Ortadoğu Ateş AltındA
Transkript
Ortadoğu Ateş AltındA
Vialand ve Al beykOy vad s manzaralI Tuva Evleri Adres: KARADOLAP MAHALLESİ, DİNÇ SOKAK, ALİBEYKÖY- EYÜP İstanbul Telefon: 0532 213 27 84 Kürt Alevilerinin Çözüm Sürecine Yaklaşımı S REÇANAL Z SAYI: 6 . AĞUSTOS – EYLÜL 2013 . 7tl Hakikat Her Şeyi Kuşatır Ortadoğu Ateş Altında 3 Temmuz Darbesi’ne Körfez’den Bakmak DOSYA: Gezi Parkı Olayları EDİTÖR’DEN MURAT SOFUOĞLU msofuoglu@surecanaliz.org Süreç Analiz 6. Sayısı ile okuyucusunun huzurlarında… Türkiye’nin ‘Çözüm Süreci’nin oluşturduğu olumlu psikolojik ve sosyo-politik atmosferin verdiği yeni güçle hem kendi iç hem de dış politikalarını –özellikle Ortadoğu bağlamında- yeniden dizayn edebilme imkanlarının geliştiği bir zamanda hem Türkiye özelinde hem de içinde bulunduğumuz bölge genelinde muazzam sorunların ortaya döküldüğü bir zaman periyoduna girmiş bulunuyoruz. Türkiye kadar bölge süreçleri de muazzam tehlikeli ve muhataralı bir alana girmiş vaziyettedir. Kürt Sorunu’nu çözmeye dönük Türkiye’nin ‘Çözüm Süreci’nin 2013 başı itibariyle gelişmesine paralel Türkiye’nin bir başka sorununun gün ışığına çıkmaya başladığını gözlemledik. Bu Türkiye’nin Suriye politikasının bir sonucu olarak artan Sünni-Alevi gerginliği idi. Pek çok kez ifade edildiği gibi ‘Çözüm Süreci’ kendi içinde pek çok riski barındırmaktadır ve bu risklerin en önemlilerinden biri daha önceki editör yazımızda ifade ettiğimiz ve uyardığımız gibi “bir sorunu çözüyoruz derken bir başka sorunun fitilini ateşlemiş olabil(me)” ihtimaline işaret etmektedir. Bir sorunu çözerken neden bir başka fitili ateşleyebiliriz? Çünkü bahsettiğimiz sorun yalnızca Kürt meselesinin kendi iç mekanizmalarına taalluk eden bir yapıya sahip olmayıp kendine özgü mekanizmalara sahip olan ancak Kürt meselesi ile de tarihsel ve kritik bağlara sahip olan bir içerik ile karşımıza çıkmaktadır. Bu Türkiye koşullarında ve gitgide Suriye-Irak-İran ekseninde de bir tür “Alevi-Kürt Denklemi” (bu deyimi ilk defa danışmanlarımızdan Şener Aktürk’ün Ekopolitik’te 2008’de verdiği bir panelde kullandığını hatırlıyorum) koşullarının yeniden oluştuğunu göstermektedir. Bir başka sorunun fitilini ateşlemekten kastettiğimiz bu denklemin yeniden günümüzde oluştuğuna dair işaretlerin çoğalmasıdır. Tarihsel atıf bakımından Yavuz-Şah İsmail karşılaşmasının Kürtlerin siyasi süreçlere müdahilliğini artırması örneği hatırlanabilir. Osmanlı-İran hattında bölgesel bazda hangi nedenlerden kaynaklanırsa kaynaklansın artan Sünni-Alevi gerginliği Kürtlerin aktör olarak ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu yapısal durum Arap Baharı (?) çerçevesinde Ortadoğu’da ve özellikle Bereketli Hilal-İran hattında gelişen Alevi-Sünni gerginliği açısından da geçerlidir. Özellikle 2011 Arap Baharı rüzgarlarının Suriye’yi vurmasına paralel olarak uygulamaya geçirilen Osmanlı ana ülkesinde konuşlanan Türkiye’nin Suriye politikası bu noktada hususan II. Körfez Savaşı ile Amerika’nın Irak işgali çerçevesinde gelişen tarihsel bazda AleviSünni gerginliğinin yeniden tekemmül etmesinde kritik rol oynamış vaziyettedir. Bu her bakımdan talihsiz bir durumdur. Arap Baharı’nın Ortadoğu’da bir Sünni-Alevilik gerginliğine evrilme temayülü göstermesi çerçevesinde gelişen Türkiye’nin Suriye politikası iki temel sonuç oluşturmuştur: (1) Esad rejiminin Kürt politikasını değiştirmesine yol açan ve kendi Kürt realitesine yol veren mezkur politika değişikliği aynı zamanda Türkiye’nin kendi Kürt politikasını değiştirmeye zorlamıştır. Bu değişiklik ‘Çözüm Süreci’nin tetikleyicisi olmuştur. (2) Politika İran’ın Şii Hilali’ni koruma insiyakının ortaya çıkmasında ciddi rol oynamasına paralel Türkiye’de de Sünni-Alevi tansiyonunun yükselmesine yol açmıştır. ağustos-eylül 2013 1 EDİTÖR’DEN Çözüm Süreci’ni komplike yapan mesele Türkiye’nin mezhepsel tonu göze çarpan Suriye politikasından mütevellit oluşudur. Bu ‘Çözüm Süreci’nin bir ayağını havada bırakmaktadır. Süreç mezhepsel tercihlerin işin içine karıştığı bir politikanın Esad rejimince Kuzey Suriye’de oluşan de facto bir Kürt realitesine yol vermesine reaksiyon olarak geliştiği için kendi Alevi realitesini içeren çift ayaklı bir temele ve çift yönlü bir istikamete sahip olamamaktadır. ‘Çözüm Süreci’ni komplike yapan mesele Türkiye’nin mezhepsel tonu göze çarpan Suriye politikasından mütevellit oluşudur. Bu ‘Çözüm Süreci’nin bir ayağını havada bırakmaktadır. Süreç mezhepsel tercihlerin işin içine karıştığı bir politikanın Esad rejimince Kuzey Suriye’de oluşan de facto bir Kürt realitesine yol vermesine reaksiyon olarak geliştiği için kendi Alevi realitesini içeren çift ayaklı bir temele ve çift yönlü bir istikamete sahip olamamaktadır. Keza Şener Aktürk’ün ‘Çözüm Süreci’ öncesi Süreç Analiz’de 21 Haziran 2012’de “Kürt Açılımı ve Sonuçları” üzerine verdiği bir panelde ifade ettiği gibi Türkiye kendi etnik rejiminde ciddi değişiklikleri düşündüğünde ve bunu uygulamaya geçirmeye karar verdiğinde mutlak surette bunun kendi seküler (laik) rejiminde doğru ayarlamaları ve uyarlamaları yaparak ve paralel bir bir süreç geliştirmek suretiyle gerçekleştirmesi gerekliliğidir. Ancak mevcut iç ve dış siyasetimizin bu çerçeveyi tutturduğunu söyleyebilecek bir durum içinde olduğumuz söylenemez. Kuşkusuz bu standartları tutturamamamızın temel saikleri Suriye politikasında kendini açık etmektedir. Sitemizde (www.surecanaliz.org) yayınladığımız Aktürk’ün panel transkripsiyonundan bu noktada yapılacak bir alıntı faydalı olabilir: “Açılım bu 2/3’lük (Aktürk’e göre dindar Kürtler, Süreç Analiz) grubu tatmin etme noktasında başarılı ve BDP’yi de bu bahsettiğim koridorla (Aktürk’e göre Kürt milliyetçiliği koridoru, Süreç Analiz) sınırlıyor ve eğer öyle bir siyasi amaç güdülüyorsa, o koridoru sıkıştırmak açısından da başarılı. Ama tabii başarısızlığı da Kürtlerin 1/3’i olan bu kesimi, yani %5-6 BDP seçmenini ikna 2 ağustos-eylül 2013 edememiş olması, hala kendi Kürt seçmeni içinde bile bütün talepleri karşılayamamış olması.” “Ayrıca dini vurgulamak sadece birleştirmiyor, aynı zamanda bölüyor. 2008’de Boğaziçi’ndeyken yaptığım ‘Alevi-Kürt denklemi’ tam da bunun üzerineydi. Çünkü İslamiyet’i ortak kimlik olarak vurguladığınız zaman, birincisi, Aleviler kendilerini resmi kimlikten dışlanmış hissediyor, ikincisi, İslamiyet’i politik veya kişisel kimlik olarak benimsemek istemeyen, diyelim ki kesim, siz isterseniz ona laik kesim deyin, isterseniz Kemalist kesim deyin, milyonlarca insan dışlanmış hissediyor. Yani bir kutuplaşmayı yok ederken, Kürtlerin daha dindar olan 2/3’sini sisteme entegre ederken Batı Anadolu’daki milyonlarca insanı, ve Orta Anadolu’da, Alevi ve Alevi olmayan, Sünni ama laikliği daha baskın milyonlarca insan sistemin bir anlamda dışına itiliyor. Bir kutuplaşmayı azaltırken, başka bir kutuplaşmaya yol açıyor. Bunu da işte pek çok açıdan görüyoruz, Alevi mitinglerinde görüyoruz, zamanında Cumhuriyet mitinglerinde gördük.” Şimdi bunlara Hatay’daki protestoları, III. Köprü protestolarını ve hepsinin ötesinde Gezi Parkı protestolarını ekleyebilirsiniz. Dahası Türkiye kendi etnik rejimini değiştirme noktasında “Demokratik Açılım”ın da daha ilerisine giden ve Müslümanlık vurgusunun yoğun olduğu bir ‘Çözüm Süreci’ni geliştirdiği bir zamanda ve üstüne üstlük hükümet eden partinin muhafazakar köklerini daha fazla hatırlama ihtiyacı hissettiği ve her geçen gün psikolojisini daha fazla etkilediğine şahit olduğumuz bir zamanda mevzubahis edilen çift ayaklı ve çift yönlü politikanın yoksunluğunu yaşamaktadır. Bu durum ülke üzerinde elim sonuçlar Eğer ‘Çözüm Süreci’nden geri dönülürse Türkiye’nin PKK etkisi altındaki Kürt realitesi ve Kuzey Suriye yapısı ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Kürt yarığının oluşmasına neden olabilecekken Müslümanlık (Sünni) vurgusunun nedenlerinde ve sonuçlarında yoğun olduğu mezkur süreç sürdürülürse de bu sefer ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Alevi çatlağının oluşabilmesi mümkün olabilecektir. oluşturmaya adaydır ve toplumsal implikasyonları da derin olacaktır. Ayrıca mezkur sürecin mezhepsel ağırlıklı bir Suriye politikasının mevcut hükümetin psikolojisini etkilediği bir zamanda ve doğrudan bu politikanın oluşturduğu bir tehdidin sonucunda alınmış bir tedbir niteliği arzetmesi de sorunun içinden çıkılmazlığını artırmaktadır. Türkiye mezhepsel bağlamın güçlü olduğu Suriye politikasının beklemediği bir tarzda kendi Kürt realitesini güçlendirmesi karşısında bu politikayı dinin temel referanslardan olduğu bir Kürt-Türk ittifakına dönüştürebilme teşebbüsü geliştirmektedir. Bu teşebbüs uygulanan ve ‘Çözüm Süreci’ne neden olan mezhepsel tonu daha da koyulaştırmakta ve eksik ayakta yer alan başta Aleviler olmak üzere Türkiye’nin seküler kanadının son zamanlarda artan ülkeye olan yabancılaşmasını daha da büyütmektedir. Gezi Parkı hadiseleri bu halin en açık külli işareti olarak karşımızda anlaşılmayı beklemektedir. Bu halin memleket siyasetinde derin bir dilemma oluşturduğu ortadadır. Eğer ‘Çözüm Süreci’nden geri dönülürse Türkiye’nin PKK etkisi altındaki Kürt realitesi ve Kuzey Suriye yapısı ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Kürt yarığının oluşmasına neden olabilecekken Müslümanlık (Sünni) vurgusunun nedenlerinde ve sonuçlarında yoğun olduğu mezkur süreç sürdürülürse de bu sefer ülke bütünlüğü aleyhine derin bir Alevi çatlağının oluşabilmesi mümkün olabilecektir. Bu konuda ülkemiz halk deyimleri açısından da son derece zengindir. Hükümetin Alevi açılımı ile ilgili kelam etmesi iyiye işarettir; ancak sadra şifa olabilecek zaman umarız geçmemiştir. Dahası bölgemiz haddinden fazla ısınmış vaziyettedir. Mısır’ın kendi içinde oluşan derin toplumsal/siyasi yarık yalnızca Arap Baharı’nın geleceği bakımından değil ama Türkiye ve Gezi Parkı hadiseleri açısından da derin sonuçlara sahiptir. İhvan-i Müslümin’in Suriye kanadının silahlı mücadeleye zorlandığı ve iktidarda olan ve AK Parti’nin müttefiki olan merkez kanadının da Mısır’da iktidardan düşürüldüğü bir psikolojik atmosferde Türkiye’nin başa dönüp Suriye politikasını gözden geçirmesi elzemdir. Türkiye’nin kararları kuşkusuz vicdani ve ahlaki olmalıdır. Bu mutlaka uzun vadede bizi yükseltecek temelleri oluşturacaktır. Ancak kısa ve orta vadede de ayakta kalmak istiyorsak kararlarımızın siyasi olmasına da dikkat edelim. Vicdani bir siyaset tüm halkların, inançların ve mezheplerin olduğu kadar ve bir bakıma bunun bir sonucu olarak kendi değerlerimizin ve menfaatlerimizin korunması bakımından da belki de daha doğru bir tercih olacaktır. Hakikatin hepimizi ve her şeyi kuşattığı ve kaçınılmaz olduğu bilinciyle… Hakikat her şeyi kuşatır. ağustos-eylül 2013 3 KÜNYE YÖNETİM YERİ: Sinanpaşa Mahallesi Şehit Asım Cad. No: 2, Koç Han, Kat: 4 34353/Beşiktaş-İstanbul Tel: 0212 259 20 45 Fax: 0212 259 20 45 SÜREÇ ANALİZ “HAKİKAT HER ŞEYİ KUŞATIR” SOSYAL ÜRETİM VE EĞİTİM ÇALIŞMALARI DERNEĞİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ MURAT SOFUOĞLU YAYIN TÜRÜ YEREL YAYIN SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: ALAATTİN AYHAN ISSN 21-47-6945 EDİTÖRLER: Bilal Uyar, Hakan Aydın, Hüseyin Aksu, Kamuran Yavuz, Mehmet Yavuz, Serdar Yeşiltay, Şafii Çelik, Şükran Beklim BASKI VE CİLT: İskete Copy Çağaloğlu Yokuşu No:13/A Çağaloğlu-Fatih-İstanbul Tel: 0212 527 49 97 TASARIM VE UYGULAMA: ŞEMALMEDYA (AYSEL KAZICI) semalmedya@gmail.com 4 ağustos-eylül 2013 06 30 35 58 İÇİNDEKİLER 06 Kürt Alevilerinin Çözüm Sürecine Yaklaşımı 44 Kamuran Yavuz – Mehmet Alaca Deniz Çiftçi 09 18 Gezi Parkı Olayları 48 Serdar Yeşiltay - Mehmet Yavuz Kategoriler İnşa Etmek: Gezi Parkı ve Yeni Dinamikler Mehmet’ten Zindana Mektup Ahmet Azaklı 26 30 35 Rasyonel İnsanlar Neden Komplo Teorilerine İnanır? Maggie Koerth-Baker 52 Yasemin Acar 22 Kürt Realitesi ve PKK Benlik ve Mandala: Hakikat Yolcusu İçin Suat Baran 55 Babasının Şiddeti Gülsünay Uysal 3 Temmuz Darbesi’ne Körfez’den Bakmak Kadına Yönelik Şiddet: Kandaş Grubun Namusu mu, “Benim” Cinsel Özgürlüğüm mü? Muttalip Tütüncü Gülmelek Alev Alevi Kürt Dikotomisi Murat Sofuoğlu Ortadoğu Çalışmalarında Değişen Oryantalist Paradigmalar 58 63 Kitap Tanıtımı Şükran Beklim Nurullah Arcı ağustos-eylül 2013 5 Deniz ÇİFÇİ SİYASET deniz_serhatli@hotmail.com BÖLGEDEN İZLENİMLER-1 Kürt Alevilerin Çözüm Sürecine yaklaşımı Kürt Alevilerin hatırı sayılır bir kesimi, özellikle Dersim, Bingöl ve Sivas çevresinde yaşayanlar, barış sürecinden memnun olmakla beraber büyük bir kaygı da duymaktalar. Devlet ile PKK lideri Abdullah Öcalan arasında başlatılan görüşme süreci Kürtlerin büyük çoğunluğu tarafından olumlu bir şekilde karşılandı. Süreç ile beraber PKK’nin silahlarıyla birlikte sınır dışına çekilmesi ve Kürt sorununun çözümü için küçük de olsa bazı adımların atılacağının işaretlerinin görülmesi, bölgede günlük yaşamı hızlı bir şekilde olumlu etkilemeye başladı. Kürtlerin büyük çoğunluğu savaşın durmasından ve bölgenin normalleşmesinden oldukça memnun. Belli bir temkinlilikle beraber, barış sürecinin yarattığı psikolojik hava öyle bir noktaya ulaşmış ki, kimse bu sorun nasıl çözülecek, hangi kültürel ve kimliksel haklar verilecek veya bu haklar bireysel mi veya kolektif mi olacak gibi önemli birçok soruyu 6 ağustos-eylül 2013 şuan için pek sormuyor daha doğrusu sormak istemiyor. Herkes adeta bu savaş dursun da ne olursa olsun özlemi içerisinde. Yukarıda kısaca ifade ettiğim durum Kürtlerin büyük çoğunluğu için geçerlidir. Fakat bu olumlu havaya ve barış sürecini desteklemelerine rağmen Kürt Alevilerin çok ciddi kaygıları söz konusu. Kürt Alevilerin hatırı sayılır bir kesimi, özellikle Dersim, Bingöl ve Sivas çevresinde yaşayanlar, barış sürecinden memnun olmakla beraber büyük bir kaygı da duymaktalar. Bu kaygınının en önemli nedeni ise Alevilerin zihin dünyasında oluşan Sünni korkusudur. Osmanlı’nın geçmişte yaptığı bazı Alevi katliamları, birinci dünya savaşı arifesinde bazı Kürt Hamidiye Alaylarının Alevilere saldırıları, Maraş olayları ve son olarak da Madımak oteli katliamları Alevilerin hafızasında yerini canlı bir şekilde hala korumaktadır. Alevilerin bu kaygılarını göz önüne aldığımızda, Abdullah Öcalan’ın Newroz bayramında okunan mektubunda İslam Kardeşliğinden söz etmesi ve Alevilere ilişkin tek bir şey belirtmemesi, Alevilerde büyük bir kırgınlık yarattığı gibi yeni bir korkunun da oluşmasına neden oldu. Bazı Kürt Aleviler, PKK’nin İslam kardeşliği söylemi ile Alevileri göz ardı ettiğini, hatta Alevileri Sünni çoğunluğun çıkarlarına ‘’feda ettiğini’’ düşünmektedir. Özellikle CHP‘ye oy veren Kürt Alevilerin bu noktada çok büyük bir korku ve tedirginlik içerisinde olduğunu söylemek mümkün. Yukarıda ifade ettiğim bu korku ve kaygıya rağmen, CHP ve BDP seçmeni olan Kürt Alevilerin kaygılarının bazı noktalarda farklılaştığını belirtmekte de fayda var. Bu noktada belirtilmesi gereken diğer bir konuda CHP’nin Kürt Alevi tabanın Parti merkezinden farklı düşündüğü gerçeğidir. CHP seçmeni olan Kürt Alevilerin, çözüm sürecinden duyduğu kaygılar CHP merkez yöneticilerinin dile getirdiği kaygılardan oldukça farklıdır. CHP parti merkezi veya batıdaki seçmeni daha çok sürecin gizli yapılmasından, birebir Öcalan ile görüşülmesinden veya Kürt sorunun eyalet sistemi veya benzeri gibi özerk bölgelerin kurulmasından rahatsız iken, CHP seçmeni olan Kürt Alevilerin çok büyük bir kısmı parti merkezinden veya batıdaki CHP seçmeninden farklı düşünmekte ve sürece destek vermektedir. Bu noktada CHP seçmeni Kürt Alevilerin sürece ilişkin en önemli endişeleri, PKK-Devlet uzlaşısı sonucu yeni bir Sünni iktidarın bölgede egemen olması ve Alevilerin dışlanmasıdır. Kürt Alevilerin barış sürecine ilişkin duyduğu kaygı sadece CHP etrafında toplanan Alevi Kürtler ile sınırlı değil. Hatırı sayılır bir BDP seçmeni Kürt Alevi de barış sürecini desteklemekle beraber bazı endişelere sahip. Öcalan’ın 21 Mart Newroz bayramında okunan mektubunda çok net bir şekilde İslam kardeşliğinden söz etmesini ve kendilerinin adeta sürecin dışında bırakılmasını üstü kapalıda olsa yalnız bırakılma veya kendi kaderleri ile baş başa bırakılma olarak algılamaktadırlar. BDP’ye oy veren bazı Kürt Aleviler, PKK’nin içerisinde çok sayıda Alevi olmasına rağmen hatta PKK’nin ortaya çıkması ile beraber Alevilerin örgüte her açıdan destek verdiklerini ve bu noktada çok bedel ödemelerine rağmen bugün kendilerinden söz edilmemesini, Kürt siyasetinin Sünni bir zemine kaymasına ve bununda AKP ile belli bir uzlaşı ile yapılmasına bağlamaktadır. Bu noktada BDP seçmeni Kürt Alevilerin, BDP ve PKK‘ye kırgın olduklarını söylemek mümkün. Bu kırgınlıklarına rağmen sürece açıkça destekte vermektedirler. Fakat, Devlet ile PKK arasında yapılan görüşmelerin ileriki aşamalarında eğer Alevilerin kültür, kimlik veya inançsal tüm farklılıklarını da garanti altına alacak bir düzenlemenin yapılmaması halinde, ağustos-eylül 2013 7 SİYASET Alevilerin sürece ilişkin en önemli endişeleri, PKKDevlet uzlaşısı sonucu yeni bir Sünni iktidarın bölgede egemen olması ve Alevilerin dışlanmasıdır. Kürt Alevilerin barış sürecine olan desteklerinin süreceğini söylemek biraz zor. Çünkü Kürt Alevilerin büyük çoğunluğu barış sürecinin salt İslam kardeşliği çerçevesinde çözülmeye çalışılmasının, Kürt sorununu çözse bile Kürt Alevilerin sorunlarını çözemeyeceğine inanmaktadırlar. Özellikle Dersim ve Bingöl yöresinde yaşayan Kürt Alevileri, Kürt sorununun Abdullah Öcalan’ın ana hatlarını az çok belirttiği çerçeve de çözülmesi halinde Kürt bölgesinde Sünni ideolojinin günlük yaşamın her alanında çok baskın olacağını ve bunun da bölgede yaşayan Kürt Alevilere yeni bir baskı anlamına geleceğine dile getirmektedirler. Bölgede Sünni kültürün çok baskın olması ve bunun siyasal alana da çok net bir şekilde yansıması, Kürt Alevilerin bu korkularını daha da arttırmaktadır. Özellikle Hizbullah’ın bölgede varlığının bilinmesi ve siyasal alanda faaliyete bulunan bazı radikal İslami yapıların bölgede hızlı bir şekilde etkin 8 ağustos-eylül 2013 olmaya başlaması bu korkularını daha da beslemektedir. Kürt Alevilerin barış sürecine ilişkin kaygılarını yukarıda dile getirilen açıklamalar ışığında formüle edersek, açıkça söylenebilir ki, Kürt Aleviler barış sürecine karşı değiller. Kürtlerin hem bireysel hem de bir halk olmaktan kaynaklı tüm haklarının verilmesinden yanadırlar. Hatta Kürt sorununun özerklik dahil kimliksel tüm haklarının verilmesi ile çözülmesinden yanadırlar. Fakat bu hakların Alevilik gibi mezhepsel/dinsel ile Zaza gibi lehçe/dilsel farklılıkları da kapsayacak şekilde yapılmasını hatta Dersim gibi Alevilerin çok yoğun olarak yaşadığı bazı bölgelerin daha özerk bir statü ile korunması gerektiğini dile getirmektedirler. Kürt Alevilerin bunu dile getirmelerinin en önemli nedeni ise yukarıda da belirtildiği gibi Alevilerin kolektif hafızalarında büyük yer edinen Sünni korkusudur. Serdar Yeşiltay - Mehmet Yavuz m_yaavuz@hotmail.com Gezi Parkı Olayları Süreç Analiz olarak Gezi Parkı Olayları’nı yakından takip ettik ve bu sayımızın dosya konusunu bu hadiselerin analizine ayırdık. Konuyla ilgili ülkemizin önde gelen iki siyaset bilimcisi ve aydını ile konuşmayı uygun gördük ve bu sayımızın konukları Etyen Mahçupyan ve Mehmet Altan oldu. 1.Gezi Parkı’nın sosyo-politik dinamiklerinin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Mehmet Altan: Türkiye’nin nüfusu kaçtır? 76 milyon. 30 yaş nüfusu ortadan ikiye bölen yaş. Yani 30 yaş medyan yaşı. 30 yaşı eksen aldığım vakit 76 milyonun yarısı otuz ve altı, yarısı otuz ve yukarısı. Şimdi otuz yaşındaki ve altındaki çocukların doğdukları, yetiştikleri, büyüdükleri iklim buranın köhnemiş, eskimiş, yeniçağa ve taleplere cevap veremeyen yapısıyla uyuşamıyor. Ve buranın yöneticileri ortalama medyan yaşın neredeyse iki misli katında insanlar. Eskide büyümüşler. Yani bir alfabe sorunu var. Otuz yaş ve altındakilerin alfabesiyle, bugün Türkiye’yi yönetenlerin arasında dil, algı, algılayış, zihniyet çok farklıdır. Birincisi bu. İkincisi, başbakanın gittikçe otoriterleşen, kural, kurum, ilke tanımayan 76 TEK SORU İKİ CEVAP serdaryesiltay@gmail.com milyonu kendisine benzetmeye kalkan, üslubuyla bu insanların bir şekilde gittikçe anlayışıyla arasındaki gerilim. Üçüncüsü, kasabaların kentlerden öç almaya kalkması ve eski laikçi anlayışın baskısının rövanşını kasabanın şehirlerden almaya kalkması ve eskiden nasıl kitlelere yaşam biçimi zorlanıyorsa, şimdi bunun tersinin söz konusu olması. Gezi olaylarının ortaya çıkmasına neden olan temel unsurlar olarak gözüküyor bana. Etyen Mahçupyan: Gezi Parkı bir buhar kazanının patlaması gibi bir olaydı. İlk çıkışına baktığımız zaman şöyle bir olay var: Türkiye’de bir garabet var. Ülkenin kentli, iyi eğitimli ve gelir seviyesi ortanın üzerinde olan insanlarının siyasetle bağı hemen hemen hiç yok. Bu insanların orta yaş ile ileri yaş kuşağı buna alışmış durumdalar. Onlar kendi dünyalarıyla tatmin oluyorlar. Bir anlamda geri çekilmiş durumdalar. Genellikle laik kesimden geliyorlar bu insanlar ve şimdiye kadar da siyaseti “profesyonellere” teslim etmişlerdi. Bunlar esas olarak askerlerdi, demokrasiydi veya kendini siyasete adamış olan birtakım siyasetçilerdi, Demirel geleneğini düşünürsek mesela veya sosyal demokrat çizgisini düşünürsek. Sosyolojik olarak baktığımız zaman, bu laik kesimi, bu daha eğitimli, gelir düzeyi daha yüksek kanadı çok uzun bir süre seyirci olarak yaşadı. Bu insanlar bugünün küresel dünyasında yeni bir nesle doğru dönüştüler. Genç bir kuşak ortaya çıktı. Bu genç kuşak, bugünün genel evrensel demokratik normlarını çok daha hızla benimsemiş durumda ve bunu da tabii ağustos-eylül 2013 9 TEK SORU İKİ CEVAP Mehmet Altan görüyor. Genellikle de Türkiye’nin geçmişinden gelen kamburlarını bilen insanlar değil. Dolayısıyla çok hızlıca tepki vermeye de hazırlar ve de ne sivil toplum ne de laik kesimi taşınması, beklenmesi gereken CHP, bu kuşağı kendi içine alabilmiş, cevap verebilmiş değil. Dolayısıyla burada talepler var, yükselen sesler var, kendini duyurmak isteyen insanlar var ve bu insanların önünde hiçbir kanal yok. Dolayısıyla bu insanlar bir yerde, bu sıkışmanın neticesinde kendi hayatlarını doğrudan ilgilendiren, İstanbul’un tam göbeğinde, Taksim’in göbeğindeki bir fiziksel mekanı, sembolik olarak bir tür kale haline getirdiler kendi kafalarında. Ve onun etrafında bir duyarlılık yaratıldı. Bir de bunun üzerine polisin davranışı gelince birden bire bu duyarlılık “siyasallaştı”. Bu insanların bakış açısıyla baktığında bile kendine has bir siyasallaşma üretti. Gezi’nin esas ilginç yanı ya da tarihsel yanı ya da Türkiye’yi okumamız açısından bize bir şeyler söyleyen yanı bu. Ama ondan sonra baktığımızda, dediğimiz hüküm Gezi’nin otuz günlük macerasında bir iki günden ibarettir. Ondan sonra oraya gelen birçok değişik katmanlar var ve o katmanlar oraya ilk gelen gruba göre çok daha deneyimli, çok daha profesyonel, çok daha siyasi, hedefleri çoktan belirlenmiş gruplardı. Ve onlar aslında İngilizce terimiyle orayı high check ettiler. Dolayısıyla alıp başka yöne doğru taşıdılar. O noktadan sonra başka bir Gezi Olayından bahsediyoruz. 