HF103 - Hayatım Futbol
Transkript
HF103 - Hayatım Futbol
FARKLI DERBİ Yayın Koordinatörü İlker Yılmaz Editörler Emre Çelik Rafet Baran Eryılmaz Yazarlar Alper Öcal Emre Özcan Fırat Topal Güner Çalış Oğuzhan Oğuz Türk futbolunun olmazsa olmaz rekabeti Fenerbahçe ile Galatasaray, Şükrü Saracoğlu’nda kozlarını paylaşacak. Bu sezonki derbi son iki yıla oranla birçok farklılık da içeriyor. Uzun süredir devre sonunda karşılaşırlarken bu kez devre ortasında, iki sezondur Seyrantepe’de başlayan ilk randevu bu kez Kadıköy’de. İki sezondur Terim ile Kocaman çarpışırken bu kez Mancini ile Yanal’la bir araya geliyor. Hayatım Futbol 103. sayısında kapağını derbiye ayırdı. Bu sayıda ayrıca, futbolseverlerin vazgeçilmez tutkusu Football Manager 2014, kazanmasına rağmen taraftarı memnun edemeyen Tottenham, bir zamanlar Real Madrid ile Barcelona’nın ardından üçüncü sayılan Valencia’nın çöküşü, Almanya’daki koltuksuz tribünleri kendilerine yarlamaya çalışan İngilizler ve Demir Perde’nin unutulmuş efsanelerinden Gornik Zabrze’yi bulabilirsiniz. Keyifli okumalar, İlker Yılmaz iletisim@hayatimfutbol.com reklam@hayatimfutbol.com Emre Özcan Derbi Özel HF103 MANCINI vs. YANAL İki takım da Pazar günü oynanacak derbiye geçen sezona göre yeni hoca ve sistemleriyle çıkacak. Peki bu değişimin etkileri neler olacak? Pazar günü oynanacak maç öncesinde Fenerbahçe ve Galatasaray’da değişen yapılar, özellikle son iki sezon itibarıyla oluşan derbi karakterinin kökten değişmesi anlamına geliyor olabilir. Son üç sezon Fenerbahçe’nin başında kalan Aykut Kocaman’dan sonra gelen Ersun Yanal ve sezon başında sürpriz gibi görünen ama altında çok daha vahim gerçekler yatıyor gibi duran Fatih Terim’in takımdan ayrılışıyla Galatasaray’a dahil olan Roberto Mancini’yle birlikte Fenerbahçe – Galatasaray maçının hikayesi çok daha farklı olabilir. Galatasaray’daki üçüncü döneminde Fenerbahçe ve Beşiktaş’a karşı oynadığı 15 maçta sadece iki mağlubiyet alan ve bu maçların sekizini kazanan Fatih Terim önderliğinde sarı-kırmızılılar, derbide galibiyet yolunu öğrenmiş gibi görünüyordu ama Roberto Mancini’nin gelişiyle birlikte bunu kaybetme ihtimalleri az değil. Özellikle Terim’in maç önü hazırlığı ve devre arası etkisi konusunda en olgun dönemini yaşadığı Galatasaray’da hocanın motivasyon konusundaki ektsraları Galatasaray’ın bu maçlardaki hakimiyetini ortaya çıkaran etkenlerin başında geliyordu. Roberto Mancini’yse şu ana kadar takımına hakim olmaya çalışıp ana planı tamamen değiştirmek üzere yaptığı denemelerle dikkat çekiyor. Takımın savunma hattını beklendiği gibi biraz daha kendi kalesine yaklaştıran Galatasaray’da Fatih Terim’in istediği pres tamamen bitme yoluna girdi. Artık daha çok anlık pres kullanan Galatasaray, hedef maçlarda genellikle rakibi kendi yarı sahasında karşılayarak Mancini’nin savunma ve orta saha dörtlüleriyle kurduğu ünlü dikdörtgenini maçlara yansıtmaya çalışıyor. Takımın ön alandaki pres zaafiyetinin ve de özellikle dominant olmaya çalışan yapısının savunmada ortaya çıkardığı açıkları tespit edip sürekli bu yöne dikkat çeken Mancini, geride bekleyerek hata yapma riskini azaltarak daha dengeli ve savunmacı bir yapı ortaya çıkarma çabasında. Galatasaray’da işler kısa süre içerisinde bu yönde değişirken Fenerbahçe’de de benzer fakat tamamen ters yönlü bir değişim uzun vadede ortaya çıkma çabasında. Roberto Mancini’nin geride bekleyen az riskli ve sonuç odaklı oyununu farklı enstrümanlarla oynatmaya çalışan Aykut Kocaman’ın yerine gelen Ersun Yanal ise mantalite yönünden Fatih Terim’e daha yakın bir yapı gösteriyor. Sezon başında takıma katılan ve özellikle de değişimi keskin yapmamak adına Aykut Kocaman’ın kullandığı yapı üzerinden yürümeye çalışan Ersun Yanal, haftalar ilerledikle kendi mantalitesini sahaya daha iyi yansıtmaya başladı. Ön alanda bollaşan merkez forvet ve orta saha oyuncuları nedeniyle diziliş yönünden geçtiğimiz sezondan farklı bir yapıya bürünemeyen Ersun Yanal Fenerbahçe’si aynı 4-3-3’ü farklı bir taktik kurguyla saha çıkarıyor. Artık anlık ve sürekli presi daha çok kullanan, özellikle kenar oyuncularının beklere yaptığı baskıları Dirk Kuyt özelinde artıran Fenerbahçe, topu isteyen ama bunun için geride bekleyen Aykut Kocaman’ın mantalitesi yerine yine topu isteyen ama bunun için sahada aktif olan bir yapıya geçiyor. Oyunu kendi yarı sahasından çok rakip kale önünde oynamaya çalışan Ersun Yanal’ın henüz pas trafiği konusunda ilerleme sağlayamamasında özellikle kenarlarda forma giyen merkez forvet ve orta saha oyuncularının karakteristik özellikleri öne çıkıyor. Bu da şu an için istediği hakimiyeti tam olarak sağlayamayan ama özellikle baskıdaki başarısıyla maçları çevirebilen ve geçtiğimiz sezona göre çok daha rahat gol atan bir takımı ortaya çıkardı. Dolayısıyla derbi öncesinde teknik adamların karakterleri itibarıyla son 2 sezondaki Galatasaray – Fenerbahçe maçlarının gidişatının değişeceğini söylemek çok yanlış olmayabilir. Aktif Galatasaray ve pasif Fenerbahçe, Mancini’nin tercihine göre özellikle de Kadıköy’de oynanacak maçta aktif Fenerbahçe’yla pasif Galatasaray’ı ortaya çıkarabilir. Derbi maçlarının, özellikle de Galatasaray – Fenerbahçe rekabetinin açıklamasını hücum ve savunma futboluyla açıklamak hiçbir zaman mümkün olmadı ama Fatih Terim’in üçüncü döneminde gösterdiği derbi başarıları ortadayken Terim’e yakın Ersun Yanal ve stili Aykut Kocaman’a benzeyen Roberto Mancini’yle derbi karakterinin değişmesini beklemek çok yanlış olmayabilir. Fenerbahçe’nin üç son dakika galibiyetiyle aldığı puanlar Kadıköy’de oynanacak maç öncesinde Galatasaray’la 6 puanlık bir fark oluşturdu ve Fenerbahçe’nin iç sahada kazanarak fişi yarıya kadar çekme şansı var. Ne var ki Galatasaray da bu anlamda dezavantaja sahip olmasına rağmen henüz ligin üçte biri bitmemişken mutlaka kazanma şartı bulunmuyor. Derbide aktif olacaklarını belirten Ersun Yanal’a karşı beraberliği iyi bir sonuç olarak algılaması muhtemel Mancini’nin çok daha dengeli bir takım yapısıyla denge futbolundan başkasını beklemek mümkün değil. Ülkede adı her zaman en büyük olan ama maç kalitesinde birçok muadilinin gerisine düşen Fenerbahe – Galatasaray derbisinde Ersun Yanal ve Roberto Mancini’nin bunu değiştirebilme ihtimalleri ülke futbolunun selameti açısından her şeyin önünde olabilir. Alper Öcal Derbi Özel HF103 KUYT vs. DROGBA İngiltere günlerinden beri amansız bir rekabete tutuşan iki yıldızın bu sezonki 15 resmi maçlık bireysel performansı hayli yakın seyrediyor. Bakalım maçı değiştirecek isim bu kez