimiyet, müşterimizin önemini kesin biçimde kanıtladı bize. Tekin Bey’in bütün isteklerini not ettik ve Ayrancı’daki evimizin yolunu tuttuk. Bilgisayarın başına oturup onun bir istediğini iki yaptık. Sonra haftalar boyu bu düzende yaşamaya devam ettik. Evden işe, işten dershaneye, dershaneden eve bilgisayarların başına... Ama ne site oldu! Anlı şanlı üniversitelerinki öyle değildir. Sadece dershane tanıtımı değil; daha ne maskaralıklar yaptık Tekin Bey’in istekleri doğrultusunda. Nihat programcılık dehasını kullanıp harikalar yarattı. Sınavlarda aldığınız netleri girin, puanınızı görün. Kazanabileceğiniz yerlerin listesi şak diye gelsin önünüze. Tekin Bey’in isteği doğrultusunda, yeni kayıt dönemine yetişsin diye Serhat’la ben senelik izinlerimizi de alıp bu işe yatırdık. Şirketimizin kuruluşu için on günlük deniz keyfinden vazgeçmeyecek kadar ileri görüş yoksunu değildik elbette. *** — Güzel! Güzel oldu gençler! Milletimizin karşısına çıkmaya hazırız değil mi ya! Neşeli bir kahkaha attı. Biz de çok neşeliydik. — Koyalım mı artık internete Tekin Abi? Abi kardeş olmuştuk artık. — Koyun tabi yahu. Cillop gibi sayfa. Ne eksiği kaldı ki koymayacaksınız? Neşeli kahkahalarla uğurladı Tekin Abimiz bizi. Hemen o akşam sayfayı kullanıma açtık. Eşe dosta, herkese haber saldık, ziyaret edip ‘giren’ sayısını arttırsınlar diye. — Üstat bizim beyinler tükenmiş vaziyette. Dershane budur. Düşün bir şeyler, dedik. Broşürlere baktı mı bakmadı mı bilmiyorum. — Bu kolay ya, yarım saatlik iş. Beklenen yanıt. *** O yarım saatlik iş için sabaha kadar çalıştı Nihat. Mesailerimizi bitirir bitirmez Serhat’la dershaneye gittik. Müşteri sadece fikir istemişti, biz bilgisayarına girip sitenin iskeletini açtık önüne. Sayfaların üzerinden hızlı hızlı gittik. — Bravo! Bravo gençler! Siz bu işi yaparsınız! Yaparsınız! “Yaparız tabi. Yeter ki iş verilsin, fırsat tanınsın, daha neler çıkartırız ortaya biz!” diye coştum içimden. Bu görüşme ilkinden daha fazla amaca yönelik oldu. “Şuraya kadromuzu koyun, buraya tarihçemizi, oraya kurucularımızı falan...” — Dershanenin geçmiş başarıları böyle şeyli gelsin ekrana. Şeyli şeyli! Tamam dedik. O şey her neyse biz iki şeyli getiririz. Đkinci günden itibaren Tekin Bey sevimli bir adamdı gözümüzde. Hele de şu diyalogun ardından: — Tekin Bey, para meselesini de baştan konuşalım isterseniz, dedi Serhat. — Onu dert etmeyin gençler. Siz elinizden gelenin en iyisini yapın. En iyisi en pahalısıysa onu yapın. Biz mahalle arası dershanesi değiliz. Bizim Türkiye’nin her yanında şubelerimiz var. Cömertliğinin kanıtı olarak telefonu kaldırıp birer çay daha söyledi bize. Sonra birden oğlunun sünnet fotoğraflarına geçince “Bunun konumuzla ilgisi ne lan Tekin Bey!” demedik. “Đlahi Tekin Bey, ömür adamsınız vallahi!” diye düşündük. En azından ben öyle düşündüm. Fotoğrafta Bakan, oğlanı kucağına almış 21 mızın, o sayfanın bir şifresi olduğunun, onu da bizim bildiğimizin farkında değil. Açık söyleyeyim benim yapmayı düşündüğüm, sayfayı sadece silmekti. Serhat: — Oğlum, herifin