10 ağustos-eylül 2013 Etyen Mahçupyan 2.Gezi parkı olayları sırasında ve olaylardan sonra Ak Parti ve başbakanın yükselen tansiyonu düşürmek yerine tansiyonu daha da artırdığı yönündeki eleştiriler hakkında ne düşünüyorsunuz? Mehmet Altan: Bir kere buradaki üslupta niye hep başbakanın üstünden konuşuyoruz. Yani başbakandan başka kimse yok ortalıkta. Başbakanın üslubu, yani padişah efendimiz gibi. Bu bile işin ne kadar sakat olduğunu gösteriyor. Ben böyle bir dönem hatırlamıyorum. Şöyle konuşursak tansiyon düşer, böyle konuşursak tansiyon yükselir. Bir tek adamdan ibaret bir 76 milyon gibi bir durum var. Yani bu zaten soru-cevap kısmı itibariyle burada bir sakatlık var. Yani bir adamın konuşma biçiminin üslubuna bütün Türkiye’nin endekslendiği bir şey zaten tamamen sakat bir şeydir. İkincisi, bunun ne kadar anti-demokratik bir süreç olduğunu en iyi gösteren olaylardan biri, valinin hep orada olmasıydı. Yani demokratik bir ülkede valiyi kimse tanımaz. Buranın belediye başkanı yok mu? Yani belediyeyle ilgili bir işe başbakan bu kadar müdahil oldu. Aynı zamanda da bu üslup. Zaten o üsluba isyan ediyorlar. Sen o üslubu devam ettirdiğin vakit gittikçe kopmaya başlarsın. Yani yüzde elli oy almış bir iktidarın sokaklardan, parklardan, statlardan, meydanlardan kopması normal mi? Demek ki burada bir hata var. Yani çocuklarla gidip bir çay içseydi, çoktan yatışacak bir iş. Ama herkesle kavga etmeye yönelik, biat etmeyen herkes düşman algısı, farklılığa küfürle cevap verme. Yani adam bir kadeh bir şey içiyorsa ayyaş, bilmem işte köpek seviyorsa, köpeğiyle yatmak, bilmem medyaya sizin tasmanızı biz çıkardık, tencere tava çalanları ihbar et. Onlar ve biz diyor. Mesela İmam Hatip Mezunları Derneğindeki konuşması… Eskiden askerler harbiye üzerinden konuşurdu, şimdi imam hatip üzerinden konuşuyor. Ne fark etti? Yeryüzünde böyle bir üslup, böyle bir anlayış, böyle bir mantık kalmadı. Hele otuz yaşından küçükler için hiç anlaşılır gibi değil. Ondan sonra sokağa çıkıp isyan ediyor, hükümet ise niçin isyan ettiklerini anlamadığı için de ben değişmem diyor. Toplum değiştiyse? O zaman çatışma ve kırılma devam edecek demektir. Etyen Mahçupyan: Başbakan çok kendinden emin olan ve kendini kendi dünyasında kanıtlamış bir lider. Kırk yıldır siyaset yapıyor, sokaktan gelmiş bir lider. Kendi tabanını çok iyi biliyor. Ama kendi tabanı dışındakileri pek fazla bilmiyor ve öyle bir deneyimi de yok. Recep Tayyip Erdoğan, siyasete yansıdığı kadar ancak sosyal olayların farkında olan bir lider. Kendi kuşağı itibariyle, kendi alışkanlığı itibariyle ve kendi camiasının siyaset yapması açısından böyle bir sonuç üretilmiş durumda. Dolayısıyla Gezi Olaylarını anladığını söyleyemem. Yani ilk çıktığı andan itibaren, bunun ne olduğunu, niye olduğunu, nasıl böyle bir noktaya gelindiğini anlamakta zorlandı. Bu zorlanan sadece Tayyip Erdoğan değildi, AK Parti’nin geniş kadroları da anlamadılar. İslami kesimin çok büyük kısmı da anlamadı. Çünkü Türkiye cemaatçi bir toplum olmaya devam ediyor ve hiçbir cemaat diğer cemaat içinde olup biteni anlama yeteneğine sahip değil. Onun ancak bir şekliyle siyasallaşan bölümünü görüyoruz. O talepleri duyuyor, o zaman arka planda neler olup bitiyor, onları anlamıyoruz. Bugün nasıl laik kesim başörtülü kadınların evde yaşadıkları veya okula gidememekte yaşadıkları dramı hiçbir zaman anlayamadılarsa, o kızların ne tür psikolojik bunalımlara girdikleriyle ilgilenmedilerse bile aynı şekilde Tayyip Erdoğan ve İslami kesim de, laik kesimdeki bu iç bunalımı görmedi ve anlamadı. Şimdi bu bir kere çok önemli bir sonuç yaratıyor, ürküntü. Bilmiyor, tanımıyor ve bunun giderek kontrol edilemeyen bir noktaya varma ihtimali gözüküyor. Böyle bir sosyal dinamik herhalde siyasetçilerin hemen hepsinde ürküntü yaratır. Bence Tayyip Erdoğan’da da böyle bir ürküntü yarattı. Bu olayların kontrol edilememe noktasına doğru sürüklenebileceğini gördü ki haklı olabilir. Ve bunun zorlandığını da gördü. Yine burada da haklıydı. Ve kendisinin de elindeki imkanların çok sınırlı olduğunu fark etti. Çünkü elinde sadece polis var. Polis ise hem alışkanlıkları itibariyle doğru davranmasını bilmiyor Türkiye’de, hem de ne kadar kontrol edebildiği belirsiz. O yüzden de bir taraftan bunun bir an önce bitmesi lazım, o yüzden bir tür panik yaşandı. Ve bu panik sırasında da bu olayların niçin olduğu sorusu sorulduğunda bu panik bakışı büyütülerek daha geniş bir komplovari dizaynın içine oturtuldu, onların algısında. Ki burda da bir gerçeklik payı var, bunu da söylemek lazım. Yani bunun Türkiye’yi de Ortadoğu’daki bazı ülkeler gibi manipülasyona açık hale getirmek üzere belirli yurt içi, yurt dışı odakların iş birliğiyle üretilmiş olan bir zorlama olduğunu düşündüler ve bu zorlamanın da belirli mantık silsilesi üzerinden büyütüldüğünü düşündüler ve bunun önünü nasıl keseriz diye baktılar. Böyle bakıldığı zaman, Tayyip Erdoğan belirli bir stratejik karar verdi. Başka türlü kararlar da verebilirdi ve daha doğru kararlar da var olabilir. Ama bu kararı verdi. O karar şuydu, bütün dünyaya gerçek halkın ne söylediğini göstermem lazım ve burada esas halkın büyük kısmı benim arkamda durduğunu göstermem lazım. Bunun için de kutuplaştırıcı bir dile doğru gitti, Kazılıçeşme’de o bir milyon insanı topladı. Ve zaten olayın batı dünyasında da dönüşümü o noktadır. Yani göz ardı edemeyecekleri bir fotoğraf gösterdi batı dünyasına. Esas toplumun kendisi Kazılıçeşme’ye benim yanıma gelenlerdir, demiş oldu. O Kazılıçeşme mitingi yurt içine yapılmış bir miting değildi, Avrupa’ya, Amerika’ya bir mesaj olarak yapıldı. Ve mesaj yerini buldu. Ama bu başka türlü yapılabilir miydi, daha yumuşak, daha taktiksel bir tarz izlenebilir miydi, laik kesimle diyalog kurulabilir miydi, kurulsa bunlar işe yarar mıydı, bunları bilmiyoruz. Dolayısıyla burada yargılayıcı olmak da çok zor. Çünkü o siyaseti biz yapmıyoruz, o yapıyor, Ak Parti yapıyor ve sorumluluğu o alıyor. Ve sonuçta da geri dönüp ağustos-eylül 2013 11 TEK SORU İKİ CEVAP baktığımda, Gezi Olayları bir bütünüyle bakıldığında, evet beş kişi öldü ama olabilecek olanlarla mukayese edildiğinde küçük bir şekilde atlatılmış bir olay. Burada da hükümetin bir türlü başarılı olduğunu da söylemek lazım. (10:50) 3.Türkiye’de son zamanlarda yaşanan barış mı öncelikli demokrasi mi tartışmalarına Gezi Parkı nasıl bir boyut getirdi? Mehmet Altan: Yani zaten böyle bir bu soru tartışmaların ne kadar abuk sabuk olduğunu gösteriyor. Neden birisi öncelikli olsun? Burada gerçek bir barış için demokrasi gerek. Ama başbakan barışı öne sürerek, Kürtlerle bir başka pazarlık yaparak, Türk usulü bir diktatörlüğü getirmek istiyor. Onun için de devlet içinde etkin odaklar ve onun etrafında, basında kümelenmiş olanlar, sanki böyle bir şey olabilirmiş, yani birisi öncelikliymiş gibi fikirler beyan ediyorlar. Barışın kalıcı olabilmesi için demokrasinin olması lazım. Yani Uludere bir tarafta duracak, 584. gününde aydınlatılmayacak ama barış olacak. Kalıcı bir barış için demokrasi şarttır demek bu kadar zor mu? Çünkü onun arkasındaki plan ve program gayet planlı, gayet hesaplı olarak ben diktatör olayım her şeyi 12 ağustos-eylül 2013 Erdoğan’ı desteklerken yeryüzü medyası iyiydi de, şimdi eleştirince mi kötü? Onların tek ölçüsü demokrasidir. Öldürülen çocukların hiçbirisinin kim tarafından öldürüldüğü belli değil. Böyle bir devlet mi olur? düzelteceğim mantığı. Bu mantık Türkiye’yi çileden çıkartıyor, bir deli gömleğine sokuyor. Aynı zamanda da mesela işte MİT’in yasa tasarısında operasyon yapma yetkisi veriyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde istihbarat örgütleri içeride operasyon yapamazlar. Yani bir taraftan ben Suriye’ye demokrasi götüreceğim palavrasıyla ortalarda dolaşacaksın, bir taraftan da El-Muhaberat rejimini Türkiye’ye getireceksin. Allah’tan Gezi oldu! Etyen Mahçupyan: Gezi aslında manipülatif bir zemin olarak kullanıldı. Çünkü Gezi’deki esas olay, esas taleplerin çok açık bir biçimde; eğer olayı gerçek anlamıyla siyasi ve sosyolojik olarak irdeleme şansımız olsaydı, çok muhtemelen böyle bağışlı demokrasi ikilemi çok olmadığını söyleye- cekti karşı taraf. Ve her ikisinin de çok değerli olduğunu söyleyecekti, herhangi sıradan insanın da söyleyebileceği gibi. Ama bu bağışlı demokrasi meselesi, Kürt meselesi bağlamında ortaya çıkmış olan bir tür görünüşte entelektüel tartışma. Ama arkasında, aslında sürecin yanında mı karşısında mı olduğunu çok net bir şekilde söyleyen bir tartışma. Türkiye Kürtler ile bir barışa gidiyor ve bunun bizatihi değeri var. Bu açılardan bakıldığı zaman, Türkiye demokrasiyle gidiyor ama demokrasiyle gitmek çok daha uzun yıllar alacak olan bir şey. Barış ise iki kademeli bir olaydır. Birinci kademe silahların susması ve kavga etmemek. Bu çok hızla yapılabilir. Ama ikincisi gerçekten eşitlikçi bir şekilde beraber yaşamak. Bu ise çok çok uzun zaman alabilir. Ama Türkiye’de şu an tartışılan şey birinci kademe barıştır. Yani bir kere silahların susması ve kavga etmemek. Burada demokrasiyi işin içine getirmek iyi niyetli bir bakış değildir. Çünkü çok basit olarak söylersek şöyle bir şey düşünelim, iki tane zıbandup gibi adam dövüşüyor. Etrafa hasar verip duruyorlar. Şunlar ayrılsın da konuşsunlar diyoruz. Başka birileri de diyor ki, bunlar daha demokrat olmadı. Bunlar böyle hiçbir zaman demokrat olmayacaklar. Ama hiç olmazsa tepişmesinler. Fakat şu anda Kürt meselesindeki ilk kademe barış, tepinmeme barışıdır ve bunun demokrasiyle hiçbir ilgisi yok. Bu anlamda Gezi Olayı ile beraber sürecin devam etmesini engellemek isteyenlerin eline ilave bir koz olarak kullanıldığını görüyoruz, bu olayların. Yani Gezi Olayları, Türkiye’de demokrasi olmadığını göstermektedir. Ve de demokrasi olmayan bir Türkiye de Kürt Meselesini çözemeyeceğine göre, Gezi meselesinden hareketle Kürt Meselesini çözemeyeceğini söylemek gibi bir önerme çok sağduyulu bir yaklaşım değil. Hatta belki de kötü niyetli bir yorum zorlaması olduğunu söylemek zorundayız. 4.Uluslararası medyanın Gezi Parkı’nı yansıtma biçiminde siyasi tercihler ne ölçüde rol oynadı? Yaşanan olaylar Türkiye’nin uluslararası imajına etkileri ne yönde olmuştur? Mehmet Altan: Erdoğan’ı desteklerken yeryüzü medyası iyiydi de, şimdi eleştirince mi kötü? Onların tek ölçüsü demokrasidir. Öldürülen çocukların hiçbirisinin kim tarafından öldürüldüğü belli değil. Böyle bir devlet mi olur? Aynı zamanda onların hepsinin Alevi olması da gariptir. Aynı zamanda bütün bu kadar insanların üstüne hedef gözeterek meydana gelen polisin şiddeti… Yani uluslararası sistem Tayyip Erdoğan’ı ve Ak Partiyi rejimi demokratikleştirecek diye destekliyordu. Fakat şimdi baktılar ki başka bir tarafa doğru gidiyor. Bir Sünni imparatorluk ve halifelik kurarım diyen, otoriter, Türkiye’nin Kürtlerini, Alevilerini, Gayrimüslimlerini, kendisine biat etmeyenlerini bastıran bir tarafa doğru gidiyor. Niye mesela Müslümanlık üzerinden konuşuluyor da, insan kavramı üzerinden konuşulmuyor. Siyasal İslam nedir? Siyasal İslam, insan kavramını bırakıp Müslüman üzerinden hayatı tanımlamaktır. Bütün konuşmalarında, mesela Reyhanlı’da 57 Sünni vatandaşımız diyor. Senin vatandaşlarının böyle bir ayrımı olabilir mi? İşte nitekim yeni ortaya çıktı, soyu sopu numaralandırılıyor. Böyle bir devlet olur mu? On yıldır iktidarda Ak Parti. Bunları düzenlemek yerine Müslüman kardeşler üzerinden Ortadoğu’da bir Sünni imparatorluk kurmak, bir halifelik peşinde koşmak ve sahiden kendini paağustos-eylül 2013 13 TEK SORU İKİ CEVAP dişah saymak, otoriter tavırlarla demokrasiyi yok etmek. Ondan sonra bunlar olsun ben diktatör olayım, bak her şeyi çözeceğiz. Böyle bir mantık olabilir mi? Onun içinde çok garip bir noktada tartışıldığını görüyorsun. Barış mı öncelikli, demokrasi mi? Niye kalıcı bir barış için demokrasi gerekli demeyeceğiz? Çünkü o zaman başbakanın hesaplarına, Türk usulü diktatörlüğüne karşı çıkmış oluyorsun. Bütün oyun orada oynanıyor. Türkiye’nin imajına gelince bitti, yıkıldı. Yani buranın ilk baştaki illüzyonuna son verdi. İşte ekonomi iyi, askerlerin vesayeti geriletildi, harika iyi gidiyorlar filan derken birden bütün dünya uyandı ki başka bir yere gidiyor Türkiye. Bir Sünni İslam faşizmine doğru gidiyor. Gezi olaylarının en büyük yararı Dünya kamuoyunu uyandırması, buradaki bir Türk usulü diktatörlüğün önüne set çekmesidir. Burada İslam ile Demokrasi birleşebilir mi laboratuvarı olarak herkes tarafından gözlenirken birden bu mevcut iktidarın Müslüman anlayışının demokrasi dışı bir noktaya doğru taşınmasının yeryüzünde görülmesidir. Yani bir adam kalkıp da kızların kadınların elbiseleriyle uğraşır mı? Milli içkimizin ne olduğunu tayin etmeye kalkar mı? Kurulları dinlemeyeceğiz, der mi? Mahkeme kararına posta koyar mı? Uludere’nin üstünü örter mi? Şikeyi suç olmaktan çıkarır mı? Etyen Mahçupyan: Siyasi olarak tabi çok kritikti. Şunu bir kere göz ardı etmemiz lazım, Tayyip Er- 14 ağustos-eylül 2013 doğan dünyada birçok insanın sinirine dokunuyor. Bu bir durum, bu bir veri. Haklı haksız diye baktığımız zaman, haklı yönleri de var. Çünkü hem üslup olarak Tayyip Erdoğan zaman zaman onları bir şekilde horlayan tavırlar sergileyebiliyor yabancıları/Batılıları. Ama tabi Tayyip Erdoğan’ın haklı olduğu yönleri de çok, bunları da söylemek lazım bu karşılaşmalarda ve çekişmelerde. Ama şöyle veya böyle Batı dünyası alışık olmadığı bir şekilde dik başlılık gösteren bir Türkiye ve Türkiye başbakanından çok da memnun değil. Çünkü Batı dünyası açık söylemek gerekirse şöyle bir şey ister, güçlü bir Türkiye ister ama kendi yolundan giden; batının yoluna girmiş olan, batının dediğinin dışına çıkmayan bir Türkiye ister. Çünkü o zaman Türkiye üzerinden Ortadoğu’yu yönetmek de kolaylaşır, Türkiye üzerinden Orta Asya’ya açılmak da kolaylaşır. Dolayısıyla güçlü bir Türkiye isteği, ancak ve ancak Türkiye’nin Batı ile işbirliği mevcutsa anlamlı bir şeydir. Oysa şimdi bugünkü Türkiye’nin dış politikasına bakıyoruz, ben hem güçlü olacağım hem de seni dinleyemeyebilirim arkadaş, diyebiliyor. Ve bu özellikle batıdaki siyasi çevreleri rahatsız ediyor. Ve bu siyasi çevrelere çok yakın olan medya organları bunu manipülatif şekilde veya haberleri belirli bir şekilde yorumlayarak yansıtmaya çok hevesli davranıyorlar. Bu hevesi çok basit bir mukayese ile de görmek mümkün, batıda Gezi Olaylarını canlı yayınla yedi sekiz saat veren televizyon kanalları var. Ama Mısır’da 200 kişinin öldüğü bir günü sadece 3-4 dakika yayın yapabiliyor. Oradan anlıyoruz ki bu siyasi bir tercih. Öte yandan Türkiye’nin imajı meselesine gelirsek, tabi ki bu medyatik manipülasyonlar ve haber verme biçimleri sıradan okuyucuları etkiliyor. Sıradan okuyucular için başka yerlerden çok fazla bir kaynak yok. Türkiye’yi zaten çok fazla tanımıyorlar. Türkiye kendini tanıtmakta zaten çok yetenekli değil. Ak Parti özellikle bu konuda hiç yetenekli değil. Ve özellikle Ergenekon Davası ile beraber Türkiye’de Ak Parti karşıtları batıdaki medyayı çok yoğun olarak kullanıyorlar. Önce bir şeriat hikâyesi vardı Türkiye’de, o bitti. Şimdi de otoriterleşme hikâyesi başladı. Bası özgürlüğünün çok kötü, yerlerde süründüğünü vs. sürekli her gün bir-iki yazı çıkartıyorlar veya kendileri yazıyorlar. İçinde gerçek payı da var, gerçek olmayan şeyler de var. Ama sonuçta bir tür manipülasyon var ve bu manipülasyonla Türkiye’nin iyiye gitmediğinin mesajı işleniyor. Bu da tabi ki Türkiye’nin görünürlüğünü, prestijini bozuyor, ona hasar veriyor. Öte yandan ama şunu da söylemek lazım, on on beş sene önceki gibi bir durumda değiliz. Yani şu anda Avrupa’da Türkiye’yi çok iyi bilen siyasetçiler, bürokratlar, gazeteciler de var ve onların da sesi var. Yani artık bugün Türkiye konusunda Avrupa Komisyonu’nu aldatmanız mümkün değil. Hâlbuki geçmişte aldatabiliyorlardı. Şuan onlar Türkiye’de iyiyi de kötüyü de biliyorlar, görüyorlar ve nesnel biçimde analiz edebiliyorlar. O yüzden de dünyada prestij kaybı, ününün bozulması göreceli bir olay. Nitekim bugün baktığımız zaman, Türkiye’nin herhangi ikili ilişkilerinde veyahut kurumsal bütün yapı içerisindeki ilişkilerinde gerçek anlamda herhangi bir bozulma göremiyoruz. 5.Gezi Parkı ve Tahrir’deki muhalefet arasında ne tür bağlantılar kurabiliriz? Mehmet Altan: Şimdi ben bu ikiyüzlülükten nefret ediyorum. Yani Mursi’nin askeri darbe ile devrilmesine karşı olanlar, neden burada 27 Nisan e-muhtırasının yargılanması için bastırmıyor. Yani bir insan zamana, zemine ve ülkeye göre demokrat olmaz. Eğer sen bir cami-kışla kavgasında, cami üzerinden siyaset yapmıyorsan, gerçek Şunu bir kere göz ardı etmemiz lazım, Tayyip Erdoğan dünyada birçok insanın sinirine dokunuyor. Bu bir durum, bu bir veri. Haklı haksız diye baktığımız zaman, haklı yönleri de var. Çünkü hem üslup olarak Tayyip Erdoğan zaman zaman onları bir şekilde horlayan tavırlar sergileyebiliyor yabancıları/ Batılıları. Ama tabi Tayyip Erdoğan’ın haklı olduğu yönleri de çok, bunları da söylemek lazım bu karşılaşmalarda ve çekişmelerde. demokrasiden yanaysan, hem Mısır ordusunun darbesine karşı çıkarsın hem de Türkiye’de niye 27 Nisan e-muhtırasının faili yargılanmıyor diye de ayağa kalkarsın. Yani benim işime gelene karşı çıkmam, işime gelmeyene karşı çıkarım. Tamamen Türkiye’de Ak Parti cami-kışla parantezi içinde sıkışıp kaldı. Kışlaya karşı vesayeti değiştirmek, rejimi demokratikleştirmek yerine vesayeti kullanıp cami rövanşı almak istiyor. Cami rövanşı almak istediğin vakit, Türkiye’de kendi siyasetine uygun olduğu vakit, 27 Nisan’ı yargılamazsın. Çünkü ilkeli bir demokrasi ve demokratikleşme söz konusu değildir. Ama Mısır’da, bütün bölgede Sünni İslam üzerinden halifelik ve padişahlık rüyalarını ortadan kaldıran bir darbeye Türkiye’dekinden fazla bağırırsın. İkisine de aynı şekilde karşı olmak ve bu kadar güçlü olduğunu iddia ettiğin bir noktada 27 Nisanı da yargılamak, aynı zamanda Uludere’de öldürülen vatandaşların üzerini örtmeyip yargı süreci işletmek, sorumluları ortaya çıkartmak, yani tutarlı, ilkeli ve dürüst olmak lazım. Etyen Mahçupyan: Yani burada çok farklı iki ülke, çok farklı iki gündem, farklı demokratik seviyeler, çok farklı talepler var. Bu ikisi ne kadar mukayese edilebilir? Mukayese edilemez. Yani öyle iki ülke ağustos-eylül 2013 15 TEK SORU İKİ CEVAP 16 ki, iki tane Müslüman ülke diyoruz ama İslam anlayışları bile birbirine benzemiyor. İki tane laik yönetimden geçmiş ülke ama o sekülerlik anlayışları da benzemiyor, modernliği benzemiyor vs. Ne var benzeyen? Belki yönetimdeki İslami duyarlılık taşıyan bir partiye karşı yapılmış olan bir hareketlenme olması nedeniyle yan yana getirilebilir. Ama burada da birinci Gezi, ikinci Gezi ayrımı yapmak lazım. Yani ilk başta oraya gelen, Gezi’ye çıkan insanların birçoğu aynı zamanda Ak Parti’ye oy veren gençler. Hatta bu baya polisle çatışmış, militanca dövüşmüş gençlerden bir tanesi geçenlerde bana şöyle bir şey yazmıştı, “Hocam düşünüyorum düşünüyorum ama galiba yine Ak Parti’ye oy veririm. Çünkü Ak Parti CHP’ye göre bana biraz daha ilkelidir. Aslında CHP de ilkeli ama ilkeleri ilkel”. Şimdi bu çok şey anlatıyor. Bu şunu söylüyor, hala geleceği taşımaya yeteneği olan, geleceği temsil edebilme yeteneği olan parti, mukayesesi olarak Ak Parti. Başka bir parti olsaydı belki başka türlü olurdu Türkiye. Ve dolayısıyla da bu da Mısır’dakinden çok radikal bir farklılığı ima ediyor. Çünkü şuanda Mısır’ı geleceğe taşıyacak hiç kimse yok tek başına. Yani Müslüman Kardeşler kendi bir sürü ayak bağları olan bir teşkilat, siyasete çok zor adapte olan bir teşkilat. Otuz kırk yıldır sadece sosyal faaliyet yürütmüş olan bir teşkilat. Bir dönem şiddete bulaşmış olan teşkilat ve baştan itibaren/hiçbir zaman Ak Parti’nin sosyolojik gücü arkasına toplaması gibi yapamamış olan bir teşkilattır. Ak Parti’nin gerçek sosyolojik gücü, İslami kesimin doksanlardan itibaren modernleşmesi, bir anlamda sekülerleşmesi, melezleşmesiyle oldu. İslami kesimin kendisini dönüştürmesiyle oldu. Ama Mısır’da öyle sosyolojik bir alt yapı yok. Mısır’da apaçık şekilde kötü olan bir rejim var, bu kötü rejime karşı olan bir halk talebi var ve en çok oyu alan başa geliyor. Bu hala arka planının sallantıda olduğu bir durum demek. O yüzden de bu tür mukayeselerin çok da sağlıklı olmadığını düşünüyorum. Ama ikinci Gezi Olayına gelirsek, yani bu Taksim Dayanışma ve çevresindeki bütün bu işçi partililer, TKP’liler ve buna benzer bir sürü irili ufaklı grubun bir araya gelerek, sırf Ak Parti’yi vurma kalkışması örneğine gelirsek bu tahminden de öte daha fazla bir siyasallaşmayı ima ediyor. Tahrir’deki ise tam olarak bir araya getirilememiş ağustos-eylül 2013 bir sürü irili ufaklı, Müslüman Kardeşlere razı gelmeyenlerin koalisyonu şeklindedir. O yüzden öyle bire bir mukayeseler doğru değil. 