PKK Cumhuriyeti ve AK Parti
Transkript
PKK Cumhuriyeti ve AK Parti
PKK Cumhuriyeti Faruk Arslan 1 İçindekiler Önsöz ............................................................................. 27 Giriş PKK Cumhuriyeti ........................................................ 27 Birinci Bölüm Yeşil’in Pkk Macerası .................................................... 27 İkinci Bölüm Gayretullah’a Dokunur Zulüm ....................................... 27 Üçüncü Bölüm Pkk Dolu Rüyalarım ....................................................... 27 Dördüncü Bölüm Pkk’lı Çocuk Askerler .................................................... 27 Beşinci Bölüm Zerdüştlük Özentisi ........................................................ 27 Altıncı Bölüm Pkk’ya İhale Edilen Yeni Görev .................................... 27 Yedinci Bölüm KCK: Paralel Devlet ....................................................... 27 Sekizinci Bölüm PKK’yı Ancak Kürt Aydınları Bitirebilir ....................... 27 Dokuzuncu Bölüm PKK Başarabilir mi? ...................................................... 27 Onuncu Bölüm PKK ve KCK Nereye Koşuyor? ..................................... 27 Son Söz: Kardeşiz .......................................................... 27 2 FARUK ARSLAN Kimdir? Toronto’da York Üniversitesi’nde Liberal Sanatlar ve Profesyonel Eğitimleri Honour Sosyoloji alanında mezun oldu . Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Sosyal Hizmetler, Gazetecilik ve İletişim alanlarındaki yüksek öğrenim kursları için öğretim üyesi ve sosyal araştırma uzmanıdır, lisans ve lisanüstü eğitim alan öğrencilere Kuzey Amerika Eğitim sistemine uygun konsept ve kalitede yüksek eğitim ve öğretim modeli sunmakta, kitap, makale ve şiir yazmakta, seminer ve konferanslar vermekte, aynı zamanda sosyal sorunlarda danışmanlık hizmetleri önermektedir. Toronto Belediyesi’nin Sosyal Planlama Departmant’ının Yeni Gelen Kadınlar Merkezi ile ortaklaşa yürüttüğü ‘Kazanım’adlı projede Sosyal Araştırmacı, Sosyoloğdur. Kanada’nın Wilfred Laurier Üniversitesi Social Work Fakültesinde Master of Sosyal Work yapmıştır, Pskikoloji Uzmanı olarak Kanada devlet kurumunda psikoterapist olarak görev yapmaktadır ve Wilfred Laurier Üniversitesi’nde Öğretim Görevlisidir. Kısa adı MANA (Media Asembly of North America) olan Kuzey Amerika Medya Birliği’nin kurucu başkanı ve halen genel sekreteridir. Kanada’da yayınlanan Canadatürk ve Çorum yerel gazetesi Türkiye’de Manşet’de köşe yazarıdır ve Kanada Türk Ticaret Odası’nın Business Platform adlı İngilizce haber bültenini Genel Yayın Yönetmeni olarak çıkartmaktadır. Kanada’nın Ontario Eyalet’inde Kayıtlı Sosyal Hizmetler görevlisidir (Registered Social Worker). 3 Arslan, 12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. Alanya nüfusuna bağlı olmakla beraber aslen Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan 1986′da mezun oldu. Sağlık Astsubay Sınıf Okulu’dan mezun olmaya 3 ay kala 1987′de ayrıldı. Azerbaycan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi ve Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de ‘Uluslararası Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal Toplumcu’ diploması ile mezun oldu. Toronto Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı devlet okullarında Toronto ve Kitchener’da talep kadrolu öğretmen olarak Türkçe dersleri vermektedir. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği, Kanada Etnik Gazeteciler Derneği ve Ontario Sosyal İşçiler Koleji ile Derneğinin üyesidir. Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik ve akademik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi biliyor. GAZETECİLİĞİ Orta Asya’ya Zaman gazetesini kurmaya 17 Şubat 1992′de giden 19 kişilik ilk ekibin içinde yer aldı. Azerbycan Zaman’a bölge büroları kurma görevini 1995′e kadar yürüttü. Aynı zamanda Azerbaycan Zaman’da haber ve yazı dizisi yazmaya başladı, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından takip etti. 1995 ile 1996 arası Azerbaycan Zaman’da aktif gazeteciliğe yoğunlaştı. Hazar’ın enerji rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı. Azerbaycan Zaman Gazetesi’nin her biriminde dağıtımdan 4 reklama, bürolar, matbaa gece sorumluluğundan, muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığına kadar her alanında yaptı. 1995 ile 1998 arası CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. Üç yıl arka arkaya en fazla haber yazan CHA muhabiri ödülünü aldı. 2 yıl süresince Türkiye’de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı köşeyi yazdı. Azerbaycan’da yayımlanan 60 bin tirajlı ilk çocuk gazetesi Tomurcuk’un kurucularından oldu. Ersin Demirci yönetimindeki Azerbaycan Zaman’da ülkenin en popüler yazarları Bahtiyar Vahapzade ve Rafael Hüseynov’u, en iyi televizyon gazetecisi Gulu Muharremli ve daha on meşhur yazarı köşe yazısı yazmaya ikna etti ve yazarlar sorumlusu oldu. 1997′de Azeri başyazarlardan Rafael Hüseynov ve rahmetli Bahtiyar Vahapzade’nin ortaya attığı Avrasya Diyalog Platformu ve Dergisi köprüsü önerisi ve Avrasya oluşumunun Eylül 1999′da Bakü’de yapılan ilk kuruluş toplantısında hazır bulundu. Ağustos 1998′den itibaren Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara’da diplomasi, ‘Yurtdışı Baskılar’, dış politika, enerji ve başbakanlık muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan Zaman’lara yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Kırka yakın ülkeyi gazeteci ve fotoğrafçı olarak gezen Arslan, dış politika, diplomasi, Türk dünyası, Rusya, Almanya, Orta Doğu, Avrupa Birliği ve enerji politikaları konularında uzmanlaştı. 2000-2001’de Kanada Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlendi, Toronto muhabiri olarak çalıştı. Kanada Türklerinin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise’ı kurdu ve bir yıl boyunca editörlüğünü yürüttü. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Muhsin Yazıcıoğlu’nun kurduğu Büyük Birlik Partisi’nin 5 yayın organları Gündüz, Muhalif, Gelecek Gazetesi, Hür Gelecek gazetelerinde Türkistan adlı köşeyi yazdı. 2008 başından itibaren ise Alperen Ocakları’nın online medyası olan Milli Ocak haber portalında 9 yıllık müstear dönemine son vererek kendi ismiyle 2011 yılına kadar köşe yazısı yazdı. 2004 yılllarında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayınlandı. 2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan Canadatürk’te aralıksız olarak, 2006’dan beri Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde köşe yazarlığı yapıyor. 2000’den 2006′ya kadar aralıksız her gün makaleler yazarak, sonsaniye.net gibi çeşitli İnternet medyasında köşe yazılarıyla haberciliğini sürdürdü. KİTAPLARI Ergenekon örgütünü tüm yönleriyle 2001′den beri sık sık yazan ve ortaya çıkartan ilk gazetecidir. 2005 yılında yazdığı ‘Vadi’nin Şifresi Çözülüyor’ adlı kitabı, eski Ergenekon’dan yeni Ergenekon’a geçilen süreci deşifre ettiği için Ergenekon çetesi tarafından toplatılmıştır. Ergenekon’un karakutusu Tuncay Güney’i ilk defa Toronto’da bulan, röportaj ve haberleriyle 2006 ve 2007 yıllarında meşhur eden isimdir. Ölüm kuyuları ve Asit kuyuları olarak bilinen JİTEM kuyuları, Arslan’ın Karakutu Tuncay Güney kitabında verilen bilgiler savcılık tarafından ihbar ve delil kabul edilerek açılmıştır. Halen Mason Bektaşiler kitabı, ABD, İngiltere ve Türkiye’de üniversitelerde doktora tezi konusu olarak incelenmektedir. Hazar’ın Kurtlar Vadisi kitabı, Türkiye Enerji Bakanlığı tarafından en değerli enerji araştırması olarak taltif edilirken, Türkiye’de Bakü Ceyhan petrol boru hattı ve Kafkasya ve Azerbaycan’da Hazar bölgesinde enerji politikaları konusunda master ve doktora 6 yazan öğrencilerin ana kaynak eseri oldu. Arslan, 4 Kasım 2000’den beri Kanada’da ikamet ediyor. Bu süre içinde Türk vatandaşlarının yararlandığı sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak görevler aldı. Sunrise Eğitim Vakfı’nda Kasım 2000’den Ağustos 2003’de kadar Türk toplumunun eğitimsel, kültürel, dini ve sosyal etkinliklerini organize etti, bülten çıkardı, toplumun sosyal sorunlarıyla sosyal toplum görevlisi olarak ilgilendi. Yayımlanmış Eserleri: Matrix’in 11 Eylül Kurgusu, Q-Matris Yayınevi, Nisan 2004. Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları, Karakutu Yayınları , Nisan 2005, Ağustos 2006. Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu, Karakutu Yayınları, Nisan 2005. Petrol Satrancı, Lulu Publisher, Nisan 2006. Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada, Lulu Publisher, Haziran 2006. Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi, Karakutu Yayınları, Kasım 2006. Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi, Karakutu Yayınları, Aralık 2006. Vadi’nin Şifresi Çözülüyor,Evreca Yayınevi, Temmuz 2005. Toplatıldı. 7 Kurtlar Vadisi Fenomeni, Lulu Publisher, Eylül 2006. Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney, Karakutu Yayınları, Kasım 2008. Mason Bektaşiler, Karakutu Yayınları, Nisan 2009. Mayıs 2010. Van Gölü Canavarı JİTEM. Lulu Publisher, Mayıs 2011. Gurbette Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj. Lulu Publisher, Haziran 2011. Türkistan ve Ötesi, Gezdiklerim, Gördüklerim. Lulu Publisher, Temmuz 2011. Biladı Ekrad Kürdistan, Nisan 2014. Öteki Adam Yayınları. Teşkîlât-ı Ergenekon, Lulu Publisher, Ağustos 2011. Tevhid Eri Barnaba, Öteki Adam Yayınları, Ağustos 2014. PKK’nın Çocuk Askerleri, Öteki Adam Yayınları, Haziran 2014. 8 Önsöz Ergenekon, AK Parti ile anlaşma yapıp Hizmet Hareketi’nin ‘paralel devlet’ yalanıyla hedef haline getirirken, Kürt sorununda devlet ayarlarını da 1993 dönemine döndürdü ve asıl paralel devleti MİT eliyle kurdurdu. Dağa çıkartılan ortaokul ve lise çağındaki 2350 çocuk, üniversitelerden toplanan toplam 6 bin yeni genç militan adayı çocukla herhalde barış sürecine katkı hazırlığı yapmıyorlar. Son bir yıldır daha fazla dağa çıkanlar, daha fazla çocuk kaçırmalar oluyor. PKK terör örgütüne halk desteği bilinçli olarak arttırıldı. PKK’nın barış adı altında tek muhatap yapılmasını Türk milleti af etmeyecektir. Eğer gerçekten bir barış süreci olsaydı, dağdan terörist inseydi, elimizden gelen herşeyi yapmaya hazırdım. Ancak görünen köy kılavuz istemiyor, 2012’de bitirilen PKK canlandırıldı, 6 bin genç dağa zor kullanılarak kaldırıldı. Ülkemize çok pis bir oyun oynanıyor. Birileri AK Parti’yi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olma hırsını kullanarak PKK terör örgütünü güçlendirdi, bunun adına da ‘çözüm süreci’ dedi. Gördük ki barış yok, tam tersine topyekün bağımsızlık savaşı için ciddi bir hazırlık yapılıyor. Barış süreci çoktan kördüğüm oldu ama kime gam! Terör örgütü yol kesiyor ve devlet açamıyor yolu. 16 askerimiz yaralandı, kimsenin umrunda değil. Bu süreçte AK Parti milleti kandırdı. Kütahya Bağımsız Milletvekili, eski AKP’li İdris Bal, 2013 yılı Mart ayında hazırladığı terör raporu ile terör örgütünün güçleneceğini ve 9 meşrulaşacağını ifade ettiğini ve hükümeti uyardığını hatırlattı. Nitekim öyle oldu, PKK mahkeme kurdu, vergi topluyor, askere adam alıyor, infaz yapıyor. 1993’deki gücüne ulaştırıldı. Ahir zamandaki kıyamet savaşı sanki kurgulanıyor. PKK il görüşmeleri artık Hükümet adına üç bakan Beşir Atalay, Bekir Bozdağ ve Efkan Ala yürütüyor. Erdoğan’ın Öcalan ile Mudanya’da gemide yaptığı yüzyüze pazarlıkta özerklik vaadinde bulunduğu ileri sürülüyor. Öcalan, aynı gemide CIA ve MOSSAD yetkilileri ile de görüşmeler yaptı. Bu sır saklanıyor. Bu feryada kim kulak verecek bilmiyorum, sanki bir savaş varmış gibi 6 bin üzerinde gencin dağa gönderildiğini kaçırılan çocukların aileleri söylüyor. Diyarbakır’da PKK’nın kaçırdığı çocuklarının geri getirilmesi için 2014 Haziran'ında oturma eylemi yapan aileler, 6 binin üzerinde üniversite ve lise öğrencisiin dağda olduğunu teyit ettiler. 1993 sisteminde Ergenekon’a çalışan komutan ve polisler, PKK ile ortak yürüttükleri uyuşturucu ticaretini milyarlarca dolara çıkarmışlardı. Şimdi o günlere geri dönüyoruz. Örtbast edilen KCK soruşturmasında tutuklanıp serbest bırakılan 2000 kişiden 500′ünün MİT görevlisi Özel Harp elemanı olduğunu unutmayalım. Savcı Zekeriya Öz, Panzehir belgesinde ortaya çıkan gerçeğe göre, Özel Harbin en iyi subaylarının KCK’da üst düzey komutan olduğunu twitter’dan yazdı. Çocukları onlar eğitiyorlar. Dört ülkede Büyük Kürdistan kurdurulması ihalesi verilen MİT ama bunu yapacak KCK tüzüğünü yazan Alman BND’den Prof. Ude Steinbech olduğunu biliyoruz. Öcalan ile Ankara arasında arabuluculuk yapabilirim önerisini 1993′de yapacak kadar Öcalan ile sıkı fıkı dost olan Stein10 bech, 1994’den beri ülkemize giremiyordu, yasaklıydı. Peki, neden şimdi Alman Ergenekonu Kılıç’ın lider isimlerinden Steinbech ile Ergenekon tekrar işbirliğine başladı? Neden MİT’in yardımıyla Kuzey Suriye’de Kürt devleti kuruldu? Orada gerçek bir devlet yapılanması var. KCK’yı organize eden MİT, MOSSAD, CIA ve BND konsorsiyumudur. ‘Absürt Cemaatın polisi’ yaftasıyla Türk polisinin Kürt sorununda bertaraf edilmesinden sonra sıra Türk ordusuna geldi. Bu CIA, BND ve MOSSAD planıydı, uyanalım ve büyük oyunu artık görelim. Sözcü gazetesi, Öcalan ile anlaşan Erdoğan’ın Türk askerini Güneydoğu’dan geri çektiğini yazdı, Jandarma’nın yapısı da değişiyor. Yerel yönetimlere kendi güvenlik sistemini, polis ve ordusunu kurma yolu açılıyor. Peki, Türk polislerinin Kürt sorunu çözümünde elimine edilmesi kimin planı olabilir? A) Dış Güçlerin B) Erdoğan’ın C) Ergenekon’un D) CIA, BND ve MOSSAD’ın! E) Hepsinin. El Cevap: Hepsi. Dağa kaçırılan Kürt çocuklarının son bir yıldır İstanbul varoşlarından toplandığını öğrendim. Polis Akademisine fesat yuvası diyen acaba bir müstamleke gazetesi mi, yoksa Türk medyası mıdır? O halde Polis Akademisini kaldırmak isteyenlerde dış güçlerdir! Madem doğuda silahların gölgesi kalkmadı, 2350 çocuk dağa militanlık için çıkarıldı, bu barış süreci neye hizmet ediyor? Yoksa tek amaç başından beri özerklik miydi ve Erdoğan buna onay mı verdi? Şırnak Valisi, yol kesenlere engel olacağına barış için Erdoğan’a ve bu konuda ciddi gayretleri olan Abdullah Öcalan’a minnetdarlığını sundu ve barış sürecini takdirle karşıladı. Eskiden Osmanlı da 11 şekavet ehliyle arasıra masaya oturur, pazarlık eder, hatta Celâli reislerine olduğu gibi paşalık bile verirdi ama işin cılkını bu denli çıkarmadılar! Barış sürecinin suyu çocukların dağa kaçırılması ile çıktı. Erdoğan, yol kesme ve çocuk kaçırma işini de Öcalan’a çözdürüp, sakın ola aralarında Mudanya’da gerçekleşen skandal özerklik pazarlığını örtbastı için PR yapmaya çalıştı! Barış sürecinin devam edemeyeceğini fark etti. Unuttukları bir gerçek vardı: Çocuk hakları. Sierra Leone iç savaşında çocuk asker kullandığı için eski Liberya Devlet Başkanı Charles Taylor uluslararası mahkeme tarafından savaş suçlusu ve insanlığa karşı suç işlemekten 2012’de suçlu bulundu. Benzer suçu Öcalan ve komutanları kırk yıldır işliyorlar. Utanmadan birde milletvekili olmayı umuyorlar. PKK’nın çocuk askerleri suçu, Kandil’in komutanlarını ömür boyu parmaklıklar arkasına gönderir, ülkemizde bugün olmasa bile yarın elbet Avrupa’da hapise sokmaya yeterde artar bile… İşte PKK’nın Çocuk Askerleri kitabımı, yakın gelecekteki savcıların dikkate alması için delil niteliğinde bir suç duyurusu yapmak için yazdım. Zulme uğramış Kürtlerin demokratik haklarına saygı duymak başka şey; yol keserek, çocuk kaçırarak devlete şantaj yapmak çok daha başka. Çocukları, ölüm makinesi haline getirdiler. Kendi yayın organlarında propagandasını yaptılar. PKK’nın bugün yarısı çocuk, ders sırasından, oyundan alınıp militan yapıldılar. Abdullah Öcalan ve diğer PKK liderlerinin sonu Nazi subayları gibi, tıpkı Charles Taylor gibi mi olacaktır? Olmalıdır… Kürt sorununda akıl tutulmasına son verilerek nihayet Osmanlı formülüne geri dönüldüğü yanılsaması 21 Matt 2012’den itibaren PKK elebaşısının Nevruz 12 konuşması ile oluşturuldu. Silahların gölgesi kalkıyor ve millet sisteminin öngördüğü haklar güya Kürt toplumununa veriliyordu. Ancak PKK Cumhuriyeti mi kuruluyor sorusu kafaları karıştırıyordu. Beklentiler çok yüksekti. KCK’nın kurduğu paralel devlet yapılanması ve açılan dava ne olacak, PKK’lılar gerçekten silah bırakacak mıydı? Terör sorunu bitiyor mu, yoksa ayrılıkçı terör siyaset ile ülkemizi bölmeye mi çalışıyordu? Maalesef olmadı. PKK, bu süreçten güçlenerek çıktı, çıkıyor. 18 Ekim 1525 tarihli Kanuni Sultan Süleyman’ın fermanında egemenlik alanı dile getirilirken Kürdistan ifadesi kullanılıyordu. Türk milliyetçileri Kürdistan kelimesi tabusunu artık yıkmalıydı. Bilad-ı Ekrad: Kürt diyarı demektir. Bu isimle bir kitap yazarak barıştan yana olduğumu vurguladım. Kürdistan, tarihi bir realite ve gerçekliktir. Kürt sorunu, aslında II. Mahmut’la (18081839) başlayan modernleşme ve merkezileşme çalışmaları sırasında, Kürt bölgelerinin özerk statüsü kaldırılmasıyla başlamıştır. Dörtyüz yıl boyunca Kürt beylerinin yönettiği Van ve Diyar Bekir adlı iki ayrı vilayete bağlı sancaklar, aşiretlere verilmiş emirlikler, tımara verilmiş otonom bölgeler vardı. Musul ana eyaletti. 19. yüzyılın ikinci yarısında tapular dağıtıldı, bazı şeyhler ve ağalar aslan payını aldı, zulüm, adaletsizlik arttı. Önce Ermeniler isyan etti. İsyanların ardı arkası kesilmedi. Osmanlı’nın Kürt beylerini yenilgiye uğratması ve bu Kürt Emirliklerini ortadan kaldırması beklendiğinin tersine, bölgedeki kontrolünü kolaylaştırmamış, ortaya çıkan yüzlerce başı boş aşiret nedeniyle zorlaştırmıştır. PKK, son Kürt isyanıdır. İngilizlerin ünlü yazarı William Şekspir, “beklentisi yüksek olanların kalplerinin kırılması kaçınılmazdır” mealinde kelam etmiş vaktiyle. Beklentisizlik Sufi İslam kültürünün de ana eksenidir. “Terki dahi terketmek” Nakşilerin dillere pelesenk sözüdür. Toplumu beklenti 13 içine sokmak ürkütücüydü. Kamuoyuna aşırı pompalanan barış umudu soruna vakıf her aydını korkutuyordu. “Balon patlayacak ve düş kırıklığı yaşıyacağız” diye endişeliyim. PKK’dan ayrı düşünülemez hale getirilen Kürt sorununda inisiyatif PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın cebine kondu. Gerçekten ilk defa milli bir süreç mi yürütüyoruz? Yoksa stratejisi yıllar öncesinden yazılmış bir filmin kusursuz tiyatrosu mu seyrettiğimiz? Öcalan’ın müdafaasına soyunduğu ve mesajının içinde iki kere tekrarladığı “Misak-ı Millî davası” yeni dönemin önemli işaretlerinden biriydi. 21 Mart 2013 Nevruz’unda kullandığı barış dili nedeniyle yüceltilen Öcalan’ın sızdırılan İmralı tutanaklarındaki firavun kişiliği unutuldu. Öcalan’ın konuşmasını sanki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorunu Başdanışmanı, AK Parti Milletvekili Doç. Dr. Yalçın Akdoğan yazmıştı! Daha 2012’de MİT’in işgüzarlığı ile 4. Zerdüşlüğe soyundurulan Öcalan, bu sefer yıkılması mümkün olmayan bin yıllık İslam kardeşliğinden dem vuruyor. Gelde samimiyetine inan! ‘Sulhda hayır vardır, hayır sulhtadır’ çıkışıyla önalan Fethullah Gülen Hocaefendi olmasa pek çoğumuz bu suni sürece güvenmeyeceğiz. Zaten cesaret edip, risk alıp başka konuşan ne cemaat lideri var nede konuşan gerçek Kürt kökenli sivil akil adamlar. PKK’nın silahlarının gölgesi, korkusu devam ediyor. ‘Zamanı doğru okumak’tan söz ediyor Öcalan. Kendi ‘okumasına’ göre mevcut koşullar ‘silahlı mücadele’ döneminin bittiğini söylüyor. Öcalan biliyor ki ya gelişen koşullara kendini uyarlayıp barış yapacak ya da Kürt siyasal hareketi toplumdan, bölgeden, dünyadan kopup, yok olmasa bile marjinalleşecek. Irak Kürtleri devlet olurken, Suriye Kürtleri Esed’e karşı dünya ile birlikte hareket etmeye başlamışken PKK’nın silahı, Öcalan’ın ve Kürt siyasal hareketinin sırtında bir yük. Çözüm süreci, bu 14 anlamda genel Kürt siyasetinde Öcalan’ın ‘küllerinden doğma’ girişimi. PKK Cumhuriyeti’ne giden yol tavizkar olmasını gerektiriyor. Öte yandan on yılı aşkın bir süredir Kürt sorununa yönelik atılan adımlar, inkâr ve asimilasyon politikalarına demokratikleşme, çoğulculuk, dindaşlık ve stratejik ortaklık adına son verilmesi karşısında ‘silah’ anlamlı bir tavır olmaktan zaten çıktı. Buna paralel olarak 2007’den itibaren Kürt siyasal hareketinin Türkiye siyasetine Meclis üzerinden entegre olması PKK’yı iyice anakronistik hale getirdi. KCK yapılanması PKK’nın silahlı mücadeleden, silahların gölgesinde siyasal sürece katılma ve siyasal aktöre dönüşme arayışını yansıtıyordu. Sonuçta, uzun zamandır PKK’nın silahlı mücadelesini gerektirecek, haklılaştıracak bir durum kalmadığı ortadaydı. Öcalan bunu Nevruz konuşmasında itiraf etti. Şimdi sorun; işi, işlevi biten PKK’yı ne yapacağıydı. Öcalan ‘yeniden doğmaya’ çalışırken Kürt siyasal hareketine ‘kaybetmediniz, başardık’ mesajı veriyordu. Türklere ‘İslam bayrağı’ altında toplaşmaktan, birlik ve beraberlikten, kardeşlik hukukundan söz ediyordu. ‘Yeni Türkiye-Yeni Ortadoğu’ sözleriyle iktidar partisine ‘ortak vizyon’ mesajı gönderiyordu. Yani ciddi ciddi ‘siyaset yapan’ bir Öcalan vardı Nevruz miladı ile karşımızdaydı. Gerçekten samimiydi? Ayrıca, Marxist-Stalinist bir jargondan ‘medeniyetçi’ bir dile sarılmıştı. Bu toprakların medeniyet birikimine ve vizyonuna dayanan bir ‘yeni model’ arayışından söz ediyordu. ‘Özüne ve aslına dönen Anadolu ve Kürdistan halkı’ için ulus devlet ötesi, yerli, medeniyetçi bir model… Bu arada Kürt sorununa aşırı milliyetçi yaklaşan Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde kim kahraman, kim hain belirlenemez, seçilemez hale geldi. Bağımsız 15 ülkücülerden, MHP’lilere, Solcu Kemalist CHP’lilerden Ergenekoncu askerlere kadar herkesin ne yazdığını okuyorum, izliyorum. Silivri mahkumu Hasan Atilla Uğur gibi 2004 yılına kadar İmralı ile görüşmeleri yürütmüş bir Özel Harpçi doğal olarak kişisel sitesinden ateş püskürüyordu. Doğu’da ömrünü PKK ile savaşarak geçirmiş nice subay ve astsubaylarımız, boşuna harcanan yılları ve emekleri içine sindiremiyor ve süreci hainlik olarak lanse ediyor. “İmralı’ya heyet, Ergenekon’a müebbet” diyerek paradoksu göze sokuyor ve elbette serbest kalmayı umuyorlar. Darbecilerin PKK üzerinden duygu sömürüsü yapmalarına alışmalıyız. Ancak tüm gücü PKK’ya vermek mantıklı mı? PKK içinde değişik kollar bulunuyor ve hepsinin Öcalan’ın ruhani önderliğine sonuna kadar sadık kalacağı şüpheli. Kandil Lideri Murat Karayılan, aynı zamanda KCK denilen paralel devlet yapılanmasının da başkanı idi, bu görevi 2013’de Cemil Bayık’a teslim etti. Polis güçlerinin 2010 ile 2012 yılları arasında kan kusturduğu yapılanma dolayısıyla hapiste ve yargılanan on bin kişi var. Karayılan, sürece bu tutukluların serbest bırakılması ve davanın düşmesi beklentisi ile ses çıkartmıyor. Bayık ise açıktan sert mesajlar veriyor. PKK’lıların silah bırakmadığını dile getiren Karayılan, güçlerinin Kuzey Irak’ta Barzanilerle olan limoni ilişkilerini çözmesi için Ankara’dan beklenti içinde. Suriye Kolu lideri Bahoz Erdal, AK Parti’den hiç hoşlanmıyor, Kürtleri Zerdüşt yaparak İslam’dan kopartma beklentisini karşılamayan APO’ya kızgın olmalı. Mehdi Zana, İsveç’te Leyla Zana Türkiye’de Mazdek takılanlardan. Ezberlerin bozulmasından rahatsızlardır. Avrupa PKK Lideri Zübeyir Aydar’ın dedesi Nakşi tarikatı şeyhi ve AK Parti’nin süreçte en güvendiği isim. Yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK, bu geliri kaybetmekten korkuyor ve Türkiye’ye paraların kaçak 16 sokulmasına izin verilmesinin beklentisi içinde. Fransa’da açılan dava ve 2009’dan beri Almanya’ya gönderilen Türk polisinin resmen orada görev yapması canlarını sıkıyor. Almanya’da çalışan 81 MİT görevlisi ile araları iyiydi, şimdi ‘nereden çıktı bu dindar polisler’ diyorlar. Son üç yıldır polisin yaptığı uyuşturucu operasyonları ile para damarlarının kesilmesinden hoşnut değiller, nefes almak istiyorlardı. 2. Kürt açılımı sayesinde 50 milyar doları bulan uyuşturucu ve haraçtan gelen paralar yatırımlar adında bölgeye akacaktır. Avrupalı zengin PKK’lılar kapitalist ve saygın iş adamları olma beklentisindeler. Terörist olarak artık anılmayacaklar, siyasetçi olacaklar. Silah baskısı olmayan bir atmosferde PKK’ya sıcak bakmayan çoğunluk Kürtler daha net konuşur. İşte o zaman gerçek barış ortamı doğar ve demokrasiden bahsedebiliriz. Kanada’da yaşayan PKK’lılardan edindiğim izlenim, “emellerine ulaşmak için gerekirse şeytanla yatağa girmekten çekinmeyiz” tavırları oldu. Bu nedenle birbiri içine geçmiş dış ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından kullanılan bir terör oyuncağına çevrildiklerini kabullenmiyorlar. Ya bunu strateji, oda olmadı zorunluluk gereği şark tilkiliği olarak yorumluyorlar. Haraç toplayan, yüklü uyuşturucu ve kaçakçılık geliri olan PKK’nın lordları aslında asla çözümden yana değiller. Normal hayata dönmek stres yapıyor. Osman Öcalan’ın sivil dünyaya atılması ve yaptığı işi batırması, dağdaki ve şehirde ayak işleri yapan militanlara kötü örnek oldu. Kandil patronları normal hayata dönerse koca birer hiçler olmaktan çekiniyorlar. Haksızda değiller, silahsız onları kimse takmaz. Bu süreçle birlikte 15 yıldır İmralı’da tutulan Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşması Kürt sorununun çözümü konusunda paradigmaları değiştirir. Öcalan’ın kendi özgürlüğü peşinde olması gayet normal. 17 Peki kullandığı çocuk askerler nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yargılanması gündeme gelebilir mi? Gelir. Bu, PKK’nın tamamen silah bırakmasına ve ilan edilecek genel affın sınırlarına bağlı. Yoksa İmralı konuğu ömrünü bir Avrupa hapishanesinde tamamlar. PKK, barış görüşmeleri sayesinde yakın bir gelecekte ABD ve Avrupa’nın ‘terör örgütleri listesinden’ çıkabilir. PKK, böylece Filistin Kurtuluş Örgütü muamelesi görebilir. Misakı Milli’den bahseden Öcalan, Musul ve Kerkük’ü altın tepside Ankara’ya sunarsa milletvekili olmayı bekleyecektir. Bu arada KCK ve PKK’nın Türkiye’nin siyaset sahnesinde özgürce kendisine yer bulmasını talep ediyor ki, bunu söke söke alacaktır. Sürecin henüz kamuoyu hazır olmadığı için söylenmeyen kısımları elbette vardır. Mesela çıkartılacak genel afla ‘Apo’ dâhil eli kanlı PKK’lılar şehirde siyaset yapacak ve milletvekili olabilecektir. Yerel yönetimlerin yetkileri artacak ve Kürt bölgesi ilan edilmemiş kültürel özerkliği yaşayacaktır. 4. yargı paketinin amacı zaten hem KCK’lıları hemde Ergenekoncuları serbest bıraktırmak için hazırlandı. Böylece hem PKK hemde Ergenekon “terör örgütünün propagandasını yapan, örgütlerin bildiri veya açıklamalarını basanlara veya yayınlayanlara ceza verilmesinde, ‘cebir, şiddet veya tehdit içeren yöntemleri meşru gösteren, öven ya da bu yöntemlere başvurmayı teşvik etme’ şartı getiriliyor. Bunun anlamı şiddete, teröre çağrı yapmamış pek çok KCK ve Ergenekon tutuklusunun serbest kalmasını sağlayacaktır. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 30 Eylül 2013’de açıkladığı demokrasi paketinde ana dil hakkının teslim edilmesi önemli bir adımdı. Anadilde eğitimde Kanada’da yıllardır sadece özel sektör tarafından değil devlet tarafından da desteklenir. 20 öğrenci bulursan, bu sınıfa devlet okulunda öğretmen atamak ve maaşını vermek devletin görevidir. Henüz bu noktaya gelmedik ama iyi bir başlangıç yapıldı. Bu alanda 18 ideali bulmuş, Norveç, İsveç ve Kanada’yı 31 yıl geriden takip ediyoruz ama olsun, niyet önemlidir. Demokrasi paketinde en fazla beğendiğim karar nefret ve ayrımcılığın artık suç haline gelmesi oldu. 1982’de kabul edilen Kanada anayasasında yer alan temel özgürlükler, dünyanın en özgür demokrasi paketidir. İnsan Hakları Bölümü’nde yer alan temel insani haklara karşı işlenen suçlar içinde nefret ve ayrımcılık ayrıca ele alınır. Bu iki suç konusunda çok ciddi yaptırımlar kanunlarla desteklenmiş, sözde kalmamıştır. Bir Kanadalıya, ırkçılık, nefret veya ayrımcılık suçu işliyorsun derseniz ödü kopar. Şikayet ederseniz davası çok ciddi görülür, Kanada başbakanı bile olsa yargıda hesap verir ve mutlaka ceza alır. Devlet memuru ise işten atılır ve bu suçu işleyen biri olarak ömür boyu, hayalet gibi yaptığı vahim hata onu takip eder. Dolayısıyla bu suçları işlemeye kimse cesaret edemez. Pek çok Kanadalıyı bu iki sihirli kelime ile titrettiğimi ve kendilerine getirdiğimi hatırlıyorum. Avrupa’da artan ırkçılık, nefret ve ayrımcılık suçları o halde neden ve nasıl oluyor dediğinizi duyar gibiyim. Suça maruz kalanın duyarsızlığından oluyor. Kanun karşısında hakkını arasa suçu işleyenler veya işlemeyi aklına getirenler titrer. Bu bilinçin yerleşmesi elbette zaman alacak ama yerleşmesi imkansız değildir. Eski Türkiye’de medyada Kürtler, azınlıklar, gayrimüslimler ve “biz”den olmayan herkes namlunun ucundaydı. Bundan sonra medya bu suçu serbestce işleyen muhabir ve yazarlarını kontrol etmek zorunda veya en azından bir uzman çalıştırmalı ki suç işlemesinler… Türkiye’nin son yıllarda sıklıkla tanık olduğu linç girişimlerinin ardındaki düşmanlığın beslenmesinde medyanın rolü büyük. Gerek nefret söylemi içeren ve hedef gösteren açıklamaları haberleştirme biçimiyle, gerek köşe yazarları ve yorumcuları aracılığıyla önyargıları körükleyerek toplumsal ayrışma ve düşmanlığı ateşlediler. Karanlık bir 19 devri kapatan bu paketin getirdiklerini TCK’nunda yapılacak değişiklikler izleyecektir, izlemelidir. PKK liderleri aslında hükümetten tam afla terörist damgasından kurtulmayı, kültürel özerklikten başlayarak tam bağımsızlığa giden yolu demokrasi paketleriyle açmasını bekliyorlar. Halkların kendi kaderini belirleme hakkı vardır ana prensibini zamanı gelince gündeme getireceklerdir. Eski Savcı Gültekin Avcı, Bugün gazetesindeki 20 Mart 2013, yani Öcalan’ın konuşmasından bir gün önceki yazısında bu ironiyi şöyle betimliyordu: Çözüm süreci başlayınca Öcalan da, Karayılan da ahenkle çıtayı yükselttiler. Karayılan ne istiyor? “KCK denilen bu davaların hükmen düşmesi gerekiyor. Böyle olmazsa sürecin barışa dönüşmesinin koşulları da gelişemez.” Karayılan bunu söyleyerek darbecilere, Balyozcular’a ve Ergenekon’a da yeşil ışık yakıyor. Zira KCK davaları Cengiz Çandar‘ın dediği gibi bir yargı paketiyle tasfiye edilirse, eşitlik ilkesi gereği, darbeleri, Balyoz’u, Ergenekon’u da tasfiye etmek kaçınılmaz olur. Bu davaların hepsinin belkemiği “silahlı terör örgütü” olgusudur. KCK konusunda Öcalan deşifre olan İmralı görüşmesinde ne demişti? “Her KCK’lının içeri alınması bir ayaklanma sebebidir…” “İmralı Çözüm Süreci” başlayınca neden değiştiler? Evvelce böyle söylemiyorlardı. Hatırlayalım. 1-2 yıl evvelki görüşme notlarında Öcalan, “KCK illegaldir, bunu bilir ve ona göre hareket eder”diyordu. 2010 yılında KCK’yı açıkça ‘silahlı bir örgütlenme’ olarak tanımladı. 20 Şimdiyse müzakereler devam ederken, “her KCK’lının tutuklanmasını bir ayaklanma sebebi, Kürt halkına bir darbe” olarak niteliyor. Ya Karayılan? KCK operasyonlarında alınan “8000 kişinin 1000 küsuru bizim arkadaşlardı” diyordu. Diğerlerinin ise örgütle bir ilgisi olmadığını söyleyerek operasyonun sadece o kısmını eleştiriyordu. Kritik sorular ve cevapları arayalım. KCK operasyonlarında alınan terör örgütü üyelerine bir itirazı yoktu Karayılan’ın. Terör örgütü üyesi diye yargılanmasını da doğal karşılıyordu. Söylediği aynen şudur: “Diyelim ki onları tutabilir yani. Haydi, onları örgüt üyesi diye aldı, tutukladı dedim. Devlettir yaa. Terör örgütü olmaktan yargılar.” Öcalan İspanya örneği üzerinde çalışılmasını istiyor ya. Bakalım İspanya’ya. Sabah gazetesinden Nur Batur 2010 yılında İspanya’nın Ankara’daki Büyükelçisi Joan Clos‘la çok önemli bir söyleşi yapmıştı. İspanyol Büyükelçi Carlos cezaevinde 3000 ETA teröristinin olduğunu belirterek “Af olamaz. Ömür boyu hapse mahkûm olanlar var” demişti. Büyükelçiye sorulan bazı kritik sorular ve cevapları şöyle: “Hiç af ilan etmediniz mi?” Hayır. Hiçbir zaman taviz verilmedi. Zaten resmi görüşme yapıldığı da hiçbir zaman kabul edilmedi. Bazı mahkûmların daha yakın hapishanelere nakli gibi şeyler oldu ama koşul eli kanlı teröristlerin kesinlikle affedilmemesiydi. Kanlı eylemlere katılanların affı hiç düşünülmedi. “Hâlâ hapiste ETA teröristi var mı?” Üç bin terörist var. Eli kanlı teröristlerin hepsi hapiste. Ömür boyu hapse mahkûm olanlar da var. 21 “Genel afla siyasete atılmadılar mı?” Hayır. “Af çıkartalım diyen yok mu?” Bazen birileri söylüyor ama böyle bir şey olamaz. Ayrıca sadece ETA teröristleri değil sağcı teröristler ve 1981′de Parlamento’yu basıp darbe yapmak isteyen albay da hâlâ hapiste. Hükümetten rest gibi yanıt Bask bölgesinin bağımsızlığı için 45 yıldır silahlı mücadele yürüten ETA terör örgütü, 2011′de silahlı mücadeleye son verdiğini açıklamıştı. 26.11.2012′de BBC‘nin haberine göre, kendini feshedip silahlarını teslim etmek üzere İspanyol ve Fransız hükümetleriyle masaya oturmaya hazır olduğunu bildirdi. Bask bölgesindeki Gara adlı gazetenin web sitesinde yayınlanan ETA bildirisinde, fesih ve silah bırakma kararı için örgütün bazı şartları olduğu belirtilerek müzakere çağrısı yapıldı.Bu şartlardan birinin de hapiste bulunan ETA militanlarının kendi memleketlerine yakın şehirlere nakledilmesi olduğu belirtildi. Dikkat buyurun serbest bırakılmasını bile istemiyorlar. Hapisteki ETA militanlarının memleketlerine yakın şehirlerin cezaevlerine nakledilmesini istiyorlar. Ne oldu? ETA‘nın müzakere teklifine İspanyol hükümetinden rest gibi ret cevabı geldi. İçişleri Bakanı Jorge Fernandez Diaz, “Bugüne kadar terörist bir örgütle hiç müzakere etmediğimiz gibi bundan sonra da etmeyeceğiz. Hükümetin, tek talebi değil, tek emri kayıtsız şartsız örgütün feshedilmesidir” dedi. İşte İspanya. KCK davalarının ortadan kaldırılması demek, devletin kendini ve yakın geçmişi inkâr etmesi sayılır. Hukuk ise asla itibar edilmemesi gereken bir kurum haline gelir.Öte yandan Büyük Türkiye, Kürtlerin katılımı olmadan kurulamaz, bu nedenle süreci baltalayanlar hain görülecektir… Zaman yazarı Ali Bulaç, 22 25 Mart 2013’de Öcalan’ın verdiği şu yedi mesaja dikkati çekti. 1) Batı’nın tarih yazdığı büyük parantez kapanıyor, yeni bir dünyanın eşiğindeyiz. 2) Aydınlanma, emredici modernleşme ile beraber ulus devlet de çökmüş durumda. 3) Bölgenin bütün halkları bir araya gelip ortak yaşama arzusu ve modeli geliştirme becerisini göstermezlerse küresel güçlerin hegemonyası altında zillet içinde yaşayacak, üstelik sürekli olarak birbirlerinin kanını akıtacaklardır. 4) Yeni dünyayı ulus devlet çıkarını veya tarihi mirası esas alan Neo-emperyalizmi (Emevi, Abbasi, Safevi, Osmanlı) üzerinden kuramayız. 5) Sünnilik, Şiilik, Vehhabilik, Selefilik bölge halklarının tek başlarına birleştirici kubbesi olamazlar; her bir mezhep kendi tabii alanında varolmaya razı olmalıdır. 6) Irk, etnisite, ulus, bölge temelinde yeni yapılar eskinin tekrarıdır. Hiçbir milliyetçilik diğerinden daha masum, iyi veya olumlu değildir. 7) İslam’ın üst referans olduğu bölgede bütün gayrimüslimler yeni siyasi birliğin ortakları olarak yerlerini almalıdırlar. Dağdan inişlerin biçimini, yeni anayasanın içeriğini daha hararetli tartıştığımız günlerde herkes kendi zaferine çekiliyordu ister istemez. Dağdakileri temsil edenler, barış sürecini tek başlarına tesis etmişler gibi, sıra devlette diyorlardır. Hükümeti temsil edenler ise bugünlere gelinceye dek devlet geleneğinde hakkaniyetli bir uygulamayla karşılaşmamış ve hep mağdur edilmiş kesimlere dahi umut aşılamanın keyfindeydi. 23 Velhasıl, zafer burada kendi iktidarını kurmak değil, ötekini ele geçirmek, alt etmek, ona diz çöktürmek değil; barışın ruhunu hep birlikte diriltmektir. Ergenekoncuların saflarını barış karşıtı olarak belirlemeleri nedeniyle sürece destek vermeliyiz… Ancak ülkemizin bölünmesine, emperyalist planı olan Kürdistan bölgelerinde PKK Cumhuriyeti kurulmasına da karşı çıkmalıyız. Hizmet’e karşı yürütülen paralel devlet hikayesi aslında tilkinin bir “Haçsız Haçlı Savaşı” olabilir. Zira bu yöntem CIA ve MOSSAD’ın yıllardır Jakop’un kullandığı bir tilki hikayesidir. Süfyanizm Oligarşisi ve global İslam düşmanları Hizmet’e savaş ilan etti, PKK teröristleri ve Ergenekon ile ittifak yapıldığı artık gizlenmiyor. Bundan sonra tilkinin gayesi paralel bahanesi ile kamuoyu oyalanırken ve aldatılmış iken belirlenen Büyük Kürdistan haritasında Türkiye ayağını MİT ile ülkemizden ustalıkla kotarmaktır. CIA ve MOSSAD, Kürdistan’ın Suriye ve Irak ayağını MİT ile beraber kurdu, kopardı, sıra büyük hırsızlığa geldi. KCK, dört ülkede kurgulanan üst yapının adıdır. Anlaşılması kolay olsun diye bunu bir hikâye ile anlatalım isterseniz. Köyün birisinde sığırcılık yapan zalim, ceberut, ama güçlü bir aile varmış. Bunlar çalışmadan yemeyi, başkasının malına-mülküne el koymayı, kafasına eseni dövmeyi, istediği kimsenin bağına-bostanına girmeyi iş edinmişler. Bunların dedeleri de böyle imiş zaten. Köyde ilk yer edinmeleri de birilerinin canını alıp malına el koyarak olmuş. Bunlar gider başkalarının bağını, bostanını talan eder, harmanlarını yağmalar emeksiz, çabasız, ama refah içinde yaşarlarmış. Üstelik bir de malını yağmaladıkları kimseleri “hırsız”, canını aldıkları 24 insanları “katil” ilan ederlermiş. Bu yağmacı, kan dökücü ailenin geçmişi herkes tarafından bilinirmiş ve bunlardan çekinilirmiş. Hırsızlık ve kan dökme konusunda şöhretleri pek fazla artınca bu aile oturmuş düşünmüş ve daha yeni, ince teknikler geliştirmeye karar vermişler. İçlerinden birisi daha kolay hırsızlık yapmanın, ev basmanın, bağbahçe talan etmenin gelişmiş bir yönetimini bulduğunu söylemiş talancı ve yalancı aileye. Bütün ailenin dikkati o tarafa yönelmiş. Aklı veren bu ailenin içine yerleşen ve onlardan gibi görünen, ama onlar üzerinden kendi hedeflerini gerçekleştiren, sinsi Jakop’muş. Jakop aile toplantısında yeni projesini anlatmaya başlamış: “Bakın dostlarım, kardeşlerim. Yeni planım çok akıllıca ve risksiz. Üstelik bu planı devreye sokarsak kimse bizi hırsız, arsız diye adlandıramayacak. Biz “mağdur” olarak bu ahmakların bağına, bostanına gireceğiz. Göstere göstere gireceğiz ve kimsenin gıkı bile çıkmayacak. Kimse bize bir şey demeye cesaret edemeyecek” demiş. Nasıl olacak bu Jakop demişler? Jakop: “önce geceden bizim tavuklardan bir kaçını boğazlayacak ve bizim bahçenin-bostanın farklı yerlerine serpiştireceğiz. Sabah kalktığımızda boğazlanmış, telef edilmiş tavuklarımızı vaveyla ile bütün köye duyuracağız. “Bir tilki girmiş ve bizim tavuklarımızı telef etmiş, bu kabul edilemez bir şeydir. Biz bu tilkiye haddini bildireceğiz. Kimse bizim evimizde bizim tavuklarımızı böyle heder edemez! Tilkiye ve onu koruyanlara karşı savaş ilan ediyoruz! Ya bizimlesiniz, ya tilkilerle!” diye deklare edecek ve bütün köylüye korku salacağız. Sonrada kimin evine-bostanına girmek istiyorsak tilki sizin evde 25 saklanıyormuş! Öyle bilgi aldık. “Ya tilkiyi ver bize, veya biz ne yapacağımızı biliriz!” diyerek evlere, bostanlara dalacağız. Böylece hırsızlık ve talan için değil, tilkiyi bulmak, adaleti sağlamak için girmiş olacağız” demiş. Jakop’un teklifi herkese çok cazip gelmiş ve bunu hemen uygulamaya karar vermişler. Bir gece planı uygulamaya koymuşlar 3-5 tane tavuğu boğazlayıp, yaralayıp evlerinin farklı yerlerine atmışlar. O esnada Jakop’un aklında yeni yıldırımlar çakmış, ailenin büyüğüne: “efendim tavuklar bize yeterince güçlü gerekçe de oluşturmayabilir; bir kaç koyun, hatta sığır da telef edersek elimiz daha güçlü olur” demiş. Ailenin içinden bir kaç kişi “olmaz öyle şey, tavuğu anladık tamam ama, bir tilki koyunları, sığırları nasıl boğazlar, buna nasıl inandırırız köylüyü” demişler. Diğerleri önemli değil demişler, biz tilkinin sığırları da telef ettiğine inandırırız köylüyü. Çok mantıklı olmasa da, gece 3-5 tavuğu, bir kaç koyunu, bir kaç sığırı telef etmişler. Bir sabah bütün köylü sığırcı ailesinin feryat figanı, vaveylası ile uyanmış. Evde herkes dizlerini dövüyor, kadınlar ağlaşıyor, erkekler tehditler savuruyor, intikam yeminleri ediyormuş. Bütün köylü bu gürültüye dikkat kesilmiş. Köylü olanları anlamaya çalışırken sığırcı ailesi: “bizi can evimizden vurdular; bunu kim yaptı ise göstereceğiz; intikamımız feci olacak! Caniler! hainler! katiller! vs.” diye dövünüyor ve tehditler savuruyorlarmış. Bunu yapanlar iğnenin deliğine dahi girse bulacağız, cezasını mutlaka vereceğiz” diyorlarmış. Bu ailenin şerrini, zarar verme kabiliyetini bilen, bunların yalakası onursuz bazı aileler-kişiler hemen bunların yanında yer almış ve: “evet sığırcı ailesine yapılanlar kabul edilemez! 