hangisi olacak ? Brian Clough, öldükten sonra mezar taşındaki bilgece ve içli sözlerdense futbola kattıklarıyla hatırlanmak istediğini yeğlediğini söylemişti. İşin içinde sahne olduğunda sanırım her icracı aynı hayâlle yaşıyor. Futbolcular için de durumun pek farklı olduğu söylenemez. Futbol tarihinin en ilginç hikâyelerinin yazıldığı derbiler, oyunun her bir aktörü için futboldaki en görkemli sahne ve yeri apayrı. Ezeli rekabetler pek çok yıldız için hayatlarının kâbusuna dönüşebiliyorken, sıradan hatta kötü bir kariyer için de pırıl pırıl parlayan bir sayfa olabiliyor. Örneğin, Fenerbahçe tarihindeki yabancılar arasında toplam etkisine bakıldığında kimsenin ilk sıralarda saymayacağı Samuel Johnson, Ali Sami Yen Stadı’nda attığı o meşhur frikik golü sayesinde, berbat durumdaki takımına hayat vererek hâlâ hafızalarda yer tutuyor. Galatasaray taraftarı için de Marcio’nun belki de tek önemi Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda Galatasaray’ın kazandığı son derbi zaferinde imzası olması. Onlarca yerel efsanenin yüz yılı aşkındır süren bu rekabette başrolü almasının ardından, hafta sonunda gözler belki de hiç olmadığı kadar iki yabancının üzerinde olacak. Selçuk İnan ve Burak Yılmaz’ın formsuzluğunda Galatasaray’ın bu sezon her kulvarda adeta taşıyıcı kolonu Didier Drogba. Yıldız santrforun derbideki sorumluluğu, sarı kırmızılıların tutucusu Muslera’nın da yokluğunda şüphesiz bambaşka bir seviyede olacak. Hatta, Gezi Parkı eylemleri sırasında aldığı “Çare” yakıştırmasının gerçek mânâda karşılığı konumunda. Hakan Şükür’den beri Galatasaray’ın bu denli öne çıkan bir gol silahı olmamıştı. Üstelik, Fildişi Sahili’nin yetiştirdiği en büyük uluslararası yıldız, sahadaki özgüven fışkıran duruşu ve liderlik vasfıyla, teknik ve taktik becerinin yanı sıra kazanmak için güçlü bir karakterin de gerekli olduğu derbilerde, takımı için alternatifsiz bir profil. Hollanda’nın klas forvet ekolüyle pek benzeşmeyen, hatta hiç tanımayan birinin ekmeğini taştan çıkaran bir İrlandalı sanabileceği Dirk Kuyt ise çalışkanlığı, istikrarı ve devamlılığıyla Alex gittikten sonra Fenerbahçe taraftarının en güvendiği liman. Steven Gerrard’ın dediği gibi “kulübe geldiği ilk günden beri hep güvenilen ve takımını hiç yüzüstü bırakmayan” biri olan Kuyt, Kadıköy’de de bu duruşunu sürdürüyor. Tarih boyunca kadife ayaklı, ince işler yapabilen, sanatçı futbolcu profilinin dışında kalanlara tahammül sınırı hayli düşük olan Fenerbahçe tribünleri söz konusu olduğunda, bu hiç de yabana atılmayacak bir etki. İngiltere’de kazandığı ‘işçi sınıfı kahramanı’ lakabı düşünüldüğünde, yıldızsever Fenerbahçe için ironik bile sayılabilir. Ada’da başlayan rekabet Kuyt ve Drogba’nın yollarının kesişmesi herkesin malumu olduğu üzere Türkiye’den önce Britanya’ya dayanıyor. Chelsea ve Liverpool’un tarihi başarılarında yüksekten uçan, çok önemli pay sahibi olan iki süperstar Ada’dan aynı sezonda, 2011-12 sezonunun sonunda ayrılmışlar ve önceki 6 sezon boyunca birbirlerine rakip olmuşlardı. Londra – Merseyside hattındaki karneye bakıldığında iki forvetin şu sıralar çok moda olan ‘game changer’ yani ‘maç değiştiren’ tabirinin içini doldurduğu görülüyor. Öyle ki, rakip oldukları maçlarda attıkları neredeyse her gol maç, tur ya da kupa kazandıran cinsten. 2006-07 sezonundaki iki lig maçında da, ev sahibi takımlar rakiplerine üstünlük sağlamış. Stamford Bridge’de oynanan maçı Chelsea 1-0 kazanırken, tek gol Drogba’dan. Rövanşı ise Liverpool evi Anfield Road’da 2-0 ile alıyor ve perdeyi açan isim 3. dakikada Dirk Kuyt. 2007-08 sezonunda iki ekip birbirine ligin yanı sıra, Şampiyonlar Ligi’nde de rakip olurlarken iki isim yine kendi evlerindeki maçlarda rakip fileleri boş geçmiyor. Kuyt ilk maçta yine perdeyi açan isim. Drogba rövanşta o eli görmekle kalmıyor, uzatmalarda attığı 2. golle Chelsea’yi bir üst tura taşıyor. 2008-09 sezonunda iki isim de ligdeki maçlarda suskun kalıyor ama Şampiyonlar Ligi’ndeki düello nefes kesiyor, üstelik damgayı bu kez deplasmanda vuruyorlar. Çeyrek finalin ilk ayağını Chelsea deplasmanda 3-1 kazanarak büyük bir avantaj elde ederken, Drogba son darbeyi indiren isim. Rövanşta herkes rahat bir Chelsea turu beklerken Liverpool kültler arasına giren maçın ilk yarım saatinde 0-2’yi bularak bir süreliğine şok etkisi yaratıyor. Drogba ikinci devrenin başında attığı golle Chelsea’nin 3-2’ye uzanan geri dönüşünün fitilini yakarken, Dirk Kuyt’un bitime 7 dakika kala attığı golle geri dönüşe geri dönüş ile karşılık vererek skoru 3-4’e getirmesi Liverpool’a bir başka tarihin kapısını aralıyor. Ancak Lampard o kapıyı 90’da kapatan isim oluyor. Bu maç aynı zamanda iki ismin karşılıklı gol attığı tek kulüpler arası maç. Ertesi sezon Liverpool yine evinde Chelsea’ye kaybettiğinde ise skorbordda yine Drogba var. Liverpool’un peşinden gelen 4 maçlık galibiyet serisinde Kuyt tabelaya golle geçemese de yaptığı iki asistle katkı sağlıyor. İngiltere’deki rekabette perdeyi kapan ise Wembley’de oynanan FA Cup finalinde, 52. dakikada attığı golle Drogba. Kuyt ve Drogba bir yıl ara verdikleri rekabete artık İstanbul’da devam etmekte. Üstelik iki yıldız da attıkları birer golle tarihe geçmeyi başardı. Ancak Erzurum ve Kayseri’de bu iki dev kulübe gönül veren taraftarlar İstanbul’da yaşayanlara nazaran daha şanslıydı. Zira ne Fenerbahçe ne de Galatasaray taraftarı kendi kalelerinde, bir lig maçında, iki yıldızın imzasını taşıyan gol ya da gollerle sevinme coşkusunu yaşayabildi. İki yıldızın golü de Süper Kupa maçında gelmişti. Kupa kazandıran gol hanesinde yine Drogba’nın ismi vardı. Dirk Kuyt Didier Drogba 33Yaş35 15Maç15 Drogba yeteneklerinin yanı sıra, gerek İngiltere gerek Türkiye döneminde rüzgârı arkasına alan, favori tarafta olmanın avantajını hep iyi kullandı. Pazar akşamı Kadıköy’deki dev mücadelede, kâğıt üzerinde bu kez avantajlı tarafta olan Kuyt. Zoru başarmak zorunda olansa Drogba velakin iki yıldızın bu sezonki 15 resmi maçlık bireysel performansı hayli yakın seyrediyor. 1304Süre (dk.)1303 5Gol9 3Asist1 27Şut63 14İ.Şut28 52%İ.Şut %44% Bakalım maçı değiştirecek isim bu kez hangisi olacak ? 