6.Gezi Parkı olaylarının uzun vadede Türkiye’nin sosyo-politik kültürüne etkisi ne olur? Mehmet Altan: İtibarını arttırır yeryüzünde. Yani Türk toplumunun böyle bir tek adamın oyuncağı olmayacağını, otuz yaşından küçük gençlerin Türkiye’nin küreselleşmeyle, yeniçağla irtibatlı insanlar olduğunu ve kasabaların kentleri esir almaya kalmasının pek bir sonuç vermeyeceğini gösterir. Ayrıca şimdi bir potansiyel var. O potansiyeli kim kullanır? Hükümetin yaptığı şey potansiyeli ortaya çıkaran rahatsızlıkları görmek yerine, potansiyelden istifade etmek isteyen unsurların altını çizmek. Ulusalcılar, Ergenekoncular, darbeciler filan… Ama mesele onların çıkardığı arızalar değildir. Ak Parti’nin, özellikle Tayyip Erdoğan’ın yönetim anlayışının, 76 milyonu kendine benzetme çabasının ortaya çıkardığı bir patlamadır. Yani kasabalılaşmanın kentleri esir almasıdır hadise. Onlar bunun altını çizmek, ne oldu da bu insanlar rahatsız diye bakmak yerine baskıları müthiş derecede arttırıyorlar. Baskıları arttırdıkça solucan gibi kendi kendini yer siyasi iktidar. Önemli olan, hedefin demokratikleşme olmasıdır. Ancak rejimi değiştirmiyor Ak Parti. Yüzde onu indirmiyor. Yeryüzünde yok böyle bir rezalet. Siyasi partiler yasası 5 tane darbeci generalin yaptığı yasadır, değiştirmiyor. Seçim yasası keza öyle. Benden evvel koymuşlar dediğin vakit yüzde on barajını, o zaman 12 Eylül rejimi de senden evvel. Yani bunun mantıki bir tutarlılığı var mı? O zaman niye rejimle uğraşıyorsun, hepsi senden evvel. İşine gelene evet, işine gelmeyene hayır. Yani iktidarın süresi uzadıkça çifte standardı, eyyamcılığı artıyor. Statüko gittikçe polisleri koruyor. Eskiden halkı koruyordu. Şimdi polisleri koruyor. Yani ağız değişiyor. Devletçilik, Ankaralılaşma hızlanıyor. Şimdi aynı zamanda bu otoriter yapı ders almazsa bunlarla, bir şekilde o insanların niye çıktığının bir sosyolojik analizini yapmazsa, rejimi değiştirmeye yönelik eski değişim siyasetlerine geri dönmezse, Gezi biter başka bir şey başlar. Patlamaya hazır bir potansiyelin altına sürekli odun ateşiyle diri tutuyor. Basını öyle bir sansürledi, öyle bir baskı altına aldı ki, Tayyip Erdoğan’ı eleştirmek mümkün değil. Tek bir ölçü var, başbakanı eleştireni eleştireceksin. Böyle bir rezilane medya anlayışı zaten rejimin ne olduğunu gösteriyor. Bundan bir iş çıkar mı? Bundan bela çıkar. İşte gittikçe korkmaya başladığı yerler artıyor. Şimdi stadyumlar geldi. Nereye kadar? Niye korkuyorsun? Demokratikleşmediğin için korkuyorsun. Baskı yaptığın için korkuyorsun. Bu 76 milyonu kendine benzetmeye çalıştığın için korkuyorsun. Biat dışında hiçbir kültürün olmadığı için korkuyorsun. Demokrasi eylem demektir, marifet demektir, karşı çıkmak demektir. Bana herkes hayran olacak ve beni herkes övecek diye bir demokrasi anlayışı yok bu dünyada. Patlatır ülkeyi, zaten patlatıyor. İnsanlar bunca yıl tepkilerini ortaya koyamıyorlardı. Birikiyor işte, çifte standardı görüyordun. Ne oldu Uludere? Demokratik bir devlette olur mu? Üstünü örtüyor. Deniz fenerine ne oldu? Yani bunlar birikmeye başlıyor. İnsanlar bunu görüyor. Çok fazla kentlerin güçlendiğini varsaydıkça, kentlerin o kadar üstüne gitmeye başlıyor ki, o kadar fütursuz oluyor ki ben her şeyi yapabilirim diye, onun bir sınırı var. Yani bu kadar fütursuzluk gittikçe freni kopmuş bir şekilde hızlanıyor. Bir de medyadaki baskı dikkat çekici. Yani Taksim ayağa kalkmış, oradaki hal ortada. Eğer Gazze’de olsaydı bu olaylar naklen duyurulurdu. Yani bu kadar basını kontrol altına alma niyetinde olan birisinin zaten amacının demokrasi olmadığı çok net. Bunun bir sınırı var. Bu sınırı çok fazla aşmaya yönelik bir ivme kazandı sayın başbakan ve Ak Parti. Etyen Mahçupyan: Yani şuandaki haliyle en büyük ihtimal hiçbir etkisinin olmaması. Bunu üzerine yatırım yapılabilirse, sivil toplum ve siyasi partiler anlamak üzere gidilirse, oradaki o kesim Türkiye’ye entegre edilebilirse o zaman Türkiye üzerinde belli oranda etkili olur. Ama bu etkisi on on beş sene önceden çıkmaz. Bu entegrasyon olayı çok önemli çünkü küresel bir dünyada yaşıyoruz. Ve siz bu kesimi entegre edemezseniz ve giderek marjinalleştirirseniz laik kesimi, iyi eğitimli gençleri bir süre sonra hepsi yurt dışına gider. Zaten Türkiye’de olmaktan çıkarlar. O zaman da Türkiye’ye hiçbir olumlu katkıları olamaz. Ama o entegrasyon yapılabilirse ki burada CHP’ye ve laik kesimin partilerine çok büyük iş düşüyor. Tabi Ak Parti de bunu becerebilir bir miktar ama öbürleri için daha kritik bir misyon bence. Eğer öyle bir şey olursa en basitinden şunu öngörebiliriz, CHP böyle kalamaz. Yani bugün Gezi’nin o ilk üç gününe katılmış olan gençler gidip CHP’nin gençlik kolları haline gelselerdi çok muhtemelen önümüzdeki birkaç sene içinde CHP’yi de çok iyi bir şekilde altan zorlarlardı. Bu Türkiye siyasetini de çok farklı bir dile doğru getirebilirdi. Bu muhtemelen Ak Parti gençlerini de, Ak Parti’yi de etkilerdi. Bu kurumsallaşma olmazsa, sadece bu olayın, yaşanmışlığın bir şeyi getireceği sanılıyorsa çok büyük ihtimalle hiçbir şeyi değişmez. ağustos-eylül 2013 17 Yasemin Acar UZDÜŞÜM yasemin.g.acar@gmail.com KATEGORİLER İNŞA ETMEK: Gezi Parkı ve yeni kimlikler Sosyal gruplar ne çok büyük ne de çok küçük olmalı, ancak bir kimsenin kendini yalnız hissetmesine imkân vermeyecek oranda ama aynı zamanda kişinin kendi grubunun her zaman ayırt edilebilir bir noktada olacağı bir “ayar noktası” içerisinde var olurlar. Sosyal psikoloji üzerine çalışmaya başladığımda, kapsayıcı kategoriler konseptine odaklanmak istemiştim. O zamanlar, normalde birbirlerini bir “bütün” olarak görmeyen, çok farklı geçmiş yaşantılara sahip insanları bir araya getirebilecek bir şey arıyordum. Psikoloji biliminde var olan bir kuralın, ortak bir amaç uğruna insanları neyin bir araya getireceğini anlamam noktasında bana yardımcı olup olmayacağını merak ediyordum. Araştırmalarım esnasında, böyle bir kavramın varlığına rağmen, bu birliktelik duygusunun çok uzun 18 ağustos-eylül 2013 sürmeyeceğine dair bir sonuca ulaşmıştım. Belli bir noktadan sonra, er ya da geç, birlik duygusu çözülecek ve parçalanma başlayacaktı. Sosyal psikoloji çerçevesinden bakınca, insanlar kendi benliklerini sosyal bir kimlik inşası üzerinden anlayabilirler. Sosyal kimlikler ise grubun diğer üyelerinin grup içi üyeler olarak algılandığı gerçek veyahut algısal grup üyeliklerine dayalıdır. Sosyal gruplar ne çok büyük ne de çok küçük olmalı, ancak bir kimsenin kendini yalnız hissetmesine imkân vermeyecek oranda ama aynı zamanda kişinin kendi grubunun her zaman ayırt edilebilir bir noktada olacağı bir “ayar noktası” içerisinde var olurlar. (Brewer,1991). Grup dediğimiz şey bir üniversite kulübündeki 50 kişi veya bir ulusun 50 milyonluk üyesi olabileceği için neyin büyük neyin küçük olduğu (ayarında) algısı da burada önem arz etmektedir. Her grup için, buna rağmen, kapsayıcı ve içeren bir kategori söz konusudur. Buna iyi bir örnek spor dünyasından gelebilir, Beşiktaş taraftarı gibi sosyal bir grup, onları uygun bir dış grupla (örneğin Fenerbahçe taraftarı) karşılaştıracak şekilde algılayan bir kişi için bir iç grup olabilir. Bununla beraber, her iki grup da futbol taraftarlarının oluşturduğu tekil bir kategori içerisine indirgenebilirler. Buna sosyal psikolojide üst kategori denir. Bu aşamada, bir önceki dış grup (Fenerbahçe taraftarı) bu sefer iç grup olarak kabul edilir (futbol taraftarları). Bazen, gruplar arasında çatışma olsa bile, ortak kimlikleri kendilerine hatırlatıldığı zaman, paylaştıkları değerler konusunda farkındalık geliştirebilirler. Bu durumlarda, birbirlerine daha pozitif bir şekilde bakarlar ve ortak bir amaca yönelik olarak koalisyon oluşturmada ve birlikte çalışma konularında daha da istekli görünürler (Gaertner, Dovidio, Anastasio, Bachman, & Rust 1993). Bazen de, daha kapsayıcı olan kimlik “ayar noktası” içerisinde yer alabilir. Fakat genelde bu kategori oldukça büyüktür. Dolayısıyla bu insanların futbol taraftarları olduğunun devamlı bir şekilde hatırlatılması uzun sürmeyecek ve daha eski ve ikincil plandaki çatışmalar tekrar canlanacaktır. Fakat bu, onları bir arada birlik içinde tutacak başka bir grup olmadıkça geçerli bir durumdur. Gezi olaylarını incelediğimizde, gözlemcilere çok şaşırtıcı gelmiş unsurlardan biri de çok farklı gruplardan birçok insanın ortak bir amaç doğrultusunda bir araya gelmiş olmasıydı. Gezi protestolarının başlangıcında, yaklaşık elli kişilik çevreci aktivistten oluşan bir grup Gezi parkını işgal etmişti. Haziranın ilk haftası itibariyle katılımcıların sayısı binleri buldu, bunlardan bazıları kendi parti veya örgütlerinin bayrakları altında toplanırken bazıları da herhangi bir örgütü temsil etmiyordu. Bir kısmı da, özellikle LGBT topluluğu, eskiye nazaran toplumun genel kesiminin büyük bir kesimi tarafından kabul gördü. Kürt, Feminist, LGBT ve Ermeni gruplar parkı Kemalistler, futbol taraftarları ve antikapitalist Müslümanlarla birlikte paylaştı. Birçokları için, bu gruplar enine bir çizgi üzerinde eşit noktada yer alırken, bazıları için ise spektrumun başlangıç ve bitiş noktalarında yer alacak şekilde birbirilerine uzak kalan noktalardır. Bununla beraber, bu gruplardan herhangi birinin bir parçası olmayı kabul eden binlerce insan – kelimenin tam anlamıyla– bu grupların bayraktarlığını yaptı. Ve de başbakanın kullandığı sözlerden ağustos-eylül 2013 19 UZDÜŞÜM Kürt, Feminist, LGBT ve Ermeni gruplar parkı Kemalistler, futbol taraftarları ve anti-kapitalist Müslümanlarla birlikte paylaştı. Birçokları için, bu gruplar enine bir çizgi üzerinde eşit noktada yer alırken, bazıları için ise spektrumun başlangıç ve bitiş noktalarında yer alacak şekilde birbirilerine uzak kalan noktalardır. yola çıkarak, çok hızlı bir şekilde yepyeni bir üst kategori oluşturdular: Çapulcu. Çok fazla sayıda partinin ve grubun bayraklarının bir arada Atatürk Kültür Merkezi üzerinde asıldığını da gördük. Polis saldırıları esnasında, BDP bayrağı taşıyan genç bir erkek elinde Türk bayrağı olan bir genç kızı polis saldırılarından uzaklaştırmaya çalıştığını da. Polis ve hükümet gibi dış gruplara nazaran, bu görüntüler yeni bir iç grup olan çapulcunun üst kategorisinin yüksek oranda sembolü haline geldi. 20 ağustos-eylül 2013 Olaylar geliştikçe, hükümetin bu insanların parkta yalnız bırakmasının ve birbirlerine düşmelerini sağlamasının iyi bir strateji olacağını düşünmüştüm. Normalde başka şartlar altında, birbirleriyle etkileşim içinde olmayacak olan bu insanlar veya gruplar, parkta bir sonraki adımın ne olacağını bilmeden yan yana oturacak ve birbirleriyle uğraşacaklardı. Fakat olay bu değildi. Hükümet, polis aracılığıyla, kendi varlığını sürekli hissettirdi ve böyle yaparak da, protestoculara karsısında bir birlik oluşturabilecekleri bir dış grup temin etti. Polis sadece bir dış grup oluşturmakla kalmadı, ayni zamanda çabucak tanınabilecek, kolayca etiketlenebilecek ve kolaylıkla “öteki” olarak algılanabilecek bir şekilde, belirgin, görünür bir şekilde farklı olarak çevik kuvvet üniforması altında kendini gösterdi. Polis 11 Haziranda meydanın etrafına konuşlandığında dış grubun çok daha belirgin bir suretine büründü. Protestocular oluşturdukları sloganlar ve geliştirdikleri mizah sayesinde birlik duygusunu korumaya çalıştılar. Bu birlik duygusu daha sonra da, park forumlarında daha önce görülmemiş bir şekilde oluşmaya devam etti (Bu çerçevede Yoğurtçu Parkında Kürt dili ve tarihi dersleri başla- dı, Ramazan ayı boyunca her akşam LGBT ve Alevi kurumlarının da dâhil olduğu yeryüzü iftarları yapıldı). Protestolar özgürlük temeline (bilhassa, ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğü) dayalı bir altyapıyla yeni bir harekete evrildi. Park artık protestocular için bir araya gelebilecekleri merkezi bir nokta olmasa bile, çapulcu adı altında bu birlik duygusu devam etmekte. Polisin varlığı ara ara insanları fiziksel olarak bir araya getirmeyi sürdürdükçe inanıyorum ki bu yeni ve çok daha kapsayıcı olan kimlik, kendini muhafaza etmeye devam edebilir ve daha önce kendi istekleriyle aynı mekânı paylaşabileceklerini hiç düşünmemiş insanları da bir araya getirme gücünü sürdürebilir. Aynı şekilde, protestocular kendi kimliklerini dönüştürmeye devam ettikleri sürece ve alenî bir dış grup da onların kendi grup sınırlarını belirgin olarak koruduğu sürece kendi aralarında bir uyum oluşturma şansları olacaktır. kaynakça Brewer, M.B. (1991). The social self: On being the same and different at the same time. Personality and Social Psychology Bulletin, 17, 475-482. Gaertner, S. L.; Dovidio, J. F.; Anastasio, P. A.; Bachman, B. A.; Rust, M. C. (1993). “The common ingroup identity model: Recategorization and the reduction of intergroup bias”. European review of social psychology 4: 1–26. http://www.theguardian.com/world/2013/may/31/istanbul-protesters-violent-clashes-police http://www.theguardian.com/commentisfree/2013/jun/16/gezi-park-hotbed-turks-make-stand FOTOĞRAFLAR Yasemin Acar http://www.hurriyetdailynews.com/Default.aspx?pageID=429&GalleryID=1574 http://criticallegalthinking.com/2013/06/12/times-of-hope-and-despair-lessons-of-democracy-gezi-resistance/ http://www.yourmiddleeast.com/culture/instagramming-the-gezi-diaries_15709 ağustos-eylül 2013 21 Ahmet Azaklı NAME ahmetazakli@gmail.com Mehmet’ten zindana mektup 15. Yüzyılı Fatih’le, 16’yı Kanuni ile, 20’yi Atatürk’le anan torunlarımız, 21’i Erdoğan’la anar belki kim bilir. Ama sadakat yemini ettiğimiz son peygamber 1400, son padişah 100 yıl önce ayrıldı aramızdan. “Erdoğan bu virajı nasıl alır” değil de “memleket bu virajı nasıl alır” diye düşünmeniz gerekmez mi? Erdoğan yol verse gidip ezecek misiniz Taksim’i? Memleketin halinin nice olacağı umurunuzda değil mi? - Gezi Parkı ve direniş aşkıyla meydanları dolduran, baskıdan bunalan, silahlı kuvvetlerden, yabancı ülkelerden, yasa dışı örgüt ve silahlardan medet ummak yerine, başına ne geleceğini bilmediği halde basket şortuyla direnişe katılan güzel kardeşim! 22 ağustos-eylül 2013 Ne kadar övünsen, ne kadar sevinsen azdır! Sen ve senin gibiler, örgütlere, askerlere yaslanmak yerine özgür iradeye, demokrasiye sahip çıkanlar olduğu için Libya’daki, Suriye’deki, hatta 40 sene önce Türkiye’deki manzaralar yaşanmadı memlekette, biber gazıyla, tomayla değil sahici mermiyle karşılık bulmadı tepkilerin, farkındasın değil mi? Hatta gururlusun da muhtemelen, bu karanlık güçler konusunda bir tuhaflık olduğunun farkındasın değil mi bugünlerde? Şu çok meşhur “katil ABD, işbirlikçi AKP, Büyük Ortadoğu Planı, Yahudiler, Siyonistler” filan yok mu? “Tayyip’in biletini kestiler, Gezi ile birlikte fitili ateşlediler, her şey bir planın parçası, biz de mal gibi çıktık meydanlara” değil de “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” diye açıklıyorsun değil mi yaşananları? Dış basından hissediyorsun değil mi kan kokusu almış kaplanları? Kızma onlara, gücümüzün doruğundayken Hristiyan birliğine fitne sokmak için Fransızlara imtiyazlar veren biz de aynı şeyi yapmadık mı? Hatta şapka çıkar kaplanlara ve dön etrafına de ki “bu kaplanları kediye dönüştürmek için ne yapmak lazım?” Bu cevabı aramaz da, “Tayyip gitsin de ne olacaksa olsun” sevdasına kapılırsan ve kaplanlar kazanırsa, tarih affetmeyecek seni ama “Karanlık güçlerin kışkırttığı bir grup” diye yazacak. - Tayyip yoksa her şey eksik, o varsa her şey tamam diyen, yüzyılda bir gelen başbakanımızı yedirtmeyiz diyen arkadaşlar! - 15. Yüzyılı Fatih’le, 16’yı Kanuni ile, 20’yi Atatürk’le anan torunlarımız, 21’i Erdoğan’la anar belki kim bilir. Ama sadakat yemini ettiğimiz son peygamber 1400, son padişah 100 yıl önce ayrıldı aramızdan. “Erdoğan bu virajı nasıl alır” değil de “memleket bu virajı nasıl alır” diye düşünmeniz gerekmez mi? Erdoğan yol verse gidip ezecek misiniz Taksim’i? Memleketin halinin nice olacağı umurunuzda değil mi? - Bir çift lafım da sayın başbakana tabii. Pınarhisar Cezaevinden, Zindan Mehmet’e Mektup’u okuyup beni sandığa çağıran, şimdilerde de güç yüzüğünün oturttuğu yüksek kuledeki cezaevinde yatan adama sesim ulaşabilirse, ben de ona bir çağrı yapmak istiyorum. Sayın Başbakanım, Biliyorum ki vatanını çok seviyorsun, görevini de en iyi şekilde yaptın bugüne kadar. Diyorum ki bu yola ne için çıkmıştın? Adalet için, kalkınma için değil mi? Kalkınma anlamında, Tabirinle hamdolsun, 2001’de durduk yere cumhurbaşkanıyla başbakan gerildi diye parasını kaçıracak yer arayan, işsizlik korkusundan bunalan insanlar, şimdi meydanlarla ve Cumhurbaşkanımızla yaşadığınız kriz sonrası – kabul et ki “Demokrasi sadece seçim demek değildir” açıklaması tarihe geçti– gözünün içine bakıyor, bu geçici kriz nasıl aşılacaksa aşılsın da işimize gücümüze bakalım diyor. 2011 seçimlerinin reklam filmlerindeki o duble yollar, sosyal konutlar, uçaklar hepsi doğru, kentsel dönüşüm, 3. Köprü, bütün atılımlarda payın büyük. Sultan Vahdettin’in rafa kaldırdığı Alparslan’ın vasiyeti “mağrurlanma padişahım senden büyük Meydanlarda sana tepki gösterenler, sokaklarda tankları yürütmüyor, evine gelip zorla alıkoymaya çalışmıyor, seni kaçırmaya çalışmıyor, sana kurşun değil tweet atıyorsa bu senin başarın. Anadolu’da bir turne esnasında halk tarafından saldırıya uğrayan, sinemamızın kötü adamı Erol Taş misali, “rolümü doğru oynadığım için beni ödüllendiriyorsunuz” diyerek çıkıp teşekkür etmelisin, farkında mısın? Allah var” cümlesinin telaffuzu ihtiyacını konuşuyorsak, sayende. Adalet anlamında, Devletle kavgalı, hükümetin itip kaktığı, meydanlarda isyanların gediklisi solcularla kol kola ön sırada gördüğümüz, inancına saygı duyulmayan, duyulsa da 2. sınıf saygıya maruz insanları, memlekette sorun görmeyen, televizyon başında bir kitleye dönüştürdün. PKK’yı dağdan indirdin, ekran başında direniş izleyip tweet atan yorumculara çevirdin. Meydanlarda sana tepki gösterenler, sokaklarda tankları yürütmüyor, evine gelip zorla alıkoymaya çalışmıyor, seni kaçırmaya çalışmıyor, sana kurşun değil tweet atıyorsa bu senin başarın. Anadolu’da bir turne esnasında halk tarafından saldırıya uğrayan, sinemamızın kötü adamı Erol Taş misali, “rolümü doğru oynadığım için beni ödüllendiriyorsunuz” diyerek çıkıp teşekkür etmelisin, farkında mısın? Hani 2011 yazındaki seçimlerde bi “Biz Türkiyeyiz” vardı. Aynı yoldan geçmişiz biz/ aynı sudan içmişiz biz/ Yazımız bir, Kışımız Bir/ Aynı Dağın Yeliyiz Biz / ağustos-eylül 2013 23 NAME İnsanlar Gezi Parkı’nda bangır bangır bunu söylüyor günlerdir, farkında mısın? Hatta polis kardeşinin neden aralarında olmadığını sorguluyor ve diyor ki. Benim Tomam bana sıkıyor / Bulunur bi çare halk ayaktadır / Taksim yolunda barikattadır. Evet büyük çoğunluğu sana oy vermedi ama beraber çalıyor beraber söylüyor, beraber yiyor beraber içiyorlar, gönüller bir, dualar bir, halaylar bir, horonlar bir. Ne kaldı? Görev tamamlanmadı mı reis? Çık ve de ki “cumhurbaşkanlığına aday değilim, ben yapacağımı yaptım” Hani o ABD’ye özendiğimiz, Ak Parti’nin kuruluş tüzüğünde var olan, siyasetin meslek olmaktan çıkarılması düşüncesi yok mu? Yok et şu saltanat yüzüğünü, bir hizmet de giderken yap memlekete. Sonra, diye soruyorsan, cevabım var elbet. Demokrasi davasıysa bu, 2007’deki sınavla özdeşleşen meclis başkanımız Cemil Çiçek ve o gün seçilmesini sağladığın, bugün demokrasi hizmetine devam eden cumhurbaşkanımız Abdullah Gül elbet. Bilirim, olmaz diyeceksin. Kavgadan kaçmazsın, kuru gürültüye pabuç bırakmazsın, karakterin müsait değil bilirim. Yola kefeninle çıktığını da iyi bilirim. Peki, sana kefen giymeyi göze aldıracak vatan sevgisinin, sana bir gün “gürültü kuru değil, bedenine değil de karakterine, nefsine giydir kefeni” dediğine inansan ne yaparsın? Yine de beden kefene girene kadar devam mı dersin? Yoksa senden sonra gelenler bu işi senden iyi yapamayacakları için mi bırakmazsın? Dava arkadaşlarına etmezsin değil mi bu lafı? 1950’de Hasolara Memolara, 1990’larda siz takunyacılara memleketin emanet edilemeyeceğini söyleyen zihniyetin düştüğü hataya düşmezsin değil mi? Dur tahmin edeyim, bırakmazsın, ama sebebini bilmiyorsun. Ben biliyorum! Sana da bunları onun için yazıyorum, sebebi parmağındaki yüzüğün bizatihi kendisi! O yüzük başımızın belası, onu elde etmek için yüzyıllarca yedik birbirimizi. Peygamberin ema- 24 ağustos-eylül 2013 Yoksa senden sonra gelenler bu işi senden iyi yapamayacakları için mi bırakmazsın? Dava arkadaşlarına etmezsin değil mi bu lafı? 1950’de Hasolara Memolara, 1990’larda siz takunyacılara memleketin emanet edilemeyeceğini söyleyen zihniyetin düştüğü hataya düşmezsin değil mi? netini saltanat sanıp Mekke’nin idaresini ele geçirmek için savaştık önce. Sonra yine peygamberin emaneti hilafeti, saltanatla taçlandırmaya çalışıp memlekette ikilik yarattık. Ondan sonra da ya birbirimize dalıp zayıf düştüğümüz için “Karanlık Güçler” gelip perişan etti bizi, ya da biz o “Karanlık Güçler”den yardım aldık bir diğerimizi yok etmek için. Bunu başarabilirsen eğer, demokrasiye ve dolayısıyla memlekete hizmetlerinden ötürü tarih unutmayacak adını. Hal böyle olunca, o dillendirmediğin, yarım kalan, İstanbul’a imza atma işini de biz yaparız belki; halifeliğin gelmesi ve Çaldıran’da Alevilerle savaş vesilesiyle aslında, bilmeden de olsa memlekete fitneyi getiren Yavuz Sultan Selim’in yerine senin adın verilir 3. köprüye kim bilir? Ya da istersen halkına sor ne yapılması gerektiğini, gidelim referanduma? Ben bıraksam bitecek mi dertler, sorusunun da cevabını aslında yine sen verdin 15 yıl önce, hapse gitmeden önceki son Cumhuriyet Bayramında. Dedin ki “Cumhuriyet’in barış, Cumhuriyet’in erdem, Cumhuriyet’in dürüstlük üzerine kurulduğu, Cumhuriyet’in birilerinin değil, şu grubun bu grubun değil, 65 Milyon Türkiye’nin olduğu gün, biliniz ki bizi kimse yıkamayacaktır. Biz beraberiz, bütünüz, kimsenin kimseye yan gözle, farklı kalple bakmadığı bir Cumhuriyet yıkılmayacaktır.” Biz hep beraber olduğumuz, gücümüzü soyumuzdan sopumuzdan değil de çalışkanlıktan, taallukattan değil de liyakatten elde ettiğimiz gün evet bitecek dertler. Çıkıp her saltanat sevdalısına hep beraber müdahale edeceğiz. Demokrasi muhafızı değilim ben, hatta Türk tarihinde yıldızın parladığı anların güçlü lider dönemleri olduğunu ve 33 yıllık hayatımın en kötü ekonomik dönemini alabildiğine çok sesli 3 parti iktidarı olduğunu düşünen biri olarak da ölümüne demokratlığı anlamıyorum. Bugün itibariyle, senden duyduğum tüccar siyasete inanıyorum alabildiğine. Ama tüccar siyaset derken, “dediğim dedik, çaldığım düdük” patron şirketinden bahsetmiyorum. Delegasyona ve hesap vermeye dayalı, birlikte yöneten kurumsal şirketlerin devri değil mi bugünler? Ben de onu istiyorum. Diyorum ki otoriter patronun değil de, 65 Milyon delegenin seçtiği, yönetim kuruluna hesap veren genel müdür yönetsin memleketi. Sen bıraktığın gün hep birlikte yok edeceğiz o yüzüğü, yüzyıllarca onun peşinden koşan, şu an bedensiz olsa da ruhen yok olmamış karanlıklar da yok olacak. Emin ol, mevzubahis vatan olunca kefenle yola çıkmaya da, kefensiz yatmaya da razı çok yiğit var memlekette, bazıları Taksim’de şu an. Bu direniş sana değil, seni ikinci defa hapse koyan o saltanat yüzüğüne. Gücünü topla ve kalk olduğun yerden, hadi sen de katıl direnişe! Zindan’dan Mehmed’e mektubu bir kez daha oku parmaklıklar ardından. Bu sefer son kıtasını: http://www. hurhaber.com/ fotogaleri/ sayfa43/559440gezi-parkidirenisinin-enguzel-sloganlarigaleri.html Mehmed’im, sevinin, başlar yüksekte! Ölsek de sevinin, eve dönsek de! Sanma bu tekerlek kalır tümsekte! Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir! Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir! Bırak be reis! ağustos-eylül 2013 25 Murat Sofuoğlu SİYASET msofuoglu@surecanaliz.org Alevi-Kürt Dikotomisi Türkiye’nin Suriye politikası kendi iktidarının ideolojik kökleri kadar bölgesel çapta gelişen mezhepsel kutuplaşmadan etkilendiği izlenimi vermektedir. Bu politika ise Suriye’deki Esad rejiminin kendisinin varlığını kabul etmediği Kürt realitesinin iktidar olma iddiasında olduğu ülkenin kuzeyinde belirginleşmesine göz yumma sonucunu oluşturmaktadır. Bu sonuç PKK bağlantılı bir Kürt hareketi olan PYD etkisinin yoğunlaştığı bir Kuzey SuriyeRojava realitesi yaratmaktadır. 26 ağustos-eylül 2013 Türkiye’de ve dünyada Alevilik sorununun kompleks bir karakter arzettiği ortada. Alevilerin sahip olduğu inançlar, neyin parçası oldukları ve tarih boyunca yaptıkları seçimler özellikle Sünni egemen toplumlarda ve siyasi yapılarda sürekli tartışma meselelerinde canlı bir gündem maddesi olarak kalmalarına neden oluyor. Bu noktada Sünni İslamcı bir hareket olarak tanımlayabileceğimiz Milli Görüş hareketi kökenli bir siyasi parti olan AK Parti’nin 10 yılı aşkın bir zamandır iktidarda olduğu ve Türkiye’yi yönettiği bir politik atmosferde Alevi meselesinin yükselişi ilginç implikasyonlara sahip. Türkiye’de ve bölgesinde Alevi meselesinin yükselişinde AK Parti iktidarının mevcudiyetine eşlik eden pek çok faktör dikkat çekiyor. Anadolu Aleviliği ile önemli akrabalıklara sahip Arap Aleviliği (Nusayrilik) kökenli bir ailenin (Esad Ailesi) etkili olduğu Suriye’deki Baas rejimi ile Arap Baharı rüzgarlarının istikameti çerçevesinde ve büyük ölçüde Sünni yapıya sahip olan muhalefetin rejim tarafından zorla bastırılmaya çalışılması karşısında alınan pozisyon icabı ilişkilerimizin kötüleşmesi bu faktörlerden biri. Alevi kökenli bir aile- nin hakim olduğu bir rejimle yaşanan gerginliğin Türkiye’nin kendi Alevi nüfusu ile de sıkıntılar oluşturduğu gözlemlenmektedir. Özellikle bu politikanın ülkemizin kendi Arap Alevi popülasyonu üzerinde oluşturduğu tesirleri yakından müşahede ettiğimiz “Türkiye’nin Suriye Politikasının Bölge Alevileri Üzerine Etkileri” çalışmamızı mevzunun derinliğine malik olmak isteyen okuyuculara hassaten tavsiye ediyoruz (Bkz. Yayınlar - Raporlar: www.surecanaliz.org ). Başka önemli ve adeta birbiri ile müteselsil bir ilişkiye sahip olduğu izlenimi veren faktör, Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının tetiklediği izlenimi veren bir kararla Esad rejiminin ülkenin kuzeyinden (Kuzey Suriye: Rojava) askeri yapılanmasını çekerek Kürtlerin mezkur bölgede de facto bir yapı oluşturmasına zemin hazırlaması ile AK Parti iktidarının 30 yıllık bir çatışma geçmişine sahip ülkenin kanayan yarası olan Kürt meselesinin çözümüne dönük 2009 Temmuzunda başlattığı Demokratik Açılım projesini 2012 başı itibariyle kritik bir “Çözüm Süreci” projesine dönüştürdüğü bir merhaleye girilmesi arasındaki psikolojik rabıtadır. Bu rabıta iki noktaya işaret etmektedir. Türkiye’nin Suriye politikası kendi iktidarının ideolojik kökleri kadar bölgesel çapta gelişen mezhepsel kutuplaşmadan etkilendiği izlenimi vermektedir. Bu politika ise Suriye’deki Esad rejiminin kendisinin varlığını kabul etmediği Kürt realitesinin iktidar olma iddiasında olduğu ülkenin kuzeyinde belirginleşmesine göz yumma sonucunu oluşturmaktadır. Bu sonuç PKK bağlantılı bir Kürt hareketi olan PYD etkisinin yoğunlaştığı bir Kuzey SuriyeRojava realitesi yaratmaktadır. Diğer yanda ise Türkiye “Demokratik Açılım” programı ile Öcalan-PKK-BDP ekseni ile diyalog kurarak kabul etmeye yanaştığı ama yeterli ilerlemeyi sağlayamadığı ve Suriye politikasının etkisiyle de Şii hilali ile mücadeleye girişmesi sonucunda İran destekli PKK ve bağlantılı hareketlerle kendi ülkesi kadar Suriye’de de çatışmak durumunda kalmıştır. Bu durum çift yönlü sonuçlar oluşturmuştur. Hem Suriye hem Türkiye’deki Kürt realitesinde ana aktör konumundaki PKK hem Suriye’de hem de Türkiye’deki Kürt realitelerinin siyaseten birbirini beslemesini Türkiye’nin Suriye politikası sayesinde İran desteğini kazanabildiği ve keza Türkiye’nin Suriye politikasından mütevellit olarak Esad’ın Rojava realitesini askeri bağlamda kabul etmesiyle sağlayabilmektedir. Bu Kürt realitesi adına muazzam bir başarıdır. Mevcut durum aynı zamanda İran etkisinin Şii hilali bağlamında ağustos-eylül 2013 27 SİYASET 28 Kritik nokta bölgede Yavuz zamanındaki gibi güçlü bir Osmanlı yapısının namevcut oluşu ve Kürt realitesinin görülmemiş bir düzeyde yükselişe geçtiği realitesinin mevcudiyetidir. Ayrıca mevcut koşullardaki uzlaşmanın Alevi ayağının eksik oluşunun Yavuz zamanından daha fazla Kürt hareketi için sonuçlar oluşturabilecek potansiyelin hem PKK’da hem Suriye iç politik denkleminde -Sünni muhaliflerle tedrici olarak özellikle Kuzey Suriye’de tansiyonu artan çetrefilli bir ilişkiye sahip ve Esad rejimi ile mesafeli ama rasyonel rabıtasını sürdüren PYD realitesi düşünülürse- mündemiç olduğudur. PKK aracılığıyla da bölgede yaygınlaşmasıdır ki bu alanlardan biri Türkiye Alevileridir. Bu noktada izlenmesi gereken noktalardan biri Alevilik-PKK rabıtasıdır. nin belirmesi karşısında kendi Kürt realitesi ile uzlaşmaya yanaşması girişiminin doğmasıdır. Bu yeni girişim “Çözüm Süreci” olarak isimlendirilmiştir. Türkiye uyguladığı politikalarla hem Suriye hem Türkiye’de Kürt realitesinin yükselişini sağlamaktadır (bkz. Yayınlar – Raporlar: “Türkiye ve Kürt Realitesi”, www.sureçanaliz.org ) ve bunda Türkiye’nin Alevi meselesine bakışının etkili olduğu Suriye politikası kesişme kümesi konumu arzetmektedir. Çünkü Türkiye’de PKK Rojava’nın psikolojik etkisi ile açılım ile mesafeli hareket edebilirken Rojava’da PKK’nın Türkiye (ve Irak)’taki etkisini kendi yapılanmasında psikolojik ve fiziksel bir temele dönüştürebilmektedir. Bu karşılıklı besleme vaziyeti özellikle açılım sürecinin “collapse” olmasına etki ettiği kadar Türkiye devleti için ciddi bir güvenlik tehdidinin oluşmasına da neden olmuştur. Sonuç Türkiye siyasi sisteminin ‘Rojava’ realitesi ve İran-PKK ekseninin Türkiye Alevileri üzerinde de etkisini gösterme ihtimali- Kuşkusuz bu yeni girişim Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim’in Şii Safevi lider Şah İsmail’e karşı başlattığı Doğu seferi sırasında İdris-i Bitlisi arabuluculuğuyla Kürdistan liderleri ile yaptığı ittifak koşullarına belirli benzerlikler arzetmektedir. Mevcut durumda AK Parti iktidarının hakim olduğu Türkiye Şii tehdidi güçlü bir şekilde komşuları Irak, Suriye ve nihayet kendi sınırlarında hissettiğinde Kürtlerle ittifak etme gereği hissetmekte ve Osmanlıların Şii Safevi tehlikesi karşısında çoğunluğu Sünni olan Kürtlerle yaptıkları ittifak koşullarına benzer bir konjonktür arz-ı endam etmektedir. Bu konjonktürün Türkiye’nin eski Osmanlı başkenti İstanbul’a yapmayı düşündüğü -büyük bir kanal projesinin önemli bir parçası olaraküçüncü köprü projesine Yavuz Sultan Selim ismini verdiği günlere rastlaması ise oldukça manidardır. ağustos-eylül 2013 Belki de Türkiye’nin Yavuzİdris-i Bitlisi hattını aşan kendi içinde hem Kürt realitesine hem de Alevi gerçekliğine cevap veren bir Kürt-Türk ittifakına ihtiyacı vardır. Böyle bir ittifakın bölgemiz açısından ve Türkiye’nin kazanacağı imkanlar bakımından muazzam sonuçları olacaktır. Tersi hal ise Türkiye’nin MezopotomyaMısır hattında hareketlenen toplumsal/siyasi fay hatları arasında sıkışması sonucunu oluşturabilir. Türkiye ve Suriye açısından hadiseye bakıldığında garip olan nokta ise her iki ülke iktidarında kaim olan mezhepsel hassasiyetin karşılıklı olarak iki ülke arasında yol açtığı gerginliğin her iki ülkenin kendi Kürt realitelerinin güçlenmesine yol açmasıdır. Gerginlik Suriye’yi ülkenin kuzeyindeki Kürt realitesinin gelişmesine Türkiye’nin kendi Kürt meselesi ile meşguliyetini arttıracağı ve Suriye ilgisinin azalacağı kanaati ile engel olmamaya sevkederken gerçekten de bu tahminin İran desteği altındaki ve Suriye kolu oldukça güçlü olan PKK’nın Türkiye’deki faaliyetleri ile doğrulanması karşısında Türkiye’yi kendi Kürt realitesi ile Öcalan-PKK-BDP ekseni üzerinden uzlaşmaya sevketmektedir. Kritik nokta bölgede Yavuz zamanındaki gibi güçlü bir Osmanlı yapısının namevcut oluşu ve Kürt realitesinin görülmemiş bir düzeyde yükselişe geçtiği realitesinin mevcudiyetidir. Ayrıca mevcut koşullardaki uzlaşmanın Alevi ayağının eksik oluşunun Yavuz zamanından daha fazla Kürt hareketi için sonuçlar oluşturabilecek potansiyelin hem PKK’da hem Suriye iç politik denkleminde -Sünni muhaliflerle tedrici olarak özellikle Kuzey Suriye’de tansiyonu artan çetrefilli bir ilişkiye sahip ve Esad rejimi ile mesafeli ama rasyonel rabıtasını sürdüren PYD realitesi düşünülürse- mündemiç olduğudur. Belki de Türkiye’nin Yavuz-İdris-i Bitlisi hattını aşan kendi içinde hem Kürt realitesine hem de Alevi gerçekliğine cevap veren bir Kürt-Türk ittifakına ihtiyacı vardır. Böyle bir ittifakın bölgemiz açısından ve Türkiye’nin kazanacağı imkanlar bakımından muazzam sonuçları olacaktır. Tersi hal ise Türkiye’nin Mezopotomya-Mısır hattında hareketlenen toplumsal/siyasi fay hatları arasında sıkışması sonucunu oluşturabilir. Türkiye’nin yalnızca jeopolitik olarak değil ama jeolojik olarak da netameli bir deprem kuşağı üzerinde olduğunu ise sanırız kimseye hatırlatmaya ihtiyaç yok. *** ağustos-eylül 2013 29 Muttalip Tütüncü ORTADOĞU muttaliptutuncu@gmail.com 3 Temmuz Darbesi’ne Körfez’den bakmak Mısır’da gerçekleşen darbenin herkesten önce neden Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt tarafından sahiplenildiğini ve hızlıca finanse edildiğini anlamak için dikkate değer ipuçları sunuyor. Mısır’da yaşanan darbe, ülkenin ilk defa seçimle işbaşına gelmiş, henüz bir yıllık cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi yerinden etmenin ötesinde bölgede yükseliş trendine girmiş Müslüman Kardeşlerin ve süreç bakımından “Arap Baharı” kazanımlarının ağır bir darbe almasına neden oldu. Mısır’da yaşanan darbeye kadar Arap Baharı’nın şu ya da bu şekilde kazananı en genel anlamıyla “İslamcılar” daha özelde de Müslüman Kardeşler (MK) olmuştu. 80 yıl boyunca baskılanan hareket, toplumsal tabana sirayet etmiş güçlü organizasyonel yapısı sayesinde isyan dalgasının patlak verdiği ülkelerde birbiri ardına ya iktidar ya iktidar ortağı ya da iktidara namzet oldu. Su- 30 ağustos-eylül 2013 riye muhalefetinde de İhvan başından beri başat aktörlerden biriydi. Gazze’de MK’dan ilham alan Hamas’ın iktidarda oluşu, Türkiye’de MK geleneği ile işbirliği geliştirmeye müsait güçlü bir hükümetin varlığı resmi tamamlayan diğer parçalardı. Erken önlem alarak, anayasal değişikliklerle isyan ateşine hiç bulaşmamayı seçen Kuveyt ve Fas bile MK’ya meclis yolunu açmak suretiyle yetkilerini kısmen meclisle paylaşmak durumunda kaldılar. Ancak Ortadoğu coğrafyasında potansiyel muhalefeti MK’nın domine ettiği bir manzara hem Batı hem de Körfez için kabul edilebilir olmaktan çok uzaktı. Nitekim Batı medyası, bölgedeki bu resim netleşmeye başladığı andan itibaren bölgenin “İhvanize” (Ikhwanize) olduğuna ilişkin yayınlarına hız verdi. İsyan süreciyle bölgedeki rolü büyüyen Müslüman Kardeşler’in, hem siyasi hem de finansal açıdan en büyük destekçisi bilindiği gibi Körfez’in aykırı ülkesi Katar’dı. İşte tam da bu noktada, Katar’daki değişim ile peş peşe gelen Mısır’daki 3 Temmuz darbesi arasında nasıl bir ilişki olabileceği sorusu ve bu soruya verilecek cevap, bölgede olan biteni anlamak için iyi bir imkân sunabilir. Zira diğer bütün Körfez ülkelerinin aksine ve hatta onları karşısına alarak, proaktif politikaları için stratejik olarak İhvan’ı fonlamayı seçmiş, deyim yerindeyse İhvan’a yatırım yapmış olan Katar Emiri Hamad b. Halife âl-Thani görevini oğluna devreder etmez İhvan’ın, en belirgin ve güçlü şekilde iktidara geldiği Mısır’da darbe ile devrilmiş olması ve hemen ardından Tunus ve Libya’da da tansiyonun yükselmesi, durumu incelemeye değer kılıyor. Bu çok taraflı ve makro bakış, Mısır’da gerçekleşen darbenin herkesten önce neden Suudi Arabistan, BAE ve Kuveyt tarafından sahiplenildiğini ve hızlıca finanse edildiğini anlamak için dikkate değer ipuçları sunuyor. Katar’ın bölgedeki tüm politik yatırımlarını bir anda kaybetmesi anlamına gelen bu darbenin ortaya çıkardığı sonuçlar, bazı makro sorular sorulmasını zorunlu hale getirdi. Mısır’ın, Arap coğrafyasında tarihi lider konumu nedeniyle, diğer Arap ülkelerinde de bu darbenin yansımalarının olacak olması, Arap Baharı’nı vaktinde okuyamadığı ve elinden kaçırdığı eleştirilerine maruz kalan Batı’nın ve genel olarak isyan sürecinden -daha özelde de Müslüman Kardeşler’in yükselişinden- derin endişe duyan Körfez monarklarının bu son hamle ile avantajlı konuma geçmeleri, “olan biteni Arap Baharı’nın yönünü değiştiren bir hamleolarak okumak mümkün mü?” sorusunu akıllara getiriyor. Bu soruya bihakkın cevap bulabilmek için Mısır darbesinin paydaşı ülkelerin birbirleri ve İhvan ile ilişkilerinin tarihine kısaca göz atmak yerinde olabilir. Suudi Arabistan ile Katar arasındaki ilişkiye tarihsel olarak hep güvensizlik hâkim oldu. 1992’de sınırda iki Katar askerinin öldürülmesinden tutun da 1996’da Doha hükümetinin Riyad’ı, karşı darbe yaparak Hamad b. Halife âl-Thani’yi düşürmeye teşebbüs ile suçlamasına varıncaya kadar bu karşılıklı güvensizlik hep en üst düzeyde devam etti. El-Cezire’nin tüm Arap muhaliflere kapısını açan yayın politikasının yanı sıra, Katar’ın İran ile yakın ilişkisi Riyad’ın Doha’ya güvenmemesi için diğer nedenlerdi. Emir ve Kral’ın karşılıklı ziyaretleri ile 2007’de ilişkilere gecikmiş bir yumuşama gelse de bu, aradaki buzları çözmeye yetmedi. Katar’ın, sahip olduğu devasa doğal gaz rezervinin sağladığı refah seviyesini -ki dünyada kişi başına milli gelirin en yüksek olduğu ülkedir- ve el-Cezire’nin alışılmadık yayın politikası aracılığıyla elde ettiği politik gücü bölgesel ve hatta küresel bir aktör olmak için kullanması, bütün o tarihsel güvensizlik ilişkisinin yanında Suudi Arabistan ve Katar’ı bölgesel birer rakip haline getirmeye yetti de ağustos-eylül 2013 31 ORTADOĞU Sünni dünyanın liderliği iddiasındaki bir monarşi olarak Suudi Arabistan, MK’nın İslamcı tonda demokratik siyasetini hep kendine bir tehdit olarak gördü. Bu yüzden de, Nasır’ın baskısı sonrası ülkelerini terk etmek zorunda kalan “Kardeşler”in ülkeye girişine müsaade etse de onlara hareket olarak Suud topraklarında yaşam fırsatı vermedi. arttı. Bu rekabet kendini her alanda hissettirdiği gibi Arap Baharı’na bakışta da taban tabana zıt bir yaklaşım oluşturdu. Suud-Katar rekabeti El-Cezire Tahrir Meydanı’nı ekranlarına taşırken Kral Abdullah, Hüsnü Mübarek’i fonluyor ve Obama’ya ‘Mübarek’i desteklemesini’ tavsiye ediyordu. Suudi Arabistan, kendini de içine çekebileceği korkusuyla Arap Baharı’na hep mesafeli durdu. Katar ise takip ettiği strateji gereğince isyan ateşinin yandığı bütün ülkelerde devrimcilere aktif destek verdi. Haliyle MK konusunda da iki ülkenin tutumu her zaman birbirine zıt oldu. Sünni dünyanın liderliği iddiasındaki bir monarşi olarak Suudi Arabistan, MK’nın İslamcı tonda demokratik siyasetini hep kendine bir tehdit olarak gördü. Bu yüzden de, Nasır’ın baskısı sonrası ülkelerini terk etmek zorunda kalan “Kardeşler”in ülkeye girişine müsaade etse de onlara hareket 32 ağustos-eylül 2013 olarak Suud topraklarında yaşam fırsatı vermedi. Suudi veliahdı ve o tarihte içişleri bakanı olan prens Nayef ise 2002 gibi çok erken bir tarihte Müslüman Kardeşler sorununu kendince şu cümlelerle ortaya koyuyordu: “Hiç tereddütsüz söyleyebilirim ki ülke olarak sahip olduğumuz sorunların tamamı Müslüman Kardeşler’den kaynaklanıyor.” Arabistan’ın Suriye muhalefeti içerisinde de MK unsurlarının varlığına başından beri karşı çıktığı ve bunu engellemeye çalıştığı biliniyor. Katar ise MK’yı “şeytanlaştırmak” yerine yakın bir işbirliği tesis ederek, “tehlikeyi” evden uzakta tutmayı seçti. Nitekim bu işbirliğinin bir getirisi olarak MK 1999 yılında, “Katar Devleti’nin toplumun İslamî ihtiyaçlarını karşılıyor olmasını” gerekçe göstererek kendini feshetti. Arap Baharı’nın ilk istasyonu olan Tunus’ta MK’dan ilhamla kurulmuş olan Nahda hareketinin lideri Gannuşi, devrim sonrası sürgünden ülkesine döndüğünde ilk seyahatini Katar’a gerçekleştirmişti. Ülkeden kaçan Zeynel Abidin b. Ali’ye anında sığınma veren Suudi Arabistan, aynı Bin Ali’nin baskısından dolayı 20 yıl Avrupa’da sürgün hayatı yaşamak zorunda kalan Gannuşi’yi hiçbir zaman ülkeye davet etmedi. Katar, MK’ya medyada kendine yer bulma imkânı sağlarken maddî olarak da finanse etti. Arap Baharı ile birlikte Arap otokrasisinin boşaltmak zorunda kaldığı koltuklara “siyasal İslam”ın bölgedeki en somut figürü olan Müslüman Kardeşler’in oturacağı tezinden yola çıkarak politik yatırımlarını bu yönde yaptı. Bu işbirliği sayesinde hem attığı küresel adımlarda MK bağlılarının eleştirilerinden en az oranda etkilendi hem de Mısır’daki darbeye kadar Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde nüfuz ve manevra kabiliyeti elde etti. Mısır’da gerçekleştirilen 25 Ocak Devrimi sonrası 2,5 yıllık süreçte Katar, kesenin ağzını açmış ve kısa süre içerisinde Mısır’a toplamda 7,5 milyar dolar civarında kaynak aktarmıştı. Neredeyse bir o kadar da Libya’ya aktaran Katar’ın tercihi, yardımlar dışında, yaptığı uluslararası doğrudan yatırımlarla (FDI) da kendini gösteriyordu. Her ne kadar Başbakan Hamad b. Casim, Washington’daki bir konuşmasında “Mısır’ı İhvan’dan önce de desteklediklerini” söylese de Katar’ın devrim öncesi yani Mübarek dönemi Mısır’ına yaptığı doğrudan yatırımların toplam miktarı yaklaşık 300 milyon dolar iken devrim sonrasında”Katar’ın Mısır’daki yatırımlarını 5 yıl içerisinde 18 milyar dolara taşımayı hedeflediği” açıklanmıştı. Darbeye en büyük desteği veren ülkelerden Suudi Arabistan’ın Mısır devrimi öncesi yatırım miktarı, Mısır Merkez Bankası verilerine göre 12 milyar dolar iken BAE için bu rakam aynı yıllarda 5 milyar dolar civarındaydı. Ayrıca karşılıklı ticaret hacmi de milyar dolar bazında çift haneli rakamlara ulaşmak üzereydi. Darbenin ikinci büyük destekçisi BAE, Mübarek döneminde Mısır ile müttefik konumundaydı. 2010 ile 2012 yılları arasında BAE’nin, Mısır’a toplam 32,4 milyar; Tunus’a 29,9 milyar dolar değerinde yatırım taahhüdünde bulunmuş olması BAE’nin iki ülkeye verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından önemlidir. 60 ve 70’li yıllarda MK, BAE’de rahatlıkla kendine yaşam alanı buldu, hatta milli eğitim bakanlığı gibi devlet içerisinde çok önemli pozisyonlarda oldukça etkin olmasına rağmen doksanlarla birlikte “BAE’de İslam devleti kurmak istedikleri” gerekçesi ile “siyasal İslam tehdidi” gündeme getirilmeye başladı. 60 ve 70’li yılların rahatlığı, yerini Müslüman Kardeşler’e karşı bir yıldırma ve marjinalleştirme sürecine bı- raktı. Ardından sert önlemler ve tutuklamaların gelmesi çok sürmedi. Bu baskı karşısında Müslüman Kardeşler’in BAE ayağı olarak kabul edilen Cemiyet-i Islah 1994’te kapatıldı. Takip ve baskı bugüne kadar hız kesmeden devam etti. Bunun son örneği birkaç ay önce ortaya konmuştu: BAE başsavcısı Salim Said Kebbiş 27 Ocak’ta 94 kişiyi “İhvan üyesi olmak ve iktidarı ele geçirme planları yapmak” suçlamasıyla mahkemeye sevketmişti. 