26 Yapanlar bulunmalı ve cezalandırılmalıdır! Biz de bunların yanındayız!” demişler. Bunun üzerine sığırcı ailesi göz koyduğu stratejik noktada evi olan bir aileyi sorumlu tutmaya başlamış. Delil, ispat vs. beklemeden bu ailenin evine girmiş. Bunun gayet kolay olduğunu ve kimsenin gıkını çıkaramadığını görmeleri, dahası pek çok köylünün bunların mağduriyetini kabul etmek zorunda kalması bunların çok hoşuna gitmiş. Ailenin reisi Jakop’a “afferin lan Jakop, ne güzel düşünmüssün!” diye iltifatta bulunmayı da ihmal etmemiş. Bakmışlar bu iş tutuyor, ardından varlıklı, zengin bir mahalleyi gözlerini kestirmişler. “Bu mahallede zenginlik çok, insanları da güçsüz, ayrıca bunlarla bizim husumetimiz de var. Katilleri arayacağız diye girelim mahalleye ve talan edelim” demişler. Ardından aşağı mahallenin zengin evlerine birer birer girmeye başlamışlar. Bu evlere girerken “biz yeni saldırılardan korkuyoruz, bu nedenle bizim yaptığımız önleyici saldırıdır” demişler. Böylece Jakop’un fikri ile pek çok mahalleyi, evi talan etmişler. Tilki üzerinden talan işinin tadına varan sığırcı ailesi “tilki görüldü”, “tilki burada olabilir”, “kokusu geliyor”, “sesi duyuluyor” vs diyerek köydeki pek çok eve izinsiz girmeye, ailelere baskı uygulamaya başlamış. Tilki hikayesi üzerinden köyde terör estiriyor, dilediği gibi hareket ediyor, istediklerinin başına bela oluyorlarmış. Köyde tilki tehdidinin bertarafı adına toplantılar yapılmaya, tedbirler geliştirilmeye başlanmış. Bütün köylü artık tilki ile yatıp, tilki ile kalkıyormuş. Bu konuda bilimsel toplantılar yapılır, kitaplar yazılır olmuş. Sığırcı ailesi tilki malzemesini köpürte köpürte, gayet verimli şekilde kullanmış. Nereye girmek istese “tilki burada 27 görüldü duyuldu” deyip o eve baskın düzenliyor, evde talan yapıyormuş. Tilki sayesinde köyün kontrolünü eline almış. Erdoğan ve AKP, hikâyedeki sığırcı ailesidir ve tilkilerle ortaktır. Hizmet ve cemaata ise kümese sokulmak istenen mağdur tavuk rolü biçilmiştir. Sığırcı ailesi, tilkiler ve sinsi Jakop’un hain planlarından dolayı Hizmet mazlumdur, davacıdır, ama hırpalanmaktadır. Bir gün toplum tilki, Jakop ve sığırcık ailesinin zalimliğini anlar diye ummakta, herşeyden haberdar şaşkınları oynamakta, dünkü kardeşlerinin mal, makam, kadın, para ve güç karşısında dinlerini ve vatanlarını nasıl sattığına hayret etmektedir. Sığrcı ailesi, Tilki ve sinsi Jakop bir defa anlaştı mı terörist barış elçisi olur, barış sembolü adanmışlar, muhabbet fedaileri terörist diye suçlanır. Jakop’un fikrini hayata geçiren CIA ve MOSSAD, sığrcık Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığı hırsını kullanarak PKK’ya Öcalan’ı da lider koydurarak Kürdistan’ı MİT’e kurduruyor. Bu durumu başta güya muhafazakar AKP değilde CHP olsa asla kabullenmiyecek toplum zokayı yuttu. Hizmet’i paralel diye bahane eden AKP halkın kafasını karıştırdı. Oysa çok uluslu firmalar çoktan ülkemize girdi, kaynaklarımıza özelleştirmelerde el koydu, bankalarımızı satın aldı, İstanbul Borsa’sında yabancı neoliberal tilkiler ağırlığı üstünlüğü ele geçirdi. Dünya üzerindeki hakimiyetini pekiştirmiş neoliberal işgalciler, bazı stratejik-zengin bölgeleri yeni kolonial stratejilerle kontrolü altına almıştır. Milletimiz, hızla Amerikanlaştığı ve Batı kültürünün, tüketim ürünlerinin çılğını ve kölesi olduğu halde özgürleştiğini sanmaktadır. 28 Global ve yerli tilkiler, paralel bahanesiyle rehavet içindeki toplum ahlaki ve ekonomik çöküşe doğru hızla yol alırken, Erdoğan sığırcı ailesi de bu arada malı götürmektedir. Milton Friedman’ın kemikleri sızlasın, neoliberal işgalcilerin 3. dünya ülkelerini nasıl soyacağının sosyolojik teorisini o yazdı. Neoliberal tilkiler, 10 yıl social inclusion, yani sosyal yakınlaşma, toplumla bütünleşme, güvenini kazanma istedi, harfiyen ülkemizde Erdoğan ile uyguladılar. Şimdi sıra bir Fransız modeli olan social exclusion’a, yani ötekileştirme, içe kapatma, sömürme ve büyük soyguna geldi. Soygun sonrası ekonomik kriz ve büyük tufandır, sosyal adalet, hukuk ve insanlık tüketildiği için devlet çökecek ve yeniden kurulacaktır. PKK Cumhuriyeti, CIA, MOSSAD ve BND tarafından adım adım kurdurulurken, Sığırcı ailesi ise ülkemizden 8 ülkeye kaçırdığı servetle kaçacaktır. Kısacası tilki bahane soygun şahane diye gerideki koyunlara gülecektir. Büyük soygunun adı, 4 ülkede kurulan PKK Cumhuriyeti’dir. Faruk Arslan Kitchener, Kanada 08 Haziran 2014 29 Giriş PKK Cumhuriyeti Komünistlikten Zerdüştlüğe devşirilen PKK'da Abdullah Öcalan'a biçilen yeni rol, dört ülkede kurdurulacak Büyük Kürdistan veya PKK Cumhuriyet’inde Ahura Mazda Paşa olmasıdır. İsrail’in Mavi Marmara rezaleti nedeniyle ABD Başkanı Obama’nın zoruyla İsrail Başbakanı Netanyahu’nun zoraki özür dilemesi, Suriye ve İran’ı kapsayan yeni operasyonda İsrail, Türkiye ve Ürdün’e biçilen yeni rollerden kaynaklanıyor. 28 Şubat sürecindeki eski gücüne kavuşmak isteyen İsrail, Kürt sorununda PKK’nın silahlı terör örgütünden siyasi yapıya dönüştürülmesine gizli destek veriyor. Suriye, İran, Irak ve Türkiye’den kopartılacak Kürt bölgesinde Mandela olacağı vaadine kanan Öcalan, Türk toplumunda yerleşik barış umudunu kullanıyor. 4. Zerdüştlüğe MİT'in katkılarıyla soyundurulan “Atakürt” Apo, PKK'yı Filistin Kurtuluş Örgütü kisvesine sokarken, Kürt sorununu da Filistinleştiriyor. Güya Abdullah Öcalan, 2. Barış Müzakere Açılımı sürecinde ‘stratejik hedef’ olarak bölge ekseninde ‘Türkiye-Kürtler beraberliği’ni belirledi! Bunun için de bir ‘yol haritası’ çizdi. Bu ‘yol haritası’na göre ‘çatışmasızlık ilanı’ ve buna bağlı ve bazı adımlara paralel olarak silahlı PKK unsurlarının ‘sınır dışına çıkması’nı ilan etti. 30 Kandil-Avrupa yani PKK, Öcalan’ın bu çağrısına uymadı. Yaşlı, kadın ve çocukları taşırken, 6500 yeni genç Kürt militan adayını da dağa çıkardı. KCK Lideri Cemil Bayık, PKK’nın sözünde durmaması konusunda 2013’un bahar, yaz ve sonbaharında epey pişkin açıklamalar yaptı. Öcalan, bu devrede kardeşi Mehmet Öcalan vasıtasıyla talimatlar yağdırdı ve süreci çok ustaca yöneterek istediğini kopartana kadar silahı aslında hiç bırakmayacakları şantajı yaptı. Hemde devlet izniyle bunu yaparken, Cemil Bayık kötü polis rolündeydi. Ateşkese devam ama çekilmiyoruz bazında açıklamalardı bunlar. Israrla saklanan gerçekler, silah gölgesinde yaşamın ve PKK’nın otoriter baskısının sürdüğüdür. Oysa Narşist, megololan kişiliği kasten sızdırılan İmralı zabıtları ile ortaya çıkan MazdAPO, Alman Gestapo’sundan beter bir zulmü Kürt halkına CIA, MOSSAD ve BND’nin hazırladığı strateji gereği sunabilir: Din değiştirme… PKK’lılar Apo ne seçerse doğrudur görüşündedir. BDP Milletvekili Ayten Tuğluk’un Öcalan’ın ‘bin yıldır müslüman kardeşiyiz’ söylemini tersinden okuyup, ‘PKK laikliğin teminatıdır’ demesi, büyük oyunun farkında olduğunu simgeliyor. Zerdüşt dininin kurucusu olan üç aydın vardır. Birinci Zerdüşt yaklaşık olarak MÖ üç bin yıllarında yaşayan Mahabat, ikinci Zerdüşt yaklaşık olarak MÖ iki bin kırk yıllarında yaşayan Haşeng (bunun Hz. İbrahim de olduğu söyleniyor), üçüncü Zerdüşt ise MÖ altı yüzlerde yaşayan Zerdüşt’ün kendisidir. Üçüncü Zerdüşt’ün bir bilgedir ve Zerdüştlük onun tarafından sistemleştirilip yaygınlaştırıldı. Büyük antik çağ filozofu Eflatun’un (Platon) kendisini Zerdüşt’ün öğrencisi olarak tanımlar. MİT’in teşvikiyle Öcalan, manevi, ruhani liderliğe kendini kaptırmış durumda. 31 Çünkü Doğu İran’da yaşamış olan Zerdüşt, esasında ilk sosyalist reformcuydu. Onun mesajı, daha önceki dini tecrübeye birçok yönden muhalefetti; çünkü o bir monoteist idi. Bu dinde Ahura Mazda, Yüce Rabb’dir ve bütün zıtlıkların yaratıcısıdır. Zerdüşt, her şeyin yaratıcısı olan, insanlara iyilik yapan tek bir Tanrı’nın, Ahura Mazda’nın (Hürmüz’ün) peygamberidir. Rivayete göre kitap kendisine, Yüce Tanrı Ahura Mazda tarafından vahiy edilmiş ve o da dini yaymak için halka vaazlarda bulunmuştur. Zerdüşt belki de peygamberdi; daha önceki dini arıtıp temizlemiş, İran çok-tanrıcılığını, tek-tanrıcılığa doğru yöneltmiş ve çok yüksek bir ahlâkın kurallarını koymuştur. Kitap, peygamberlik, ahiret inancı ve tektanrıcılık görüşleriyle Zerdüştlük’ün, ilâhî bir dinin temel vasıflarını üzerinde taşıdığı kabul edilir. Zerdüşt’ün kurduğu dinin adına Mazdeizm deniliyor. Zerdüşt, Mazdeizm’le tek tanrılığa yönelirken, egemenlerin gücüyle bütünleşen çok tanrılığı aşıyor ve tanrıyı egemenlerden alarak, insanlığın özlemleriyle birleştiren bir güce dönüştürüyor. Soran, sorgulayan tanrının kötülükleri affetmeyeceğine inanıyor, bu nedenle kötülüklere karşı savaşımını bir tanrı emri olarak öne sürüyor. Zerdüşt’ün güçlü bir filozof ve düşünce adamı olduğu, doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin bilimsel perspektifler getirdiği, örneğin Antikçağ Yunan filozoflarının hareket noktasının, Zerdüşt inanışının geliştirdiği kavramlara dayandığı ısrarlı bir şekilde vurgulanıyor. ‘Tarihte Zerdüştlük, ilk defa insan iradesine özgürlük tanıyan ve iradeye önem atfeden bir düşünüş olur. Burada özgür irade, felsefenin başlangıcı ve dinin kul anlayışının reddi olmaktadır. İlk felsefenin (Hint, Çin, Batı felsefesi) Zerdüşt’ten dünyaya yayıldığını belirtmek abartı olmaz. Bu yönüyle gerek felsefede, gerekse inanç boyutunda çok 32 özel bir yere sahiptir.’ Öcalan'ın çoğunluğu Müslüman olan Kürtleri İslam'dan uzaklaştırma projesi aynı zamanda Türklerle en güçlü ortak paydanın yok edilmesi anlamı taşıyor. Birey özgürlüğünü firavunlaştıran bu anlayış oldukca laik, Batı Liberalizmine uygun ve sosyalist dinsizliğe de kapı açıyor. Peygamber Efendimizin de işaret ettiği gibi; ahir zamanın alameti olan Fırat’la Nil arasında kan ve gözyaşının akabileceği dönemlere doğru hızla gidiyoruz. Barış müzakereleri adı altında başlayan yeni dönem böl–parçala- yut diyen zihniyeti şimdilerde ise çarpıştır-yücelt-kandır-yut dönemine dönüştürdü. PKK ile Fethullah Gülen Hocaefendi ve onu seven camiası çarpıştırıldı, MazAPO yeteri kadar da firavunlaştırıldı ve yüceltildi. Hocaefendi’nin açılımdan önce yaptığı müthiş öngörülü sulh çıkışı olmasaydı, barışı isteyemeyenler olarak camia günah keçisi yapılacaktı. MİT, 30 yıldır kucağında olan Öcalan’ı bir anlamda bu müzakerelerle adeta yeniden küllerden doğan bir lider olarak destekliyor ve onun statü kazanmasında ona yardımcı oluyor. MİT bu manevralarla yeniden Öcalan’ın örgüt üzerindeki etkinliğini artırıp, onu tekrar merkeze yani örgütün yönetiminde tümüyle söz sahibi olacak bir hale getirmeyi amaçlıyor. Böylece PKK’yı aklınca çok başlı sisteme girmesinin yerine, tek başlıya çevirip, müzakerelerde muhatabının kim olduğunu da netleştirmiş olmayı arzu ediyor. Oysa PKK, birbiri içine geçmiş dış ülkelerin istihbarat örgütleri tarafından kullanılan bir terör oyuncağına çevrildi. Hiçbiri sorunun çözümünü istemiyor. Yolda bir milyar doları aşkın haraç toplayan ve uyuşturucu, kaçakçılık geliri olan PKK’nın lordları asla çözümden yana değil. Osman Öcalan’ın sivil dünyaya atılması ve yaptığı işi batırması kötü örnek oldu. Kandil patronları 33 normal hayata dönerse koca hiçler olmaktan çekiniyor. Son kozlarını oynuyorlar. 2009’dan beri terör saldırılarının azması ve şehit sayısının artması, ülkemizi 2013’de yeniden yol ayrımına getirdi. Terörü sonlandırmak için iki çarenin var olduğu zannedilir: Şiddet kullanarak başını ezmek, köklerini kurutmak veya karşılıklı tavizler vermek, barışçıl yöntemle kanı durdurmak, orta yolu bulmak... Aslında her zaman bir üçüncü yol daha vardır. Türkiye’de ve gurbetteki Türkiyelilerin dilinde, kalbinde, gönlünde aynı özlem hissediliyor: Yeter artık, sabır taşı kırıldı; ne olacak bu PKK’nın hali! PKK sorunu Türkiye’yi bölmeye doğru koşuyordu. 2014 veya 2015’e kadar ülkemiz bölünmeden dayanırsa, bölgesel güç olacak ülkemizi bu tarihten sonra ne İsrail, ne Almanya ne ABD bölebilirdi. Ameller niyetlere göredir. Niyetler karanlıksa aydınlık yola çıkılması güçtür. İçte ve dışta bazı hain odaklar ve güçler PKK’yı bitirmemek için direniyorlar. Kürtler elinden silahı bırakırsa pazarlık güçlerini kaybedermiş... Verdikleri şeytani akıl buydu! Oysa gelinen nokta tam tersine doğru işliyordu. PKK şiddette ısrar ettikçe Kürtler, elde ettiği kazanımları kaybetme riski taşıyordu. Bölgede AK Parti'nin demokratik reformları hep PKK'nın başarısı olarak lanse edildi, ediliyor. Tarihimiz boyunca, hiç bir isyancı hayal ettiklerini elde edememiştir, hep aksiyle tokat yemiştir. Kabakçı Mustafa’dan Şeyh Bedreddin’e Patrona Halil’den Şah kulu isyanına kadar ayaklanmalara kısaca bir göz atınız. Şah kulu’nu bizzat öldürtenin, isyan emrini veren Şah İsmail olduğunu göreceksiniz. PKK isyanı da bir savaş değildir, ayaklanmadır ve isyancıların iki dünyada da yatacak yeri yoktur. Oyuncağı kuranlar oyuncaktan bıkınca oyuncağı parçalar, çöpe atar. PKK pimi çekilmiş 34 serseri bir bomba, mayındır. Kendisini gümletmesine az kaldı! Ortada yakın geçmişte Sri Lanka’da yaşanan Tamil Kaplanları örneği bulunuyor. 30 yıl süren ayrılıkçı terörün ardından Norveç’in devreye girmesiyle Sri Lanka hükümeti 2006 yılından itibaren ateşkes ilan etti ve silahların bırakılması ile ilgili barış görüşmeleri taraflar arasında Cenevre’de yapıldı. Sonuçta, Tamil Kaplanlarının asla silah bırakmaya niyeti olmadığı üç yıl sonra başlayan terör olayları ile anlaşıldı. Tıkanan görüşmelerin peşi sıra Sri Lanka hükümeti ordusunu Tamil Kaplanlarının bölgesine sürdü. Sonuç 20 binden fazla ölüydü, milyonlarca Tamil ise yurt dışına kaçtı. Bugün Batı ülkeleri ve Hindistan’da 6 milyon Tamil ilticacı konumunda. Tamillerin lideri Vellupillai Prabhakaran dahil örgütün tüm elebaşları öldürüldü ve örgüt ülke içinde bitirildi. Kanada’da 300 bin Sri Lankalı var, çoğu Tamil. Burada barış içinde birbirlerini öldürmeden yaşıyorlar. Colombo hükümetinin 2009 ve 2010 katliamlarına BM dâhil tüm dünyanın sessiz kaldığını PKK’lıların dikkatine arz ederim. Silah bırakmayan terör örgütü masum değildir. ABD ve AB ülkelerinin acizlikten Suriye’deki katliamlara müdahale edemediğini Barak Obama’nın ikinci defa seçilmesinin ardından Suriye ile savaş işini tamamen Türk ordusuna ve özel harp birimlerine Katar ve Suudi Arabistan’ın finansmanıyla havale ettiğini unutmayalım. Ve bu plan Rusya’nın başarılı girişimleri ile çöktü. Geride ikiyüz bin müslüman ölü, bir o kadar yaralı ve iki milyona yakın Suriyeli mülteci sorunu bıraktı. Dış konjonktürün ekonomik krizlere kitlendiği bir dönemde, kimse PKK’yı dinlemezdi. Türk ordusu ve polisinin ortaklaşa büyük ve gerçekçi bir operasyon düzenlenmesi halinde rahatlıkla yok edilebileceği beş bin PKK 35 militanına dünya kamuoyunda hiç kimse yas tutmayacaktı. PKK, eğer ‘KCK ile dağdan şehre indik, şehirleri yakarız’ diyorsa, şehirlerdeki bin beşyüz kişilik yapılanmalarının tüm isim ve adreslerinin emniyet güçlerinin elinde bulunduğunu unutuyorlardı. Bol katliamlı politikalara yol yaparak Ankara hükümetini yanlış yapmaya zorlamakla Kürt hakları savunulamazdı! AK Parti’nin yürüttüğü ilk Kürt açılım paketini PKK militanları ve BDP, Ergenekon ile dirsek temasında baltaladı ve ellerine koca bir hiç geçti! Kürtlerin ülke nüfusunun yüzde 20’si olduğunu varsaysak bile yüzde beş oy alan BDP’nin Kürtlerin tamamını temsil etmediği açık. BDP’nin PKK’nın borazanı, sözcüsü olduğu ise bariz belli, hatta belgeli ve partilerini kapatacak kadar da aşikâr. O halde horozlanmaları nafile çaba! Kürtlerin üçte ikisi AK Parti’ye oy verdiğine göre pazarlık güçleri zayıf. Kürtlerin hakları bugün çiğnenmiyor, tersine pek popülerler, son yıllarda yayınevleri habire Kürtlerle ilgili kitap basıyor. Ülkemizdeki Lazlar ve Çerkezler Kürtlere tanınan hakları kıskanmaya başladı. O halde PKK kime güveniyor? Elbette, 1998’den beri PKK’yı taşeron örgüt olarak kullanan ve denetimine alan MOSSAD’a bel bağlıyorlar. Oysa Ankara hükümetinin İsrail ile ilişkileri limoni ve eskisi gibi Genelkurmay’da odaları, MİT’de eğitmenleri yok. Ülkemizin her tarafını dev kulaklarıyla dinleseler de, etkili olamıyorlar. Ancak yüzlerce ajanları bölgede cirit atıyor. PKK’yı cesaretlendiriyor, organize ediyorlar. Bu zamana kadar Ergenekoncu askerler, MOSSAD ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan terörün kökleri kurutulmuştu. PKK, 1980 ile 1987 arasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan işkencelerle zorla doğurtuldu. Kasıt vardı. Daha sonra PKK’yı kullanmayan istihbarat örgütü kalmadı, ‘Yedi Kocalı Hürmüz’e döndü. Devletin karanlık 36 yüzü elini uyuşturucudan, insan kaçakçılığından, silah ticaretinden çekmeden PKK veya Kürt sorunu bitirilemez. Birbirinden beslenen vampirleri mağaralarından çıkartmayacak hamleleri yapmanın zamanı geldi. Hakkâri’de Kavaklı mevkiinde ve Kazan Vadisi’nde 16 tane PKK kampı olduğunu 2011’de ilk yazdığımda önce bana kimse inanmak istemedi (1). Emniyet istihbaratı raporlarına dayanarak bunu yazmıştım. Bu kampların bazıları eskiden beri bizim askeri birliklerimize 3-5 km mesafedeydi. Kimse kimseye güvenmiyordu. Polis timleri bu kampları 2011’in yaz ve sonbaharında dağıtmaya başlayınca bölgede Ergenekoncu askerler ile PKK arasındaki derin ilişki su yüzüne çıktı. Bu nedenle, halkın korkusu bitirilip, belirsizlik devletine güvene dönüşmeden açılım ve yatırım paketleri abesle iştigaldir, yılan hikâyesidir... O halde üçüncü yoldan başka mantıklı seçenek kalmıyor. Bölgeye gelecek beş bin kişilik özel eğitimli polis timlerinin aynı personeli, 2 yıl değil 10 yıl orada kalacak ve halk ile iç içe, kardeşçe yaşayacaktır. Öldürmeye değil yaşatmak için gelecekler. Bu sefer, 1993 ile 1996 periyodunda ‘bin operasyonla on bin kişiyi faili meçhul cinayet’ ile yok eden Ergenekon’un silahlı örgütü JİTEM yok! Ergenekon’un karanlık general ve subayları hapiste yargılanıyor. İsrail ülkemize batamıyor! ABD, Irak ve Afganistan’da çuvallamış, yeni maceradan uzak duruyor. Ekonomik krizlerle boğuşanlar, ekonomik patlama yapan ülkemizin dinamizmini pörsümüş PKK ile durduramaz... Bundan sonra, halkın dinine, inancına, gelenek ve göreneklerine saygılı, devletin gülen yüzünü gösteren bir 1 Arslan, Faruk. Ejder ve Baron’un Hakkâri oyunu! Canadatürk gazetesi. 01.07.2011. 37 polis kuvveti görev başında olmaya başladı. AK Parti’nin camiaya bağlı diye 2013 yazında 700 polisi doğuya sürmesi aslında kaderin bir cilvesi oldu. Kandil Dağında göstermelik şovlara da ihtiyaç kalmadı, zira yalandan dağ taş dövmekle, 18 yaşında dağa zorla çıkartılmış fidanları öldürmekle terör sona ermiyor. Vatandaşı yaşatırsan, devlet bölünmeden yaşar! En can alıcı makalemi 12 Haziran 2011 genel seçimden hemen önce yazdım. Hakkâri ve Diyarbakır’dan seçim öncesi ulaşan bilgiler hoş değildi. Global Ergenekon’un Suriye’de başlattığı Baas rejimini devirme hamlesine ve Hakkâri’de oynanan eşgüdümlü büyük oyuna daha fazla sessiz kalamayız. Çünkü düğmeye aynı merkezden basıldı. Ergenekon’un baronu ve ejderi, global Ergenekon’dan aldıkları cesaretle ‘Kürt kozunu’ sahneye koydular. Kandil ve İmralı’nın emirlerini CIA ve MOSSAD’dan aldığı talimatlarla yerine getiren Demokratik Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “sürgünde Kürdistan parlamentosu” veya Türkiye’de KCK ile ‘gölge Kürdistan’ devleti kurmaya hazırlanıyordu. Mesele Kürt sorununu çözmek değil, çözdürmemekti... Bu noktaya nasıl ve neden geldik? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına ulaşılması, global Ergenekon’u rahatsız etti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına dokunulmaması için hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı oldular, Ergenekon soruşturması sadece ordudaki ayaklara yönelirken, işi maliyeleştirenleri bilerek ıskaladı. Medyanın propaganda ayağında tutuklananlar devede kulaktı. Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı keşmekeş, seçim sonuçlarına gölge düşürmek için “Baron” ve “Ejder” ikilisinin dünya çapında Ergenekon’dan aldığı onayla tasarlandı. Aslında onları kendilerine dokunulmaması ve ihalelerden daha fazla pay kapmak amacıyla hükümete şantaj için 38 kullanıyorlardı. Servetlerine servet katmayı sürdürmelerinden rahatsız değilim ama Hakkâri’de oynadıkları oyunu artık deşifre etmek zorundayım. MHP liderinin başdanışmanlığına getirilmiş, “Silivri milletvekili” emekli korgeneral Engin Alan, MHP’nin imajını tek başına çizmeye yetiyordu. Ergenekon ve Balyoz davalarında aldığı müebbet cezalar haklı olduğumu gösterdi. Alan analizimden dolayı milliyetçi çevreden epey eposta almıştım. Elimde Alan’la ilgili neler olduğunu merak ediyorlardı. Sahte ülkücü olduğunu belirtmem kanlarına dokunmuştu. Öyleydi ama! 2023 yazarı, Avukat Tolga Akalın, Türk Özel Kuvvetleri’nin efsane komutanı Alan’ın MHP’ye Allah’ın emaneti olduğu iddiasındaydı. Yazısındaki şu ifadeler dikkatimi çekti: “Ülkü ocaklarının yaptığı tavsiye neticesinde Harp okuluna girmiş ve 1980 ihtilali akabinde ülkücü olması hasebiyle 35 gün cezaevinde işkence görerekyatmıştır.” 12 Eylül darbesi günü tüm MHP il başkanları ve ülkü ocakları liderleri gözaltına alındılar ve yıllarca işkence gördüler. Bunlardan 35 tanesi ertesi gün, 13 Eylül 1980’de serbest bırakıldı. Bu sansasyon bilgiyi benimle Ekim 1998’de Kazakistan’ın Türkistan kentinde sabaha kadar süren sohbetimizde paylaşan MHP’nin 12 Eylül öncesi üç siyasi eğitmeninden biri olan Namık Kemal Zeybek’ti. Bu bilgiyi daha sonra rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’na teyit ettirmiştim. Zeybek, daha sonra Demokrat Parti lideri oldu, yürütemedi ve siyasi sahneden çekildi. Çıksın konuşsun. Gladyo’nun Özel Harp subaylarını sivil görüntüde çaktırmadan nasıl kendi aralarına soktuğunu ve il başkanlıklarını ele geçirdiğini anlatsın. Taha Akyol ve Mümtaz’er Türköne de bildiklerini anlatmalı. O günlerde MHP’nin diğer iki siyasi eğitmeni onlardı. Hapiste aralarında neler konuştuklarını dile getirsinler. Rahmetli Alparslan Türkeş’in yorumunu artık gizlemesinler. Çünkü 39 serbest bırakılan o 35 kişinin hepsi MİT mensubu Özel Harpçi idi. MHP’yi geçmişte ele geçiren Gladyo mensupları, bugün rahat duruyor mu sanıyorsunuz? MHP ve BBP, İslam ve Türk sentezinden uzaklaştırılıyor, kuru kafatasçı ulusalcı bir Türkçülükle bağnazlaştırılıyordu. İttihat ve Terakki Partisi’ne Fransız masonlarının yüzyıl önce uygulattığı aşırı milliyetçilik virüsü nüksetmişti. Bu oyunu ülkücüler bozmalıydı... Alan’ı Bakü’de askeri ateşi olduğu 1992 yılından beri yakından tanıyordum. 1994 ve 1995’de Azeri lider Haydar Aliyev’e karşı düzenlediği başarısız suikast ve darbe girişimleri ile ülkemizi rezil etmiş ve ülkeyi CIA ve Amerikan politikaları üstünlüğüne bilerek veya bilemeyerek bıraktırmıştı. Başarısızlığa mahkûm suikast ve darbe teşebbüslerini oysa CIA elemanlarıyla ortak ve direkt Pentagon’dan gelen talimatlarıyla yapmıştı. Eski Genelkurmay başkanı Doğan Güreş tarafından Özel Harp biriminin Özel Hareketler Komutanlığı’na çevrilmesinin ardından başına 1995’de Alan’ın getirilmesine hiç şaşırmamıştım. Başarısızlığı mı yoksa ABD tarafından başarısı mı (!) ödüllendirilmişti. Alan’ın kariyeri 1999’da PKK elebaşçısı Öcalan’ı Kenya’dan paket teslim getirilmesi ile düzeltildi. Oysa daha sonra o uçağın içinde olmadığı ortaya çıktı. Gazeteci Şamil Tayyar net belgelerle açıkladı. Bir balon daha söndü. Zaten ortada Gladyo’nun paket teslimi vardı. ‘Kahraman’ denilen Alan, aslında hep CIA ile dirsek temasında çalıştı. PKK’ya destek veren JİTEM birimine yıllarca özel eğitimli subay vermiş bir Özel Harpçi idi. Faili meçhulleri çok iyi bilirdi. Azerbaycan’da görev yaptığı 1990’lı yılların başlarında eski Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’e karşı organize edilen başarısız darbe ve suikast girişimleri ülkemize pahalıya patlamış ve Aliyev uzun süre ülkemizle ilişkileri askıya almıştı. 40 Bunlar aslında Gladyo ve CIA planlaması olan ‘çakma’ girişimlerdi. Alan, başarısızlığa mahkûm darbeleri bilen az sayıda üst düzey yöneticiden biriydi. Başbakanlık örtülü ödeneğinden finanse ettiği darbe fiyaskolarını kimseye izah edemezdi. Türkiye’nin mükemmel imajını bir hamlede yıktı. Türkleri sokağa çıkamaz hale getirdi. ABD’nin imajını parlattı, Türkiye’yi batırdı. MHP, yanlış bir ata oynuyordu ama MHP lideri esir veya rehin olduğu için yanlış yaptığını itiraf edemezdi. Hakkâri için 2006’da alınan küresel Ergenekon kararı, 12 Eylül referandumu ve 12 Haziran 2011 seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkâri’de yaşayan her vatandaşımızın evinden baskıyla, zorbalıkla, şantajla dağa, PKK’ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki Ergenekoncu komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK’ya Hakkâri’den katılan insan sayısı yılda elli iken, son beş yılda bu rakam yılda beş yüze çıkartıldı. Bu ilimizden dağda iki bini aşkın militan grubu oluşturuldu. Kimse inkâr etmesin, elimde sağlam bir istihbarat raporu vardı. Karakol baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde BDP, Hakkâri’de tamamı, 36 bağımsız adayını seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan “kurtarılmış” Hakkâri kotarıldı. Bundan sonra Şırnak ve Cizre başta olmak üzere başka iller Türkiye’den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının tüm oyu sadece PKK’nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacaktı. Bunun adı demokrasi değildir, diktatörlük, despotluktur. Hükümet acilen Yüksekova’ya il statüsü vererek emniyet güçleri kadrolarını burada artırmalıydı veya bölgeye özel eğitimli tim birimleri kaydırılmalıydı. Her yıl 1-15 Kasım aralığında Kandil merkez olmak üzere yurtdışı kamplara kış üslenmesine çekilen örgüt bu 41 kez intikam eylemleri için Hakkâri ve Şırnak kırsalında yüzlerce militan tutuyordu. Kavaklı ve Kazan operasyonları ile büyük darbe yiyen örgüt, hem güç kaybetmediğini göstermek hem de intikam operasyonları için hazırlanıyordu. 250'ye yakın PKK'lı sürekli Hakkâri'deydi. Sadece üst düzey yöneticiler Kandil'e çekiliyordu. Hakkâri'nin civar bölgelerinde ise 700 PKK'lı vardı. Telsiz trafiğinden edinilen bilgilere göre bazı militanlar ise şehirlere sık sık iniyordu. Hakkâri civarında yerleşilen yerler ise şunlardı: Çobandağı, Çaltepe, Han Yaylası, Alandüz Tepeleri, Faraşin Yaylaları, Dağlıca, Onbaşılar, Eski Çanaklı ve Kavaklı. Coğrafi yapıyı avantaj olarak kullanan PKK'lılar mağaralarda saklanarak kışı geçiriyorlardı. Ağır koşullar nedeniyle kırsalda eylem yapamayan örgüt, şehre inmenin yollarını arıyordu. Yine başkente akan bilgilere göre Diyarbakır kırsalındaki Şenyayla bölgesi de sınır dışına çıkmayan PKK'lıların üslendiği yerlerdendi. Tunceli'de de benzer tablo mevcuttu. Daha önce de yazdım: Derdi, Kürtler'in hakları, yaşam standartları olmayan, yabancı istihbarat örgütlerinin elinde oyuncak olmuş bir örgüt yönetimi vardı. Kendisi hiç çatışmaya girmediği halde başkalarının ölüm fermanını imzalayan bu kişiler ısrarla kan dökülsün istiyorlardı. O yüzden barışı tesis edebilmek için savaşmak zorundasınız. Kürtler'i ezenleri ezmezseniz Kürtler'i kazanmanız mümkün değil. Bu da operasyonlara yaz kış ara vermeden etkili bir şekilde mücadeleyi gerektiriyordu. Mevsim kış olsa da saha hâkimiyeti kurmak ve örgütün üzerine gitmek şart. Hantepe ile Dağlıca arasındaki arazinin dağlık olmasından dolayı PKK bölgeyi sık kullanıyordu. 2007'den bu yana arazide rahat rahat dolaşan militanlar Avaşin ve Basyan kamplarına da buradan geçiyorlardı. 42 Eğer PKK kamplara çekilmezse örgüt Murat kod adlı Halim Akman'ın emrindeki PKK'lılarla Hakkâri'de kışı geçirmenin yollarını arıyordu. Bahoz'un yakın adamlarından Siyabent ve Umut kod adlı PKK'lılar ise Oğul Vadisi'nde kalarak haraç toplamaya devam ediyordu. Yerini belli etmemek için son dönemde telsiz talimatı vermeyen Bahoz Erdal'ın Zap'ta olduğu iddia ediliyor, 'Kavaklı'nın intikamını alın' emrini aracılarla gönderdiği de artık sır değildi. Sonuç itibarıyla, örgüt Kandil'i Hakkâri'ye taşıdı ve eyleme hazırlanıyordu (2). Yaptığımız bu uyarılar fayda vermedi, defalarca baskın yedi Türk askeri ve karakolları. Yanlış olan bir şeyler vardı. Diyarbakır’da 12 Haziran 2011 genel seçimi öncesi ele geçirilen ve ağzı çözülen MOSSAD ajanından elde edilen bilgiler ve belgeler kamuoyuna açıklanacak mıydı acaba? Bu bilgi bana iki sağlam kaynak tarafından ulaştırıldı. En kilit soruyu soralım: Hakkâri’den ve diğer Doğu illerimizden zorla seçtirilen BDP’li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve devlete çalışıyorlardu? BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın MOSSAD’a İsrail’e, Ayten Tuğluk’un Alman istihbaratı BND’ye İsrail’e çalıştığına dair belgeler, yardım akışlarına dair dekontlar olduğu halde sessiz mi kalınacaktı. Başka nerelerden mali destek alıyorlardı? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep değil miydi? Ülkemizde bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdi? Neden sınır dışı edilmiyorlardı? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ensest ilişkilerle nasıl çözümlenecekti? Yeni anayasanın yapılmasına desteğe hiç niyeti olamayan CHP, MHP ve BDP’yi kimler 2 Arslan, Adem Yavuz. PKK, Kandil'i Hakkâri'ye taşıdı. Bugün gazetesi. 29.11.2011. 43 yanlış yönlendiriyordu? MOSSAD ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve fazlasına açıklama getiriyordu. Irak, İran ve Suriye’deki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde küresel Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için devredeydi. Kürdistan’ı ya siz Diyarbakır merkezli kurar yönetirsiniz veya biz Erbil veya Kerkük merkezli kurar başınıza bela ederiz diyorlardı. Suriye’deki Baas rejimi iktidarı, bizdeki cuntacı Ergenekoncularla aynı meşrepten (Nusayri Alevileri dine oldukça uzak bir Şiilik koludur) olduğu halde neden tasfiye ediliyorlardı? Çünkü İran’ın Suriye ve Lübnan’daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi, miadı doldu. Bizde de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. Global Ergenekon, oyun ve oyuncu değiştirdi. Yüzde 85’i Sünni Suriye halkı, AK Parti’ye ve liderine bayılıyordu, er geç Türkiye’nin izinden gidecekti. Kendilerine ulaşılamasın diye bu kadar fırıldak çevirmeye gerek var mı? Ergenekon’da kod adı “Ejder” olan şahıs, 9 Haziran 2011 günü AK Parti Genel Merkezi’ne giderek Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüştü ve helâlleşti. CHP’nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan kodaman işadamımız, aslında baronun sağkolu, özel ulağıydı. Rahmetli Vehbi Koç’un milyon dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979’da Aydın Doğan’a getiren isimdi o. Ergenekon yapılanmasında ilk ona giremese bile fitne çıkarmada üstad sayılırdı. Kim olduğu zaten basına yansıdı. Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal’daki köşe yazısında onu şöyle tanımladı: Yurtbank patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz. Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı 44 manipüle eden kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti, bana mısın demedi” diye tarif ettiği kişiydi. Çılgın fitne projeleri ile baronu etkileyen, AK Parti’den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına kapacak kadar da uyanık bir işadamıydı Koçların damadı İnan Kıraç. Askerleri, siyaseti, medyayı, yargıyı, iş dünyasını hatta sendikaları yöneten, yönlendiren, dış bağlantıları güçlü ve oldukça masonik olan barondan bir kaç ricam var: Lütfen, kendi ülkenize Fransız kalmayı artık bırakın! “Bidon kafalı”, “göbeğini kaşıyan adam” dedirttiğiniz kitle ülkenin yarısı, yüzde 50’si olduğunu tescilledi. Nostaljik özlemle Jön Türkler’in ruhunu çağırmayı da bırakın! Ordumuza yazık oluyor. Genelkurmay’ın boynuna taktığınız süslü püslü kementi de çıkartın, sırıtıyor! Milletimiz uyandı, emanetini teslim aldı. Size bir daha pabuç bırakır mı sanıyorsunuz? Kürt kartınızda boğulmadan kördüğüm haline getirdiğiniz sorunda ve Hakkâri’de ilmekleri açınız. Kürtlere ve Türklere, bu vatana yazık oluyor. Yamalı bohçaya dönmüş darbe anayasamızın değişmesi için sadece siz CHP’yi ikna edebilirsiniz... Bugüne kadar ülkemizde milyar dolarlar kazandınız. Faili meçhul cinayetlerin altını kazırsak, emri veren eli ve elleri görebiliyoruz. Global Ergenekon da artık sizi kurtaramaz. Siz Hacısınız, toplum olarak barışalım, uzlaşalım, helalleşelim (3). Bu çağrıyı yapalı dört sene oldu. Helaleşme dönemimin bu denli hızlı başlamasını doğrusu beklemiyordum! Gezi olayları ,PKK’nın iştahını kabarttı. Bu aşamaya nasıl gelindi? Aklı selimi bulmakta zorluk çekmedi mason yönetici elitimiz ve ikinci Kürt açılımı doğdu. 40 kişilik Encümen’de ihtiyarların hazırladığı planı 3 Arslan, Faruk. 2011. 45 12 kişilik Milli Birlik Komitesi onayladı ve MİT’e görev verildi. Önce çakma hapishane isyanları ve açlık grevleri ile 2012'nin sonbaharında Öcalan'ın liderlik karizması parlatıldı. Zira ne Kandil patronu Murat Karayılan nede Suriyeli Kürtlerin önderi Bahoz Erdal veya Fehmi Hüseyin , Ahura Mazda Paşa'yı dinlemeye niyetli değildi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan terörü gerçekten de iyi niyetle bitirmeye ve PKK’yı da sonlandırmaya çalışmasına rağmen, MİT’te ve bazı kabine üyelerinde ‘farklı planların ve Erdoğan sonrasının tasarımlarının kararlaştırılmasını ABD’li, İranlı, İsrailli yetkililerle uzlaşan / konuşan kişiler bulunuyor. Süreçte toplum, karşıdakinin ne verdiğiyle değil ne aldığıyla ilgili. Örneğin Abdullah Öcalan’ın çatışmasızlık, çift yönlü ateşkes talebi karşılığında ne veriyoruz sorusuna hükümetten tatmin edici cevap gelmediği için Türk toplumu oldukça kuşkulu. İmralı zabıtları bu kuşkuları dağıtacak özellik taşıdığı için önemli. Yalçın Akdoğan “BDP’nin Kandil’e götürdüğü metinlerin hiçbirinde bu zabıtlarda geçen konular yok” diyor ama Kandil’e giden metinde ne var onu açıklamıyor. Hâliyle insanlar Abdullah Öcalan veli mertebesine erişmediğine göre, almadan vermez diye düşünüp, Öcalan ne alıyor onu merak ediyor. Hükümet de Öcalan’a ne verdiğini açıklamadığı için Türk kamuoyu sürece kuşkuyla yaklaşıyor. Haksız sayılmaz. Emre Uslu'nun öngördüğü gibi İmralı zabıtların sızdırılması AKP’yi İmralı’ya mahkûm etti. Bundan sonra AKP hükümeti PKK’nın hemen hemen her türlü talebine evet demek zorundaydı. Zira silahların yeniden patlaması AKP’nin bitişini hızlandıracaktır. PKK bunun çok iyi farkındaydı. PKK liderlerinden birinin analizi şöyle: “Ya demokratik siyasi çözüm için adım atacaktır ya da 2012’den daha da şiddetli bir savaşla karşılaşacaktır. PKK savaşa da barışa da hazır olduğunu söyledi. Ancak AKP 46 yeni bir savaşı zor götürür. Eğer yeni bir savaşa girerse bunun sonunda büyük ihtimalle AKP iktidarını kaybedecektir.” Emre Uslu haklı çıktı, barış süreci başladı. Cahit Mervan PKK medyasının önde gelen kalemlerinden biri. Fırat Haber Ajansı tarafından da iktibas edilen yazısında İmralı’dan Kandil’e gönderilen mutabakat mektuplarının içeriğini en net şekilde yazdı. Bu metne göre süreç hükümet medyasında anlatıldığı gibi olmayacaktı. Aksine anayasal garanti alınana kadar PKK’nın silah bırakması bile öngörülmüyordu. PKK bir takım adımlar atılıp, Öcalan’ın koşulları düzelmeden de sınır dışına çekilmeyecekti. Aynen yazdığı gibi de oldu. İsterseniz Cahit Mervan’ın Kandil’e giden mektupların içeriğini açıkladığı o yazısının ilgili kısmını bakın ve kararı siz verin. Buyurun Cahit Mervan’ın kaleminden İmralı Mektuplarının içeriği: ”Peşinen söylemek gerekirse İmralı’da görüşmelerde fikriyat düzeyinde önemli mesafe kaydedilmiş. Aslında Kürt kaynakları PKK lideri Abdullah Öcalan’ın üst not iliştirerek BDP, Kandil ve Avrupa’ya gönderdiği aynı içerikli mektubu ‘genel mutabakat metni’ olarak nitelemesini önemli buluyorlar. Öcalan BDP, Kandil ve Avrupa’ya gönderdiği mektubu 13 Şubat’ta hükümet yetkililerine verdiğini kardeşi Mehmet Öcalan aracılığıyla açıklamıştı. Görünen o ki Öcalan’ın ‘genel mutabakat metni’ olarak nitelediği metne ilişkin Türk devlet ve hükümet yetkilileri de kendi aralarında istişarede bulundular. ‘Genel mutabakat metninde’ yer alan hususlara ilişkin kendi aralarında karara vardıktan sonra suni olarak yaratılan ‘İmralı’ya kim gidecek’ krizine son verdiler. Ve adaya ikinci BDP heyetinin gitmesine ‘izin’ verdiler. Arkası gelecektir. 47 Görünen o ki Türk hükümeti ‘genel mutabakat metnine’ bağlı kalır ve atacağı adımları zamanında atarsa Kürt gerillası Kuzey Kürdistan sınırları dışına çıkmaya başlayacaktır. Ancak bu çıkış aynı zamanda yeni bir KürtTürk ittifakının temelini oluşturacaktır. Kürdistan parçaları arasındaki ilişkiler özgürleşecektir. Bir anlamda Kürdistan’la birlikte ‘misak-i milli’ güncelleşecektir. PKK silahlara asla veda etmeyecektir. Aksine Öcalan’ın mektupta belirttiği iddia edildiği biçimiyle Kürt ve Kürdistan’ın ‘varlık ve özgürlüğü güvence altına alınmadan silahlar bırakılmayacaktır.’ Kürtler her şart ve koşulda bu güvence sağlanmadan öz savunma güçlerini koruyacaklardır. Sızdırılan İmralı tutanakları, Abdullah Öcalan’ın ‘Paşa Paşa’ milletvekili olmak istediğini ortaya koydu. Hatta daha fazlasını istiyor. Büyük Kürdistan’ın devlet başkanlığına oynuyor. Oysa serbest kalsa bile gideceği son durak Avrupa’da bir ev hapishanesi. Çocuk asker kullandığı için af edilmeyecek suçlar işlemiş PKK liderinin ancak yatacağı hapishane mekanı değişebilir. Sanırsınız bir halk ve özgürlük savaşçısı kahraman var karşımızda. Terör suçunu hiç işlememiş sanki. 40 bin insanının katilinin söz aralarında hikmet arayanlar aklını peynir ekmekle yemiş olmalı. Andıçlama kokan abuk sabuk konuşmaları, şu kalıcı barış sistemi tezimi doğruladı: Öcalan’ı abartmadan Kürt toplumunda liberal demokrasi, liberal ekonomi ve sivil toplumu geliştirerek tepeden inme değil altdan gelen bir barış formülü gerekli. Gerisi angarya ve zaman kaybı… Narsist, megaloman, ruh hastası bir lider Öcalan. Nelson Mandela’ya özeniyor. Mandela sanıldığı gibi 28 yıl hapis yatmadı. Bugün müze haline getirilen yattığı hapishanede değil lüks bir adada özgürce, zevklerine uygun biçimde ağırlandı Mandela. Ziyaretçileri olduğu 48 zaman göstermelik olarak hapishaneye götürülür ve bir tiyatro kurgulanırdı. Devlet başkanı olması ‘reconcilitation’ sürecinde beyaz ırkın işkencecilerinin, zalimlerinin af edilmesi karşılığında bir şekerlemesi ve oyunuydu. Şaşırdınız mı? Bu bir komplo teorisi değil, maalesef acı gerçekler. Güney Afrika’da ‘apartheid’ bir rejim vardı ve halkı sömüren azınlık ipleri gevşettiğinde devlet eliyle bağışlama ve bağışlanma, sosyoloji tabiriyle toplumsal sosyal barış süreci başlattı. Komisyon’un pek çok raporunu ve bu alanda yazılmış onlarca akademik makale okudum. İşin aslını faslını bilenlerdende Mandela’nın aslında bir İngiliz ajanı olduğunu öğrenmem zor olmadı. Hiç hapiste kalmamıştı, öyle gösterilmişti. Daha doğrusu Mandela, bir takım tavizler alabilmek için önüne konan tiyatroya başından sonuna kadar sadık kalmıştı. Atatürk adına verilen insan hakları ve demokrasi ödülünü ret etmesinden, başkanlığı döneminde izlenen politikalara kadar hepsi Londra’da planlandı. Bu İngilizler şeytana külahını ters giydirir. Öcalan boşuna Mandela aşığı değil yani... Öcalan ile Mandela arasındaki tek benzerlik ikisininde çok uyanık ve fırsatçı olmaları. Ters olan nokta ise Mandela, İngilizlerle yaptığı anlaşmaları ustalıkla gizlemeyi başarırken, Öcalan’ın açıktan oynamayı ve medya budalası gibi gündemde kalmayı sevmesi. Kendini seven kibirli firavun tipler, hep konuşulmak isterler. İngiliz İstihbaratı Öcalan’dan bir Mandela çıkartmaya çalışıyor ve kontrollerindeki Kürdistan’ın önünde engel olarak gördüğü en güçlü kesime fırsatı kullanarak darbe vuruyor. İngilizlerin ve arkalarına aldıkları Telaviv destekli Neocon çetenin nihai planları, petrol zengini bölgede Türkiye, Suriye, İran ve Irak’tan kopartılmış 35 milyonluk 49 bir Büyük Kürdistan kurmak. Irak’ta yaptıkları gibi 30 yıllık vergisiz algısız bedava petrol garantisi anlaşmaları imzalamayı planlıyor petrol devleri. Zayıf bir devlet olacak Kürdistan ve idaresine sözlerinden çıkmayan Öcalan getirilecek. İncirlik’teki Amerikan üssünde geçtiğimiz yıl yapılan, PKK temsilcilerinden tutun Kürt davasında yararlı gördükleri her kuklanın çağrıldığı kritik toplantıda karar alındı: Öcalan yeni dönemin maskotu, sembolü olacak... Bu fantaziye kendini kaptıran Öcalan hadi diyelim atustik özürlü zevzek biri, peki peşine takılanlara ne oluyor? ABD’nin her emrini yapacak mıyız? Yeni Şafak’ta yazan İbrahim Tenekeci süreçle ilgili en güzel yorumu şöyle yaptı: "Bugün, Anadolu insanı, tarihi sınavlarından birini veriyor. Unutmayalım ki, nifak ile ittifak aynı yerde durmaz. Barıştan söz edenlerin hatırı sayılır bir kısmı, vergi barışına daha çok sevinmişlerdi. Her fırsatta, kardeşlik vurgusu yapılıyor. Kim ne derse desin, güzel ahlakın olmadığı yerde, kardeşlik de olmaz. Kardeşliğin ilk işareti, üsluptur, nezakettir. Dolayısıyla, 'kardeşlik' diyebilmemiz için, önce üslup meselesini halletmemiz gerekiyor. Bazı adresler için ise ancak şunu söyleyebiliriz: Fitnenin kurumsallaşması." PKK, fitnenin kurumsallaştırıldığı bir ana çekim merkezi. Onca yabancı istihbarat örgütü PKK’yı Türkiye’yi firenlemek ve bölmek için kullanıyor. Ordu içindeki Ergenekoncular PKK ile barış görüşmelerini dibine kadar kullanmaya kararlı. PKK’nın 1989’dan beri akıl hocası olan Alman istihbaratı BND, İngilizlerin önayak olduğu tutanak krizinde geri planda kaldı. Çıkarlar çarpışacak ve Almanya kontrolündeki Avrupa PKK’dan aykırı sesler çıkacaktır. Gülen ve çevresini hedef alacakları istihbaratı bir yıldır değişik kaynaklardan bana ulaştığında hamlelerini zaten bekliyordum. Gülen’in A 50 takımına suikastlar düzenlemek yerine itibarını zedeleme politikası öncelik almış gözüküyor. Tekrar İbrahim Tenekeci’ye döneceğim, şöyle diyor: "Hep söylüyoruz: 'Kötü niyetliler suçlu arar, iyi niyetliler çözüm. 