Peren Ercan - Riot-web
Transkript
Peren Ercan - Riot-web
Güneş çoktan batmış, bu gizemli denizlerde dolaşan korsanlara rehberlik etmesi amacıyla, yerini soluk ışıklarını saçan yarımaya bırakmıştı. Yıldızlar da eskisi gibi parlamıyordu artık. Sevincini kaybetmiş ay ve yıldızların altında ilerleyen bir gemi vardı. Geminin siyah yelkenleri, sanki bir çatışmadan çıkmış gibi yırtık pırtıktı. Gemideki hiç kimse, yelkenlerin bu halde olmasından endişe duymuyordu. Kendilerini batırmak istiyor gibi görünüyorlardı. Bazıları sessizce şarabını yudumlayıp geceyi izliyor, bazıları ise kamarada uyumayı tercih ediyordu. Gemideki herkesin düşündüğü şeyler farklıydı. Memleketine dönmek isteyenler, sevdiğine kavuşmak için yanıp tutuşanlar… Bütün bu insanların arasında geminin kıç tarafında duran ve giydiği şeylerden kaptan olduğu apaçık belli olan bir adam duruyordu. Adam, yıldızları ve yarımayı izliyordu. Belki de o akşam, gökteki ışığın niye soluk olduğunu düşünen tek kişi oydu. Kaptanın tek başına olduğunu gören sarışın, uzun boylu bir genç, şişeyi alıp bir kadeh şarap koyduktan sonra kaptanın yanına doğru ilerlemeye başladı. Attığı her adım, genci heyecanlandırıyordu. Gemiye bineli üç gün olmuştu ve kaptanla sadece bir kez konuşabilmişti. Kaptan hakkında duydukları ise gencin daha da gerilmesine sebep oluyordu. Her ne olursa olsun, kaptanla arkadaşça muhabbet edebileceğini düşünüyordu. Birkaç adım sürmesine rağmen psikolojik olarak çok zor olan bu yolculuk, sona varmıştı. Genç, kaptanın tam arkasında duruyordu. Birazdan selam verip bu sessizliği bozacaktı. Bunu yaptığı için hakkında korkunç şeyler duyduğu bu kaptandan azar işitebilirdi ama yine de şansını denemek istiyordu. “Kaptan Gangplank!” diye samimi bir şekilde seslendi sarışın genç. Sesi biraz titremişti. Bu titremenin farkına varan kaptan, kahkahalar içinde dönerek gençle göz göze geldi. Genç adam, Gangplank’in gözlerine bakar bakmaz kalbindeki korkunun tüm vücudunu kapladığını hissetti. Karşısında duran kişi, sıradan bir korsan değildi. Uzun ve beyazlaşmaya başlamış sakalları, denizci şapkası, siyah eldivenleri ve donuk bir şekilde bakan gözleriyle çok vahşi duruyordu. “Bu kadar korkmana gerek yok, evlat. Sonuçta, bir şeytan değilim!” dedi Gangplank ve kahkaha atmaya devam etti. Genç, Kaptan Gangplank’in lakabının “Okyanus Şeytanı” olduğunu biliyordu. “Ama herkes size şeytan diyor.” diye cevap vermek istiyordu kaptana ama bir an için kaptanın o kadar da hoşgörülü olmayabileceğini düşündü ve vazgeçti. “Şarap alır mısınız?” diye sormayı tercih etti ve elindeki kadehi kaptana doğru uzattı. Gangplank, gencin elindeki kadehe sinirli bir şekilde baktı ama bu sinirini yansıtmamaya çalıştı. “Bırakalı çok oldu. Yine de sağ ol.” dedi ve arkasını dönüp yeniden karanlık gökyüzünü izlemeye koyuldu. Genç adam, konuşmanın burada bitmesini istemiyordu. O kadar yolu boşuna tepmemişti. Bir şekilde konuşmayı devam etmek zorundaydı. Kaptanın dikkatini çekecek bir soru sormalıydı ama fazla vakti yoktu. Gangplank’in burada boş boş durmaktan sıkılıp gitmesinden korkuyordu. Bir anda aklına gelen ilk soruyu sordu. “Niye bu kadar acımasızsınız?” Bu soruyu sorduğuna pişman olmuştu çünkü gelecek tepkinin çok sert olacağını düşünüyordu. Gangplank, tekrar genç adama döndü. Bu sefer gülmüyordu ama sinirli de değildi. “Amcam hep “Ölmek ve öldürülmek farklı şeylerdir. Ölmek, ruhunun, vaktinin geldiğini anlayıp başka bir âleme kendi başına yolculuğa çıkmasıdır ama öldürülmek, ruhun vakti gelmeden zorla bedenden çıkarılıp bu dünyadan kovulmasıdır.” derdi. Çok insan öldürdüm.” dedi Gangplank. Her ne kadar gencin sorduğu sorunun tam olarak cevabı olmasa da içini dökmeye başlamıştı. “Pişman mısınız peki?” diye sordu genç. Muhabbetin devam etmesi, onu mutlu ediyordu. “Öldürdüğün her insan, bu dünyayı terk etmeden önce boynuna görünmez bir zincir dolarmış. Birilerinin canına kıydıkça boynundaki zincirler