4Mart’taki ilk duruşmalarında tüm suçlamaları reddeden sanıklardan 69’una,Mısır’da askerin MK yönetimine karşı verdiği 1 Temmuz Muhtırası’nın ertesi günü apar topar hüküm giydirildi. Bunların yanında BAE, uzunca zaman Hamas’ın rakibi el-Fetih’in güçlü yöneticilerinden Muhammed Dahlan’ı fonlamakla suçlandı. Mübarek’in son başbakanı Ahmet Şefik, seçimde Mursi’ye karşı kaybedince vakit kaybetmeden Emirliklere gitmiş, deyim yerindeyse gönüllü sürgün hayatı için BAE’yi seçmişti. Keza Esed’in annesi ve kız kardeşi ile, Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü iken birden ortadan kaybolan Cihad Makdissi’nin de halen BAE’de misafir edildiği biliniyor. Ortadoğu’da çifte darbe Darbenin ardından, Tunus ve Libya’da da benzer biçimde tansiyonun yükselmesinden tutun da Suriye Ulusal Koalisyonu’na Riyad’ın desteklediği bir ismin başkan olmasına varana kadar; Tunus’tan başlayıp Suriye’ye uzanan Akdeniz etrafındaki bölgesel hat üzerinde Arap Baharı’nın oluşturduğu değişim/dönüşüm sürecini akamete uğratma hatta tersine çevirme yolunda ilerleyen, eski statükonun devamı anlamına gelecek bir karşı-sürecin ortaya çıkmakta olduğunu görmek çok da zor ağustos-eylül 2013 33 ORTADOĞU 34 olmasa gerek.Bütün bu veriler ışığında, Mısır’daki darbeye destek veren ön kadronun (Suudi Arabistan, BAE, Kuveyt + Batı) nasıl olup da bir askeri darbe etrafında bir araya gelebildikleri daha anlaşılır hale geliyor. Katar’ın bölgede aktif bir oyuncu olmasına giden yolun taşlarını döşeyen, kuvvetli ve aktif bir figür olan baba âl-Thâni’den sonra 33 yaşında, görece daha silik ve tecrübesiz Temim’in göreve gelmiş olması, Katar’ın politikalarını ters yönde değiştireceğe benziyor. Temim, Mısır ve Mursi’den hiç bahsetmediği ilk konuşmasında “maceracı politikalara bir çeki düzen verileceği” mesajını vererek aynı zamanda değişimin de ilk işaretlerini vermiş oldu. Kaldı ki göreve gelir gelmez, ülke dış politikasının mimarı kabul edilen, Başbakan ve Dışişleri Bakanı olan Hamad b. Casim’i, ardından da Genel Kurmay Başkanı ve el-Cezire’nin genel müdürünü görevlerinden aldı. 3 Temmuz’da Mısır’da cunta, darbeyi ilan ederken aynı gün Temim’in ziyaretçileri, John McCain ve Lidsey Graham’ın başını çektiği Amerikan heyetiydi. John Kerry’nin, “Mısır ordusu demokrasiyi kurtarmak için müdahale etti” açıklaması daha bir anlam kattı her şeye. Derken, Temim’in ilk yurtdışı seyahatini Suudi Arabistan’a gerçekleştirmesi ve Mısır’daki darbe yönetimine ağustos-eylül 2013 doğalgaz yardımında bulunulacağını açıklaması, Katar’ın önceki “aykırılıklarına tövbe ettiğini” gösteriyor. Emir değişiminin en hızlı sonuçlarından biri şu ki Müslüman Kardeşler, ülkesel bazda iki önemli destekçisinden birini kaybetti. Katar’ı, içlerindeki Truva atını beslemekle suçlayan endişeli Körfez ülkeleri, Mısır’da gerçekleşen darbe ile son sürecin hem finansörü hem de kazananı oldular; ama sürecin en büyük kazananı şimdilik Suudi Arabistan. Darbe sonrası ortaya çıkan yeni durumda Katar’ı geriye dönük olarak Suriye, Mısır ve Libya’da yanlış ata oynamakla suçlayanlar, Mısır’da darbe olmasaydı Arap Baharı’nın kazananının Katar ve Müslüman Kardeşler olacağını söylemiş oluyorlar. Öyleyse Katar’daki değişimin Mısır’daki darbeyle, darbenin de Katar’daki değişimle karşılıklı bir etkileşim (interaction) içerisinde olduğunu, bu etkileşimin bütün bölgenin gidişatına dönük etkileri olduğunu düşünmek çok da mantıksız olmasa gerek. Dikkat ettiyseniz, Katar’da yaşanan bir saray darbesi miydi, hiç sormuyorum bile. Asıl soru şu: Bu çifte darbe ile Arap Baharı’nın ortaya çıkardığı dönüşüm rüzgârının yönü değişecek mi? Adeviyye Meydanı bu ve daha pek çok sorunun cevabı için çok kilit bir konumda. Nurullah Arcı ORTADOĞU nurullaharci@gmail.com ORTADOĞU ÇALIŞMALARINDA DEĞİŞEN “Oryantalist Paradigmalar” Modernite paradigmasını, “sosyolojik tasavvurla” okumaya giriştiğimizde gözden kaçırmamız gereken Batı ve Doğu uygarlıklarının karşılaşması eşit bir şekilde gerçekleşmemiş olmasıdır. Thomas Kuhn, paradigma kavramı dikotomisinde varolan paradigmaların bunalım dönemlerinde yerine yeni paradigmaların doğuşu tezi Ortadoğu ile ilgili “alışılmış paradigmaların ötesinde”1 tezini doğrular niteliktedir. Thomas Kuhn’a göre paradigma kavramı, “bilim topluluğunun çalışmalarında örnek aldığı model, yine bilim topluluğunun paylaştığı bütün değerler ve alışkanlıklardır.” Bu minvalde Ortadoğu ile ilgili yapılan son çalışmalar bir pardigma değişikline uğramıştır. Ortadoğu ile ilgili varolan söylemlerin tıkanması ve iflas etmesi sonucu yeni söylem mekanizmalarının doğuşunun, oryantalizmin farklı pratiklerinin üzerinden yürüdüğüne tanık olmaktayız. Ama bu yeni söylemlerin, önceki söylemlerden kesin bir kopuş gerçekleştirdiğinden bahsedemesek de; yöntem ve şekil değiştirdiğini söyleyebiliriz. Bu çalışmada Ortadoğu’nun tarihsel açıdan değerelendirmede önemli olan ama; indirgemeci ve kısır kalan bu yeni paradigmaların genel bir analizini sunacağım. Ortadoğu’da değişen siyasal rejimler, süren çatışmalar her ne kadar coğrafi bir mekâna göndermede bulunsa da Ortadoğu coğrafyasıağustos-eylül 2013 35 ORTADOĞU nın karmaşık yapısını anlayabilmek açısından bu yeni paradigmaların tesiri de göz ardı edilemez. Ortadoğu ile ilgili bu yeni modeller, Bozarslan’a göre dört başlık altında toplayabiliriz. Bunlar: ”Bu modellerinin ilki dünyanın bu kesimini, bölgenin kendi tarihselliğini göz ardı edip evrensel “modernist” bir teleolojiden yola çıkarak okurken, ikincisi onun karmaşıklığını görmezden gelerek onu İslami bileşimine indirger. Üçüncü model onu iktidarın emik yapısının tutsağı kılarken, bu iktidar yapısının aslında evrensel olduğunu gözden kaçırır. Araştırmalarda marjinal bir kısımda olan -ama hala Ortadoğu hakkında “standart bilgilerin” üretiminde önemli bir rol oynamaya devam eden- son yaklaşımın sunduğu model de söz konusu bölgeyi, özellikle tarihi boyunca yaşanan şehirleşmeye bağlı karmaşık dinamikleri gözden kaçıracak denli ilkel bir egzotizmden yola çıkarak inceler.” (Bozarslan,2012,61) Bozarslan’ın belirttiği gibi bu yeni dört model Ortadoğu çalışmalarının epistemolojik ve söylemsel temellerini oluşturuyor. Akay’ın “Tarih ile bağlarımız bugünün anlaşılması için vardır.” sözü, “Şu an içinde olduğumuz ‘an’da biz neyiz?”, bunun devamında da “Bugün ne yapabiliriz?” sorularını sormaya itiyor. Tarihimizle bir yersiz yurtsuzlaşma sürecine girebilmek, yeni oluşlara girmekte en geçerli yol gibi gözüküyor. Ama bu tarihi yadsımalıyız demek değildir. Tarih üzerine yapılan inceleme ve araştırmaların boyutu “ Artık ne değiliz?” diyonostiğine erişmek olabilir. Günümüz epistemesinin ne olduğunu bulmak ne olmaktan çıktığımızı anlamamızla eşdeğerlidir.”(Akay,2002:211) Ortadoğu ile ilgili tüm tarihsel ve epistemolojik değerlendirmelerin şu an nasıl ve ne durumda yapıldığını anlamaya çalışmak bizi yeni değişen paradigmalar karşısında ne yapabileceğimizi bilme açsısından önemlidir. Ortadoğu üzerine şu an varolan paradigmaların ayrıntılı analizini yapmadan önce, bu paradigmaların insanı sürekli olarak insanî yaşamdan koparmış olan pozitivizme yaslandıklarını göz ardı etmemek, bizim için bu paradigma değişikliklerini anlamak açısından önemli olacaktır. 36 ağustos-eylül 2013 Birinci model olan “evrensel bir modernite” vurgusunun, bilimsel bir meşruiyete göndermelerde bulunması, daha sonra İslamcılığa, iktidar ilişkilerine ve aşiretçilik temelinde okumalara gitmesi değil, nedenselci ve indirgemeci olmaları, bize bütün Ortadoğu coğrafyasının hem tümel hem de tikel yapısını kavramadığını gösterir. Bunun için Ortadoğu çalışmaları ile ilgili bu yeni yaklaşımların analizini, “sosyolojik tassavur” içinde yapmak bizi hem bu yaklaşımların nedenselci hem de indirgemeci tutumlara karşı zinde tutacaktır. EVRENSELCİ “MODERNİTE” PARADİGMASI Ortadoğu çalışmaları üzerine şu an geçerli olan ilk yaklaşım ”modernite” paradigması, Avrupa evrenselciliği ile özdeş duruma gelmiş modernitenin, üçüncü dünya ülkelerinin içinde bulundukları durumdan kurtulmaları için düşünsel temellerini Aydınlanma Felsefesi’nden alan modernite sürecine dâhil olmaları gerektiğini dile getiren yaklaşımdır. Bu konu ile ilgili yapılan çalışmaları, Bozarslan ikiye ayırır: Modernite, iktidarı ve kârsermayeyi azamî ölçüde biriktirmeyi, bununla ilişkili olarak hakikatin yabancılaştığı bir sistemi ifade eder. Modernite paradigması, çok kanlı hakikat savaşları üzerine kurulu olup, sürekliliğini de tarihin gördüğü en büyük savaşlarla sağlamıştır. “Leonard Binder (1958), Bernard Lewis (1961) ve Niyazi Berkes’in çalışmaları bu modelin düşünsel temellerini oluşturur. Binder, Arap dünyasındaki ve bölge ülkelerindeki dönüşümlerde modernitenin dikotomiği olarak algılanan “geleneğin aşılması” durumunu gözlemlerken, diğer iki araştırmayı da kendi tarihinden koptuğu, modern olan bir Türkiye kurgulamışlardır.” (Bozarslan,2012,62) Modernite paradigmasını, “sosyolojik tasavvurla” okumaya giriştiğimizde gözden kaçırmamız gereken Batı ve Doğu uygarlıklarının karşılaşması eşit bir şekilde gerçekleşmemiş olmasıdır. Bu eşit karşılaşma olmadığından, batı karşısında bir eksiklik yaşayan batı-dışı toplumlar kendi tarihlerinden ve toplumlarından kopuk, kendi toplumsal dinamiklerine karşı bir yabancı olma hali içine girmişlerdir. Bu yabancı olma hali batı-dışı modernlikler için Göle’nin ifade ettiği ”zayıf tarihsellik”2 kavramı üzerinden okunabilir. Zayıf tarihsellik kavramına yakın bir yaklaşımda Bozarslan’ın dile getirdiği, “20. yüzyıl başında Ortadoğulu Batıcı reformcuların ardından, yüzyılın ilk yarısındaki otoriter rejimlerin projelerini kesinlikle “modernlikle” değil “medeniyetle” (“ medeniyete geçiş”, “medeniyet değişimi”) ya da “devrimle”, yani genellikle muğlâk ufuklara sahip iki kavramla ilişkilendirmiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Onlara göre medeniyete geçiş, dinden bağımsız bir kurtuluş yoluna girmek (Bénichou,1977) hatta “tarihsiz bir halka” bir gelecek vakfetmek için “doğu”yu zincire vuran “Asya karanlığını” yırtmak anlamına geliyordu. Hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem de Mısır ve Acemistan’da hatta Müslüman Hint adalarında (ve Rusya’dan Çin’e kadar) derinlemesine hissedilen bu kuruluş beklentisi, kendi tarihinin ve medeniyetinin reddi, kendisine ve kendi toplumuna yöneltilmiş şimdiye dek görülmemiş türden bir sembolik hatta fiziksel şiddet anlamına gelmekteydi. ( Bozarslan, 2012: 62) Modernite’nin bütün dünya ve Ortadoğu toplumları üzerinde etkide bulunması 20.yüzyılın ortalarına denk gelir. 1950’li yıllardan itibaren Avrupa ve Amerikan merkezli bu düşünce yapısı batı-dışı toplumlar açısından bir sosyal ve siyasal bir projeye dönüşmüştür. Bu sosyal ve siyasal proje Ortadoğu toplumları üzerinde daha fazla etkide bulunmuştur. “Ortadoğu’nun o dönemde sahne olduğu devrimci beklentilere bir alternatif sunar. Kalkınmacı düşünce, “burjuva devrimi”ni, “sosyalist devrim”in arifesi olarak gören Stalin sonrası Sovyet doktrininin tersine, orta sınıfların yükselişini ya da okullaşma ve sanayileşmeyi “gelenekten kurtuluşun “ ve bunun sonucu olarak da “modernitenin” kaçınılmaz emareleri olarak görür. 1950’li yıllardan 1970lierin sonlarına ağustos-eylül 2013 37 ORTADOĞU kadar-“üçüncü dünyanın” geri kalanı gibi- Ortadoğu da ilerleme yoluyla evrenselliğe geçiş kapısı olarak devrimi ya da reformu yücelten bu kurtuluş ütopyalarının etkisi altında kalmıştır.”(Bozarslan, 2012:63) Ortadoğu için bu iki kurtuluş ütopyasının - “kalkınmacı ideoloji”, “sosyalist devrimler”- karşılık bulmaması uzun sürmemiştir. İran devrimi ile Sovyetler tarafından Afganistan’ın işgali devrimci düşünceye olan güveni azaltmış ve zayıflatmıştır. Ortadoğu’nun evrensel tarihin içinde kendine yer bulamamsı ya da dışlanması fikri bu dönemin hâkim düşüncesi olmuştur. Ortadoğu bir yandan dini çatışmaların yoğun yanşadığı ve karışıklığın hat safhada olduğu 1980’li yıllarda kendini düşünsel anlamda bir boşluk hali yaşarken, Edward Said’in(1978) Oryantalizm adlı çalışması “evrensel modernlik” fikrini ortaya atmıştır. Said’in oryantalizm eleştirisi çalışması üstelik Batı merkezli Ortadoğu çalışmalarından faydalanılarak yapılan bir çalışmadır.” ‘Eril’,’beyaz’ ve egemen bir Batı’nın tahakkümünden kurtulan modernite kavramı, tüm insanlığın ortak malı, onun geçmişinin, bugünkü durumunun ve geleceğinin nasıl yorumlanacağını gösteren çerçeve olarak yeniden betimlenir. Böylelikle, sadece toplumları, deneyimleri ve durumları birbirine eşitlemeyi sağlayan bir araç olmanın dışında, İslam’ın- ya da her tür partikülarzimin- bu mucizevî evrensel macerayla uyumsuz olduğu savını da reddetmeyi sağlar.” ( Bozarslan, 2012: 64) 1990’lı yıllara gelindiği zaman Ortadoğu çalışmaları ile ilgili olarak modernite kavramına göndermelerde bulunan metinlerin çokluğu dikkat çekicidir. Bozarslan’a göre bu metinlerin bazıları İslam toplumlarının “kaçırılmış modernliğine” vurguda bulunurken, bazıları da İslami kimlik ve İslami Öznenin evrenselci modernite ile bir birleşmesine göndermelerde bulunuyorlar.”Bütününe bakıldığında bu çalışmaların, İran Devrimi’nin ardından gelen Batı’daki imgesi düşen, düşüşte olan bir bölgenin ayaklar altına alınan onurunu iade edip onu evrensel toplumun bir parçası olarak kabul ettirmeyi hedefledikleri görülür.” (Bozarslan,2012:64) Tüm bu Ortadoğu üzerinden yapılan modernite okumalarını bir bağlama oturtmak, modernite 38 ağustos-eylül 2013 kavramının sosyolojik ve tarihsel okumasına gitmek gerekir. Modernite, iktidarı ve kâr-sermayeyi azamî ölçüde biriktirmeyi, bununla ilişkili olarak hakikatin yabancılaştığı bir sistemi ifade eder. Modernite paradigması, çok kanlı hakikat savaşları üzerine kurulu olup, sürekliliğini de tarihin gördüğü en büyük savaşlarla sağlamıştır. Modernite sisteminin araçları, sadece iktidar ve sömürü aracı olmayıp, hakikat üzerinde yarattığı savaşların birer silahıdır. Modernitenin kendini, vahşi kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm olmak üzere üç pratik üzerinden var ettiği unutulmamalıdır. Bu pratiklerin, insanın toplumsallığının anlamını ve hakikati yok ettiğini görebiliriz. Ortadoğu toplumları 19. Ve 20.yüzyıllarda modernite paradigması tarafından fethedilmiştir. Ortadoğu kavramının, mekân anlamı taşımadığının, aynı zamanda siyasi bir kavram olduğunun da gözden kaçırılmaması gerekir. Ortadoğu Siyasası, modernitenin, türlü pratiklerle bölgeye yöneldiği dönemleri, Ortadoğu’da krizin ve çöküşün derinleşmesi dönemi olarak adlandırabiliriz. Binlerce yıllık uygarlık, sürekli yeni modernite paradigmaları tarafından bir tür kuşatılmışlığın içine alınıyor. Bu kriz ve çöküş artıklarıyla antlaşma içine giren modernite, Ortadoğu’da toplumsal yaşam üzerinde kök salmış ve krizi derinleştirmiştir. Toplumsallık paramparça edilirken, hakikat ve anlam da bir o kadar kaotik durum içindedir. Moderniteyi tüm bu tahakküm, egemenlik ve dışlama mekanizmaları içinde okumak önümüzü açacaktır. “Modernitemiz sömürgeleştirilenlerin modernitesidir. Bize moderniteyi öğreten tarihsel süreç bizi aynı zamanda modernitenin kurbanı kılmıştır.” (chatterjee,2009,s.31 ve 35. akt. H. Bozarslan, 2012,65) Bu modelin analizini yaparken doğal bir süreç olarak değil de sürekli yeniden kendini inşa eden paradigma değişiklikleri olarak okumak, Ortadoğu’nun iç ve dışsal yapılarını anlamak, krizleri ve dönüşümleri anlamak açısından önemli olacaktır. Bu da bizi,”Ortadoğu’nun, dünyanın herhangi bir parçası gibi iyisiyle ve kötüsüyle bu “dünya tarihinin” bir parçası olduğu ve kaçınılmaz bir biçimde bir çok karmaşık süreci deneyimlediği yadsınabilir mi?”(Bozarslan, 2012:66) sorusuna götürecektir. İran ve Afganistan gibi en teokratik olanlar dâhil olmak üzere tüm Müslüman devletler, bugün İslam’ın, ister Arap ister Acem ister Türk olarak nitelendirilsin, “ulusu” çevreleyen sınıra dönüşmesi ile güçlenen bu modele bağımlıdırlar. Bu yeniden “İslamcılaşma” daima Müslüman toplumların “Batılılaşma” süreçleriyle birlikte yürümüştür- ve böyle olmaya devam etmektedir. Bu modernist modelin Ortadoğu’yu tüm gerçekliğiyle değil de olabildiğince basit bir şekilde, modernite çelişkileri üzerinden bir okumaya gitmesi sonucunda, modelin Ortadoğu toplumları üzerinde bir karşılık bulmayacağı açıktır. Tüm pratikleri gerçekliğinden koparan ve evrensel bir modernite paradigmasına doğrulan bu model, Ortadoğu’nun toplumsal yapısını ve tarihini anlamaya yetmeyecektir. “Bu yaklaşım son dönemlerde “Şam Baharı”yla, “post-İslamcılık” senaryosuyla,”Otoritarizmden Kurtuluş”la, “türban vasıtasıyla kadınların kurtuluşu” ile daha da beter hale gelen “dünyanın hınç dolu karmaşası” karşısında kör kalacaktır. (Bozarslan, 2012:66) ORTADOĞU’NUN “İSLAMİ KİMLİK” İÇİNDE KURGULANIŞI Ortadoğu çalışmalarına hakim olan ikinci paradigma ya da model, Müslüman dünyayı, İslamcılığa göndermede bulunarak ve meseleyi yalnızca İslami bir meseleye indirgeyerek okumaya gider. Peki bu paradigmanın tüm Ortadoğu toplumlarının sadece İslami niteliğine vurgu yapması bir tesadüf müdür? Yoksa özellikle Müslüman dünyanın kendi siyasasını belirlerken batıcı perspektifin içinden hareket etmesi gibi indirgemeci bir yaklaşımın içine doğru çekmesinden mi gelir? Modernite paradigmasının bize gösterdiği gibi ikinci kuşkumuz, bu modelin fikirsel yapısının temellerini oluşturduğunu bize gösteriyor. Bu yaklaşımla beraber Müslüman ve İslamcı bir toplumun varlığını kabul etmeyen ve bununla beraber kendi yarattıkları bir evrensel tarihin içinde susturmak istemeleri karşında, bu yeni paradigmanın analizini yaparken farklı bir yol izlememiz gerekir. Bu da, siyaset-din ve siyaset-din-yaşam pratikleri arasındaki ilişkileri incelerken bizim önümüzü açacaktır. Bozarslan’nın da belirttiği gibi, “ dini genel anlamda, inanç olarak “İslam” ve aidiyet olarak “İslam” biçiminde ve özellikle Müslüman toplumlarının farklı yollardan üretiminin parçası biçiminde kabul edersek, Ortadoğu ile Hıristiyan Batı arasında bu kavramlar etrafında yapılacak karşılaştırma son derece anlamlı olacaktır.”Bu karşılaştırma da bizi devlet-din arasındaki ilişkiye götürecektir. “Müslüman topraklarda özel bir devlet modeli söz konusudur; bu devlet modeli ”temelde dinden bağımsızdır, ama laik değildir. Din burada önemli bir rol oynar, ama buna karşın buyruk verme gücü yoktur. Din genellikle ağustos-eylül 2013 39 ORTADOĞU siyasetin hizmetindedir, ama siyasetin toplumda hâkim kıldığı düzen anlayışı dini değerlerden ayrılmaz.”(Ghalioun, 1997,s.53. akt. H. Bozarslan, 2012,67) İran ve Afganistan gibi en teokratik olanlar dâhil olmak üzere tüm Müslüman devletler, bugün İslam’ın, ister Arap ister Acem ister Türk olarak nitelendirilsin, “ulusu” çevreleyen sınıra dönüşmesi ile güçlenen bu modele bağımlıdırlar. Bu yeniden “İslamcılaşma” daima Müslüman toplumların “Batılılaşma” süreçleriyle birlikte yürümüştür- ve böyle olmaya devam etmektedir. Aynı biçimde, hükümdara itaatin ideolojik kaidesi olarak yüceltilen dini referans (bu, İslamcı akımların hegemonya kazanmasından çok önce gerçekleşmiştir) birçok aktörün iktidara karşı çıkışında başvurduğu genel geçer- hatta eleştiriden tamamen muaf tutulan- bir siyasi meşruiyet kazanmıştır. (Bozarslan,2012: 67-68) Böylelikle dinin ulus-devlet içindeki konumlanışı açısından farklı bir yaklaşımıyla karşı karşıyayız. İnanç ile olan bağının doğrudan olmadığı bu yeni din anlayışı, ulus-devlet pratikleri ve kurumlarıyla çatışkı halinde ve iç içedir. Bu çatışkı hali ve iç içeliğin, İslamın dönüşmesine ve kendini farklı şekillerde var etmesine tanık oluyoruz. “Kimse, en azından belirli bir dönem için, İslamcılığın kendini hegemonik bir akım olarak ortaya koyduğunu yadsımamaktadır; farklı sosyolojik ve siyasal profillere sahip birçok aktörü bünyesinde barındıran karmaşık bir hareketlenme olarak ‘İslamcılık’ günümüzde de Ortadoğu’nun pek çok ülkesindeki temel siyasi güç olmayı sürdürmektedir.” (Bozarslan, 2012: 68 ) İslamcılık akımının, tüm bağlamlar içindeki dönüşümüyle beraber, dönemin fikir akımlarıyla (batıcılık, sol ve sağ görüşlü akımlar) olan bağını incelemediğimiz sürece, akımı anlamakta zorluk çekeriz. Yalnız İslamcılık ve bu akımlar arasındaki etkileşim tek yönlü değildir. Burada karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. İslamcılığın, bu akımlar arasında, kendi siyasası içinde alternatif bir fikir akımı konumuna geldiğini gözden kaçırmamak gerekir. Belki de günümüz Arap coğrafyasında yaşananları, “İslamcılık” akımının ne denli bir dönüşüm geçirdiğini, Tunus’ta başlayıp, Mısır, 40 ağustos-eylül 2013 Libya ve bugün Suriye’de de devam eden dipten gelen ve bir anlamda kendisine ait bir anlatı kurma, yeni bir kurtuluş imkânı sunma yolunda bir kopuş gerçekleştirdiğini görebiliriz. Yalnız bu kopuşu salt kendi dinamikleri içinde değil, etkileşim içinde olduğu tüm dinamiklerin etkisini de göz ardı etmeden okumamız gerekir. Bütün bu dönüşüm ve kopuşlar içinde, Müslüman toplumunu “İslamcılık” üzerinden indirgemenin, hem yetersiz hem de kör kaldığı da ortaya çıkmaktadır. Ve ona yapışmış gibi gözüken söylemler de derinden bir sarsıntı geçirmektedir. ”İslamcılık, tıpkı eskinin Ortadoğu solu için geçerli olduğu gibi, mutlaka silahlı bir isyanın eş anlamlısı olmak zorunda değildir; adının sıkı sıkıya bağlantılandırıldığı şiddet öğesinin ötesinde, karmaşık, iç çeşitliliğiyle zengin, belli başlı isimlerin sarf ettiği sözlerle tabanı alevlendirebildikleri ama aynı zamanda şiddete başvurmalarını da engelleyebildikleri, aşırı muhafazakâr eğilimlerin bazı durumlarda siyasal açıdan liberal akımlarla el ele yürüyebildiği bir alanı tanımlamaktadır. Bu alan, kendi içinde egemenlik ve bağımlılık ilişkileri, hiyerarşiler, karmaşık meşruiyet oyunları kendine özgü birçok dil yarattığı için yapılandırılmış bir alandır, ama aynı zamanda çoğul ve ihtilaflı olduğu için de muğlâktır. Siyasal entegrasyon peşindeki bu akımları birbirinden ayıran sınırlar ve çeperlerinde ortaya çıkan silahlı ayaklanmalar birbirleri arasında geçişkenliğe sahiptir. Ayrıca hareket olarak İslamcılık hem “sınıflararası” hem de “kuşaklararası” nitelikteki çifte dinamiğin etkisi altındadır ve bu dinamikler onu hem yerleşik iktidara hem de şiddetli çatışmalara sürükler. İslamcılığın yerele kök saldığına kimsenin itirazı yoktur; ancak bizzat bu yerellik insanların ve fikirlerin dolaşımı sayesinde sürekli olarak biçim değiştirmektedir.( Bozarslan,2012: 71-72) Müslüman dünyasının tümünün “İslamcılık” kimliğine indirgenmesi ve bu kimlik üzerinden bir radikalizmle özdeşleştirme fikri iflas etmiştir. Tüm bu bağlamlar içinde, Ortadoğu çalışmaları üzerine olan bu paradigma değişikliklerinin sonucu oluşan bu yeni ”İslamcılık” paradigmasının, karşılık bulması söz konusu değildir. “İslamcılığı” hegemonik ve radikal söylemlerin içine yerleşti- ren bu modelin ömrü uzun değildir. Nitekim şu an Arap dünyasında yaşananlar da bunu kanıtlar niteliktedir. Ve bu coğrafyayı talan yığınına çeviren ve daha da bunu derinleştirmek isteyen egemen güçlerin ve onların hamileri konumunda bulunan otoriter rejimlerin altı, ezilen ve dışlanan Ortadoğu halkları tarafından oyulmaktadır. ORTADOĞU SİYASASINDA BULUNAN BAZI KAVRAMLARIN ORTADOĞU “YERELLİĞİNE” VURGU YAPILMASI VE İKTİDAR BAĞLAMINDA OKUNMASI Ortadoğu üzerine yapılan çalışmalara hâkim olan üçüncü paradigma ise, Ortadoğu’nun kültürel yapısı ile iç içe geçmiş bazı kavramlardan ve bu kavramların toplumsal yaşam pratikleri üzerindeki tezahürlerinden yola çıkılarak geliştirilmiştir. Özellikle Ortadoğu ile ilgili bazı araştırmacıların, Ortadoğu’nun kendi siyasasında bulunan bazı kavramları kullanarak araştırma ve analiz yaptıkları görülmüştür. Bu araştırmacıların başında Bozarslan’nın belirttiği gibi,“Bernard Lewis(1988), Jannie Sourdel ve Dominique Sourdel(1996) ve M.Ali Amir-Moezzi(2007) gibi araştırmacılar yer alır.”( Bozarslan,2012:73) Özellikle bu araştırmacıların araştırmalarına konu olmuş iki kavram dikkat çekicidir. Bunlardan ilki “asabiyet” diğeri de “dava” kavramlarıdır. Asabiyet, daha çok birlikteliğe ve grup dayanışmasına gönderme yapar. Bir diğer kavram olan dava ise, Allah’ın bir ve Muhammed’in onun peygamberi olduğuna dair çağrının yaygınlaştırılması -geniş anlamıyla dava ya da ideoloji. Asabiyet ve dava kavramları üzerinden yapılan çalışmalar, Ortadoğu’daki iktidar ilişkilerini ve otoriterliğini, bu kavramlarla ilişkilendirmeye çalışıp, bu ilişkinin sadece Ortadoğu toplumlarına özgü olduğunu dile getirmektedir. ”Örneğin Michel Seurat Trablus’un Bab Tebbane Mahallesi (Lübnan) üzerine yaptığı parlak çalışmasında, grup dayanışmasının çelişkilerin yoğun olarak yaşandığı kentsel bağlamda nasıl gelişebileceğini- ve dönüşebileceğini- ortaya koymuştur.”