'Türkler de, Kürtler de Anadolu'nun öz evlatlarıdır. Üstünlük ise ancak takvadadır. Son zamanlarda, sıklıkla, 'bir arada yaşama kültürü'nden söz ediliyor. Bana kalırsa, bu, ayrılığı çağrıştıran, hatta daha da derinleştiren bir ifadedir. Zaten aynı evde yaşıyoruz, yaşayacağız. Ayrı eve çıkmak yahut odaların ortasına duvar çekmek gibi bir lüksümüz yok. Ayrıca bir ve beraber olmak, kültür değil, inanç meselesidir, itimat ister. Bizim, öncelikle, inancımızı pekiştirmemiz gerekiyor. Toparlayacak olursak: Otuz yıldır yaşanan yakıcı ve yıkıcı süreç, ister Türk olsun, ister Kürt, bir mazlumlar ve mağdurlar topluluğu meydana getirmiştir. Bu insanların hatırı için, daha dikkatli ve rikkatli olmamız icap ediyor." Sonuç olarak Öcalan üzerinden Gülen camiasına operasyon yapıldığı açık. Zira bölgede ülkenin çocuklarının PKK’nın kucağına düşmesini tek engelleyen güç Gülen grubunun dershaneleri, okulları ve okuma odaları. İşte bu nedenle 2012’den beri yanlış politikalar izleyen AK Parti’ye özel dershaneler kapattırılıyor ve PKK’nın kucağına düşen genç sayısı artırılıyor. PKK, Gülen kurumlarının Kürtleri Türkleştirdiğini savunarak uzak tutmaya çalışıyor. Sadece Doğuda değil Batıda İstanbul’da, Mersin’de, Manisa’da ülkenin dört bir yanında Gülen grubu amiyane ifadeyle PKK’lıların en fazla korktuğu işi yapıyor: Dağdan adam çalıyor veya dağa adam çıkartmıyor. Dershaneleri kapatma atılımı ile Ergenekoncuların tuzağına düştüğü anlaşılan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti, ve elbette Hakan Fidan başkanlığındaki MİT, Öcalan diliyle atılan iftira ve andıçlama ile ateşine odun taşıyor. İkinci İmralı heyeti 51 sonrası Öcalan’dan Fethullah Gülen’e özür çıkması takiyeden ibaret. Dine ve dindara soğuk bakışını düzeltmeye çalışan Öcalan’ın bu kaypaklığı PKK İslam dinine karşı mı yoksa değilmi sorusunu yeniden gündeme getirdi. Aynı MHP tabanının yüzde 95’inin dindar Türk olması gibi, BDP tabanının da yüzde 95’e yakını Kürt Müslümanlardır. Ama MHP’nin üst kademesinde ulusalcıderin devlet ilişkili bir yapının olması gibi, BDP’nin ve PKK’nin yönetici kademesinde de Marksist- dinsiz-derin devlet yapısı söz konusudur. Kanımca Kürt Müslümanları ve Türk Müslümanları, BDP ve MHP üst yöneticilerinin oyunlarına gelmeyecek ve yapılmak istenilen oyunu sandıkta bozacaklardır. Aslında aşağıda bir Kürt kardeşimden gelen mektup da, bütün gerçekleri açık ve seçik olarak ortaya koymaktadır. Önder Aytaç’a gelen aşağıdaki mektup hem PKK, hem BDP’nin dine yaklaşımı hem de KCK’nin din merkezli açılımları hakkında bize önemli ip uçları verecektir. Şöyle ki; ‘….Merhabalar Saygıdeğer Önder Hocam, PKK ve KCK’nin dinle olan ilişkileri hakkında önemli gördüğüm bir yorumda bulunmak istiyorum. Türkiye’nin doğusunda yaşayan, Türkiyeli olmaktan büyük haz ve keyif alan bir Kürdüm. İlk tanıştığım milliyetçilik de haliyle Kürt milliyetçiliğidir. Çocukluğumdan beri, nedeni bilmemekle birlikte, henüz fikirlerim, düşüncelerim oturmamış olmasına rağmen, hatta ve hattta Kürt milliyetçisi bir aileden gelmeme rağmen, milliyetçiliğe hiç olumlu bakmadım. Yıllar içinde de ötekileştiren dayatmacı milliyetçilikleri tanıdıkçA da her türlü kökten / radikal ulusalcılıkların, ırkçılıkların hem ülkemiz hem de dünyamız için hiç de yararlı olmadığını anladım. 52 Doğuda yaşadığımız için haliyle Med-TV, Medya-TV, Roj-TV yayınlarını izleyerek büyüdüm. İlk zamanlarda onlarda bütünüyle ultra ulusal Kürtçülük ve faşizme varan bir yayın yapıyorlardı. Yapılan bütün yayınlar; Marks, Nazizm, Lenin ve Stalin kokuyordu. Kürt milliyetçilileri ki ben aşırı olanlarına şaka yollu ‘welatparez’ diyorumdine karşı kesin bir tavır alıyorlardı. Namaz kılanlar hor görülüyor ve aşağılanıyordu. Namazla dalga geçiliyor, ateist düşünce halka empoze edilmeye çalışılıyordu. Hatta “camilerde neden domalıyorsunuz” dediklerini de bizzat duydum. O zamanlar dinle dalga gecen, namazı domalma olarak gören o ırkçı faşist düşünce, şimdi ise biz Kürtlere, alenen göstere göstere dini siyasete alet ederek kandırmaya ve kullanmaya çalışıyor. Neymiş Almanya da açtıkları ibadet merkezlerinin adları Said-i Nursi, Ahmed-i Hani ve Şeyh Said mescitleriymiş. Neymiş, onların seçtikleri imamların arkasında namaz kılınacakmış. Son dönemdeki sözde ‘sivil itaatsizlik’ eylemlerindeki ‘sözde’ sivil cuma gösterilerinin temellerine bakacak olursak; aslında PKK kadrolarının din konusundaki düşünceleri eskiden her neyse bugünlerde de odur. Hatırlarsanız Abdullah Öcalan, AİHM savunmasında da “Namazın tiyatro olduğunu, Allah’ın isimlerinin Sümerlerden geldiğini” iddia etti. Bir diğer anlatımla, örgütün dağ ve yönetim kadrolarının hiç birisi dini değerlere önem vermiyordu. Fakat 2001’deki PKK’nin kendi özeleştirisinde, dine hassasiyet göstermediklerini, din konusuna da eğilmeleri gerektiklerini vurguladılar ve o süreçten sonrada bugüne kadar, tıpkı gerilla yetiştirir gibi imamlar yetiştirmeye başladılar. Kendilerince; “devlet de aramıza imamlar koyup ajanlık yapıyor” düşüncesinde oldukları için, biz de kendi yetiştireceğimiz imamlarla, devletin uyguladığı aynı 53 taktiği kullanalım dediler. Bu yetiştirilen imamlardan ilkini olan Muhittin Erylmaz’ı 2008 yılında Diyarbakır’da gördük. Muhittin Eryılmaz, belki hatırlarsınız, elindeki Kuran-ı Kerim’le bir PKK mitinginde boy gösterdi. Muhittin Eryılmaz’ın sonrasında da, yine aynı dönem içinde Mehmet Gönden ve Abdulbari Tiryaki adında 2 emekli imam daha “PKK’yi övmekten” tutuklandı. Yine bu süreçte, Batman’da bulunan ve adı Hüseyin Bulut olan bir şarlatan, şerefsiz, imansız, ahlaksız da hoca olduğunu söyleyerek, masum Kürt halkına kendince dini sohbetler yapıyordu. Elinden sigara, ağzından küfürler düşmeyen bu adamın sözde din sohbetlerine, BDP’nin il yöneticileri, belediye başkanları da bizzat katılıyordu. Evine yapılan baskınlarda da, örgütsel dökümanların yanında, porno kaset ve cdler de çıkıyordu. Yukarıda somut olaylar bağlamında anlattığımız PKK yapılanması, normalde din düşmanı olmasına rağmen, aynı bölücü emellerini, farklı taktiklerle / yöntemlerle dile getirmeye çalışmakta ve Kürt halkımızı da bu şekilde kandırmaya devam etmektedir. Örneğin Hüseyin Bulut gibi bir insanın arkasında namaz kılınmasını emredebilir ve halk da ama korkudan ama cahilliğinden buna kanabilir. Benim sizden ricam, yukarıda sözünü ettiğim bu konu çok ama çok mühim. Kürtlerin bu konuda ayık ve uyanık olması gerekiyor. Bizler, bireysel olarak bu konuları çevremizle görüşüyor ve doğruları aktarmaya çalışıyoruz. Ama ne yazık ki bireyselde kalıyor ve kitlesel olmuyor. Bundan dolayıdır ki, sizin gibi değerli yazarların omuzlarına büyük yükler biniyor. Bu konuda size güvenimiz sonsuz…’ PKK lideri Abdullah Öcalan’ın inisiyatifi ile başlayan ve devam eden İmralı süreci Kürtler açısından şimdiden önemli kazanımları ortaya çıkarmış durumda. Her şeyden 54 önce çift taraflı ve kalıcı bir ateşkesten en fazla Kürtler yarar sağlayacaktır. Kürt-Kürt ilişkisi, Kürdistan’ın parçaları arasındaki ilişki ve dayanışma nitelikli bir sıçrama yakalayacaktır. Hewler’de Kürdistan Ulusal Kongresi kısa bir dönemde PKK’nin resmi ve eşit katılımıyla toplanabilecektir. Batı Kürdistan devrimi Kuzey’deki barış sürecinden olumlu etkilenecektir. Kısmen bu başlamış durumda. Güney Kürdistan, hem Kuzeyle ekonomik-sosyal-kültürel ve politik ilişkisini geliştirecek, hem de Ankara ile ilişkilerinde daha rahat ve eli güçlenerek hareket edecektir. Kısa bir gelecekte PKK, ABD ve Avrupa’nın ‘terör örgütleri listesinden’ çıkmış olacaktır. Kürt diplomasisinin yeni politik manevra alanları açılacaktır. KCK ve PKK’nin Kuzey ve Türkiye siyaset sahnesinde özgürce kendisine yer bulması, bu süreçle birlikte 14 yıldır İmralı’da güya esir tutulan Abdullah Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşması Kürt sorununun çözümü konusunda nitelikli bir değişime yol açacaktır. Kürtlerin statüsü ve Türkiye’nin yeniden idari şekillenmesinin belirlenmesiyle barış sürecinin önemli bölümü bir anlamda tamamlanmış olacaktır. Çıkartılan genel afla MazAPO dâhil eli kanlı PKK’lılar şehirde siyaset yapacak ve milletvekili olabilecektir. Yerel yönetimlerin yetkileri artacak ve Kürt bölgesi ilan edilmemiş kültürel özerkliği yaşayacaktır. İşte barış planı tamı tamına böyle. Bu bir barış mutabakatı değil olsa olsa hezimet mutabakatıdır. PKK kendi çerçevesinden mektupların içeriğini açıkladı. Bu içerikten bir barış değil PKK cumhuriyeti doğar. Kimse kusura bakmasın ama yalın gerçek budur. Kürt kimliğini bulmak sorunu olarak gördüğüm Kürt sorunu içine odaklanmış kronik PKK terörü, Türkiye’nin bölgesel güç olması önünde en büyük engeldir. ABD, İsrail, Almanya, Fransa, Rusya, Yunanistan ve Büyük 55 Britanya’nın kullandığı PKK, bugün uluslar arası bir terör oyuncağı haline geldi. Ankara’ya dış güçlerin dayattığı ya Diyarbakır merkezli Kürdistan’ı siz kurar yönetirsiniz veya Erbil merkezli biz kurar yönetiriz dayatması ile karşı karşıyayız. Yeşil, Kara ve Kürt Ergenekon’unun uyuşturucu ticareti engellenirse, korku imparatorlukları sona erer. Politik gözüken güç elde etme savaşının arkasında hep ekonomik savaş vardır... PKK, KCK, BDP ve İmralı’daki lideri resmen Kürt Ergenekon’un taşeronudur ve Kürtleri İslam’dan uzaklaştırarak Türk milletine düşman yapmaya çalışmaktadır. Zerdüşt dinini diriltmeye çalışmaları bunun delilidir. MİT, 4. Zerdüşt olarak Apo’yu sunmaya razıdır. PKK’ın öncülüğünde kurulacak Kürdistan artık MazdAPO Ahura Paşa’mıza emanettir. Müslüman Kürtler dikkate alınmadan kurdurulan bu yapı çökmeye mahkûmdur. Oysa ne zaman Türkler ve Kürtler birlik olmuşsa dünyayı yönetmiştir... Sultan Yavuz’un Kürtlerle el ele Memlukluları ve Safevileri perişan etmesi gibi... Bin yıldır kardeş olan iki milletin sağlam kardeşliği tarihi zorunluluktur. Bu kardeşliğim temelini İslam milleti birliği oluşturur. İnşallah Ahura MazdAPO Paşa’mız yeni bir Hitler olmaz, dört ülkedeki Kürdistan topraklarında Gestapo rejimine benziyen bir PKK Cumhuriyeti kurmaz… Sürecin başlatılmasınınn ana nedenleri farklıdır. Bütün mesele, ABD ve İsrail’in bölgedeki varlık ve gücünün yeni bir sistemle takviye edilmesidir. Bu yeni uluslararası sistemde Türkiye ile işbirliği ve Kürtlerin de bu işbirliğinin eşit bir unsuru olarak ortaya çıkmasıdır. Bölgenin Amerikan ve İsrail çıkarları bağlamında demokratikleştirilmesidir. En önemlisi İran’ın hizaya getirilerek haddinin bildirilmesidir. Türk ve Kürt birlikteliğiyle sünni dayanışması sağlanarak İran’a 56 muhtemel kara harekatının altyapısı hazırlanıyor. Türkiye’de son 2 yılda ayyuka çıkarılan İran tehdit ve tehlikesi ile yeni bir Yavuz-Şah İsmail kapışması öncesi şartlarının olduğu izlenimi veriliyor. Haddizatında bu argümanın doğru olduğu içimizdeki İran severlerin çokluğuyla anlaşılıyor. Bölgeyi yeniden dizayn eden güç içimizdeki bu İran yayılmacılığını gözümüzün içine sokarak kendileriyle işbirliği yapmamızın menfaatimize olduğunu göstermeye çalışıyor. Bizim dışımızda hazırlanan bir proje, Türkiyeye bölgesel güç olma yolunu açıyor. Ancak süreçte bilinmezler var. İran’a Çin ve Rusya’nın ne kadar destek vereceği, İsrail’in İran’dan sonra Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için neler yapacağı, Kürtlerin bir süre sonra bağımsız bir Kürdistan kurmaktan niye vazgeçecekleri, gibi bir sürü bilinmeyen vardır. Elbette Allah’ın da bir ahir zaman projesi var. Her ne plan kurulursa kurulsun eğer samimi gayretler olursa o planları Rabbimiz lehimize çevirecektir. Yeşil’in PKK macerasını ve yeni barış sürecindeki rolünü kamuoyu bilmelidir. 2011’den beri Lübnan’da Beka Vadisi’nde bulunan, Suriye Kürtleri üzerinde operasyonlar planlayarak PKK yanlısı PYD’nin önünü açan Yeşil, 2013 yazında alelacele Türkiye’ye döndürüldü. 57 Birinci Bölüm Yeşil’in PKK Macerası Hacı, Sakallı, Terminatör, Metin Atmaca, Ahmet Demir, Ahmet Yeşil, Mehmet Kırmızı, Hasan Tanrıkulu adlarıyla da tanınan Mahmut Yıldırım ile ilgili hiç bir yerde bugüne kadar yazılmamış şok bilgiler edindim. PKK olayına yeniden el atan Yeşil, yeni süreçte tekrar göreve getirildi. Kaynağım Yeşil ile Tunceli’de 1994 ve 1995 yılında operasyonlara çıkan bir özel tim elemanı. Kanada’ya iltica ettiği için ismini ricası üzerine gizliyorum. 1994 yılına kadar Yeşil’in görev yerinin Almanya ve vazifesinin PKK’lıları eğitmek olduğunu biliyor muydunuz? Peki ne olmuşta da Yeşil birden PKK düşmanı kesilmişti? Mahmut Yıldırım’ın ailesi 1994 yılında PKK tarafından öldürülmüş. Bu bilgileri veren şahıs sağlam bir kaynak. Almanya’dan hemen dönüş yaparak Tunceli’ye gelen Yeşil, karıştığı karanlık işlerden dolayı güvenilir bir eleman değildir ve kendisine referans olacak birine ihtiyacı vardır. Ailesinin intikamını almak istemektedir. Tunceli Bölge Komutanı İsmail Kuru’nun yanına gider ve yalvarır. Kuru, ona bir şans daha vermek için insiyatifini 58 kullanır ve Yeşil Tunceli’de Özel Tim’e alınır, kod adı Palet 33 olur. Ergenekon tarafından öldürülen Albay Kazım Çillioğlu’nun infaz kararını veren Tunceli Bölge Komutanı İsmail Kuru, Yeşil’i denemek için suikastla görevlendirir. Yeşil genelde kurbanlarını enseden vurur, bir tanede kafadan sıkar. Yeşil bu işte tek başına değildir. İsmail Kuru, infazdan bir gün önce görevden alınmıştır ama sahte otopsi raporunu lojmanda hazırlatmayı başarmıştır. İzmir’de görevliyken rahmetli Eşref Bitlis tarafından 1993’de Diyarbakır Alay Jandarma Komutanlığı’na atanan Çillioğlu ile Kuru’nun arası bir yıldır açıktır. PKK’ya karşı operasyona giderken Çillioğlu ‘Kuru geri çağırır’ diye telsizini kapatmaktadır. Terörle mücadelede içeriden bilginin Kuru’nun ekibi tarafından sızdırıldığından şüphelenmektedir. Yeşil tetikçi ama Kuru Azrailidir şehit albayımızın. Parmaksız Zeki kodlu Şemdin Sakık, ‘kendi generallerini öldürecek kadar kudurmuşlardı’ diyor savcıya ifadesinde. Daha ne desin? Şiddete karşı barışa taraftar oldukları için infaz edilen Eşref Bitlis, Hulusi Sayın gibi generallerimizi kast eden Parmaksız, şehit 33 er olayını da içimizdeki Ergenekoncu subayların tezgâhladığını itiraf etti. Çillioğlu soruşturmasını kapatan Savcı İnayet Taş’ta suça ortaktır, cinayete intihar süsü verilmiştir. Nihayet ki dava yeniden açıldı sürüyor bugün. Yeşil ve Kuru, ayrıca savcı Taş yargılanmalıdır! Yeşil’i kahraman yapan Kurtlar Vadisi Pusu dizisine yazıklar olsun! Yeşil, Kontrgerilla elemanıdır. Kurtlar Vadisi Pusu dizisine 2011 sezonunda eklemlenen ‘Kara’ adlı Yeşil, zannedildiği gibi yer altında filan yaşamıyor. 1994’den 1998’e kadar PKK’ya karşı iç operasyonlarda resmen ordu elemanı olarak görev aldı. Kuru, ilk görevinden sonra nam salması için Yeşil’e ikinci görevini verir. PKK’nın 59 uyuşturucu trafiğinde kendilerine zorluk çıkartan bir ekibi tasfiye etmesi gerekmektedir. Verilen evlere baskın düzenleyen Yeşil, tek başına temizlik yapar ve kısa sürede Tunceli alayına 29 PKK kellesi ile gelir. Artık o bir kahramandır ve özel timin gözünde tek başına hareket etme yetkisine haiz efsanedir. Komandolar Yeşil’in konumunu içine sindirememektedir, Mazgit operasyonunda ferdi hareket etmesine kızan askerin keskin nişancı snipperla Yeşil’i vurmasına yine Kuru engel olur. Yeşil’in Tunceli’de karıştığı sayısız yargısız infaz var, tüm bunlar halkı devletine düşman yapmış ve daha fazla sivilin PKK’ya katılmasına yol açmıştır. Adeta estirilen devlet terörü ile Kürtler dağa postalanmıştır. Kuru’nun verdiği üçüncü görev o dönemde PKK içinde kendilerine sorun çıkartan Doktor Baran’dır. Baran işkence ile Yeşil tarafından öldürülür ve PKK’nın Öcalan’a muhalif bir kanadı daha kopartılır. Dördüncü görevi, ‘Parmaksız Zeki’ kod adlı Şemdin Sakık’a Öcalan’a karşı geldiği için ders verilmesidir. 1959 Muş doğumlu Sakık’ın 18 kardeşi vardır. Sakık, tarlasında ev yapmasına izin vermeyen babasını bir kurşunla yaralar, bunun üzerine babası Sabri kendisine pusu kurup öldürmek ister. Sevdiğine istenen başlık parasını bulamaz ve dağa çıkar. 18 yıl en kanlı terör saldırılarını yönetir ama bir gün PKK Lideri Abdullah Öcalan ile arası bozulur ve sürgüne gönderilmek üzeredir. Sakık’ı işkenceye alan Yeşil, tüm el ve ayak parmaklarını yakar, bu nedenle Parmaksız Zeki’de parmak izi bulunmamaktadır. Kuzey Irak’ta Duhok kenti yakınlarında 13 Nisan 1998 tarihinde başına silah dayayarak yakalayan kişi yine ‘Yeşil’ dir Şemdin Sakık’ın kardeşi DTP Milletvekili Sırrı Sakık hakkındaki iddiaları korkunç. Milletvekili Sakık’ın PKK’nın yüz binlerce dolarını yediğini, baba mirasını üzerine geçirdiğini ve milletvekilliği için bölücü başı 60 Abdullah Öcalan’dan icazet aldığını, gerçekte ortaokul diplomasına bile sahip olamadığını, Ankara’da barış yanlısı görünüp, bölgeye gittiğinde ise terör örgütüne ‘savaşın’ dediğini biliyor muydunuz? Sakık, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a ve medyaya gönderdiği mektupda 120 DTP’linin adını vererek, “Bunları partiden atarsanız PKK’nın partideki etkisini kırarsınız.” diyordu. Savcılara engel olursanız ne PKK’nın DTP üzerindeki etkisi kırılır nede uyuşturucu trafiği sona erer! Yeşil’e o günlerde neden Sakık’a işkence yaptırıldığını anlamak için Sakık’ın faili meçhul cinayetleri araştıran Diyarbakır’daki özel yetkili savcılara verdiği ifadeye bakmak yeterli, şöyle diyor: Abdullah Öcalan’ın örgüt içinde başarısız eylemler gerçekleştirenler ve yönetici olma potansiyeli bulunan militanlarının da içinde bulunduğu 2 bine yakın kişiyi öldürterek Bekaa Vadisi’ne gömdü. Öcalan’ın izlediği taktik, kendi grubu dışındaki herkesi hain, işbirlikçi, ajan kişilikler olarak ilan etmekti. Sadece kişiler değil, kurumlar da bu saldırıdan nasiplenir. Güçlendikçe daha da saldırganlaştı. İlk kurşunu solculara ve Kürtlere sıktı. Bunun onlarca örneğini göstermek mümkün. Mehmet Şener, Resul Altınok, Çetin Güngör gibi. PKK’dan ayrılan şiddet karşıtı eski yöneticiler halen örgütün ölüm listesinde. Bunların başında Öcalan’ın eski eşi Fatma kod adlı Kesire Yıldırım var. PKK’lıların en büyük geliri uyuşturucudur. Van Başkale ve Hakkari’den ülkemize eşeklerle katırlarla sokulmakta ve Van’da işlenerek Avrupa’ya çıkarılmaktadır. Bu trafikte devletlülerin eli vardır. Sakık bunun yasaklanması için Öcalan’a teklifte bulunmuş Ancak Öcalan Sakık’a şu cevabı vermiş: “Örgütü ayakta tutmak kolay değil. Uyuşturucu geliri olmazsa bu kadarı insanı nasıl doyuracağız.” dedi. Yeterince açık değil mi? 61 Savcılara engel olmak isteyen AK Parti, PKK’lılara KCK’lılara yol vererek mi yoksa darbecileri, uyuşturu ağında parmağı olan generalleri serbest bırakarak mı Kürt açılımı yapacak? İşte zurnanın zırt dediği yer burası. PKK uyuşturucu ticaretini Ergenekoncu askerlerle ve mafya babaları ile birlikte yürütüyor. Yeşil tüm bu karanlık olaylara vakıftı ve nemalanıyordu. 1998’de Macaristan’da dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’a ‘şerefsiz’ diyerek yumruk attırmasından sonra ortadan kayboldu. Daha doğrusu eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in emriyle başka görevler verildi. Bir süre Romanya’nın Köstence’sinde Çingene mafyasını yöneten Oflu Ali Sabit’in yanında kaldı. Burada PKK’nın uyuşturucularını Avrupa’ya sokmasına aracılık etti. Daha sonra yurtdışında verilen özel görevler nedeniyle Arnavutluk, Afganistan, Rusya ve Beyaz Rusya’da bulundu. Askeri üniforma ve albay rütbesi taşıyordu, diplomatik dokunulmazlığı vardı. Son görev yeri Lübnan’da Beka Vadisidir. Başka bir isme çıkartılmış pasaport kullanıyor, bunu henüz tesbit edemedim. 13 Mayıs 2012’de Yeşil’in Romanya yıllarında sağ kolu olan Abdullah Argun Çetin’den Lübnan’dan eposta, mesaj aldım. Kullandığı yeni pasaport ismini yazmayayım da deşifre olmasın. Zira söz verdim. ‘Patronlarımız değişti ama yaptığımız çirkin işler değişmedi’ diyordu. ‘Siz Ergenekon’u tasfiye ettiğinizi sanıyorsunuz, oysa yeni bir yapı kuruluyor ve kara para düzenini yöneten kirli eller sadece el değiştiriyor’ diye yakındı. Şu anda ne yaptıklarını sordum. Aldığım cevap korkunçtu: Maalesef ülkemizle Suriye’yi savaşa sokmak için malum devletin gözetiminde ve emriyle provokasyonlar hazırlıyoruz ve kendimi ülkeme ihanet ettiğim için çok kötü hissediyorum. Bu yazdıklarım sanal bir dizi senaryosu veya komplo 62 teorisi değil acı gerçekler… Daha fazlasını yazmaya mezun değilim, mesajı alacak almıştır umarım! Suriye ile savaş demek ekonominin batmasıdır. Kurtlar Vadisi Pusu dizisine kahramanlaştırılan Yeşil ve avanesinin piyonluktan öte yaptığı icraat yoktur. 250. Madde’yı çıkartarak uyuşturucu tacirlerini, mafya babalarını ve Ergenekoncu subaylarımızı, generallerimizi Silivri’den çıkartmaya çalışan AK Parti, nasıl bir aymazlık içindedir anlayamıyorum. Habur fiyaskosu ile sonuçlanmış Kürt açılımı oyununda başrol alan İrancı damarın temsilcisi Beşir Atalay’a PKK ile barış yaptık açıklaması yaptırmak üzere olan AK Parti ve ‘Derin Devlet’dir. Bir önceki gün PKK’nın Avrupa Sorumlusu Zübeyir Aydar’ın twitter’da buna tepkisini gördüm, şöyle dalga geçiyor: AK Parti rüya görüyor… Bu makaleyi yazmadan bir gün önce ise Zübeyir Aydar’ı gerçekten rüyamda gördüm, AK Parti’ye Derin Devletin verdiği görevde başrol oyunculuğu verilmişti! Daha fazlasını anlatmayayım… AK Parti Oslo’da hakem devlet gözetiminde PKK’yı muhatap alarak MİT’e bir yanlış yaptırmıştır. Oysa isteseler hem MİT hem Polis için bugün PKK’dan ayrılan veya ayrılmayan yüzlerce militanı yakalamak çocuk oyuncağı. Teröristi devlet tarihimizde hiçbir devlet yetkilimiz muhatap almamış ve masaya oturmamıştır. Eğer KCK’ya af ilan edilirse, işte o zaman Türkiye Filistinleşmeye doğru gider. Zira İsrail’de Yahudiler devletlerini kurmadan önce yıllarca etnik terör estirmişler ve İngilizleri hakem yaparak vaat edildiğini iddia ettikleri toprakları koparmışlardı. Oslo’da aracı devlet yine İngilizlerdi ve Oslo görüşmelerini PKK aracılığıyla yine Büyük Britanya istihbaratı MI6 ve MI5 tarafından basına sızdırıldı. Alman istihbaratından Profesör Udo Steinbach ise militan Kürtlerin akıl hocaları, bize yüzyıl önce 63 yuttuğumuz benzer bir oyunu oynuyorlar. Eski PKK’lılar başta Irak olmak üzere birçok ülkede tek başlarına ve rahatça dolaşıyor. Onları alıp getirmek zor değil. Örneğin Murat Karayılan’ı almak ne kadar zorsa, Osman Öcalan’ı almak o kadar kolaydır. Irak’ta ABD ve Kürt liderlerin istedikleri anda, Karayılan başta olmak üzere yakalayıp Türkiye’ye teslim edemeyecekleri tek bir yönetici yoktur. Avrupa’da Almanya ve Fransa’da PKK’nın uyuşturucu ile kara para aklama operasyonuna el konuldu ve yılda bir milyar dolar akladıkları ortaya çıktı. Avrupalı güvenliğini düşünüyor, peki bizim halkımızın canı can değil mi, güvenlik, huzur, barış içinde yaşamayı hak etmiyor mu? Terörün beslendiği kaynağı kesersen terör biter. Avrupa Birliği ülkeleri teröre karşı sert önlemler alırken, ülkemizde özel yetkili savcıların yetkilerini tırpanlamak ve ülkemizi ceset tarlasına dönüştürenleri yargılamadan azat etmek neden? Yeşil gibiler bu oyunda kasten abartılan küçük piyonlardır, devlet adına katil olan Yeşil’in icraatlarını anlatmaya kitaplar yetmez. Asıl mesele büyük balıkları yakalamakta! Savcılar ve polisler pek çoğunu yakaladı yakalamasına ama derin yapıyla uzlaştığı imajı veren AK Parti gulyabanileri, ekonomiyi batırmak isteyenleri ve iç savaş çıkartmaları için çaba gösterenleri sanki salacak gibi gözüküyor… Bu adım sadece AK Parti’nin bitişi demek değildir, eski karanlık yıllara dönüşünde sinyalidir. Allah sonumuzu hayreylesin… AK Parti, yılanları çıyanları, akrepleri meydana salarsa, oy verenler haklarını helal etmeyecektir (4). Rahmetli şehit Muhsin Yazıcıoğlu, “Oğuz veya Türkmen soyundan bir lider ve aydınlanmışlar grubu ülkemizi milli çıkarlarımıza göre yönetene kadar çakma derin devletçilik ve Ergenekonculuk oynayanlar 4 Arslan, Faruk. Yeşil, Kara ve Kürt Ergenekon! Farukarslan.com. 30.11.2011. 64 güruhunun fitneleri bitmeyecek” derdi. “Yüzyıldır bizi yönetenler milli değil” diye sitem ederdi ve taşı gediğine koyardı: Türk milleti öksüzdür, zira bu milletin iradesinin vesayetsiz tecellisine ve milletin manevi değerlerine yürekten bağlı birinin başa geçmesine asla tahammülleri yok... Foyaları ortaya çıkacak diye onu şehit ettiler. Ne kadar haklı olduğunu 2007’den beri resmen ortaya çıkartılan sekiz kollu ahtapot Ergenekon sayesinde toplumumuz yeni anladı. Resmen diyorum, çünkü daha önce kimseyi inandıramıyorduk. Bu yüzsüzler topluluğunun iç yüzünü 1998’den beri yazıyorum. Yüzlerce haber, köşe yazısı, beş de kitap yazdım. Bana pek çokları en hafif tabirle, “Donkişot”, “Deli” veya “Komplo Teorici” yakıştırması yaptı. Yıllarca marjinalleştirilmeye ve yok sayılmaya çalışıldım. Şimdi Ergenekoncular ve onları sevenler marjinalleşti. Yazdıklarımıza, anlattıklarımıza artık kimse şaşırmıyor! Pandora’nın kutusu açıldı, hiç bir şey gizli kalmıyor. Yeşil, Kara ve Kürt Ergenekon konusuna kitaplarımda detaylarıyla değindim. Kırmızı PKK ‘Yeşil’leşirken, bunları kamuoyunun bilmeye hakkı var. Biraz açayım. Her ülkeye milli bir derin devlet lazımdır. Dış güçlere bağlı olan ve toplumun ana inancının tersine giden, kısacası şeytana hizmet edenlere karşıyım! Osmanlı devletinde Fatih Sultan Mehmet dönemine kadar derin devletin yönetimi ve icraat Çandaroğullarındaydı. İstanbul’un alınmasına karşı çıkınca Fatih tarafından tasfiye edildiler. Derin devlette Anadolu kliğinin sonu geldi, ‘Türk Rumeliler’ ve ‘Devşirme Rumeliler’ devri başladı. Osmanlının başvezir ve vezirlerine bakınız, çoğu devşirme Rum, Sırp, Hırvat, Boşnak veya Arnavut kökenlidir. Saray’ı ele geçiren bu klik, ülkeye hizmet ettiği sürece problem yoktu. Galata Bankeri zengin Ermeniler ve Büyük Pazar’ın esnafı Yahudiler, hep Rumeli atına 65 oynamış ve hep kazanmışlardır. Türkleri, “idraksız, cahil Türkler”, Arapları “necip millet”, Türkmen Alevilerini ise Farsa hizmet eden “Şii hainler” olarak gösterdiler. Oğuzlar, askeriyeyi yöneten ama emir eri memurlardı, Türkmenler ise çiftci köylülerdi... Bizi bölen, merkeze yerleşen Sünni Oğuz ve çevredeki Alevi Türkmen rekabetiydi. Türk-İslam sentezinden ziyade müslüman kardeşliği esas iken ayrımcılık azdı. Cumhuriyeti kuran Atatürk’ün çevresini kuşatanlarda Rumeli kliğiydi! Selanik’ten getirtilen devşirme Sebataycı güruh, İttihat ve Terakki’nin dışlanmış “B takımı” olarak gruba eklemlendi. Atatürk,“A takımı”nın çoğunu, 1908 ile 1918 arasında koca imparatorluğu yanlış politikaları ile uçuruma sürüklemeleri ve iktidarı paylaşmak için darbe hazırlamaları nedeniyle, 1926’da İzmir suikastı bahanesiyle ipte sallandırdı. Bir kısmını da Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkas veya Rumeli kökenli tetikçilerine veya İstiklal Mahkemeleri’ne temizletti! Rumeliler, Kafkas kökenlileri aralarına almamak için direnselerde, Atatürk büyük yararlılıklar gösteren, nüfusları kabarık Çerkezlere istihbaratı teslim ederek ödüllendirdi. Onlarda Gürcü, Azeri, Tatar, Çeçen ve Özbekleri yanlarına çekti ve Rumeli kliğini dengelemeye çalıştı. Neredeyse bir asır böyle geçti. NATO üyeliğimiz öncesi İsmet İnönü döneminde başlayan bugünkü Ergenekon yapılanmasında halkın ana inancı sünni Müslümanlık ve Alevilik dışlandı, Kürtler yok sayıldı. Nüfusun yüzde 80’i iç düşman kabul edildiler ve devlete yaklaştırılmadılar. Bu yöntem, İngiliz ve Fransızların meşhur azınlıkların çoğunluğu yönetmesi politikasıdır. İpleri yabancı örgütlerin eline tamamen geçmiş Ergenekon ahtapotunun bazı kolları son operasyonlarla kesildi, ancak yerine başka kollar monte edildi. Bazı damarlar ise boşluğu değerlendirerek 66 güçlendi. Çerkezler ve Kürtler, yeni Ergenekon’da güçlenen kesimlerdir. Kürt Ergenekon’u destekleyen klik, Diyarbakır ve Elazığ grubudur. Rumeliler, her zaman Ergenekon’un kara gücüydü, Kürtleri sahaya süren Yeşil kodlu Mahmut Yıldırım ise Elazığlı Türk milliyetçisi bir Kürttü, ama Kürt ve Alevilere düşmandı! Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde ‘Kara’ adıyla simgeleştirilen Yeşil karakteri, yeni klikin sahte kahramanıdır! Hapiste öldürülen Kaşif Kozinoğlu, yıllarca Perinçekgilleri besleyen istihbarattaki kara koyundu! Peki Yeşil nerede, neden bugün ortaya çıkartılıyor ve hangi kliğe hizmet ediyor? Yeşil, yakında kirli çamaşırları ortaya dökülecek Mehmet Ağar grubunun geçmişteki pisliklerini aklamak, örtbast etmek ve kamuoyunun beynini güya PKK’ya karşı sert mücadele konusunda yıkamak için ortaya çıkartıldı! 62 yaşında emekli olmuş bir devlet memuru, Ankara’da Yeni Mahallede, tam MİT binasının karşısında 13 yıldır özgürce yaşıyor! 1998’den beri Arnavutluk, Kuzey Irak ve Afganistan’da dış görevlerde bulundu. Albay rütbesi verildi ve ordu üniforması giydi. İnanmayan, CHP’nin en üst organı Merkez Karar Yürütme Kurulu eski üyesi Tunceli Milletvekili Sinan Yerlikaya, Mehmet Ağar ve Yeşil’i yıllarca kullanan istihbaratçılar Teoman Koman, Veli Küçük, Arif Doğan, Mehmet Eymür, Hanefi Avcı ve Levent Bektaş’a sorabilir… Uzun süredir Yeşil’in nerede olduğunu sormuyordum. Temmuz 2011 yazında Toronto’nun polis şefi William Bill Blair, yardımcıları Kim Derry, Tony Warr, Henry Ford ve eşleriyle, Ontario Eski Adalet Bakanı David ile eşini Türkiye’de gezdiriyordum. İzmir Emniyet Müdürü Ercüment bey bize üç tane özel koruma ve özel eskortlar verdi. Eskiden Polis Özel Timinde 1990’larda Yeşil ile beraber çalışmış bir polis, konu açılınca ben sormadan 67 söyledi: Geçen sene Şanlı Urfa’da bir akrabamın emeklilik işi vardı, sağ olsun Yeşil o işi çözdü. Yeşil yaşıyor, hatta epey iyi gördüm. Eski günlerini arıyor. Emekli olmuş, artık hiç bir işe karışmıyormuş, kafasını dinlemek istiyor! ‘Eski günler geride kaldı, artık Yeşil gibilerine yer yok. Terörle mücadelede temiz bir sayfa açılıyor. Polis gücü, öldürmek için değil halkı yaşatmak için bölgeye geliyor’ diye değişen şartlara vurgu yaptım. “Beni de çağırdılar, gidip gitmemekte kararsızım. Bu hükümete güvenilir mi sence demez mi?” ‘Git’ dedim ve ekledim: Artık Yeşil veya Kırmızı gibi kime çalıştığı belirsiz tiplerin faili meçhul cinayetler işleme devri kapandı. Müsade edilmeyecek, devlet yargısız infaz yapmayacak, cinayet işlemeyecek… Şu endişesini dile getirdi: Geçmişte polis güçleriyle askerler ve JİTEM birbirlerine silah çektiler, çatıştılar. Askerler, ülkenin ve bölgenin hakimi biziz, polis de kim oluyor tavrındaydı. Polisi kimse takmıyordu. Şimdi devran değişti ama halen koordinede aksaklık olur ve henüz tamamen temizlenemeyen Ergenekoncu askerlerle bölgede çatışırız gibime geliyor… Haksız sayılmaz. Ergenekoncu askerler ordudan temizlenebilseydi, PKK zemin bulamaz ve çoktan teslim olurdu! 2011 başından beri PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskınlarla gelir yolları tıkandı. Fransa’da açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK’nın adamları tutuklandı ve peşin para gönderdiği kurye sistemi çökertildi. Hakkâri’deki Kavaklı ve Kazan Vadisi’nde ana terörist yetiştirme kampları dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir yapılanması çökertildi. Uyuşturucu ticaretinin merkezi olan Van kentini ise deprem vurdu. Halen Van’ın Başkale sınır kapısı, Hakkâri, Yüksekova uyuşturucu yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu taşınıp Van’a getiriliyor. İşlenmiş halde Van’a İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, 68 buradan İstanbul’a ve Avrupa’ya pazarlanıyor. Belki de deprem Allah’ın bize uyarısıydı… Van’ın halkı dindar olmasına rağmen yüzde 80′nin araçları uyuşturucu taşımaktan sabıkalı! Kimin uyuşturucusu bu? Elbette Ergenekon ve PKK’nın (5). 1998’den beri, yani Yeşil veya adamları eski Başbakan Mesut Yılmaz’a Budapeşte’de yumruk atıp, burnunu kanattığından beri Yeşil öldü gibisinden kamuflajlar yapılıyor. Yeşil, Mehmet Eymür'ün MİT'te adamıydı. ABD dönüşü AK Parti ile dirsek temasında çalışan Eymür Yeşil'in geçmişte ve bugün neler yaptığını biliyor. Ama konuşmamaya devam ediyor. Yeşil bir gün çözüldüğünde, ucunun kendisine dokunacağını da biliyor. Eymür, ‘öldü, bir dönem bitti’ gibisinden Yeşil işini kapatmaya çalışıyor. Eğer öldüğünü biliyorsa, nerede, ne zaman, hangi olayda, nasıl öldüğünü de bilmesi lazım. Eymür bunları da açıklamak zorunda. Bakınız... Devlet Yeşil'i ne öldürür, ne de yargılar. Yeşil mahkeme önüne çıkarılırsa her şeyi anlatır. Öldürülürse de, sağlam birine emanet ettiği kasetler ortaya çıkar. Bu yüzden Yeşil'i yakalamak da, ortadan kaldırmak da istemiyorlar. Yeşil hâlâ kuvvetli biri. Devlet, Yeşil konusunda samimi değil. İnanmayan, Mehmet Ağar, Mehmet Eymür, Hanefi Avcı’ya da sorabilir, eminim nerede olduğunu biliyorlardır. Ergenekon sanığı olan Veli Küçük, kirli işlerini yaptırdığı Yeşil’in öldürüldüğü iddiasını kamuoyuna 1998’dan beri kasten pompalattı. Yeşil’in imajı, kurumu değiştirildi, ölmedi. Yaşıyor. Çünkü Yeşil'de cinayetlerin kasetleri var. Kontrgerilla elemanıydı. Kurtlar Vadisi Pusu dizisine eklemlenen Kara adlı Yeşil, zannedildiği gibi yer 5 Arslan, Faruk. Yeşil’in PKK Macerası ve AK Parti’nin Aymazlığı! Çorum Manşet, 10.06.2012. 69 altında filan yaşamıyor. Oğlu tarafından kitaplaştırılan Yeşil, artık emekli bir devlet memuru... Peki Yeşil nerede? En son 1998’de Macaristan’da dönemin başbakanı Mesut Yılmaz’a ‘şerefsiz’ diyerek yumruk attırmasından sonra ortadan kayboldu. Daha doğrusu Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in emriyle başka görevler verildi. Zaman gazetesi, müthiş bir gazetecilik yaptı ve 1997 yılında Yeşil'in telefon konuşmalarının tam dökümünü yayınladı. Bunu neden yaptı? Çünkü 2. MİT raporuna Gülen'in adını da karıştırmak isteyen Ergenekon çetesi Yeşil ile muhterem Gülen Hocaefendi’nin görüştüğü iftirasını ortaya atarak kamuoyunu aldatmıştı. Zaman'ın haberiyle ilk defa maskesi düşen Yeşil'in MİT Başkanı Teoman Koman'dan Cumhurbaşkanı Demirel'e, hatta Genelkurmay Başkanlığı'na kadar herkesle rahatca direkt konuşabilen devletin pervasız tetikcisi olduğu tescillendi. Yeşil gibi katillerle Gülen'in ilişkide olmayacağı ise açıktı. O, Ergenekon'un adamıydı, yani Gülen'in düşmanlarının infaz memuruydu... Kimilerine göre katil kimilerine göre vatanperver kahramandı. Esasen O, Ergenekon'un Yakup Cemili idi. Sonu cehennem olan bir yoldaydı. Nerede olduğunu aslında pek çok devlet görevlisi biliyordu. Mesela 2000 yılı sonbaharında Yeşil’in nerede olduğunu sorduğum bir Emniyet İstihbarat yetkilisi gülerek şunu söylemişti: Albay rütbesinde Arnavutluk’ta geziyor ve Kosova’da UÇK’nın milis güçlerine gayri nizami harp konusunda askeri eğitim veriyor. Bir kaç yıl sonra nerede olduğunu bir askeri yetkiliye sorduğumda yine acı acı güldü ve şunu fısıldadı: Benden duymuş olma ama Afganistan’a NATO çerçevesinde gönderdiğimiz Türk Barış Gücü’nde Albay rütbesinde Afgan emniyet güçlerini eğitiyor. Eski istihbaratçı astsubay Hüseyin Oğuz'a göre Yeşil Belarus’ta yaşıyordu. Oğuz İzmir 70 polisine ve medyaya şöyle dedi: “Bu kişinin ismini İzmir Emniyeti’nde verdiğim ifadede söyledim ve emniyet güçleri şu anda bu kişiyi arıyor. Yeşil’e ilişkin olarak da bazı yazılar yazıldı. Yeşil hakkında Mehmet Altan, Belarus’ta olma ihtimalini yazmış. Doğru yazmış.” (6). Emekli Jandarma İstihbarat Astsubayı Hüseyin Oğuz, “geçmişe dair” Takvim’e 27.12.2011'de önemli açıklamalarda bulundu. Oğuz, adı karanlık cinayetlere karışan ve yaşayıp yaşamadığı yılan hikayesine dönen Yeşil’in hayatta olduğunu söyledi. Oğuz, “Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım sağ. Halen Belarus’ta yaşıyor” dedi. Eski istihbaratçı Oğuz, iddialarına şöyle devam etti: “Yeşil hala devlet tarafından korunuyor. Yıldırım yani Yeşil’in hakkında Kırmızı Bülten olmasına rağmen hala yakalanamıyor. Çünkü arkasında derin bir yapılanma var. Yeşil zaman zaman Türkiye’ye giriyor. Varın gerisini siz düşünün. Mahmut Yıldırım, Türkiye’de gerçekleştirdiği her olaydan sonra Belarus’un başkenti Minsk’e tatile gönderilirdi. Yani ödüllendirildi. Tüm bildiklerimi devlete anlattım. Ancak buna rağmen tanık korumaya alınmadım. Bu konu ve diğer konulara ilgili tüm bildiklerimi gerekli yerlere ilettim. Yakında piyasaya çıkacak olan ‘Karanlık Güçler Çeteler ve Faili Meçhul Cinayetler’ adlı kitabımda da tüm bilgileri anlattım. Ben hala yaşam mücadelesi veriyorum. Maddi ve manevi olarak bittim. Bana çobanlık bile yaptırmadılar. Buna rağmen yine de bildiklerimi açıkça söylüyorum. Ancak yine de size her şeyi anlatamam. Çünkü bildiklerimin onda dokuzunun bende kalması ‘yaşamam’ için gerekiyor (7). 6 7 Arslan, Faruk. Yeşil Yaşıyor. Peki Nerede? Ankara’da veya Belarus’ta! Farukarslan.com. 11.11.2011. Arslan, Faruk . 2011. 71 TBMM’nin, çok sayıda cinayetin faili olduğu iddia edilen ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım muammasının çözülmesi için çok önemli bir girişimde bulundu. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu, 1992 yılında Yeşil tarafından işkenceyle öldürüldüğü belirtilen Ayten Öztürk’ün babası Hıdır Öztürk’ün ifadelerinden yola çıkarak, Mahmut Yıldırım hakkında suç duyurusunda bulunmuştu.Söz konusu suç duyurularının 19 Aralık 2011 tarihinde yapıldığını kaydeden İnsan Hakları İnceleme Komisyonu’ndan bir uzmana göre, Tunceli ve Elazığ savcılıklarına Meclis adına suç duyurusunda bulunuldu. Alt komisyonumuzda konuşan Hıdır Öztürk’ün ifadeleri de başvuruya eklendi. Daha önceki açıklamalarında ‘Yeşil’in yaşadığına inandığını’ söyleyen TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı AKP’li Ayhan Sefer Üstün’ün, alt komisyonun çalışmalarının ardından inisiyatif alarak bu girişimde bulundu. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Üyesi ve CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün de Meclis’in bu adımının olumlu sonuçlar doğurabileceği inancında: “Onca delile ve tanıklığa rağmen bugüne değin savcılar ve mahkemeler Yeşil hakkındaki iddiaları soyut bulduklarını ifade ettiler. Ancak eğer bu girişimin ardından ilgili savcılar Meclis’i dikkate alırlarsa Yeşil hakkında yakalama kararı çıkartılabilir. Ve bu durumda Yeşil’in sorumlu olduğu iddia edilen dosyalarda, örneğin 1992 yılında öldürülen Ayten Öztürk’ün dosyasındaki zamanaşımı tehlikesi de bertaraf edilmiş olur.” Aygün, Yeşil’in yaşayıp yaşamadığı şeklindeki soruyu şöyle yanıtladı: “Bu çok zor bir soru. Ancak Ayhan Çarkın’ın ifadeleri aydınlatıcı olabilir. Çarkın bazı çalışma arkadaşlarının eceliyle ölmediğini söylüyor. Yeşil’in hayatta olup 72 olmadığını tartışırken bu devlet içi tasfiyeler iddialarını da değerlendirmek gerek.” Dikkat ediyor musunuz bilmiyorum ama son zamanlarda Ergenekon’un etrafındaki ayak izleri hep aynı adreste kesişiyor. Ergenekon Davası’nın kaçak sanığı Bedrettin Dalan’ın, İnternet Andıcı Davası’nın üç numaralı sanığı olan Tümgeneral Musatafa Bakıcı’nın, tavana bakılarak geçiştirilen ve kim olduğunu hala resmen öğrenemediğimiz ‘Dalan’a çantayla para götüren şike sanığının’ hep aynı adreste ortaya çıktığını görüyoruz. Belarus’un başkenti Minsk’den söz ediyorum. Neden Minsk? Çünkü Belarus ile aramızda ‘suçluların iadesi’ konusunda bir anlaşma yok. Diyorum ki Yeşil de sakın Minsk’de olmasın? Sahi, acaba Yeşil Minsk’te mi? (8). Kıbrıs Postası’ndan yazar Polat Alper’inde şöyle bir iddiası var, okuyalım: Aldığım bir okuyucu mektubu, Türkiye`de kırmızı bültenle aranan Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım`ın uzun süredir KKTC`de yaşadığını ve bu bilginin, TC ve KKTC istihbarat birimleri tarafından bilindiği halde buna göz yumulduğunu idda ediyordu. Mektubu gönderen kişi, kendisinin de bu teşkilatın mensubu olduğunu bu sebepten kimliğini açıklayamayacağını söylüyordu. Bu bilgiyi özellikle Kıbrıs`ta geniş bir kitleye hitap eden Kıbrıs Postası Gazetesi aracılığıyla paylaşmayı tercih ettiğini belirtiyordu. Yeşil, MGK, 1992 yılında “Teröre, terörün kullandığı araçlarla son verme” kararını aldıktan sonra, JİTEM bünyesindeki 7 bölgede ağırlıklı olarak Güney Doğu’da operasyon timleri kurdu. Bunların başında sonradan generalliğe terfi eden Albay Veli Küçük vardı. Mahmut Yıldırım ise bu timin 8 Altan, Mehmet. Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım’ın adresi. Star 24.12.2011. 73 basit bir elemanıydı. Hatta PKK’ya haraç (yardım) veren iş adamlardan tahsil edilerek bankaya yatırılan paraları bile kendisi çekemiyordu. O işi Jandarma Astsubay Ahmet Demir yapıyordu. Karışıklık, Ahmet Demir ismini Mahmut Yıldırım’ın kod adı olarak kullanmasından kaynaklanıyordu. Yine tesadüf eseri bir başka Ahmet Demir bölge illerinden birinde Emniyet Müdürü idi. JİTEM resmi kadrosu olmayan onayla kurulmuş bir birimdi. Hem istihbarat hem de operasyon birimleri aynı çatı altındaydı. Emniyet’teki gibi ayrı birimlerde değildi. İstihbaratı kendisi yapıp imha etme emrini kendisi veriyordu. Hukuken böyle bir timin kabul edilmesi söz konusu bile olamazdı. JİTEM dağıtıldı, kimi general oldu, kimi uluslararası nakliyat filosu kurdu, kimi de Yıldırım gibi, Romanya’da uzun süre dolaştıktan sonra şimdilerde Kıbrıs’ta dinleniyor. Önceki yıllarda, Uzan ailesinin, Abdullah Çatlı’nın, Yaşar Öz`ün, hava korsanlarının ve daha birçok kanundan kaçan kişilerin KKTC`de saklandığı gündeme gelmişti. Peki tüm Türkiye`de aylarca konuşulan, kırmızı bültenle aranan Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım`ın KKTC`de yaşaması kimin umurunda? (9). Tekrar İzmir’e dönelim. Polis memuru, eski özel tim elemanı arkadaşla geçirdiğim günde geçmişte neler olduğunu beraber hatırladık. JİTEM bünyesinde başlayan iç çatışma nedeniyle Arif Doğan-Cem Ersever ekibi ile Veli Küçük-Mahmut Yıldırım (Yeşil) ekibi 1993’de karşı karşıya geldi. Arif Doğan'ın Ankara'ya çekilmesi, Cem Ersever'in emekliye ayrılmasıyla Batman üçgeninde Yeşil döneminin de önü açıldı. Bu dönemin başlangıcı ise, 20 Eylül 1992 tarihinde Musa Anter'in öldürülmesiyle 9 Alper, Polat. “Yeşil” KKTC`de yaşıyor, kimin umunurunda… Kıbrıs Postası. 