660Pas407 Oğuzhan Oğuz Derbi Özel HF103 BiRi YARALI, BiRi FORMUNDA Pazar günü golcüleriyle ligin zirvesine çıkan Fenerbahçe ile savunma sıkıntıları yüzünden bir türlü ritmini bulamayan Galatasaray karşı karşıya gelecek. Peki bu iki karşıt durumdan nasıl bir futbol çıkacak? Süper Lig’de sezonun en heyecanla beklenen karşılaşması önümüzdeki pazar günü oynanacak. Kadıköy’deki maç öncesinde iki takımın da hayli ilginç durumlarda olduğunu söyleyebiliriz. Bir tarafta geçtiğimiz sezon Kuyt-Webo-Sow üçlüsünün yakaladığı uyuma Emenike’yi monte etmeye çalışan Fenerbahçe varken. Diğer tarafta savunmasında Chedjou transferine rağmen bir türlü istikrarı sağlayamayan Galatasaray olacak. Normal şartlar altında hücümu bu kadar formda olan bir takımın, savunmasında sıkıntılar yaşayan rakibine üstünlük sağlamasını öngörebiliriz. Fakat söz konusu Fenerbahçe-Galatasaray derbisi olduğunda kağıt üstündeki saptamaların boşa çıkmasına hazırlıklı olmamız gerekiyor. Yine de bir durum tespiti yapmak adına iki takımın da maç sırasında neler yapabileceğini tahmin etmemize yardımcı olabilir. Oturmayan Olgular Galatasaray savunmasının defolarından bahsetmek için artık büyük bir futbol âlimi olmaya gerek yok. Bekte ve stoperde bazen yabancı sınırı, bazen de oyuncu formsuzlukları sebebi ile sürekli olarak rotasyona giden bir Galatasaray savunması var. Ancak belirtilmesi gereken bir durum var o da her ne olursa olsun, hangi oyuncu oynarsa oynasın Galatasaray savunmasının hemen hemen aynı hataları yapması. Galatasaray’da beklerin istikrar yakaladığını söyleyemeyiz. Hele hele sol bekte sezon boyunca üç dört farklı alternatif ismi denediler. Bunu rakip Fenerbahçe de sezon basında yaptı ancak artık bek istikrarını yakalamayı başardı. Sol kanatta farklı kimliklerde, niteliklerde seçenekleri var Galatasaray’ın. Hakan Balta savunma özellikleri ön plana çıkan bir oyuncu. Burada denenen Dany ve Sabri’nin ise ters ayaklı olmaları sorun yaratıyor. Albert Riera ise sol açıktan devşirildiği için savunmada devamlı sıkıntı yaşıyor. Bu ters kanattaki Eboue için de geçerli. Stoperin karşılayamadığı toplarda santrforun önüne geçmekte zorlanan Galatasaray bekleri kendi kalelerindeki tehlikelere mani olmaya yetmiyorlar zaman zaman. Kopenhag maçında Eboue’nin Braaten karşısında düştüğü zor anları bu duruma örnek gösterebiliriz. Kademe sorunları yalnızca bununla sınırlı değil. Bek ve stoperin tam arasına düşen toplarda ya da bekin geçilmesi sonucu stoperin üzerine giden oyuncuları karşılamada bazı hatalar, yerleşim sorunları görmek mümkün bu sezon. Bunu bireysel performans düşüklüklerine yorabiliriz. Fakat oturmayan bir savunma olgusu, birbirini yeterince tanımayan ve birbirlerine bu vesileyle yeterince güvenemeyen oyuncularla bu durumu açıklamak daha doğru. Etkili ama uyumlu mu? Benzer bir oturmamışlığı Fenerbahçe hücumu ile ilgili söylemek de mümkün. Zira henüz ideal üçlüyü belirleyebilmiş değiller. Kuyt kenarlarda yine en az bir yarım sezon oynamıs ve bölge gerekliliklerini az çok kavramış oyuncular. Hücum planı da nispeten oturmuş vaziyette. Sow ve Kuyt kanatlardan rakip ceza alanına biraz daha yaklaşıyor, beklere koridor açılıyor ve bekler çizgiyi kullanıp ceza alanı içine top gönderiyor. Ama bu planla Trabzonspor gibi yardım savunmasını iyi yapan bir takım karsısında kilitlenmişlerdi. Ancak merkezde Webo-Emenike mi belirsizliği sarılacivertliler adına can sıkıcı. Bu maç özeline daha uygun bir yorum getirirsek özellikle Fenerbahçe, rakip stoperlerden sürekli top alabilecek ve takım arkadaşlarına servis yapabilecek bir santrfora ihtiyaç duyacak. Fenerbahçe Bursa deplasmanında ve sezonun ilk maçlarında bunu yapamadıgı için geçen yılki reaktif kimliğine geri döndü. İkinci yarıda Webo’nun girişiyle işleri istediği şekilde yürütmeye başladı. Kendi seyircisi önünde bunu yapabildiği anlarda temposu ile taraftarlarını mest etti. Maç özelinde bu çarpışmada her yönü biraz daha oturmuş olan Fenerbahçe daha önde gibi görünüyor. Fakat belirleyici olanın orta sahadaki mücadele olacağını söyleyebiliriz. Fenerbahçe baskı halinde orta alanının birbirine yanaşmasını ana silah olarak kullanan bir takım, Galatasaray ise orta alanından -özellikle Melo’dan- iyi katkı alırsa farklı bir savunma performansı gösterebilir. Fenerbahçe hâlâ bazı sorunlar yasayan hücumunu farklı oyuncularla desteklemeli, Galatasaray ise olumlu yönünü bulması zor olan savunmasına ön alandaki ve ortadaki oyuncuları sayesinde daha az yük bindirmeli. Teşhisi koyduktan sonra neticeyi görmek biraz daha kolay olur. Fenerbahçe takım olarak daha verimli oldugu için rakibine göre bir adım önde. Fakat sadece savunma-hücum olgusu ile bakmamak gerek. İki takım da önceki maçlarda gösterdikleri performansın üstüne koyabilecekler mi pazar günü hep birlikte göreceğiz. Güner Çalış İngiltere HF103 TERRACE DEĞiL, VARIOSITZE İngiltere’de ayakta maç izleme alanlarının geri getirilmesi için Bundesliga modeli öneriliyor. Alman güvencesi, Hillsborough’yu yeniden yaşamamak ve kabul edilebilir fiyatlarla maç izlemek için en önemli fırsat olabilir. futbol taraftarlığını suçlayıcı tutumu birleşince, Hillsborough olayı Anglosakson spor kültüründe koltukların olmadığı, seyirin ayakta yapıldığı ve geleneksel olarak en tutkulu tribünler ‘teras’ olarak bilinirler. 1989’daki Hillsborough faciasıyla futbol stadyumlarından kaldırıldılar. İngiltere’de tribün kültürü dramatik bir karalama kampanyasına hedef olacak ve tepeden gelen kararlarla ciddi bir değişime tabi tutulacaktı. Adalet bakanı Taylor’ın raporu yolu açtı ve ilk iki kademedeki takımlara tamamı koltuklu stadlarda maç oynama zorunluluğu getirildi. İngiltere futbol tarihine geçen trajik olay, Liverpool taraftarı 96 kişinin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. Kontrolsüzce açılan kapılar kale arkası tribününde izdihama neden oldu ve o gün maça giden 96 kişi bir daha eve dönemediler. Hillsborough, akabinde alınan kararlarla bir milat olmuştu. Tabloid gazete The Sun’ın spekülatif haberciliği ile dönemin başbakanı Thatcher’ın Cüzi bilet fiyatlarıyla toplumun her kesimine, iç içe, başka bir atmosferde futbol izleme imkanı sunan teraslar; Liverpool’da Kop ve Aston Villa’da Holte End gibi farklı adlarla anılacak kadar tribün üstü önem arz etmiş ve işçi sınıfının sporu olarak bilinen futbolun bu anlamdaki en önemli elementlerinden biri olmuştu. Fakat Taylor Raporu’nu takiben Premier Lig’in kurulması, gelirlerin akıl almaz boyutlara ulaşması ve yabancı sahiplerin ortaya çıkmasıyla devam eden süreç, İngiliz futbol atmosferinin suni ve eski ‘ulaşılabilirliğinden’ uzak bir yapıya bürünmesine tanıklık edecekti. İngiltere’nin en değerli futbol ekonomisi yazarlarından David Conn’un işaret ettiği üzere, gençliği 80’lerde geçmiş biri için Manchester City maçlarına gitmek çok kolay ve aynı zamanda çok özeldi. 