birikir ve bir gün hareket bile edemeyecek hale gelirmişsin. Hareket kabiliyetimin eskisi gibi olmadığını hissedebiliyorum.” diye cevapladı kaptan. Sorulara direkt olarak cevap vermekten kaçınıyordu. “Cinayet işlediği için felç olan birisine hiç rastlamadım.” dedi genç gülerek. Ortamı biraz yumuşatmak istiyordu. “O zaman gerçek bir şeytanla karşılaşmamışsın demektir.” diye karşılık verdi Gangplank ve gencin gözlerine sert bir şekilde bakmaya başladı. Genç, bu sert bakışlara daha fazla dayanamayıp gözlerini kaçırdı. Kaptanın gözlerine bakmasa bile konuşmanın burada bitmesine izin vermeyecekti. “Babam korsanları hiç sevmezdi…” diye lafa başladı genç adam. “…Her fırsatta Bilgewater’da yaşadığı günlerde tanık olduğu korsanların yaptığı iğrenç şeyleri anlatırdı. Bir gün babama korsanların bir tane bile iyi bir özelliği olup olmadığını sordum.” “Ne cevap verdi?” diye sordu Gangplank meraklı bir şekilde. “Korsanlar, birden fazla kez aşık olabilirmiş. Korsanların tek iyi özelliği buymuş. Doğru mu?” Gangplank, sert bakışlarını bırakmış ve rahatlamıştı. Bu gençle konuşmaktan keyif almaya başladığını hissediyordu. Gencin sorusuna samimi bir şekilde yanıt verdi. “Evet, birçok kez aşık olan çok korsan gördüm ama ben onlardan biri değilim.” dedi. “İşte ben tam da bu hikâyeyi dinlemeye geldim.” dedi genç gülümseyerek. Amacına ulaştığı için heyecanlanmıştı. Herkesin adını ağzına almaya korktuğu bu kaptanın hikâyesini dinlemeye çok yaklaşmıştı. “Hahahah!” diye kahkahayı bastı Gangplank. “Piltover’dan buraya kadar sırf benim hikâyemi dinlemeye mi geldin yani?” “Evet.” dedi genç kararlı bir şekilde. Konuşmanın başından beri hiç bu kadar ciddi olmamıştı. “Lütfen, bana hikâyenizi anlatın.” “Pekâlâ.” dedi kaptan. Koyu kırmızı renkteki uzun ceketinin sağ cebinden bir portakal çıkardı. Belinin sol tarafındaki kınında duran hançeri çekti ve portakalı soydu. Bir dilim ağzına attı. İyice çiğnedi ve yuttu. Sinsi bir şekilde sırıtmaya başladı. “Okyanus Şeytanı ismini nasıl aldığımı anlatacağım.” dedi. “Kaç yıl önce olduğunu hatırlamıyorum çünkü unutmak için çok uğraştım ve başardım. Belki beş, belki de on yıl önceydi. O zamanlar, Bilgewater’da yıldızlar böyle soluk değildi. Neşeyle parlıyorlardı ya da bana öyle geliyordu, bilmiyorum. Aşık olduğunda her şey gözüne parlak gelir. Peki bu ışık nasıl söner? Ah… Bana neden Okyanus Şeytanı dediklerini soruyorsun. Bir insan ne zaman “şeytan” adını hak eder, biliyor musun? Ne için yaratıldığını unuttuğu zaman. İşte ben de o gün, ne için yaratıldığımı unutmuştum. Unutturdular.” Yapılışının üzerinden çok vakit geçmediği belli olan pırıl pırıl bir gemide büyük bir eğlence vardı. Bilgewater’da nam salmış ne kadar kaptan varsa, o gemideydi. Herkes içip doyasıya eğlenirken gemi, çarşaf gibi olan denizin üzerinde sakince ilerliyordu. Akşamüstü vaktiydi ama güneşin batmasına daha çok vardı. Kaptanlar, kendilerini eğlenceye iyice kaptırmıştı. Herkes mutluydu. O sırada kol kola ilerleyen bir adam ve bir kadın göründü. Heyecanlı bir şekilde sevgilisinin kollarında ilerleyen adam Gangplank’ti. Yıllar sonra onu tanımlarken söylenecek ilk şeylerden biri olan “koyu kırmızı” ceketi henüz üzerinde değildi. Onun yerine, mavi renkte uzun bir ceket giyiyordu. Sakalları ve saçı kısaydı. Şapkası yoktu. Gangplank, sevgi dolu bakışlarla kollarındaki kadına döndü. Kadın uzun boylu ve esmerdi. Koyu kahverengi gözleri ve upuzun siyah saçları vardı. “Sonunda kavuştuk, Arin.” dedi Gangplank, kadına. Daha önce bu adamı hiç kimse bu kadar içten güldürmemişti. “Sonunda.” diyerek karşılık verdi Arin. O da gülümsüyordu. Gangplank, sevgilisinin yanaklarını iki eliyle tuttu ve yaklaşarak kadını alnından öptü. Bu öpücüğü görenler alkış tutmaya başladı. O gün gemide Gangplank ve Arin’in yıllar sonra kavuşmasını kutlamak için toplanmışlardı. Gangplank, yıllar önce Bilgewater’dan ayrılmak zorunda kalmıştı ve sevgilisine veda etmesi