2011. 74 başladı. 1992-1993 yılları arasında bölge'de yoğunlaşan faili meçhul cinayetler, 1997 yılında Başbakanlık Susurluk Raporu'na kadar taşındı. Bu cinayetlerle yetinmeyen ekipler, uyuşturucu, adam kaçırma, şantajla para sızdırma gibi ekonomik alana da yöneldi. 1993 yılı Mayıs ayında Turgut Özal'ın ölümünün ardından Başbakan Süleyman Demirel'in Çankaya Köşkü'ne çıkması, DYP'nin başına geçen Tansu Çiller'in Başbakanlık koltuğuna oturmasıyla da faili meçhul cinayetler Adana, Ankara ve İstanbul gibi kentlere sıçradı. JİTEM içerisinde başlayan iç çatışma, Ankara'da Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis, Lice'de Bahtiyar Aydın ve Mardin'de Albay Rıdvan Özden gibi muvazzaf subaylara kadar ulaştı. JİTEM’I kontrolu altına alan Veli Küçük, iddialara göre önüne çıkan, şiddetin bitmesini isteyen barış yanlısı askerleri Yeşil’e infaz ettirdi. İşte tam bu sırada Çiller, hedef hainler listesini açıkladı. Çiller'in İstanbul Holiday Inn Oteli'nde, 'Türkiye milis hareketi niteliğine dönüşmüş ve yaygınlaşmış bir terör hareketiyle karşı karşıyadır. PKK’nın haraç aldığı işadamı ve sanatçıların isimlerini biliyoruz. Hesap soracağız' açıklamasının ardından Batman'da DEP Mardin Milletvekili Mehmet Sincar öldürülürken, ekim ayında ise JİTEM'deki ayrılıklar nedeniyle basına konuşmaya başlayan Cem Ersever, JİTEM elemanı Kemal Uzuner'in Aydınlıkevler'deki evinden alınarak Bolu'da bulunan Başbakanlık Atış Poligonu'nda sorgulandıktan sonra Yeşil tarafından öldürüldü. Ersever ile birlikte sevgilisi Nevval Boz ile Mustafa Deniz de öldürülen isimler olarak kayıtlara geçti. Öldürülmesi gereken, sözde PKK’ya yataklık yapan 10 bin kişiyi bin operasyonla temizleme fikri tamamen Mehmet Ağar’ındır ve bunu MGK’da 1992 yılında Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’e de kabul ettirmişti. Hatta Güreş’in bu ortaya çıkarsa hepimizi 75 sallandırırlar dediğini duymuştum. Şimdi yaptıkları hatanın, ektikleri nefret tohumunun hesabını vermenin vakti geldi. Ersever'in elinde bulunan ve Doğu illerinde birçok eylemde kullanılmaya başlanan patlayıcıların ölümü sonrasında Ankara ve İstanbul'da peşpeşe meydana gelen patlamalarda ortaya çıkması, Yeşil'in Ankara'daki izini açığa çıkardı. Ve Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım'ın sorgusuna bizzat Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar da katıldı. Bu dönem iki Mehmet arasında krize yol açan Yeşil, kaburgaları kırık bir halde Mehmet Eymür'e teslim edildi. Cem Ersever'in ölümü sonrasında başlayan tartışmalarda taraf olan Aydınlık Dergisi ve Doğu Perinçek, Ersever'in Yeşil tarafından öldürülmediğini, Hanefi Avcı ve ekibi tarafından korunduğuna dikkat çeken yayınlar yaptı. Adnan Akfırat'ın Eşref Bitlis'e ilişkin yazdığı yazılar ile Doğu Perinçek'in 'Çiller Özer Örgütü' isimli kitabında JİTEM korunurken, Emniyet İstihbaratı açıkça suçlandı. Gözaltından çıkan Yeşil, MİT bünyesinde yeni bir görev için Şam'da yaşayan PKK elebaşısına suikast için Şam’a uçtu. Bu suikastta kullanılacak olan patlayıcılar ise Viranşehir Belediye Başkanı Halil İbrahim Keleşabdioğlu'nun organizesiyle Ceylanpınar'ın Reselayn Kapısı'nda Şam'a gönderildi. Çiller’in siyasi rakibi Mesut Yılmaz’ın Yalçın Küçük’e ulaştırdığı notla suikastdan haberdar olan Öcalan, suikastın başarısız olmasını sağladı. Yılmaz, hoşlanmadığı Mehmet Eymür ve Yeşil gözden düşürmeye çalışmıştı. Şam merkezinde zamansız patlayan bomba, iki Mehmet arasındaki kavgayı derinleştirdi ve Mehmet Eymür görevinden alınmasının ardından ABD'ye uçtu. Eymür, 76 tüm bu yaşananları kurduğu Atin.org sitesinde bir bir deşifre etti. Ersever'in ölümünün ardından büyük kentlere sıçarayan cinayetler zincirinde Kürt kökenli işverenleri, avukatlar, Kürt kökenkli aydınları hedef alınmaya başlandı. Bu dönem büyük kentlerde JİTEM bünyesinde bulunan itirafçılarının yanısıra eski ülkücüler, polis memurları ve mafyaya uzanan bir ağa kadar ulaştı. Bu dönem Behçet Cantürk, Savaş Buldan, Adnan Yıldırım, Hacı Karay, avukatlar Medet Serhat, DEP Ankara İl Başkanı Faik Candan, HADEP Yüreğir İlçe Başkanı Rebih Çabuz, İzzettin Görnü gibi çok sayıda insan öldürüldü. Devlet, siyaset ve mafya üçgeninde örgütlenmiş yapılar tarafından işlenen siyasal cinayetlerin yanısıra ekonomik rantlar sağlanması adına, Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfi Topal, Tefeci Nesim Malki'ye ulaşan bir dizi cinayet daha işlendi. Yeşil, Bingöl, Solhan ilçesi Dicnik Köyü'nde 1951 yılında doğdu. MHP kökenli, 1973'te Bingöl Genç İlçe Jandarma Komutanlığı tarafından kullanıldı ve ilişki aynı yıl MİT Tatvan Bölge Müdürlüğü'ne devredildi. Kasım 1975'te askerden geldikten sonra Milli Görüş hareketi içinde MİT adına çalıştı. Yıldırım, Elazığ'da 1977'de Etibank Ferro Krom tesislerinde puantör olarak göreve başladı. İşlemleri 20938 sicil numarası üzerinden yapılıyordu. Tam dört yıl sonra farklı bir göreve soyunup, farklı bir isimle anılmaya başladı. Yeni adını gözlerinin rengi olan "Yeşil"den aldı. Susurluk kazasından sonra ortaya dökülen ilişkiler, pek çok cinayetin tetikçisi olduğunu ortaya koydu. Herkes Yeşil'den söz etti, ancak bulunamadı. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, aldığı bilgileri aktarırken Yeşil'in öldürüldüğünü söyledi. Ancak kısa bir süre sonra Yeşil, 1999’da İHD Başkanı Akın Birdal'ı vuranların arkasındaki isim olarak ortaya çıktı. Daha sonraki bilgiler Yeşil'in hala hayatta olduğunu 77 ortaya koydu. Susurluk Raporu'nda da Yeşil'e 12 sayfalık özel bir yer ayrıldı. Ahmet Demir, Mehmet Kırmızı sahte kimliklerini kullanan, Güneydoğu'da "Sakallı" adıyla bilinen Solhanlı Mahmut Yıldırım'ın geçmişi bir ölçüde deşifre edilebildi. Bir dönem MİT'te, bir dönem JİTEM'de görev aldığı anlaşıldı. JİTEM subayı Ahmet Cem Ersever'in öldürülmesinden, Güneydoğu'daki pek çok faili meçhul cinayete kadar sayısız olayda tetikçilik yaptığı belirlendi. Hatta Abdullah Öcalan'ın Suriye'de öldürülmesi için görevlendirilen ekipte de yer aldığı öne sürüldü. Afyon Cezaevi'nde öldürün Sabancı suikastı sanıklarından DHKP - C'li Mustafa Duyar'ı Türkiye'nin Şam Büyükelçiliği'nden alıp getiren ekipte onun da adı sayıldı. Ancak istihbarat birimlerinin kamuoyuyla pek de paylaşmadığı kanıya göre, aslında Yeşil tek bir kişinin değil, birden fazla görevlinin kullandığı ortak kod adı. Yeşil kodunu kullananlardan biri de üst düzey görevlerde bulunan Veli Küçüktü. Bir dönem Güneydoğu'da PKK'ya karşı yürütülen mücadelede özel operasyonlar, karşı gerilla eylemleri ve taktikleri onun yönetiminde yürütüldü. Ankara'da bir pavyonda eğlenirken olay çıkarttığı için gözaltına alınan, götürüldüğü Emniyet Müdürlüğü binasında Orhan Taşanlar ve ekibi tarafından kaburgaları kırılana kadar dövülen Yeşil'i polisin elinden alan ve MİT'te tedavi ettiren kişi Mehmet Eymürdü. Üzerinde taşıdığı 0542 214 50 21 numaralı telefonla aradığı yerler arasında resmi kurumların yanı sıra, Abdullah Çatlı, Sami Hoştan, Sedat Peker gibi isimler de bulunuyor. Mesut Yılmaz'a Budapeşte'de yumruk atanlar da Yeşil'in telefonundan arananlar arasında yer alıyor. Yeşil adının korkuyla anılması Susurluk çetesi tarafından tahsilat amacıyla kullanıldı. Susurluk çetesinin tehditle para topladığı kişileri arayan hep Yeşil idi. 78 Ömer Lütfi Topal'ın öldürülmeden önce para yatırdığı Ziraat Bankası Ankara Heykel Şubesi'ndeki hesabın sahibinin de Ahmet Demir kimliğini kullanan Yeşil olduğu ortaya çıktı. Mahmut Yıldırım, sıradan bir memur olarak başladığı yaşamını bugün herkesin bildiği ancak kimsenin tanımadığı kanlı bir tetikçi olarak sürdürüyor veya öldü. Kaçak olarak nerede yaşadığını kesin olarak saptayabilen yok. 30 yıldır çalışmadığı istihbarat teşkilatı kalmadı. Doğu'da pek çok karanlık faili meçhul cinayete birlikte kalkıştığı, PKK'ya karşı gayrinizami harp yürüten Binbaşı Cem Ersever ve arkadaşlarını, fazla konuştukları için Çatlı ve Haluk Kırcı'ya çekinmeden öldürtecek kadar derin bir adamdı. Tüm devlet başkanları, başbakanlar, Genelkurmay, MİT ve Emniyet teşkilatında çok sevilmesede gözüpek işleri nedeniyle çok iyi tanınan, saygı duyulan Yeşil, kontragerilla çalışmalarıyla devletin düşmanlarını infaz eden, ettiren delikanlı bir istihbaratçıydı. Kosova'da UÇK'nın askeri eğitimi, Afganistan, Bosna, Çeçenistan ve Kuzey Irak'ta gizli operasyonlar dahil pek çok yurtdışı kirli operasyonun organizatörüydü. Haziran 1996’de Eymür’ün verdiği son görevini ifa ettiği yurtdışı görevinden döndükten sonra birden ortadan kayboldu. Eğer bundan sonraki görevi ülke içindeki mafya yapılanması ve yolsuzluğun kan damarlarına girmekse öldü gösterilmesi elzemdi. Kürt asıllı olmasına rağmen vatansever bir ülkücü, ulusalcı, Alevi Kürtlerin ve PKK'nın can düşmanıydı (10). Radikal Gazetesinden Sayın İsmet Berkan 12 ve 13 Temmuz 2000 tarihlerinde Yeşil'in ifadesine değinen "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz?" başlıklı yazıları yazmıştı. "Yeşil, para alabileceği her yerden para 10 Arslan, Faruk 2011. 79 almaktan çekinmediğini, Ceylanlar dahil herkesi haraca bağladığını ('vergi' diye adlandırıyor, aynen PKK gibi) bir devlet kurumu olan MİT'e rahatça söylüyor ve başına hiçbir şey gelmeden oradan ayrılabiliyordu. Aynı Yeşil, 'faili meçhul' bir cinayete kurban giden Kürt yazar Musa Anter'i bir PKK önde geleni aracılığıyla nasıl kandırıp tuzağa düşürdüğünü de yine MİT'e adeta övünerek anlatıyordu. Bu anlatımdan hareketle Musa Anter'i Yeşil'in öldürdüğüne kuşku duyulamaz artık. Tek bilinmeyen Yeşil'in talimatı kimden aldığı." Yeşil'in anlatımları arasında Emniyet Genel Müdürlüğü'nün en önemli birimlerinden birinin, Özel Harekat Dairesi'nin başındaki bir insanın (İbrahim Şahin) çeşitli işadamlarını haraca bağladığı, o işadamlarının da 'vergi' adı verilen bu paraları çeşitli rütbeli polisler aracılığıyla gönderdiklerini, bu paralardan kendisinin de nasiplendiğini anlatıyordu. MİT'in suçla mücadele ve suçluyu yakalama gibi bir görevi yok belki ama en azından vatandaşlık bilinci mesela Yeşil'in, İbrahim Şahin'in, Abdullah Çatlı'nın, 'Arnavut Sami'nin, Mehmet Ağar'ın, Korkut Eken'in vs. savcılara ve teftiş kurullarına ihbar edilmesini gerektirmiyor muydu? (11). Berkan'ın yukarıdaki soru ve tenkitlerine Mehmet Eymür kapatmadan önce kendi site sayfalarıda cevap vermeye çalıştı: Esasında konu birçok karanlık bölümleri bulunan bir devri ve sistemi ilgilendirdiği için, bu sistemin içinde belli bir rolü olan ve bu dönemin bir bölümünde (1994-96) resmi görevi bulunan beni fazlasıyla aşıyor. Ben yine de kendi sorumluluk sahamda kalarak bazı yanıtlar vereceğim. Bahsi geçen dönemde iki tip illegal faaliyet yürütülmüştür. Birincisi "Terör ve PKK ile mücadele kapsamında" yürütülen illegal faaliyetlerdir. 11 Berkan, İsmet. "Susurluk sırları" ve Neden yadırgamıyoruz?" Radikal Gazetesi.12 ve 13 Temmuz 2000. 80 "Birinci tip" diye adlandıracağımız bu faaliyetler, demokrasi rejimi ile bağdaşmasa da "yaşadığımız olağanüstü terör yılları", "şehit verdiğimiz ve ölen sayısız insanımız" nedeniyle haklı nedenler taşıyabilir. Yani "olağanüstü" şartlardaki, "olağanüstü mücadele yöntemidir" Diğeri, yani "ikinci tip" illegal faaliyetler, "ülke yararına" görünümü altında yürütülen "maddi ve politik çıkar sağlamaya yönelik" -çete- faaliyetlerdir. Her iki faaliyet iç içedir ve her iki faaliyetin oyuncuları aşağı yukarı aynı kişilerdir. Hukuken bu iki faaliyeti bunlar suç, bunlar diğeri değil diye ayırabilmek mümkün değildir. Resmi olarak inkâr edilse de, "ülke yararına yönelik illegal faaliyetler" belli bir karar mekanizması tarafından harekete geçirilmiş, belli bir emir ve komuta zinciri içinde yerine getirilmiştir. Emirleri icra eden kişiler, ulvi bir görevi yerine getirdikleri inancıyla bu işleri yapmışlardır. Emirler genellikle şifahen verildiği için, bu emri verenlerin sıkıştıklarında bu hususu inkâr etmeleri ve suçu astlarına atmaları mümkündür. İcracı kişilerin, bazı hallerde menfaate yönelik faaliyetlerde, bilmeden kullanılmış olması da imkan dahilindedir. Tamamına yansımasa dahi, birçok olayda, her iki tip faaliyeti yürütenlerin aynı kişiler olduğu görülmektedir. Bu ise şahısların "ikinci tip" faaliyetler ve suçlardan dolayı itham edilmesini zorlaştırmaktadır. Hukuk karşısında ağır neticeler getirebilecek olan ikinci tip "çete" faaliyetlerin ortaya çıkma ihtimali, emir ve komuta zincirindekileri telaşlandırmakta ve bu nedenle bu zincirdekiler, "ikinci tip" faaliyetleri tasvip etmeseler dahi, suçlu etrafında bir koruma halkası oluşturmaktadırlar. Esasında suç işleyenlerin başlangıçta devlete hizmet felsefesi ile yola çıktıkları, gözlerinde çok büyüttükleri hedeflerini devletin imkânlarını kullanarak kolayca bertaraf ettikten sonra devletin gücünü kendi güçleri gibi gördükleri, kolayca 81 elde edilen büyük rantlardan sonra devlet işlerini tamamen unuttukları, rahatlıkla ifade edilebilinir. Diğer önemli bir zorluk, her iki tip faaliyeti yürütenlerin ulusal güvenliğimizi korumakla görevli teşkilatlarımıza ve politik hüviyete mensup kişilerden oluşmasıdır. Bu teşkilatlarımıza has özel statüler ve politik kimlik, bir cins dokunulmazlık kabuğu yaratmakta ve adaletin düzgün işlemesini ve adil neticeler alınmasını önlemektedir. Neticede günümüzde yaşadığımız gibi, dokunulmazlık kabuğu en ince olan "bir kaç polisin" ve sivil vatandaşların yargılanmasının ötesine gidilememektedir. (12). Zaman’da yazar iken Fehmi Koru’da 1998'deki bir Taha Kıvanç yazısında dönemin Ankara Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar'a atfen şunu nakletmişti: Yıl 1995. Ramazan ayı. Taşanlar iftar için eve her gidişinde, çorbayı kaşıklayamadan bir yerlerde patlama olduğu duyuruluyor. "Bir değil, iki değil, üç değil... Bombalarda 'Yeşil' imzası çok belirgin... Araştırın bakalım, buralarda mı?" diye tâlimat vermiş... O gece Ulus'taki gece kulüplerinden birinde bulmuşlar Yeşil'i... İçeri aldıkları kişinin Yeşil olduğunu polisler biliyor, ama muhataplarına çaktırmıyorlar... 'Yeşil' olduğunu hiç açık etmeden, ama 'Yeşil' imiş gibi ayrıntılı bir ifadesi alınıyor... "Ertesi gün, bizim elimize düşmesinden hiç mutlu olmayan devlet birimleri devreye girdi; tahmin edemeyeceğiniz kadar yukarılardan bir ilgi gösterildi. Biz de kendisini teslim etmek zorunda kaldık..." (13). 12 Eymür, Mehmet. "Terör ve PKK ile mücadele kapsamında" yürütülen illegal faaliyetler. 10 Mayıs 2003. Kapandığı için internet ulaşımı yok. Atin.org. 13 Kıvanç, Taha. Bir değil, iki değil, üç değil. Zaman. Yeni Şafak. 1995 ve 2005. 82 En iyisi Yeşil’i ona görevler veren eski MİTci Eymürden dinleyelim: Yeşil'in güvendiği paşa Kemal Yılmazdı, o tarihlerde MİT'deki Yavuz Ataç, Orhan Çoban, Kaşif Kozinoğlu gibi "Özel Kuvvetler Komutanlığı (Özel Harp)" kökenli emekli subaylarla yakın ilişki içindeydi. Bu kişiler MİT Müsteşarı olacağına muhakkak gözüyle baktıkları Kemal Yılmaz'a devamlı bilgi taşıyorlardı. MİT'teki asker kökenliler Kemal Yılmaz'ın başlarına geleceğine o kadar kesin bakıyorlardı ki, nakledilenlere göre Yavuz Ataç ve Orhan Çoban, yeni yapılanma ile ilgili listeleri tanzim ederken makam kavgasına girmişler, aralarında sert tartışmalar çıkmıştı. Kemal Yılmaz'ın, Genelkurmay'daki Çevik Bir ekibinden olduğu biliniyordu. Normal şartlarda MİT Müsteşarlığına gelmesi pek mümkün görülmediğinden, bunun ancak askeri bir müdahale sonra olması mümkündü. Yeşil'in bütün anlatımlarına rağmen MİT tarafından kullanılmaya devam edilmesi, "kanuni" yönden olmasa bile, "ahlaki" yönden çirkin gözükebilir. Zamanın MİT Müsteşarı Sönmez Köksal da bu konuda bir hayli tereddütlüydü. Yeşil'in bütün mazisinin MİT'e monte edilmesinden endişe duyuyordu. Ben Yeşil'in ortalarda denetimsiz bırakılmasının daha vahim neticeler vereceğini düşünüyordum. Mehmet Ağar, resmi bir toplantı için MİT'e geldiğinde MİT Müsteşarının yanında kendisine mealen "Bu adamı siz de, Jandarma da kullanmış, şimdi ortalarda bırakmışsınız. Bu tip adamları sahipsiz bırakırsanız "suç makinası" haline gelirler, buna bir şekil bulun" dedim. Ağar, Jandarma ile konuşacağını söyledi, ancak bir netice çıkmadı. O tarihlerde, Yeşil'e milli menfaatler doğrultusundaki bazı yurtdışı faaliyetlerde görev vermiştik. Bu faaliyetler ile ilgili bağlantılar kurmuş, çalışmalar yapmıştı. Çok hassas bazı operasyonlarımızı biliyordu. Bu bakımdan 83 devam etmesinin hem faaliyetlere yarar sağlıyacağını, hemde kendisini Ankara'dan ve suçtan uzak tutacağını düşündük. Zaten, belirttiğimiz gibi, yaşadığımız günlerdeki "suç" Yeşil'i çok aşan organize bir faaliyet niteliğindeydi. Ayrıca Yeşil, bu açıdan iyi bir haber kaynağıydı. Terör ve organize suç faaliyetlerinde en iyi kaynaklar o faaliyetin içinde olan kişilerdir. Bu istihbaratın temel unsurlarından biridir. Üzerinde PKK/ARGK ve İnsan Hakları Derneği'ne ait üye kimlik kartı taşıyan Yeşil, bizim açımızdan, uygun vasıflara sahip, bir çok engeli kolayca aşabilen, yetenekli bir faaliyet elemanıydı, çalışmalarımıza olumlu katkıları oldu. Yeşil'le ilk görüşmelerimiz 1994'ün son aylarına rastlar. Bu görüşmelerde kendisine, yer aldığı operasyonların başarı ile neticelenmesi halinde yüksek miktarda parasal bir mükâfat verileceği söylenmiştir. Yeşil cevaben, kendisinin bu güne kadar para karşılığında iş yapmadığını, böyle bir mükâfatı kabul etmeyeceğini belirtmiştir. Yeşil'e ayrıca, çalışmalar esnasında meydana gelecek makul masrafların tarafımızdan ödeneceği, ihtiyaç hasıl olması durumunda, teknik alet ve malzeme sağlanacağı, Türkiye içinde kanunsuz hiç bir faaliyetine müzahir olunmayacağı, kendisine Teşkilatımızla arasındaki bağın ortaya çıkmasına neden olabilecek herhangi bir belge verilmeyeceği, görev esnasında yurt dışında şehit olması durumunda, ailesinin geçiminin ve çocuklarının okul masraflarının Teşkilatımız tarafından karşılanacağı, görevini ifa ettiği esnada yurtdışında tutuklanıp mahkum olması halinde de, ailesinin ve çocuklarının masraflarının karşılanacağı, böyle bir durumda, kendisiyle olan ilişkimizin inkar edileceği belirtilmiştir. Yeşil, ailesini garantiye aldıktan sonra gerekirse intihar eylemlerine bile katılabileceğini, bir tutuklanma 84 halinde, PKK itirafcısı olarak ifade vereceğini söylemiştir.. Bu sözlü anlaşmada belirtildiği gibi, MİT'in Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından gözaltına alınan Yeşil'le ilgili, dolaylı veya dolaysız hiç bir teşebbüsü olmamıştır. Beyanlarına göre, Yeşil'in Korkut Eken ve Polis ile problemleri, 1994'ün son aylarında başlamıştı. Kemal Horzum'dan her ay aldığı 250 milyon lira yardımın azalması üzerine, Kürt Ahmet lakaplı Ahmet Turgut'tan para istemesini neden gösteriyordu. Daha sonra Arnavut Sami olayı, ilişkileri iyice gerdirmişti. Kasım 1994 sonunda Korkut Eken'in, İstanbul'da Kürşat Yılmaz, Yavuz Bıçakcı ve Ahmet Güzel isimli arkadaşlarını gözaltına aldırıp, hakkında bilgi topladığını öğrenmişti. Kürşat Yılmaz ile bağlantı kurduğunu ve Kürşat'ın, kendisine "kendine dikkat et, seninle ilgili bilgi almak için bizi çok hırpaladılar" dediğini söylüyordu. Kürşat kendisinden tabanca ve bir cep telofonu talep etmiş, Yeşil, birilerine 5.000.000 lira rüşvet vererek istediklerini cezaevine iletmişti. Yeşil bu konuyla ilgili olarak şunları anlatıyordu: "Aynı günlerde Jandarma Genel Komutanlığı İstihbarat Şubesi'nde görevli H. Yarbay'dan çağrı aldım ve hemen görüşmeye gittim. H. Yarbay bana 'Bugün Korkut Eken Genel Komutan'a geldi, bir süre görüştüler. Korkut Yarbay, komutana biz Ahmet YeşlL'i tutuklayacağız, sizinle herhangi bir bağlantısı var mı? diye sormuş, Genel Komutan da, jandarma ile bu şahsın hiçbir bağı yok, tutuklayabilirsiniz şeklinde cevap vermiş, ancak tutuklama gerekçesini bilmiyoruz, Genel Komutan'a soramadık. Korkut Yarbay gittikten sonra Genel Komutan, B. Paşa'yı çağırıp, Emniyet Müdürlüğü'nün tutuklama kararını sana iletmesini istemiş, B. Paşa da bana emir verdi, Korkut Yarbay kararlıymış " dedi. 85 Olaydan 10 gün kadar önce, A.Çatlı da telefon ile aradı ve dikkatli olmamı tenbih etti, aynı günlerde oğlumun devam ettiği Karate Salonuna gelen telsizli iki şahıs oğluma, benimle ilgili sorular yöneltmişler. Yine aynı tarihlerde Cumhurbaşkanlığı'na gittim ve burada Cumhurbaşkanı Danışmanı olan dostum ile görüştüm. O da Mehmet Ağar ve benim gibi Elazığlı. Görüşme sırasında bana Cumhurbaşkanına ait altın bir dolma kalem hediye etti. Sohbet ederken bana "Mehmet Ağar ile iyi geçinmiş olman lazımdı" şeklinde bir cümle kullandı, ancak o gün için bu konunun üzerinde hiç durmamıştım. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma ile bugüne kadar hiçbir sorununun olmadı, tutuklanmam için ortada hiçbir gerekçe yok." Yeşil'e göre, Ankara'da yeraltı dünyasında adı geçen Kürt Ahmet lakaplı şahıs kendisinin varlığından tedirginlik duyuyordu. Kürt Ahmet'ten 100 Milyon TL almış, Kürt Ahmet bunu Ünal Erkan'a aktarmıştı. Kürt Ahmet, Ünal Erkan 'a ismiyle hitap ediyordu, Emniyet Müdürlerinin kararnamesinde bile Kürt Ahmet'in onayı vardı. Kürt Ahmet bir süre önce tedavi maksadıyla Amerika'ya gitmiş ve gitmeden önce kendisinin pasifize edilmesi için Korkut Bey'den yardım talep etmişti. Korkut Bey, Kürt Ahmet'e bu konuda teminat vermişti. Kendisinin aranmasını Korkut Bey'in sözünü yerine getirme çabası olarak mütalaa ediyordu. Korkut Eken'in yanısıra, İçişleri Bakanı danışmanı Mehmet Kıvanç Özer de kendisi ile uğraşıyordu. Aydın'lı Özer, sanki İçişlerinin değil Kürt Ahmet'in danışmanıydı. Zira devamlı Kürt Ahmet'in yanındaydı. Özer'in çağrı numarası 3 6 2- 1 2 8 6 idi, araştırılırsa ne kadar büyük işler çevirdiği anlaşılırdı. Kemal Horzum kendisine her ay 250 milyon lira para verirken, bunun 50 milyona düşürmüştü. 86 Bunun nedenini Kürt Ahmet'in yönlendirmesine bağlıyordu. Şöyle diyordu: "Kemal Horzum'un dışındaki bütün Kürt işadamları PKK'ya yardım ediyor. K.Horzum'un, PKK'lı Metın Kod adında bir ortağı vardı. Benim baskım neticesinde ortaklıktan ayırdı ve Horzum'un çevresinden uzaklaştırıldı. Başbakan ve Cumhurbaşkanı korumaları, boş zamanlarında ve izinlerinde Horzum'un bürosuna gelerek koruma yapıyorlar. Son görüştüğümde Horzum bana 'Seni Zülküf Ceylan'la görüştüreceğiz' dedi. Zülküf halen İsviçre'de hasta imiş. Döndükten sonra belirleyecekleri bir tarihte İstanbul'da Horzum, Zülküf ve Ceylan'ların kirvesi Emniyet Müdürü H. ile toplanıp görüşeceğiz. Birşey sormuyor ve herşeyden haberim varmış gibi davranıyorum. Oynamayı planladıkları senaryoya göre, sözde devletin elinde terör örgütüne para yardımı yapan kürt iş adamlarının isim listesi var ve sözde devletin içindeki bazı güçler benim kanalımla bu şahısları enterne ediyorlar. Dolayısıyla ben parayı alınca Ceylan'lara yönelik herhangi bir eylemde bulunmayacağım. Horzum'un daha önce benim adımı kullanarak aynı senaryo ile tahsilat yaptığını biliyorum. Ancak herşeyden haberdarmışım gibi davrandığım için açık açık kimlerden para tahsil ettiklerini soramıyorum. Şu anda ekonomik yönden çok kötü durumdayım. Etlik'teki evimin 2 milyon liralık telefon parasını ödeyemiyorum, Diğer telefonun 7 milyon borcu vardı, ödeyemediğim için kapattılar. Her şey paraya bakıyor, araba hala sanayide rehinde. Sonuçta, maddi durumum berbat, para olmadan hiç bir iş yürümüyor. Ne yapacağımı bende şaşırmış durumdayım Aslında buraları bana göre değil, bölgedeki halimi özlüyorum. Beni maddi yönden bitirdiler, Şehirde paranız olmayınca gücünüz de olmuyor." 87 Yeşil, parasal sorunları ve polisle olan problemlerini halletmek için bazı temaslarda bulunmuştu. şöyle anlatıyordu: "Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Hayrettin Gökdemir'in beni Köşke çağırdı, 'bir sıkıntın varsa söyle" dedi. Bakmak mecburiyetinde olduğum sekiz adamım var. Bunlar için döşeli iki ayrı eve, geçimlerini temin için bilardo salonu benzeri bir işyerine ihtiyacım var. Sanayide rehin duran iki arabamı kurtarmam lazım dedim. Bana 'Yakında Rusya'dan bir işadamının döneceğini, onunla konuşarak isteklerimi karşılayacağını söyledi. 'Ceylan ailesi zamanında Baba'yı ayakta tuttu, şimdi biraz da sana baksınlar. Baba için vinç lazım ama sana bir parmak hareketi yeter' dedi. 10 gün önce çağrı alınca İbrahim'le buluştuk. Maltepe'deki Monako Pavyona gittik. Korkut Eken ile anlaşmazlığım konusunu açtım. İbrahim anlaşmazlığın boyutlarının sıkıntı yarattığını, Korkut Eken'in Emniyet Genel Müdürlüğünde normal bir memur odasında sığıntı gibi oturduğunu, acz içinde olduğunu, sorunu çözmeye yardımcı olabileceğini, büyütmemeleri gerektiğini söyledi. Korkut Eken, 12 Aralık 1994 günü ekibi ile Azerbaycan'a gitti. Benim hakkımda ' ülkücü katili' şeklinde konuşmalar yapıyormuş. Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı İstihbarat Şubesinde görevli A. Binbaşı Korkut Eken'le benim için görüştü, beni müdafaa etti. Ancak görüşmeden bozuk ayrılmış. Mehmet Ağar bütün gelişmelerden haberdar. A. Binbaşının elinde M.Ağar ile ilgili 42 milyar liralık bir yolsuzluk belgesi var, fakat kullanamıyor." Aynı tarihlerde Yeşil'in "adamlarımdan biri" diye bahsettiği bir kişi kaçarken polisler tarafından ayağından vurulmuştu. Yeşil, "Ayın 1.nde İstanbul'da polisler Osman Özbek isimli adamımı kaçarken ayağından vurdu. Ne kadar malzeme varsa gitti. Ev, araba, cep telefonları, çağrı 88 cihazları, elbiseler hepsi gitti. Adamım şimdi İstanbul'a giremiyor. Bu çocuğun yaptığı özel bazı mafyavari işler vardı." diyordu. Yeşil'in kastettiği kişi Osman Gürbüzdü. Hani Veli Küçük’ün Necip Hablemitoğlu’nu öldürttüğü tetikçi. Halen Ergenekon sanığı olarak içeride... Yeşil, Ankara Emniyet Müdürlüğüne alınmadan bir hafta kadar önce, polisler onun yakın arkadaşlarını gözaltına almışlardı. Bu konuyu ise şöyle naklediyordu Yeşil. "Sorgu çok ağır geçmiş, işkence yapılmış. Ankara Emn. Md. Orhan Taşanlar bizzat sorguya katılmış. Sorguda ağırlıkla benim üzerimde durmuşlar. Cem'in yazdığı kitabı açarak Tunceli'den, Muş'tan başlayarak sorular yöneltmişler Çocuklar, istiyorsanız telefon ve çağrı numarasını verelim, arayın buraya çağırın, kesin gelir, gelmez ise bizi öldürün demişler. Gerçekten de çağırsalardı giderdim. Devletten kaçmak olmaz, ben devlet ile uğraşamam. Adamların sorgulanmasında tamamen beni hedef aldılar, bana göz dağı vermek istiyorlar. Bana açıkca "çalışacaksan, bizim hesabımıza çalış" şeklinde Mehmet Ağar kaynaklı bir mesaj ilettiler. Ben Mehmet Ağar'ın kim olduğunu gayet iyi biliyorum. Sorguya alınan çocukların ikisinin üzerinde silah vardı. Hakan'ın üzerindeki Kırıkkale silah daha önce öldürülen ve İstihbaratta çalışan polisin kendi silahıydı. Ben onun Hakan'ın üzerinde olduğunu bilmiyordum. Bir kenarda duruyordu. Tesadüfen o gün Hakan üzerine almış. En çok o silahtan korkuyordum. Ancak olayı kapattılar. Sadece ruhsatsız silah taşımaktan muamele yapacaklar. Çocuklardan iki şekilde ifade almışlar. Adliye'ye gönderilecek olan ifade de, silahları Yeşilden aldıklarını söylemişler. Kendilerine sakladıkları ifade de ise silahın birini Jitem'den aldım diye ifade vermesini istemişler. Hakan'da baskı üzerine, Diyarbakır'da Jitem'de çalıştığını söylediği ancak gerçekte var olmayan Zülfü Astsubay diye 89 birinden aldığını söylemiş. Mart 1996'da yurtdışına gönderildi. Dönüşünde Türkiye içinde büyük bir trafik kazası yaptı. Arabayı kendi kullanıyordu. Herhalde yine bir konuya kitlenmişti. Kaza neticesinde boyun kemiklerinde kırıklar meydana gelmiş, ilk yardım ve doktor tedavisinden sonra dinlenmeye Antalya'ya gitmişti. O günlerde "Antalya'da evin nerede?" diye sormuştum. "Lara'da Ofo otelinin tam karşısında" diye cevapladı. "Ofo otelinin arkasındaki sitede de benim ev var, şu anda kirada, kaça aldın?" dedim. "Ben para vermedim, Gazinocu Ömer Lütfü Topal hediye etti. Jandarmadan ve polisten bir iki arkadaşın daha orada dairesi var diye" konuştu. Ömer Lütfi Topal, Yeşil'e daireleri kendisini koruması için hediye, etmişti. Antalya'ya gidince rahat ettiğini, yemeğinin de gazinodan yollandığını söylüyordu. Yeşil'i Mart ayında DEP Milletvekili Ahmet Türk aramıştı. Sırrı Sakık'ın bürosunda buluşup hep birlikte yemeğe gitmişlerdi. Türk'ün bir derdi vardı. Akrabası "Zekiye" PKK'dan kaçmıştı. Avrupa'ya göndermek için pasaport çıkarmışlar, bilahare Avrupa'ya gönderirlerse iyi olmayacağını, tekrar örgüte bulaşacağını düşünmüşlerdi. Devlet'e teslim etmeyi de düşünmüyorlardı. İtirafçı konumuna düşüp halkına zarar vermesini istemiyorlardı. Her an yakalanacağından korkuyorlardı. Bu sorunu Yeşil halledebilirdi. Yeşil, bu şartlarda yardımcı olmasının imkansız olduğunu söyledi "ya Avrupa'ya gönder yada Devlet'e teslim et" diye cevapladı. Türk, bu cevaptan hoşnut olmamıştı ama bozuntuya vermedi. Yeşil'e şaka yollu "arkadaş çok sıkışırsam senin evine gönderirim, Zekiye senin yeğenin sayılır sen ne yaparsan yap" diyerek konuyu kapattı. Orhan Taşanlar'ın Ankara Emniyet Müdürlüğünden gitmesinden sonra Yeşil daha rahat hareket ediyordu. 90 Antalya'da Emniyet Müdür Muavini ile görüşmüştü. Bir sorunu yoktu. Ankara'da ise Emniyet Müdürü ile Çiftlik Merkez Lokantasında yemek yemişti. Yemek fotoğrafı Yeşil'in MİT'deki yöneticileri tarafından fotoğraflanmıştı. Bir akşam İşkembeci'ye gittiğinde Mehmet Ağar ve Ünal Erkan ile karşılaşmıştı. Ayaküstü kısa bir konuşmaları olmuştu. Yeşil, Ağar'a karşı tavırlı hareket ettiğini söylüyordu. Polis ve Jandarma'dan verilen hüviyetleri hala taşıyor, Yurtdışı görevlere giderken bunları MİT'teki yöneticilerine bırakıyordu. (14). Taraf gazetesinden Neşe Düzel’e (Radikal'de iken) verdiği röportajda CHP'li Sinan Yerlikaya, Yeşil’in tüm işlerini kasetlere aldığı için devletin ona dokunamadığını savundu. Yeşil'i kimin koruduğunu, haraç işlerini, derin devletin suç ve suçluyla ilişkilerini sürdürme ısrarını, Yeşil'i yakından bilen, Yeşil'in kim olduğunu kamuoyuna ilk duyuran kişi olan CHP'nin en üst organı Merkez Karar Yürütme Kurulu üyesi Tunceli Milletvekili Sinan Yerlikaya’ydı. Yerlikaya, Yeşil’in kim olduğunu şöyle izah ediyordu: “Yeşil itirafçı değil. PKK veya TİKKO sempatizanı olup dağa çıkmış, sonra da dağdan inmiş biri değil o. Yeşil, devletin yetiştirdiği bir operasyon adamı. Direkt halkın içinden alınmış bir adam o. Yeşil, Bingöl Solhanlı bir vatandaş. Ailesi Elazığ'a yerleşmiş. Yeşil de, Elazığ'da doğmuş büyümüş. Elazığ'da devlete ait Ferro Krom tesislerinde işçilik de yapmış. Bu vatandaşın asıl adı Mahmut Yıldırım. 'Yeşil', onun kod adı. Bir kod adı daha var: 'Sakallı'. Yeşil, adını ilk Tunceli'de duyurdu. O zaman 'Sakallı' kod adıyla ünlüydü. Olağanüstü Hal döneminde devlet, Yeşil türü bir sürü insanla çalıştı. Abdullah Çatlı gibilerine, kimlikler, paralar, silah izin belgeleri, yeşil ve 14 Eymür, Mehmet 2003. 91 kırmızı pasaportlar verildi. Yeşil de bu insanlardan biri işte. Yeşil, önce MİT'e çalıştırıldı. Sonra JİTEM'e kaydırıldı. Emniyet'te ise hiç çalışmadı. 90'da Tunceli'nin Ovacık ilçesinde avukatlık yapıyordum. Yeşil'i o zaman tanıdım. Emrinde 20-30 kişilik bir özel tim vardı. Bunların arasında İnsan Hakları Derneği Başkanı Akın Birdal'ı vuran Haydar kod adlı zat da vardı. Bu adamlar asker elbisesine benzer elbiseler giyiyorlardı. Yeşil bazen de sivil dolaşıyordu. Bunlar köylere operasyonlar yapıyor, insanlara işkence ediyorlardı. Dağa gidip PKK'yla çatışmıyordu bunlar. Normal vatandaşla uğraşıyorlardı. Yeşil ve adamlarının yaptıkları çok korkulu bir hal almıştı. Yeşil, Ovacık'ta bir kahveye veya lokantaya girdiğinde orası hemen boşalırdı. Yeşil, Ovacık Emniyet Amirliği'nin üst katında kalıyordu. Benim bürom da emniyetin yanındaydı. Yeşil'i sık sık görüyordum. Zaten bizim karşılıklı konuşmamız da dağ başında olmadı. Bir lokantada, kahvede de olmadı. Emniyet amirliğinde oldu. Yeşil ve adamlarının işkencelerini vatandaş yetkililere şikâyet ediyordu ama çare bulamıyordu. O, köylüleri dövüyor, suya batırıyor, onları çırılçıplak soyup karın içine sokuyor, bazılarını da karısının önünde çırılçıplak soyuyordu. Elinde hep iki defterle dolaşırdı. Size isminizi ve köyünüzü sorardı. Sonra o defterlere bakıp sizinle ilgili bütün bilgileri söylerdi. O defterler, ona verilmişti. Yeşil, terörle mücadele kapsamında görevlendirilmiş biriydi. Onun gözünde herkes PKK'lıydı, her Kürt potansiyel suçluydu. Zaman zaman Abdullah Çatlı'nın da bölgeye geldiği, bunlarla hareket ettiği söyleniyordu. İşte ben o dönemde, Ovacık'ın tek avukatıydım. Vatandaş bana geldi. Ben de durumu savcıya, kaymakama söyledim. 'Biz karışamayız' dediler. Hatta jandarma komutanı yüzbaşı çok iyi biriydi. 'Bizim bu adamla 92 uğraşmamız mümkün değil. Bu adam direk yukarıya, Genelkurmay'a bağlı. Gidin, derdinizi oraya anlatın. Yoksa burada daha çok pislikler yapacak bu. Benim yapabileceğim bir şey yok' dedi. Ovacık'ta Yavuz bey diye bir savcı vardı. Ondan, beni Yeşil'le görüştürmesini rica ettim. Çünkü bu savcı bey, Yeşil'le çok samimiydi. Onunla emniyetin bahçesinde sık sık tavla oynuyordu, lokantaya gidip rakı içiyordu. Savcı Yeşil'in vatandaşlara neler yaptığını biliyordu. Olayları tüm çıplaklığıyla anlatıyorum. Yorumu da artık size bırakıyorum. Savcı bir akşam beni aradı ve 'Yeşil seni emniyet amirliğinde bekliyor' dedi. Yanıma üç kişi alıp, gittim. Bir polis bizi emniyet amirinin odasına aldı. Az sonra Yeşil geldi ve emniyet amirinin makamına oturdu. Kendisine bu insanların terörist olmadığını, devletine bağlı insanlar olduklarını anlattım. Bana, 'Sen ne karışıyorsun' dedi. 'Avukatım' dediğimde de, defterini açtı. 'Senin dosyan da çok kabarmış. Yakında senin hesabın da görülecek. Milletvekili olmak istiyorsun, unut' dedi. Düşünün ben o zaman Sosyal Demokrat Halkçı Parti'nin ilçe başkanıydım. PKK'li değilim, DEP'li değilim. Yeşil'in birçok cinayet işlemesine rağmen bir dokunulmazlığı vardı anlaşılan. Düşünün. Bir savcı, bir yüzbaşı, kendilerinin görev alanında türlü olaylara karışan Yeşil'le ilgili 'Biz onunla uğraşamayız. Ona bir telkinde bulunamayız' diyorlardı. Yeşil'e bu dokunulmazlığı tabii ki devlet sağlıyordu. Derin devlet dediğimiz yapı koruyordu onu. Devletin içinde ona bu dokunulmazlığı sağlayan kimdi derseniz... Bu, ya JİTEM'dir, ya da MİT'tir. Yeşil, o dönemde JİTEM'e çalışıyordu. Sonsuz yetkileri vardı. Ne kaymakam ne de yüzbaşı ona kimse karışamıyordu. Onu, Olağanüstü Hal Valiliği tanıyordu. Gittiği ilin valisi ve emniyet müdürü de tanıyordu. Elinde resmi bir belge olmalı ki, gittiği yerlerde 93 resmi binalarda kalıyordu. Gittiği ilçelerin kaymakamı, emniyet amiri ve yüzbaşısı da onu tanıyordu. Eski OHAL Valisi Ünal Erkan, Hayri Kozakçıoğlu Yeşil'i çok iyi tanırlar. Emniyet Genel Müdürlüğü yapan Mehmet Ağar da onu çok iyi tanır. Üstelik o da Elazığlı. MİT'in eski önde gelenlerinden Mehmet Eymür zaten tanıdığını söyledi. Yeşil, MİT'te Eymür'ün adamıydı. Hatta Eymür Yeşil için 'öldü' dedi. Yeşil ölmedi, yaşıyor. Ama kamuoyuna öldüğü söyleniyor. Gündemden çıkarılmak istendiği için ölmüş gösteriliyor. Çünkü bu adam onlarca faili meçhul cinayet işledi. Şavaş Buldan'lar, Musa Anter'ler, Behçet Cantürk'ler... Bütün bu cinayetlerin içinde Yeşil var. Elazığ'da bir doktorla avukat infaz edilmişti. Tunceli'de genç bir kız kaçırılıp öldürülmüştü. O olaylarda da Yeşil vardı. Ama bu cinayetlerle ilgili Yeşil hakkında hiçbir dava açılmadı. Yeşil'in hakkında askeri mahkemede itirafçılarla birlikte yargılandığı tek bir dava var. O davanın da ne olduğu belli değil. Ciddi bir dava değil o. Oysa Yeşil'le ilgili binlerce dosya olması gerekirdi. Ben Yeşil'in yaşadığını biliyorum. Daha geçen baharda, Yeşil'i eskiden beri bölgeden tanıyan bazı insanlar bana onunla görüştüklerini söylediler. Birkaç müteahhit bana, 'Yeşil'le oturduk Ankara'da lokantada yemek yedik' dedi. Bunlar benim tanıdığım kişiler. Bu müteahhitler, Elazığlı, Diyarbakırlı ve Bingöllü. İnsanlar Yeşil'in arkasındaki desteğin çok kuvvetli olmasından korkuyorlar. Bunu yaşadılar çünkü. İnsanlar öldürülmekten korkuyor. Yeşil'in kim olduğunu kamuoyuna ilk açıklayan benim. Kumarhaneci Topal öldürüldükten sonra, Topal'ın Kızılay'da bir bankanın hesabına Mahmut Yıldırım adına 10 milyon dolar yatırdığı haberi gazetelerde çıktı. Bu adamın kim olduğunu kimse anlamadı. Mahmut Yıldırım'ın 'Yeşil' olduğunu basın benden öğrendi. Onun 94 robot resmini de ben çizdim basına. Zaten Yeşil, Topal cinayetinden sonra konuşulmaya başlandı. 97'nin Şubat'ıydı. CHP Genel Merkez'den Yeşil beni telefonla aradı. Konuşmaya, küfürle, hakaretle, tehditle girdi. 'Benden ne istiyorsun? Her şeyi devlet adına yaptım ben' dedi. Ben de, 'Büyük pislikler yaptın. Gel bunların hesabını ver. Bunlar kayıt dışı kalsın diye devlet seni zaten bir gün öldürtür. Konuşmaman için seni öldürürler' dedim. 'Kimse bana dokunamaz. Ben tedbirimi aldım. Yaptığım bütün işleri kasetlere aldım. Kim bana emir vermiş, kim bana ne demiş, hepsini, yaptığım her şeyi kasetlere anlattım. Adam öldürüyorsam, devletim için yapıyorum. Bu kasetleri ilgili yerlere verdim. Eğer bana bir şey olursa kasetler ve ilişkiler ortaya çıkacak' dedi. Sonra da, benimle buluşmak istedi. Ankara'da Gölbaşı'ndaki parkta randevu verdi. 'Yalnız gel' dedi. Odamda arkadaşlarım vardı. Onlara, 'Arkamdan gelmeyin. Bu adam istese beni zaten istediği yerde vurur' dedim. Parka yalnız gittim. Ama Yeşil gelmedi. Baktım arkadaşlar üç arabayla gelmişler. Yeşil sonra beni aradı, 'Sözünde durmadın. Niye onları getirdin' dedi. Bir süre sonra da Akın Birdal'ı vuran Haydar kod adlı kişi aradı. 'Bizimle uğraşmaktan vazgeç, bu işlerin peşini bırak' dedi. Yeşil, G. Doğu'da daha çok devletin talimatlarıyla iş yapıyordu. Ama zamanla kimliği ortaya çıkınca, devletin bazı kesimleri ona G. Doğu'dan el çektirdi. Onu Batı'ya aldılar. O da Batı'da işin kuralına göre görevini yapıyor. Haraç alıyor. Yeşil, Doğu'dan Ankara'ya ve İstanbul'a geldikten sonra lüks yaşamın içine girdi ve para toplamaya koyuldu. Kumarhaneci Topal'ın onun adına bankaya yatırdığı 10 milyon doların akıbeti hiç sorulmadı. Bu para ne için yatırıldı, devlet bunu ortaya çıkarmadı. Bu da dahil,Yeşil'in her türlü olayı kapatıldı. Yeşil de yakalanmadı. Bir ara Antalya'da Yeşil'in yazlığına 95 operasyon yapıldı. Yok yarım saat önce, yok on dakika önce kaçtı açıklamaları oldu. Polisten yarım saat önce kaçan adam yakalanmaz mı? Çok kolay yakalanır. Devlet, Yeşil konusunda ciddi değil. Üstelik Yeşil öldü gibisinden de kamuflajlar yapılıyor. Kısacası devlet, Yeşil konusunda samimi değil. Her şeyi bilen ve bulan emniyet Yeşil'i nasıl bulamaz? İnsanlar onun Ankara'da Mercedes'le dolaştığını, Sakarya çevresindeki barlara gittiğini, lokantalarda yemek yediğini görüyorlar. Yeşil'in oğlu İstanbul'un göbeğinde adamlarıyla yakalandı. Yeşil'in de aynı evi kullandığı söyleniyor. Yeşil destek almasa İstanbul'da çete kurabilir mi? Hayır kuramaz. Yeşil'in maddi ve manevi desteği olmadan oğlunun silahlı çeteye sahip olması, haraç toplaması mümkün değil. Ama ben Yeşil'in o evde olduğunu tahmin etmiyorum. Yeşil işi olgunlaştırır, adamlara emir verir ve sonrasını tepeden takip eder. Üstelik Türkiye'de sadece Yeşil'in ki değil bir sürü çete var. Devletimiz maalesef bu konuda çürümüşlük içinde. Ama bakıyoruz, Yeşil'in oğlunu yakalayan, Yeşil'i deşifre edenler de devlet görevlileri. Devlet görevlileri kendi içlerinde bir güç çekişmesi yaşıyorlar. Devletin içinde, kurumlarında bu işlere karşı çıkan, dürüst, namuslu, iyi niyetli görevliler de var. Yeşil, JİTEM'in yani Jandarma İstihbarat'ın adamı olarak tanınıyor. Ama son zamanlarda Silahlı Kuvvetler'in dürüst ve şeffaf bir yapıya kavuşmak için çok ciddi çalışmalar yaptığını görüyoruz. Ordunun zirvesi temiz bir yapı isterken, ordunun içinde birileri eski ilişkileri sürdürmeye çalışıyor. Terörle mücadelede sap ve saman karıştırıldı. 'Gerçek suçludan ziyade, potansiyel suçlular arandı. Askeriyede, JİTEM'de bu tür yanlışlıklar çok oldu. Mesela Veli Küçük. Onun da kendine göre çetesi vardı. Ama doğru dürüst yargılanmadı. Bunları yargılamaktan ziyade, dışlayarak yavaş yavaş 96 temizleme yoluna gidildi. Şu anda düzgün olmayan işlere bulaşmış kişileri temizleme gayretleri var. Ama bu kişiler yargıda cezalandırılsalar, sonuç daha etkin olur. Tabii bir de hükümetler devletin içindeki çetelere, askeriyenin, JİTEM'in, MİT'in işine fazla giremediler ya da girmek istemediler. Biz 91-95'te DYP'yle koalisyon kurduk ama İçişleri ve Savunma gibi bakanlıklara hep OHAL valilerini getirdiler. Susurluk'ta adı geçenler bürokrasiye getirildi, bakan yapıldı. Bu işleri çözmek bu nedenle mümkün olmadı. Herkesin yargılanabildiği, kimsenin dokunulmaz olmadığı, şeffaf, demokratik bir devlet olmadıkça, içindeki suçluları tümüyle ayıkladığına inandığımız bir devlete sahip olamayız. Bakın... Susurluk sırasında Mersin Cezaevi'nden biri bana telefon etti. 