bilgisayarında site yüklü. Başka enayiler bulup bizim yaptıklarımızı onlara toparlatır, dedi. Tespitin doğruluğu değil, cümle içinde geçen ‘başka enayiler’ ifadesi vurdu beni. — Şerefsiz herif! Ağzıma çok da yakışmayan küfrümün üzerine bir tane de Serhat koydu. — Sinirlenmeyin arkadaşlar. Kolayı var. Hallederiz. Kim olabilir ki bunu diyen? — Porno sitelere link atarız. Zınk diye çarpıldım! Bir an gerçekten bunu yapmışız gibi hayal edip içimin yağlarını erittim. Gerçek hayata dönünce ben de Serhat gibi, — Olmaz öyle şey, dedim. Bir süre sonra Nihat da fikrini değiştirdi. — Hatta direk kendisini o biçim site yaparız. Bir gecede hallederim. Biliyorum halledebilir. Geceler boyu biriktirip büyüttüğü müthiş bir koleksiyona sahip. Biz buna “Hiç olmaz!” dedik. O da bir daha fikir değiştirdi. Daha doğrusu onunkiler fikir değiştirmek değil, geliştirmek. — Herkese açık tanıtım günü yapmıyor mu abi bu adam haftaya? — Yapıyor, dedim. — Tamam işte, dedi. Ertesi gün de Tekin Abi’ye gösterdik site sayaçlarını. Yaptığımız ürünün nasıl da hemen ilgi çektiğini anlasın. O bunu kendisinin işletmecilik dehasıyla açıkladı. Dershaneciliği iki tane konu ezberleyip anlatmak, üç tane soru çözmek zanneden öğretmenlere ‘dangalak’ dedi. Ha bu arada Tekin Abi öğretmen değil. Açıköğretim mezunu. Bu bilgiyi Nihat’a aktardığımızda çok sevinmişti. — Abi, o diplomayla herif siyah mersedeslerde geziyorsa bizim kesin özel uçağımız olur. Ben Nihat gibi düşünmedim. Şirketin parasını sefahat için çarçur etmek doğru değil. Yine de hevesi kırılmasın diye aksini söylemedim. Ve nihayet sıra geldi paraya: Tıkır tıkır giden iş orada takıldı kaldı. Tekin Abi’ye hesabı çıkarttık verdik. Üç ay, üç mühendisin çalışması karşılığında istediğimiz para 1000 dolardı. Adam başı asgari ücret kadar düşüyor yani. Biz de farkındaydık az olduğunun ama siftah yapıyoruz diye düşündük. Hem bir de diğer dershanelerden iş almak için bu bir başlangıç olacaktı. Đşte Tekin Abi de tam bu noktaya parmak bastı. Dershaneciler arasında onları tanımayan yokmuş. Herkesin gözü üzerindeymiş. Bu sayfayı hepsi görecekmiş. Aynından isteyeceklermiş. Devam etmek istemiyorum; çünkü hatırlayınca sinirlerim bozuluyor. Sonuçta adam bizim parayı vermedi. Üç ay bizi eşek gibi çalıştırdıktan sonra kestiği fatura yazdığı bedeli şu: Bu iş zaten sizin de reklamınız sayılır. Bu arada adam o kadar teknolojiden bihaber ki, sayfanın adresini bizim aldığı22 Ve sonunda mesaj geldi: “Vurun!” Ekranı açıp şifreyi girdik. Bilgisayarımızda izliyoruz gösteriyi. Kendiliğinden kurucularımız sayfası açılıyor ilk. Yan yana dört çıplak kıllı herif. Yanlış anlaşılmasın üzerlerinde son derece kapalı mavi donları var. Tekin ortada kaytan bıyıklarıyla sırıtıyor. O da çıplak o da kıllı. Kusursuz bir fotomontaj çalışması. O sırada bizim telefon çalıyor. Arayan Nihat. Acaba bir terslik mi var diye endişeyle açtım. Nihat’ın kısık sesini zor zahmet duyabildim: — Dinleyin abi! Arkada kıyamet kopuyor. Tekin Efendi’nin bağırtısı yanımızdaymış gibi duyuluyor: — Kapatın