gerekiyordu. Ne olursa olsun geri geleceğine dair Arin’e söz vermişti ve yıllar sonra bu sözünü tutmuştu. İki aşık birbirine kavuştuğu için o kadar mutluydu ki kutlama boyunca gözlerini birbirlerinden ayıramıyorlardı. “Aşk böyle bir şey işte, evlat. Gerçi, sana aşkın nasıl bir şey olduğunu ne kadar anlatırsam anlatayım, benim hissettiklerimi hissedemeyeceksin çünkü her insan farklı şekilde aşık olur. Sana şunu söyleyeyim evlat; Bilgewater, aşık olacak son yerdir. Ne yaparsan yap ama Bilgewater’dan bir kıza gönlünü kaptırma. Buranın kızları okyanus gibidir. Derine indikçe kendinden uzaklaşırsın. Aşktan gözün hiçbir şeyi görmez. Aman, her neyse! Anlatmak istediğim şey de bu değildi zaten. Kiome’yi bilir misin evlat? Ah… Adının böyle güzel göründüğüne bakma. Vahşi bir deniz canavarıdır o! Daha önce bu lanet şey hakkında çok hikâye duymuştum ama kendisiyle hiç karşılaşmamıştım.” Gangplank ve Arin, geminin ön tarafına geçmişti. Kutlamadan çok memnundular ama birazcık olsun sakin bir yerde durmak istiyorlardı. Yan yanayken hiç konuşmuyorlar, derin derin birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Farklı bir şey vardı bu ikisinin aşklarında. Bu sevgi, Bilgewater efsanelerine sığmayacak kadar büyüktü. Aniden gelen çığlık sesleri, ikisinin bakışları arasındaki büyüyü bozmuştu. Hemen oturdukları yerden kalkıp geminin ön tarafına doğru koştular. Misafirler dehşet içinde denize bakıyorlardı. “K-Kiome!” diye bağırdı misafir kaptanlardan birisi. Herkes panik içindeydi. Denize atlayıp yüzerek uzaklaşmayı düşünenler bile olmuştu. “Sakin olun!” diye bağırdı Gangplank. Misafirleri sakinleştirmek istiyordu ama bu deniz canavarı karşısında ne yapacağını kendisi de bilmiyordu. Belinden çakaralmazını çekti. Denizin derinliklerinden gelen şiddetli ama bir o kadar da sakin bir çığlık duyuldu. Dalgalar hızlanmaya, denizin bir kısmı köpürmeye başlamıştı. Herkes şaşkın bir şekilde denizdeki hareketlenmeyi izliyordu. Dalgalar gittikçe büyüdü ama gemi ayakta durmayı başarıyordu. Birden dalgalar iyice köpürdü ve insanların kulaklarını çınlatan bir çığlıkla beraber denizin içinden bir yaratık fırladı. Bu yaratık, Kiome’ydi. Uzun ve kalın gövdesi olan bir deniz yılanıydı. Altı kolu, iki çift kanadı vardı. Bedeni gri renkteydi ve derisinin üzerinde beyaz benekler vardı. Yüzü, bir kuşu andırıyordu. Gümüş renginde uzun bir gagası vardı. Denizden iyice çıkıp tüm vücudunu gemidekilere gösterdi. Arin, sevgilisinin sol koluna sımsıkı sarıldı. Gangplank, çakaralmazını Kiome’ye doğrulttu ama ateş etmedi. Bilinçsizce yapılacak bir saldırının ne sonuçlar doğuracağını bilmiyordu. Kiome, hiçbir şey yapmadan gemidekileri izliyordu. İnsanlar, birazdan bu canavarın gemiyi yerle bir edeceğini düşünüyordu ama öyle olmadı. Kiome, daha öncekilerden farklı tonda bir çığlık attı. Bu çığlık insanların kalbini yumuşatmıştı. Etraf bir anda karardı. Güneş erkenden batmış ama ay ortaya çıkmamış gibiydi. Kimse bir şey göremiyordu. Karanlık daha kaybolmamışken bir silah sesi, ardından da bir kadının acı dolu çığlığı duyuldu. Kiome bir kez daha çığlık attığında etraf aydınlandı. İnsanlar, Kiome’nin gemiyi yerle bir etmediğine şükrederken yerde kanlar içinde yatan Arin’i Gangplank dışında kimse fark etmemişti. “Sevgilim!” diye haykırdı Gangplank. Arin’in donuk bakışları, bu hayattan gitme vaktinin geldiğini işaret ediyordu. Arin’in hiçbir şey söyleyecek hali yoktu. Gözlerinden akan yaş, her şeyi anlatmaya yetiyordu. “Hayır, hayır! Olamaz, bu mümkün değil. Nasıl?” diye bağırdı Gangplank. Okyanusun ortasında vurulan sevgilisini kurtaramayacağını anlamıştı ama en azından intikam alabilirdi. Herkes kadının etrafına toplandı. Kiome, hâlâ sessiz bir şekilde gemidekileri izliyordu. Arin, sevgilisine bir kez daha baktıktan sonra gözlerini yumdu. Gangplank acı içinde haykırdı ve ayağa kalkıp Kiome’ye doğru çakaralmazını bir kez daha çekti. Kiome, Gangplank’le göz göze