(Seurat,1985: akt. Bozarslan,2012:74) “Ghassan Salamé de asabiyet ve iktidar olgusu arasında bir ilişki oldu- ğunu belirtmiştir. ‘Tahakküm altındaki asabiyet, otoriter rejimlerdeki açılımların aslında egemen konumdaki asabiyetin zayıflamasının bir göstergesi olduğunu fark ettiği andan itibaren, diktatörlük rejiminin basitçe sorgulanmasının onun coğrafi sınırlarını çizen ve onları yasal meşruiyetle donatan devletin sorgulanmasına kadar gidebilecek türden merkezkaç eğilimlerin ortaya çıkmasını engellemek neredeyse imkânsızlaşır.”( Bozarslan, 2012:74) Bu kavramlar Ortadoğu Siyasasında iktidar ilişkileri doğrudan bağlantılı olsa da bunu sadece Ortadoğu’ya özgü bir pratik olduğu fikri beraberinde yeni tehlikeler getirir. Nitekim bu kavramlarla iktidar klikleri arasındaki ilişkiyi salt Ortadoğu coğrafyasına indirgeyen arştırmaların tehlikesini bazı araştırmacılar dikkat çekmiştir. “ Elisabeth Picard gibi başka araştırmacılar da söz konusu çalışmaların analitik değerini yadsımaksızın, bu kavramlardan- ve emik anlayıştan türemiş diğer kavramlardan- yola çıkarak, sosyal bilimlerin inceleme araçlarıyla okunamayacak türden” tekil” bir Ortadoğu inşa etme tehlikesine dikkat çekmesi”( Picard,2006: Akt. Hamit Bozarslan,2012) önemlidir. Asabiyet ve dava kavramlarını, Ortadoğu siyasasını analiz ve tayin etmede kilit bir nokta gören araştırmacıların gözden kaçırdığı, bu kavramların aslında evrensel bir nitelik taşıdığıdır. Bu kavramların her ne kadar Ortadoğu lügatına ait kavramlar olsa da Ortadoğu ve Ortadoğu dışında kalan coğrafyaların siyasal yapılarını analiz etmede kullanılabileceğidir. Bu kavramları literatürde kullanan ilk kişi olan İbn-i Haldun, bu kavramları, devletağustos-eylül 2013 41 ORTADOĞU toplum-iktidar ilişkilerini irdelerken, evrensel bir okuma yapıyordu. “İlk kavram, yani asabiyet, infrapolitik bir düzleme gönderme yapar; çünkü inşa edilmiş her iktidar, kendisine maddi, beşeri ve ayrıca simgesel( gerçek ya da hayali bir atanın varlığı gibi) kaynak sağlayacak, dayanışmaya dayalı güçlü bir çekirdeğe sahip olmalıdır. İkincisi, yani dava, metapolitika ile ilgilidir; çünkü gerçekliği ne olursa olsun her iktidar bu dünyadaki maddi mevzular ya da kendi çıkarları dışında bir referansa gönderme yaparak kendini meşrulaştırmak zorundadır. Bu kavramların her ikisi de geleceğini taahhüt altına aldıkları siyasetin kurucu kavramlarıdır. Her ikisi beraber etkinliklerini ve gerekliklerini göstermiştir. Asabiyet hem Müslüman dünyada hem de ötesinde iktidarın Gordion düğümünü sayısız defa çözmek suretiyle varlığını devam ettirtmiştir.”( Bozarslan, 2012: 75) Bu kavramlar elbette toplumsal ilişkiler ve iktidar bağlamında okunmalıdır. Bunun da ötesine giderek, kentler ve devletlerin oluşumu ile beraber uygarlıkların oluşumu da buradan okunabilir. Örneğin; Güney Kürdistan’daki Federe Kürdistan Yönetimi’nin oluşumunu asabiyet kavramı üzerinden okunabilir. Belli bir grubun dayanışması sonucu merkezi bir iktidarın varlığının oluşumu ve bu iktidarın varlığının devamı için de ait olduğu grup üzerinden sürdürmesi söz konusudur. Aslında Ortadoğu çalışmaları üzerinde etkin olan, “modernite” paradigmasının, ikinci saç ayağı konumunda bulunan ulus-devletlerin oluşumu ile beraber bu kavramların da bir dönüşüm yaşadığıdır. Ortadoğu coğrafyası üzerinde, “Suriyeliyim.” , “Iraklıyım.” “Ürdünlüyüm.” vb. söylemlerin varlığı, her ne kadar bir gruba gönderme yapsa da artık sınırlar üzerinden bir tanımlama söz konusudur. Tüm bu okumalar doğrultusunda üçüncü paradigma olan yerel kavramlar üzerinden Ortadoğu siyasasının tespiti ve bu tespitin sadece Ortadoğu’ya ait bir olgu olduğu fikrini taşıyan araştırmacıların gözden kaçırdığı, bu kavramların toplum ve iktidar ilişkilerinin analizi noktasında, evrensel bir nitelik taşıdığıdır. 42 ağustos-eylül 2013 “AŞİRETÇİLİK” Ortadoğu çalışmaları üzerinde, her ne kadar içinde bulunduğumuz dönemde geçerli gibi görünmese bile, bu paradigmanın Ortadoğu araştırmalarında geçerliliğini koruduğunu görebiliriz. Ortadoğu’nun aşiretçi yapısını dilinden düşürmeyen “Batı” devletlerinin yönetici ve araştırmacılarının, sürekli bir egzotizme ve geçmişe gönderme yapmaları, bu paradigmanın hâkimiyetinin devam ettiğini gösterir. Bozarslan’nın ifade ettiği gibi, “ Tek bir örnek bunu göstermek için yeterli olacaktır. Haber ajanslarına 22 Mayıs 2010’da Britanya’nın yeni savunma bakanı Liam Fox, Londra’nın Afganistan’da yani”13.yüzyıl ülkesinde” kalmaya hiç niyeti yoktur.”(Bozarslan,2012: 79)) Bunu dile getiren batılı siyasette güçlü bir konumda olan bir devletin önemli bir bakanı. Said’in dile getirdiği Batı’nın kendini Doğu üzerinden tanımladığı ve var ettiği tezini de doğrular niteliktedir. Burada dile getirilen ve Afganistan gibi bir ulus-devlet yapısına sahip bir devleti, eskiye gönderme yaparak “feodal” ve “aşiretçi” bir yapının “insan haklarından ve modernleşmeden nasibini almamış” gibi tanımlaması manidardır. Ortadoğu coğrafyasında aşiret yapısı her ne kadar güçlü olsa da modernite süreci ile beraber Ortadoğu ülkelerinde hızlı bir kentleşme yaşandığı ve bu aşiretçilik yapısının da bu kentleşme süreci ile beraber bir değişim ve dönüşüm geçirdiğidir. Ortadoğu siyasası içinde, aşiretçilik olgusunun önemli ve belirleyici etkisi devam etse de, aşiretler modernleşme ile beraber kentlere eklemlenmekte ve buralarda değişen toplumsal yapının içine dâhil olmaktadır. Ve ayrıca Ortadoğu coğrafyasında iktidar kartellerinin tümünü içinde biriktiren ulusdevletlerin çıkışı ve güçlemesi aşiret yapılarının da zayıflığını beraberinde getirmiştir. Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli nokta; Aşiretçilik yapısının da kendini dönüştürdüğüdür. Değişen iktidar yapısının ve iktidarın toplumun kılcal damarlara kadar yayıldığı günümüzde; aşiretçilik yapısını modernite sürecinden bağımsız okuyamayacağımızdır. Köylerde büyük bir nüfuza sahip olan aşiretler hızlı kentleşme ile beraber, kentin çeperlerinde nüfuz sahibi olma- ya başlamışlardır. Ve aşiretlerin hızlı bir şekilde kentleşmesi, hem kent içi dengeleri hem de aşiretçiliğin iç dinamiklerinde bir dönüşüm yaşanmasına neden olmuştur. Bu dönüşüm devam etmektedir. Türkiye coğrafyasında 1990’ların başında yaşanan savaş sonucu, zorunlu göç ile beraber, bir yandan Kürt aşiretlerinin kentin çeperlerinde var olmaya başlamış, bir yandan da Türkiye, bu aşiretçilik yapısından faydalanarak koruculuk sistemini kurmuştur. Bunlarla beraber Türkiye’deki aşiretçilik yapısının da değişimi ve dönüşümü söz konusudur. Bugünden bir okumaya gidersek, bu aşiretçilik yapısı eğer değişime uğramamış ve sert yapısını korumuş olsaydı, Ortadoğu coğrafyasında şu an devam eden otoriter rejimlere karşı yapılan Arap devrimleri yaşanmamış olurdu. Bu paradigmanın hatası, Ortadoğu’da hâlâ güçlü olan aşiretçilik yapısına göndermelerde bulunması değil, daha çok bu aşiretçilik yapısını, feodalite içinde bir okumaya giderek eskinin kalıntıları olarak görmek istemesidir. Görmedikleri şey aşiretçilik yapısının da değişim ve dönüşüm geçirdiğidir. SONUÇ İçinde bulunduğumuz çağda, Ortadoğu ile ilgili çalışmalarda, paradigma değişikliğine gidildiği görülmüştür. Bu yeni paradigmaların, her ne kadar daha önceki çalışmalardan farklı gibi gözükseler de, Ortadoğu siyasasının bütünsel anlamda bir analizinden yoksun oldukları da görülür. Evrensel modernite, bütün Ortadoğu coğrafyasın “İslamcılık” kimliğine indirgeme, Ortadoğu’nun yerel kültürüne ait bazı kavramlar üzerinden iktidar ilişkilerini belirleme ve bunun sadece Ortadoğu’ya özgüymüş gibi ele almaları ile en son paradigma olan “aşiretçilik” üzerinden eski çağlara göndermede bulunmaları, hem indirgemeci hem de bütün Ortadoğu coğrafyasının tümel siyasasını analiz etmede yetersiz kalmıştır. Aşiretçilik paradigması üzerinden, Ortaçağa gönderme yapıp Ortadoğu toplumunu “karanlık çağ” içinde okumaya gitmesi, yeniçağın kendini “aydınlık” olarak sunma mitinin bir tezahürüdür. Bu paradigma değişikliklerini tekil bir şekilde değil, her paradigmanın kendi tikelliğini göz ardı etmeden tümel bir şekilde kavrayıp, Ortadoğu’yu sosyolojik bir tasavvur içinde ele almak gerekir. Bütün bu paradigmaların, her birinin kendi tikellikleri içinde, Ortadoğu toplumunu incelemeye çalışması, son zamanlarda Ortadoğu coğrafyası üzerinde otoriter rejimlere ve onların destekleyicisi konumundaki egemen güçlere karşı “Arap devrimlerinin” yaşanması Ortadoğu’nun tarihsel sürecini iyi okumadığını da göstermektedir. Nihai noktada Ortadoğu toplumlarının, Avrupa modernitesinin enstrümanı haline gelen pozitivist ideoloji ve bilimciliğiyle çözümlenemeyeceği açıktır. Bu şekilde çözülmeye kalkışıldığında ortaya çıkan sonuç oryantalizmdir. Bu oryantalist anlayışın kendini sürekli olarak farklı paradigma değişikleri üzerinden gerçekleştirdiğine tanık oluyoruz. Ama önceki paradigmalarla beraber şu anki paradigmaların da, Ortadoğu toplumlarının, tarihsel gerçeklikleri ve içinde bulunduğumuz çağın somutluklarını anlamada yetersiz kaldığı görülmektedir. dipnotlar 1 2 Hamit Bozarslan, Ortadoğu ile ilgili yapılan çalışmaların son dönemde farklı paradigmalar içinde ilerlediğini dile getirir.” Son dönemlerde ”paradigma” olma iddiası taşıyan dört farklı model, Ortadoğu çalışmalarına, bölgenin geleceğine dair potansiyel varsayımlarda bulunacak derecede damgasını vurmuştur.” Bunun için, BOZARSALN, H.(2012), Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi: Arap İsyanlarından Önce ve Sonra, s.61,İletişim Yayınları: İstanbul Zayıf tarihsellik, modernlik paradigmasına toplumsal pratik olarak yaklaşmaktadır. Toplumsal ilişkilerin yapısında, doğasında, eyleminde modernliğin üretilmesini konu almaktadır. Hatta zihinsel üretim biçimlerinde, bilinç düzeyinde zayıf tarihselliğin izdüşümleri aranmaktadır. Böylelikle amaç, hem ekonomik indirgemecilikten kurtulmak, hem de sorunsalı bu toplumların iç ve yapısal dinamiklerine doğru kaydırmaktır. Özetle, zayıf tarihsellik kavramı modernlik tarihini içsel ve yapısal olarak üretememiş toplumların pratiğine sosyolojik açıdan bakmayı amaçlamaktadır(Nilüfer Göle, Mühendisler ve İdeoloji, Metis Yayınları, İstanbul, 1998) KAYNAKÇA AKAY, Ali (2002), Postmodern Görüntü, 2. Baskı, Bağlam Yayınları: İstanbul İNSEL, Ahmet. (06.02.2011),Birikim Dergisi, Ortadoğu’nun Üzerinde Dolaşan Hayalet Makalesi BOZARSLAN, Hamit(2012), Ortadoğu’nun Siyasal Sosyolojisi: Arap İsyanlarından Önce ve Sonra,(Çev. Melike Işık Durmaz),İletişim Yayınları: İstanbul GÖLE, Nilüfer (2002), Melez Desenler: İslamlık ve Modernlik üzerine, Metis Yayınları: İstanbul SAİD, E.W.(2012), Şarkiyatçılık: Batı’nın Şark Anlayışları, Metis Yayınları: İstanbul ağustos-eylül 2013 43 Kamuran Yavuz – Mehmet Alaca SÖYLEŞİ yavuz.kamuran@hotmail.com mehmetalaca2@gmail.com Wilgenburg: ‘Kürt Realitesi ve PKK’ Irak Kürtlerinin büyük bir kısmı barış sürecinin başarıya ulaşmasını istese de yine birçoğu bu konuda halen karamsar. Barış sürecinin başarıyla sonuçlanmasının kendilerine çok büyük faydalar sağlayacağının ve Türkiye sınırında yaşanan güvenlik sorunlarını ortadan kaldıracağının bilincindeler. Süreç Analiz’in bu sayısında Türkiye’de hali hazırda devam eden Kürt Çözümü ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile ilişkilerimizi ele aldık. Bu kapsamda Rudaw ve Al Monitor yazarı Kürt uzmanı Wladimir van Wilgenburg ile röportaj yaptık Wladimir van Wilgenburg, Irak Kürdistan’ında yaşamış ve Kürt çalışmalarında uzmanlaşmış bir politik analistidir. Uzun bir zamandan beridir Jamestown Foundation için yazılar yazan Wilgenburg’un aynı zamanda Near East Quarterly ve World Affairs Jour- 44 ağustos-eylül 2013 nal gibi dergilerde de analizleri yer almıştır. Ayrıca, Türk Think-Thank kuruluşu ORSAM’a da danışmanlık yapmaktadır. Jamestown’a ek olarak Kürt haber sitesi Rudaw ve Al Monitor’da yazıları çıkmaktadır. Henri Jackson Society, Unity or PYD Power Play? Syrian Kurdish Dynamics After the Erbil Agreement (Birleşme mi, PYD’nin Güç Oyunu mu? Erbil Anlaşması Sonrası Suriye Kürt Dinamikleri) isimli raporun da yazarlarındandır. Wilgenburg, medya organlarından, STK’lara ve Think-Tank’lere kadar geniş bir yelpazeye yorum ve değerlendirmeler sağlamaktadır. 2011 yılında Utrecht Üniversitesi’den Çatışma Çalışmaları alanında, Arab Siyaysi Yelpazesinden Kerkük isimli tez çalışmasıyla Master derecesi almıştır. Son dönemde Exeter Üniversitesi Kürt Çalışmaları kürsüsüne kabul alan Wilgenburg, bu yıl sonuna kadar buradaki Master programını tamamlamayı planlıyor. 1- Öncelikle röportaj talebimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Uzun zamandır Irak Kürdistan’ında yaşayan biri olarak, Türkiye’deki çözüm sürecinin oradan nasıl göründüğüyle ilgili ne söyleyebilirsiniz? Irak Kürtleri bu süreci nasıl değerlendiriyorlar? PKK’nın bölgede son dönemde daha büyük rol oynamasıyla beraber çözüm sürecinin Irak Kürdistan’ında çok büyük bir etki yarattığı görülüyor. Örneğin, son zamanlarda bölgede El Kaide’ye ve Irak Kürdistan vilayeti Süleymaniye’den Suriye’ye giden cihatçılara karşı protesto gösterileri gerçekleştirildi. PKK’nın şu anda zayıflamış KYB (Talabani) ve Goran hareketiyle oldukça iyi ilişkileri var. Dahası, PKK Kürdistan Bölge Başkanı Mesud Barzani ve Brüksel’de gerçekleştirilen 13. Kürt Ulusal Kongresi’ne (KNK) katılan diğer bir çok parti ile de (Irak Kürdistan’ındakiler dahil) görüşmeler yaptı. KNK’nin kendisi de zaten PKK’ya yakın bir oluşum. Irak Kürdistan’ındaki yerel siyasi partileri PCDK 21 Eylül’de gerçekleşecek olan (yine ertelenmezse eğer) parlamento seçimlerine katılacak. PKK lideri Öcalan’ın serbest kalması için başlatılan imza kampanyasına Irak Kürdistan’ındaki bütün siyasi partiler destek verdi. PKK’nın Suriye’deki kolu ve El Kaide’li gruplar arasında yaşanan son dönemdeki çatışmalar da oldukça dikkat çekiyor bölgede. Irak Kürtlerinin büyük bir kısmı barış sürecinin başarıya ulaşmasını istese de yine birçoğu bu konuda halen karamsar. Barış sürecinin başarıyla sonuçlanmasının kendilerine çok büyük faydalar sağlayacağının ve Türkiye sınırında yaşanan güvenlik sorunlarını ortadan kaldıracağının bilincindeler. Böyle bir sürecin hem sınır güvenliğine hem de Irak Kürtleri ve Türkiye arasındaki enerji işbirliğine büyük katkıları olacaktır. 2- Iran, Irak, Suriye ve Türkiye gibi bölge ülkeleri geçmişte Kürtlere karşı doğru- dan ve dolaylı işbirlikleri yaptılar. Bugün Kürtler söz konusu ülkelerde önemli kazanımlar elde etmiş durumdalar; Irak’ta anayasal bir bölgesel yönetim, Suriye’de benzer bir gidişat ve Türkiye’deki çözüm süreci gibi. Bu gelişmeler ışığında, Kürt partiler arasında son dönemdeki işbirliği düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz? Geçmişte Kürt partileri coğrafi sınırların ve farklı çıkarların etkisiyle birbirleri ile savaştılar. Bundaki en önemli etken hepsinin farklı ülkelerde faaliyet yürüyor olmasıdır. Bazı Kürt partileri nazarında Bağdat Ankara’dan daha önemliyken diğeri için Tahran hepsinden daha önemliydi. Dolayısıyla bu yaklaşım farklılıkları bu partilerin birbirlerine karşı çalışmalarına yol açtı. Böyle olunca bölge ülkeleri de bu Kürt partilerini birbirlerine karşı desteklediler; Suriye Türkiye’ye karşı, Irak İran’a karşı vs. Günümüzde Irak ve Türkiye’deki partiler en güçlü olan Kürt partileridir (Suriye Kürdistan’ında da ikisi etkin). Barış süreci PKK’nın diğer Kürt partileri nazarında da bir ölçüde kıymetlenmesini sağladı. Eğer Türkiye PKK ile görüşebiliyorsa neden diğer Kürt partileri de görüşemesin? Barış süreci olmasaydı Irak Kürtleri PKK’yla, Ulusal Kürt Konferansı hazırlık toplantısında olduğu gibi, aşikar bir şekilde aynı masaya oturamazdı. Hatta Türkiye ve PKK arasındaki çatışmalar sürseydi bizzat konferansın kendisi de yapılamazdı. Bir Ulusal Kürt Konferansı gerçekleştirme fikrinin çok daha eski olduğu ve geçmişte KDP-PKK arasında gündeme geldiği iddia ediliyor. Ancak coğrafi ve çıkarsal farklılıklar nedeniyle şu ana kadar başarılamamıştı. 3- Türkiye Kürtleri için en uygun idari model hangisidir? Sizce, taraflar arasındaki bu çatışma nasıl sonlanacaktır/sonlanmalıdır? Bu Kürtlerin ve Türklerin vereceği bir karar. Diğer ülkelerdeki benzer süreçlerden yararlanılabilir ancak nihayetinde Türkiye’nin kendine özgü bir model geliştirmesi gerekecektir. An itibariyle, PKK’dan yapılan bazı açıklamalarda gerekli adımların atılması için Türk devletine 1 Eylül’e kadar süre tanındığı, aksi takdirde çatışmanın yeniden başlama riskinin ortaya çıkabileceği belirtiliyor. ağustos-eylül 2013 45 SÖYLEŞİ Türk Başbakanı tarafından PKK’nın henüz tamamıyla çekilmediği iddiasına ek olarak, militan sayısını artırdığı, yerelde asayiş ve devrimci gençlik hareketi (YDG-H) adı altında yapılar oluşturduğuna dair iddialar var. Buna karşılık PKK da Türkiye’yi PKK’nın çekildiği bölgelere karakol/ kontrol noktası inşa etmek, TMK’yı yürürlükten kaldırmamak ve PKK hareketine engel olmak için barajlar inşa etmekle suçluyor. Türkiye uzmanı Gareth Jenkings’e göre bu durum, çözüm sürecinde tarafların, İrlanda modelindeki gibi her konuda mutabık kalarak bu yola çıkmış olmadıklarını gösteriyor; zira İrlanda örneğinde IRA sadece karşılığında ne alacağını bilmek koşuluyla silah bırakacağını açıklamıştı. Öte yandan, gelişmeler tarafların süreci çok iyi yönetemediklerini ve çok daha kötü sonuçlara hazırlandıklarını gösteriyor. 4- Bu süreç karşısında İran’ın pozisyonu nedir? Iran gerçekten Türkiye’nin kendi Kürtleriyle barış yapma ihtimalinden rahatsız mı? Resmi olarak İran’ın sürece dair bir muhalefeti yok, ancak bazı milliyetçi Kürt partileri başarılı bir çözüm sürecinin İran’ı da baskı altında bırakacağına inanıyorlar. Onlara göre süreçle beraber Kürtler (ya da PKK kanalı) batı bloğuna dahil olacak ve bu durumda kendi Kürtleri ile uzlaşmaya varmayan tek ülke olan İran’da nihayetinde izole edilecek. İran ve Irak hükümetlerinin, yaptıkları açıklamalardan, PKK’nın geri çekilmesinden pek hoşnut olmadıkları anlaşılıyor. İran Devrim Muhafızları’nın yayın organı olan yarı resmi haber sitesi Fars News ise bir makalesinde PJAK’a saldırıyordu. İran’ın, kendisine yakın haber sitelerinden yapılan yayınlara bakınca, PYD lideri Salih Müslim’in Türkiye ziyareti karşısında da pek mutlu olmadığı anlaşılıyor. Bu konuda yapılan yayınlarda PYD’nin “Türkiye’nin emrinde” olduğu iddia ediliyordu. Dahası, Irak sınırında yeni bir İran güvenlik birimi oluşturulmakta, PKK’nın İran bağlantısı PJAK’a yönelik medya saldırıları yapılmakta ve PJAK ile İran güvenlik güçleri arasında bazı küçük çaplı çatışmalar yaşanmakta. Bütün bunlara rağmen, Karayılan 9. Kongra-Gel kurulunda yaptığı açıklamada İran ile de benzer bir çözüm süreci başlatmaya hazır olduklarını açık- 46 ağustos-eylül 2013 larken KCK’nın da İran ile olan ateşkesi devam ettirmeye yönelik açık bir tutum belirlediği görülüyor. PJAK savaşçıların ise Suriye Kürdistan’ına geçtiğine dair rivayetler dolaşmakta fakat PJAK’ın Rojava’ya destek çağrısı yapan resmi bir bildirisi dışında bu bilgi doğrulanabilmiş değil. PKK şu an İran’a çok fazla odaklanmıyor. 5- Avrupa’daki Kürt diasporasının barış sürecine yaklaşımı nedir? Türkiye ve Kürdistan Bölgesel Yönetimi arasındaki ilişkilere nasıl bakıyorlar? Hangi Kürt diasporasından bahsettiğinize bağlı. Türkiye’deki Kürtleri mi, Alevi Kürtler mi yoksa Sünni Kürtleri mi baz alacağız? Bunlar Suriye’den mi, Irak’tan mı, İran’dan mı yoksa Türkiye’den Kürtler mi? AKP’ye oy veren muhafazakar Kürtler mi ya da? Ya da PKK’yı destekleyen Alevi ve Sünni Kürtler mi? PKK taraftarlarının büyük çoğunluğu sürece dair karamsar duygulara sahipler; milliyetçi Irak Kürtlerinden bir kesim ise, bölgede giderek artan Türk okullarının Kürt kültürüne zarar vereceği endişesiyle Türkiye’nin KBY ile olan ilişkilerinden kaygı duyuyorlar. Ancak AKP’yi destekleyen Türkiye’den Kürtler de var. Yine de genel olarak, kendini “daha fazla Kürt” olarak tanımlayan Avrupa Kürtlerinin anayurtta ki soydaşlarından daha milliyetçi olduğu söylenebilir. Bu nedenledir ki, Brüksel’deki Kürt konferansında Ankara’dakinden ya da Diyarbakır’dakinden daha radikal talepler dile getirildi. 6- Türkiye ve Kürtler arasında temelleri atılmakta olan yeni ittifakın temel dinamikleri nelerdir? Türkiye bölgede Kürtlerin hamisi mi olmak istiyor? Henüz böyle bir ittifakın adımının atılıp atılmadığından pek emin değilim. Öcalan’ın 1920 yılındaki ulusal paktı canlandırmak istediği yönünde bazı iddialar olsa da, PKK ve Türkiye arasında, Türkiye ve KDP arasında olana benzer bir ittifak yok. Bazı uzmanlar Irak’taki ve Suriye’deki Kürt özerk bölgelerinin Türkiye için tampon bölge görevi göreceğini öne sürüyorlar ancak Başbakan Erdoğan’ın baş danışmanının yaptığı açıklamalara bakınca AKP’nin de aynı düşünceyle hareket ettiğine dair kuşkularım var. 7- Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde oluşturulan yeni enerji hattının Türkiye ve Kürtler arasındaki ilişkilere ne gibi etkileri olur? Öncelikle, KBY ve Türkiye arasındaki ekonomik işbirliği, daha istikrarlı ve AKP öncesindeki hükümetlerin yaptığı gibi anti-terörizm faaliyetlerine, askeri operasyonlara ve güvenlikçi politikalara dayanan bir yaklaşımın yerine daha ekonomi temelli yeni bir yaklaşımın ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Bu, AKP ve Barzani’ni enerji kaynakları üzerinde vardıkları işbirliği anlaşmasının bir sonucu. Böylece, KRG Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu enerji kaynaklarını sağlarken bu sayede Bağdat’a (yani dolaylı olarak İran’a) olan bağımlılığını da ortadan kaldırmış olacak. 