bilgisayarı! Kapatın! Kapatın! Şimdi sıra başarılarımız kısmında. Bu aslında dershanenin değil Nihat’ın başarısı. Önceki ekranın mavi donlu kıllısından, bikinisi içinde bir afet yaratmış. Manşet: Son on yılın en seksi kaytan bıyıklısı! Cinsiyet değiştirip bıyıklarını kestirmeyenlere ne deniyor acaba? Biz “Tekin” dedik. Kaytan bıyıklı bağırıyor: — Lan bu yapılır mı lan, şerefsizler! Bu yapılanlar hiçbir şey değil; ekibin vicdanı Nihat’ın elini kolunu bağlamasaydı asıl o zaman görecektin şenliği Tekin Efendi. Birisi benden şerefsiz diye bahsedecek de böyle neşeleneceğim... Dünyada aklıma gelmezdi bu. Đş hayatı değiştiriyor insanı. Olay anını eve döndüğünde Nihat’a tekrar tekrar anlattırdık. Perdeye yansıtılan ilk görüntüde, Tekin’in kafası kırmızı bir ampüle dönmüş. O kırmızı ampulden çıkan sesleri zaten biz de duyduk. Velisi öğrencisi, öğretmeni hepsi şaş- ‘Tamam işte’ olayı şu: Sitenin iki yüzü olacak. Biri hâlihazırda bitmiş olan, öteki Nihat’ın hazırlayacak olduğu... ‘Başarılarımız’a basınca normalde nelerin geleceği belli. Nihat öteki yüzü aktifleştirdiğinde ise başka başarılar gelecek ekrana. Ve bu iş tam dershanenin tanıtımı sırasında olacak. — Nasıl denk getireceksin tam tanıtıma? — Ben orada olacağım. Herif şimdiye kadar beni hiç görmedi. Size cep telefonundan mesaj göndereceğim. Serhat da ben de güldük. Hayal etmesi bile çok hoş. Tarihçemiz! Tekin açıyor ekranı. Aman Tanrım! Başarılarımız! Gerçekten tam istediği gibi şeyli şeyli geliyor. Ah Tekin ah! Biz de Nihat kadar deli olacaktık da hak yemenin ne olduğunu öğretecektik sana. *** Biz nasıl Nihat kadar deli olduk anlamadım. Kalan son enerjimizle üç gün daha geceli gündüzlü çalışıp ikinci bir dershane tanıtımı hazırladık. Aslında Nihat’ın planı, Tekin’in başrolde olduğu radikal sahneler kullanmaktı ya tanıtım gününe gelecek aileleri düşünüp engelledik onu. Ortaya çıkan alternatif ürün sanatsal ve esprili oldu. Nihat ve ortakları dışındakilere sevimli geleceğinden emindik. *** Son gün! Saatlerimizi ayarladık ve düşman hattında görev alacak komandomuzu gönderdik. Gözümüz cep telefonumuzda bekliyoruz. Uygun ekranda uygun şifreyi girdik mi bir anda sayfanın yüzü değişecek. Đçi tıkabasa Tekin dolu bir dershaneyi havaya uçuracakmışız gibi zevkli bir heyecan içindeyiz. Hadiseyi öyle bir ciddiye aldık ki konuşmuyoruz bile. 23 *** muhabiriniz sabriye kerebiç sizler için üşenmedi, taa yukarı saksonya’ya kadar gidip bu emma adlı kızceğiz ile bir söyleşi gerçekleştirdi. kendisine sunulan iş imkânları hakkında fikirlerini sordu. büyük bir içtenlikle hepsini yanıtladığı için emma’yı hep beraber alkışlıyoruz. kınmış. Genel olarak eğlenceliymiş ortam. Ne yalan söylemeli, ilk mutluluğun ardından herif bizi bulup vurur mu diye çok korktuk. Günlerce evden çıkmadık. Cep telefonlarımızı günlerce açmadık. Ve galiba biraz da bu yüzden Ankara’dan ayrılıp iş hayatlarımıza Đstanbul’da devam ettik. garsonluk: insanlar yerken ben bakmak istemiyorum. aşçılık: nöüv. şişman aşçılar kervanına katılmak istemiyorum. oto tamirciliği: ingiliz