geldi ve bir çığlık daha attı. Bu seferki çığlık, garip ve şiddetli bir ışığın kısa bir süre için yanıp parlamasına sebep olmuştu. Işık ortadan kaybolduğunda Kiome çoktan gitmişti ama bir sorun vardı. “Evlat, işte burası hikâyenin en sinir bozucu kısmı. Kiome, gizemli deniz canavarı… Bu yaratık, gemilere saldırmaz. Öylece belirir ve attığı çığlıklarla etrafı bazen ışığa, bazen karanlığa boğar. Peki, Kiome’nin işi bittikten sonra ne olur biliyor musun?” İnsanlar kendilerine geldiğinde birbirlerine garip bir şekilde bakmaya başlamıştı. Herkes üstünü başını silkeliyor, yere dökülen içkilere şaşkın bir şekilde bakıyordu. Gangplank, kollarında duran sevgilisinin cesedini anlamsızca izliyordu. Kafasını kaldırıp etrafındakilere baktı. Kendisine de aynı şaşkınlıkla bakan kişileri gördü. Sevgilisine bir kere daha baktı ve acı içinde mırıldandı. “Hatırlamıyorum. Neler olduğunu hatırlamıyorum.” “Kiome’yle karşılaştığın âna dair hiçbir şey hatırlamazsın. O sırada yaşadığın her şey aklından uçup gider. İşte böyle lanet bir şeydir bu canavar! Arin, biricik sevgilim… Gözlerimin önünde öldürülmüştü ama bunu kimin yaptığını hatırlayamıyordum. Sevdiğin insana zarar vereni bulamamak ne kadar acı dolu bir şey, biliyor musun? Önünde savunmasız bir şekilde duran ama bir türlü kılıcı saplayamadığın bir düşman gibi.” Aradan aylar geçmişti. Gangplank, geçen bu süre zarfında o kadar değişmişti ki kimse onu tanıyamıyordu. Gemiye mürettebatını doldurup okyanusun uçsuz bucaksız sularına açılmıştı ve aylarca karaya yanaşmamıştı. Karadan uzun süre uzak kalıp taze meyve yiyemediği için iskorbüt hastalığına yakalanmıştı. Artık karaya sadece kasalar dolusu portakal almak için yanaşıyorlardı. Bir amaç uğruna hareket ediyordu ama kendini çok yorgun hissediyordu. Gülmeyi bırakalı çok olmuştu. Kamarada oturmuş, donuk bir şekilde yere bakıyordu. Bir haber bekliyordu ve az sonra geleceğini biliyordu. Düşünecek çok şeyi vardı ama şu an kafasını onca şeyle bulandırmak istemiyordu. Az sonra yapacağı şeye odaklanmaya çalışıyordu. Çalan kapının sesini duyar duymaz gelen kişiyi içeri davet etti. “Kaptan.” dedi içeriye gelen adam. Gangplank’ten daha gençti ama yüzündeki yaralar, adamın dövüşmekten başını kaldıramadığını gösteriyordu. Bu gemide, Gangplank’in yanında yardımcı kaptan olarak görev yapıyordu. Üzerindeki ceket, kaptanınkine benziyordu ama siyah renkteydi. Kısa ve siyah saçlıydı. Başında bir şapka yoktu. “Durum nedir, Adgan?” diye sordu Gangplank, yardımcısına. Sesi çok hevesli çıkıyordu ama içindeki nefret, bu hevesi biraz bastırıyordu. “Onu buraya getirdik, efendim. Aşağıda bekliyor. Zincirlere bağlanmış bir şekilde.” diye net bir şekilde rapor verdi Adgan. Çok ciddi birisiydi. Gangplank, Adgan’daki bu ciddiyeti sevdiği için onu yanına almıştı. “Bu kaçıncı kişi?” diye sordu kaptan. O kadar insanı aşağıda zincirlere bağlamıştı ki sayısını hatırlamıyordu bile. “Yirmi altıncı kişi, efendim. İşkenceye maruz kalacak olan yirmi altıncı kaptan.” “O zaman, dua edelim de bu seferkinden kayda değer bir şey çıksın.” dedi Gangplank ve ayağa kalktı. Sağ tarafta duran portakal kasasından bir portakal alıp ceketinin cebine attı ve hızla geminin alt katına doğru indi. İçeriye girdikten sonra kapıyı kapatıp içeriden kilitledi. Kimsenin işine karışmasını istemiyordu. Karşısında zincirlere bağlanmış, yarı çıplak duran ve korktuğu her halinden belli olan bir adam vardı. “Kaptan Drev.” diye lafa başladı Gangplank. Ceketinin cebindeki portakalı çıkardı ve uzun kılıcıyla soymaya başladı. “Çapkın Drev. Sana neden çapkın diyorlar? Halbuki kadınlarla aran hiç de iyi değil.” Portakalı iyice soyduktan sonra bir dilimi ağzına attı ve şapırdatarak çiğneyip yuttu. Eldivenine akan portakal suyunu da zevkle yaladı ve gözlerini Drev’e dikti. “Gang, anlamıyorsun. Hiçbirimiz o gün neler olduğunu hatırlamıyoruz. Kiome hepimizin hafızasını sildi. Tek tek kaptanları toplayıp o ânı