'Ben bunlarla bir dönem çalıştım. Susurluk'taki kazada araba sayısı iki değil, üç' dedi. 'Birinci arabada Çatlılar vardı. İkincide korumalar. Üçüncüde eroin. Bursa'da Çelik Palas'a gidiyorlardı. Yeşil malı almak için onları otelde bekliyordu. Zaten Yeşil zaman zaman Berlin'e gider. Orada Türkiyem spor diye bir kulüp var. Orada malı dağıtırlar' dedi. Ben bunu açıkladım. Konu Alman parlamentosuna da gelmiş, operasyon yapılmış, olayın doğru olduğu çıkmış. Telefondaki adam benimle daha çok şeyler paylaşacaktı ama bağlantı koptu, ailesini aradığımda, 'öldü' dediler. Bütün bu yaşananlar, bir gün yargılanacak” (15). Neşe Düzel’in röportajında Sinan Yerlikaya’nın anlattıkları pek çok kimseyi şaşırtmadı. Yıllarca Doğu ve Güneydoğu'da görev yapan eski Jandarma Kıdemli Yüzbaşı Özcan Tuzlu, JİTEM'in varlığının tartışılmasının abes olduğunu söyledi. Diyarbakır 3. Ağır Ceza Mahkemesindeki bir duruşmada JİTEM'in varlığının 15 Düzel, Neşe. Yeşil Yaşıyor. Sinan Yerlikaya röportajı. Radikal gazetesi. 2006. 97 Genelkurmay ve Jandarma Genel Komutanlığı'na sorulmasına karar vermişti. Bunun üzerine tartışmalar yeniden alevlenirken, Özcan Tuzlu, JİTEM'in faaliyetlerinin dönemin içişleri bakanları ve bölge valileri tarafından bilindiğini anlattı. "Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. Merkezi Ankara idi, yetkileri sınırsızdı." diyen Tuzlu'ya göre 'Yeşil' de yaşıyor. Özcan Tuzlu, Doğu ve Güney-doğu'da JİTEM'in kurucularından Cem Ersever, Abdülkerim Kırca ve 'Yeşil' kod adlı Mahmut Yıldırım ile Ergenekon terör örgütünün tutuklu sanıklarından Veli Küçük ile İstanbul'da birlikte çalışmış. Zaman'a konuşan Tuzlu, JİTEM'in varlığını tartışmanın, resmiyetini aramanın sadece bir oyalama taktiği olduğunu anlatıyor. JİTEM'in çok profesyonel bir teşkilat olduğunu söyleyen Tuzlu, şu bilgileri veriyor: "İz bırakmadan çalışırdı. İyi eğitimli kişilerden oluşuyordu. JİTEM'i, Doğu ve Güneydoğu bölgesinde aklı başında herkes bilir. Çünkü halkın, korucuların ve polisin bile arasına girmişti. JİTEM çalışanları, ordu mensupları içinde tanınmaları için beyaz renkli Renault marka araçlarla dolaşıyordu. Her biri çok iyi derecede Kürtçe biliyordu ve tam yetkiye sahiptiler." Özcan Tuzlu, 1991 yılında JİTEM bölge müdürlükleri ile çalışanlarının ordu içinde ayrı ayrı telsiz kodlarının olduğunu ve bu kodlarla telsiz üzerinden bağlantı kurulduğunu anlatıyor: İşte Tuzlu'nun açıklamaları: "1991 yılının mayıs, haziran aylarında JİTEM'in de içinde bulunduğu telsiz kodları hazırlanıp dağıtıldı. Buna göre, terörle mücadelede sıcak temas sağlandığında, yasadışı unsurların kaçmalarına karşı, 'Süngü'den izci istiyorum' koduyla çağrı yapılıyordu. 'Süngü' Diyarbakır Jandarma Asayiş Komutanlığı'ndaki JİTEM bölge müdürlüğünün koduydu. 'İzci' ise o zamanki lakabıyla 'müdür' olarak anılan Mahmut Yıldırım'dı. 'Yeşil', çağrı üzerine 98 helikopterle ve ekibiyle anında olay yerine götürülürdü. Yıldırım, o dönem ordu içinde JİTEM'ci olarak bilinmesi için boynuna (yeşil) kaşkol takardı. Daha sonra adı kaşkolun renginden yola çıkılarak 'Yeşil' olarak anılmaya başlandı. Cem Ersever ve Abdülkerim Kırca Ekrem, Levent Temizöz ise 'Fırat' kodunu kullanıyordu. Bunlar, onların telsizdeki il JİTEM kodları idi. JİTEM'in bölge müdürlükleri bir timden oluşuyordu ve 7 ayrı tim olarak Türkiye genelinde faaliyet gösteriyordu. Doğu ve Güneydoğu Komutanlığı'nın merkezi Diyarbakır'dı. Diyarbakır'daki bürosu Sur içindeydi. Elazığ'da 8. Kolordu Komutanlığı'ndaki askeri mahkemenin altında, Batman ve Mardin'de il jandarma komutanlığında, Şırnak'ta ise Silopi Botaş içinde faaliyet gösteriyordu. Diyarbakır, Maraş ve Urfa'ya; Elazığ, Tunceli'ye; Bingöl, Muş, Mardin'e, Batman ve Şırnak ise diğer bölgelere bakıyordu. İstanbul ve Ankara'da birer büro vardı. Buraların birer merkezi timi bulunuyordu. JİTEM birimleri asayiş komutanlarının emriyle bölge valisinin bilgisi dahilinde çalışıyordu. Resmi varlığı bilinmesine rağmen JİTEM direkt yazışmalar yapmıyordu. Bilgileri asayiş komutanlığı istihbarat şubesine, oradan ilgili yerlere gönderiliyordu. JİTEM'i dönemin İçişleri bakanları, polis yetkilileri ile bölge valileri de biliyordu. Çünkü jandarma asayiş komutanlarının denetiminde, bölge valisinin bilgisi dahilinde çalışılıyordu. Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. Bölgeleri vardı ama yetkileri sınırsızdı. Bir bölgeden Türkiye'nin farklı bir ucuna gidip iş yapabiliyorlardı. Her şeyi resmileştirilen JİTEM halen JİT adıyla görev başında." Özcan Tuzlu, o dönemde görev arkadaşlarını sık sık uyararak yapılanların yanlış olduğunu ilettiğini ancak dışlandığını vurguladı. Diyarbakır'da sırasıyla Ersever, Kırca ve Temizöz'ün JİTEM bölge komutanı olarak görev yaptığını kaydeden Tuzlu, Yeşil'in 99 ise halen yaşadığını ileri sürerek şu iddiayı dile getirdi: "Eski çalışma arkadaşım Levent Göktaş'a Ergenekon'dan gözaltına alınmadan önce Ankara'ya gittiğimde Yeşil'in ne olduğunu sordum. Bana, Yeşil'in Ankara Yenimahalle'de olduğunu ve tecrit edildiğini, normal bir hayat sürdüğünü anlattı." (16). Ergenekoncuları mahkûm etmenin en sağlam yolu, JİTEM davalarının Ergenekon ile birleştirilmesidir. Yıllardır infiale uğrayan kamuoyu, JİTEM suçlularının cezalandırılması ile bir nebze olsun rahatlayacaktır. Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye’de korku imparatorluğu kuranlara, halkın özgürlüğünü elinden alanlara, işkencecilere yer yoktur. Onların yeri hapishanedir. Yeşil, bugün 62 yaşında bir emeklidir ve yargılanması gerekir. Öte yandan Yeşil, Kurtlar Vadisi'ndeki Polat Alemdar'ın ekibine hiç yakışmadı. Ağar'ı kurtarmak için Yeşil'i Vadi'ye kahraman olarak monte etmek diziyi yer bitirir... Belki izleyici kaybeden diziye bir süre izleyici ve reklam kazandırabilir, o kadar. Yeşil aklanamaz beyler... Kara karadır... PKK konusunda eğer AK Parti, Emniyet, Askeriye veya İstihbarat birimleri tekrar yararlanmak istiyorsa, 1993 ile 1996 yıllarında yaşanan kaos yıllarına geri dönülüyor demektir. Kürtlerin Türklere ve devletlerine tekrar inanmaya ve güvenmeye ihtiyacı var. Ne zaman ki Kürtler ile Türkler kafa kafaya vermişse süper güç olmuş, dünyayı yönetmiştir. Bu birliğe engel olmak isteyenlerin amacı iki millet arasında güven bunalımı meydana getirerek ipleri koparmaktır. Yeşil'in tarzı ile kardeşlik ve güven iklimi değil düşmanlık ve nefret ortamı oluşur (17). 16 Tuzlu, Özcan. Bürolarının üzerinde JİTEM yazılı levhaları vardı. 2006. 17 Arslan.2011. 100 2013 yazı ve sonbaharında Yeşil’in ölmediği resmen deşifre oldu. Korkut Eken, Emniyetteki sorgusunda ‘Yeşil yaşıyor’ dedi ve gözler bu gerçeğe çevrildi. Ancak neredeyse bas bas bağırarak konuyu gündeme getirdiğim haber ve yorumlarımı ana medya ıskalıyor. NTV gazetecilik başarısı göstermiş, Eken’in ifadesini diğer medyadan üç gün önce yayınlamış. Günaydın! Eken, elbette Yeşil’in yaşadığını biliyor, zira Lübnan’da Beka Vadisi’inde Suriyeli muhalifleri eğitirken ve Suriye’de Özel Harp operasyonlar yaparken yanındaydı! Yeşil’in yaşadığına dair en sağlam bilgiye ise Lübnan’da beraber görev yaptığı sağkolundan Mayıs 2012′de aldığım bir email sayesinde kavuştum. Yeşil’in Romanya yıllarında sağ kolu olan vatandaş ile 1999′da Ankara’da röportaj yapmıştım. Öldürüldüğünü yazdım diye bana kırılmıştı, yaşadığını söylemekle kalmadı, emailde şunları yazdı: Sayın Arslan Ben ( Buraya sansür koyuyorum), Tesadüfen sitenizde ki `Yeşil yaşıyor mu? Yaşıyor dedik ya` yazınızı okudum. Yazınızda benden de bahsetmişsiniz, ortadan kaybolduğum doğrudur ama henüz ölmedim. Görüşmemizde de söylediğim gibi bazı şeyler hep gömülü kalmalı, yada gömülü kalmaya mahkumdur. Zamanında hepimiz üstümüze düşeni yaptık, deli dediler, yalancı dediler, ama onların bilmedikleri şey ne derlerse desinler ölü demelerinden iyidir. Bana deli ve yalancı diyenlere zamanında Aksiyon dergisine söylediklerimi okumalarını söylüyorum, hep söylediğim gibi beni zaman haklı çıkaracak ki, 11-12 sene önce söylediklerim buna Ergenekon dahil ortaya çıkması sadece bir delinin yada yalancının salladığı şeyler olarak mı görülecek?. Benim üzüldüğüm bana deli veya yalancı demeleri değil, sadece bildiklerimizin ağırlığı altında ezilmemdir. Saygılarımla. 101 Ona cevaben bazı sorular sormak istediğimi yazdım ve yanıt bekledim. Şu cevap geldi: Sayın Arslan, Benim yaşama sebebim bana hala ihtiyaçları olduğundandır. Yanlız şunu söyleyebilirim ki, hiçbirşey ortaya çıkarılmış değil, yukarıdan kimsenin kuyruğu kıstırılmadı. Ortaya çıkanlar sadece onların çıkmasını istedikleri şeyler. Sizin Ergenekon dediğiniz yapılanma ahtapotun en ufak kolu. Sizler Ergenekon denen şeyle uğraşırken esas olanı gözden kaçırıyorsunuz. Size araştırmanız için tek bir şey söyleyeceğim AVRASYA feribotu size neyi hatırlatıyor? Gemiye kimin çıkmasına izin verilmişti yayın yapsın diye? Kime dosyalar servis ediliyordu o zamanlar? Bu bağlantıyı çözdüğünüzde medya ayağını zaten çözdünüz demektir. ( Gazeteci Fatih Altaylı bota çıkmıştı). Sayın Arslan, hükümet kararlı olabilir, ülke kararlı olabilir bu yapılanmayı çözmeye ama benim şahsi fikrim ASLA tam olarak çözülemeyecektir. Bölgede bu kadar önem kazanmış bir ülke olmuşken, Türkiye üzerinde egemen olan devletler kurdukları bu yapılanmayı asla ve asla deşifre etmezler. Aradan geçen bu zamanda patronlarım değişti ama yeni patronların amaçları ve niyetleri hep aynı kaldı. Daha yeni Lübnan’dan geldim, ülkeyi Suriye ve Lübnan bataklığına nasıl sürüklemek istediklerine bizzat şahit oldum. Demek istediğim şey, sizler gibi ülkenin iyiliğini isteyenler ülke içindeki Ergenekon dediğiniz yapılanma ile uğraşırken esas yapılanmanın içindeki bizler gibi piyonlar ülke dışında, ülkenin yararına olmayan işler yapıyoruz. Şimdi diyebilirsiniz ki, ` bırakın, ne işiniz var, gelin bunları yetkililere anlatın`. Evet doğrudur, ülkesini seven herkesin yapması gerekende budur. Denedik sayın Arslan. İçimizden deneyenler oldu. Ya trafik kazasında öldüler yada Guatelama hapishanelerinde El Kaide üyesi 102 diye hapsedildiler. Vaktinizi almak istemem. Size bol şanslar diliyorum. Bu yazdıklarımı kullanırsanız, benim adımı kullanmamanızı özellikle rica ediyorum. Yinede sormak istediğiniz, cevaplayabileceğim sorulara cevap vermekten onur duyarım. Ve zor sorularımı sordum: Sayın………., Samimi cevap için teşekkürler. Medyanın kim ve kimler olduğu belli zaten ama nedense henüz operasyon yapmadılar. Biraz soru sorayım, hepsini bilemeyebilirsin. Uyuşturucu, kumar, kadın ve insan ticareti, kaçakçılık, kısacası kara paranın yönetimi şu anda kimin elinde? Mehmet Ağar’ın durumu nedir? BND’nin istasyon şefini biliyorum, MOSSAD ve CIA’nınkiler şu anda kim? AK Partiyi yeniden dizayn etmeyi planladıklarını biliyorum. Erdoğan’ın yerine yoksa Hakan Fidan’ı mı düşünüyorlar? Önümüzdeki 10 yılda kimler parıldatılacak? Yeşil’in kaydettiği videolar ve belgeler önemli. Karanlık bir dönemim kapatılması için bunlara ihtiyaç var. Nerede olduklarını biliyor musun? halen JİTEM ve faaili meçhul cinayetlerde yeterli delil emniyetin elinde yok? İsrail, Türkiye’yi komşularıyla kavga ettirip sıcak savaşa sokmaya, ekonomisine darbe vurup eskisi gibi yönetmeye hevesli ama o dönem geçti. Hangi provakasyonu planlıyorlar? Alevilik sorunu konusunda kimler kullanılıyor? Nasıl bir fitne ateşi yakacaklar. Yahudi Alevilik, Mason Bektaşilik, 103 çakma Kemalist Alevi Solculuk nereye koşuyor? Yeni plan nedir? CHP’nin başına önümüzdeki dönemde Osman Faruk Loğoğlu’nu mu koyacaklar? Solu nasıl organize edecekler? Göktürk yapılanması konusunda ne biliyorsun? Miktat Alpay ve MİT ve Özel Harpteki Çerkez grubu ne planlıyor? MİT ve Emniyet içindeki kara koyunlar kimler? Kürt Hizbullah’ı ve Kürt İslam Teali grubunu kimler kurduruyor? PKK’ya hangi rol verilecek? Ajan gazetecilerin listesi sende var mı? Zor sorular sorduğumun farkındayım. Sen kendi açından nasıl görüyorsun merak ediyorum. Suriye’yi ikiye üçe böleceklerini, MOSSAD’ın planlarını ve İran olayını elbette biliyorum, ülkeyi karanlığa sürükleyen içteki hainler kimler? Selamlar Şu cevap geldi: Sayın Arslan, Sorularınızdan bazılarının cevabını biliyorum, bazılarını zaten bilmem mümkün değil. Benim sağ kalmamın sebebi, daha evvelde söylediğim gibi bildiklerimi kendime saklamam ve hala işlerine yaramam. 10-15 gün sonra Hongkong ‘da olacağım. Oradan size daha güvenli bir iletişim kuracağımı sanıyorum. Oradan bazı bilgiler 104 aktarabilirim, ama daha önemli bir konu ortaya çıktı. Hocaefendi’ye yada danışmanlarından birine ulaşabiliyorsanız bir mesajım olacak. Simbetin kodlu Şin Bet ve Lashgare 23 Takavar kisvesinde, kendisine karşe eylem plane var. Umarem bunlareen ne anlama geldiğini biliyorsunuzdur, Allah yardımcıları olsun. Saygılar. SİM veya SİMBET, İsrail’in özel infaz grubunun operasyonel adı. Kurumun tam adı İsrail Güvenlik Servisi Şin Bet. Şin Bet, epey insanımızı casusluk tuzağına düşürmek için her türlü yolu deniyor. Önceden şebeke sistemiyle çalışıyordu şimdi ise facebook ve twitter gibi sosyal iletişim ağları üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Özellikle ’araştırma merkezleri’ veya ‘hayır kurumları’ gibi adlarla faaliyette bulunur Şin Bet. En geniş kadroya sahip ve en önemli departmanlardan biridir. Karşıcasusluk, yabancı diplomatların takibi görevlerinin yanı sıra, komünistlerle ve diğer politik aşırı-uçlarla mücadele eder. Dezenformasyon, yanlış veya doğruluğu bulunmayan ve kasıtlı olarak yayılan bilgidir ve Şin Bet’in en başarılı olduğu alandır. Hasmı rencide etmeyi, aşağılayıp küçük düşürmeyi amaçlayan Karşı propaganda ile benzerlik taşır. Sahte belge, el yazısı, fotomontaj ve montaj filmler ile fabrikasyon istihbarat ve dedikoduların duyurulması gibi yöntemleri bulunur. Sosyal alanda bireyleri ve toplumları yönlendirmek amacıyla, yanlış bilgi ve haber vermek için kullanılan en önemli araçlardan biridir. Espiyonaj veya askeri istihbarat alanında dezenformasyon, düşman kuvvetleri yanlış kararlar aldırmaya yönelik olarak çıkartılır. Hasım tarafta psikolojik çöküntü oluşturulması ve motivasyonun kırılması için de kullanılır. Yanlış bilgi üretme ve yayma yoluyla yapılabileceği gibi mevcut bir bilgiyi kötü maksatla kullanma ve çarpıtarak 105 verme yöntemi de uygulanabilir. Geleneksel propaganda veya Büyük Yalan teknikleri toplumsal seviyede hissiyatı motive veya demotive etme amacı taşırken dezenformasyon, makul seviyede kitleleri kuşkuda bırakan çarpıtma bilgiler veya bu bilgilerin yanlış kasıtlı sonuçlara bağlanması yoluyla manipüle etme amacına hizmet eder. Eğer hedef kitle bu tip kontrolden etkilenebilecekse uygulanan diğer bir teknik, gerçeklerin gizlenmesi veya sansürlemedir. Eğer bilgi alma kanalları tamamen kapatılmadan bırakılabilirse, bu kısıtlı bilgilerin dezenformasyon ile doldurulabilmesi ve hasmın kolayca ispatlanamaz birçok iddialar ile birlikte kuşkulu bir halde bırakılabilmesi mümkündür. Bazı gerçek bilgileri ve gözlemleri bazı yanlış yorumlar ve yalanlarla karıştırmak veya bazı gerçek bilginin sadece bir kısmını vererek yanlış yorumlarla bilgiyi dağıtmak yaygın dezenformasyon taktiklerdendir. Operasyon bölümü 1. Koruma ve güvenlik. (İsrail elçiliklerini ve görevlilerini, Başkan’ı ve İsrail Savunma Sanayini şemsiyesi altına alır.) 2. Arap ülkelerle ilişkileri yürüten teşkilat. (Özellikle İsrail sınırlarındaki Arap ülkeleriyle ilgilenir.) 3. Araplar olmayan ülkelerle ilişkileri yürüten teşkilat. (En geniş kadroya sahip ve en önemli departmanlardan biridir. Karşı-casusluk, yabancı diplomatların takibi görevlerinin yanı sıra, komünistlerle ve diğer politik aşırı-uçlarla mücadele eder.) 1998′de mensuplarını yine İsraillilerin oluşturduğu İşkenceye Karşı Genel Komite adlı oluşumun İsrail Yüksek Mahkemesi‘nde Şin-Bet’in işkenceleri hakkında dava açması üzerine, teşkilatın o dönemdeki Genel Müdürü General Ami Ayalon mahkemeye bir rapor 106 sunmuş ve İsrail İç Güvenlik Teşkilatı’nın Filistinlilere işkence yapmadan edemeyeceğini, Şin – Bet soruşturmaları açısından işkencenin zorunlu olduğunu ileri sürmüştü. Ayalon aynı raporda, işkenceye herhangi bir sınırlama getirilmemesini de talep etmişti. Sonuçta Yüksek Mahkeme, Ayalon’un raporunu esas alarak İşkenceye Karşı Genel Komite’nin davasını reddetti. İsrail güvenlik servisi Şin Bet’in eski başkanı Avi Dicter, terör zanlılarına yönelik düzenlenen suikast operasyonlarının her birinin başbakanın özel onayıyla yapıldığını söyledi. ABD’de Brookings Enstitüsü‘ne konuk olan Dicter, İsrail’in terörle mücadele operasyonlarının perde arkasına ilişkin yaptığı alışılmadık açıklamasında, suikast operasyonlarının her birinin tek tek başbakan tarafından onaylandığını anlattı. Sherut-ha-bitachon ha-khali’in kısaltması, İsrail’in ülke içindeki olayları izlemekle yükümlü istihbarat servisi. genel güvenlik servisi anlamına gelir. Aslında İsrail’in ülke içerisinde istihbarati faaliyet yürüten istihbarat kurumudur ama destek ve operasyon olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır. Özellikle devlet görevlilerinin ülke içerisinde korunması bu kurumun görevidir. Yargsız infazlar, işkenceler, adam kaçırma ve cinayetler sıradan işleridir. Ülkemizdeki pek çok suikastı Uğur Mumcu cinayeti gibi bu birimin üyeleri bizim kirli birimlerle ortak yapmıştır. Hücreler halinde çalışan bazı infaz timleri özel harp elemanlarımızla içiçe geçmiştir. 1980’den itibaren İsrail’in gizli servisi Şin Bet’i yönetenler aslında Yahudi Hahamlar Konseyi’dir. Yani bir bakıma İsrail’i gerçek manada yönetenler bunlardır. Hatta dünyaya şekil verenleri de denebilir. Şin Bet’in eski yöneticilerinden Avraham Şalom (1980-86), Yaacov Peri (1988-94), Carmi Gillon (1994-96), Ami Ayalon (1996107 2000), Avi Dichter (2000-2005) ve Yuval Dichter (20052011) daha önce hiç röportaj vermemişti. Yönetmen Dror Moreh’in karşısına geçtiler ve bir belgesele içlerini döktüler. Oscar’a aday gösterilen The Gatekeepers adlı bu belgeseli izleyen İsrail’deki şahinler “Bizim Şin Bet sol saçmalıklara kurban gitmiş” diye eleştiriyordı. Nedamet getirmiyorlar aslında, daha zalim olmadıklarına yanıyorlar. Yuval Diskin, yani Şin Bet’in en son taze yöneticisi, şöyle diyor: “Biliyorum, onlara göre de ben teröristim. Benim düşman bellediğim beni terörist olarak görüyor. Birinin teröristi, diğerinin özgürlük savaşçısıdır.” Bizler için zafer nedir? Daha çok terörist öldürmek mi? Daha çok güvenlik mi? Zafer dediğiniz şey… Kim daha iyi bir siyasi gerçeklik yaratırsa onun olur. Siyasi bir algı yaratma işidir zafer. Bu kadar basit. Şin Bet’in yöneticilerinin genel politikası bu cümlelerde gizli; toplumda algı meydana getirerek olmazı olur kılmaktır. Yeşil’in sağ kolu ile bundan sonraki konuşmalarımız sırdır. Bundan sonraki emailleşmemizde aldığım cevap korkunçtu: Maalesef ülkemizle Suriye’yi savaşa sokmak için malum devletin gözetiminde ve emriyle provokasyonlar hazırlıyoruz ve kendimi ülkeme ihanet ettiğim için çok kötü hissediyorum. Bu yazdıklarım sanal bir dizi senaryosu veya komplo teorisi değil acı gerçekler… Daha fazlasını yazmaya mezun değilim, mesajı alacak almıştır umarım! Suriye ile savaş demek ekonominin batmasıdır. Yeşil’in sağkolunun telefonunu Emniyet’e verdim ve dinlemeye almalarını tavsiye ettim ki, Yeşil ne haltlar karıştırıyor öğrenebilelim. 2012 yazında Türkiye’ye 108 gittiğimde abimin telefonundan ona mesaj çektim. Ertesi gün abimin telefonu bozuldu ve üç gün tamirciden çıkmadı. Elbette kopyalandı. Zavallı abimin başını derde soktum. Gerçi ‘başının derde girmesini istiyorsan bir mesaj çekeyim, bak sonra neler olacak?’ dedim de telefonunu bilerek kullandım. MİT’dekiler boş yere abimin telefonu kopyaladı, abimin telefon konuşmalarında en fazla, ‘Cimbom ne haber’, ‘hey Afrika nasılsın’ diye arkadaşlarıyla geyik muhabbetleri vardır. Epey gülmüştük. Neyse, bu işin matrak tarafı. MİT ile dalga geçmeyi seviyorum… 22 gün sonra çektiğim mesaja yanıt geldi, şöyle diyordu: Çok hızlı bir dönem geçirdik, yoğundum. 10 ay sonra 2013 yazında gelen kısa mesajda ise tırsmıştı: Yazdıklarınızla beni çok kötü bir duruma düşürdünüz, ben size sadece yardım etmek istemiştim. Artık beni de hedef yaptınız, teşekkğrler, saygılar…. Şu yanıtım son mesajlaşmamız oldu: Mesela. Kimse kimseye haybiye yardımcı olmaz, belkide hedef saptırmak için beni kullanmak istediniz. Her neyse. Verdiğim rahatsızlık olduysa özür dilerim. Vatana millete faydalı oldu ise çektiğiniz hiç bir şey önemli kalmaz… Gazeteci ile hamama giren terler… 109 İkinci Bölüm Gayretullah’a Dokunur Zulüm Global Ergenekon’un PKK’ya 2012 yazı başlarken yaptırdığı Dağlıca saldırısını 4 gün öncesinden haber veren bir makaleyi nasıl yazmıştım? Yeşil’in sağ kolu Lübnan’dan Beka Vadisi’nden Yeşil’in yanından bildiriyordu. Saldırı öncesi ve sonrası oluşturulan çakma atmosfer üzerine makalemi yeniledim. Devir değişti, ne post modern darbe, nede hükümete direk el koyan bir askeri darbe mümkün. Lakin darbeden daha kötüsü olabilir. Ülkemizi Mısır’daki firavunlara benzer bir diktatör yönetebilir. Veya askeri vesayeti devam ettirmek isteyen rövanş peşindeki Silivri şürakası, Roma’yı yakan Neron gibi ellerinden güç gitti diye ülkemizi baştan sona yakabilir. Müneccim değilim, ulaştığım haber kaynaklarından gelen bilgileri analiz ederek sonuca ulaşıyorum. Bu nedenle yorumum şahsidir, yanlış olabilir ve öngörülerimin hatalı çıkması sadece beni bağlar. Silivri’de azı meskûn, çoğu dışarıda şeytani planlar yapanların kötü niyetleri ve tuzakları malum oldu. Üç aşamalı yeni bir şer 110 planı yaptıklarını basireti olanda görebilir. Bazı dost bildiklerimizde oyunun içinde olmasa, üç ayrı kaynaktan gelen, birbiri ile irtibatı imkânsız üç aykırı uçtan dökülen bilgilere “komplo teorisi” der geçerdim. Darbe tehdidi geçti sananlara kötü bir haberim var. Suriye ile Türkiye’yi savaşa sokmak isteyen yerel derin çete ve küresel fitne şebekesi, inanılması güç bir fitne peşindeler. Bir taşla kuş katliamı yapacaklar! İlk atışı Dağlıca’da yaptılar, PKK’nın Fehman Hüseyin yönetimdeki Suriye kolu, Kandil’i Suriye ile Türkiye sınırında Afrin’e taşımayı tamamlar tamamlamaz ilk ses getiren terörünü yaptı. Bundan sonra PKK içindeki bölünmeler ile Leyla Zana, Murat Karayılan, Abdullah Öcalan, Zübeyir Aydar ve Fehman Hüseyin taktik gereği ayrı ayrı telden çalacaklar ve terör oyuncağını kuranları perdeleyecekler. 5 ayrı PKK ile karşı karşıyayız, hangisi ile barış görüşeceksiniz, buyrun buradan yakın! Bu noktaya nasıl gelindi? Özel Harbimizin gözde elemanları ve “Sakallı” Yeşillerimiz, MOSSAD ve CIA ile el ele vermiş, Lübnan’da Beka vadisinde harıl harıl hazırlık yapıyordu. MİT, dedesi şeyh olan PKK’nın Avrupa sorumlusu Zübeyir Aydar ve Sabri Ok ile Oslo’da barış deyince damarlar çatladı. Hürriyet gazetesine röportaj veren Leyla Zana’nın ‘sorunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çözer’ mesajının ardından gelen Dağlıca baskınıyla ordu, millet, hükümet el ele oldu. Al sana yeni bir çakma toplum mühendisliği daha! Gazeteci ve Yazar Avni Özgürel, Karayılan’la görüşüp zeytin dalı güya uzattı, ama nedense barış baltalandı. Öcalan’a ev hapsi önerisi ve Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması jestlerinden sonar olanlar oldu. BTP Lideri Selahattin Demirtaş, ‘PKK silah bıraksın’ dedi, Kürdistan lideri Mesut Barzani ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ardı sıra. İncirlik’te ABD gözetiminde tüm taraflar arasında yapılan 111 görüşmelerden sonra nedense şehitler, ihanetler arttı. Ortalık maymundan geçilmiyordu! ‘Global Ergenekon’un yerli işbirlikçilere uygulatacağı planı deşifre ediyorum. Beka’da hazırladıkları Suriyeli muhalifleri ve PKK’lıları Suriye ordusu kıyafetinde başta Hatay, Adana ve Mersin olmak üzere askerlerimizi, polislerimizi, sivil vatandaşlarımızı öldürmeye yönelik büyük provokasyonlara imzalar atacaklar. Günahın faturası PKK’ya kucak açan Şam yönetimine kesilecek. Rejim PKK karşıtı tüm Kürt liderleri yabancı istihbaratların tetikçilerine ve yerli ajanlarına Suriye’de öldürttü. İsrail’in Simbet ve İran’ın Lashgare 23 Takavar özel saldırı infaz timleri birlikte çalışıyordu. Fethullah Gülen’e veya A takımına ABD toprakları içinde ortak operasyon yapmayı planlayan iki şer özel infaz timini haber veren Yeşil’e teşekkür mü etmeliyim, yoksa kızmalı mıydım? Tüm şeytanlar aynı saftaydı! İnfaz listeleri kabarıktı, ülkemizde yeni gazeteci, aydın, politikacı suikastlarına hazır olun! Dertleri Suriye’de Esad rejimini devirip, akan Müslüman kanını durdurmak değil, gayeleri ülkemizde Müslüman kanı akıtmak ve 10 yıllık kazanımları kesip doğramak… İsrail kaybettiği konumu tekrar istiyor ülkemizde. AK Parti, “Yerli ve Global Derin Devlet” ile anlaşma yapınca kirli bağırsakları tasfiye sürecinin sonlandırılacağı belliydi! 250. Madde krizi çıkartarak özel yetkili savcıları budamak isteyen AK Parti’nin asıl amacı yakın vadede bu değildi. Bu taviz dayatılıyordu. Savcı ve hakimlerin tepki göstererek tayinlerini istemesi bunu gösteriyordu. HSYK’nın 2012 Yılı Adli ve İdari Yargı Kararnamesi ile 2 bin 335 hakim ve savcının yerini değiştirmesi yanlış yorumlandı medyada! Star yazarı, AK Milletvekili Şamil Tayyar’a kanacak olursanız, “yargı AK Parti’ye darbe yapıyordu.” Hayır Tayyar efendi, yargı AK Parti’ye derin 112 devletle anlaştığı ve yargıya müdahale etmek istediği için rest çekiyordu. Yeni hakim ve savcıların atanmasıyla Ergenekon, Balyoz, KCK, Şike gibi davalar tepetaklak olacak ve en az altı ay süresince yeni gelenlerin davalara vakıf olması gerekecekti. Bu zaman kaybıdır, peki bu zamana kimin ihtiyacı var? Hani davalar uzun sürüyordu da yüce Türk adaletinin bir an önce tecelli etmesini merakla bekliyorlardı. Külliyen yalan. Yargıya zerre kadar güvenmiyorlar, sonuç ne olursa olsun razı değiller, zaten kabulde etmeyecekler, takmayacaklar… Peki kibirleri yüksek bu ekabir takımı ne planlıyordu? 2013 yılı öncesi veya yıl içinde Silivri’dekiler tutuksuz yargılanmak için başvuracaklar, hakim ve savcısı değişen davaların aksamasından dem vuracaklardı. Bizde toplum olarak aptalız ya, onlara acıyacağız ve zararsız olduklarına hükmedip Silivri’den çıkmalarını arzulayacağız. Koskoca paşalar kaçacak değil ya! Bedrettin Dalan kaçmışsa onun suçu canım! Savcı ve hakimlerin delilleri gizleme, karartma, değiştirme kabiliyetleri ve güçleri nedeniyle tutuklu yargılattığı sanıkların neredeyse masum olduğuna inandıracaklar bizi. Çıkar çıkmaz tövbe edip hacca gidenlerin olacağına bile inandırılan saflarımız olacaktır. Bu kadar numarayı yermiyiz bilemiyorum ama ikinci aşama korkunç! Lübnan’da Beka’da aylardır askeri eğitim gören kışkırtma ekibine beş koldan inanılmaz provokasyonlar yaptırılacak ve Türk medyasında hep savaş tamtamları çalacak! Sonunda toplum Türk milliyetçilerinin isyanıyla patlayacak, Genelkurmay ve Başbakanlık, el ele verip vatandaşını koruma hakkını kullanıp, Şam’a hak ettiği dersi vermek için Suriye’ye girecek. Kimse karşı çıkmayacak dünyada, hatta alkışlanacak. Buraya kadar problem yok, militan PKK’ya destek veren Kürtler dışında kimse Türk ordusu ve hükümetinin komşuya adalet ve 113 demokrasi götürmesine ses çıkarmayacaktır! Zaten ne ABD nede AB ülkelerinin petrolü, madeni olmayan ülkelere demokrasi götürmeye hevesi kalmamış! İş bitsin, paylaşım savaşında masada aptal (!) Türklerden savaş kazanımlarını geri almak nasıl olsa çantada keklik! Savaş, Ankara’nın tahmin ettiğinden uzun sürecek, kayıplar artacaktı. Genelkurmay, ülkede olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan edecekti. Al sana askeri darbe! Hükümet başkanı ve cumhurbaşkanı ordunun sembolik olarak başı olsada tüm güç merkezleri ve kaynakları yönetim askeri bürokrasinin eline geçecektir. Vay siz misiniz, savaşı yönetecek kudretli, tecrübeli paşalarımızı Silivri’de yargılayan, tutuklayan, gereksiz yere mağdur eden, hırpalayan, küçümseyen! Rövanş vakti gelmiştir. Haziran ayında internete düşen 4 ses kaydının sahiplerinin ve bunların hitap ettiği astlarının, tepedeki isimlerin bulundukları psikolojileri ve akıl sağlıkların normal olmadığı ortada! Mahkeme sürecinde illegal işler yaptıklarını itiraf etmediler mi? Polisin topladığı milyonlarca belge ne olacak peki? Elinde belge olmadan karar veremez yargı elemanı. Ya doğrudur kanuna göre yada yanlış… AK Parti, 250. Madde’yi bu dönem çıkartamayacağını sanıyordum, ama kredisiyle oyun oynadı ve halka rağmen geçirdi. Peki oyun nedir? Oyun, izinsiz dinlemelerle kayıt altına alınan ses kasetlerinin yayınlanmasını durdurmak, engellemek! Basına sansür yasası çıkartarak bunu yapabileceklerini sanıyorlar. Bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları sallamış, kontrol edemediği her durum ve alan için kanun çıkarıyordu. Sadece kendini düşünüyordu. Yıpranmaktan, yıpratılmaktan ödü kopuyordu. AK Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan bir gazeteciyi hapse tıkmak istiyorsa, kendi pisliklerinin ortaya çıkmasından korkuyor demektir. Siz çıkardığınız 114 sansür yasasıyla gazeteciyi, mesela beni içeri tıkarsınız ne olacağını söyleyeyim: Ben dosyaları yayınlayacak mecra mutlaka bulurum. Bir gerçeği yaymanın yolları sonsuz sayıdadır. Bütün yolları kapatsanız da fısıltı gazetesine, twitter’e, facebook’a da sansür uygulayamazsınız. Yolsuzluk dosyaları, hortumculuklar, ihaleye fesat karıştırmalar, imam nikâhlı kaçak Muta eşleri, zamparalıklar, ahlaksızlıklar, rüşvet, yani bilumum zulüm er geç varsa ortaya çıkar. Kalbimiz çok temiz, fitne çıkarma, biz haram ve helal dengesinde yaşayan, devletin kuruşuna dahi dokunmayan dava erleriyiz iddiasındaysanız yandınız, zira ihlâslı, samimi olamayanların karizması Hak ve Hak dostlarınca çizilir. İşte üçüncü aşamada savaş bahanesiyle yapılan darbenin en vahşet ve dehşet planı sahneye konur. Sansürle susmayan gazeteci ebediyen susturulur. Eski dönemde 6 milyon insanımızı fişledikleri için ellerinde epey liste var ama listeleri netleştirmeleri gerekiyor. Son aylarda öldürülmesi gereken ilk yüz kişi, bin kişi, tutuklanması hapiste çürütülmesi gereken ilk on bin kişi listeleri hazırlamışlar, dost bildiklerimizle diz dize, el ele… Bu “kelle avcıları” herkese her şeyi layık görüyorlar ama, kendilerine bunların yüzde birinin yapılmasına razı değiller.. Kendilerinden çok eminler, ama akılsızca ve ahlâksızca işler yapıyorlar.. Yaşananlardan ders almıyorlar.. Belki de bunların adli takiple birlikte bir de psikolojik terapiye ihtiyaçları var. İktidarın muktedir sarhoşluğu zayıflığın işaretidir. Üç aşamalı darbe planına AK Parti dur diyemezse, elbette Gayretullah’a dokunur zulüm (18). 12 Nisan 2012’den beri Suriye ile ülkemizi savaşa sokmaya çalışan küresel ve yerel Ergenekon’a karşı hedefi 18 Arslan, Faruk. Çorum Manşet, 16.06.2012 115 12’den vuran onlarca Türkçe ve İngilizce makaleler yazmıştım. Suriye süratle Lübnanlaşıp iç savaş derinleşirken, ülkemizde dozajı kasten artırılan hormonlu terör eylemleriyle Türkler ile Kürtler ayrıştırılıyordu. Son 10 yılda Suriye’ye 62 defa giden Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Esad rejimi ile önce “kanka” oldu, sonra ise “düşman”. İhvanı Müslim atına oynayan Ankara halen şaşkın, ama ordusunu Suriye’ye zorla sokmaya çalışan global çeteye direniyordu. Gelinen noktada Türkiye, Suriyeli Kürtlerin otonom içerikli siyasi taleplerini geri çevirirse savaş çıkabilir. Zaten çoğu Türk vatandaşı veya Türkiyeli Kürtlerle akrabalar. Yakında Tunceli, Van, Hakkari, Şemdinli, Cizre, Şırnak, Mersin, Şemdinli ve Diyarbakır’da “sivil itaatsizlik” soslu iç savaş planlayan PKK, ülkede Türk ve Kürt gerilimini yabancı servislerinin istihbarat, lojistik, akademik, strateji, medya ve yazar katkılarıyla tırmandırıyor ve Suriye kartını mükemmel kullanıyor. PKK’ya teorisyenlik yapan yabancı servisler ve yerli işbirlikçi baronlar, zamana yaydıkları üç ana Kürt politikasına oynuyorlar ve iç savaş senaryosu adım adım titizlikle hazırlanıyordı. Birincisi, Suriye’de bir iç savaş yaşanıyor, savaşın dışında kalan Kürtler, ne Esad rejimiyle çatışıyorlar ne de Suriye muhalefetine katılıyorlardı. Kürtler kendi özerk bölgelerini kuruyorlardı. PKK güdümünde sanılan PYD de PKK gibi ulusalcı ve Kürt milliyetçisi! İkisi de gerek Suriye’deki gerek Türkiye’deki Kürtlerin statü talepleri peşindeler, dinden uzaklar, seküler fikirleri ve hayatı benimsiyorlar. Sanıldığı gibi PYD, PKK’nın kurduğu, yönettiği bir örgüt ve siyasi parti değil. PYD’nin geçmişi 1950’lere kadar gidiyor. Aralarında bir ast-üst ilişkisi yok. Bugün PYD’yi PKK yönetmiyor. Suriye Kürtleri PKK’nin yönetimini kabul etmezler ama birlikte hareket etmeyi 116 kabul ederler. Bugün Suriye Kürtleri kendi yaşadıkları bölgelere uygun siyasal yapılar oluşturuyorlar. Suriye’de bir Kürt siyasi yapısının oluşması PKK’ya moral veriyor. AK Parti’ye Türkiye’de “Kürt açılımı” adı altında teröristlere siyasetin önü açmasını salık verenler, PKK’nın eli kanlı militanlarını siyasallaştıran Almanya! Hedefleri, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Nelson Mandela havasıyla milletvekili yapılması ve dağdaki teröristlerin genel afla şehre inip paralel devlet yapılanmasının başına geçmelerinin sağlanması. KCK’lıları salan AK Parti’ye hata yaptırıldı, Beşir Atalay’a yazıklar olsun! İkincisi, Öcalan, Kürt nüfusunu artırmak için çocuk yaptırma politikasına yöneldi. Her Kürtden dokuz on çocuk sahibi olması talep ediliyor. Türkler iki çocukta kaldığına göre, 25 yıl sonra 14 milyonluk Kürt nüfusu üç katına çıkacak ve Türk nüfusuna karşı psikolojik üstünlük sağlanacak. Örnek vereyim. Adana’da Hürriyet Mahallesi, Dağlıoğlu Mahallesi, Çamlıbel Bulvarı, Şehit Erkut Akbay Mahallesi, Şakir Paşa Mahallesi ve Gülbahçesi Mahallesi, doğu illerimizden göç etmiş Kürtlerle kaynıyor ve buralara Türkler giremiyor. Bu mahallere kaçak ve legal sigara satışı yapan bir dostum, şahit olduklarını şöyle anlattı: Birbiri içine geçmiş evlerde her odada bir kadın vardı. Kahvede erkekler tüm gün sigara içip, kağıt, tavla ve okey oynuyorlar, çalışmıyorlar, tek görevleri her yıl iki adet eşlerinden birer çocuk yapmak. 5 veya 10 milyara başlık parası ile satın alınan Kürt kızlarını sömürüyorlar burada ve Kürt nüfusu çoğaltılıyor. Çocuklara sokaklarda seyyar satıcılık yaptırılıyor, polise taş attırılıyor. Çocuk asker kullanan PKK elebaşlarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne verirsek, belki bu çocuk istismarcılarından kurtulabiliriz. Varsın Avrupalı düşünsün, bizim teröristlerle uğraşması kolay mı, hem İmralı sakinini beslediğimiz yeter! 117 Üçüncü politika, her Kürt ekonomik bağımsızlığını kazanacak, Türklere muhtaç olmadan yaşayacak, iş yeri sahibi olacak ve Türkleri emrinde çalıştıracak politikası. Örnek verelim. 2003’de 300 milyon dolarlık bir güç iken bugün 30 milyar dolarlık tiran haline gelen Mesut Barzani ve aşireti kara parasını başta Mersin ve Gaziantep olmak üzere ülkemizde aklıyor. Vigor marka sigara üreten European Tobacco Genel Müdürü Hulusi Kaymaz’ın da bulunduğu toplam 33 kişi, sigara kaçakçılığından geçtiğimiz yıl Eylül ayında tutuklandı. European Tobacco, Türkiye’de sigara üretme ve ihraç etme yetkisine sahip 7 firmadan biri. Firma ürettiği sigaraların tamamını yurtdışına ihraç kaydıyla üretiyor ve bu nedenle vergi ödemiyor. Sattığı her dört sigaradan biri kaçak. Bu şirketin yüzde 40 ortağı görünen Ermeni asıllı Lübnanlı Nasri Kardeşler, Kürt Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’nin kasası olarak biliniyor. Şu anda şirketin çoğunluk hisseleri, Saskatchewan’da mercimek fabrikaları ile bir dev haline gelen Arbel’in Saskcan veya borsadaki şekliyle Alliance Trader’in büyük hissedarları Mahmut Arslan, Hasan ve Hüseyin Arslan kardeşlerle Hulusi Kaymaz’ın elinde. Emniyet, Kaymaz’ın Azerbaycan’da çok üst düzey bazı isimlerle gayri resmi ortaklıkları olduğunu belirledi. Kaymaz ayrıca Yunanistan’da da güçlü bir ilişkiler ağına sahip. Mahmut Arslan, bu iddiaları yalanlıyor, Nasri Grup’la 2005’te yollarını ayırdıklarını, Barzani’yle ortaklık iddialarının doğru olmadığını ileri sürüyor ama tüm Mersinliler gerçeği biliyor! 2004 yerel seçimlerinde Mersin Büyükşehir Belediye Başkanlığı için AKP’den aday olan Mahmut Arslan’ın evi bundan bir yıl sonra PKK tarafından bombalandı. 1.5 milyar dolar cirolu, 165 milyon dolarlık ihracata sahip Arbel Gıda’nın patronu Arslan, fabrikalarında çalıştırdığı PKK’lılardan ve bu zamana 118 kadar verdiği haraçlardan kurtulmaya çalışıyor. MÜSİAD ve TUSKON üyesi olan Arslan’ın şirketi European Tobacco polis takibindeyken, devlet bakanı Ali Babacan’la kaçakçılıkla mücadele toplantısındaydı. Müthiş bir ironi! Kürtlerin en büyük geliri uyuşturucu, insan kaçakçılığı, İstanbul’da fuhuş ve eğlence merkezi işletmeciliği dışında petrol kaçakçılığı taşeronluğu! 2006 yılında akaryakıt kaçakçılığı konusunda Meclis Araştırma Komisyonu’nun yayınladığı 310 sayfalık rapora göre, kaçakçılığın sadece yüzde 10’u sınır ticareti kapsamında ya da sınır ihlalleri yoluyla yapılıyor, geri kalan yüzde 90’ını, kaçak akaryakıttan asıl büyük payı alanlar ise büyük holdinglere bağlı dağıtım şirketleri yürütüyor. Komisyonu’nun tespit ettiği ve kamuoyundan gizlenen kaçakçı şirketler arasında Koç Holding bünyesinde faaliyet gösteren Opet, Türkiye akaryakıt sektörünün yabancı şirketleri Total, Shell ve Shell tarafından satın alınan Turcas, Turgay Ciner’in de ortağı olduğu Aytemiz Petrol ve Petrol Ofisi A.Ş. (POAŞ) de bulunuyor. Bu şirketlere ek olarak, irili ufaklı pek çok akaryakıt şirketi de, daha düşük miktarlarda olmak üzere kaçakçılık faaliyetinin içerisinde yer alıyor. Rapordaki bu veriler, akaryakıt kaçakçılığında Irak’a akaryakıt taşıyan tanker şoförlerinin ya da katırlarla veya sırtlarında mazot taşıyan köylülerin günah keçisi ilan edildiğini, Kürtleri bahane eden Beyaz Türkler’in vurgun yaptığını gösteriyor. Sektör uzmanları, 2003 yılı sonunda yürürlüğe giren Petrol Piyasası Kanunu’nun akaryakıt ithalatını serbest hale getirmesinin, akaryakıt kaçakçılığının artmasında en büyük etken olduğunu belirtiyorlar. Aynı kanunla birlikte devletin sektörde denetim olanaklarını yitirdiği de yapılan değerlendirmeler arasında. Özelleştirme uygulamalarıyla ise akaryakıt 119 piyasasında devletin müdahale olanakları tamamen ortadan kalktı. Hatırlanacağı gibi, ülkenin en büyük dağıtım şirketi olan POAŞ, 2000 yılında Aydın Doğan’a, Türkiye’nin akaryakıt ürünleri üreten tek şirketi Tüpraş ise Koç-Shell Ortaklığı’na satılmıştı. Birileri Kürtlerle iç savaş senaryosu, provokasyonu hazırlarken, birileri şahane soygun yapıyordu (19). AK Parti hükümeti Suriye tuzağını nihayet 2012 yaz sonuna doğru gördü. Olayların başından bu yana Türkiye’yi kontrolsüz bir şekilde Suriye‘ye sokmak isteyen hayli geniş bir koalisyonun olduğu ortadaydı. Hatta Batılı birçok müttefikimiz ‘yürüyün arkanızdayız’ diyordu. Fakat Ankara tuzağı gördüğü için ilk andan bu yana devreye BM ve Arap Ligi’nin girmesi için çalışıyordu. Bugüne kadar kısmen de başarılı oldu. Önce uçağımızın düşürülmesi sonrasında da top saldırısı ile hem içeride hem dışarıda muhtelif çevreler savaş çığırtkanlığına başladı. Oysa unutmamak gerekir ki savaşa girmek hiçbir şeyi çözmeyeceği gibi bölgesel bir felaketi de beraberinde getirirdi. O yüzden, bütün tahriklere rağmen soğukkanlılığımızı koruyarak, uluslararası kurulları harekete geçirip BM ya da NATO eliyle sorunu çözmek zorundayız. Neyse ki hükümet cephesi Türkiye’ye kurulan tuzağın farkında ve artık temkinli adımlar atıyordu (20). PKK veya Kürt sorunu adı ne konursa konsun, ülkemizin ciddi bir etnik sorunu vardı. Oysa Osmanlı’da tüm müslümanlar tek millet ve eşit statüde kabul edilir ve azınlık sayılmazdı. Ermeni, Rum ve Yahudiler azınlıktı ve onların haklarını koruma karşılığında ekstradan Cizre vergisi öderlerdi. Osmanlı dağılırken Kürtler asla 19 Arslan, Faruk. Kürtlerle iç savaş senaryosu! Çorum Manşet, 24 Eylül 2012. 20 Arslan, Adem Yavuz. Hükümet Suriye Tuzağını Gördü. Bugün. 5.10.2012 120 Türklerden kopmak istemedi. Peki bugün neden kopma hevesindeler veya gerçekten öyle mi? Bu konu rüyalarıma misafir oldu, bana rüyada doktora tezi yazdırdı, hem de PKK Lideri Öcalan’ı şahit olarak hazır bulundurarak. Buyrun akademik gazeteci rüyasına... 121 Üçüncü Bölüm PKK Dolu Rüyalarım İlim öğrenmek soru sormakla başlar. ‘Annen hangi türküyle düğün dernekte oynardı?’ sorusunu 29 Nisan 2012’de rüyamda PKK Lideri Abdullah Öcalan’a soruyorum. Akademik tezimin sunumunda heyetin önünde orada hazır bulunan muhatabım doğrudan doğruya Öcalan. 