anahtarı getirip götürmek istemiyorum. hem ben arabaların altına giremem. girsem de çıkabileceğimi sanmıyorum. profesyonel gülle atıcılığı: atacak başka bir şey bulamadık mı? sekreterlik: nöüv. insanlarla telefonla konuşmaktan hoşlanmıyorum. hem telefon daha iki yüzyıl önce icad edildi. bırakalım da başkaları denesin. mübaşirlik: bütün gün isim bağıracağım ha? ayol o zaman ben operacı olurdum. ne işim var mahkemede? değnekçilik: o ne be? hosteslik: uçaklarda mı metro turizmde mi? metro turizmi kastediyorsanız o aptal turuncu fularları takmak istemiyorum, uçak diyorsanız uçaklar düşüyor. yalan mı? bahçıvanlık: su hortumlarına alerjim var. tiken sevmem. ot sevmem. ceo’luk: ay dont növ. maaşı çok. teknik direktörlük: kafama top gelir. marangozluk: elime kıymık batar. tuvalet bekçiliği: may gad! paçama b.k bulaşır. kasiyerlik: k.çıma para kaçar. zottirilik: hötörök olur. hottirilik: düdürük olur. “dağ dağa tırmanmaz, insan insana tırmanır.” cenk durmazel emma’nın dilemması sabriye kerebiç ingiltere skandal aileyi konuşmaya devam ediyor. baba 53, anne 57, abla 21, küçük kız ise 19 yaşında. aile üyelerinin her biri 100 kilonun üzerinde. 11 yıldır aile üyelerinden hiç biri çalışmıyor. ailenin diğer üyeleri "şişmanız, çalışamıyoruz" diye bahaneler uydurarak çalışmaya yanaşmazken, 19 yaşındaki küçük kız şişman olduğu için patronların kendisine iş vermediğini iddia etmişti. ingiliz bbc radyo'da victoria derbyshire'ın programına canlı katılan 19 yaşındaki emma chawner şişman olduğu için kimsenin kendisine iş vermediğini söyledi. işadamı daniel o'donnell programa canlı bağlanarak emma chawner'e iş teklifi yaptı. o'donnell, emma'yı güvenlik görevlisi olarak hemen işe alabileceğini belirtti ama 19 yaşındaki genç kız bu teklifi hiç düşünmeden reddetti. ret gerekçesi ise bir hayli ilginçti: "bir kapının önünde dikilip, insanların içeri girip, dışarı çıkmasını izlemek istemiyorum.” hurriyet.com.tr – 10.04.2009 24 Güzeller Güzeli Prensesin Đbret Verici Hikâyesi (Kader Diyemezsin Sen Kendin Ettin) Duygu T. 29 Mayıs Çarşamba Ahh sevgili günlük, neler oldu bir bilsen! Ben dün iğrenç kurbişi öpmemiştim ya, bu geri zekalı beni saraya kadar takip etmiş, herkesin uyumasını bekleyip, nöbetçilere de çaktırmadan koynuma girmiş. Gözümü bi açtım yanımda yeşil, yapış yapış bi şey, gözlerini dikmiş bana, bi de dudaklarını uzatmış “Öp beni, öp beni” diyo. Ah dedim nerden bulaştım sana. Tamam, Berkehan top için çok para harcamış olabilir ama neticede benim babam da koskoca kral, bi altıntop için başıma bela aldım resmen. Neyse, baktım laftan sözden anlayacak gibi durmuyo, tuttuğum gibi camdan dışarı fırlattım. Hayır yane babişkom görse o halde, ne derim adamcağıza? Neyse ki gitti. Şarkın: Arkanı dön ve çık, istenmiyorsun artık… 28 Mayıs Salı Sevgili günlük, Bugün çok garip bir şey oldu. Her zamanki gibi babişkom, annişkom ve sevgili kız kardeşlerimle kahvaltı yaptıktan sonra, komşu ülkenin kralının oğlu Berkehan’ın doğum günümde hediye ettiği altıntopumu da alıp sarayın yanındaki göle hop hop