hatırlamaları için işkence yapmana gerek yok!” diye haykırdı Drev. İşkenceden kurtulup kurtulmayacağını bilmiyordu ama en azından bu laflarla Gangplank’in nefretini biraz olsun durdurmayı amaçlamıştı. “Soruma cevap ver!” diye bağırdı Gangplank ve portakal suyuna bulanmış kılıcını Drev’e doğrultarak adamın göbeğini biraz çizdi. “Evet, kadınlarla aram iyi değil ama gemilerden çok iyi anlarım. Bu yüzden bana çapkın diyorlar. Bilirsin, gemiler kız gibidir.” diye çaresizlik içinde cevap verdi Drev. O andan itibaren ne olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Korkuyordu. “Sana acıyorum.” dedi Gangplank ve bu sefer kılıcını Drev’in boynunda gezdirmeye başladı. “Hatırla!” diye bağırdı. “Hatırlayamıyorum!” diye bağırarak karşılık verdi Drev. Gözlerinden yaş akmaya başlamıştı. Bu yaşlar, korktuğu için değil, böylesine saçma bir durumun içinde olduğu için akıyordu. “Hatırlamazsan kılıcımla beynini karıştırıp ben hatırlamanı sağlarım!” Gangplank’in sesi iyice yükselmişti. Kendini kaybetmiş gibi görünüyordu. Drev’in boğazını çizdi. “Madem bu yöntemle hatırlayabileceğimizi düşünüyorsun, niye kendine işkence yapmıyorsun?” diye sordu Drev, acı içinde. “Her gece yapıyorum zaten.” dedi Gangplank ve kılıcını kınına soktu. Kalan son portakal dilimlerinin hepsini birden ağzına attı. Dilimlerin hepsini yutması biraz zaman aldı ve bu süre içinde sert bir şekilde Drev’e bakmaya devam etti. Dilimleri iyice yuttuktan sonra belindeki kından hançerini çıkardı ve aniden Drev’in boynuna yapıştı. “Ya bana işime yarar bir şey söylersin, ya da buracıkta seni dilim dilim kesip her parçanı köpekbalıklarına kendi ellerimle veririm!” diye vahşi bir şekilde bağırdı Gangplank. Drev, bir şeyler söylemezse sonunun geleceğini anlamıştı ama ölümle burun burunayken mantıklı düşünmesi mümkün değildi. Önce zaman kazanmalıydı. “Tamam, tamam dur!” diye haykırdı zar zor konuşarak. “Sana yardım edecek birisini tanıyorum.” dedi. “Kimmiş?” diye sordu Gangplank. Hançeri hala Drev’in boynunda tutuyordu. “Spara. Baharat büyücüsü.” “Ne?” diye şaşkınlıkla sordu Gangplank. Hançeri nihayet adamın boynundan çekmişti. “Bir büyücüden yardım mı alacağım? Asla!” “Başka çaren mi var, Gang? Spara gerçekten çok başarılı bir büyücüdür. Belki o, bir şeyler hatırlamana yardımcı olabilir.” “Ah, evlat… Aylarca gemime, Arin’in öldüğü gün kutlamada olan kaptanları toplayıp durdum. Onlara işkence yapıp hafızalarını geri getirmeye çalıştım. Tam yirmi altı kaptan. Bazıları acıya dayanamayıp oracıkta canını vermişti. Bilgewater’ın kaptanlarını katletmiştim. İnsanlar bana cani gözüyle bakıyordu artık. Niye bir türlü Kiome’nin bize yaptığı şeyin etkisini ortadan kaldıramıyordum? Bunu başarmak için gerçekten de bir büyücüye mi ihtiyacım vardı? Büyücülerden neden nefret ederim, biliyor musun? Ukala oldukları için. Umarım günün birinde işin, bir büyücüye düşmez. Hele ki Bilgewater büyücülerinden birine muhtaç kalırsan, vay haline! Neyse, ne yapıp edip şu Spara dedikleri büyücüyü bulmuştum. Bir büyücünün ayağına kadar gittiğim için kendimden utanıyordum ama aynı zamanda içimde bir umut vardı. Belki de Arin’i kimin öldürdüğünü bulabilecektim. Sana şunu söyleyeyim, evlat; O gün içimde beliren umut, benim son umudumdu. O günden sonra hiçbir şeyin hayalini kurmadım ve anladım ki korsanlar hayal kurmamalıdır çünkü deniz, bir gün mutlaka hayalini elinden alır.” Yıkık dökük, ahşaptan yapılma bir evdi burası. Bir sürü baharatın kokusu birbirine karışmış, ortaya tuhaf ama hoş bir koku çıkarmıştı. Burası “baharat büyücüsü” dedikleri Spara’nın eviydi. Bu ev, Bilgewater’ın pisliğe terk edilmiş yerlerinden birindeydi. Bu yüzden kimse buralara gelmek istemiyordu ve Spara, işlerini rahatça yapabiliyordu. Gangplank, buraya yalnız gelmeyi tercih etmişti ama tedbiri elden bırakmıyordu. Çakaralmazı, kılıcı ve hançeri de yanındaydı. Açık kapıyı gördüğünde içeri girdi ve karşısında Spara’yı görünce