8- Kuzey Suriye/Rojava’da yaşanan gelişmeler PKK’nın dönüşümüne ve barış sürecinin evrimine nasıl bir etki yapar? Suriye Kürdistan’ında yaşanan gelişmelerin ve PKK’nın orada güç kazanmasının, PYD lideri ve Türkiye arasında yapılan konuşmaların da gösterdiği üzere, PKK ile anlaşmak için AKP üzerinde bir baskı oluşturduğu iddia ediliyor. Geçmişte, Suriye devriminin öncesinde- Sri Lanka modeli bir “çözümün” (temelde PKK’yı yok etmeye dayanan bir konsept) konuşulduğu dönemlerde, PKK Suriye, İran ve Türkiye arasındaki güvenlik işbirliği nedeniyle zor bir süreçten geçiyordu. Türkiye ve İran arasında PKK konusunda istihbarat alışverişi yapılıyor, Suriye ise PKK sempatizanlarını tutuklayıp Türkiye’ye iade ediyordu. Şimdi PKK ne İran (ateşkes nedeniyle) ne de Suriye (Esad silahlı muhalefetiyle savaşmakla meşgul) tarafından o kadar rahatsız edilmiyor. Öte yandan, bu işbirliği devam etseydi bile, adalarda savunmasız durumda olan Sri Lanka Tamil Kaplanları’nın aksine PKK’nın onu koruyan dağları var. *Bu röportaj Kamuran Yavuz ve Mehmet Alaca tarafından Süreç Analiz için yapılmıştır. ağustos-eylül 2013 47 ÇEVİRİ Maggie Koerth-Baker Çeviren: Serdar Yeşiltay serdaryesiltay@gmail.com Rasyonel İnsanlar Neden Komplo Teorilerine İnanır? İngiltere’deki Westminiser Üniversitesinde komplo inancı üzerinde çalışan psikoloji profesörü Viren Swami, ‘‘Bir komplo teorisinin en iyi tahmin unsuru, diğer komplo teorilerine olan inançtır’’ diyor. Psikologlar, bundan mütevellit, bir komplo teorisinin tek bir olaya karşılık olmaktan ziyade kapsayıcı bir dünya görüşünün ifadesi olduğunu söylüyorlar. Boston Maratonu’ndaki bombalama eylemini müteakip günlerde, bilinmeyen faili ya da failleri suça iten sebepler ve onların kimlikleriyle alakalı spekülasyonlar etrafta kol geziyordu. Sonunda Tsarnaev kardeşler teşhis edilmiş ve insan avı sona ermişti, ancak bu spekülasyonlar dinmek bilmiyordu. Sonunda yeni bir şekil aldı. Bir örnek: Belki Tsarnaev kardeşler sadece kurbanlardı. Bu 48 ağustos-eylül 2013 kurbanlar, üst düzey irtibatlarla gizemli bir Suudi için bu tuzağı kurdu. Ya da onlar masumdu; ancak Suudilerin yerine, gerçek bombalı saldırgan, bizim kendi hükümetimizin bir haydut birimi adına hareket etti; ya da Tsarnaevler saldırıların arkasındaki kişiler olabilirlerdi, fakat daha geniş bir örgüt için gizliden gizliye çalışıyorlardı. Bu propagandası yapılan teoriler delice olsa da aslında onları yapanlar oldukça normaldir. Fakat son bilimsel araştırmalar bize başka şeyler de söylüyor: Şayet yukarıdaki teorilerden birinin makul olduğunu düşünüyorsanız, birbiriyle çelişse bile diğerleri hakkında da muhtemelen aynı şeyi hissedeceksiniz. Ve büyük ihtimalle bu haber hikayesi (Tsarnaev) büyük hadiselerin arkasındaki görünmez güçlerin varlığını hissetmenizi sağlayacak tek rivayet değil. İngiltere’deki Westminiser Üniversitesinde komplo inancı üzerinde çalışan psikoloji profesörü Viren Swami, ‘‘Bir komplo teorisinin en iyi tahmin unsuru, diğer komplo teorilerine olan inançtır’’ diyor. Psikologlar, bundan mütevellit, bir komplo teorisinin tek bir olaya karşılık olmaktan ziyade The Psychologist dergisinde yayınlanan bir araştırma bir şekilde komplo teorilerine inananların, özellikle umumi ve siyasi yönden dünyaya daha alaycı ve kötü gözle bakan kişiler olduklarını tespit ediyor. Komplo teorileri ayrıca, özellikle genel olarak dünyada faaliyet hissine1 ilişkin olarak kendine daha az saygısı olanlarda daha merak uyandıran bir şey olarak görünüyor. Komplo teorileri güçsüzlük ve şüpheciliğe bir tepki yolu olarak ortaya çıkıyor. kapsayıcı bir dünya görüşünün ifadesi olduğunu söylüyorlar. Richard Hofstadler’in 1965’te yazdığı ‘‘Amerikan Siyasetinde Paranoid Tarz’’ isimli yeni ufuklar açan kitabında belirttiği üzere, komplo teorilerinde, bilhassa her işe burnunu sokan yabancılar, bu ulusun gözde bir hobisidir. Amerikalıların her zaman Hür Masonlar, Katolikler ya da Komünistlerle ifadesini bulan dışarıdaki birilerinin bizi yok etmeye geliyor gibi sinsice şüpheleri vardır. Fakat son yıllarda her trajedi bir hikaye örgüsünü beraberinde getiriyor gibi gözüküyor ve web (internet ağı) örülen bu hikayelerle, “sahte bayrak” operasyonları ve “kriz aktörleri” ile doluyor. Bu üstelik sadece bir teorileştirme değil aynı zamanda da gerçekliğin tamamen alternatif bir versiyonunun varlığı için öne sürülen argümanlar haline dönüşmüş vaziyette. Hofstadler’in kitabı basıldığından beri, bu hoyratça spekülasyonları mümkün mertebe azaltmaya yardım edebilecek bilgiye ulaşımımız çok gelişti. Fakat bu mevzu hakkındaki son araştırmalara göre, büyük olasılıkla, bilgiye ulaşım imkanlarımızın artması, komplo teorilerini halkın gözünde daha ikna edici yaparak daha popüler hale getiriyor. Hatta daha şaşırtıcı olanı, bu tür teori geliştirmenin marjinal düşünme biçimlerine sahip olanlarla sınırlanmamış olması. Kusursuz bir biçimde mantıklı zihinler, hikayeler geliştirebilmek için akıl almaz bir kapasiteye sahipler ve bazı en gerçek dışı komplo teorileri rasyonel düşünmede kendine zemin bulabiliyor. Tabı bu durum onları da tehlikeli kılabiliyor. Şöyle bir araştırmayı bir düşünün bakalım: Fairleigh Dickinson Üniversitesi tarafından son zamanlarda yapılan bir ankete göre, kayıtlı Amerikalı seçmenlerin yüzde 63’ü, en az bir siyasi komplo teorisine itibar ediyor. Psikologlar, aklımızdan geçenleri tam olarak anlayamamalarına rağmen, araştırmalar ve laboratuar çalışmaları vasıtasıyla komplo inancıyla yakından irtibatı bulunan bir dizi hususiyetler hakkında fikir yürütebiliyorlar. 2010 yılında, Swami ve bir ortak yazar bu araştırmayı bir bilim dergisi olan ‘The Psychologist’te özetledi. Onlar, belki de çarpıcı bir şekilde komplo teorilerine inananların, özellikle umumi ve siyasi yönden dünyaya daha alaycı ve kötü gözle bakan kişiler olduklarını tespit ettiler. Komplo teorileri ayrıca, özellikle genel olarak dünyada faaliyet hissine2 ilişkin olarak kendine daha az saygısı olanlarda daha merak uyandıran bir şey olarak görünüyor. Komplo teorileri güçsüzlük ve şüpheciliğe bir tepki yolu olarak ortaya çıkıyor. İktisadi durgunluklar, terörist saldırıları ve büyük çapta meydana gelen tabii afetler ne zaman ağustos-eylül 2013 49 ÇEVİRİ olacağı belli olmayan kitlesel tehditlerdir. Ancak, bunların ne zaman ve nasıl meydana geleceğine ve sonrasında neler olacağına ilişkin durumların üstesinden gelebilme kudretimiz çok azdır. Bu şüphe ve aciziyet anlarında, beynin amigdala denilen bir parçası harekete geçer. Dartmount Yüksekokulunda amigdala üzerine araştırmalar yapan bilim adamı Paul Whalen, amigdalanın kendi başına tam olarak bir şey oluşturmadığını belirtti. Bunun yerine amigdalanın, anlaşılabilir ve ahenkli bir hikaye oluşturmak için ve az önce ne tür bir vaka yaşandığını, hangi tehditlerin hala var olduğunu ve şimdi yapılması gerekenleri anlamak için yapılan mevcut bilgi hakkındaki tekerrür eden fikir yürütmeleri ve değerlendirmeleri harekete geçirerek beynin geri kalan bölgelerini bir analitik yoğunluk içine girme noktasında ateşlediğini belirtti. Bu yöntem, bu ülkede paranoyaya Eğer gerçekleri sen biliyor, diğerleri bilmiyor ise, dünyada tekrar faal olarak var olduğunu ortaya koyabilecek tek yol gerçeklere sahip olma hissiyatıdır. Eğer kendi araştırmanız kusurlu olsa bile, bu hissiyat size kendi araştırmanızı yapmak için teselli edici olabilir. Bu bir koyun sürüsü içinde, yaşlı, bilge bir keçi olarak iyi hissetmenizi sağlar. 50 ağustos-eylül 2013 çok fazla katkı sağlayabilecek çarpıcı vakaların ardından yeni rivayetlerin oluşturulması için beynin kapasitesinin nasıl olduğunu bariz bir şekilde anlayabilmek için elverişli bir yol olabilir. Swami’ye göre, eğer gerçekleri sen biliyor, diğerleri bilmiyor ise, dünyada tekrar faal olarak var olduğunu ortaya koyabilecek tek yol gerçeklere sahip olma hissiyatıdır. Eğer kendi araştırmanız kusurlu olsa bile, bu hissiyat size kendi araştırmanızı yapmak için teselli edici olabilir. Bu bir koyun sürüsü içinde, yaşlı, bilge bir keçi olarak iyi hissetmenizi sağlar. Şaşırtıcı bir şekilde, Swami’nin çalışmaları, demokratik ilkelere güçlü destek ile komplo teorileri geliştirme arasındaki karşılıklı bir ilişkinin ortaya çıkmasıyla ifadesini buluyor. Lakin, şartları dikkate alırsanız, bu oldukça bir ilginç durum değil. California Üniversitesinde tarihçi Kathryn Olmsted, gerçek komploların olmadığı bir dünyada komplo teorilerinin de olamayacağını söyledi. Ve bu komplolar – Watergate ya da İran-Kontra Skandalı – sık sık demokratik süreci manipüle etmeyi ve engellemeyi ihtiva eder. Hatta Sandy Hook saldırısının aslında belli aktörler tarafından tertip edilen bir dramatik kurgu olduğuna inanan insanlar bile ABD anayasasında silah satın alınması ve taşınmasına ilişkin maddelerin korunması gerektiğine dair endişelerini ifade ettiler. Bizim yüksek kalitedeki güvenilir bilgiye erişimimiz için bu türden fikir ayrılıklarının hızlı bir Google aramasıyla kolayca çözülebildiği bir çağa maalesef henüz girilmedi. Aslında, internet bazı şeyleri daha kötü hale getirdi. İnandığın görüşleri destekleyen kanıtlara daha çok değer verme temayülü olarak tanımlanan ‘doğrulama sapması’ iyice belgelenmiş yaygın bir insan hatasıdır. İnsanlar bunun hakkında yüzyıllardır yazıyorlar. Son yıllarda gerçi araştırmacılar doğrulama sapmasının üstesinden kolayca gelmenin zorluğunu keşfettiler. Keza bu durumu sadece gerçeklerle bastıramayabilirsiniz. 2006 yılında siyaset bilimcileri olan Brendan Nyhan ve Jason Reifler ‘geri tepme etkisi’ olarak tahayyül ettikleri bir fenomeni tespit ettiler. On- lar, doğru olmayan siyasi bilgiyi çürütmeye yönelik çabaların insanları yanlış bilginin doğruluğuna daha çok inanmış hale getirebileceğini gösterdiler. Nyhan bunun meydana geliş sebebinden emin değil, fakat kötü bilgi tercihe şayan bir ideolojiyi ya da dünya görüşünü desteklemeye yardım ettiği zaman, bu duruma daha çok rastlanılıyor. Bu çerçevede düşünüldüğünde, Swami internet ve diğer medyanın, paranoyanın ebedileşmesine yardım ettiğini söyledi. Bu alternatif rivayetlere daha çok maruz bırakılma sadece komplolara olan inancın oluşmasına yardım etmekle kalmıyor, aynı zamanda, internetin hizipçiliğe yönelik eğilimi doğruluk payı olmayan inançların takviye edilmesine yardımcı oluyor. İşte bu bir problemdir. Çünkü George W. Bush’un 11 Eylül saldırılarının planlanmasına yardım ettiğine dair inanç, sizi belki olayların kontrolünüz altında olduğunu hissettirebilirken, aslında durum çok daha farklıdır. 2013 başlarında Kent Üniversitesi’nde psikolog olan Karen Douglas bir öğrenciyle birlikte insanlara iklim değişikliği ve Prenses Diana’nın ölümü hakkındaki komplo teorileri ifşa ettikleri bir araştırma yayınladılar. Bu teorileri destekleyen malumatı edinen, ancak onları çürütenler hakkındaki bilgileri almayan kişiler büyük bir oranda siyasi katılımdan uzak duran ve çok daha azı karbon ayak izlerini3 silmek için girişimde bulunanlardan oluştu. Birçok radyoda sunuculuk yapan Alex Jones bir komplo aktarıcısı olarak şöhret yapabilir; siyasiler oy ve insanların temayülü için komplolar ima edebilir; fakat eğer komplo teorileri, ortalama bir insanın faaliyet hissi ve demokrasiye ulaşımını ihya etmek için kullanacağı bir araç olarak algılanıyorsa mezkur teorilerin böylesi etkili bir araç olabilme hususiyeti yoktur. Hatta sağlık açısından bile tehlikeli neticelere sebebiyet verebilir. Örnek vermek gerekirse, araştırmalar, AIDS’in hükümet tarafından onlardan kurtulmak için bir silah ola- rak kullanıldığına inanan Afro-Amerikalıların (Tuskegee deneyinin suiistimalini hatırlayalım) korunmasız ilişkiye yönelik temayüllerinin daha çok olduğunu gösterdi. Ve eğer hükümetlerin ya da şirketlerin aşılar çocuklara zarar verir delilini insanlardan gizlediklerine inanıyorsanız, çocuğunuza aşı yaptırmak istemezsiniz. Sonuç olarak, kızamık ve boğmaca hastalıkları, çocukları düşük aşılatma oranı olan yerlerde birkaç ölüme sebebiyet verebilir. Psikologlar komplo teorilerine acizliğin sebebiyet verdiğinden ya da tam tersi olduğundan emin değiller. Her halükarda, mevcut bilimsel düşünceler bu inançların sadece problemi ebedileştiren, siyasetle ve geleneksel medyayla ilgilenmeyi bırakmayı amaç edinen sinizmin aşırı bir formundan başka bir şey olmadığını ortaya koyuyor. Maggie Koerth-Baker BoingBoing.net’de bir bilim editörü olup enerji üretimi ve tüketiminin geleceği üzerine yazdığı “Işıklara Sönmeden Önce” (“Before the Lights Go Out”) kitabının yazarıdır. (NYT, Maggie Koerth-Baker, Why Rational People Buy Into Conspiracy Theories, 21 Mayıs 2013) dipnotlar 1 2 İng. Sense of Agency. Birinin kendi iradesiyle dış dünyadaki faaliyetlerini başlatma, yürütme ve kontrol etmesine hissine dayanan sübjektif farkındalık. Karbon Ayak İzi; birim karbondioksit cinsinden ölçülen, üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın ölçüsüdür. ağustos-eylül 2013 51 Suat Baran DERİN barannezan@hotmail.com BENLİK VE MANDALA: Hakikat yolcusu için Nereye bakmalı, neyin peşinden gitmeli, hakikate nasıl ulaşılmalı gibi sorular insanın zihninde cirit atıyor. De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ne var ki, sadece akleden kalbe sahip olanlar bunu kavrayabilir. (Kur’an, 39/9) Yola çıkılacaksa başka bir şey için değil; sadece, ama sadece hakikate ermek için yola çıkılmalı (Dücane Cündioğlu, Daire’ye Dair, s. 21) Zaman aktıkça insanın kendisi de bir su gibi akar, öyle ki kimi zaman bazı engellere çarpıp akıntısız bir su birikintisine, kimi zaman da önüne gelen her bir engeli durmaksızın, kendinden geçmişçesine ezip geçen bir sel akıntısına dönüşür. İnsanın en derin varlığına, özüne, insan olmanın kaderine işlenmiş olmalı böylesi değişim ve dönüşümler, inişler çıkışlar, göğe uçuşlar, suyun dibine batış- 52 ağustos-eylül 2013 lar… Yeryüzüne adım attığımız andan itibaren etrafımızda yaşamamızı şekillendirmeye çalışan, bizlere isim takan, kendi beğenileri doğrultusunda, kendi yaşayamadıkları, erteledikleri düşleri bizlerin üzerinde tatbik etmeye çalışan insanlarla karşılaşırız, onlara doğarız adeta, onlar bizden onların bir parçası, belki de hiç olmayan kuyrukları ve Atlantis misali yitik ve de hep arzulanan kayıp cennetleri olmamızı isterler. Öte yandan ise hiçbir zaman bilemediğimiz ve bilemeyeceğimiz, Allah’ın bizler için hazırladığı kader kitabında yer alan başka planlar da söz konusu, belki de içine doğduğumuz insanların düşündüklerini adeta zıtlayıcı planlardır bunlar… Peki, onların istekleri, bizim kendi fıtri yapımız ve Hakikatin dayanılmaz ağırlığı karşısında bizim yapmamız gereken nedir? Nereye bakmalı, neyin peşinden gitmeli, hakikate nasıl ulaşılmalı gibi sorular insanın zihninde cirit atıyor. Her halükarda yaşadıkça, zaman içerisinde ilerledikçe, kendimizi bulma adına, bir yandan ailemiz, diğer yandan çevremiz tarafından bizlere çizilmiş, onların hataları, yanlışları ve eksiklikleri doğrultusunda sırtımıza bindirdikleri yüklerle, kader yolunda kendimize ve Hakikate doğru bir yolculuğa çıkmış gidiyoruz. Geçen yüzyılın yetiştirdiği ender ilim insanlarından biri olan Carl Gustav Jung’un kurmuş ol- duğu analitik psikoloji ekolünde sözünü etmeye değer önemli bir arketip söz konusudur. Bireyin ömür boyu mücadelesini verdiği bir oluşum, yani Benlik. İnsanın psişesinde merkezde yer alan ve düzeni sağlayan bir arketip olan Benlik, kişiliğin tümünü, bütünlüğünü simgeler. Bireyleşme sürecinden geçen insanın iç çatışmalar ve dalgalanmaların ardından, parçalanmadan, bölünmeden yola çıkarak, zıtlıkları adeta bir ierosgamos (kutsal evlilik) ile bir araya getirerek ulaşmayı hedeflediği bir erek noktasıdır bu, sufilerin deyimiyle kâmil-î insan olmaya, tekâmüle giden yoldur bu. Bu tepe noktasına yaşarken ulaşabilen çok az insan vardır (ölülerin kemale ulaşıp ulaşamadıklarını bilemeyiz) belki de şu fani yaşam içerisinde ulaşılması imkânsızdır da ama bunun için verilen çaba bile insanın yaşamını gerçekten anlamı kılmakta ve mücadelesini onurlandırmaktadır. Benlik, ruhsal bütünlük genelde fantezilerde, rüyalarda, gündüz düşlerinde kendini daire, dörtlülük (dört rakamıyla ilgili şeyler), çocuk ve mandala şeklinde gösterir. Böylesi durumlarda içsel yaşamın, bilinçdışının kişiye karşı yaptığı bir çağrı söz konusudur. Daire, dörtgen, mandala sembolleri kuşatıcılıkları ve muhteva ettikleri devridaim dönüşle bu tamamlanmışlığı çok güzel bir şekilde ifade ederler. Buna ilaveten yeryüzünde görebildiğimiz tüm ibadethanelerin böylesi bir tamamlanmışlığa vurgu yapan mimari yapılarını Bireyin ömür boyu mücadelesini verdiği bir oluşum, yani Benlik. İnsanın psişesinde merkezde yer alan ve düzeni sağlayan bir arketip olan Benlik, kişiliğin tümünü, bütünlüğünü simgeler. da göz önünde tutmak anlamlı olacaktır. Ender Gürol, Jung’un Analitik Psikoloji kitabına yazdığı önsözde şöyle demektedir: “Mandalalar, bölünmezleşme simgesidir. Bunlar insanlık tarihinin en eski dinsel simgelerindendir; ta Taş Devrine dek uzanırlar. Hemen hemen her halk topluluğunda, her kültürde karşılaşılır bunlarla. […] Daire hareketi, insan yaradılışındaki bütün aydınlık ve karanlık güçleri, dolayısıyla her türden psikolojik karşıtları hareket geçirmesi bakımından manevi bir anlam taşır. Bu, kendi kendini dölleyerek kendini tanımak demektir. “ (76-7) Dücane Cündioğlu Daire’ye Dair adlı kitabında: “Özümüz bir kere inmiş bulundu bu âleme. Bu nedenle özümüz, geldiği yere dönmeyi özlüyor; kemâline ermeyi istiyor; eksik kaldığı için utanıyor. Dairesini tamamlamak için çırpınıp duruyor. Zira kemâle ermeyi arzuluyor” (21-2), demektedir. Yani sanki insanın bu daireyi tamamlaması, insanın kaçamayacağı, sırtını dönemeyeceği alnıağustos-eylül 2013 53 DERİN na yazılmış bir hakikat gibidir. Ancak şu modern dünyada yaşadıklarımızla ve esiri olduğumuz onca şeyin gölgesinde insan en büyük yabancılaşmayı kendisine, benliğine, daireye karşı deneyimlediği için, üstüne üstlük bir de kapitalist sistemin sürekli vazettiği çalış, çalış, çalış sloganları altında düşünmeye de vakti olmadığından hem bu fıtrî arzusunun hem de potansiyelinin farkında olmadan bir ömür çürütebiliyor. Hakikat arayışı yolculuğunda kendini tanımaya, kendi benliğine ulaşmaya çalışan insanın karşısına çıkan mandalalar ruhun derinliklerinden gelip ciddiye alınıp hakkıyla üzerine düşünüldüğünde demin de bahsettiğimiz gibi kişinin yaşamı üzerinde şaşırtıcı etkilerde bulunarak ciddi bir tekâmül sürecinin başlangıcına vesile olabilecek bir güce sahiptir. Kişinin iç dünyası böylelikle çevresinden, ailesinden ona doğru aktarılmış olan ve ayrıca kendilik algıları sonucunda ruhunda yer edinen çoşkusal, zihinsel çatışmalar ve komplekslerden de kurtulur, adeta bir yeniden doğuş gerçekleşir. Hakikat yolunun yolcusu insan tam anlamıyla kendini bilmeye yöneldiği için artık benliğe ulaşmaya çalışmaya başlamıştır. Bu noktada man- dalaların önemini dile getiren Jung’un Anılarında söylediklerine kulak vermekte fayda var: “Mandalalar, bana her gün, benliğimin ne durumda olduğunu gösteren şifrelerdi. Onlarda kendimi, yani tüm benliğimin devinimini görebiliyordum. Başlangıçta onları tam anlayamamama karşın, çok önemli olduklarını bildiğim için, onları çok değerli mücevher gibi sakladım. Odak noktası olduklarını anlayabiliyordum ve zamanla onların sayesinde, benlikle ilgili, durağan olmayan bir göstergeyi izleyebilme şansına sahip oldum. Benliğin, benim ve benim dünyam gibi bölünmez olduğunu düşündüm. Mandalalar bu bölünmezliği ve ruhun mikrokozmik doğasını simgeler.” (160-61) Haliyle birbirimizle patolojik seviyede geliştirdiğimiz bağımlı ilişkilerden tam olarak sıyrılamadığımız için ne hakkıyla hakikat yolunda ilerleyebiliyor, ne de bunun bir ileri noktası olan Benliğimize ulaşmaya çabalayabiliyoruz. Bunun bir sonucu olarak da devridaim, son nefesimizi verene kadar dairenin hep aynı noktasında yaşayarak ama hep ilerlediğimizi sanarak nefes tüketiyor, ömrümüzden ömür çalıyoruz. Yararlanılan Kaynaklar: —Hayat Kitabı Kur’an: Gerekçeli Meal-Tefsir. Mustafa İslamoğlu, Düşün Yayıncılık, 2010. —Cundioğlu, Dücane. Daire’ye Dair. Kapı Yayınları, 2010. —Jung, Carl Gustav. Anılar, Düşler, Düşünceler. Çev. İris Kantemir Can Yayınları, 2009. —Jung, Carl Gustav. Analitik Psikoloji, Çev: Ender Gürol, Payel Yayınevi, 2006. 54 ağustos-eylül 2013 Gülsünay Uysal SIĞ gulsunay.uysal@aksam.com.tr Babasının Şiddeti Bugün Türkçede baba iktidarından koca iktidarına boyun eğdirilene; baba ekmeğinden koca ekmeğine el açtırılana kadın denir. Kadınlara aldatılmaları normal gibi dayatıldıkça ve kadınlar toplum tarafından gereklilikler üzerine yaşayan bir cins olarak görüldükçe mutsuz annelerin yetiştirdiği sevgisiz bireyler saracak yarınlarımızı. İki hikâye anlatacağım. İkisi de biraz şiddetli. İkisi de fazla gerçek. İlk kahramanımız ‘kocasına geri dönsün diye kızının bacaklarını kıran baba’. Serap, Ankara’da evli bir kadın. 