altıntop oynamaya gittim. Ben öyle hop hop oynarken sen top elimden kaç, git cup diye göle düş… O an bi kal geldi bana. Daha buna bile yeterince oha felan olamamışken gölden yapış yapış, iğrenç, yeşil bi kurbağa topumla beraber çıkıvermesin mi! Böyle kucağında top, bana bakıyo. Đşin asıl tuhafı konuştu bi de! Allah diyen aslan bile duydum ama “Beni öpersen topunu sana veririm.” diyen kurbağa duymak bütün psikolojimi bozdu… Ama baktım kurbişin elinde Berkehan’ın hediyesi duruyo, almam da gerek. “Eh” dedim “öyle olsun bakalım.” Ama zekiyim çok fena, topu alır almaz topuklarım popoma vur vura kaçtım ordan. Đğrenç yaratık arkamdan bağırdı bi de “Öp beni bebeğim” diye. Ööğğk falan oldum. Benim gibi güzeller güzeli bi kızın öyle iğrenç bi şeyi öptüğü nerde görülmüş… Ve işte şarkı: Küçük kurbaaa küçük kurbaaa kuyruğun nerede?? Ps. Kuyruğu bile yok, bi de gel beni öp diyo… 4 Haziran Salı Oha, çüş, yuh felan oluyorum… Bildiğin kal geldi! Ah bu kurbağa neymiş de haberimiz yokmuş. Ay dur baştan anlatayım; dün Berkehan’ın kardeşi Pelinsu bizdeydi. Hadi dedim göle gidelim beraber, tam piyasa olmuş orası da… Neyse, gittik, dolaşırken dolaşırken bizim pis yeşil kurbiş atladı önümüze, gene sayıklıyo “Öp beni, öp beniii” diye. Tam diyorum ne münasebet, al topunu da git; başımı bi çevirdim, Pelinsu aldı bunu ne şirin şeysin sen diye şapadanak öpüverdi! Ya tamam Pelinsu midesizin tekidir de, asıl mesele o değil. Pelinsu bunu öper öpmez bi ışıklar, bi konfetiler, bi kız kaçıranlar… Sen o iğrenç kurbağa git, 25 yerine çakma Brad Pitt gel. Hah işte o kal da tam orda geldi. Şimdi evlilik hazırlığı yapıyo çifte kurbağalar, o çirkincik Pelinsu da layığını buldu sonunda. Yani tamam çok yakışıklı olabilir ama bi yerde kurbağa. sorgu odası can sever -nerdeyim ben? 6 Haziran Perşembe Off günlük yaa… Bizim kurbiş var ya, Cömertistan Kralı’nın bi kaç gündür kayıp olan oğlu Tonguç’muş. Cadının biri sinirini bozunca kurbağaya çevirip göle göndermiş. Ah hem yakışıklı hem de prens… eh işte Allah çirkin bahtı versin! Kırk gün kırk gece düğün yapacaklarmış nispet yapar gibi bi de. Aah ah, bana da kala kala Berkehan kaldı iyi mi? Şarkın: Hayaaaat beni neden yoruyosunn??? baki. yüzünün ruhumdaki aksi kafi. fazlasında “can” bulamazsın telafi. zaman bu telafisi olmaz onsekiz yaşımdı o telafisi de olmaz… sızı. yaşanmışlığın paslı hatırası yazı. kendini bulmadan çıramazsın sancı. keşke değil bu sancısı olmaz ondokuz yaz gibiydi sancısı da olmaz... sevgi. kalpteki yerleşik ezgi kendi. tonunda “can” bulamazsın şimdi. aşk bu gelmişi olmaz günahtı her şey geçmişi de olmaz… “aşk insanın sadece psikolojisini ve kimyasını değil; tarihini, müziğini, coğrafyasını, edebiyatını, fiziğini, beslenme çantasının içindekileri, hayat bilgisini de değiştiriyor.” murat menteş -sırat köprüsündeyim! Bunu Oku Karagöz ile Boşverinbeni Rıza Selçuk Saydam Muhalif mizah ustası, tiyatrocu, yazar Ferhan Şensoy’un beş ay önce yayınladığı kitabı ‘Karagöz ile Boşverinbeni’yi mizahın yanında hüznü de hissederek okudum. Çünkü Ferhan Şensoy bu kitapta kendini yani yalnızlığı anlatıyor. 