şaşırdı. Kısa boylu, kıvırcık ve orta yaşlarda bir kadındı. Saçları yağlı görünüyordu. Gangplank’in geldiğini fark ettiğinde bembeyaz dişleriyle samimi bir şekilde gülümsedi. Gangplank, önce kadının yağlı saçlarına, sonra da bembeyaz dişlerine baktı. Spara’nın ne kadar garip biri olduğunu bu görüntüden bile anlayabiliyordu. “Hoş geldin, korsan.” dedi Spara. Cırtlak ama bir o kadar da ince bir sesi vardı. Gangplank, kendisine basitçe “korsan” denmesine sinirlenmişti ama bu konuda bir şey söylemedi. “Kiome’nin etkisini üzerimden kaldıracak bir büyüye ihtiyacım var.” diyerek aniden konuya girdi. “Vay, çok hızlısın. Büyü aceleye gelmez.” dedi Spara. “Ama benim acelem var!” diye hırladı Gangplank. Hançerini çıkardı ve tehdit eder gibi büyücüye doğrulttu. Spara, bu hareketten hiç korkmamıştı. Bıkmış bir şekilde Gangplank’e baktı, üstünü başını silkti. “Tamam, tamam. Elimde neler olduğuna bir bakayım.” dedi Spara. Eliyle, Gangplank’e hançeri indirmesini işaret etti. “Biraz bekle.” diyerek arka odaya geçti. Gangplank, hemen gerekli şeyleri alıp gitmek istiyordu. Bir türlü sabredemiyordu. Gerekirse bu mekanda bulunan onca baharat kavanozunun hepsini alıp tek tek deneyebilirdi. Bir saatten fazla zaman geçmişti. Gangplank’in sabrı tükenmişti. Tam ayağa kalkıp arka odaya dalacağı sırada Spara belirdi. “Buldum!” dedi büyücü. Elinde bir kavanozla çıkageldi. “Zerdeçal.” “Ne yani? Sadece zerdeçal aramak için mi beni o kadar beklettin?” “Ağır ol, bakalım. İşimi dikkatle yapıyorum. Sana yanlış baharat verip kötü sonuçlar doğmasını istemem.” dedi Spara sakin bir şekilde. “Neyse, bugünlük sakin olacağım.” dedi Gangplank. Derin bir nefes aldı. “Bu zerdeçalı yemeğe falan mı karıştıracağım? Yedikten sonra o gün olanları hatırlayacak mıyım?” diye sordu merakla. “Hahahah!” diye kahkahayı bastı Spara. “Delirdin mi sen? O kadar güçlü bir büyüyü nasıl bir tutam baharatla bozabilirim?” “O zaman ne halt etmeye bana zerdeçal öneriyorsun?” “Ah, şu sabırsız korsanlar… Her şeyi, bir düşman gemisini bombalayıp paramparça etmek kadar çabuk olacak sanıyorlar.” dedi Spara. Zerdeçal kavanozunun kapağını açtı ve kavanozu Gangplank’e doğrultarak konuşmaya devam etti. “Bu etkiyi ortadan kaldırmanın tek bir yolu var; Kiome’yi öldürmek. Onu nasıl öldüreceğini bilemem, bu sana kalmış. Ben sana onu nasıl çağırabileceğini anlatıyorum. Gemine güzel bir kadın al ve uzaklara açıl. Kiome, kadınları sever. İyice açıldığından emin olduktan sonra birkaç tutam zerdeçalı denize dök. Böylece Kiome’yi gemine çekeceksin.” Gangplank, Kiome’yi öldürme fikrini daha önce hiç düşünmemişti. Bu etkinin başka yollarla da kaldırılabileceğini düşünüyordu ama artık başka çaresinin olmadığını anlamıştı. Gözlerindeki nefret iyice alevlendi. Bir an önce bu işi halledecekti. Kiome’yi öldürecekti. “Tamam, ver şu kavanozu bana.” dedi heyecanlı bir şekilde. “Yavaş! Bedavaya vereceğimi mi sandın? Otuz beş altın.” dedi Spara kıs kıs gülerek. “Dalga mı geçiyorsun be kadın? Bir kavanoz zerdeçalı, Bilgewater’ın en lüks pazarlarında bile en fazla yirmi altına bulurum!” diye çıkıştı Gangplank. “Sen bilirsin, şampiyon. Pazardan aldığın zerdeçalla Kiome’yi çağıramadığını görünce sonra gelip bana ağlama.” “Hay, tamam. Ver hadi ver.” dedi Gangplank bıkkınlıkla. Otuz beş altın uzatıp zerdeçal kavanozunu aldı ve veda bile etmeden büyücünün mekânını terk etti. “Sonra ne olduğunu merak mı ediyorsun? Tabii ki anlatacağım! Önce sana şunu söyleyeyim; Başardım. Kiome’yi öldürmeyi başarıp o etkiyi üzerimden kaldırmıştım. Arin’i kimin öldürdüğünü de buldum. Peki, intikam aldım mı? Bilmiyorum. Yıllarca kırıp döktüm, önüme çıkanları vahşice katlettim, sinirimi bozanları zincirlere bağlayıp onlara işkence ettim ama hiç intikam almamıştım. İntikam nasıl alınır bilmiyorum. Evlat, gel biz o güne dönelim. Kiome’yi öldürdüğüm güne. Aklımda o kadar çok soru vardı ki hangisine cevap aradığımı bilmiyordum bile. Bu