2006/07 Premier Lig taraftar anketiyse, stattaki seyircilerin %74’ünün ilk iki sosyal sınıftan geldiği ve bu kişilerin yaş ortalamasının 42 olduğu sonucuna varıyordu. FSF’in kampanyası Futbol Taraftarları Federasyonu (FSF), ayakta izleme yapılabilen tribünlerin güvenli izleme alanları (safe standing areas) adıyla geri gelmesi için 2002’den bu yana resmi kampanyalar yürütüyor. Bunlar arasından 2009’da başlayan en sonuncusu Safe Standing ise halihazırda uygulanmış ve güven veren teknik altyapısıyla en çok ilgi toplayan, gerçekten umut veren bir proje olarak öne çıkmakta. Bu projenin temel argümanı olarak sunulan ‘vario sitze’ tribünleri, (ya da İngilizlerin bildiği şekliyle ‘rail seats’) Bundesliga’da yaklaşık 10 senedir kullanılıyor ve gerek bu anlamda gerekse mevcut Alman sempatizanlığıyla ciddi bir güven teşkil ediyor. Kampanyaya resmi yoldan destek veren İngiliz kulüplerinin her geçen gün artışı bir yana, bu fikrin hiç değilse kamuoyunda daha fazla tartışılır hâle gelmesi için yoğun çaba sürüyor. Gençler artık maça gelemiyor. 80’lerde Middlesbrough tribünü. Gary Neville de bu haftaki ‘Gelecek nesil tehlike altında’ başlıklı yazısında konuya değindi. Kendi gençlik çağından örnekler verirken, yükselen bilet fiyatlarıyla genç taraftarların dışlanmasından ve aslında futbol kulüplerinin de zarar görmesinden bahsediyordu. Kulübe tutkuyla bağlı olan ve takımı öne taşıyan atmosferi oluşturan genç taraftarlardı. Aynı yazıda, şu istatistikler paylaşıldı: 2011-12’de maça gelen taraftarın yaş ortalaması: 41 (‘06/07’den bu yana değişmemiş.) Premier Lig’in ilk sezonunda 16-20 yaş arası seyircilerin oranı: %17 2006/07 sezonunda 16-24 yaş arası seyircilerin oranı: %9 1983’te (Neville’ın dönemi) 16 yaş altı seyircilerin oranı: %22 Şu anda 16 yaş altı seyircilerin oranı: %9 Neden Safe Standing? FSF’in yayınladığı 5 maddelik bildiride, Safe Standing’in arkasındaki nedenler şu şekilde izah ediliyor: 1) Popüler destek: 2012 FSF Ulusal Anketi, 10 seyirciden 9’unun oturmakla ayakta durmak arasında seçim yapabilmek istediğini gösteriyor. 2) Seçim: Her hafta binlerce taraftar, oturma alanlarında ayağa kalkarak maç izliyor. Maç sırasında sürekli ayağa kalkanların yeni tribünlere geçmesiyle bu sorun büyük ölçüde ortadan kalkacak. 3) Güvenlik: Yeni tribünler hükümetin onayı ve güvencesiyle hayata geçebilir; öngörüldüğü şekilde tehlike arz etmiyorlar. 4) Esneklik: UEFA’nın düzenlediği turnuvaların, tamamı koltuklu stadlarda oynanması zorunluluğu bulunuyor. ‘Safe standing’ tribünlerin aynı zamanda açılıp kapanabilen portatif koltuklar içermesi, Avrupa maçlarında sorunlarla karşılaşılmasının önüne geçiyor. 5) Bilet fiyatları: Ayakta izleme alanlarında maç izlemek çok daha ucuz olacak. Böylece stadyumlar daha geniş bir sosyal kesime açık hâle gelecek. “Avrupa’dan yükselen ve artık Birleşik Krallık’a ulaşan yeni hareketi biz de hissediyoruz. Bu enerji ve gençliği en güvenli şekilde entegre edebilme yöntemiyse güvenli ayakta izleme alanları (safe standing) oluşturmaktan geçiyor. Avrupa’da uygulanan sistemler son derece güvenli; bunları Celtic Park’ta da görebilmenin yollarını araştırıyoruz.” - Celtic CEO’su Peter Lawwell Yakın zamandan iki yeni gelişme, bu satırların yazılmasına ön ayak oldular. İskoçya’daki kuralların esnekliğini kullanmak isteyen Celtic, geçen ay yaptığı açıklamayla konuyu ciddi şekilde önemsediğini gösterirken; iki hafta evvel de bundan daha düşük ölçekte benzer bir beyan Manchester United’dan geldi. Önemle vurgulanmalı ki, bu ölçekteki kulüpler hükümet erkanı ve futbol otoritelerini ikna edebilme noktasında çok değerli roller üstlenebilirler. Bu iki kulüp yanında, Arsenal, Tottenham, Manchester City gibileri de ‘fikre açık’ olduklarını belirtiyorlar. Aston Villa, Cardiff, Crystal Palace, Hull, Sunderland ve Swansea’nin oluşturduğu 6 Premier Lig kulübü ise kampanyaya resmi olarak destek veriyor. Raylı tribünler İngiltere’nin örnek aldığı Almanya’da, ve aslında Avusturya ve İsveç gibi Avrupa’nın başka yerlerinde de, raylı tribünler kullanılıyor. Almanların vario sitze (vario seats) olarak adlandırdığı bu yapılara İngilizler de rail seats diyorlar. Korkuluk bulundurmayan ve bu yönüyle arbedeye açık kapı bırakan İngiliz terasların aksine, raylı tribünlerde ön ile arkayı ayıran bir tutunma alanı, korkuluk bulunuyor. Ama yalnız bu değil. Raylı tribünler açılıp kapanabilen koltuklar içeriyor ve ihtiyaca göre kolaylıkla koltuklu tribünlere çevrilebiliyor. Aynı Premier Lig gibi UEFA’nın da ‘tamamı koltuklu’ stat zorunluluğu var ve bu ikileme uygun olarak geliştirilen Alman tribünlerinin koltukları, Avrupa’daki maçlarda ‘açılıyor’. Kendi liglerindeki maçlarda ise ‘kapanıyorlar’. Görüldüğü üzere, içinde çok fazla esneklik bulunduran raylı tribünler, tercihe göre tek veya iki sıralık olarak da ayarlanabiliyor. İkinci grafikte, oluşturulan tümsekle iki sıralık tribünün oluşturulduğunu ve üçüncü resimde de Avrupa maçları için koltukların açıldığı anlatılıyor. Ayakta oturma alanları için dahiyane çözümler oluşturan Alman kulüplerinin tamamı raylı sistem kullanmıyor; Hoffenheim gibi farklı teknolojiler kullananlar da var fakat önemli bir çoğunluğu, 18 takımdan 8’i, raylı sistemleri tercih ediyor. Bu 8 takım arasında Dortmund ve Leverkusen gibi şu anda Bayern Münih’in en büyük takipçisi konumundaki iki ekip de var. Son olarak, Alman tribünleri örneklemesinin güncel değil 2011’e ve hatta belki daha eskilere de gittiğini belirtmemiz gerekir. Fakat son dönemde Bundesliga’nın yükselişi ve Safe Standing kampanyasının nispeten hızlanışına takiben çok daha fazla öne çıkıyorlar. Son: Hillsborough’nun bugünü Ayakta izlemenin geri dönmesine dair yapılan sohbetlerde ‘teras’ sözünden titizlikle kaçınıldığını belirtmeliyiz. Kimse eski usül terasların geri dönmesini istemiyor. Teraslar Hillsborough’dan önce de çok kereler izdihama ve ölümlere neden oldular. Bu yüzden ve de gerekli Hillsborough hassasiyeti yüzünden ‘teras’ sözünün kullanılmamasına özen gösterilmekte. Lakin şöyle bir durum var. Ayakta izleme alanlarının geri dönmesi, Hillsborough ile futbol ortamlarından haksızca dışlanan kesimin geç de olsa haklarının geri kazanması şeklinde de okunabilir. 80’lerde doruk noktasına çıkan holiganizm, hükümet ve medyanın ortak çabasıyla teras kültürüne indirgendiğinde, terasta maç izleyen insanların tamamına ‘suçlu’ damgası yapıştırılmış ve bu insanlar akıl almaz çirkinliklere alet edilmişlerdi. The Sun, Hillsborough’un ertesi günü ‘Gerçek!’ manşetiyle çıktığında, can verenlerin cüzdanlarını yağmalayan ve tribünde idrarını yapan Liverpool taraftarları olduğunu iddia ediyordu. Olayın üzerinden 23 sene sonra geçtikten sonra, geçen yıl yapılan ‘Hillsborough Bağımsız Paneli’nde bu suçlamaların ne kadar haksız olduğu ortaya çıktı ve her ne kadar yeterli olmasa da, başbakan Cameron, Hillsborough’un mağdur ailelerinden özür dilemek zorunda kaldı. Meselenin diğer tarafında, yani ayakta izlemenin tehlike ve holiganlıkla eş anlamlı gitttiği mitinin yıkılması doğrultusunda, safe standing’e büyük iş düşüyor. *FSF Safe Standing Projesi hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak için http://www.fsf.org.uk/ campaigns/safe-standing/ adresini ziyaret edebilirsiniz. Güner Çalış İngiltere HF103 “SÖYLESENE BiZE ANDRE, TAKIM NİYE OYNAMIYOR?” Tottenham’ın hücumdaki kısırlığı, White Hart Lane’deki homurdanmalarla daha fazla tartışılır hâle geldi. Halbuki takım maç kazanmaya devam ediyordu. Bundan iki hafta önce, White Hart Lane’de pek de beklenmedik bir olay vuku buldu. Tottenham’ın 1-0 üstünlüğü ile biten karşılaşma, taraftarın tepkisi ve Villas-Boas’ın ‘sanki deplasman takımı bizdik’ karşı açıklamasıyla manşet oldu. Takımın iç sahada oynadığı oyun taraftarı tatmin etmiyordu ve Hull City’e karşı oynanan maçta patlamışlardı. Olayın neden beklenmedik olduğunu göstermek ve Tottenham’ın içinde bulunduğu garip hâli ortaya sermek için istatistikler iyi bir başlangıç olabilir. Şöyle ki, geçtiğimiz haftaya kadar zirvede bulunan Tottenham, topa sahip olma istatistiğinde ligin ikinci sırasında yer alıyor; en çok şut atıyor, en az ofsayta düşüyor ve 10 maçın yalnızca 3’ünde gol yemiş durumda. Avrupa’da gol yemeden, farklı galibiyetlerle yoluna devam ediyor ve ligde dördüncü sırada. “O hâlde, tepki neden?” diye düşünebilirsiniz. Lakin şöyle bir şey de var: Tottenham, 10 lig maçında yalnızca 9 gol atabilmiş durumda. Taraftarın iç sahada daha keyifli ve gollü maçlar izlemek istemesi gayet olağan. Tepkilere kadar varan sabırsızlıksa, kulübün ne kadar büyük bir yol kat ettiğinin alameti olarak yorumlanabilir. Mourinho’nun Chelsea’deki ‘nispeten’ yavaş başlangıcına dair söylediğini, Villas-Boas ve Levy de tekrar edecek gibi gözüküyorlar: “Bu canavarı biz yarattık.”. Şu sıralar gol kısırlığıyla gündeme gelen Tottenham’ın yeni sezonunu, değişen ve büyüyen beklentilerini ele alacağız. Elvis’i satıp Beatles’ı alan kulüp Tottenham’ın sansasyonel transfer sezonunu en iyi anlatan söz, kulübün eski kalecilerinden Erik Thorstvedt’ten gelmişti: “Elvis’i sattık, yerine Beatles’ı aldık!”. Takımın hücumdaki kısırlığına dair eleştirilerin bir kısmı, 100 milyon avroluk transfer harcaması üzerinden gelişiyor. Bu kadar para harcayan bir takım nasıl gol atamaz? Fakat terazinin diğer yanında, hemen hemen sadece Bale’in satışından gelen bir o kadar da gelir var ve Tottenham çok para harcayıp geçen sezonun üzerine koyan bir takımdan ziyade, pek çok açıdan yeniden yapılanan bir takım. Kulağa güzel gelmesi yanında, Beatles benzetmesi bu anlamda da yerini buluyor. Dünyanın en pahalı oyuncusu ayrıldı ve yeni sezondaki ilk 11’de en azından dört yeni isim oynuyor. Dolayısıyla, atılacak gollerden önce alınacak skorların şu aşamada daha önemli olabileceğini ve sabrın gerektiğini savunmaya basitçe buradan başlanabilir. Ancak yeterli değil. Esas mesele şu ki, Tottenham bu sezon gerçekten Villas-Boas’ın takımı gibi gözükmeye başladı. Geçtiğimiz sezonki sekiz yeni transfer ve ayrılanlara rağmen, kadro büyük ölçüde Redknapp’dan kalmaydı. Bu sezon geri kalanlar da ayrıldı ve yedi tane çok değerli yeni isim katıldı. Artık takımın oyun tarzına da belirgin prensipler hakim olmaya başladı. Orantısız idealizm Bir önceki sezonu 72 puanla bitiren Tottenham, kulübün Premier Lig puan rekoruna imza atmış ve Villas-Boas da rüştünü ispat etmeyi başarmıştı. Adaya ilk ayak bastığında özel insan Mourinho’nun varisi olarak gösterilen ve çocukluğuna kadar gidilerek ‘özel’lik alametleri sıralanan Portekizli hoca; Chelsea’de prensiplerinden vazgeçmeyen, oyunculara inemeyen dahi hoca profili sunduktan sonra şüpheyle bakılan bir figür hâline gelmişti. Daha önce hiçbir takımı iki sezon üst üste çalıştırmayan 36 yaşındaki hoca, Chelsea’deki deneyiminin ardından çok daha esnek bir yöntem izledi ve Tottenham’ın rekor puanla biten sezonunun karakteri bu oldu. Takım Redknapp’tan farklı olarak daha Avrupai bir futbol oynamaya başlamış ve Villas-Boas bu anlamda imzasını atmayı başarmıştı; fakat sezon içinde 4-4-2’ye de geçtiler, sağ kanatta sağ ayaklı oyuncu da oynattılar, maçların 60’ıncı dakikasından sonra Huddlestone’u oyuna sokarak 4-3-3’e de geçtiler ve en kritik olarak Gareth Bale’den merkez oyuncusu da yaptılar. Villas-Boas, prensipleri üzerinden başarı getirmeyi bir süreliğine erteleyip dehasını ortaya koyan çözümler üretmeye girişmiş ve çok başarılı olmuştu. Bu sezon farklı. Chelsea’deki dönemini hatırlatırcasına, orantısız idealizmle oynuyorlar. Bol gollü, agresif, eğlenceli bir futbol tarzını benimsemekten ziyade, zihni methodik işleyen Villas-Boas, esas olarak oyunu kontrol etmekle ve oyuncuların pozisyonel yerleşimleriyle ilgileniyor. Top hakimiyetinin, ‘kontrol’ün en önemli bileşeni olduğu sezgisel olarak anlaşılabilir fakat oyuncuların saha içindeki yayılışına gösterilen hassasiyetin niçin önemli olduğunu kavramak, sanırım biraz daha karmaşık. Topsuz değil, toplu oyunda da oyuncuların belli alanların dışına çıkmadan oynaması, zorunlu olarak birbirini takip edecek savunmadan hücuma ve hücumdan savunmaya geçişlerde oldukça önemli. Yakın zamandan somut bir örnek olarak, Barcelona’daki sol kanat günlerinden bahseden Fabregas’a kulak verebiliriz. Geçtiğimiz günlerde Guardian’a verdiği röportajda, ‘kendisini Arsenal’deki gibi oynatmak istediğini’ söyleyen ve daha ‘anarşik’ bir oyun anlayışı olan Tata Martino’nun bu sezonki formunda belirleyici etkisine vurgu yapıyordu. “Geçen sene sistemi bozan isim olmaktan çok korkuyordum ve kafamdan şuna benzer şeyler geçiyordu: ‘Eğer oraya hareketlenecek olursam ve o anda topu kaybedersek, benim alanım boş kalacak ve bu durumda hiç de eğlenceli şeyler olmayabilir!’ Şimdi hocadan aldığım onayla, boşluklar gördüğüm vakit o noktalara koşular yapabiliyorum.”