40 yıl düşünsem böyle bir soru aklıma gelmez, rüya işte! Şaşırıyor. Cevap veremiyor. Cevap veriyorum, ‘Gelin Oy (Bir Bülbül Gül Dalında) Ağlatma Gelem Gelem’ türküsüyle. Türkünün sözlerini mırıldanıyorum, Öcalan ağlamaya başlıyor. ‘Biz Türkler ve Kürtler, bin senedir İslam milletinin kardeşleriyiz. Aynı türkülerle duygulanır, oynarız, ağlarız. Kız alır, kız veririz, bizi kimse birbirimizden ayıramaz’ diyorum. Öcalan başını omzuma koyuyor ve hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Teskin ediyorum ve Kürt sorununun çözümleneceğini, el ele tüm dünyaya birlikte tekrar kardeş olarak meydan okuyacağımızı, tüm fitneleri dağıtacağımızı söylüyorum. Bana güveniyor ve ‘işte Kürt sorunu böyle çözümlenir diyor, ortak gönlümüz türkülerimizle’ diyor. İşte o türküyü en güzel okuyanlardan Ferdi Öztaş’tan dinleyin. Bu türküden daha önce haberdar değildim, rüyama girmese olacağı da yoktu. Hayatımda cereyan edecek önemli olayları genelde olmadan önce rüyamda 122 görürüm. Evleneceğim hanımı da, olacak biri erkek biri kız çocuğumu da daha önce rüyamda gördüm ve gördüğümle evlendim ve gördüğüm çocuklarım oldu. Şaka yapmıyorum, çok ciddiyim. Hepimiz Allah’ın Levhi Mahfuz’da daha önce yazılı olan kaderimizi oynuyoruz. O biliyor, biz bilmiyoruz. Kaderin denk noktasında, yol ayrımında vereceğimiz kararlarda cüzi irademiz rol oynayabilir. Sonuçta Allah ne karar vereceğimizi de bildiği için Allah’ın dediği olur. Rüyamın ayrıntılarına geleyim. Rüyayı gördüğüm sıralar akademik tezim için konu seçme aşamasındayım. Aklımda tamamen farklı bir konu vardı, hatta Wilfred Laurier Üniversitesi’ne ve York Üniversitesi’ne 2011’in Ocak ayında sunduğum tezlerin konusu Irak ve Suriye’den ülkemize gelen ilticacı ve mültecilerin Türkiye’deki statü, sosyal, kültürel, siyasi ve hukuki konum ve sosyal yardım sorunlarıydı. Kürtlerle ilgili tek kelime bile geçmiyordu. Şimdi anlıyorum ki, yazmam gereken tez konusu, Türkler ve Kürtlerin ortak paydaları üzerinde yoğunlaşmalı ve Kürt sorunun çözümünde bam teline dokunmalıyım. Rüyam aslında oldukca uzun. Abdullah Öcalan niye tezimi sunduğum komisyonda dinleyici tanık olarak yer alıyor, halen çözebilmiş değilim. Kürt sorunu tezimi, Osmanlı döneminden beri devam eden bir süreç olarak takdim ediyorum. Tarihsel arka planını verdikten sonra Cumhuriyet döneminde yapılan yanlışlara değiniyorum ve PKK’nın ortaya çıkışını detaylarıyla anlatıyorum. Konu gelipte Abdullah Öcalan’ın PKK’nın başına CIA, MOSSAD ve MİT işbirliği ile KGB’nın planını bozmak için nasıl geçirildiğine gelince, Öcalan sinirleniyor. Asıl onu çileden çıkartan bilgi BABEK projesi. Bu projenin ne olduğunu henüz bende bilmiyorum. Tezimde işlediğime göre bileceğim. 123 BABEK projesini hayata geçiren koordinatör, bir sınır ilimizin MİT ve asker kökenli bir Özel Harp elemanı, adı Saadettin Suruç. Bu ismi tanımıyorum, ismini daha önce hiç duymadım. Kim olduğunu araştıracağım, tabi gerçekten böyle biri varsa! Suruç’a destek veren birde vali var rüyamda. Onun ismini bilmiyorum, çünkü rüyamda deşifre olmadı. 1980 tarihli BABEK projesi, Öcalan’ın önünü açmak ve PKK’nın başına geçirmek isteyen üçlü istihbarat koalisyonunun PKK’yı asıl kurduran KGB elemanı veya aşırı sol görüşlü Kürtleri ortadan kaldırmasıyla ilgili. MİT’in Özel Harp elemanları epey lider temizliyor. Öcalan bunları duyunca oturduğu yerden ayağa fırlıyor, gözleri nefretle neredeyse beni yiyecek, ateş püskürüyor. Hiç aldırmıyorum. Konuşmaya devam ediyorum. MİT’in Öcalan analizi, tesbitleri ve eksik teşhisi ile başlıyorum: İlk başlarda MİT için Apo Kürt milliyetçisi veya Kürtçü bir akımın lideri değildi. O dönemin (1970–1979) MİT raporlarına baktığınız zaman görürsünüz, Apo dosyalara uzun süre sol faaliyetleri nedeniyle girmişti. Aşırı solcu bir Kürt olarak nitelendirilirdi. Fazla da önemsenmezdi. Zaten Kürt hareketleri 1970′lerde Kürtçülükten çok sol faaliyetler çerçevesinde ele alınırdı. İzlenirler, ne yaptıkları bilinir; ancak genelde solun içinde bulunduklarından dolayı, bu yönleri ön plana çıkarılırdı. Biz MİT olarak gerçeği biliyorduk; ancak devleti hiçbir zaman ikna edemedik. Bize inanmadılar veya inanmak istemediler. Daha sonra ontolojik ve epistemolojik durum tesbiti yapıyorum, nede olsa sosyologuz: Türkiye 12 Eylül 1980′e dayandığında, sol orijinli terör örgütlerinin yanında özellikle Doğu bölgesinde ismini yeni yeni duyurmaya başlayan Ala–Rızgari ve 124 Apocular gibi birkaç yasa dışı grup ufak tefek dikkat çekmeye başladı. Bu grupların ortak özelliği, “Kürtlük” unsuru üzerinde durmalarıydı. Ala–Rızgari grubu, 80 öncesinde yayınlanan Rızgari dergisinin etrafında toplanan kişilerden oluşuyordu. PKK, 1978′de Lice’nin Fis köyünde kuruluşunu ilan edip, oluşturulan Merkez Komite etrafında örgütlenmesine karşılık, bu grup “Apocular” olarak biliniyordu. Öcalan’ın en yakın arkadaşlarından Haki Karel, 1977′de Gaziantep’te öldürüldü. 1979′da ise Elazığ ve Diyarbakır’da, “Apocular”a önemli bir darbe indirildi. Geniş tutuklamalar yapıldı, Merkez Komite üyesi Şahin Dönmez de tutuklandı. Bu sırada Abdullah Öcalan’ın izine de Diyarbakır’da ulaşıldı. Bir güvenlik yetkilisi, olayı şöyle anlatıyor:”Öcalan, Kesire Öcalan ile birlikte Diyarbakır’da Günaydın Apartmanı’nda kalıyordu. Polis yerini tespit etti. Milli İstihbarat Teşkilatı da biliyordu. Ancak, hemen baskın yapılıp alınması yerine, izlenip bir örgütsel faaliyet sırasında tutuklanması düşünüldü. Eğer o sırada gözaltına alınsaydı bir süre sonra serbest bırakılırdı.” Kesire Yıldırım ile 24 Mayıs 1978 günü Ankara’da evlenmişlerdi. Belki de o tarihlerde fazla önemsenmediğinden yeterince izlenmediği için Öcalan, 1979′un Temmuz’unda izini kaybettirip Urfa üzerinden Suriye’ye kaçmayı başardı. İlginçtir, Öcalan bu tarihte asker kaçağıydı. Bunlar bilinen bilgiler, yakın tarihe kadar bilinmeyenlere geliyorum: Kesire Öcalan’ın CHP’de etkin konumdaki Tuncelili aşiret lideri Ali Yıldırım adlı MİT’in Kürt Şubesi başkanının kızı olması zaten MİT ile ilişkisini inkâr edilemeyecek biçimde ispatlıyor. Pilot Necati ile Öcalan’ın devşirilmesi ve 1980′lerde üç defa yakalanmasına rağmen Genelkurmay tarafından serbest bırakılmasına değiniyorum. Henüz 1980′de CIA’nın MİT’e yaptığı önerisi açıkca durumu özetliyor: 12 125 Eylülde sol görüşlü KGB destekli örgütleri biçtiniz ama KGB rahat durmaz, birini açık bırakın, içine sızın ve liderini kendiniz koyup örgütü yönetin. Diyarbakır’da Tapu Kadostra’da sıradan bir memur iken okumaya Mülkiye’ye giden, gençliğinde namaz kılarken Deniz Gezmiş gibi bir anda aşırı solcu olan Öcalan gözümün önünde canlanıyor. Her şeyi devletin kontrol ettiği ve tayin ettiği siyasi atmosferde Öcalan’ın Albay Hakim Baki Tuğ tarafından MİT’den gelen yazıyla 1971′de serbest bırakılması çok normal geliyor bana. Ardından rüyamda kendi gözlemlerime, bilgi ve akademik referanslara, gazetecilik kaynaklı dayanaklarımla sosyopolitik durumu tesbite geçiyorum: İlk PKK baskınlarına derin devletin verdiği destekle Eruh’ta gerçekleşiyor. Rahmetli Özal’ın bir kaç çapulcu dediği yıllar. Ordu içindeki Ergenekoncu askerlerin kimliklerini tek tek açıklıyorum. Öcalan artık sus pus olmuş beni dinliyor. Bugüne kadar gelinen noktayı JİTEM cinayetlerini, PKK içindeki cinayetleri, yabancı istihbaratların oyunlarını ve PKK sorununu ele geçirmek için yaptıkları amansız mücadeleyi sağlam akademik verilerle detaylandırıyorum. Bir yandanda gözüm Öcalan’ın üstünde, artık tepki vermiyor, sessizce dinliyor. En son AK parti’nin yaptığı yanlışlara geliyorum ve Kürt sorununun çözümünde Fethullah Gülen’in sunduğu vizyonu açıklıyorum. Sonuç bölümünde çözüm önerilerimi sıralıyorum. Öcalan’a bir soru yöneltiyorum: Annen düğün dernekte hangi türküyle oynardı? Öcalan şokta. Belli ki böyle bir soru sormamı beklemiyor. Şaşkın şaşkın bön bön bana bakıyor. Cevap veremeyince sorumu üç defa tekrarlıyorum. Yanıt gelmeyince ben cevaplıyorum: ‘Gelin Oy (Bir Bülbül Gül Dalında) Ağlatma Gelem Gelem’ türküsüyle. 126 Türkünün sözlerini mırıldanıyorum, elimdeki metinden sözlerini okuyorum. Öcalan ağlamaya başlıyor. Bam teline dokunuyor ve tarihi konuşmayı yapıyorum: Biz Türkler ve Kürtler, bin senedir İslam milletinin kardeşleriyiz. Aynı türkülerle duygulanır, oynarız, ağlarız. Kız alır, kız veririz, bizi kimse birbirimizden ayıramaz. Öcalan başını omzuma koyuyor ve hüngür hüngür ağlamaya başlıyor. Teskin ediyorum ve Kürt sorununun çözümleneceğini, el ele tüm dünyaya birlikte tekrar kardeş olarak meydan okuyacağımızı, tüm fitneleri dağıtacağımızı söylüyorum. Bana güveniyor ve ‘işte Kürt sorunu böyle çözümlenir diyor, ortak gönlümüz türkülerimizle’ diyor. Doğrusu Öcalan’ın Türk olan annesi gerçekten bu türkü ilemi oynardı, ondan bile emin değilim. Tezimi kabul edip etmediklerini görmedim, çünkü Azeri eşim Suna, ‘Faruk kalk uykudan çocukları okuldan alman lazım, geç kalıyorsun’ diye uyandırdı. Yarı uyanık biçimde on dakika direndim ve rüyamın ayrıntılarını hemen hatırlamaya çalıştım. Tam uyansam detaylar kaybolacak. Hanımın fırçası, sesi berk yükseldi, kulaklarımı tırmaladı da, mecburen uykudan uyandım. Ana hatlarıyla yakaladığım ve şimdi kağıda döktüğüm rüyamın sadık olduğunu sanıyorum. Doğrusunu Allah bilir (21). Öcalan'ı daha önce defalarca yakalanmasına rağmen kimler serbest bıraktırdı? sorusuna yanıt arıyorum. 1972 yılında hakkında ağır iddialarla gözaltına alınan Abdullah Öcalan'ın salıverilmesi bir muammadır. Yıllar önce usta gazeteci Uğur Mumcu olayın peşine düştü. Dosyanın savcısı Baki Tuğ'la görüştü. O sırada Tuğ, DYP'den milletvekiliydi. Mumcu, Öcalan'ın içeriden gelen yazı 21 Arslan, Faruk. Annen hangi Farukarslan.com. 01.05.2012. türküyle oynardı Abdullah Öcalan? 127 üzerine salıverildiğini öğrendi. Yazının kimden geldiğini ve içeriğini bilmek istiyordu. Tuğ, Mumcu'ya "Arşive bakayım, o notu bulursam seninle paylaşırım." dedi. Bir hafta sonrası için randevulaştılar. Meclis'teki odasında görüşeceklerdi. ncak o buluşma gerçekleşmedi. Daha doğrusu gerçekleşemedi. Çünkü Uğur Mumcu suikasta kurban gitti. Puslu bir Ankara sabahında aracı bombayla havaya uçuruldu. Mumcu'nun üzerinde çalıştığı 'Abdullah Öcalan'ın Milli İstihbarat Teşkilatı ile ilişkileri' dosyası kayıp... 12 Mart, yargıda askerî etkinin en kesif olduğu olağanüstü bir dönemdi. Savcı Tuğ gözaltındaki boykotçu öğrenciler arasında en ağır cezayı Abdullah Öcalan ve iki arkadaşı için isterken serbest bırakılmaları, cevabını bulamamış soru işaretidir. AK Parti'den milletvekili seçilen meslektaşımız Şamil Tayyar 'Kürt Ergenekonu' diye bir kitap yazdı. Abdullah Öcalan'ın istihbarat örgütüyle ilişkisini irdeledi. TV8'de Erkan Tan'ın programında açıkladığı bir bilgi yıllar öncesinin soru işaretine cevap mahiyetindeydi. Söylediği, iddia da olsa çok önemli... Nedense pek yankı uyandırmadı. Tayyar, Savcı Baki Tuğ'un Öcalan hakkında önce çok ağır ifadeler kullandığı iddianamedeki görüşlerini bir anda değiştirmesini sorgularken şunları söyledi: "Dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Turgut Sunalp arıyor ve 'Öcalan adamımızdır, serbest bırakın' diyor. Ve iddianame değiştiriliyor." Tayyar'ın kitabında bu bilgi yok. Daha sonra öğrendi. İddia görmezden gelinecek gibi değil. Çok çarpıcı, 'Kürt Ergenekonu' tespitini doğrulayacak türden... Üzerine gidilmesi gerekir. Turgut Sunalp Paşa gerçekten Öcalan'ın bırakılması için devreye girmiş olabilir mi? Hayatta olmadığı için doğrulama veya tekzip etme imkânı yok. Ancak iddiaya açıklık getirecek başkaları var. En başta da Baki Tuğ... Tuğ'u milletvekilliğinden tanıyorum. Bu konularda konuşmayı 128 sevmeyen bir isimdi. Bugün bu iddia karşısında sessiz kalması doğru değil. Gerçeğin bilinmesi için konuşmalı. Turgut Sunalp, benim için sıradan bir isim değil. Mesleğe yeni başladığım yıllarda, 1990'ların başında sık görüştüğüm biriydi. İstanbul Moda'daki evinde TSK ve politikada yaşadıklarını çok kez dinledim. Sağ ve milliyetçi duruşu olan biriydi. Sunalp, renkli bir kişilikti. Bir dönem büyükelçilik de yaptı. 12 Eylülcülerin teklifi üzerine MDP diye bir parti kurdu. Geçiş döneminin başbakanı olması planlandı. Ancak sandık hesabı bozdu. Sunalp, 12 Mart döneminin en etkili generallerinden... Adına sıkça rastlanır. Hemen her olayın içinde vardır. Sadece kışlada değil, hayatın diğer alanlarında da aktif. 1973'te Faruk Gürler'in cumhurbaşkanı seçilmesi için milletvekillerini Genelkurmay'a çağırarak konuşan ve sonrasında imzalarını alan da o... 12 Mart döneminin öne çıkan siyasetçilerinden Hasan Korkmazcan o günleri anlatırken Turgut Sunalp'ten de söz eder. Nasıl mı? Şöyle: "12 Mart muhtırasını verenlerin cumhurbaşkanı adayı Faruk Gürler'di. Destek için partilerle toplantı yapıyorlardı. Bizi de çağırdılar. O toplantılarda Turgut Sunalp'le tartışmıştık. Sunalp Paşa 'Eğer bizim dediğimizi yapmazsanız sizleri toplatırım' dedi." Şamil Tayyar'ın, Öcalan'ın serbest bırakılmasını sağlayan kişi olarak Turgut Sunalp ismini ortaya attığını duyunca ilgisiz kalamadım. Doğrusu bu iddia bana 'inandırıcı' geldi. Çünkü 12 Mart döneminin kudretli olduğu kadar, etkin de olan isimlerinin başında... Eğer bu iddia doğruysa yakın tarihin birçok sayfasını yeniden yazmak gerekebilir (22). Ancak halen BABEK planı nedir öğrenememiştim. Bilmezsem aklıma kurt düşer, uyamamam. Yaptığım araştırmalar sonuçsuz kalınca aklıma Emre Uslu geldi. 22 Ünal, Mustafa. Öcalan'ı kim serbest bıraktırdı? Zaman Gazetesi, 20.11.2011. 129 Nede olsa bir yılı Toronto, Kanada’da, sekiz yılı ABD’de Utah’da toplam 9 yıl Kürt sorunu konusunda doktora tezi yazmıştı ve o sırada bir yıllığına ziyaretçi öğretim görevlisi olarak ABD’de idi. Yazdığım epostada ona rüyamı aktardım, telefonunu istedim ve aldım. Sorularım aklımda yazılı, arka arkaya soruyorum, Emre’de maşallah makineli tüfek gibi otomatik cevaplıyor, telefonda tam bir buçuk saat konuşmuşuz. Ortaya çıkan bilgilerden iki makale yazdım. Önce BABEK planına gelelim. Bir kere Babek değil Bavbekmiş. Babek, Hürremiler haraketi olarak bilinen, İslam ordularına karşı yirmi yıl dağlarda savaşan ve en sonunda kolları ve ayakları çapraz kesilerek ve derisi soyularak öldürülen asi Azeri Türk liderdir. Emre çok zeki, hemen anladı Babek’in kim olduğunu ve rüyamda bahsedilen Bavbek’in kim olduğunu. 1980 öncesi aşırı sol hareketlerin içinde yer alan ‘aşırı milliyetçi’ virüsü taşıyan Kürtler, atalarının dini İslam’a sırtlarını dönmüştü. Bu virüs kimin kanına girse fitne uyanmıştır. Baştan sona CIA tarafından organize edilen askeri darbe sonucu devlet başkanı olan Kenan Evren, İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Bal ve İstihbarat Şube Başkanı Ümit Bavbek’i çağırarak Kürtler konusunda brifing aldı. Ülkücü geçinen veya görünen milliyetçi Bavbek, CIA’nın öngördüğü plan çerçevesinde solcu Kürt gruplardan birinin içine sızıldığını, liderini koymaları halinde sorunu kontrol altında tutacaklarını söyledi. Böylelikle ‘Bavbek planı’ doğdu. KGB’nin kurdurduğu, Beka vadisinde kamp imkanı sağladığı PKK, CIA’nın gözüne kestirdiği zayıf örgüttü. Bavbek Diyarbakır’a gitti, kendisi gibi işkenceci bir polis müdürü, Özel Harp elemanları, bir sınır ilçesi kaymakamı ve bir valimizle toplantı yaptılar. Bu karanlık toplantı sonrası, Abdullah Öcalan’ın önünün açılması için potansiyel Kürt liderler 130 öldürüldü. Diyarbakır cezaevinde Kürtlere insanlık dışı işkenceler yaparak halkın devletine düşman olmasını ve dağa çıkmasını sağlayan aynı ekipti. Yoksa kimsenin dağa çıkmaya niyeti yoktu. Kürt sorunu çıksın diye toplum sosyolojisini zorlamışlardı. PKK’yı destekleyen ordumuzdaki kara koyunlardı, halende destekliyorlar. Bavbek’i 28 Şubat döneminde kurulan en çirkin tezgah olan Fadime Şahin-Müslüm Gündüz ve Ali-Emire Kalkancı skandallarında organizatör olarak görüyoruz. Şok ilişkiye dikkat edin, Kalkancı ile Bavbek’i tanıştıran isim o dönemde İşçi Partisi Mersin İl Başkanı olan Bayram Çiçek. Biri ülkücü, diğeri Maocu sosyalist aynı cephede buluşuyor. Çiçek bugün İşçi Partisi Genel Başkan yardımcısı.1980 öncesi orduya söven, Kıbrıs’taki askerimize işgalci diyen, orduya sayısız ajan sokan Doğu Perinçek, 1980 sonrası birden Kemalist ve Atatürkçü, ordu yanlısı oluyor. 2001’den sonra Küçük tarafından mafya lideri yapılan Sedat Peker ile “Kızılelma koalisyonu” kuruyor, Ergenenekon için Öztürkleri birleştirme misyonu üstleniyor. İşin kötü tarafı hiç biri Türk değil, ya cibilli olarak İslam düşmanılar veya etnik yapıları “kripto ecnebi!” Ergenekon soruşturmasının merkezinde İşçi Partisi’nin olması, fitne ocağının merkezi olmalarından! Gerçek müslüman Türk ve Kürtler asla aşırı milliyetçilik yapmaz. Oyunları sırıtıyor. “Perinçek virüsü” diye bir hastalık var. Kime bulaştıysa ömür boyu çıkmıyor! İkna gücü yüksek Perinçek, Bavbek’i tepe tepe kullanıyor. Uğur Dündar ve Ali Kırca’nın karşısına televizyona Kalkancı’yı çıkarmadan önce Bavbek Nişantaşı’nda bir berberde Kalkancı’yı tıraş ettiriyor, ne söyleyeceği ezberletiliyor. Bu senaryoları darbeciler adına Veli Küçük ve Perinçek organize ediyor. ‘İhale’, Turgut Yağ Sanayi’nin sahibi Turgut Büyükdağ’a veriliyor. Küçük’le Büyükdağ, bir 131 akşam Harbiye Orduevi’nde buluşarak baş başa yedikleri yemekte ’senaryonun’ ayrıntılarını konuşuyorlar. Senaryonun finansörü Büyükdağ, organizatörleri, Strateji Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Ümit Oğuztan, Sisi olarak bilinen transseksüel Seyhan Soylu ve Polis Müdürü Bavbek. Bütün görüşmeler, Büyükdağ’ın sahibi olduğu, Nişantaşı Akkirmanlı Sokak’taki Strateji Dergisi’nin ofisinde yapılıyor. Oğuztan, Aksaray’da, sonradan Hanedan Restoran olarak değişen pavyonda konsomatrislik olarak çalışan Fadime Şahin’i bu iş için ayarlıyor. Bugün uyuşturucu taciri olan Kalkancı’yı ünlü bir işadamının kızı olan Emire Ersoy ile evlenmeleri bile tezgah! Kızını alkolik, işsiz bir adama vermeye yanaşmayan baba, kendisi hakkında tutulmuş bazı şantaj dosyalarıyla ikna ediliyor. Toplum sosyolojisinin anası ağlatılıyor! Fadime, sahte Aczmendi Tarikatı’nın Lideri Müslüm Gündüz’le tanıştırılıyor, sonra Fatih’te ‘staja’ tabi tutuluyor. Ünlü işadamının güzel kızının, bir tarikat şeyhi tarafından nasıl kandırılarak tuzağa düşürüldüğü hikayesine kamuoyu bayılıyor, medya manşetlerinde aylarca tartışılıyor. Senaryoyu yazanlar, istedikleri sonucu almakta gecikmiyorlar. Bir yandan Sincan’da tanklar yürütülüyor, diğer yandan da Türk basınının etkin gazete ve televizyonları, ‘irtica’ kampanyaları başlatıyor. Aylardır süren ‘Bırakın’ baskısı, art arda patlayan skandallar sayesinde sonuç veriyor ve hükümet düşüyor. Planda yer alan herkes tezgahda tiyatro oyuncusu! Başta Süleyman Demirel’in iki dünyada da yatacak yeri yok! Bavbek aslında 1995’de emekli olmuş bir polis müdürü. Tuncay Güney, ‘Veli Paşa’nın Cipe ihtiyacı var’ diye 2001’de buna gidiyor. Veli Paşa için Cip arıyorlar. Hakan Erel diye bir şahıs, ‘Raşit Dostum’a daha önce tahsis ettiğim Cipi verelim’ diyor. Olayda adı geçen 132 Süleyman Gürleyen diye bir şahıs, kendisini JİTEMci diye tanıtan Güney’e inanıyor , Bu Cip geri gelmeyince Gürleyen durumu Ümit Bavbek’e bildiriyor. Şikâyetçi oluyorlar, polis Bavbek ve Süleyman Gürleyen, 26 Mayıs 2001’de gözaltına alıyor, sevkedildikleri DGM’de haklarında işlem yapılıyor. Ayrıca Emniyet Teftiş Kurulu, bu durumu araştırınca Tuncay Güney içeri alınıyor, bülbül gibi öterek Ergenekon’u anlatıyor. İşte hiç hesapta olmayan bir sosyolojik gerçek daha! Sinek kadar değer vermedikleri kuryeleri onları satıyor! Toplumu çok zorladıkları için ekonomi, siyaset dünyası ve medya iflas ediyor. 2002’de bu enkazdan AK Parti doğuyor. Abdullah Öcalan, 2004’de İmralı’dan Kandil’e “AK Parti güçlendi. Kemalist güçler buna engel olmalı. Türkiye’ye saldırıları artıralım” mesajı gönderiyor. Celal Talabani ve Mesut Barzani’den aldığı mesajı devletin zirvesine ileten gazeteci İlnur Çevik, Hürriyet’in patronu Ertuğrul Özkök tarafından Turkish Daily News’ün genel yayın yönetmenliğinden alınıyor. Süleyman Demirel ve Necmeddin Erbakan’a danışmanlık yapan İlnur Çevik’in ipini PKK ile Ergenekon ittifakını deşifre edince çekiyorlar. Özkök kime çalışıyor dersiniz? Doğan ve Ciner medyasında şafakın atması boşuna değil. Sıraları geldi. Fitne kazanı kaynatanlar, Kürt sorununun çözümlenmesini baltalamak için beş koldan yine devrede. Öcalan’a en eski Komünizm örneği olan Mazdekizm ile ilgili kitap yazdırılıyor. 40 yıldır Kürtleri oyalayan Komünizm öldü, olmadı Fars sosyalizmi verelim mantığı! Yapma Öcalan, bunu yeni nesil Kürtler yemez! MOSSAD, İranlılarla ortak hareket ederek Kürt Hizbullah’ını bölgede yeniden canlandırıyor. İsrail’de kurulmuş “Yahudi Aleviler” grubu, Hacı Bektaş’a seferler düzenleyerek Alevileri ve Kürt Alevileri kullanmaya çalışıyor. Tunceli, 133 Pazarcık, Hatay, Mersin hattında müthiş bir hareketlilik var. Osmanlı’nın ilk ittihatçılarından Kürdistan İslam Teali Cemiyeti benzeri yapıyla yeniden bir “Kürt İslamı” inşa etme projesi göze çarpıyor. The Cemaat’ın Kürtlerin güvenini kazanması kıskanılıyor ve Kürtlerin genlerinde mevcut gerçek İslami potansiyelin ortaya çıkartılmasının önü çakma İslami yapılarla kesilmeye çalışılıyor. Kürt Hizbullah’ı ile Sünni Kürtleri birbirine düşürüp PKK’nın İslami zemine arabulucu olarak kaydırılması planlanıyor. Geçmişte MİT eski başkanı Teoman Koman tarafından kurdurulan Hizbullah ile PKK’nın savaştırılması nasıl tezgâhsa, bu tiyatroda elbette çakma ve toplumun sosyolojisine yeni gulyabaniler, kâbuslar eklemeye yönelik! Kısacası kimse Kürt sorununu çözmek istemiyor, Kürtlerin haklarını savunduğunu iddia ederek dağda gezenler kimin kucağına otursa onun borusunu çalıyor (23). İkinci yazdığım ‘Toplumun sosyolojisini bozanlar hesap vermeli!’ başlıklı makalem daha fazla ses getirdi. Köşe yazarı olduğum Çorum Manşet gazetesinde ve Alperen Ocakları’nın Temmuz 2012’de yayınladığı Terör özel sayısında müstear ismim olan Ali Alperen mahlasımla yerini aldı. Türkiye’de etnik savaşı körükleyen ne MOSSAD, CIA, BND gibi yabancı istihbarat örgütleri, nede MİT ve Genelkurmay Başkanlığı, sosyolojik gerçeklerle savaşamaz. 1826’da Sultan 2. Mahmud’un Fransız annesi ve eşinin etkisinde kalarak, Osmanlı’da merkezi sisteme geçmesi, Balkan ve Ortadoğu milletleri başta olmak üzere Kürtlerin eyalet özerkliğinin kaldırılması, Fransa’dan kopyalanan aşırı Türk 23 Arslan, Faruk. Toplumun sosyolojisini bozanlar hesap vermeli! Çorum Manşet gazetesi. 22 Mayıs 2012. İnternet ulaşımı 134 milliyetçiliği virüsünün dolaşıma sokulması, eğitimsizlik, ayrımcılık, ırkçılık, fakirlik ve devlete yaslanarak yaşama kültürü asalaklık, tembellik ve kimlik bunalımı Kürt sorununun ana nedenleridir. İki yüzyıla yakın süredir devam eden kin, nefret, ayrımcılık politikalarının oluşturduğu psikolojik travma, sanıldığından daha koyu ve derindir. Batı’yı modernleştirip, endüstirileştirirken, Doğu’da Kürtlerin yaşadığı bölgeleri devletleştirme politikaları, sivil toplumu yok etmiştir, halkı çifte terör kucağına itmiş ve askerlerin hoyratça davranmasına yol açmıştır. Bölgeler arası eğitim, kültür ve ekonomik farklılıklara, 1925 Şeyh Said isyanından sonra Kürt kimliğini toptan yok sayma yanlış politikası eklendi. 1960 ve 1970′lerde dünyayı kasıp kavuran Sosyalizmin ayrılıkçı akımlara ilham olduğu dönemde PKK ve benzeri illegal örgütlerin Kürtler arasında ortaya çıkması çok normaldi. 1990′da Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile Markizm ve Sosyalizm’de mevta oldu, ideoloji ve argümanlarını kullanan ayrılıkçı sosyal hareketler bir bir evrim geçirdi, değişen dünyaya ayak uydurdular, halen dünyada PKK dışında pek az Markizm’de inat eden örgüt kaldı. PKK lideri Mazdekizm ile İran felsefesi ithal etmeye kalksa da İslam dini ile çatıştığı için Kürtlerin çoğunluğundan veto yedi. Çakma ideolojilerden çok çeken, halen medet uman bazı Kürtler, ne zaman gerçeklerle yüzleşecek diye merakla bekliyorum. Yeniden sivil toplum kurulmadan, bölgede etnik ayrımcılıktan beslenen, kinden, nefretten medet umanların topluma baskısı, korkutma, sindirme politikaları, antidemokratik tutumu, aşırıya kaçan kimlik mücadelesi, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik çarpıklıklar bitmez, tükenmez. Sorun aslında PKK’dan ziyade devletçi Ankara bürokrasisidir; merkezi idarenin yol açtığı yıkımlar, devletleştirmenin getirdiği arızalar 135 büyüktür. Kürt toplumunun sosyolojisi bilinmeden PKK ile silah bıraktırma görüşmeleri yapmak, genel af ilan etmek veya sorunu rölantiye almak abesle iştigaldir. Hiç bir istihbarat örgütü ve devlet, yıkılmış gönülleri, harap edilmiş ekonomiyi, yasaklanmış dil ve kültürü dikkate almadan kimlik boşluğunu dolduramaz, Kürt sorununu kalıcı biçimde çözemez. Peki nasıl çözülür sorun? Elbette öncelikle bölge halkının refah seviyesini yükseltecek adımlar atılmalıdır. Suriye, Irak ve İran ile Türkiye arasında sınırlar kaldırılmalıdır, Osmanlı döneminde olduğu gibi bölge halkı özgürce ticaret yapabilmeli, Diyarbakır’da, Hakkari’de Van’da ürettiği koyunu Bağdat’da Şam’da satabilmelidir. Pasaport kullanmadan, vizeye ihtiyaç duymadan, terör endişesi, eşkıyalara haraç verme belası, askerlerin yol kesip kimlik sorma derdi olmadan ticaret yapmalı ve bol para kazanmalıdır. Buna liberal ekonomi veya kontrol edilmeyen, edilmemesi gereken serbest piyasa ekonomisi diyoruz. Liberal ekonomi olmadan liberal demokrasi oluşmaz, demokratik bilinç gelişmez, bireyler özgürleşmez, düşünceler baskı altında kalır, paralar ise yastık altında. Dağa çıkarak özgürleşeceğini sanan geçmişteki şiddete dayalı çeteler, insani yönü ağır basan, hukuk çerçevesine giren özgürlükcü devrimcilerin akıllı çocukları tarafından devrim şartları ortadan kalkınca hep yenmiş, yutulmuştur. PKK ve Türkiye devleti ve askerinin bölge halkına yaptığı birbirinin kopyası benzer zulümlerdir, aynı kibirde baskı rejimidir. Bölgede bugün Kürdistan kurulsa ve PKK yöneticileri ülkenin bakanları, PKK üyeleride polisi ve askeri olsa bile, Türkiye polisi, askeri ve bürokrasisinden daha fazla halkı ezecek, sömürecek, zulmedecektir. Bu sosyolojik gerçeği PKK’ya destek veren vermeyen tüm Kürtler ve Türkler biliyor. 136 Tek sosyolojik gerçek, halkın nasıl mutlu olacağıdır. Evvela bölgede asker sayısı minimuma indirilmeli, PKK silah bırakıp yuvaya ön şartsız dönmeli, askeriyenin devletleştirdiği emlaklar kamu yararına açık okul, hastane, üniversite, kültür ve dil merkezi, park şeklinde halka geri döndürülmelidir. İki tarafta birbirine hiç güvenmiyor iken bu nasıl olacak? Askerin yerini alacak aha dindar, halkın dilinden, kültüründen, örf ve geleneklerinden anlayan sivil polisin güvenliği sağlaması ve hukukun herkes için uygulanabilir hale getirilmesi gerekir. İki kardeş halk birbirine güvenmelidir. Eşitlik, adalet ve özgürlük olursa PKK dağdan iner ve halka karışır. Eğer inmiyorsa amacı demek ki Kürt halkının refahı, haklarını savunmak değildir. PKK’nın kurdurulan ve etnik milliyetçilik yapan Kürt partilerini ve politikalarını toptan kontrol ve yönetme siyaseti hormonludur ve liberal demokrasi değerleriyle bağdaşmaz. Neticede PKK, Kürt toplumunun tamamını temsil kabiliyetinden yoksundur, AK Parti bölgede oyların yarısını alıyor. Avrupa’da PKK taraftarlarının siyasi destek bulması Türkiye’de onlara Kürtlerin tamamı adına pazarlık hakkı vermiyor. Kürtlerin sessiz çoğunluğu konuşmaya başladığında kuşkusuz PKK marjinal kalacaktır, belki yok olmayacaklardır, zaten yok olmalarına da gerek yoktur. Demokrasilerde radikal görüşler her zaman faydalı olur. PKK’nın varlığı Kürtlerin hafızasında neyin doğru yapılması konusunda ortak aklı bulmaya yardımcı olabilir. Hatta bölgede gerçek demokratik, barışçıl ve huzurlu zemin keşke olsa da, Hizbullah’tan MHP’ye kadar her kesim gelip kendi karakter ve mizaçlarına uygun insanlara özgürce hitap edebilseler. Devletin çakma kurdurduğu yapılanmaların temizlendiği bu günlerde, bölgede şiddete başvurmadan insan gibi görüşlerini ifade eden, bağımsız, gururlu, mert her bireye ihtiyaç vardır. Eğer ‘the Cemaat”a 137 bile bölgede yaşam hakkı tanımayanlar korkuluk gibi dolaşabiliyorsa, samimiyetle devletten kuruş yardım alınmadan yapılan onca eğitim ve sosyal yardım hizmetleri görmezden gelinebiliyorsa, ne yurt dışında zenginleşen Kürt vatandaşlarımız, ne Batı’da Kürt eliti, nede Türkiye’nin taşın altına elini koyması gereken sivil toplum örgütleri gelir, Kürt kardeşlerine daha fazla hizmet sunar. Elbette iyi ki, iman, irade, vicdan ve adaleti eden temsil eden, insani ilişkilere önem veren ‘The Cemaat’ var da, bölgedeki varlığı herkese ilham oluyor ve iyilik peşinde olan samimi gönüllere su serpiyor. ‘The Cemaat’ı bitirme politikası izleyen küçük güruhun eğer ıslah olmaları mümkün değilse, zaten yakın gelecekte Allah’ın gazabına uğramaları kaçınılmazdır, ilahi adaletin gereğidir. Islah olmayacaklara beddua etmek caizdir. Avrupa’da PKK’nın liderlerinden Zübeyir Aydar gibi dedesi tarikat şeyhi olan akil yöneticilerin, kendi tabanlarında erkeklerin çoğunun muhafazakar eğilimli, bayanların ise neredeyse yüzde 80′inin geleneksel veya modern başörtüsü takan, İslam dinine sonsuz saygılı, Peygamberine hürmetli insanlardan oluştuğunu görmemesi mümkün değildir. Dinin sosyolojisi açıktır, hiç bir birey aşirı milliyetçi dürtülerini hormonlu biçimde sonsuza kadar devam ettirerek mutlu olamayacağını ve iç barışa ulaşamayacağını bilir, iki dünyada saadet arayan bireylerin Allah’ın rızasını kazanma zorunluluğu önplana çıkar, şiddet ve nefret kaybeder. AK Parti’nin attığı adımlar bugüne kadar siyasi şovdu, pratikte uygulamalar hep aksadı. Bakın daha neler yapılmadı? Yerel idarelerin yetkileri artırılarak sağlık, sosyal hizmetler, vergisiz serbest ticaret gibi bazı hususlarda belediyelerin önleri açılmadı. Bu nedenle bölge halkının yüzde 45 ile 50′si halen elektirik paralarını merkezi hükümete ödemiyor veya kaçak elektirik 138 kullanıyor, vergilerini zaten yatırmıyor. Fiilen merkez, bölgeden hiç bir şey kazanmadığı gibi halen elimde tutayım diye bol kazan kepçe verdikçe veriyor. Asalaklaşan bölge insanı devlet verirse sormadan alıyor, vermezse sövüyor, PKK’ya katılıyor. İlk yapılması gereken halen yapılmadı. Said Nursi’nin 1910′da Sultan Reşad’a sunduğu, 1922′de ilk T.B.M.M.’de Mustafa Kemal’e kabul ettirmeye çalıştığı ama başaramadığı Kürtçe eğitim yapan üniversite projesinden tam yüzyıl geçti, halen kurulmadı. Oysa Kürt dili bölge üniversitelerinde okutulmalı, ana okulundan lise sona kadar devlet okulları Kürtçe eğitimi seçmeli, Kürt nüfusun yoğunlukta yaşadığı bazı bölgelerde zorunlu ders yapmalı, özel eğitim kurumları sivil inisiyatif kullanarak bölgede Kürtçe eğitim veren okullar açmalıdır. Bölgede Türkçe farz, Arapça vacip, Kürtçe caiz olmadan, sorunun çözümünde bir milim bile gidilemez. Üniversitelerde Kürtçe master ve doktora bölümleri olmalıdır. Kürtçe Tv ve radyolar kurulmalı, özgür dergi ve gazeteler çıkmalıdır. Nefret dili yerini sevgi diline bırakmalıdır. Kürtçe yayın yapan medya organları, bölücülük değil birlik mesajları vermelidir. Bunlar olursa PKK’nın talep ettiği kültürel özerklik zaten kendi kendine gerçekleşir. Siyasi bağımsızlık peşinde olan Kürt sayısı ülkemizde oldukca azdır. Bölünme korkusu yaşayanlar halen Sevr sendromunu pomplayan küçük, çukur adamlardır. Keşke milli ve bağımsız Kürdistan’ı tek parça kurabilecek iman, kabiliyet ve özgüven olsa, böyle bir durumda Osmanlı döneminde olduğu gibi Türkiye büyüyecek, Kürtler Doğu’nun bahadır islam kahramanları olacaktır. Batı’ya entegre olan Mersin, Gaziantep, Konya, Adana, İzmir, Antalya, İstanbul, Bursa ve Ankara’ya yerleşip zengin olan Kürtler, geldikleri ana baba topraklarına yatırımlar yapmalı ve iş istihdam olanaklarını halkına sunmalıdır. 139 Bölgede hükümetin yeni açıkladığı teşvik paketinin amacı budur. Ancak geçmiş dönemlerde de böyle paketlerin çıktığı, devleti dolandırarak kredi çeken bazı uyanıkların yüzde 10 oranında Ankara bürokrasisine rüşvet verdikten ve sadece yatırım diye dört kuru duvar çektikten sonra yine kapağı büyük kentlere attığı ve kendi halkını sattığı unutulmamalıdır. Denetleme mekanizması iyi kurulmamış her kredi, umutları söndüren bir zehir olur, güveni yıkar. Yurt dışındaki Kürtler, öz ana topraklarına dönüp bilgi, tecrübe ve sermayelerini aşırı milliyetçilik, nefret siyaseti yerine olumlu milliyetçilik ve ekonominin gelişmesi, Kürt halkının refah seviyesinin Batı ile eşitlenmesi yolunda gayret göstermelidir. Miting yapmakla, intihar bombacısı göndermekle, polise askere taş atmakla, okul, hastane, fabrika yakıp yıkmakla, öğretmen, doktor öldürmekle, yurt dışında her fırsatta Türkiye’ye nefret kusmakla, öz vatanlarının düşmanı şeytanların kucağına oturmakla bu bölgede Kürdistan kurulabilir düşüncesi, saflık veya aldatılmışlıktır. Bölge halkı her şeyi devletten bekleme tembelliğinden kurtulmalıdır. Gerçek sivil toplum örgütleri, şiddete bulaşmışlar ve toplumun nefret duyduğu bireyler yerine, daha temiz ve dürüst olan akil, erdemli, imanlı Kürtler tarafından kurulmalıdır. Kürt aydını vicdanının sesini yükseltmeden liberal ekonomi ve liberal demokrasi asla işlemez. Halkı zenginleşen, çocuklarını okutan, kendi dil ve kültürlerini özgürce yaşayan bir toplum dağa çıkıpta terör estirmez, kimseyi öldürmez, öldürtmez. Katil olmak kolay değildir, normal, mutlu, huzurlu, barış dolu bir hayat yaşamak isteyen bölge halkı, gerçek insanlığa ulaşmış samimi Müslümanlar Türklerle geçmişte olduğu gibi bugünde kolayca anlaşır, iki asırdır bir umut ışığı bekliyorlar. Hatta dindar olmayan Kürtler bile geçmişte hep başındaki idarecinin Allah korkusu olan dindar 140 insanlardan seçilmesinş veya atanması tercih etmiştir. Çünkü Doğu’nun kalbi dindir, İslam milleti kardeşliği olmadan menfi milliyetçilik Türkler ve Kürtler arasında sürüp gider. Dış mihraklarda Türk ve Kürtlerin aşırı milliyetçilik zafiyetini kullanır ve iki gadim dost ve kardeş halkı birbirine kırdırır. Doğu insanı merttir, asildir, misafirseverdir, yüreği geniştir, yumuşaktır. Mezopotamya, asırlarca yüksek medeniyetlere beşiklik etmiştir. Bu müthiş cevheri ortaya çıkarmak için zemin oluşturulmalı, öncelikle devletçilik politikalarına Ankara son vermelidir. Bölgenin emlakını, toprağını devletleştiren kurumlar artık emaneti Kürt halkına geri vermelidir. Hakkını gasp edilmiş gören Kürt halkı, hakkını devletten almadan Kürt sorunu bitmez, Türkiye büyük devlet olmaz, olamaz. Kürt sorununu adil biçimde aydın Türkler ve Kürtler el ele verip konuşmalı, tartışmalı, sanat dilinden tiyatroya kadar barış dilini konuşturan çözüm formülleri devreye sokulmalıdır. Kürt vatandaşlarına 2. sınıf vatandaş muamelesi yapan, insan yerşne koymayan Türkiye’yi hiç bir İslam ülkesi dinlemez, bölgesel yıldız veya dünya politikalarında söz sahibi lider olamaz. İslam’ın Sufi kültürüne hakim ve haiz Türkler, Kürtlerle ortak kardeşlik dili olan Müslüman kardeşliğini, İslam milliyeti çatısı altında bulmuş, kim kimden üstün tartışmasını fitne ve şeytan işi saymıştır. Ortadoğu’da Kürtler demiyor mu, ‘bizi dört ülkeye bölmüşler, 35 milyonluk nüfusumuz baskı altında’ diye. Haydi, o zaman sınırları kaldıralım, ticareti artıralım, bakalım toplumun doğal süreçte sosyolojik eğilimi nereye doğru akacak! Etnik nefreti, şiddeti salık verenlere doğru yönelim olmayacağına bahse girerim, baskı unsurları olmayan demokratik bir ortamda ekonomi, yani refah hedefi her zaman için tercih edilecek değişmez insan fıtratı ve tek gelişim ideolojisidir. Alman düşünür Nietzsche’nin 141 ifadesiyle tüm ideolojiler çöplüktür, ama unutulmamalı ki İslam asla bir ideoloji veya stratejik bir siyasi doktrin değildir. Bölgenin kalbi asırlardır inançla atar, Müslümanlık Kürtlerin kimliğinin ayrılmaz parçası, karakteri, öz ruhu olmuş ve gerçek Müslümanlığın yaşandığı dönemde Kürtlere izzet, şeref, zenginlik, onur, barış, adalet, özgürlük ve eşitlik getirmiştir (24). 24 Arslan, Faruk Toplumun sosyolojisini bozanlar hesap vermeli! Farukarslan.com. 02.05.2012. Alperen, Ali. Alperen Dergisi. Terör Özel Sayı. 01.07.2012. 142 Dördüncü Bölüm PKK’lı Çocuk Askerler 2 Mayıs 2012’ın ertesi günü PKK’nın önde gelen sosyolog ve akil adamlarından Hadi Eliş ile buluşacaktım. Yazdığım üç makale dikkatlerini çekmişti. Önce kabul etmek istemedim. 1988’den beri Kanada’da da yaşayan PKK’nın kurucu isimlerinden Hadi bey, Kuzey Amerika Kürt Araştırmalar Merkezi’nde Amerikalı ve Kanadalı akademisyen ve istihbarat elemanlarıyla toplantılar yapan ve Kanada’daki PKK toplumunun önde gelen önemli bir ismiydi. ‘Milyonlarca sayfa belge var elimizde var, istersen senle paylaşabiliriz diye yem atmıştı’. Dayanamadım ama şunu özellikle altını çizerek vurguladım: Ben sizle cemaat elemanı olarak görüşmüyorum. Biliyorsun, sizinkiler Zaman gazetesi yazarı ve eski müdürü Hüseyin Gülerce ile görüştü, başına gelmedik kalmadı. Ben bağımsız ve yalnız bir bireyim, gazeteci, yazar ve sosyologum, bu görüşmeyi PKK ile cemaat buluşması olarak algılamayın. Hadi bey, ‘merak etme, bende senle PKK’lı olarak değil sosyolog olarak görüşeceğim. Bu görüşmemizi bizimkiler duymasın ve medyaya yansımasın’ deyince rahatladım. Durumu Emre Uslu’ya tekrar telefonla arayarak aktardım. ‘Dikkatli ol, bunu kullanmak isteyebilirler’ dedi. Bir yandan da ne gibi belge ve bilgiler verecekler diye merak etti. Gitmem vacip hale geldi. Emre Uslu, telefonu kapatmadan bana önemli bir bilgi daha verdi.’Yarın PKK’nın Çocuk Askerleri’ başlıklı bir makalem Taraf gazetesinde yayınlanacak, bu yazıdan 143 sonra PKK’nın resmi sitesi çocuk askerlerin hikâyelerini oradan temizleyecektir. Ben yerinde olsam siteye girer hikâyeler silinmeden hepsini kaydederdim’. Sabaha kadar uyumadım, yüze yakın çocuk asker dramını bilgisayarıma fotoğraflarıyla indirdim. Biri beni çok etkiledi. Beritan henüz 16 yaşlarında eline silah verilmiş, PKK'ya katılmış bir Kürt kızıydı. 12 yaşında evlerinden kopartılan siyasi ve silah eğitiminden geçirilen pek çok çocuk, kendi iradelerinin dışında, oyuncakla oynayacak yaşta iken 'Child Soldier' oluyordu. Uluslararası Çocukları Koruma Anlaşmasına göre bu bir insanlık suçuydu. Birleşmiş Milletlere üye 194 ülkenin onayladığı bu anlaşma, PKK'nın pek umurunda değildi. Eminim, dava açılırsa Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi, PKK gibi düşünmeyecekti. Telefonda, ‘Abdullah Öcalan ve eli kanlı yönetici lider kadrosu serbest kalsa bile milletvekili olamazlar, Avrupa’da hapse tıktırırız ‘diyen Emre Uslu’nun makalesi bam teline şöyle dokunuyordu: Geçen aylardan Bingöl’de sağ yakalanan ve askerin parkasını verdiği PKK’lı henüz 16 yaşında bir çocuktu. Nedende kimse bu çocuğun PKK’daki durumunu sorgulamadı. Türkiye’de çocuk işçiler, çocuk evlilikleri büyük gürültüyle gündeme getirilir. Ama PKK’nın istihdam ettiği çocuk savaşçılar konusunun kapağını bile açmıyor. Örneğin İnsan Hakları Dernekleri PKK’daki çocuk gerillalar konusunda bir raporu bırakın bir kelime bile açıklama yapmamıştır. Batılı gazeteciler Kandil’deki çocuk savaşçılara mutlaka kamera tutar. Bizim gazeteciler Kandil’e gider, PKK içindeki çocuk askerleri de görürler, ama bunun insanlığa karşı işlenen bir suç olduğunu belirtip PKK liderlerine karşı iki kelimelik bir eleştiri yazmazlar. Bu yüzden çocuk savaşçılar konusunda şimdiye kadar Türk medyası iki kelimelik haber yapmamıştır. Oysa kuruluşundan beri 144 PKK’daki çocuk savaşçıların oranı hayli yüksekti. Çocuk savaşçılar meselesi uluslararası literatürde insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde sayılıyor. En son geçen haftalarda eski Liberya Devlet Başkanı Charles Taylor uluslararası mahkeme tarafından savaş suçlusu ve insanlığa karşı suç işlemekten suçlu bulundu. Sierra Leone iç savaşında Taylor özellikle çocuk savaşçıları iç savaşta kullandığından dolayı savaş suçlusu ve insanlığa karşı suç işlemekten suçlu bulundu. Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarını Koruma Konvansiyonu ve Opsiyonel Protokolü’nde yer alan düzenlemelere göre çocuk savaşçılar kullanmak temel insan hakkı ihlali olarak tanımlanıyor. Bu bağlamda çocuk savaşçıların herhangi bir silahlı guruba katılmasını sağlamak insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde değerlendiriliyor. Zaten mahkemenin Charles Taylor’a verdiği ceza bu yasanın hukuksal uygulamasına örnek teşkil ediyor. Konuyu PKK açısından değerlendirdiğimizde durum çok net. Tıpkı Charles Taylor gibi başta Abdullah Öcalan olmak üzere tüm PKK liderleri çocuk savaşçı kullanmak ve onları PKK’ya kazandırmaktan insanlığa karşı suç işliyorlar. Üstelik bu suçlarını öylesine bir şekilde itiraf ediyorlar ki devlet belgelerine bile başvurmaya gerek yok. Bizzat PKK’nın sitesinde yer alan şehitler albümünde yer alıyor bu bilgiler. Charles Taylor davası, PKK liderleri açısından süreci öylesine kritik kılıyor ki artık medeni dünyada hareket etme olanakları neredeyse yok. Diyelim ki MİT’in önerdiği protokolleri taraflar kabul etti, PKK liderleri Norveç gibi bir Batı ülkesine gitti. Diyelim ki Abdullah Öcalan da hapisten çıkıp Meclis’e geldi. Çocuk savaşçı kullanmak uluslararası hukukta savaş suçu ve insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak kabul edildiğinden herhangi 145 bir kurum veya kişi eğer PKK liderlerini insanlığa karşı suç işlemekten dolayı şikâyet eder ve uluslararası hukuk mekanizmasını çalıştırırsa PKK liderleri de tıpkı Charles Taylor gibi yargılanır. Bu suçlar insanlığa karşı işlenmiş suçlar kategorisinden olduğundan milletvekili dokunulmazlığı dahi kazansalar uluslararası mahkeme önüne çıkmaktan kendilerini kurtaramazlar. Bizzat PKK’nın yayınladığı bilgilere göre PKK’ya çocuk yaşta katılanların oranı yüzde 35. Yani bir bakıma PKK çocuk savaşçıların omuzlarında sürdürüyor bu savaşı. Bu konu uluslar arası çocuk hakları örgütlerinin gündeminde. Örneğin AFP’nın Kandil’de çektiği ve 15 yaşındaki PKK’lı militanların yer aldığı görüntüler bu örgütlerin sitelerinden duyuruluyor ve uluslararası kamuoyunun dikkati bu konuya çekilmeye çalışılıyor.PKK kaynaklarına baktığımızda 12 yaşında PKK’ya katılmış kız çocukları bile var. Örneğin H.