aşağılık yaratığı öldürüp olanları hatırladığımda ne olacaktı? Ne yapacaktım? Bir türlü karar veremiyordum. O gün gemideki kutlamada olan herkesi gözümün önünden geçirmiştim. Gemiye gizlice biri girmiş olabilir miydi? Ya da belki birisi denize zerdeçal döküp Kiome’yi kasıtlı olarak çağırmıştı. Bu soruları bir süreliğine kenara bırakıp kendimi Kiome’yi öldürmeye odaklamıştım. Kararlıydım. Son nefesimde dahi olsa, bir tanecik Arin’imi kimin öldürdüğünü hatırlayacaktım. Büyücünün söylediği gibi önce güzel bir kadın bulup gemime binmesi için bir kese dolusu altın ödedim. Saldırmak için gerekli ne varsa paraya kıyıp aldım. Cephane ağzına kadar doluydu. Gemideki bütün adamlarımı kılıç ve silahla donattım ve okyanusa açıldım. Kiome’ye tüm gücümüzle saldıracaktık. İşte evladım, Okyanus Şeytanı’nın, bu adı nasıl aldığının hikâyesi… ” Hava kapalıydı. Kara bulutlar, az sonra büyük bir felaketin meydana geleceğini işaret ediyordu. Tuhaf bir koku vardı etrafta ama Gangplank, bu kokuya hiç de yabancı değildi. Kan kokusuydu bu. Henüz akmaya başlamamış olan kanın kokusu. Gangplank, gemiye aldığı kadına baktı. Kadın, olacaklardan habersiz bir şekilde etrafa bakınıyordu. Kadın, Arin’e benziyordu. Gangplank, bu benzerliği görünce ağlamamak için kendini zor tuttu. “Yeteri kadar açıldık mı kaptan?” diye sordu Adgan. Kaptanına hayranlıkla bakıyordu. Gangplank’i ilk defa bu kadar sakin ve kararlı görüyordu. “Sen ne düşünüyorsun, Adgan? Sence yeterince açıldık mı?” diyerek soruya soruyla karşılık verdi Gangplank. “Bence bu, katliam için yeterli bir uzaklık, efendim.” Adgan, bu lafı herkesin duyacağı kadar yüksek bir sesle söylemişti. İnsanların içinde bir korku belirdi. Karşılaşacakları canavarın saldırırken nasıl bir şeytana dönüşeceğini bilmiyorlardı. “O halde, haydi anılarımızı geri alalım.” dedi Gangplank ve aşırı derecede sakin bir şekilde birkaç adım atıp geminin kıyısına geldi. Denizle burun burunaydı. Elindeki zerdeçal kavanozunu açtı. Elini kavanoza daldırıp bir tutam aldı ve denize döktü. Bu kadarının yeterli olmayacağını düşünüp elini kavanoza tekrar daldırdı ve bu sefer daha fazla zerdeçalı eline alıp denize döktü. İşi bittiğinde kavanozu kapattı ve ceketinin cebine koydu. Birkaç adım geri attı. Yıllardır hissetmediği bir şey hissediyordu. Bulutlar, iyice kararmaya başladı. Gemidekiler, hayatlarında ilk defa bu kadar kara bulut gördüğü için korktu. Bazıları dua etmeye başlamıştı. O sırada, bazılarının duasını yarıda kesecek kadar şiddetli bir gürültü duyuldu. Deniz köpürmeye başladı. Dalgalar gittikçe büyüyordu. “İşte geliyor.” dedi Gangplank, sakinliğini koruyarak. İkinci çığlık duyulduğunda Gangplank, kılıcını kınından çıkarıp kendini hazırlamıştı bile. Bir anda denizin köpüren kısmından Kiome fırladı. Gangplank, bu fırlayan deniz canavarına bir kez daha baktı. Altı kol, uzun ve kalın yılan vücudu, gümüş renkte bir kuş kafası… Yıllardır karşılaşmak istediği düşman tam da karşısındaydı. Kiome, denizden fırladığında herkes paniklemişti ama kimse oraya buraya kaçışmadı. “Bütün cephaneyi üzerine boşaltın!” diye haykırdı Gangplank. Kılıcını Kiome’ye doğrultmuştu. Bir anda gemiden fırlayan onlarca top, Kiome’nin üzerine doğru hızla gitmeye başladı. Kiome, bir anda olduğu yerden kayboldu ve birkaç saniye sonra geminin kıç tarafında belirdi. “Nasıl bir şeytansın sen?” diye bağırdı Adgan. Kiome’nin böyle bir gücünün olduğunu bilmiyordu. Toplar, atılmaya devam ediyordu ama sadece birkaçı Kiome’yi vurabilmişti. Kiome, derin bir şekilde kükredi ve kükremesiyle denizden bir sürü balık çıkardı. Balıklar, büyülü bir şekilde havada duruyordu. Kiome, kuyruğunu salladı ve onlarca balığı gemidekilerin üzerine doğru fırlatmaya başladı. Balıklar, sanki görünmez bir gemiden fırlatılıyormuş gibi bir gülle hızında gemidekilere çarpıyordu. “Bu ne böyle? Balıklarla mı saldırıyor?” diye bağırdı Gangplank ve çakaralmazını çıkarıp Kiome’ye ateş