. Bu anlamda Tata Martino ve Pep Guardiola’yla benzer fikirleri paylaşan ve oyun anlayışını ‘pozisyonel’ bazda kuran Villas-Boas’ın takımı, serbest akışkan Arsenal’den farklı ve çok daha belli kurallar dahilinde hareket ediyor. Bu yapı içinde yücelen Gareth Bale bir yana; Tottenham taraftarı sol kanatta sağ ayaklı ve sağ kanatta sol ayaklı oyuncuları görmekten bıkmış durumdalar ve bunun hiçbir vakit değişmemesi nedeniyle tepkilerini belirtiyorlar. Sezonun yıldızı sağ kanat oyuncusu Townsend, merkeze kat edip sol ayağıyla şut denediği 60 dakikadan sonra, bir 30 dakika daha bunu yapmaya devam ediyor. Tottenham, rakibe göre esneklik göstermeye hemen hemen hiç gitmiyor ve maç içindeki oyuncu değişiklikleri, farklılaştırıcı yönde olmuyor. Görev alan herkes de ancak belli ‘pozisyonel’ desenler içinde görevlerini yapıyorlar ve hücumun keskinleşmediği durumda, bu durum yaratıcılığı kısıtlayıcı bir etken hâline dönüşebiliyor. Villas-Boas’ın çözümüyse, geçen sezonki gibi pragmatik önlemler yerine, bu yapı içinde oyuncuların ilişkilerini geliştirmek olacak. Paulinho’nun ceza sahasına koşuları keskinleşecek, sol bek Rose’un iyileşmesiyle Sigurdsson’un içeri kaçışları daha fazla anlam kazanacak ve Eriksen’in de varlığıyla Soldado daha iyi servis alacak. Yine de sonuç olarak Arsenal’den farklı bir şey olacaklar. Villas-Boas penceresinden bakıldığında, başka türlü düşünülmesi söz konusu olamaz. Artık gerekli materyallere sahip takımda, bu kısır oyunun uzun vadede daha iyiye geliştirilmesinin tartışılmaz tek fikir olarak görülmesi kendi içinde kesinlikle haklı. Fakat şu ana kadar dört golünün üçünü penaltıdan atmış Roberto Soldado gerçeğiyle karşı karşıyalar ve ligin en az ofsayta düşen takımı olmaları da ne kadar berbat bir servis verdiklerini bir kez daha gözler önüne seriyor. Sonuç: Tottenham daha iyi Neresinden bakarsanız bakın, Tottenham geçen seneden çok daha iyi bir takım. Geçen yıl bu dönemlerde daha az puan toplamışlardı ve oyunları aynı ölçüde olgunluk göstermiyordu. Daha da önemlisi, geçen yıl başarıyla uygulamayı beceremedikleri ve bu yüzden ancak dönem dönem kullandıkları pek çok stratejiyi bu yıl alışkanlık hâline getirmeyi başardılar. Öne çıkan çizgi savunma örneğin. Geçen yılki Arsenal maçında savunmayı öne çıkarmak isterken öyle fahiş boşluklar vermişlerdi ki, televizyonda maçın analizini yapan Gary Neville, ‘hobi olarak yapsınlar’ demeye kadar getirmek üzereydi. Bu yılsa, aynı diğer pek çok şey gibi, maç seçmeksizin ve düzgün bir şekilde uygulamayı başarıyorlar. Gol yemeyen savunmanın ve top hakimiyetinin sürdürülebilirliğinin en önemli bileşeni, başarıyla uygulanan bu yapı oluyor. Süpürücü kaleci Lloris, top tekniği üst seviyede savunma oyuncuları Vertonghen, Chiricheş ve kapayıcılar Sandro, Capoue ile hemen hemen hiç hata yapmaz hâle geldiler. Tüm bunları olanaklı kılansa, özenle seçilen transferler ve ortaya çıkan yeni, derin, alternatifli oyuncu grubu oldu. Hücumdaki sorunların önemli bir kısmı, zaman içinde, daha önceki paragraflarda kısa kısa açıklandığı şekliyle çözülebilir duruyor. Henüz bahsetmedik, Erik Lamela gibi bir oyuncu henüz takıma dahi girememiş durumda. Yalnız, derinde oyun kuracak birinin eksikliği sadece kısa vadede değil uzun vadede de önemli sorunlar, kısırlıklar yaratabilir. Bunun ne denli önemli olabileceğini de sezon sonunda daha net konuşabilir hâle geleceğiz. Gornik Zabrze Fırat Topal HF103 Demir Perde’nin Unutulmuş Efsaneleri #6 #9 GÓRNIK ZABRZE Polonya futbolu son yıllarda girdiği duraklama yüzünden dikkatlerden uzaklaşsa da bir zamanlar Avrupa’yı titretiyordu. Polonya futbolu Demir Perde’nin yıkılmasından sonra en çok gerileyenlerden birisi oldu. Öncesinde Avrupa kupalarında çeyrek ve yarı finaller gören ülke takımları artık ön elemeleri dahi zorlukla geçer oldular. Bugünlerde, daha çok taraftarlarının tribün şovlarıyla gündeme gelen Polonya’nın, 60 ve 70’lerdeki fırtınası Górnik Zabrze’nin hikayesini anlatacağız. Górnik Zabrze Polonya futbol tarihinin, 14 şampiyonlukla en çok şampiyon olan iki takımından birisi. Wisła Kraków, 2000 sonrasında tam yedi şampiyonluk elde edip kendilerini yakalamasa daha uzun yıllar bu unvanı sürdüreceklerdi. “Kablocu” firma Tele-Fonika’nın (Polonya’da büyük mimarı projelerinin bağlantı kablolarıyla uğraşan firma) Wisła’yı 1998’de satın alması Polonya futbolunda önemli bir değişikliğe sebep oldu. Öyle ki takım 100’üncü yılına dek sadece Polonyalı, Çek, Slovak ve Macar teknik adamlarla çalışmışken, 2006’da Romen Dan Petrescu’yu göreve getirdiler. 2010’da ise tamamen bu alışkanlığın dışında çıkıldı ve bir Batı Avrupalı, Hollandalı Robert Maaskant takımın başına geldi. Bu batılılaşma halen yaygın değil, Batı Avrupa menşei teknik adamlar hala Polonya’da çok sık görev alamıyorlar. Górnik Zabrze’nin de durumu böyle. Tarihleri boyunca göreve getirilen 78 teknik adamın sadece 8’i Polonyalı değildi. Zabrze, Polonya’nın güneyinde Katowice’ye 20 dakika, Çek Cumhuriyeti’nin doğusundaki Ostrava’ya 1 saat uzaklıkta 170 bin nüfuslu bir şehir. Orta çağdan beri Alman hakimiyetindeki şehir, ancak 1945’te, 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Komünist Polonya rejimine teslim edildi. Şehrin takımı Górnik de bundan üç yıl sonra 1948’de kuruldu. Hem amblem hem de isminden buram buram madencilik akıyor kulübün. Amblemdeki iki çekiç, bir madencilik kenti olan Zabrze’ye bir atıf, e Górnik de “madenci” anlamına geliyor. Busby’nin Bebekleri’nin korkulu rüyası Kurulduktan yedi yıl sonra Polonya futbolunun en yüksek kademesinde mücadele etmeye başladı Górnik. Ardından da Polonya futbolunun lokomotifi oldular. 1957-67 arasında tam sekiz şampiyonluk kazandılar ve tam bir hegemonya kurdular. Özellikle 1963-67 arasında kazanılan üstüste beş şampiyonluk her şeyin göstergesiydi. Bu rekor bugün dahi kırılamamıştır. Kulüp oldukça sağlam ve beraber oynamaya alışmış oyuncularla harika bir iskelet oluşturmuştur o yıllarda. 13 yıl boyunca kulübün formasını giyen defans oyuncusu Stanisław Oślizło, 1.93 boyundaki emniyet sübabı Jerzy Gorgoń, “ufaklık” lakaplı orta saha oyuncusu, Zygfryd “Zyga” Szołtysik (boyu 1.62’ydi) ve 12 yılda attığı 155 golle Avrupa’nın birçok devinin canını yakan Włodzimierz Lubański takımın en önemli oyuncularındandı. Takım 1967’de şampiyon olduktan sonra Polonya’daki başarının ardından uluslararası platformda da söz sahibi olması gerektiğinin farkındaydı. 1967-68 Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası bunun önemli göstergelerinden birisi olmuştur. Takım ilk turda Djurgården, 2’nci turda da Dynamo Kiev’i mağlup etmiş ve çeyrek finalde Busby’nin Bebekleri’nin karşısına dikilmiştir. Old Trafford’da 2-0 kazanır Manchester United. Ancak George Best, Bobby Charlton ve arkadaşlarını Chorzów’daki Silesya Stadyumu’nda 77 bin kişi ve sahayı kaplamış karlar beklemektedir (not düşelim maç mart ayının sonlarında oynanmıştır) . Lubański’nin 70’inci dakikadaki golüyle de 1-0 öne geçer Górnik ama gerisini getiremez. United o sezon kupayı müzesine koyar ve evet, 10 maçtaki tek mağlubiyetlerini o soğuk Polonya gecesinde almışlardır.Takım 1967-72 arasında şampiyonluk yaşayamaz ama o dönemde 5 kez üstüste Polonya Kupası’nı müzesine götürmüştür ki bu da ülke futbol tarihinde bir rekordur. 