26 her işe el atan aile reisine Durunbırakınbenyaparım Bey, büyük göğüslü sekreter Kimdevarbumemeler ve saire. Bu lakapları dalga geçme amacı taşımadan ciddi bir şekilde sizlere nedenleriyle sunması bile başlı başına sizi gülümsetmeye yetiyor. Kitabın adının da nereden geldiğini ufak bir alıntıyla yansıtalım; “Kumru yavruları yuvanın içinde kıpırdanıyorlar, biri çok fersiz, öbürü daha devingen, gözleri anasınınki gibi kapkara. Fersiz, devingenin arkasına serilmiş, kaldıramadığı başını kardeşinin arkasına sokmuş, yaşamdan umudu kesmiş bir yatalak hasta gibi, gözünü açamıyor. — Benim yaşayacağım yok, boş yere uğraşmayın, boşverin siz beni demek ister mütevekkil bir tavıra bürünmüş. Bırakmış kendini. Anne kumru ortada yok. Yetim kumrular vaftiz edilerek isimlendirildi: Karagöz ve Boşverinbeni.” Yazımızı fazla uzatmaya gerek yok ama eklemeden edemeyeceğim. Hep aklıma takılan ‘denizlik’ ve sinirimi bozan ‘ciks’ kelimelerini bir güzel açıklaması benim için sürpriz oldu. Kitabı okumak isteyenlere kitap hakkında bilgiler: Yazar: Ferhan Şensoy || Yayınevi: Ortaoyuncular Yayınları || Liste Fiyatı: 20,00 TL. || Yayın Yılı: 2008 || Đthal Kağıt || 13,5×21 cm || Karton Kapak || ISBN: 9757904112 Er ya da geç karşılaşacağımız şey olan yalnızlık aslında tamamen bir bakış açısıymış. Yalnızlığın zavallılık değil, usulünce yaşandığında çok büyük keyifmiş. Bu yalnız adamın bir gün balkonundaki denizliğe bir kumru yuvasını yapar. Arkadaşları evlendikten sonra arkadaşsız kalan, bir pencere denizliğinde dünyaya gözünü açmış kumru gibi hisseder kendini. Yumurtladıktan sonra kuluçka döneminde anne bir daha geri gelmemek üzere havalanır uçsuz bucaksız gökyüzüne. Artık bir aile reisidir ve kendisini onlardan sorumlu hisseder. Ablasının kendisine bir eş bulma çabasının olması ve sürekli müşterisi olduğu Eve En Yakın Lokanta’da sıkılmadan, hayattan zevk alarak yaşamını sürdürür. Zamanla falan filan dünya değişir ve Eve En Yakın Lokanta devredilir. Eve Pek Uzak Olmayan Lokanta’yı da kendisine uygun görmez. Kök salan ailesiyle daha da fazla ilgilenmeye çalışsa da şehir dışı işleri nedeniyle ailesini kaybetmeye başlar. Yalnızlığın hazin sonuna ulaşır. Kuş kuştur ve kuşsal şartlarda yaşar. Kanadı kırık insan, kuşa yardımcı olsa da bir kuş ailesinin reisi olamaz. Ama kuşlara ekmek vermek güzel bir şeydir, hele yapayalnız yaşıyorsanız. Ve fakat yem verdik diye kumrular bizim olmazlar, gökyüzünündürler. Kimsenin değildir kuşlar. Bu kadar ciddi bir konuyu sizin gülümsemenizi sağlayarak yansıtmak gerçekten de zor olmalı. Konuşurmuşçasına ve sade bir şekilde yazılmış kitapta hiç düşünmediğiniz benzetmelerle basit konulardan yobazlara ve ülke sorunlarına pay çıkartan çeşitli öğelerle döşenmiş. Kitapta neredeyse kimsenin ismi yoktur, herkese kendi koyduğu lakaplar vardır. Ablasının dışında çok hızlı servis yapan barmene Ambülans’ın kısaltması Ambül, www.rsskitap.com “kilise yakın ama yollar buzlu, taverna uzak ama dikkatli yürürüm.” ukrayna atasözü 27