İ. bunlardan biri. PKK’nın kendi sitesinde yer alan bilgilere göre H.İ. 1984 yılında doğmuş ve 1996 yılında PKK’ya katılmış. Bunun gibi 12 ve 13 yaşında PKK’ya katılmış, eline silah tutuşturulup insan öldürmeye gönderilmiş yüzlerce çocuk var. Bunları da bizzat PKK sitesi yayınlıyor. İşte bu uluslararası hukuka göre insanlığa karşı işlenmiş bir suç. 12 ve 13 yaşında çocukların gönüllü olarak PKK’ya veya başka bir silahlı gruba katılmaları hukuken kabul edilebilir bir durum değil. Bu nedenle de her ne kadar silahlı guruplar bu çocukların gönüllü olarak PKK’ya katıldığını iddia etse de uluslararası mahkeme bunu çocukları alıkoyma ve köleleştirme olarak görüyor. Charles Taylor ayrıca bu suçlardan da ceza aldı. Peki, PKK ile her platformda mücadele eden devlet PKK’nın bu çocuk savaşçılarını uluslararası hukukun dikkatine sunup, PKK liderlerinin insanlığa karşı suç işlediklerini belirtip yargılanmalarını neden istemiyor? 146 Çünkü devlet Güneydoğu’da olan çatışmanın uluslararası hukukta bir iç savaş olarak tanımlanmasını istemiyor. Bunun bir terör sorunu olduğunu savunuyor. Eğer iç savaş olarak tanımlanırsa uluslararası camianın müdahale etme hakkının olduğundan devlet PKK’daki çocuk savaşçılar sorununu uluslararası hukuka taşımıyor kendi hukuk sistemi içinde de yargılanmasını istemiyor. Çocuk istismarına çok duyarlı numaraları yapan medya da bu nedenle suskun ve konuyu gündeme getirmiyor. Bu durum PKK liderlerini sorumluluktan kurtarmıyor. Nitekim Charles Taylor devlet başkanı olmasına rağmen şimdi yargılanıyor. Yarın bu kirli savaş biterse PKK liderlerinin insanlığa karşı suç işlemekten yargılanması halen masada duracak. Bu savaş biraz da bu nedenle kirli. Hem PKK hem de devlet bu savaşta çocukların kirli bir şekilde kullanıldığını biliyor. İkisinin de işine geldiğinden kimse bu insanlığa karşı suça sesini çıkarmıyor (25). Yapılan araştırmalara göre terör örgütünde kadınların oranı yüzde 25. Bunların bir kısmını Uluslararası Çocuk Hakları Sözleşmesi'ne aykırı olmasına rağmen kız çocukları oluşturuyor. Terör örgütü, kadınları, silahlı eylemci, istihbaratçı olarak görevlendiriyor. İllegal çalışmanın en elverişli elemanları olan kadınlar, şehirlerdeki çalışmalar çoğunlukla onların elleriyle yürütülüyor. İntihar eylemlerinde de görevlendirilen kadınlar, terörist başı Abdullah Öcalan yakalanmadan önce koruma örgütünün en aktif ve en güvenilir elemanları oldu. Çatışma alanı dışındaki yerlerde hizmet işlerinde çalıştırılan kadınlar, yönetici takımla ilişkiyi reddettikleri, muhalefet ettikleri ya da muhalif gibi davrandıkları belirlendiği zaman 'ajan' olarak nitelendirilip tutuklanıyor, 25 Uslu, Emre. PKK’nın Çocuk Askerleri. Taraf, 2.05.2012. 147 işkenceye tabi tutuluyorlar. Ajan diye şüphelenenlerin tutuklanması halinde ise daha çok bilensinler, duygusallıktan uzaklaşsınlar diye işkenceci olarak görevlendiriliyorlar. Terör örgütündeki kadınlar sorununu Cihan Haber Ajansı'na (Cihan) değerlendiren Kürt siyasetçi ve yazar İbrahim Güçlü, PKK'daki kadın sayısının yüzde 35 olduğunu söyledi. Kürt toplumunda kadınların en fazla ezilen toplumun en büyük kesimi olduğuna dikkat çeken Güçlü, PKK'nın bu sistemi değiştirmek, kadını özgürleştirmek adına yeni bir bağımlılık sistemini oluşturduğunu vurguladı. "Kadını güya kocasına karşı, sıradan erkeğe karşı özgürleştirirken, kadınları PKK'ya bağımlı hale getiriyor. PKK, özel bir kişilik olmadığı için, PKK adına da lidere ve liderlere bağlılık geliştiriyor." diyen Güçlü, kadınların en fazla Öcalan'a bağlı olduğunu belirtti. PKK kadınlarıyla şeyh-mürit arasındaki ilişkiden daha sıkı, daha fanatik bir bağımlılık ilişkisi bulunduğunu anlatan Güçlü, "PKK, Öcalan'ın, 'öl dediği zaman ölecek' 'intihar et dediği zaman intihar edecek', 'hepiniz benim kadınım olacaksınız dediği zaman onun kadını olacak', 'şu ya da bu yere saldırın dediği zaman saldıracak' tehlikeli, saldırgan, patalojik, duygulardan arınmış bir kadın kategorisi yaratmıştır ve bu sahiplikle kadınları hoyratça bir yapı içinde hareket ettirmektedirler." dedi. Asıl şeflerin hükmü altında, üst ve alt düzeylerde yetkilendirildiğini dile getiren Güçlü, konuya ilişkin yazılanlarda kadın mahpuslara yapılan işkencelerin 5 Nolu Diyarbakır Askeri Cezaevinde yapılanlardan daha şiddetli ve kötü olduğunun ifade edildiğini aktardı. PKK'nın 5 Nolu Diyarbakır Askeri Hapishanesi'nde uygulanmayan işkence türlerini de uyguladığına dikkat çeken Güçlü, PKK'nın şiddetle aileye karşı olduğunu vurguladı. Öcalan'ın ailesiz, aileden koparılan, kimsesiz, 148 erkek ve kız çocuklarının terörist olmasını heyecanla istediğini anlatan Güçlü, şöyle devam etti: "Bunların, kendisine ve PKK'ya karşı muhalefet etmelerinin olanaksız olacağını, ya da muhalefet etmelerinin çok zayıf bir ihtimal içinde olacağını, onların rahatlıkla her eylemde kullanılabileceğini, özellikle de muhaliflerin ve halkın infazı eylemlerinde sorunsuz olacaklarını doğal olarak sosyo-psikolojik ve toplumsal anlamda saptıyorlar. Öcalan açıkça yeniçeri niteliğinde bir savaşçı ordunun yaratılmasını amaçlıyor, bunun için çabalıyor. Bu nedenle, kadın ve erkek gerillaların kendi ailelerinden uzaklaşmaları, aile kurumuna düşman olması için özel telkinler ve eğitimler yapıyorlar." diye konuştu. Güçlü, şunları söyledi: "Aile düşmanlığı, geleneksel bir toplum olan Kürt toplumunda kadınların erkeklere karşı konumlanması, erkekleri horlamaları, dışlamaları, gelenek dışı davranmalarıyla becerilmeye çalışılıyor. PKK'ya katılmadan önce evli olanların birbirinden kopması, birbirinden uzaklaşması telkin ediliyor. Bunun pratikçe gerçekleşmesi sağlanmadığı zaman, evli kadın ve erkeğin birbirini görmemesi, aile olarak ilişkilerini geliştirmemesi ve devam etmemesi için birbirinden uzak ve bilinmez yerlerde görevlendiriliyorlar. Aynı işlem ve uygulama, gerillalara katıldığında birbirini seven, sözlü, nişanlılar için de geçerli. PKK'ya katılmadan önce, bir birine âşık olup da PKK'ya katılan kadın ve erkek gerillaların aşklarına son vermeleri için direktif veriliyor. Direktifin sökmeyeceği de düşünüldüğü için de, birbirine aşık ve evlenmek isteyen çiftler birbirin görmeyecek yerlerde görevlendiriliyorlar. Ayrıca PKK'ya yeni katılan kadın ve erkek gerillaların evlenmeleri, âşık olmaları yasaktır. Âşık olan ve evlenmek isteyen kadın ve erkek gerillalar, şiddetle cezalandırılıyorlar. Buna karşılık, Öcalan başta olmak üzere PKK yöneticilerin kadın gerillalarıyla 149 ilişkilerinde pervasız oldukları, PKK'dan kaçan yöneticilerin, kadın ve erkek gerillaların yazdıklarında rahatlıkla saptanmaktadır." PKK'nın 18 yaşından küçük erkek ve kız çocukları dağa çıkarmasının yeni bir sorun olmadığını belirten Güçlü, örgütün temel ideolojik, kültürel, toplumsal yaklaşımlarından biri olduğunu ifade etti. "Kız çocukları, toplumdaki ve aile içindeki baskıdan bunaldığı için, kız çocuklarının dağa çıkarılması daha kolay olabiliyor." diyen Güçlü, erkek ve kız çocuklarının dağa çıkarılmasının belli vaatlerle aldatılmalar, Kürdistan'ın özgürlüğü ve bağımsızlığı konusunda beyin yıkaması, zor ve kaçırma metoduyla gerçekleştiğini vurguladı. 'PKK'nın çocuk savaşçıları' sorununun hayati bir konu olduğunu belirten Güçlü, Türkiye genel kamuoyunun, siyaset sınıfı ve aydınlarının bu konuda duyarsız ve sağır konumda olduklarına dikkat çekti. "Yapısal nedenleri ve kuruluş felsefesi gereği PKK savaşmadan var olamaz. Savaş ve çatışmanın son bulması PKK'nın hayatının son bulması ve sönmesi demektir." diyen Güçlü, "Bulunduğumuz aşamada, PKK ile ilgili gerçeklerin deşifre olmaya başlaması, silahlı mücadeleye inancın azalması, demokratik ve sivil yoldan sorunların çözümlenmesinin egemen düşünce olmaya başlaması nedeniyle PKK'nın, toplumsal ve siyasal olarak zorlandığından, PKK yeniden savaşçılılarını 18 yaşındaki çocuklardan seçmektedir. Benim tespit ve gözlemlerime göre, PKK'nın son günlerde de 18 yaşından küçük çocukları, belirttiğim eski metot ve yaklaşımıyla yeniden dağa çıkarılmalarda bir artış olduğu görülmektedir." şeklinde konuştu. PKK'nın kuruluş felsefesinin, tahayyül ettiği otoriter ve faşizan toplum projesinin; tek ideoloji, tek lider, tek lider sisteminin yapılandırılmasının; toplumsal değerlerden uzak, biat eden, baş eğen, itiraz 150 etmeyen insan tipi oluşturması paradigmasının bir sonucu olduğunu dile getiren Güçlü, "Öcalan'ın parti yöneticilerine gönderdiği bir talimatında dile getirdiği görüşler, çocuk savaşçıların konumlarına daha bir açıklama getiriyor. Öcalan, eğitim düzeyleri, yaşları itibarıyla PKK'ya uygun insanlarla ilgili diyor ki: Üniversite öğrencileri, eğitimli oldukları için, soru soran ve kendi akıllarına uygun olmayanlara itiraz eden insanlardır. Bunları şekillendirmek ve PKK'ya uygun militan, savaşçı haline getirmek olanaklı olmuyor. Öcalan, liseli gençlerle ilgili de aynı sakıncalı ve tehlikeli durumdan bahsediyor. PKK'ya en uygun insanların, eğitimsiz olan her yaş grubundaki insanlar, eğitimliler arasında da ilköğretimin ilk 5 ya da 8 yılını bitirenler. Bu nedenle de, iç infazlara kurban olanlar, kitlesel olarak üniversiteli gençler ve eğitimli diğer yaş grubundaki kesimler olmuştur." ifadelerini kullandı (26). 26 Cihan Haber Ajansı. PKK'nın sinsi planı ortaya çıktı. 19.11.2012. 151 Beşinci Bölüm Zerdüştlük Özentisi Hadi Eliş ile görüşmemiz çok ilginç geçti. ‘Senin yazdıklarınla bizim düşüncelerimiz arasında bir çizgi kadar bile fark bulunmuyor, ama Öcalan’a terör elebaşsısı demen kanımıza dokunuyor, bizde Gülen’e benzer ifade kullansak nasıl tepki verirsin, lütfen Kürt özgürlük hareketinin önderine karşı saygılı olun, sayın deyiniz’ dedi. PKK’nın düzenlediği Kürt festivallerine katıldığımı, PKK’nın yayın organı Sinews’u çıkartan Metin beye Diyarbakır cezaevinde yapılan işkence ve aşağılamaları öğrenince vicdanımın kanadığını söyledim. Kürt festivallerinde gördüğüm Kürt kadınlarının Anadolu kadınları gibi başörtülü ve dindar olmasına rağmen Marksist, dine mesafeli, dağdaki militanların namaz kılmasına ve oruç tutmasına izin vermeyen, Allah’ı inkar eden, namus anlayışı gibi, töre ve kültürel değerlere saygısız PKK’nın Kürtler arasında nasıl taban bulduğunu çözemediğimi ilettim. Hadi bey, ‘Biz İslam’a karşı değiliz, Müslüman Kürtleri de dışlamıyoruz. Ancak PKK lideri Abdullah Öcalan, Mazdekizm ve Zerdüştlük dininin Kürtlerin asıl dini olduğuna dair kitap yazdı. Öcalan ne diyorsa odur. Farsların eski dini olan Zerdüştlük ve peygamberi Zerdüşt aslında Kürt kökenlidir. Kürtleri eski dinlerine kavuşturmanın neresi yanlış’ deyiverdi. Hiç renk vermedim. Zerdüştlük konusunu araştırmam farz olmuştu. ‘Zerdüşt böyle buyurmuştu Kürtler!’ başlıklı makalemi PKK’nın dünya çapında eylemler yaptığı 15 Ağustos 2012 tarihine denk getirdim. PKK’nın, 152 Zerdüştlüğü/ Mecusîliği ‘Kürtlerin dini’ olarak ilân etmesini önceleri bir şaka olarak algılamış, ciddiye almamıştım. İmralı ve Kandil’e yakın sağlam başka bir Kürt kaynağından edindiğim bilgi değişik istihbaratlarla teyit edilip birleşince şok oldum. Kürt kimlik kalkışmasının manevi önderi sayılan Abdullah Öcalan’a 2012 yılında gerçektende Mazdekizm ile ilgili din, felsefe kitabı yazdırılmış veya pek inanmıyorum ya kendisi isteyerek yazmıştı. Bu eserde Öcalan, 4. Zerdüştlüğe soyunduruluyor, yani bir nevi peygamberliğini ilân etmekle kalmıyor, Mecusîlerin tanrı kabul ettiği ‘Ahura Mazda’ rolünü de benimsemiş gözüküyordu. İslam dini kardeşliği ile Kürtlerin Türklerle birlikte bin seneyi aşkın süredir sürdürdükleri ortak dava, ortak vatan, ortak ülkü zeminine dinamit koyanlar Zerdüştlerin kötülükler kralı, şeytanı olan ‘Ehriman’ olmalıydı! Neden Zerdüşt? M.S. 644 de İslam orduları İran’ı feth edince, Zerdüşt dininden olanları “Ehli Kitap” gibi kabul etmişlerdi. Kuran’da yer alan (40:78) “Senden önce de peygamberler yolladık; bunlardan bazılarını sana duyurduk, bazılarındansa bahsetmedik”sözlerinde “bahsedilmeyen” peygamberden birinin Zerdüşt olması muhtemeldir. Zerdüşt’e eski Yunanlılar ve Romalılar ilgi duymuşlardı. Nietzsche’nin “Zerdüşt böyle konuştu..” başlıklı eseri, Richard Strauss’un aynı adlı senfonik şiiri, İrlandalı şair Yeats’in Zerdüşt’ten sıkça bahsetmesi, bu meçhul insana ilginin sona ermediğini yansıtır. Zerdüştlerin çoğu İslam’ı kendine çok yakın buldu ve hemen Müslüman oldular. Zira miraca çıkıp tek Tanrı ile görüşen, cennet ve cehennemi tarif eden, sırat köprüsünü anlatan, yetmiş büyük günahdan sakındıran Zerdüşt, Maneizm’in taassup anlayışına, yobazlığına, dini sömürüsüne karşı bir ahlak manzumesi sunmuştur, zamanla Zerdüşt rahiplerin elinde din yozlaşmış, 153 mükemmel din İslam ile bu dine gerek kalmamıştır. İran, Afganistan ve Orta Asya’da Türkler ve Kürtler arasında İslam yayılınca Zerdüştlük silindi; dünyada halen 250 bin Zerdüşt bulunuyor. Ünlü Alman filozofu Friedrich Nietzsche kitabında, Zerdüşt’ten çıkarım yapar ve ‘üstün insan’ felsefesiyle Tanrı’dan iradenin, özgürlüğün alınarak insana verildiğini savunur. Bireysel özgürlüğün esasları belkide Doğu’da üç bin beş yüz sene önce İran’da Zerdüşt ile atılmıştı, ama Batı medeniyeti ona egoizm, bencillik kattı, birey özgürlüğü diye bugün yutturulmaktadır. 483 yılında Mazdek isyanını başlatan Mazdek tek Allah’lı bir din getirdi, ancak daha sonra Zerdüşt rahipleri, ‘kadın ve servet ortak’ olmalı görüşünü savunarak bu dini de kirletti. Namuslarına düşkün Kürtlerin kadınların ortak mal olarak kabul edildiği bir toplumda yaşaması imkânsızdır. Kadın, erkek eşitliği ilkesini dile getiren, sınıfsal ayrımlara karşı olan Zerdüşt, ‘Yeşil’ veya ‘Kırmızı’ Komünizm’inde ilk babasıdır. Ancak Almanları iki dünya savaşında yerin dibine batıran, kana dayalı üstün ırk ırkçılığı ve totalitarizmi din haline getirten teorisyenlerden Nietzsche’den esinlenen Öcalan, Zerdüşt’ü çarpıtıyor ve Kürtleri yanlış etkiliyor. Bu filozofun, ‘Tanrı öldü, yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!’ sözü bir asır insanlığı uçuruma sürükleyen hem Sosyalizmin hem de Nasyonal Sosyalizm’in din düşmanlığını ne güzel anlatıyor. Nietzsche öldü ama Tanrı zaman ve mekândan münezzeh, yaşıyor. KCK ile Türkiye’de despot ve faşist bir paralel Kürt özerk veya bağımsız yapılanma kurmak istediklerini açıkça belli eden Murat Karayılan, Zerdüştlüğü öven ve İslâmiyet’e hakaret eden açıklamalar yaptı. Bölücü ve ayrılıkçı gruplarıyla Kürtler ve Türklerin çimentosu olan 154 İslamiyet’in gücünü kırmak istiyor ve Kürt vatandaşlarına Zerdüştlük propagandası yapıyorlar. Propagandanın etkisini artırmak için Zerdüşt’ün Kürt olduğu iddiası yayılıyor. Kürtçü yayın yapan internet siteleri ve yayın organları son dönemde giderek artan bir şekilde Zerdüştlüğü anlatıyor. Zerdüşt’le ilgili kitaplar ve makaleler yazıyor, şarkılar besteliyorlar. ‘Zerdüşt’ serisi albümleriyle tanınan Reşo da bunlardan biri. Dağdaki militanlara Zerdüştlük dersleri, örgütün üst düzey yöneticileri Suriye uyruklu Fehman Hüseyin (Bahoz Erdal), Duran Kalkan (Abbas) ve Cemil Bayık tarafından veriliyor. Suriyeli teröristler dinsizlik konusunda çok baskınlar, dağda domuz eti çoktan helal yapılmış durumda. BDP, ‘Sivil itaatsizlik’ adı altında Cuma Namazlarını yozlaştırırken, dağda namaz kılmaya ve oruç tutmaya izin yok. Müslümanlık paydası yıkılıyor. Batılı kaynakların 6 bin yıllık Kürt tarihinden bahsettiğini anlatan, yıllardır İsveç’te kaçak yaşayan Mehdi Zana, “Kürtler İslamiyet’i kabul ettiklerinde kaybettiler” diyor. İsveç’te “Kürdistan Zerdüşt Cemaati” adında bir propaganda merkezi var ve bu merkez eliyle 2012’nin Haziran’ında “Kürt Zerdüşt Tapınağı” açıldı. Mehdi’nin eski karısı Leyla Zana ise, ‘Kürtlerin kılıç zoruyla Müslüman‘ olduğunu söyleyip çuvalladı, sonra ‘benim dedem şeyh idi, Müslüman’ım’ diye toparladı, ama kimse yemedi! KCK operasyonu sonrasında KCK Siyaset Akademileri’nde Kürtlerin dininin Zerdüştlük olduğu şeklinde dersler verildiği ortaya çıktı. Kandil’de PKK’lıların yaptığı Zerdüşt ayini gazetelere yansıdı. Haberlerde yer alan fotoğraflarda militanların terörist başı Öcalan’ın resimlerinin de olduğu bir mekânda Güneş’e tapındıkları görülüyordu. PKK militanları içinde Zerdüştlük dini yüzde 34 oranında, oldukça yaygın. Zerdüştlük dininde kutsal sayılan birçok 155 isim örgüt kamplarına, örgütçülere veriliyor, telsiz kodu veya parola olarak kullanılıyor. Murat Karayılan “Medya” telsiz kodunu kullanıyor. Medya Zerdüştlük dininin kurucusu Zerdüşt’ün doğduğu yer. Kürt bayramı diye lanse edilen Nevruz’u kullanan PKK, Zerdüştlük bağlantısı sayesinde İran Kürtlerini kazanmanın hesabını da yapıyor. Kadim bir İran inancı olan Zerdüştlüğü kullanan örgüt, bölgedeki nüfuz savaşında elini güçlendirmek istiyor. Kürt ırkçılığı ilhamını Türk ırkçılığından alıyor. Aşırı ırkçı Türklerde tarihin İslam öncesi evrelerine özel bir gurur ile sığınıyor, cahiliye dönemine dair ırki seyahatler düzenliyor, mitolojinin efsunkâr rüzgârıyla coşup, folklorik gösterilere başvuruyor. Her iki ırkçı zümrenin de görmediği; daha doğrusu görmek istemediği bir gerçek var. Türkler de, Kürtler de Müslümanlığı kültürel bir fantezi olarak algılamıyor; onu varoluş gerçeği olarak bizzat yaşıyor. Örgütlerin göz ardı ettiği bu hakikati vatandaş görüyor. Kürtlerin en büyük talihsizliği, “Kürt Aydını”nın kendisine cesur bir söylem seçememesidir. Devlet hakkında olabildiğince cesur konuşanlar, söz örgütten açılınca birden suspus oluyor. Oysa bir topluluğun yanlışını bir başka topluluk tashih edemez. Kan, kin bağı üzerine kurulmuş bir nefret medeniyeti istemiyor medeniyetler beşiği Anadolu insanı. Derin ve karanlık eller, dini bütün Kürt kardeşlerimizi silah zoruyla Zerdüştlük üzerinden berduşluğa davet ediyor. Umarım ırkçılık yoluyla yürütülen bu saçma sapan, felsefi kalmış, özü tahrif edilmiş meşum Zerdüştlüğü hortlatma planı da akim kalır. Üstad Bediüzaman Said Nursi, gücünü halkın millî ve manevî, İslam değerlerinden alan “müspet milliyetçilik” ile sorunun çözümleneceğini öngörüyor. 156 Zerdüştülük dinini yakından tanıyalım: Avesta, Zerdüştlüğün kutsal kitabıdır. Tek tanrılı bir dini anlatan bu lirik şiirimsi yazılmış kutsal kitap üç ana bölümden oluşur. Yasna adını taşıyan ilk bölümde dini törenlerde okunan ilâhiler yer alır. Zerdüşt e ait olduğu kabul edilen Gatha lar da bu bölümdedir. Toplam 896 mısradan oluşan Gatha’lar, Gat denilen beş manzumedir. Manzumeler Esnud Gat, Uştad Gat, Spentmend Gat, Vaşnu Hişter Gat ve Vehiştvet Gat adlarını taşırlar. Çeşitli ilâhilerin oluşturduğu ikinci bölüm Yast adını taşır. Videvdat denilen üçüncü bölüm de “şeytanlara karşı kanun” biçiminde adlandırılır. Bu bölümde şeytanlara karşı tılsımlar ve temizlenme kuralları yer alır. Zerdüştlük dini, ateşin kutsal sayıldığı dinlerden biridir ve ateş, bu inancın tanrısı Ahura Mazda’nın ruhu ve oğludur. Bununla ilişkili olarak ateş, iyi ve kötüyü birbirinden ayıran Tanrısal bir güce sahip. Yaşayan yıldız star olarak nitelenen Zerdüşt ve dininin oluşturan üç peygamberden bahsedilir. I. Zerdüşt yaklaşık olarak M.Ö 3000 yıllarında yaşayan Mahabat, II. Zerdüşt yaklaşık olarak M.Ö 2040 yıllarında yaşayan Haşeng (bunun Hz. İbrahim de olduğu söylenir), III. Zerdüşt ise M.Ö 660 yaşayan Zerdüşt ün kendisidir. 3. Zerdüşt bilge ve ileri bir düşünce adamı ve filozoftur. K kurduğu dinin adına Mazdeizm denilir. Zerdüşt Mazdeizm le tek tanrılığa yönelirken, egemenlerin gücüyle bütünleşen çok tanrılığı aşar ve tanrıyı egemenlerden alarak, insanlığın özlemleriyle birleştiren bir güce dönüştürür. Soran, sorgulayan tanrının kötülükleri affetmeyeceğine inanır, bu nedenle kötülüklere karşı savaşımını bir tanrı emri olarak öne sürer. Zerdüşt ün güçlü bir filozof ve düşünce adamı olduğunu, doğa, toplum ve insan gerçeğine ilişkin bilimsel perspektiflerinde görmek mümkündür. Örneğin Antikçağ Yunan filozoflarının hareket noktası, Zerdüşt inanışının 157 geliştirdiği kavramlara dayanır. M.Ö 538 dönemlerinde yaşayan Theopampos, Ahura Mazda ve Ehriman arasındaki mücadeleyi tabiatın kendi içindeki kanunu olarak algılar. Bu noktada yeri gelmişken doğru anlaşılabilmesi açısından hemen açıklama gereği duyuyorum ki, Zerdüştlük inancında Tanrı kabul edilen Ahura Mazda “Aklın Efendisi” ile sembolize edilir, Ehriman ise kötülüğün güçlerini temsil eder. Ve iyilikkötülük mücadelesi bu noktada başlar. Eflatun, Zerdüşt’ü hocası olarak kabul eder. Yunan felsefesinin Zerdüşlük’ten etkilenme yönündeki diğer bir örneğini ise Heraklitos’da görebiliriz. Heraklitos (Anadolu da Efes de yaşayan Sokrat öncesi filozoftur. Heraklitos doğadaki her şeyin sürekli değişim içinde olduğunu öne sürmüştür) hareket kuramında Zerdüşt ün karşıtlar mücadelesi çizgisinden etkilenir. Bundan yola çıkarak, Zerdüşt ün gök, ışık, güneş ve diğer göksel varlıkların çözümlenmesini yorumlar, bununla fiziksel evrenin öz devinimlerini formüle eder. Zerdüşt ün felsefi inancının dünyanın beş temel elementten oluştuğunu belirtir. Bunlar toprak, su, ateş, hava ve bitkidir. Zerdüştlük inancına göre Tanrı kadın ve erkeği bir arada ve birbirine arkadaş yaratmıştır. Arkadaşlar arasında eşitliği temel alan bu inançta kadın ve erkek eşit olarak kabul edilmektedir. Zerdüşt inancının gelişip yayıldığı bölgelerde çok eşliliğin azaldığı ve tek eşliliğin arttığı görülmüştür. Zerdüştilikte, doğru yaşama, ahlaki emirlere uyma esastır. Ahlaki emirler; iyi düşünce, iyi söz, iyi iş diye özetlenir. Fakirlere cömert davranma, yabancılara misafirperverlik, bütün lekelerden uzak kalma, toprağı sürme, sığırlara bakma, sıkıcı şeyleri imha da faziletli işlerden sayılır. Bazı cinsi konular ve ölü bedenine temas, kirlenmeye yol açar, özel ayinler gerektirir. Yine Zerdüşt inancı her alanda tarım ve hayvancılıkla uğraşılıp bol 158 üretimin sağlanmasını tavsiye etmektedir. Temiz hayvanlardan sayılan köpek ve kedinin öldürülmesini büyük günah saymaktadır. Döllenmeyi ve çiftleşmeyi önleme kesin olarak yasaklanmıştır. Bu inançta şarap içkisi için, dini ibadetle ilgili olup, dini düşüncelerin geliştirilip derinleştirilmesi ve ruh gözünün açılması amacıyla içilmekte olduğu vurgulanır. Avesta’nın Gatha bölümünde belirtildiğine göre dini inanç alanında şarkı ve şiirlerin önemli bir yeri olduğu görülür. Cenneti şarkılı bir yer olarak değerlendirir (27). Maalesef, PKK, Kürtleri 1980’den beri epeyce evirmiş ve dönüştürmüştür. Kürtlerin, özellikle genç Kürtlerin ülkeye aidiyet duygusunu yok etmiştir. Kürtleri toplumdan-devletten bütünüyle ayırmak için önünde tek bir engel var. Her ne kadar son zamanlarda Kürtlerin dini duygularını yok edemeyeceğini, İslam’a dair derin kökleri yıkamayacağını farkederek dini kendi lehine kullanmaya çalışsa, nevzuhur hocalarla halkı kandırmaya uğraşsa da örgüt Marksist, ateist, pozitivist bir yapıdadır. Allah’la, dinle, diyanetle, camiyle medreseyle bir alakası yoktur. Lider kadrolarına baktığınızda örgüt bu özellikleri size haykıracaktır. Zira PKK’nın, BDP ve KCK’nın liderleri, militanları Allahsız, peygambersiz, herhangi bir ahlaki kaygı taşımayan, bohem bir hayat yaşayan ateist-Marksist tiplerdir. Bunların Zerdüştlükle de bir ilgileri yoktur; bari Zerdüştlüğün değerlerine, emirlerine uysalar; ama örgüt için Zerdüştlük genç Kürtleri İslam’dan uzaklaştırmanın, toplumdan koparmanın aracından öte bir şey değildir. İslam, bizim medeniyetimizin temeli, blokajıdır. Müslüman toplumların kültürel kodları, değer yargıları, toplumsal dinamikleri, birlikte yaşam ilkeleri İslam’a 27 Arslan, Faruk. Zerdüşt böyle buyurmuştu Kürtler! Farukarslan.com. 15.08.2012. 159 dayanır. İslam kardeşliği, beraberliği, dayanışmayı, paylaşmayı teşvik eder. Her türlü terörü ve anarşizmi reddeder. Türklerden daha önce İslam’la tanışan Kürtler ise toplumun ortalamasından daha dindardır; muhafazakârdır. Bu durum, örgütün hedeflerine ulaşması, Kürtleri ırkçı-şoven hale getirebilmesi ve kullanabilmesi için büyük bir engeldir. Örgüt pek çok diğer sebebin yanında iki temel nedenden dolayı İslam’a düşmandır. Açıktan, toplum karşısında hedef alamasa da, İslam’ı erozyona uğratmanın, Kürtler arasında etkisiz kılmanın, hayattan dışlamanın yollarını aramaktadır. Örgüt, Marksist’tir; materyalisttir. Özellikle İslam’a Karl Marks’ın dediği gibi “insanları uyutan afyon!” olarak bakmaktadır. Örgüte göre eğer Kürtlerin bir dini olacaksa Zerdüştlük olabilir. Tek Parti dönemindeki Şamanizm’e dönüş çabalarına benzer şekilde, örgüt Zerdüştlüğü İslam’dan kopuşu sağlamak, Kürt kimliğini “milli” bir dinle desteklemek için kullanmaktadır. İslam’a bu kadar katı davranan PKKKCK, öte yandan örgüt içindeki “Kürt”, “Alevi Kürt” görünümlü Kripto Ermenilerin Hıristiyanlık çalışmalarına göz yummakta, desteğini aldığı batının din ve kültürüne tolerans göstermektedir. Örgüt ve arkasındaki güçler zaman zaman yalanlasa ve inkâr etse de, bir Kürt devleti peşindedirler. Kürt devletinin olabilmesi için, etle tırnak gibi olmuş, iç içe geçmiş Kürtlerle Türklerin ayrışması, vuruşması ve düşman olması gerekmektedir. “Birlikte yaşanamaz” olduğuna dair tabloların oluşması ve bunun dünya kamuoyuna da fotoğraf şeklinde verilmesi, arkasından da U.A. kuruluşların devreye girmesiyle bu ayrışmanın fiilen temin edilmesi gerekmektedir. BOP çerçevesinde Ortadoğu’da bir Kürt devleti kurmak isteyen batılı dostlarımızın(!) ve onların maşası örgütün bu amacının 160 önündeki en büyük engel “İslam”dır. Zira toplumun, Türklerle Kürtlerin müşterek temeli, çimentosu, ortak paydası İslamdır. Örgüt ve arkasındaki güçler bu nedenle Kürtleri, özellikle genç nesilleri İslam’dan uzaklaştırmanın, İslam’ın toplum üzerindeki etkisini erozyona uğratmanın türlü yollarını denemektedirler. Uzun süre İslam’a ve değerlerine doğrudan düşman olan örgüt bunun kolay yıkılamayacağını gördüğü için son birkaç yılda taktik ve strateji değiştirmiş; daha faydacı davranmaya başlamıştır. Naylon hocalar bularak, ayrılıkçı Cuma namazları tertipleyerek, İslam’ın Kürtçü söylemlerini geliştirerek İslam’ı doğrudan hedef almak yerine, sureti haktan görünerek, asıl niyetini perdeleyerek Kürtleri yozlaştırma, İslam’dan uzaklaştırma yöntemleri uygulamaktadır. Örgüt ortaya çıktığı 1984 yılından bu tarafa bölgede etkin olan tarikatların, medreselerin, din adamlarının etkisini kırmış, onları itibarsızlaştırmış, toplum üzerindeki kredisini yıkmıştır. Muhafazakâr bir toplum olan Kürtler arasında mahremiyet duygusunu, ahlak anlayışını, namus düşüncesini tarumar etmiştir. Dini eğitim veren kurumları tehditle veya baskıyla sindirmiş, din adamlarının ve kanaat önderlerinin örgüte rağmen söz söylemelerine engel olmuştur. Örgütün 30 yıllık çabalarıyla, devletin 28 Şubat gibi dönemlerde uyguladığı katı laikçi yaklaşımlarıyla, Güneydoğu’da dindarlık sözde kalmış, İslam toplum üzerindeki etkisini epeyce yitirmiştir. Daha önce İslam bölgede birincil faktör, unsur iken, yoğun propaganda çalışmaları ve Şoven Kürtçü söylemler-eğitimler nedeniyle bu gün özellikle 25-30 yaş altı gençlerde İslam etkisizleşmiş; ama Kürtçülük, Kürt olmak çok öne çıkmış ve baskın hale gelmiştir. Tarikatlarla içli dışlı olan Kürtler tasavvuf ekollerinden uzaklaşmıştır. Örgütün 161 propagandası, devletin ve muhafazakâr AKP hükümetinin de ihmalleri sonucu bölgede seküler, hınçlı, militan bir Kürt nesli ortaya çıkmaktadır. Bu gün örgüt bölgede sözünü dinlemeyen imamları öldürmekte, yurtları basmakta-yakmakta, STK’ları tehdit etmekte, cemaatlere hayatı dar etmektedir. Din adamlarını sadece kendi söylemlerini seslendiren figüranlar yapmaya çalışmaktadır. Bu noktada hükümetin ve İslam adına hareket ettiğini söyleyen cemaatlerin ve cemiyetlerin, STK’ların büyük vebali vardır. Zira bu kesimler bölgeyi bütünüyle örgüte bırakmışlar, bölgede İslam’ın anlatılmasını dahi örgütün naylon hocalarının, imamlarının inisiyatifine terk etmişlerdir. Örgüt Kürtleri epeyce evirmiş ve dönüştürmüştür. Kürtlerin, özellikle genç Kürtlerin devletle ortak bağını koparmıştır; ülkeye aidiyet duygusunu yok etmiştir. Kürtleri toplumdan-devletten bütünüyle ayırmak için önünde tek bir engel vardır: İSLAM. Bu güçlü bağı, ortak paydayı, müşterek zemini bazen inkar ederek, erozyona uğratarak; bazen de istismar ederek Kürtçülük ve Kürt devleti namına yıkmakta, yıpratmaktadır. Örgüt bölgede ciddi bir toplumsal taban oluşturmuş, genç kitleleri devşirmiştir. Kaybedilen bu zemini yeniden kazanmanın, örgütün bölgede toplumsal tabanını zayıflatmanın yolu bölge insanında var olan dini duyguları yeniden beslemek ve güçlendirmektedir. Örgüt kendisine engel olan bu dinamiğin farkındadır. Sürekli ve sistematik olarak bu dinamiği ve değerlerini yıpratmaktadır. Ancak ne devlet, ne hükümet, ne de birlik ve bütünlük yanlısı kesimler bu güçlü argümanı, etkili ortak değeri bölgede gerektiği gibi kullanamamaktadırlar (28). 28 Gezgin, Yusuf. PKK-KCK’nın İslam’la Derdi Nedir? 10.11.2011. İnternet ulaşımı 162 Öte yandan PKK ve yandaşlarının Zerdüştlük'ten sonra şimdi de Yezidilik faaliyetleri yürütmesi Güneydoğu bölge halkının tepkisini çekiyor. Kürtlerin, Zerdüştlük ve Yezidilikle alakası olmadığını vurgulayan bölge STK'ları, “PKK ve uzantıları Kürtleri İslam'dan, kültüründen ve asıl kimliklerinden uzaklaştırmayı planlıyorlar. Çünkü İslam'ı benimseyen hiç kimse PKK'ya destek vermez” diyorlar. Örneğin Memur-Sen ve Diyanet-Sen Bitlis Şube Başkanı İsmet Alca, Zerdüştlük ve Yezidilik faaliyetlerini yürütenlerin dinsiz olduğunu söyleyerek, “Bu kişiler bölgedeki gençleri camiden uzaklaştırıyor. Örneğin sivil Cuma namazları gibi. Ayrıca bu kişiler; sazlı, gitarlı, alkollü, karılı kızlı eğlenceler düzenleyip gençleri dinden koparıyor. Bu şekilde gençleri dinden uzaklaştırıp istedikleri gibi yönlendirmeye çalışıyorlar. Gençleri kolayca dağa çıkarıyorlar, güvenlik güçlerine taş attırıyorlar, okul yaktırıyorlar. Devlet ve diyanet gençlere sahip çıkmalı. Çünkü İslam'ı benimseyen hiç kimse PKK'ya destek vermez” diye konuşuyor. İHH Mardin İl Temsilcisi ve USTAD (Uluslararası Stratejik Tahlil ve Araştırmalar Merkezi) üyesi Mehmet Timurağaoğlu ise, PKK ve yandaşlarının Kürtlerin içine farklı farklı inançları sokmak istediğini dile getirerek, “Bir zamanlar ‘biz Hıristiyanlarla amcaoğluyuz' dediler, hatta Kürtçe İncil bile dağıttılar. Bir zamanlar ise, ‘Yahudilerle amcaoğluyuz' dediler. Şimdi de Zerdüştlük ve Yezidiliği çıkardılar. Bu faaliyetler sistematik ve planlı bir şekilde yürütülüyor. Kürtleri İslam'dan, kültüründen ve asıl kimliklerinden uzaklaştırmayı planlıyorlar. Bu şekilde onları ele geçirmeye çalışıyorlar. Mahalle baskısı ve silah zoru ile milleti susturmaya çalışıyorlar. Artık Kürtlerin yakasından düşsünler. Bölge halkı insanca yaşamayı hak ediyor” ifadelerini kullanıyor (29). 29 Akit. Müslüman Kürt, Zerdüşt PKK’yı desteklemez! 21.10.2012. 163 Başbakan Erdoğan’da Elazığ Havalimanı’nın açılış töreninde yaptığı konuşmada bu konuya dikkati çekti. Bölge halkının terörle arasına mesafe koyması gerektiğini savunan Erdoğan, Iğdır'da öğretmenleri PKK'nın elinden alan köy halkını örnek verdi. Erdoğan,'Bunlara prim vermeyin. Onlar sizi insan yerine koymuyor. 'Sevgili kürt kardeşim bu terör örgütüne tepkini koy ki bölgede abad olmasın. Bu teröristlerin yeri belli. Bunlar zerdüşt. Bunlar Yezidilikten bahsediyorlar. Bu tür ayinleri yapıyorlar.'Terör başta olmak üzere kronik sorunları kardeşlik ruhuyla dayşanışma halinde aşacağız. Bize husumet besleyen her çevrenin dilediği gibi kullandığı bu kuklayı, bu maşayı Allah'ın izniyle bertaraf etmek için çok boyutlu ve kararlı bir mücadele yürütüyoruz'' dedi (30). Küresel perspektiften baktığımızda Kürtlerin maşa olarak kullanıldığı Zerdüştlük projesinin mimarı acaba kimler ve neden şimdi bugünlerde gündeme geldi? Özellikle son dönemde sessiz sessiz dünyadaki krizi izleyen İsrail’in meşhur ”Mesih Planı” gündemde olmasa da Evanjelistlerin bu plandan vazgeçtikleri yok. Evanjelist Bush’un diskilafiye olması onlar için fazla bir kayıp değil. Obama’nın etrafının dikenlerle çevrili olması ve giderek sıkıştırılması, Ortadoğu’daki karışıklığa farklı bir bakış açısı getirmektedir. Obama ikinci defa seçilir seçilmez İsrail’in Gazze’ye düzenlediği kanlı savaş, bu hoyratlığın işaretidir. Güç bizde, ABD arkamızda, son Filistinli’yide öldürür bu sorunu kökünden çözeriz yaklaşımı devam ediyor. Düşünce itibariyle İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ında üyesi olduğu Hüccetilerle birlikte aynı düzlemde olan Evanjelistlerin birlikte aynı amaca hizmet ederek bölgeyi karıştırmak istemeleri sıradan bir durum değil. Suriye krizi ile Ankara, İsrail ve İran’ın ortak 30 AA. PKK Zerdüşt Prim Vermeyin. 20.10.2012. 164 çalıştığını daha yeni anladı. ABD’nin kredi notunun düşürülmesinin arkasındaki hedef hem önümüzdeki seçimlerde 2008′de başlayan ekonomik kriz, Avruapa’da Yunanistan’ın ardından İtalya, ispanya ve Portekiz ekonomilerini de batırmaya, Alman ve Franszıların bu ülkeleri ekonomik olarak tamamen işgal etmesine gebe. Arap baharının Arap kışına dönüşmesi, Ortadoğu’nun karışması bir tesadüften ibaret değildir. 2001′de ABD’nin Afganistan’dan sonra Irak, İran ve Suriye ile birlikte Sudan’ı değiştirme düşüncesi ise son düzlükte İran’ı yanına çekme stratejisine dönüştü… Buradaki en büyük etkenlerden biri Evanjelistlerin Obama üzerinde baskı oluşturmasından kaynaklanmaktadır. Pentagon’un 120′ye yakın ülkede gizli savaş yürütüyor olması ve El-Kaide’den sonra yeni bir hedef belirleme düşüncesi ise önümüzdeki dönemde Evanjelistlerin tüm etkinliklerine rağmen yerine getirilmesi zor gözüküyor. Küresel baronların bu süreci atlatmak için ellerindeki son kozu oynayacakları zaten 2008′in ortalarında ve son Washington toplantısın da ortaya çıkmıştı. Tür askerine korkusuzca ve dengeleri gözetmeden saldıranların neye hizmet ettikleri biraz perdenin arkası ile ilgili. Bu bağlamda Abdullah Öcalan diskalifiye edildi, PKK barış istedi, yok istemiyor tartışmaları anlamlıdır. Malum, devletin başındaki şahısta PKK’yı Öcalan’nın yönettiğini zannederek uzun bir süredir onunla istişare ediyordu. Silvan’dan sonra uyandı ama geç uyandı. 2009′dan beri söylenen uyarıları dikkate almayan, saçma sapan danışmanlar – görevlendirmeler ve YAŞ kararları alan bir strateji ile ancak buraya kadar… İstediğimiz kadar PKK’ya, KCK’ya operasyon yapalım. Kiminle ve ne ile yapacaksın. Karlofça’dan beri savaş kazanamayan ve Mustafa Kemal’den itibaren alt yapısını Alman bir generalin kurduğu ve içerisinde PKK’lı, CIA’cı ve 165 MASON BEKTAŞİLER’in kol gezdiği bir ordu ile mi operasyon yapacaksın? PKK’lı bir itirafçı diyor ki; Bize haritalar getirildi. Askerî, özel haritalar. Krokiler de vardı. Karakolların nerede olduğunu, asker sayısı, mühimmat durumu, komutanların özel ve genel durumları gibi bilgiler gelirdi. Devamında rütbeliler Kandil’e gidip geliyordu diyor. Yahu kardeşim bunların olduğunu bizler bu halimizle 1999′dan beri biliyoruz da, siz devletin yöneticileri bunları bilmiyor musunuz. Hala anlamadıkları şey şu; MASON BEKTAŞİ sisteminin 150 yıllık bir sistem olduğunu ve bunların temizliği yapılmadan ”sa-vaşı-la-mayacağı. Kimseye güvenemez ve hamle yapamazsınız.. Orada ölenler yine Müslüman Türk askerleri olacak. Diğer hainlerde elleri bellerinde ayinlerini yapmaya devam edecekler. Unutmamak lazım, Türkiye’yi değiştiren AKP değil, AKP’yi değiştiren Türkiye’dir. Bundan sonraki değişimde yine milli irade ile olacaktır. Yaşanan olaylara -Ortadoğu’da karışıklık veya PKK’nın barış istemiyoruz saldırıları- nazarı ile bakmak sadece bir gaflet ve basiretsizliktir. PKK’yı elindeki figüranlarla 4-5 parça halinde kullananlar ise küresel baronların Ortadoğu temsilcisi kanalı ile sürdürülmektedir. Bölgedeki en büyük kanlı stratejileri ise Şİİ-ALEVİNUSAYRİ üçgenidir. Bir nevi Şİİ HİLALİNİN MASON BEKTAŞİ versiyonudur. Tatar İsmail Gaspıralı’nın ifade ettiği gibi İslam en büyük darbeyi Moğol istilası ile yemiştir. Bir nevi Osmanlı’da bu daralma ve baskılar sonucunda ortaya çıkmıştır… Mevlana ve Yunus Emre’ler ise bu yıkıntılar arasında doğmuştur. O yüzden meseleye ümitsizlik nazarı ile bakmak beyhudedir. Allah’a inanlar üzerlerine düşen vazifeyi bihakkın yerine getiriyorsa zafer yakındır..O yolda dökülecek her kan kutsal ve gereklidir. Ne baştakilerin basiretsiz ve gaflet içinde olmaları ne de Yaratan’a yakın kalplerin azlığı- bu işin önüne perde 166 olamayacaktır. Ortada olan ve görünmeden yaşanan bir DİN’LER- savaşı vardır. Bir tarafta Evanjelist-SiyonistZerdüşt Tapınakçı kadroları ve diğer tarafta Müslüman Türk evlatları. Bir taraf hem para hem sayı olarak çok önde… Diğer taraf ise hem maddi hem de sayı olarak çok geride. Ancak aradaki en büyük fark; üç harf. Bir taraf kan, diğer taraf Hak diyor (31). İlk ve son sözü her zamanki gibi yine Hak söylüyor; ”Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah Aziz (mutlak izzet ve ululuk sahibi, her işte üstün ve mutlak galip)tir. Hakim (her hüküm ve icraatında pek çok hikmetler bulunan)dır” (32). 31 Polat, Rauf Atilla. Evanjelist PKK’nın Zerdüşt Kalkışması… 18.08.2011. İnternet ulaşımı 32 Kuran’ı Kerim. Fetih Suresi 7.Ayet 167 Altıncı Bölüm PKK'ya ihale edilen yeni görev 'İnternet andıcı' davasının en önemli sanıklarından olan ve hakkında tutuklama kararı bulunan Tümgeneral Mustafa Bakıcı'nın Kuzey Irak yolunu kullanarak Türkiye'den kaçtığı ortaya çıktı. Ergenekon davasında müebbet aldı. Şırnak'ta 23. Tümen komutanlığı yapan Bakıcı, hakkındaki tutuklama kararına rağmen Ağustos 2011'de tümgeneralliğe yükseltilmiş ancak daha pasif bir göreve getirilmişti. Bakıcı, 2008-2009 tarihleri arasında Genelkurmay İç Güvenlik Harekât Daire Başkanlığı görevini yürütürken aynı zamanda bilgi destek daire başkanlığına vekâlet etmişti. Ancak onun ismini 23. Tümen komutanı iken duymaya başladık. Gelin onunla ilgili en önemli tartışmayı hatırlayalım... Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın seçim mitingi yapacağı 24 Mayıs'tan birkaç gün önce 12 Mayıs 2011 tarihinde Şırnak'ta 12 PKK'lı öldürüldü. Askerler, Tümgeneral Bakıcı'nın talimatıyla cesetleri almayarak arazide bıraktı. Sivil insanların sınırı geçerek cesetleri getirmesine göz yumuldu. Daha sonra öldürülen militanların, örgüte yeni katılan tecrübesiz gençler olduğu anlaşıldı. Bakıcı, cenazeleri adli tıp uzmanının bulunduğu Diyarbakır veya Malatya'ya göndermek yerine Şırnak'a getirdi. Cenazeler üzerinden Güneydoğu'da büyük olaylar yaşandı. 2. Ordu komutanı, Şırnak'a gelerek olaylara el koydu. 168 Aynı Bakıcı, 12 PKK'lının öldürülmesinden bir hafta önce çevresindekilere bile haber vermeden Kuzey Irak'a gitmişti. Yüksek rütbeli bir subayın teklifsiz bir şekilde Kuzey Irak'a gitmesi ve bunu gizli tutması kafalarda soru işaretlerine neden olmuştu. Bakıcı'nın orada kimlerle gizli görüşmeler yaptığı ise hâlâ bilinmiyor. Mustafa Bakıcı'nın yine aynı yolu yani Kuzey Irak yolunu kullanarak Rusya'ya kaçtığı ortaya çıktı. Burada, Bakıcı'nın Genelkurmay'daki görevinin İç Güvenlik Harekât Daire başkanı olduğu bilgisini bir kez daha hatırlamakta fayda var. Türkiye'de bunlar yaşanırken, dünya da bir başka olayla sarsıldı. Sekiz Türk ve bir Yunanlıyı öldüren Milliyetçi Demokratik Parti'nin bünyesinde Alman istihbaratına mensup 100'e yakın köstebeğin olduğu ortaya çıktı. Bu sayı size küçük gibi gelebilir ancak bu, söz konusu partinin yüzde 15'i demekti. Devlet-terör örgütü ilişkisi, üzerinde çok derin incelemeler gerektiren bir konu. Ancak el yordamıyla, hasbelkader öğrendiğimiz bilgilere baktığımızda dünyadaki bütün terör örgütlerinin ya kendi devletinin ya da bir başka devletin yardım ve yataklığıyla ortaya çıktıkları, hayatlarını bu yolla devam ettirdikleri çok net bir şekilde görülüyor. PKK'nın da her kritik evrede ortaya çıkıp provokatif eylemlerde bulunması ve süreçleri statükonun istediği yörüngeye sokması, bu örgütün ne işe yaradığını iyice tartışılır hale getiriyor. Bundan sonra üzerinde durulması gereken en önemli konu; PKK'ya ihale edilen yeni görev olacak sanıyorum. Taraf Gazetesi'nden 18 Kasım 2011’de Kurtuluş Tayiz'in yazdığı yazı da bu konuyu iyice deşifre ediyordu. Tayiz, bakın ne diyor: "Kürt medyasındaki Gülen düşmanlığı, 1990'lar Türkiye'sini ve 28 Şubat medyasını hatırlatıyor bana. İstihbaratın aşırdığı Gülen videoları her akşam haber kanallarının birinci gündemiydi. Gazetelerin manşetleri de öyle. Devletin eski sahiplerinin veya askerî bürokrasinin 169 Gülen düşmanlığını sanki bugün PKK devralmış gibi davranıyor. Yayınlarda kullanılan jargon 28 Şubat medyasından, OdaTv ve İşçi Partisi'nden tanıdık. Hatta bu konuda neredeyse birebir aynı sözcük ve kavramları kullanıyorlar.'' PKK; artık devlette bazı birimlerin faaliyet gösteremez hale geldiği konulara el atıyor ve Gülen hareketiyle mücadele işini üzerine alıyor. Bu da PKK'nın aslında nasıl bir örgüt olduğunu net bir biçimde gözler önüne seriyordu. Bakıcı olayı, Alman İstihbaratı'nın yaptıkları, Aselsan'daki mühendislerin ölümü, Abdullah Öcalan'ın Turgut Sunalp tarafından serbest bıraktırılması vs. Bunların hepsi aslında terör örgütlerinin bir simülasyondan ibaret olduğunu ortaya koyuyordu. İyice anlaşılıyor ki devletler terör örgütlerini istediği zaman devre dışı bırakabiliyor. Yeter ki bu konuda iyi niyetli ve kararlı olunsun (33). PKK politikalarını yakından takip eden Kurtuluş Tayiz'in yazısı, muhafazakâr medyacıların da ilgisini çekti. (Taraf, 18 Kasım) Tayiz, Fırat Haber Ajansı'ndan internet sitelerine, PKK uzantısı medyanın, Fethullah Gülen Cemaati'ne niye yüklendiğini sorguluyordu. Mesela PKK komutanı Murat Karayılan, kasım başındaki bir söyleşisinde, elinde cemaatle ilgili dosya bulunduğunu... Bu dosyayı Türkiye'deki TV ve gazetelerle paylaşmak istediğini söylüyordu. Dosyaya verdiği isim neydi dersiniz? Sıkı durun: "Yeşil Ergenekon"! Kurtuluş Tayiz ayrıca PKK'nın kullandığı dilin, 28 Şubat darbe medyasının kullandığı dile benzemesinin altını çiziyor. Sonra da, "PKK'nın bu Gülen düşmanlığı nereden çıktı" diye 33 Kamış, Mehmet. PKK'ya ihale edilen yeni görev. Zaman Gazetesi 19.11.2011. 