1970 Avrupa Kupa Galipleri Kupası ise onların Avrupa futbolunda geldikleri en yüksek noktadır. Takım ilk turda Olympiakos’u mağlup eder. 2.’nci turda İskoç devi Glasgow Rangers onlara boyun eğmiştir. Çeyrek finalde Levski Sofya saf dışı edilir ve yarı finalde karşılarına, bir önceki turda Göztepe’yi eleyen Fabio Capello’lu Roma dikilmiştir. Takımlar aralarında üç maç oynarlar çünkü deplasmanda atılan gol kurallarının uygulanmadığı o dönemde üç maç da berabere bitmiş, maçlar Lubański ve Capello’nun savaşı şeklinde geçmiştir. Polonyalılar Strasbourg’daki son mücadeleden sonra yapılan yazı-tura atışını kazanırlar ve finalde, iki yıl önce boyun eğdikleri Manchester’ın diğer devi Manchester City karşısına dikilirler. Viyana’daki Prater Stadyumu’nda oynanacak final öncesi İngiliz gazeteleri Lubański’den, “Eusebio kadar yetenekli bir golcü” şeklinde bahsederler. 1968’de onları şampiyonluğu ulaştırmış Joe Mercer yönetimindeki City, Neil Young ve Francis Lee’nin golleriyle onları 2-1 mağlup eder. Madencilerin tek golünü Oślizło atmıştır. 2’nci dalga ve gerileme 1972’de Trójkolorowi’nin (üç renkliler) kadrosuna Polonya futbol tarihinde çok önemli bir isim edinecek Andrzej Szarmach katıldı. 1971 ve 1972’de iki şampiyonluk daha elde ettiler ancak altın nesilin emekli olması veya yurt dışına transferiyle tam 13 yıl şampiyonluk göremediler, o bir yana 1978’de kısa süreli bir ikinci lig yolculuğu bile yaptılar. Ancak Polonya milli takımı onların kurduğu bu müthiş kadrodan birçok kez yararlandı. 1974 Dünya Kupası üçüncüsü olan takımın dört oyuncusu Zabrze’de top koşturuyordu. Szarmach, turnuvanın yedi golle gol kralı olan efsane Lato’nun yanında beş gol atmıştı. 1972 Münih Olimpiyatları’nda altın madalyayı kazanırken de beş oyuncu vermişlerdi ve nihayet gümüş madalya aldıkları 1976 Olimpiyatlarında da takımdan henüz ayrılmış Szarmach altı golle gol kralı olmuştu. 1985-88 arasında Górnik’in ikinci saltanatı başladı ve art arda dört kez şampiyon oldular ama bu sefer boruları sadece içeride ötüyordu. Zira Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası’nda hiçbir zaman ikinci turun ötesine geçemediler. 1994’teki Polonya Ligi’nin finali ise efsane bir final olmuştur. Son haftada lider Legia ve 2 puanlı takipçisi Górnik karşı karşıya gelmiş, maçın hakemi Sławomir Rędziński , Górnik maçı 1-0 önde götürürken 1, Legia 1-1’lik beraberliği sağladığında da 2 Górnik’li oyuncuyu sahadan atmıştır ve Legia oyuncularının sertliklerine sarı kartla göz yummuştur. Legia şampiyonluğu kazanmış, karşılaşma Rędziński’nin hakemlik kariyerindeki son maçı olmuştur. O tarihten bugüne madenciler Polonya Ligi’nde beşincilikten yukarı çıkamadılar. Bu sezon ise uzun süre sonra şampiyonluk hayalleri kuruyorlar. Ligde lider Legia’nın arkasında aynı puanla ikinci sıradalar. Polonya Ligi’nin hakimi, Avrupa’nın çekinilen takımı Górnik Zabrze, artık tarihin mirasını yemek istemiyor. Emre Çelik İspanya HF103 VALENCIA’DA SONBAHAR RÜZGÂRLARI Uzun yıllar Barcelona ve Real Madrid’in ardından La Liga’nın en istikrarlı takımı olmayı başaran Valencia, geçtiğimiz sezon yaşanan düşünün ardından daha da kötüye giren bir tabloyla karşı karşıya. Atletico Madrid’in son şampiyonluğunu elde ettiği 1995-96 sezonundan bu yana La Liga’da Barcelona ve Real Madrid’i dönem dönem zorlayan, hatta bu ikiliye kafa tutmakla kalmayıp iki takım arasına girmeyi başaran kulüpler oldu. Mallorca, Deportivo la Coruna, Valencia, Real Sociedad ve Villarreal olarak sıralanabilecek bu ekipler arasında biri, Valencia, özellikle istikrar açısından diğerlerinden fazlasıyla ayrıldı. Bu süreçte İspanya’daki ekonomik krizlerin çoğundan minimum hasarla çıkmayı başaran Valencia, Unai Emery’nin yola devam etmeme kararı aldığı 201213 sezonunun başlangıcından bu yana ise deyim yerindeyse serbest düşüşte. Geçtiğimiz sezon üç farklı teknik adamla ‘bir şekilde’ kotarılan sezonun ardından gelen Miroslav Djukic hamlesine rağmen Yarasalar, bir türlü o şaşalı günlerine yaklaşmayı başaramadı. Hatta kulüp başkanı Amadeo Salvo’nun dört haftalık galibiyet hasreti boyunca bile her fırsatta vurguladığı ‘istikrar’ fırsatına ve son olarak alınan Getafe galibiyetine rağmen takımın futbol direktörü Braulio Vazquez’in kellesi alındı ve Djukic’e de hafiften gözdağı verildi. Lâkin Valencia’da tek sorun teknik ekipten kaynaklanmıyor. Valencia’yı bu sezon hiç izlememiş biri, takımın ofansif ve defansif istatistiklerine bakarak çok bariz iki problemi açıkça görebilir. Bunlardan ilki Valencia’nın La Liga’nın kalesinde en fazla gol gören altıncı takımı olmasıyken; diğeri de takımın en fazla gol kaydeden ikinci isminin stoper Ricardo Costa olması. Bir diğer ifade ile istatistikler Valencia’nın savunmada ciddi sıkıntılar çeken ve gol bulmakta da fazlasıyla zorlanan bir ekip olduğunu gösteriyor ki çok değil, yaklaşık 15 dakika, Valencia’nın ortaya koyduğu futbolu izleyince istatistiklere gerek kalmaksızın bu tespitleri yapabilmek mümkün. “Allahını seven savunmaya gelsin!” Valencia’nın ideal(!) savunma dörtlüsü bile tek başına takım inşasının ne kadar problemli olduğunu, sezonun daha başlamadan kaybedildiğini ortaya koymaya fazlasıyla yetiyor. Sağ bekte yer alan Joao Pereira bir kenara koyulursa, iki sene önce Jordi Alba ile birlikte ligin açık ara en iyi sol kenarını oluşturan Jeremy Mathieu’nün stoperde görev alması ve yıllarca ‘yeteneğine ihanet eden’ olarak tanımlansa da kaliteli bir sol açık olan Andres Guardado’nun sol bek görevini üstlenmesi Valencia savunmasına dair çok şey anlatıyor. Bunların üzerine sol bek kıtlığına rağmen Aly Cissokho’nun Liverpool’a kiralanışı ve stoperdeki yetersizliğe rağmen Adil Rami’nin Milan’a kiralanması -oyuncu transferi devre arasında gerçekleşecek ama Valencia, Rami’nin Milan ile antrenmanlara çıkmasına izin verdi - da işin içine katılınca Valencia’nın neden bu denli çok gol yediğini anlamak zor değil. Eldeki oyuncuyu kullanamamanın yanı sıra yönetim zafiyetinden dolayı ortaya çıkan alternatifsizlik problemi de doğal olarak oyuncuları iki açıdan etkiliyor. Bunların ilki; Guardado da Mathieu de nasıl performans sergilerlerse sergilesinler kesilemeyeceklerinin farkındalar. İki ismin de iş ahlakı* konusundaki daha önceki vukuatları düşünülünce %100 performanslarını göstermediklerini söylemek