22 yaşında ve bir aylık hamile. Sıkıntısı olsa gerek, dönüyor Kayseri’de yaşayan babasının yanına. Üniversite mezunu baba kızının kocasının yanına dönmesini istiyor. Dönmeyince kızının iki bacağını kırıyor. Serap’ın babası jandarmaya ifadesinde, ‘kızının Ankara’daki eşinin yanına dönmesi için şiddet uyguladığını’ söylüyor. Sonra da kızının evliliğinin “iyi” olduğunu ve “kişilik bozukluğu” olduğu için hem eşine hem de kendilerine sorun yarattığını iddia ediyor. Kadınlara, genç kızlığa ilk adımlarında aileleri tarafından söylenen belli sözler vardır. Bunlar genelde atasözleri ya da deyimlerdir. Bu söz öbekleri çocuklara ebeveynleri tarafından sıkça dile getirilir. Burada belli bir politika aşılanmaktadır. Çünkü Türkiye’de çocuklar, aileler için düşüncelerine müdahale edilerek yaşamları ve zihinleri şekillendirilmesi gereken projelerdir. Bu söz öbeklerine, ‘baba ekmeği zindan ekmeği, koca ekmeği meydan ekmeği’ örneği verilebilir. Burada bir kadın için baba evinde barınmanın aşağılandığını; kadının gönül ferahlığıyla yaşayacağı yerin kocasının evi olduğunu okuyabiliriz. Tabii burada vurgunun ekonomik bir temele dayandığını da gözden kaçırmamak gerek. Diğer bir açıdan bu anlatımda kadın toplum içinde yaşam biçimi itibariyle baba ya da koca evi içinde biçimlendirilmiştir. Baba evi zehir, koca evi meydan ekmeğidir ve bunların dışında kadın için sunulan “ekmek” kapısı yoktur. Belli bir yaşa kadar baba himayesinde yetiştirilen kızlar, vakti gelince evlenmelidir. Örnekteki anlatım itibariyle değerlendirirsek kadın ancak bu iki “kapı” dâhilinde göğsünü gere gere ve toplumda kabul görerek yaşayabilir. Eğer kadın evlenme yaşına –ülkeden ülkeye değişkenlik gösterir- geldiğinde ağustos-eylül 2013 55 SIĞ hala babasının evinde yaşıyorsa; “kız kurusu”, “evde kalmış” gibi ifadelerle aşağılanır. Ekonomik özgürlüğünü kazanıyor olması baskıyı yok etmez ancak bir parça bu bireyin özgürlük marjını genişletir. Eğer kadın baba evinden ayrılıp, tek başına ayakta durmayı seçerek, yalnız yaşamak isterse yine toplumun aynı acımasız oklarının hedefi olacaktır. Toplum buna elverişli değildir. Oysa hayatın akışı her zaman lineer ilerlemez. Kadın belli bir yaşa kadar babasının evinde barınıp, daha sonra isteyerek evliliği seçmiş olabilir. Fakat bu hayat biçiminde her şey umduğu gibi gitmeyebilir ve aradığı mutluluğu bulamayabilir. Erkek için de aynı şeyler söz konusu olabileceği gibi. Hayat zaten iki farklı insanı bir arada uzun süre sürüklemek için elverişli değildir. Aranan rutinliğin ötesinde ani kırılmalar ilişkileri yıpratabilir. Hepsini bir yana bırakarak fiziksel şiddet, psikolojik şiddet gibi mağduriyet durumlarından doğru olarak; yine bireyler karşılıklı veya tek taraflı olarak bu birliktelikten vazgeçebilirler. Bu tercih anlaşarak veya anlaşmadan da bittabi olabilir. Bunların hepsi olabilir. Pekiyi örf, adet, gelenek ya da ataerkimiz bu denk gelemeyişlere ne kadar anlayış gösterir? Bu yaşanan örnekte de beklenmedik sonuçlardan birini açıkça gözlemliyoruz. Evli bir kadın, sebepsiz veya gerekçeli olarak baba evine döndüğü için 56 ağustos-eylül 2013 bizzat babasından şiddet görüyor. Kocasının evinde şiddet görmüş ya da görmemiş olduğunu ise bilemiyoruz. Çünkü bu kadın beklenenin –ataerkil sistem tarafından- dışına çıkmıştır. Toplum için kadın “bir topak çamur”dur ve “nereye atarsan oraya yapışmalı”dır. Toplumda söylenen ve kız çocuklarına anneleri aracılığıyla dayatılan budur. Aksi şiddet ve kırılmaları beraberinde doğurmakta, değerleri çatırdatmaktadır. Aldatıldığını kabul etmeyen kadınlık Bir başka hikâye ise çocukluk arkadaşımın hikâyesi. Ufacık kız çocuklarıydık o zaman. Baskıcı bir babası, dünya tatlısı bir annesi vardı. Annesiyle sohbet etmeye doyamaz, babasını görünce köşe bucak kaçardık. Eve geç kalamaz, sokağa oynamaya çıkamazdı. İçine kapanıklığı, sessizliği ve ani tepkileri bundan olsa gerek şaşırtırdı daima çevresindekileri. Babası ona çok düşkündü. Mutlu ve çok güzel bir kızdı Elif. Şimdi onu böyle bir yazıda anlatmak çok acı. Biz koptuk, farklı mahallelerin farklı hayatlarına dağıldığımızdan belki. Öfkeden gözlerimi dolduran hikâyesini duyduğumda yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Üniversiteye okumaya gidince birini sevip evlenmiş. Ailesi başta istememiş ama o inat et- Kocasının evinde şiddet görmüş ya da görmemiş olduğunu ise bilemiyoruz. Çünkü bu kadın beklenenin –ataerkil sistem tarafından- dışına çıkmıştır. Toplum için kadın “bir topak çamur”dur ve “nereye atarsan oraya yapışmalı”dır. miş. Şimdi iki kız çocuğu olmuş. Elif, öğretmen olduğu için uzakta bir şehre göreve gittiğinde kocasıyla mesafe olarak uzak kalmışlar. Kocası da bu süre içinde kendi işyerinde çalışan başka kadınla ilişki yaşamaya başlamış. Bu olay çevrede duyulmuş. Duyulunca da aynı yerde çalıştıkları kocası iş yerinden kovulmuş. Sonra Elif’in görev süresi tamamlanınca kendi evine dönmüş. Fakat çocuklarıyla dönme hayalini kurduğu yuva onu beklemiyormuş. Bu aldatılma meselesi Elif’in kulağına gitti ve fotoğraflar gözünün önüne serildiğinde o beklenenin aksi bir tepki verdi. Kocasını terk etmedi. Hatta zaten aldatıldığını ısrarla reddetti. İlk örneğin aksine babası destek verip ayrılmasını istedi ama Elif ne ayrıldı ne de babasının evine gitti. Kocası şu an haftanın sadece bir gecesi evde kalıyor. Geceleri bir işte çalıştığını ileri sürüyor ama bir yandan da işinden kovulduğu için Elif’ten sürekli para alıyor. Elif için bu durumu hazmetmek çok kolay olmasa gerek. Peki, nedir onu bu kirli irtibatı sürüklemeye iten zorunluluk. Parasını kazanan bir kadın ama iki kız çocuğunu babasız büyütecek. Üstelik toplum tarafından bu çocuklar büyük bir baskı görecek. “Boşanmış kadın”, “kocasını elinde tutamamış kadın”, “kaybetmiş kadın” olacak o küçük şehrin, küçük mahallesinin sakinleri arasında. Her gün eve gelirken, her sabah işe giderken bir kere daha oklara hedef olacak. Öyle ya; belki zaten baba evine dönmek zorunda kalacak. Kolay mı? Ya da daha mı kolay şu an yaşadığı durumdan. Kadınların çıkışı olmayan ucu kapalı tünelleri... Kuşatıldıkları vicdansız toplumun yargıları... Bugün Türkçe’de baba iktidarından koca iktidarına boyun eğdirilene; baba ekmeğinden koca ekmeğine el açtırılana kadın denir. Kadınlara aldatılmaları normal gibi dayatıldıkça ve kadınlar toplum tarafından gereklilikler üzerine yaşayan bir cins olarak görüldükçe mutsuz annelerin yetiştirdiği sevgisiz bireyler saracak yarınlarımızı. Uyum ve denge içinde biçimlenmeyen hiçbir değer uzun süre varlığını koruyamaz. İki farklı hayat hikâyesi… İki farklı baba şiddeti… ağustos-eylül 2013 57 Gülmelek Alev NÜFUS SURETİ melek_alev@hotmail.com Kadına Yönelik Şiddet: Kandaş Grubun Namusu mu, “Benim” Cinsel Özgürlüğüm mü? İktidar bir el koyma hakkıdır. Uyruğundakilerin varlığına, ürettiklerine, emeklerine ve hatta kanlarına; yani nesnelere, zamana, bedenlere ve nihai olarak yaşamın kendisine el koyar. Şiddet ya içgüdüsel (Freud gibi) ya da toplumsal olduğu düşüncesiyle tanımlanmaya çalışılmıştır. Foucault, şiddeti iktidar ve güç ilişkileri çerçevesinde ele alıp toplumsal bir olgu olarak incelemektedir. Ona göre iktidar, eşit olmayan, devingen ilişkilerde ortaya çıkmaktadır ve her yerdedir, tüm ilişkilerde üretilmektedir, sahiplenilen, devredilen, ele geçirilen bir şey değildir. İktidar yapılanması içinde güç şiddete dönüşerek meşrulaşır, ancak şiddet iktidarın en son başvurduğu yoldur, iktidarın en ilkel biçimidir. Yani şiddet, iktidarın kendisine karşı işlenmiş bir suçun cezalandırılması olarak karşımıza çıkmaktadır1. Egemen iktidar, iktidarını sarsacak bir dav- 58 ağustos-eylül 2013 ranışı cezalandırırken halka açık olarak bedende görünür iz bırakmayı tercih eder. Böylece onuru zedelenmiş iktidar onarılır, üstünlüğü tekrardan kabul görür ve herkes tarafından tanınır. “İktidar bir el koyma hakkıdır. Uyruğundakilerin varlığına, ürettiklerine, emeklerine ve hatta kanlarına; yani nesnelere, zamana, bedenlere ve nihai olarak yaşamın kendisine el koyar2.” 18. Yüzyıla gelindiğinde artık bu şekilde bir törensellik içerisinde bir şiddet gösterisi söz konusu değildir: Herkesin gözü önünde yapılan işkence ile iktidarı onarmak yerine davranış biçimleri ıslah edilmeye çalışılır. Yani iktidar artık baskıcı değil, disipline edici, normalleştirici ve düzenleyicidir. Foucault’nun bio-iktidar olarak adlandırdığı bu yeni iktidar ilişkisi artık itaatkâr, kurallara, düzene ve otoriteye boyun eğen ve bu otoriteyi içselleştiren bireyler yaratmayı amaçlamaktadır3. Bio-iktidar iki biçimde ortaya çıkmaktadır: insan bedenini makine olarak kabul eden disiplinci iktidar ve insana doğal bir tür gözüyle bakarak nüfusu düzenleyici bir denetim kuran iktidar. Disiplinci iktidar bireylerin bedenlerini ve eylemlerini doğrudan etkilerken, toplumun refahı ve zenginliğini ve nüfusun devamlılığını hedefleyen teknolojiler bütünü olan bio-iktidar makro anlamda tüm nüfusu denetim altına almaktadır4. Bio-iktidar için tür ya da grup daha önemlidir. Biyolojik varoluşun siyasal alana yansıması olarak nitelendirilebilir. İnsan bedenine, cinselliğe, aileye, okula, orduya, fabrikalara vs. kadar yayılan bir iktidardır. Eskiden iktidar yasa ile özdeşti ancak bio-iktidarda yasa yerine normlar söz konusudur. Burjuva toplumunun bir ürünüdür ve bireyleri normlara uymaya zorlar. Bu anlamda da normalleştirici, ehlileştiren kurumlar kurar: okul, aile, ordu, akıl hastanesi gibi. Foucault bio-iktidarı modernitenin eşiği olarak kabul eder. Bio-iktidarın cezalandırma tekniklerinde ise bedensel şiddet yerine ıslah edici cezalar kullanılmaktadır. Bireyin biyolojik yaşamı bio-iktidar için önemlidir. Bu nedenle onu yok etmek yerine teşvik etmek, güçlendirmek, denetlemek, en iyi şekilde kullanmak ve örgütlemek zorundadır5. Çıplak yaşama yönelik şiddetin karşısında yer alır, bio-iktidar: Hükümran gibi öldürmez, bedenini di- siplin altına alarak yaşatır. Şiddet, hukuk disiplini ile birlikte yasa dışı bırakılır ve sadece istisnai durumlara özgü bir hak olarak formüle edilir6. Ayrıca gözlerden uzak mekanlarda ceza ve şiddet yerine bireylerin bedenleri ve eylemleri dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Sürekli gözetim altında olduklarını düşünen bireyler iktidarı içselleştirerek kendi kendilerini denetlemektedirler (Panoptikon modelde olduğu gibi). Egemen iktidar fiziksel şiddete dayandığından her yerde değildi ancak bio-iktidar yer yerde ve süreklidir. Egemen iktidarın tebaası üzerinde yaşatma ya da öldürme hakkı bulunmaktadır. Bio-iktidar ise yaşamı kutsamakta ve onu yönetmektedir çünkü egemenliğini halka dayandırmaktadır, egemen iktidarda olduğu gibi Tanrı’ya değil. Bio-iktidarın işlevi ulus-devlet olarak tabir edilen, kan, ırk, kültür, dil gibi unsurlarla tanımlanan siyasal topluluğun oluşturduğu bedeni korumak, devamını sağlamak ve geliştirmektir7. Öte yandan bio-iktidar merkez- ağustos-eylül 2013 59 NÜFUS SURETİ siz işlediğinden şiddeti uygulayanın tespiti çok güçtür. Bio-iktidar yaşamı kutsadığındandır ki modern toplumlar idam cezasını kaldırmış, intihar eden bireyleri anormal ve hastalıklı olarak kabul etmiştir. En temel norm, yaşamak ve yaşatmaktır çünkü. Bu anlamda da bio-iktidar şiddeti olarak karşımıza çıkan soykırımlar ve savaşlar, siyasal topluluğu oluşturan türün devamlılığını sağlamak için vardırlar8. Öyleyse bio-iktidar doğası gereği şiddet içermez ancak işleyişi bakımından şiddete neden olabilmektedir, diyebiliriz. Ferdi boyuttaki namus cinayetleri ile ailenin aldığı ortak karar üzerine öldürme eylemini tanımlayan töre cinayetleri kadına yönelik şiddetin bir boyutudur. İnsanın kendisine yönelttiği şiddet olan intiharı da töre ve namus cinayetleri kapsamında ele almaya çalışacağız. Namus çerçevesinde çizilen kurallar ile kadın bedeni disiplin altına alınmaktayken kadınlar da kendilerini bu kurgu üzerinden disipline etmektedirler9. Foucaultcu anlamda egemen iktidar olarak tanımlayabileceğimiz ataerkil toplumsal düzendeki kadın-erkek ilişkisinin 19. Yüzyıldan sonra sömürgeciler tarafından, kadınları akıl dışı geleneklerden (Hindistan’da sati, Afrika’da jenital kesme, çokeşlilik, Avustralya’da cinsellik içerdiği düşünüldüğü dini ritüeller vs.) kurtarmak söylemiyle birlikte kendi bio-iktidarlarını güçlendirerek, disiplin altına alınmış ve düzenlenmiş olduğunu görmekteyiz. Gelenek kelimesi ‘onlar’ kategorisi yaratarak bir öteki, bir söylem nesnesi kurgulamaktadır10. Dolayısıyla geleneğe sahip olanlarla gelenek hakkında söylem üretenler ve ona müdahale edenler arasında da ayrı bir iktidar ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Ataerkil namus kavramına yönelik cezai yaptırımlar söz konusu olsa dahi kadınlar intihar ettirilerek ya da intihar süsü verilerek aynı ataerkil namus kavramı ortadan kalkmamaktadır. Yani gelenek zamanın algısına göre dönüşmekte ve yeniden kurgulanmaktadır. Ayrıca modern kurumlar dahi ataerkil toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden üretilmesine katkı sağlamaktadırlar. Dicle Koğacıoğlu, bir çalışmasında, kan davası ve namus cinayetlerini kıyaslayarak uygulanan cezai yaptırımların cinsiyete göre nasıl değiştiğini göstermektedir. Kanunca gelenek olarak görülen kan 60 ağustos-eylül 2013 Bio-iktidar yaşamı kutsadığındandır ki modern toplumlar idam cezasını kaldırmış, intihar eden bireyleri anormal ve hastalıklı olarak kabul etmiştir. En temel norm, yaşamak ve yaşatmaktır çünkü. Bu anlamda da bio-iktidar şiddeti olarak karşımıza çıkan soykırımlar ve savaşlar, siyasal topluluğu oluşturan türün devamlılığını sağlamak için vardırlar. davası ile işlenen cinayet söz konusu olduğunda ceza ağırlaştırılırken, namus nedeniyle işlenen cinayetlerde de indirimler verilmektedir çünkü iki geleneğin hedeflediği aktörler farklıdır: İlkinde erkek, ikincisinde kadın11. Yani devlet kurumları, namusa dayalı davranışların karşısında durmak yerine onlara eklemlenmiştir. Namus kavramı, aile üzerinden kamusal alana taşınmış ve kadın bu kavramı içselleştirmiştir. Söylem üretme gücüne sahip olan iktidar (bio-iktidarın disiplin kurumları ya da ataerkideki egemen iktidarın sahibi erkek) ve onun dili cinsiyetçidir. Aynı kavram toplumsal cinsiyet anlamında farklı anlamlar ifade edebilmektedir. Namus kelimesi Türkçeye Arapça ve Farsçadan geçmiştir ve kökü eski Yunancadaki “Nomos” kelimesinden gelmektedir12. Nomos şu anlama gelmektedir: “Yerleşik hale getirilmiş herhangi bir şey, kullanım, gelenek, yasa, yorum yoluyla kazanılan herhangi bir şey, Tanrı tarafından onaylanmış bir durum oluşturan bir yasa veya kural, herhangi bir yasanın yerine getirilmesi, Tanrı tarafından onaylanmış olan uygun görülen ahlaki kural veya emir, mantığın emrettiği hareket kuralı, Musa şeriatında ve Tevrat’ta koşullara göre kanunun hacmine veya içeriğine uygun olan Hıristiyan dini ve inancı İsa’nın ahlaki öğretisini özellikle aşk ile ilgili ahlaki kuralı emreden yasa13. ” Nomos, yurt tutulan bir yerde içerisi/dışarısı, dost/düşman yani yaşamaya değer hayat/öldürülebilir hayat ayrımlarının hangi bedenlerde kurgulandığını ifade eder14. Namus ise peygamberler aracılığı ile haber verilen “ilahi yasa” olarak tanımlanmaktadır. Türkçede ise cinsel ahlak kurallarına bağlılık anlamı taşımaktadır. Namuslu erkek ile namuslu kadın arasındaki fark, ilkinin dürüstlüğüne, ikincisinin ise cinsel ahlak kurallarına uyuyor olmasına yapılan vurgudur. Namus ve erkeklik kavramları kadının toplumsal yaşamını biçimlendirmektedirler. Erkeğin cinselliğinin sergilendiği zemin olarak kadının kocasının tohumunu tehlikeye atma riski bulunmaktadır. Döllenme aracı olarak görülen kadının elinden böylece cinselliğinin öznesi olma hakkı da alınır. Bu da kadını erkeğe (egemen iktidara) ve bioiktidara (türün devamlılığı) mahkûm eder. Ulus erkek, vatan ise kadın olarak tasavvur edilir ve sınırlar namus olarak kabul edilir. Başka bir devletin ulusal sınırlara tecavüzü, başka bir erkeğin kadının ırzına geçmesine benzetilmektedir. Kadınlar topluluğun kimlik ve şerefini taşımaktadırlar. Yani kadın topluluğun biyolojik olarak yeniden üretimi çerçevesinde nesnelleştirilmekte ve namus olarak tanımlanan değerin taşıyıcısıdırlar15. Namusun sahibi ise kadının dâhil olduğu kandaş grubun kendisidir (özelde ise erkeklerdir). Öyleyse kadının cinsel bütünlüğüne yönelmiş bir saldırı onun ait olduğu topluluğa yöneltilmiş bir saldırı olarak algılanmaktadır. Böylece “ırz, kişinin cinsel bütünlüğü olmaktan çıkıp topluluğun kişinin bedeni üzerinden kendini tanımlamak üzere araçsal- ağustos-eylül 2013 61 NÜFUS SURETİ Foucault bio-iktidarı modernitenin eşiği olarak kabul eder. Bio-iktidarın cezalandırma tekniklerinde ise bedensel şiddet yerine ıslah edici cezalar kullanılmaktadır. laştırdığı bir değere düşmektedir. ‘Irzın kolektif kavranışı’ nedeniyle kişi kendi isteğiyle de cinsel ilişkiye girse ‘ırza geçilmiş’ olacaktır16.” Buradaki ırz kavramı cinsel özgürlüğü karşılamamaktadır ve ırzını koruması gereken genel olarak kadındır. Namusun görevi de kadının ırzını korumaktır. Peki, namusu hangi davranışlar kirletmektedir? Sadece bekâretin korunamaması değil, sokakta topluluk dışından erkeklerle görülmek, kadın arkadaşlarla kamusal alana çıkmak, radyoda isminin anons edilmesi, sıklıkla dışarıda görülmek de namusu kirletebilmektedir. Namusun kaybı erkeğin şerefini kaybetmesi anlamına gelir. Şeref bir kere kaybedildi mi tekrardan kazanılması gerekir. Öyleyse namusu kirleten erkek ya da kadın cezalandırılmalıdır. Namus ve şeref aynı zamanda da ırz gibi kavramlar bireysel değil kolektif anlamlarla yüklüdür: Önemli olan kandaş grubun namusu ve şerefidir17. Öldürme meşruiyetine sahip egemen iktidar namus adına öldürür. Cinsellik ve evlilik türün yeniden üretimi olarak kabul edildiğinden kolektif bir denetime tabi tutulur ve artık namus cinayetleri töre cinayetlerinin bir biçimi haline gelir. Artık töre kandaşlığın nomosudur18. Kadının doğurganlığını dipnotlar Ferda Keskin, “Foucault’da Şiddet ve İktidar”, Cogito, İstanbul, Sayı: 6-7, 1996, ss. 117-122, s. 117. 2 A.g.e., s. 118. 3 A.g.e., s. 121. 4 Gülbanu Altunok, “Şiddetin Eleştirisi Olarak İktidar: Arendt ve Foucault”, Doğu Batı (Şiddet), Ankara, Sayı: 43, Kasım, Aralık, Ocak 2007-2008, ss. 51-74, s. 67. 5 Ferda Keskin, a.g.e., s. 122. 6 Gülbanu Altınok, a.g.e., s. 66. 7 A.g.e., s. 68. 8 A.g.e., s. 69. 9 Dicle Koğacıoğlu, “Gelenek Söylemleri ve İktidarın Doğallaşması: Namus Cinayetleri Örneği”, Cogito (Feminizm), İstanbul: YKY, Sayı: 58, 2009, ss. 350-384, s. 351. 10 A.g.e., ss. 354, 355. 11 A.g.e, s. 360. 1 62 ağustos-eylül 2013 değerli kılan kadının belli bir erkeğin tohumunu güvence altına alabilme yeteneğidir. Erkeğin üreme sürecindeki rolü kutsallaştırılarak babayanlı soy dizgesi güçlenmiş ve kadının bekâret ve cinsel sadakatinin denetimi ölümcül bir nitelik kazanmıştır19. Namus adına kadınların fiziksel varlıklarına son verilirken topluluğun hafızasından da silinmektedirler: Namus cinayeti kapsamında öldürülen kadınlar için cenaze törenleri yapılmamaktadır. Mart (2013) ayında Bismil’de kayınpederi tarafından öldürülen ve ailesi tarafından cenazesi alınmayan Meltem Özdaş’ın (22) cenaze töreninin BDP’li kadınlar tarafından yapılması durumunda karşılaştığımız gibi20. Kadının yaşaması ya da ölmesine izin verme şeklinde oluşan egemen iktidar, modern toplumlarda (bio-iktidarın var olduğu) yaşatma ya da ölüme terk etme biçimine bürünmüştür. Namus söz konusu olduğunda bio-iktidarın egemen iktidar ile üst üste bindiğini görmekteyiz. Daha önce de belirttiğimiz gibi namus cinayeti suç sayılmasına rağmen zanlı ceza indiriminden faydalanabilmektedir. Devletle özdeşleştirebileceğimiz ama tam anlamıyla devleti işaret etmeyen (çünkü merkezsizdir) bio-iktidar egemenliğini ataerkine kaptırmak istemediğinden namus cinayetini suç sayar ve cezalandırır ancak yine de kendisi bu kavramın yeniden üretilmesine katkıda bulunur. Çünkü öldürülebilir hayat sadece kadınınkidir. Öte yandan, medyaya yansıyan töre ve namus cinayetleriyle birlikte törenin eleştirildiği televizyon dizileri töre kurgusunun kanıksanmasını sağlamaktadır. Öyleyse şiddeti destekleyen bir diğer kurum da şiddet üreten ve topluma şiddeti pompalayan medyadır. 12 Emine Öztürk, Türkiye’de Aile, Şiddet ve Kadın Sığınma Evleri, İstanbul: Birey, 2010, s. 104. 13 A.g.e., s. 104. 14 Pınar Ecevitoğlu, Namus, Töre ve İktidar: Kadının Çıplak Hayat Olarak Kuruluşu, Ankara: Dipnot, 2012, s. 296. 15 A.g.e., s. 279. 16 A.g.e., s. 309. 17 A.g.e., s. 339. 18 A.g.e., ss. 378, 379. 19 A.g.e., s. 433. 20 17 yaşında halasının oğluyla evlendirilen Meltem Özdaş evliliğinde sorunlar yaşadığı için kadın sığınma evine sığınmış ve boşanma talebinde bulunmuştu. Çocuğunu almak için Bismil’e gittiğinde ise öldrüldü. Bakınız: “Öldürülen kadını hemcinsleri defnetti”, Milliyet, 06.03.2013, [http://gundem. milliyet.com.tr/oldurulen-kadini-hemcinsleri-defnetti/gundem/ gundemdetay/06.03.2013/1677092/default.htm], 28 Mart 2013. Şükran Beklim A4-ANTRAKT sukranbeklim@hotmail.com Iskalanmış Barış Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938, Hanns - Lukas Hieser Iskalanmış Barış, Tanzimat’tan başlayarak İkinci Dünya Savaşı arifesine uzanan süreçte Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki Türk, Kürt, Ermeni, Rum ve Süryani etnik toplulukların kimlik inşa macerasını anlatıyor. Bölgedeki Protestan misyonlarının -giderek Batılı devletlerin politikalarından özerkleşen- etkinliklerinin bu maceradaki özel etkisine eğilerek... Kitapta, Tanzimat’ın merkezîleşme çabalarının ve Abdülhamit dönemi panislamist politikalarının Osmanlı millet politikaları üzerindeki yansıması incelendikten sonra, bölgenin bugünkü şeklini almasında belirleyici olan trajik olayların yaşandığı 1908-1938 arası dönem ele alınıyor. II. Meşrutiyet’in ilanından Dersim İsyanına kadar uzanan bu tarihsel kesitte, Jön Türk yönetimiyle ulusal Türk Devleti›nin bölgeye bugünkü etnik yapısını kazandıran icraatları tartışılırken, buradaki sürekliliklere dikkat çekiliyor. Osmanlı Devleti’nde Moratoryum 1875-1881 Rüsum-ı Sitte’den Düyun-ı Umumiyye’ye, Mehmet Hakan Sağlam Elinizdeki kitap, Düyûn-ı Umûmiyye’’nin, yani Osmanlı Borçlar Yönetimi’’nin ihdas edilmesi öncesi bir evreyi, Rüsûm-ı Sitte diye bilinen bir dönemi gündeme getiriyor. Osmanlı dış borç yanı sıra, iç borca da başvurmuştur. Ülkede orta sınıfın oluşması birikimi de beraberinde getirmiştir. Osmanlı ülkede oluşan orta sınıfı vergi kapsamına alacağına ona borçlanmıştır. Ancak iç borçlar çoğu kez “avans” niteliğindedir ve mevsimlik çözüm sunmuştur. Rüsûm-ı Sitte, iflas konumunda olan Osmanlı yönetiminin altı gelir kalemini iç borçların tasfiyesi için karşılık göstermesinin öyküsüdür. Mehmet Hakan Sağlam’’ın Tarih Vakfı Yurt Yayınları’’ndan daha önce çıkmış bulunan Osmanlı Borç Yönetimi - Düyûn-ı Umûmiyye 1879-1891, başlıklı dört ciltlik derlemesinin evveliyatını içermektedir. (Prof. Dr. Zafer Toprak, Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi, Tanıtım Yazısından) ağustos-eylül 2013 63 A4-ANTRAKT Naki Tezel’in İstanbuldan Derlediği Masallar, Ferhat Aslan İnsanlık tarihinin ilk edebî verimleri olarak nitelendirilen masallar milletlerin kültürel kodlarına yer veren anonim halk anlatılarıdır. İnsanoğlunun hayata dair hemen her duygu ve düşüncesini sembolik bir dille ifade eden masallar, kendine has kuralları olan folklorik verimlerden biridir. Masalların muhtevalarında; var ile yok, hayal ile gerçek, olağan ile olağanüstü birlikte yer alır. Bunca zıtlığın bir arada bulunduğu masalların sonunda iyiler kazanır, kötüler cezalandırılır ve mutlu sona erişilir. Böylelikle insanoğlu iyiye, güzele ve erdeme yönlendirilir. Bu kitapta; Naki Tezel’’in (1915-1980), bitmez tükenmez folklorik bir zenginliğe sahip olan İstanbul’’dan derleyerek 1936-1938 yılları arasında Halk Bilgisi Haberleri Dergisi’’nde, “İstanbul Masalları” adı altında yayımladığı 72 masal incelenmiştir. Türklerin Rumeli’ye Vedası, Ellis Ashmead Bartlett Balkan Harbi, ülkenin Rumeli’ndeki topraklarını kaybetmesi ve neredeyse Avrupa kıtası ile bağlantısının kalmaması noktasına gelmesi itibariyle önemli bir kırılma noktasıdır. Altı asırlık çınarın, “küçük” gördüğü ve ciddiye almadığı Balkan ülkeleriyle yaptığı savaşta kısa sürede ciddi bir mağlubiyet alması “utanç verici” olarak görülmüş ve “Balkan Hacâleti” olarak isimlendirilmiştir. 20. yüzyılın ilk döneminin önemli savaş muhabirlerinden olan Ellis Ashmead-Bartlett, Balkan Harbi’ni yerinde ve Osmanlı ordusu tarafından gözlemlemek üzere ülkemize gelmiş bir gazetecidir. Bu kitap, onun savaş boyunca aldığı notlar ve yaşadıklarını içeren, o günleri anlamamıza ışık tutacak nitelikte önemli bir hâtırat.