etmeye başladı. Hiçbir kurşunun tutmayacağını biliyordu ama kendine engel olamamıştı. Kiome, gemiye yaklaştı ve kuyruğunu sallayarak yelkenleri paramparça etti. Kiome’nin gemiye bu kadar yaklaşmasından istifade edenler, birden bu canavarın üzerine atlayıp tutundu ve hançerlerini saplamaya çalıştı. Birkaç darbe alan Kiome, acı içinde çığlık atarak hızla denize girdi ve denizin içinde bedenini sallayarak üzerindeki insanları attı. Tekrar yüzeye çıktı ve gemiye doğru nefretle kükredi. “Kaptan, bu yaratığı böyle öldüremeyiz. Ona iyice yaklaşmamız gerek.” dedi Adgan. Dövüşmekten yorulmamıştı ama sabaha kadar boşa sallanan gülleleri görmek hoşuna gitmezdi. “Haklısın.” dedi Gangplank ve gemiye aldığı kadının elbisesinden tutup beraberinde götürdü. Kadın ne olduğunu anlamamış bir halde çığlığı bastı ama kadının ne düşündüğü Gangplank’in umurunda bile değildi. “Bana bak!” diye bağırdı Gangplank. Kiome’ye kadını gösteriyordu. Kiome, kadını görünce dikkati dağılmıştı. Gemideki insanlarla olan savaşını kısa bir süre için unutup kadına odaklandı. O kadını yemek istiyordu. Hızlıca kadına doğru atıldı ve tam yaklaştığında Gangplank, kadını tekmesiyle iterek Kiome’ye yem olmaktan kurtardı. Bu sırada Gangplank, Kiome’nin başına binmeyi başarmıştı. Kiome, bir anda kendine geldi ve kimlerle savaştığını hatırladı. Vücudunu oraya buraya sallayarak Gangplank’i düşürmeye çalıştı ama başaramadı. Bir anda denizin derinliklerine daldı ama bu yöntem de Gangplank’i vücudundan düşürmeye yetmedi. Kiome, tekrar yüzeye çıktı ve sağa sola sallanmaya başladı. Gangplank’i düşürmeye odaklandığı sırada onlarca gülle yemişti ve vücudunda derin yaralar açılmıştı. Gangplank, Kiome’nin gagasına yaklaştı. Ne yapacağını bilmiyordu ama bu yaratığın işini bitirmeliydi. Kiome, bir anda kükredi ve Gangplank’in kulakları şiddetli bir şekilde çınlamaya başladı. Gangplank, bu çınlamaya aldırış etmedi ve kılıcını rastgele Kiome’nin başına saplamaya başladı. Kiome, bu kadar darbe aldığı için delirmişti. Hiç durmadan kükremeye devam ediyordu. Bu kükremeler, ileride Gangplank’in sağır olmasına neden olabilirdi. Gangplank de bunun farkına varmıştı ve aklına bir şey geldi. Ceketinin cebindeki zerdeçal kavanozunu çıkardı. Bu kavanozun çoktan denize düşmüş olması gerektiğini düşünüyordu ama hâlâ yanında olduğu için şanslıydı. Kavanozun kapağını hızla açtı ve kavanozun içindeki bütün zerdeçalı Kiome’nin yüzüne boşalttı. Kiome, gözlerine bulaşan baharat yüzünden hiçbir şey göremiyordu. Kükremek için gagasını açtığında, zerdeçal gagasından içeri girmişti ve artık Kiome’nin sesi de çıkmıyordu. Gangplank, Kiome’nin zayıfladığını anladığında kılıcını son bir kez şiddetli bir şekilde Kiome’nin başına sapladı. “Geber!” diye bağırdı ve Kiome’nin cansız vücuduyla birlikte denize düştü. Kiome artık ölmüştü. Gemi, ağır hasar almasına rağmen hala ayaktaydı. Sağ kalanlar, denize atlayıp Gangplank’i Kiome’nin hareketsiz bedeninin yanından alıp gemiye taşıdı. Kara bulutlar hala dağılmamıştı çünkü karanlık, asıl şimdi başlıyordu. Herkes kaptanın etrafına toplanmıştı. Gangplank, kendine geldiğinde bütün acılarını unutup ayağa kalktı. Gözleri iyice açılmıştı. “Hatırlıyorum.” dedi. “Hatırlıyorum!” Sesi, hiç olmadığı kadar nefretle dolmuştu. “Hatırlıyorum!” diye bağırdı bir kez daha. İki elini de açıp avuçlarına bakmaya başladı. “Ben öldürdüm. Arin’i ben öldürdüm!” “Onlarca kaptana işkence eden, okyanusun belası olan Kiome’yi katleden ve sevgilisini kendi elleriyle öldüren bir insan… Bana neden Okyanus Şeytanı dediklerini şimdi anladın mı? Neden yaptım bilmiyorum ama Arin’i, sevgilimi ben öldürmüştüm. Belki de tam da her şeyin başladığı gün bu lakabı almalıydım. İçimdeki nefret ve öldürme hissi, aşkımın önüne geçmişti. Kendimi kaybetmiştim. Baban korsanları sevmemekte haklı, evlat çünkü her korsan bir şeytandır. Birileri bunu unuttursa bile, eninde sonunda şeytan olduklarını hatırlarlar.”