de doğru olacaktır. İkinci etki ise elbette daha verimli olacakları yerde oynamamaktan doğan mutsuzluk ki Jeremy Mathieu’nün son 4-5 ayda sözleşmesini uzatmasına rağmen defalarca ayrılabileceğini söylemesi de bunun açık bir göstergesi. Bu iki ana sorunun yanına hamle zamanlaması olarak vasat ve artık zamanı ‘geçmiş’ 32’lik Ricardo Costa eklenince Valencia savunması, savunmadan hallice. Modern futbolda herhangi bir takımın savunma performansını belirleyen tek faktör de elbette savunma hattında yer alan oyuncuların kalitesinden ibaret değil. Bunun en güzel örneklerinden biri şüphesiz Gregorio Manzano döneminin Atletico Madrid’i ve Diego Simeone döneminin Atletico Madrid’i arasındaki fark olarak gösterilebilir. Valencia, geçtiğimiz sene de La Liga için iyi bir savunma takımı değildi fakat bu sezon top rakipteyken tam anlamıyla ‘şuursuz’, pozisyon açısından kimsenin nerede durduğunun farkında olmadığı, hatsız bir Valencia olunca işler çok daha kötü gitti. Bu duruma bir de geçtiğimiz sezon son 15 dakikalardaki kırılganlığın -Yarasalar geçen sezon 75-90 arası La Liga’nın en fazla gol yiyen takımıydı- 90 dakikaya yayılması eklenince deyim yerindeyse ‘helva’ gibi bir takım ortaya çıktı. Bu kırılganlığın en önemli sebebi ise hiç şüphesiz Javi Fuego’nun aslında ‘olmayan’ takıma adaptasyonun gecikmesi ve tıpkı Almeria maçında olduğu gibi savunma önünde Javi Fuego gibi savunma özellikleri gelişmiş bir başka ismin olmaması. Zaten Dani Parejo ve Michel, hatta zaman zaman Banega gibi, ileri uca yakın oymayı seven oyuncuların mecburiyetten ‘double pivot’ta ön liberoda defansif görevler alması da teknik ekibin çaresizliğini ortaya koyuyor. Doldur boşalt Valencia’nın çok fazla gol yemesinin yanına ileri uçtaki üretkenlik sorunu da eklenince bu tablo çok da şaşırtıcı değil. Elbette Soldado gibi La Liga’nın kalburüstü santrforlarından birinin ayrılışı, yaratıcılık kısırlığı konusunda akla gelen ilk faktör olsa da Valencia’nın hücumda çok daha derin problemler mevcut. Takımın La Liga’da bulduğu gollerin %46’lık kısmının duran toplardan oluşu, orta sahada yaratıcığa dair bir eksikliği açıkça ortaya koyuyor. Sofianne Feghouli dışında adam eksiltme özelliği ortalama seviyede olan Valencia orta sahasının beyni de Ever Banega gibi başına buyruk ve fazlasıyla sorunlu olunca ortaya bu tablo çıkıyor. Yeteneklerine rağmen zaten problemli yapısıyla bilinen Ever Banega, özellikle Tino Costa’nın ayrılışının ardından kendisine ‘tehdit’ oluşturacak biri kalmayınca iyice başına buyruk bir görüntüye büründü. İstediği zaman çıkıp La Liga’nın en iyi beş orta sahasından biri gibi oynuyor, istediği zaman ise 90 dakika boyunca umursamaz ve sorumluluktan kaçınan bir futbolla tribünleri çıldırtıyor. Dahası sol kanatta da Jonas’ın görev alması, doğru tabirle Soldado’nun gidişine rağmen orada unutulması, her ne kadar problemli bir kişiliğe sahip olsa da Guardado gibi bir isim varken kanat oyuncusu kullanılmaması Valencia’nın oyunu genişletmede de zorlanmasına sebep oluyor. Helder Postiga’nın istikrarsızlığı ise pastanın üzerindeki mumu oluşturuyor. Ne kadar ekmek, o kadar köfte Valencia’daki problemler elbette saha içiyle sınırlı değil. Yarasalar, özellikle Juan Bautista Soler’in başkanlığı döneminde sürüklendiği borç batağından oyuncu satarak kurtulmayı başardı. David Villa, David Silva, Juan Mata, Raul Albiol, Jordi Alba ve Pablo Hernandez gibi takımın yıldızları bir an bile düşünmeden satan Manuel Llorente yönetiminin izlediği ‘ederini verin, babamı bile satarım’ politikası ve bu oyuncuların yerine düşük bonservisli, kaliteli isimlerin adapte edilebilmesi, Valencia’yı uzun süre mücadeleci kılmayı başardı. Lâkin son iki sezondur gidenlerin yerlerinin dolduğunu söylemek pek de mümkün değil. Zaten geçtiğimiz sezon Unai Emery’nin kaosu erken görerek yola devam etmemesinin üzerine bu sezon başında “En büyük eserim, Nuevo Mestella olacak” sözlerini sarf eden Manuel Llorente’nin stadyumun bitimini görmeden pes etmesi de ekonomik kaynaklı saha dışı etkenleri açıkça ortaya koyuyor. Uzun lafın kısası, Valencia, geçmişte Francesco Tavano, Manuel Fernandes, Asier Del Horno, Manuel Fernandes, Nikola Zigic, hatta ve hatta Renan Brito, Dani Parejo ve Pablo Piatti gibi kendini kanıtlamamış isimlere milyon avroluk kumarlar oynayabilecek ekonomik şartlara sahip değil. Hal böyleyken geriye iki seçenek kalıyor. İlki, Superdeporte yazarlarından Manu Barendes’in göklere çıkardığı Villarreal modeli. Bir başka ifadeyle takımın iskeletini oluşturacak olan stoper, ön libero, orta sahanın ortasında tercih edilecek kaliteli, tecrübeli ve kendini kanıtlamış isimlerin yanlarına bonservis olarak maksimum 2,5 milyon avroya çıkan kumarlar oynamak (Villarreal’de Musacchio, Bruno, Cani’nin yanına yapılan Jeremy Perbet, Jonathan Pereira, Javier Aquino hamleleri) nokta hamlelerle Valencia için kurtuluş olabilir. Fakat bir diğer model daha mevcut ki bunun Valencia gibi altyapısı son derece kaliteli olan bir ekibe çok daha uygun olduğunu söylemek mümkün. Kadroda takımı sahiplenecek Jonas, Jeremy Mathieu, Sofiane Feghouli gibi isimlerin yanına aşağıdan gelen ve yeteneklerini çoktan kanıtlamış Juan Bernat, Paco Alcacer, Fede, Sergio Canales gibi genç yıldızları monte etmek, Valencia’nın geleceğini de teminat altına alacaktır. Ki St. Gallen ile oynanan maç da Valencia’nın genç yeteneklerinin hem yeterli kaliteye sahip olduğunu hem de bu isimlerin süre alıp savaşmak için çok çok daha hevesli olduğunu ortaya koydu. Lâkin elbette bu krizi aşmak için yönetim ve ağırlıkla Djukic başta olmak üzere teknik ekibin inisiyatif alması şart. İlerleyen günlerde yapılacak bu tercih ise -kısa vadede mi yoksa uzun vadede mi kurtuluş yolu aramak - Valencia’nın belki de en az önümüzdeki beş senesini belirleyecek faktör olacak. * Oyuncuların iş ahlakları hakkında kolayca ahkâm kesmek elbette hoş değil ama özellikle bu özelliği pek bilinmeyen Jeremy Mathieu hakkında bir örnek vermek sağlıklı olacaktır. Unai Emery, geçen sezonun başında Mathieu hakkında aktardığı şu anı son derece komik ama bir o kadar da acı: “Maçlardan önce oyuncularıma rakip hücumcularının kasetlerini verip izlemelerini istiyordum. Fakat bir noktadan sonra Mathieu’nun hep aynı sözleri, ‘çok tehlikeli oyuncu vs.’ söylediğini fark ettim. Bir gün yine bir maçtan önce Mathieu’ya boş kaset verdim. Ertesi gün antrenman başlamadan önce de rakibin sağ açığı nasıl diye sordum. Mathieu da bana izlediğini ve çok etkili bir oyuncu olduğunu söylemişti. Mathieu son derece yetenekli bir oyuncu ama... “