170 soruyor: Nasıl oldu da PKK çevresi cemaati neredeyse "baş düşman" ilan etti? Yazar bu soruya cevap ararken, Leonardo Di Caprio'nun başrolünü oynadığı "Inception" filmine gönderme yapıyor ve PKK'nın kafasına bu fikri Ergenekon yapılanmasının, derin devletin soktuğunu söylüyor. "Kurtuluş Tayiz yanılıyor" diyemem. Çünkü seçim döneminde PKK-BDP çizgisinin güttüğü inanılmaz politikalara hep birlikte şahit olduk: Güneydoğu'da CHP'yi, hatta yer yer MHP'yi desteklediler... Daha ne olsun!Ayrıca "sivil iktidarla" değil, "askeri vesayetle" ittifak kuruyorlar. "Kimle savaşıyorsak, barışı da onunla yaparız" diyerek askere göz kırpıyorlar.Dolayısıyla, askeri vesayetin hedefe koyduğu, Ergenekoncuların "bitirme planları" yaptığı Gülen cemaatine, onlar da yükleniyor. Bu analize kategorik bir itirazım yok. Ama bence PKK'nın Gülen düşmanlığının daha basit bir açıklaması var... Başbakan Erdoğan, seçim konuşması için Diyarbakır'a gittiğinde hep iki temayı öne sürüyor: 1) "Kimlik" politikasına karşı, "cüzdan" politikası. Yani ekonomik kalkınma... 2) Din bağı, din kardeşliği... Niye? Çünkü Kürt vatandaşların yarısı BDP'ye oy verirken, diğer yarısı AK Parti'ye oy veriyor. Bu gerçeği oluşturan dinamiklerden biri de, elbette Başbakan Erdoğan'ın altını çizdiği din kardeşliği...Bu durum, PKK'nın, "Kürt sorununun temsilcisi benim" iddiasını havada bırakıyor.Gelelim Cemaat faktörüne: Gülen cemaatinin üyeleri her yerde olduğu gibi, Güneydoğu'da da fedakârca çalışıyor.Ne mi yapıyorlar? Örneğin "Okuma Salonları" adlı bir girişimleri var. Yoksul ailelerin çocuklarına ekstra öğretim görme imkânı sağlanıyor. Ben geçen yıl Diyarbakır'a gittiğimde, bu salonlardan 171 birini gezmiştim: Okuma salonları, "dershane, kütüphane, yardım evi, kültür ocağı" arası bir organizasyon. Para talep edilmeden, çocukların öğretimdeki eksikleri tamamlanıyor. Kimi kırık notlarını düzeltiyor, kimi sınavlara hazırlanıyor.Devletten beş kuruş alınmıyor. Girişimi tamamen gönüllü işadamları finanse ediyor. Ramazanda çocukların ailelerine erzak gidiyor, akşam birlikte iftar yapılıyor. 2010 Ağustos ayı itibariyle kentteki 21 okuma salonunda, 4 bin çocuk vardı.Salonu gezdiğimin ertesi günü, "İslamcı" siyasetten, "Kürt ulusalcılığına" deplase olan, (BDP'nin bağımsız milletvekili) Altan Tan ile konuşmuştum. Okuma salonlarının asıl işlevinin, Kürt çocuklarını asimile etmek olduğunu söylemişti kaşlarını çatarak! Velhasıl PKK'lılar... Gülencilerin din kardeşliğini sağlamlaştırdığını... Yoksul Kürt çocuklara yeni ufuklar açarak, militanlaşmalarını engellediğini görüyor... Ve fena halde gıcık oluyor! KCK'ya karşı yapılan operasyonların, cemaatin çalışmalarını rahatlattığı bir dönemde, PKK'nın Gülencilere yüklenmesi normal değil mi? Olayın bu yönüne de bakmak gerek (34). Terör örgütü PKK, köşeye sıkıştıkça ne yapacağını ve kime saldıracağını şaşırdı. Yardımcı Doç. Dr. Mahmut Akpınar, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kürt sorununun çözümüne yönelik çalışmaların örgütü telaşlandırdığını söyledi. Bu rahatsızlıktan dolayı, sadece Gülen Hareketinin değil, bölgedeki önemli din adamlarının da PKK tarafından karaladığını ifade eden Akpınar; “Marksist bir örgütün bölge üzerindeki uygulamaları sonucunda, bölgede din unsurunun etkisini yitirdiğini görebiliyoruz. Bu açıdan, 34 Aköz, Emre. PKK niye cemaate düşman kesildi? Sabah Gazetesi, 19.11.2011. 172 örgüt Türk ve Kürt halkının ortak paydası olan din unsurunun yeniden canlanmasını istemiyor. Örgüt bundan dolayı bazı din adamlarını montajlarla, iftiralarla değersizleştirmeye çalışıyor.”dedi. Sivil toplum kuruluşlarının bölgede pek fazla etkisinin olmadığını kaydeden Akpınar, bunun yerine eğitim faaliyetlerini yürüten bazı kurum ve kuruluşların mevcut olduğunu dile getirdi. Bu eğitim kurumlarının, geniş bir tabana yayılması ve örgütlü yapılanmalarından dolayı, PKK’nın bu yapılandan ciddi rahatsızlık duyduğunu ifade eden Akpınar şöyle konuştu: “Örgütün eğitim faaliyetlerini hedef almasının nedenleri arasında, eğitilen bölge insanın dağa çıkamayacağını biliyor. O kurumlardan geçmiş birinin dini değerlere, ülkenin değerlerine sahip çıkacağı düşüncesi ile PKK siyasal faaliyetlerinde etkili olamayacağı endişesi içerisinde. Örgüt bu açıdan, eğitim faaliyetlerinin geleceğine zarar vereceği düşüncesinde ve karşısında. PKK, bölgeden bu dini faaliyetleri yürüten kişileri çıkararak Stalinist bir baskı kurmayı hedefliyor. Dini unsurlar olmasın, var olanları da bir şekilde tehditle kaçıralım, düşüncesiyle bölgede baskı oluşturmayı hedefliyorlar. Amaçları kendi egemenlik alanlarını genişletmektir.” Türk uluslaşma sürecinde de İslam’dan önceki dine ait vurgular yapıldığını hatırlatan Mahmut Akpınar bu durumu, Kürt uluslaşma sürecinde de gördüğüne dikkat çekti. PKK’da İslam’ın Kürt kimliğini yıprattığı düşüncesinin hakim olduğuna işaret eden Akpınar; “Şimdi gecikmiş bir Kürt buluşması yaşanıyor. Maalesef PKK bunu yapıyor. 21. yüzyılda bu ulaşlaşmayı yaparken Kürtleri Zerdüştlük Dini’ne döndürmeyi amaçlıyor. Ancak pragmatist ve popülist bir takım temellerle Kürt halkını yanında tutmayı amaç ediniyor. Samimi olmaksızın, bir 173 takım imamlar çıkararak o insanlar üzerinde Kürtlerin hem Kürtçü damarlarını hem de dini duygularını tatmin etmeyi amaçlıyor.”ifadelerini kullandı. Mahmut Akpınar, bazı aydınların KCK operasyonlarına gösterdiği tepkiyi de eleştirdi. KCK operasyonlarının bu aydınlar tarafından perdelediğini düşündüğünü kaydeden Akpınar şöyle konuştu: "Bunlara, bazı beyaz aydınlar dediğimiz, sistemin kanını emen, sistemden sağladıkları avantajlarını sürdürmek için PKK ve KCK üzerinden ayrıcalıklarını sürdürmek eğilimlerindedirler. Bu liberal aydınların etkisinden yararlanan bir kısım aydınlarda o rüzgârın etkisi ile KCK’yı bilmeksizin, BDP’nin tanıtmalarıyla bu yapıyı ılımlı, şirin görme eğilimindedirler. Meselenin cemaate yansıtılmasına gelince bence orada bir saptırma var. Meselenin gerçek boyutlarını görmek istemeyenler hedef saptırıyorlar.” PKK’nın uluslararası boyutları ile ilgili değerlendirmelerde de bulunan Akdoğan, Ortadoğu yapılandırılırken uluslararası güçlerin, ülkeler arasında anlaşmazlıklar çıkarmak için PKK’yı yeniden yapılandırdığını savundu. Suriye ile İran’ın da bölgede müttefik olduğunu dile getiren Akpınar, Suriye’deki Esad Rejimi’nin ortadan kalkmasının bölgede en çok İran’a zarar vereceğini vurguladı. Suriye yönetimin değişmesinin ve demokratikleşmesi yolunda adımlar atılmasının bölgede Türkiye’nin varlığını güçlendireceğini anlatan Mahmut Akpınar, “Suriye'nin toplumsal yapısı Türkiye’ye yakındır. Dolayısıyla, İran’ın ve Suriye yönetiminin bu ülkede bir değişimin yaşanmasını sağlamak isteyen ülkelere karşı tavır alması, yaptırım 174 kullanması anlaşılabilir bir şeydir.” yorumunda bulundu (35). Güneydoğu’yu ve bölgeyi iyi bilen biri için, hatta sıradan bir vatandaş için bile şu durumu tesbit etmek zor değildi: "Burada bir PKK, bir de Gülen cemaati var." 30 yıldır PKK terörü ve "Kürt meselesi"nin çözümü konusunda atılmış en önemli adım, 2009’dan itibaren hamiyet sahibi bazı işadamlarının Doğu ve Güneydoğu'muzla kurmaya başlattığı "gönül köprüleri" oldu. Artarak devam eden bu faaliyet, yine hem terör hem de "Kürt meselesi"nin çözümünde eğitimle birlikte en önemli faktör olan din ve din kardeşliğinin bilhassa "Gülen cemaati" tarafından teoriden pratiğe aktarılmasıyla birlikte yürümektedir. Söz konusu gönül köprüleri ilk kurulmaya başladığı zaman, terör ve "Kürt meselesi"ni besleyen bazı iç ve dış çevrelerin bundan ne kadar büyük rahatsızlık duyduklarını içeride ve dışarıda bazı yayınlarda müşahede etmiştim. O günden başlayan bu rahatsızlıklar, 2011’den sonra daha üst perdeden ve daha geniş çevrelerce dile getiriliyordu. Türkiye'de KCK ve PKK operasyonlarına karşı çıkan ve devleti PKK ile masa başında buluşturmaya çalışan bazı liberal çevreleri anlamak için de Fethullah Gülen Hocaefendi'ye karşı duyulan ciddî bir rahatsızlığı görmek yetecektir.Meselâ, Kürşat Bumin, eline fırsat geçtiğini düşündüğünde bu rahatsızlığı bir şekilde dile getirir. Habermas'la karşılaştırılmak Hocaefendi'ye artı katkı yapacakmış gibi, bir zaman Hocaefendi'nin Habermas'la karşılaştırılmasını da eleştirmiş bulunan Bumin, meselâ, İsrail'in nükleer silahlarına karşı çıkmaz ama, İsrail'in var diye İran'ın da olmalı mı diye üst üste altı yazı yazabilir. 35 CHA. Terör örgütü PKK, köşeye sıkıştıkça ne yapacağını ve kime saldıracağını şaşırdı. 18.11.2011. 175 İsrail'in Gazze saldırısına ses çıkarmaz; bir şeyler söyleme mecburiyeti duyunca da İsrail'i bir cümle ile eleştirip, yazısının kalan kısmını Filistinlileri tenkide ayırır. Dünyadaki 50 milyon Yahudi'nin sadece 5 milyonunun İsrail devlet sınırları içinde, Ermenilerin çoğunluğunun diasporada yaşıyor olması Bumin için İsrail ve Ermenistan devletlerinin varlığına mâni değildir; fakat mültecî Filistinlilerin varlığının Filistin'dekilerden daha fazla olmasını, F. Taştekin, S. İdiz ve Amerika'nın Felluce katliamını bile savunabilmiş Cengiz Çandar'ı da yanına alarak, bir Filistin devletinin kurulmasına ve Türkiye'nin BM'de bunu desteklemesine mâni görür. Bumin, KCK ve hattâ PKK'ya karşı operasyonlara karşıdır; Hocaefendi'nin "kötek"ten başka bir şeyi hak etmeyen teröristlere hak ettiğinin verilmesi gerektiğini söylemesini eleştirir; fakat meselâ ABD'nin "el-Kaide" üzerinden Müslümanlara karşı sürdürdüğü terör savaşını, Üsame Bin Ladin'i hem de başka bir ülke toprağında, hem de yargılamadan öldürüp denize atmasını hiç kınamaz; zaten Ali Bayramoğlu da bu konuda, "saldırganı en ağır şekilde cezalandırmanın" haklılığından söz eder. Oysa Ladin 2007’de böbrek yetmezliğinden Pan Amerikan hastanesinde ölmüştü, operasyon tamamen çakmaydı. Terörstin miadı dolunca çöpe ayılır. PKK gibi örgütler uluslararası güçlerin oyuncağıdır. Yazar Bumin, Aysel Tuğluk'un seçimlerden 5 hafta önce sarf ettiği "Çok kötü şeyler olacak..." sözünü tehdit değil tesbit olarak niteler ama aynı günlerde Mahmut Alınak'ın "Seçimlerden sonra AKP hükümeti 6 ay içinde düşürülecek" sözünü duymaz. Tabiî, daha sonra PKK'nın Çukurca ve Silvan saldırıları aleyhinde tek kelime yazmadığı gibi, 25 askerimizin şehid edildiği son Çukurca saldırısı hakkında söylediği de sadece "8 koldan yapılan terör saldırısı" ifadesinden ibarettir; ne bu saldırıyı kimin 176 yaptığını kaydeder, ne de bir kınama cümlesi olsun sarf eder. BDP'nin özerklik ilanı çalışmalarını sadece zamansız görerek eleştirir; Öcalan için "bölücübaşı" tabiri kullanılmasını da kınar. AB'yi Egemen Bağış'a dayanarak bir barış birliği olarak gören Bumin, Almanya'da Türklerin vahşice öldürülmesini ise ne görür, ne duyar. "Türk Milleti" tabirinden ya da Türk Milleti'nin övülmesinden de öyle rahatsızdır ki, Sayın Ulaştırma Bakanımızın söylediği "Son yaşadığımız Van depremi bir kez daha göstermiştir ki, Türk milleti büyük bir millettir..." değerlendirmesini hazmedemez ve sanki sayın bakan "Türk milleti tek veya en büyük yardımsever millettir." demiş gibi, yardımseverliği millîleştirme olarak tenkit eder. "Kürt meselesi"ni, KCK ve PKK operasyonlarını anlamada işte bir ölçü (36). 36 Ünal, Ali. 'Kürt meselesi' ve 'Gülen Cemaati' rahatsızlığı. Zaman Gazetesi, 26.11.2011 177 Yedinci Bölüm KCK: Paralel Devlet 10 yıl önce bir kısmı gözaltına alınıp serbest bırakılan 300 PKK’lı, bugün KCK’nın ana kadrosunda yer alıyor. O zaman görmezden gelinen örgüt üyeleri, şimdi ülkeyi tehlikeye sürüklüyor. Planlardan biri, BDP’nin kapattırılması. KCK/PKK yapılanması, eylem türleri ve kirli, derin ilişkileriyle farklı bir örgüt profili çiziyor. Sıradan bir gerilla hareketi olmaktan çıkan örgütün tüm ayakları sürekli hareket ve gelişim hâlinde. Hem silahlı çatışmayı sürdürüyor hem kendilerine örtülü destek veren siyasetçilerin üzerindeki baskıyı sürdürüp olmadık işler yaptırıyor hem de topluma karşı psikolojik harekât uyguluyor. İddiaya göre, KCK/PKK, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) Anayasa Mahkemesi tarafından bir an önce kapatılmasını istiyor. Bunun için de parti temsilcilerini, KCK ile irtibatını güçlendirecek şekilde yönlendiriyor. Çünkü, bir Kürt partisi daha kapatılırsa oluşacak mağduriyet psikolojisi örgüte yarayacak. Hatta KCK, partinin kapatılması için mayıs ayını milat olarak seçti. Mayısa kadar ya dava açılmış olacak ya da parti, kapatılmayı sağlayacak eylemlerin içine çekilecek. Bu yönde talimatlar çoktan verildi. BDP’li siyasetçilerin “Ben de KCK’lıyım” diye kendini ihbar etmesinin altında yatan sebep bu. Diğer taraftan yargı organlarının yürüttüğü KCK operasyonlarının devam edeceği söyleniyor. Alınan 178 bilgilere göre, Abdullah Öcalan’ın avukatlarını da kapsayan operasyonların perde arkasında ilginç bilgiler var. Adı geçen avukatlar, Öcalan-Kandil-Avrupa arasında KCK’nın talimatlarını taşıyan kişilerden oluşuyor. Özellikle İrfan Dündar, yurtdışında olduğu için yakalanmayan Mahmut Şakar gibi kişiler avukat operasyonunun ‘kilit isimleri’ konumunda. Öcalan ile Dündar’ın 120, Mahmut Şakar’ın 74 görüşme yaptığı tespit edildi. Görüşmelerin çoğunda eylem kararı alındı ve sonrasında birtakım saldıralar gerçekleşti. Öcalan’ın Haziran 2004’ten itibaren avukatlar aracılığıyla KCK’nın silahlı kanadına saldırı talimatları verdiği artık kesinlik kazanmış durumda. Gözaltına alınan avukatların içinde Öcalan ile görüşmeyenler olsa da, çoğu KCK yapılanmasındaki ‘Hukuk birimi’ içinde yer alıyor. Öcalan’ın vekâlet verdiği avukat sayısı aslında 250 civarında ve önemli bölümü KCK yapılanmasında ismi geçmeyen kişilerden oluşuyor. KCK’nın örgüt şemasına bakıldığında operasyonların kimlere yapılacağı anlaşılıyor. KCK’nın ovadaki vesayetini sağlamanın vasıtası görülen kişi ve kurumlara karşı yeni operasyonlar yapılacağı söylenebilir. Zira bazılarına göre sıradan bir şema olarak nitelendirilen yapılanmanın unsurları bir bir harekete geçiriliyor. KCK/PKK bu şekilde canlı tutuluyor. KCK-BDP ilişkisinin bir an önce ortaya konulup partinin kapatılması örgütün istediği bir şey. Diyarbakır’da görülen KCK davasında çıkacak bir karar BDP’nin örgütün yan kuruluşu olduğunu ortaya çıkaracak, dolayısıyla partiyi suçlu konumuna getirecek. Bu sonuçların doğuracağı problemler hesaba katıldığında Türkiye’nin önümüzdeki süreçte yine KCK üzerinden bir kaosun içine sürüklenmek istendiği ifade edilebilir. 179 Peki, bazı siyasiler ve gruplar tarafından eleştirilen KCK operasyonları gerçekten haksız mı? Sorunun cevabını bulmak için, gözaltına alınan veya tutuklananların geçmişlerine bakmak gerekiyor. Mesela Öcalan’ın avukatlığını yapan hukukçuların önemli kısmının KCK sözleşmesinde geçen yemini ettikleri belirtiliyor. Aslında sorulması gereken soru şu: KCK yapılanması nasıl oldu da bir anda çok sayıda dernek, vakıf ve sendika içinde yer alabildi ve bazı kişiler üzerinden örgütü yönlendirmeye başladı? Bunun için biraz geriye gitmekte fayda var. Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanıp tutuklanmasından sonra örgüt bir bocalama dönemine girdi. Fakat, artık adına Ergenekon denen yapılanma daha önce PKK ile zayıflayan ilişkisini yeniden tesis etmeye başladı. ‘1999 Ergenekon-Analiz-Yeniden Yapılanma’ belgelerinde geçen ‘terör örgütleri ile işbirliği’ maddesi bu dönemde ortaya çıkıyor. Bu sürede dokunulmayan Ergenekon kendisini 2001’den başlamak üzere yeniden yapılandırdı. Son olarak 2002 yılında mevcudiyetini resmileştirdi. Bu belgelerin hepsinde ‘faydalanılması gereken terör örgütleri’ listesinde PKK hep bir numara oldu. Bir iddiaya göre, Ergenekon yapılanması örgütün yeniden yapılandırılması için harekete geçti ve bazı subaylar örgüte katıldı. 2001’de dağdakiler dâhil şehirde yaşayan 300 kişilik bir PKK’lı listesi güvenlik birimleri tarafından dönemin Adalet Bakanlığı’na sunuldu. Hatta o tarihte birçok kişi örgüte yardım ve yataklık ettiği gerekçesiyle gözaltına alınıp tutuklandı; ama tuhaf bir şekilde serbest bırakıldı. Örneğin bu kişilerden biri şu anda PKK’nın medya ayağının önemli ismi olan Baki Gül’dü. 300 kişilik listedeki kişiler hakkında somut deliller olmasına rağmen işlem yapılmadı, yapılanlar ise düzeltildi. Tuhaf bir el, 2001’de hazırlanan 300 PKK’lı listesini sümen altı etti. Aksiyon’un yıllar 180 sonra ulaştığı listede ilginç isimler var. Bugün adı KCK ile anılan ve yapının ‘beyin takımı’ olarak geçen kişilerin ismi ön planda. O listede adı geçenlere yönelik herhangi bir hukuki işlemin yapılmamış olması PKK’yı yeniden toparlamaya yetti. 2002 örgütün yeniden dirildiği yıldı. Sonrasında 2004’te çıkartılan ‘savaş’ kararı ile KCK/PKK güçlenerek ortaya çıkan bir yapı oldu. Bugünkü neticeden dönemin Adalet Bakanlığı sorumlu tutuluyor. İşin ilginç tarafı, şu anki KCK davasında adı geçenlerin yüzde 90’ı 2001’deki listede yer alıyor. Bu kişiler KCK’nın ana damarlarını oluşturan mevkilerde görevli. Yine güvenlik güçleri tarafından 2010’da hazırlanan 300 kişilik bir başka listede aynı kişilerin adı geçiyor. Ancak bu kez iş şansa bırakılmadı. Bazı şahıslar KCK operasyonlarında gözaltına alınırken bazılarının ismi yerel güvenlik birimlerine ve gümrük kapılarına verildi. Bu isimler aynı zamanda İnterpol’e bildirildi. Listede Aleviler üzerinde ayrıca çalışılmış. KCK’lıların yüzde 40’ının Alevi kökenli olduğu ileri sürülüyor. Özellikle Tunceli kökenli Alevilerin örgütteki varlığının artması ayrı bir tartışma konusu. Kripto Ermeniler olarak işaretlenen isimler de dikkat çekiyor. KCK/PKK yapılanmasının kendi yayın ve medya organları aracılığıyla psikolojik savaş yürüttüğünü söylemek mümkün. Bu savaşı veren, çoğu zaman bazı sivil toplum oluşumlarına yönelik kara propaganda yapan ve KCK’nın yayın akışını düzenleyen üç isim ön plana çıkıyor: Baki Gül, Mustafa Karasu ve Duran Kalkan. Bu kişilerin ortak noktaları bir hayli fazla. Örgütte ‘yönetici’ adına birçok açıklamayı bu kişiler yapıyor. Bu şahıslar özellikle Fethullah Gülen Hareketi’ne yönelik başlattıkları kara propaganda ile Kürtler üzerinde etkili olmaya çalışıyor. Üç kişinin derin kadronun bir parçası olması ve birlikte çalışması dikkat çekici. Duran Kalkan ve Mustafa 181 Karasu, PKK’nın kuruluş aşamasında yer alan ve Ankara Grubu olarak bilinen ekipten. Özellikle Karasu’nun Ergenekon bağlantısı, tanıklar ve birtakım belgelerle sık gündeme geldi. Örgütün şahin kanadını Cemil Bayık ile birlikte bu kişiler yönetiyor. Fakat örgütte sevildikleri pek söylenemez. Hem Kalkan hem de Karasu’nun muhtemel bir operasyonda Türk güvenlik güçlerinden çok, kendi militanları tarafından öldürülmekten korktuğu belirtiliyor. Bu aynı zamanda onların sağ ele geçirilmesini istemeyenlerin de beklentisi. Derin devlet ve KCK/PKK, üç kişinin sağ ele geçirilmesi durumunda örgütün bütün karanlık ilişkilerini ortaya dökmelerinden korkuyor ve bu yüzden tetikte bekliyor. Dolayısıyla bu kişilerin hayatta kalma şansları neredeyse yok gibi. Derin kanatla birlikte çalışan ancak pek bilinmeyen diğer isim Baki Gül ise ‘Derin’ kadronun önemli ayağını oluşturuyor. PKK yanlısı TV ve gazetelerde boy göstermesiyle tanınan Gül’ün geçmişinde izah etmekte zorlandığı karanlık noktalar bulunuyor. Sümen altı edilen 300 kişilik listede adı kırmızı kalemle çizilenlerden. Gül’ün karanlık ilişkileri örgüt içinde de biliniyor. Tunceli merkeze bağlı Okurlar nüfusuna kayıtlı 1974 doğumlu Gül’ün adı ‘derin kadronun basıncısı’ olarak geçiyor. 2001 yılında adı listede olmasına rağmen Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen basın konferansına katıldığını tanıklar anlatıyor. Zaman zaman kırsalda bulunan, örgüt kamplarını dolaşan Gül, ‘PKK medyasının her şeyi’ olarak da anılır. 2004 yılında hakkında örgüt üyeliğine dair çok sayıda belge ve delil olmasına rağmen adliyede serbest bırakılması kafaları karıştırdı. Çünkü kendisinden daha az örgüt bağlantılı olan arkadaşları tutuklanıp cezaevine gönderilirken, o ‘gizli el’in kurtardıkları arasındaydı. KCK/PKK içinde başlayan ve giderek derinleşen diğer bir kavga Alevi-Sünni çatışması. Derin Alevi kanat çözüm 182 istemiyor ve sürecin bu şekilde devam etmesinden yana. Örgütte hayli etkili konumda olan Aleviler KCK/PKK yapılanmasını da şekillendirecek güce sahip. Ancak Sünni PKK’lılarla son dönemde araları açılıyor. Önce Zazalarla çatışmaya giren Aleviler onları örgütten uzaklaştırmayı başardı. Şimdi ise Sünni örgüt mensuplarını sindirmeye çalışıyorlar. Kendilerinden yana olmayanları yetkisizlendiren Derin Alevi kadro şu anda örgütün tek hâkimi durumunda. Onlar KCK’yı yönlendirdiği gibi, örgüt adına resmî görüşmeleri de yapıyor. Mustafa Karasu isminin sık sık görüşmelerde geçmesi boşuna değil. KCK yapılanması şeması içinde siyasi alan kısmında yer alan Kürdistan Aleviler Birliği, tam bir örgüt okulu olarak çalışıyor. KCK bir dönem DHKP-C’nin etkili olduğu ve kullandığı Alevi vatandaşlarımızı aynı yöntemle kullanıyor. Daha çok “Ali’siz Aleviliği” savunan ve İslamiyet karşıtı bir propaganda yürüten örgüt, Alevileri, dinî duygularını istismar ederek örgüte kazandırıyor. İstihbarat birimleri, son dönemde örgüte katılanların dinî-mezhebî profilini çıkarmış. Buna göre, örgüte katılanların yüzde 60’ı Alevi kökenli, yüzde 35’i Sünni, yüzde 5’i ise diğer dinlere mensup. Aslında bu durum geçmişten beri devam ediyor. 300 kişilik listede Tuncelili ve Alevi olarak geçenlerin sayısı ise 25. KCK, Kürtleri fişliyor KCK/PKK yapılanmasının kent meclislerine bağlı mahalle örgütlenmeleri adı altında istihbarî bilgi toplama dışında bölgede yaşayan Kürt vatandaşları da bir bir fişlediği ortaya çıktı. Operasyonlarda ele geçirilen dokümanlar arasında çok sayıda kişiye ait özel bilgilere ulaşıldı. Bu bilgiler Diyarbakır merkeze gönderilmek üzere her ilin Kent Meclisi tarafından tanzim ediliyor. 28 Şubat’takileri aratmayan türden fişlemeler dikkat çekici ayrıntılar içeriyor. Örneğin, bir şahısla ilgili fişlemede maaşı, kaç 183 çocuğu olduğu, çocuklarının yaşı, hangi okula gittikleri, bir cemaat veya vakıfla ilgisi olup olmadığı gibi bir dizi soruya cevap aranıyor. A. isimli şahıs hakkında tutulan fişleme raporunda şöyle deniyor: “Bu Kürt bizden değildir. Kendisi Kürt, karısı Kürt ve yerli olmasına rağmen örgüte yardım ve destekte bulunmuyor. Üç çocuğu var. Bir çocuğu … cemaatine ait okuma salonuna gidiyor. Ama büyük kızı bir yere gitmiyor, biz bunu kullanabiliriz. Ayrıca aile namaz kılıyor ve x televizyonlarını seyrediyor. Küçük oğulları girdiği sınavlarda başarılı oluyor, xx dershanesine devam ederse gerçek bir Kürt olmaktan çıkacaktır. Bu ailenin en az bir ferdini kazanmalıyız.” Kişilerin ne zaman eve girip çıktıkları, hangi komşularıyla samimi oldukları dahi fişlemelerde yer alıyor. Gizlenen listeden bazı isimler 2001 tarihinde hazırlanan, dağdaki teröristleri kapsayan ancak onlara yardım eden veya onlarla irtibatlı olanların da yer aldığı listede ilginç isimler bulunuyor. Bugün KCK yapılanmasında da bu isimleri görmek mümkün. Söz konusunu listede şu anda örgütten ayrılanlar da var. Bunlardan biri Osman Öcalan. Hâlen geçerli olan isimlerden bazıları ise şöyle: Zübeyir Aydar, Remzi Kartal, Rıza Altun, Duran Kalkan, Murat Karayılan, Ali Haydar Kaytan, Gülüşan Sever, Sakine Cansız, Nilüfer Koç, George Aryo, Gönül Tepe, Nuriye Kespir, Muzaffer Ayata, Sabri Ok, Makbule Eksen, Dündar Alparslan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Dursun Ali Küçük, Pınar Yıldırım, Mustafa Okçu, Suna Parlak, Rukiye İncesu, Baki Gül, Reşat Ok, İrfan Dündar, Mahmut Şakar, Osman Özçelik, Hüseyin Cengiz, Fatma Gül, Mehmet Gündüz, Nedim Seven, Ruhşen Mahmutoğlu, Hamit Bayram, İsmet Öğet, Fehmi Atalay, İsmail Nazlıkul (Kasım Engin), 184 Nurettin Demirtaş, Sebehat Tuncel, Bengi Yıldız, Nejdet Atalay, Lokman Özdemir (37). Akit'in Ankara Temsilcisi ve Yazarı Yener Dönmez, Öcalan'ın orijinal el yazısı ile verdiği eylem talimatına ulaştı. Mektubu Öcalan Temmuz 2011’de yollamıştı. Öcalan'ın İmralı'dan örgütü yönettiği; avukatları aracılığıyla sözlü ve yazılı talimatlar ilettiği çokça yazıldı çizildi.. Ama bizzat Öcalan'ın kaleme aldığı böyle bir mektuba hiçbir gazeteci ulaşamamıştı. 10 sayfalık bu mektup çoğaltılarak tüm örgüt üst yöneticilerine dağıtılmıştı. Nitekim mektup Siirt Pervari'de 19 Ağustos 2011'de güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölü ele geçirilen sözde Botan Eyalet Sorumlusu Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer'in cebinden çıktı. Öcalan'ın mektubu örgüt yöneticilerine avukatları aracılığı ile ulaştırıyordu. Öcalan önceden kaleme aldığı 10 sayfalık talimat mektubunu avukatlarına, emniyet güçlerinin ele geçirdiği tarihten 23 gün önce yani 27 Temmuz 2011'de yaptığı görüşmede verdi. KCK operasyonunda gözaltına alınan avukatların Öcalan'dan aldıkları talimat mektubunu çoğaltarak, BDP ve KCK yöneticileri üzerinden Kandil'deki örgüt yöneticilerine ulaştırmıştı. Mektubun bir başka nüshasının ise PKK'ya yakın olan ANF ve Roj Tv gibi yayın kuruluşlarına dağıtıldığı ve bu sayede kamuoyunun yanlış yönlendirilmeye çalışıldığı ortaya çıktı. Şok mektupta terörist başı, PKK militanları ve KCK yöneticilerine talimatlar yağdırıyor; örgütün pasif durumdan çıkarak, aktif olarak eylemler yapmasını emrediyordu. Öcalan, mektubunda şöyle diyordu: “Kandil de, BDP de şunu bilmeli, ikide bir ‘Biz halkı tutamıyoruz, biz kitleyi durduramıyoruz, kitle patlama noktasındadır' diyorlar. Bırak o zaman patlıyorsa patlasın. ‘Sorun 37 Söylemez, Haşim. KCK’nın amacı BDP’yi kapattırmak. Aksiyon. 30.11.2012. 185 çözülmezse devrimci halk savaşını başlatırız, savaşa da barışa da hazırız' diyorlar. Seni tutan mı var, yap! Yapar mısın yapamaz mısın sen bilirsin.” Nitekim mektuptan 23 gün sonra 19 Ağustos'ta örgütün sözde Botan Eyalet Sorumlusu Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer'in asker kıyafetiyle şehre inerek, Pervari'de karakola saldırı gerçekleştirmiş, çıkan çatışmada ölü ele geçirilmişti. Öcalan'ın talimat mektubu bu örgüt yöneticisinin cebinden çıkmıştı. 19 Ağustos 2011'deki bu saldırıyı gerçekleştiren Zerdeşt Kod adlı Ali Gezer ile Ferzat Nucevan adlı PKK'lı alkollüydü. Teröristlerin adli tıp raporlarında incelemenin iki gün sonra yapıldığı ve saldırı anında teröristlerin yaklaşık 150 promil alkollü oldukları tespitine varıldı. Başbakan Erdoğan, örgüt yöneticilerine ulaştırılmış olan bu şok Öcalan mektubundan haberdar edildi. Devletin zirvesinde bir dizi görüşme gerçekleştirildi. Başbakan Erdoğan ve devletin zirvesine, Öcalan'ın dağa nasıl eylem talimatı verdiğinin yol haritası en ince ayrıntılarına kadar anlatıldı. Öcalan'ın avukat görüşmelerinin engellenmesi kararı, ele geçen bu mektup ve ardından yapılan görüşmeler üzerine alındı. Böylelikle Başbakan Erdoğan'ın “Öcalan İmralı'dan PKK'ya talimatlar verdiği için görüşmeleri yasaklandı” açıklamasının perde arkası aralanmış oldu. Terörist başının 10 sayfa olarak kaleme aldığı mektubun tamamı incelendiğinde PKK ve KCK'ya yönelik talimatların yer aldığı göze çarpıyordu. Öcalan mektupta örgütün artık pasif durumdan çıkmasını ve aktif olarak eylemler yapmasını emrediyordu. Öcalan'ın mektubunda Kandil ve KCK'yı pasif davranmak ve eylem yapmamalarından dolayı sıkça eleştirmesi de dikkat çekiciydi. Terörist başı çokça “sözün bittiği yerdeyiz” ifadesini kullanarak, artık silahlı olarak devrimci mücadelenin olması gerektiği uyarısında bulunuyordu. 186 Başbakan Erdoğan ve Türkiye'ye hakaretler savuran Öcalan, mektubunda iki gazetecinin isminden ise olumlu bahsediyordu. Bunlar Cengiz Çandar ile Ahmet Altan idi. Öcalan mektubunda direkt Taraf Genel Yayın Yönetmeni ve Yazarı Ahmet Altan ve Radikal Yazarı Cengiz Çandar'a hitap ediyordu. Terörist başı mektubunda Cengiz Çandar'ın Kürt raporuna ilişkin “Cengiz de bir şeyler yazmış. Bir şeyler anlatıyor ama o da derinliğini anlamamış. Çok yetersiz kalıyor. Hepiniz birbirinize benziyorsunuz, tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” diyordu. Öcalan mektupta şunları söylüyordu: “Açık bir şekilde KCK'ye de, Devlete de söylüyorum. Beni taşeron olarak kullanamazsınız. KCK de beni taşeron olarak kullanıyor. AKP de gelen heyeti taşeron olarak kullanıyor. Her iki taraf da beni taşeron olarak kullanmaya çalışıyor.” “Kandil de bana ‘Yazdıklarınızdan çok istifade ediyoruz, önümüzü aydınlatıyorsunuz' diyor. Her iki taraf da beni idare ediyor. Aslında bu bir şantajdır. Her iki tarafın da beni taşeron olarak kullanmasına son veriyorum. Bugün itibariyle buna son veriyorum.” “Türkiye de ikide bir ‘Bitireceğiz, şöyle bitireceğiz' diyor. Eğer bitirmezsen senden daha rezili yoktur. İşte ‘İşte Sri Lanka gibi olacak' diyorlar. Eğer 300 uçağı kaldırıp Kandil'i bombalamazsan, eritemezsen sen de şerefsizsin. Sen de hazırsan Sri Lanka olmadığını ispatla o halde...” “Ahmet Altan yazısında savaşın gümbür gümbür geldiğini, bunu durduracak tek kişinin ben olduğumu yazıyor. İyi de ben burada ayda-yılda bir yaptığım bir-iki saatlik görüşmeyle mi bunu başaracağım? Yapabiliyorsa o koşullarda gelsin kendisi yapsın. Ona söylemeli Öcalan rolünü oynaması için hükümetin adım atması lazım, irade göstermesi lazım. Onlar da üzerine düşeni yapmalı. 30 187 yıldır Kandil tüm yükü omuzlarıma atmış. Kandil'i de uyarıyorum. 30 yıl dışında 13 yılda burada sırtımda taşıyorum. Benim bu önderlik tarzıma alışmışlar. Benden bu Önderlik tarzımdan sürekli yardım almaya çalışıyorlar. BDP onlar o kadar konuşacaklarına doğru-dürüst karar versinler. Kararlarını da uygulasınlar.” (38). Başbakan Erdoğan, Ekim 2011’de Makedonya’ya yaptığı gezi dönüşü uçakta gazetecilere, bazı Alman vakıflarının BDP'li belediyeler üzerinden PKK'ya yardım ettiklerinin tespit edildiğini açıklamıştı. Erdoğan'ın işaret ettiği Alman vakıf ve dernekleri, Heınrich Böll Stiftung Derneği, Konrad Adenaeur Vakfı, Friedrich Ebert, Friedrich Naumann isimli kuruluşlardı. Polisin yaptığı KCK operasonları kapsamında Profesör Büşra Ersanlı'yı tutuklaması Almanları kızdırmıştı. Çünkü Ersanlı, bu Alman kuruluşlardan biri olan Heınrich Böll Stiftung Derneği tarafından Türkiye'nin iç meselelerinin konuşulacağı yuvarlak masa toplantısına katılmış ve KCK’nin gölge Kürdistan devleti kurulması projesine akademik destek vermişti. 14 Eylül 2011 günü Heınrich Böll Stiftung Derneği'nin Ersanlı ile kurduğu irtibat Ersanlı'nın sorgu tutanağına da yansıdı. Soruşturmada ayrıca, KCK'nın İstanbul yapılanmasında görev alan birçok örgüt mensubunun yanı sıra Osman Kavala'nın da Heınrich Böll Stiftung Derneği'ndeki toplantılara katıldığı belirlendi. Ersanlı'nın, PKK'lı öğrencilere Marmara Üniversitesi'nde Yüksek Lisans kontenjanı ayarladığı da ortaya çıktı. Savcılık kararıyla bir süredir telefonları dinlenen Ersanlı ile Yüksel isimli bir kişi arasında geçen görüşmede, PKK'nın yayın organlarından Dicle Haber Ajansı'nda çalışan 4 kişiye Marmara üniversitesi Ortadoğu 38 Dönmez, Yener. Apo'dan Elyazılı Talimatlar. Akit. 27.11.2011. 188 Enstitüsü'nde Yüksek Lisans kabulü almalarını istediği görülüyordu. Ersanlı görüşmede sınava giren 4 kişinin durumuyla ilgileneceğini söylüyordu. Ersanlı, BDP Parti Meclisi üyesiydi. Marmara Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışıyordu. Spekülatör George Soros'un Helsinki Yurttaşlar Derneği'nin kurucularındandı.1972 yılında TİİKP örgütü içerisindeki faaliyetlerinden dolayı tutuklanmıştı. Bu davada "Hükümetin izni olmadan belli ideolojide veya yurtdışı destekli cemiyetleri kurmak ve işletmek suçundan 15 yıl ağır cezasına çarptırılmış ama çıkarılan af kanunuyla 1974 yılında tahliye edilmişti. Eski eşi İş Adamı Mehmet Ali Zarifoğlu geçmişte TİKB örgütü mensubu olarak faaliyet gösterdiği için çeşitli tarihlerde gözaltına alınmıştı. Doğu Perinçek'in kurucusu olduğu Türkiye İşçe Köylü Partisi'nde faaliyet göstermiş ve 1970 yılında bu gazeteyi dağıtırken gözaltına alınmıştı. Diğer eski eşi Lazare Cem Behar da öğretim üyesiydi. Ablası Fatma Sırma Evcan, İşçi Partisi Genel Başkanı ve halen Ergenekon davasında tutuklu yargılanan Doğu Perinçek'in eski eşiydi. Emine Büşra Ersanlı Van ve İstanbul'daki Siyaset Akademilerinde Toplumsal Cinsiyetçilik Dersleri veriyordu. Ayrıca, Siyaset Akademilerinde ders verecek eğitimcileri yetiştiriyordu. Ersanlı'nın verdiği derslerde, PKK kaynaklarını kullandığı ve PKK'nın ideolojik çerçevesi içinde hareket ettiği açıktı. Örneğin derslerinde kullandığı ve evinde yapılan aramalarda ele geçirilen "Kadının Toplusal Sözleşmesi" isimli doküman, PKK'nın kadın yapılanması olan Partiya Azadiya Jin a Kurdistan'ın anayasasıydı. Sözde siyaset akademilerinde sınıflara PKK'lıların isimlerinin verildiği görülüyordu. O sınıflardan bazıları şöyleydi: Sınıflardan birine ismi verilen Müslüm Doğan, 18 yaşında iken Abdullah Öcalan'ın yakalanışının protesto 189 edildiği Adıyaman'da 2010 15 Şubat'ında düzenlenen eylemde kendini ateşe vererek hayatını kaybetmişti. Şerzan Kurt da, Muğla Üniversitesi'nde öğrenci olduğu sırada 12 Mayıs 2010 tarihinde öğrenci olaylarında hayatını kaybetmişti. Aydın Ertem ise, Diyarbakır Dicle Üniversitesi'nde öğrenci iken 6 Aralık 2009 tarihinde terör örgütü adına korsan gösteri ve yürüyüş eyleminde çıkan olaylarda hayatını kaybetmiş bir isimdi (Bugün, Habervaktim, 2011). Ersanlı'nın da aralarında bulunduğu KCK tutukluları tarafından Siyaset Akademileri'nde verilerin derslerin, terör örgütünün Kandil'deki kamplarında verdiği derslerle birebir aynı olduğu görülüyordu. İşte PKK'nın dağdaki kamplarda verdiği dersler ile KCK'nın Siyaset Akademileri'nde verilen derslerin karşılaştırılması: 190 Abdullah Öcalan'ın talimatıyla, PKK'ya nitelikli kadrolar yetiştirmesi için kurulduğu tespit edilen siyaset akademilerinde eğitimler veren Büşra Ersanlı'nın evinde ele geçirilen el yazması dokümanlar, siyaset akademilerinin işlevi konusunda önemli ipuçları veriyordu. Siyaset akademilerindeki eğitim müfredatı ile PKK'nın dağ kamplarındaki eğitim içeriğinin aynı olduğu görülüyor. Büşra Ersanlı'nın el yazması notlarında, PKK'nın terör örgütü listesinden çıkması gerektiğinden, Kürt devletinin kurulması için şartların uygun olduğundan, özerkliğin tek taraflı olmayacağı ama devlet kurmanın tek taraflı olabileceğinden, Kürdistan devletinde tüm kamusal alanların Kürtler tarafından yönetileceğinden bahsediliyordu. Büşra Ersanlı'dan ele geçirilen belgeler arasında, Siyasi Partiler ve Sivil Toplum Örgütleri Komisyonu tarafından hazırlanan bir rapor da bulunuyordu. Raporda iki başlık altında yapılan faaliyetlerle ilgili değerlendirmelere yer verilmişti."İkinci Etap Faaliyetimiz" 191 başlığında; "KCK Diyarbakır davası duruşmalarına dönük yapılan çağrı, görüşme ve iletişimlerdir. İstanbul, Ankara ve Diyarbakır merkezli yürüttüğümüz bu çalışmada planlanan, öngörülen ve Hedeflenenlere ulaşıldığı gerçekleşen duruşmalar sürecinden gözlemlenerek, görülmüş" ifadelerine yer verilmişti. 2009'da Diyarbakır'da açılan KCK davasın baskı altına alınmasına yönelik faaliyetlerin raporlaştırıldığı görülüyordu. KCK duruşmalarına yönelik, dava duruşmalarının izlenmesi ve destek sağlanması faaliyetlerinin ilk 3 gününün değerlendirildiği raporda, KCK duruşmalarına destek veren STK, gazeteci yazarlar ve aydınlar isim isim yer verilmiş durumdaydı. Raporda Gazeteciler/Yazarlar başlığı altında, Cengiz Çandar, Ruşen Çakır, Altan Öymen, Oral çalışlar, Murat Belge gibi kamuoyunun yakından tanıdığı ve KCK soruşturmasına ilk günden karşı çıkan isimler dikkat çekiyordu. 11 Kasım 2010 tarihli 4 sayfalık raporun son değerlendirme cümlesinde ise; Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Altan Öymen ve Murat Belge'nin isimlerine tekrar yer verilerek, bu isimlerin yanısıra birçok gazeteci, düşünür ve televizyon kanalları haber ve yorumlarla beklenen istikamette bir yayın politikası izlemişlerdir ifadeleri yer aldı. KCK duruşmalarına destek veren akademisyen arasında Osman Kavala, Eşber Yağmurdereli ve Gencay Gürsoy isimleri dikkat çekiyordu. Büşra Ersanlı'nın, terör örgütü PKK'nın ortalığı savaş alanına çevirdiği molotoflu eylemlerine de katılmıştı. Ersanlı'nın, Hatip Dicle'nin adaylığının YSK'da iptalinin ardından 26 Haziran'da Taksim'de düzenlenen eylemde yerini aldı. Hatip Dicle'nin milletvekilliği adaylığının düşürülmesi üzerine PKK yandaşları tarafından 26 Haziran 2011'de Taksim meydanında izinsiz protesto eylemi gerçekleştirilmek istenmişti. BDP organizesinde 192 Cevahir İşmerkezi önünde Halaskargazi caddesi üzerinde toplanan kalabalık, polisin izin vermemesi üzerine, yolu trafiğe kapatmış, yüzleri kapalı PKK yandaşları da etrafa molotof atarak, taşlı sopalı saldırılarda bulunmuştu. PKK yandaşlarının gerçekleştirdiği bu eylemlerde toplam 9 polis yaralanırken, 28 işyerinde ve park halindeki araçlarda hasar meydana gelmiş, olaylar sonrasında 42 PKK sempatizanı gözaltına alınmıştı. Operasyon öncesi şüpheler üzerine telefonları dinlenen Prof. Ersanlı'nın yaptığı bir görüşmede polis gazından etkilendiğini söylüyordu. Resmi dinleme kayıtlarına göre, Ersanlı, 22 Haziran 2011 günü Meral Danış Bektaş isimli şahısla telefonda konuşurken, polis gazı yediğini anlatıyordu. Büşra Ersanlı'nın sadece Hatip Dicle'nin adaylığının iptal edilmesi sonrasında değil, başka birçok PKK sempatizanının düzenlediği yasadışı protesto eylemine katıldı. Soruşturma dosyasına yansıyan başka bir bilgide de Ersanlı'nın PKK marşı söylediği ve Öcalan lehine sloganlar attığıydı. Ersanlı'nın 27 Mart 2011'de “Kürt sorununda yürütülen çözümsüzlük politikalarına tepki vermek” adı altında İstanbul Demokratik Kent Konseyi ve Barış ve Demokrasi Partisi'nin desteğiyle Taksim'de çadır kurularak bekleme eylemi olduğu kesindi. Bekleme eylemine katıldığı belirlenen Ersanlı'nın diğer eylemciler ile birlikte PKK terör örgütünün marşlarının söylemiş ve Abdullah Öcalan lehine slogan atmıştı. Soruşturma dosyasına yansıyan bu bilgiden de Ersanlı'nın, PKK yandaşlarının 22 Haziran 2011'de İstanbul Taksim'de gerçekleştirdiği ve Tarlabaşı Bulvarı'nın trafiğe kapatılması ile İETT otobüsüne hasar verilmesi ve 1 polis memurunun yaralanması ile sonuçlanan eyleme katıldığı anlaşılıyordu (39). 39 Bugün, Habervaktim.com. İşte Büşra Ersanlı Gerçeği. 17.11.2011. 193 "KCK operasyonlarını eleştirenler, Türkiye'nin vücuduna yeni kanser hücreleri zerk ediyorlar"dı. Bugün gazetesinde yazan eski savcı Gültekin Avcı, KCK'nın HPG adına yaptığı açıklamaları sorguladığı yazısında, 'PKK'nın KCK bünyesinde bir ideolojik cephe' olduğunu ifade etti. KCK'nın gençleri dağa çağırdığını belirten Avcı, KCK'nın bu eylemlerinin dahi operasyonların bugünkü yoğunlukta yapılmasını gerektireceğine dikkat çekti. BDP'nin bir siyasi parti olmadığını belirten Avcı, "KCK'yı maskelemek ve dikkatleri üzerine çekmek için sahneye sürülen çekici bir mankendir." dedi ve bu partinin misyonunun "İşgal ettiği siyasal statünün hak ve imtiyazlarına dayanarak KCK'yı mümkün olduğunca demokratik siyasal alan içine gizlemek ve konuşlandırmak" olduğunu ifade etti. PKK'nın sıkça çökertilen web sitelerinden birinde TSK'nın hava operasyonunda ölen üst düzey 7 teröristle ilgili KCK açıklaması vardı. 21 Ekim 2011 tarihli açıklama hâlâ sitede duruyordu. Hava operasyonunda ölen teröristlerden Rüstem Cudi KCK Yürütme Konseyi üyesiydi. PKK'nın askeri aparatı olan HPG Askeri Konsey Üyesi Guhar Çekirge, HPG Askeri Konsey Üyesi Alişer Koçgiri de hava operasyonu sonucu ölenler arasındaydı. Kalan 4 kişi PKK-HPG militanıydı. KCK Yürütme Konseyi ne diyordu açıklamasında? "Bu değerli öncü konumundaki arkadaşlarımızın şahadeti bizler için ciddi bir kayıp ve acı verici bir olaydır. Bu değerli komutan ve savaşçı arkadaşlarımızın şahadetinden dolayı tüm Kürdistan halkına başsağlığı diliyoruz. Onların anısını, özgürlük mücadelesini yükselterek yaşatacağımız sözünü tüm kamuoyun önünde veriyoruz." Çukurca'da 24 asker evladımızın haince şehit edilmesinden sonra KCK yine açıklama yapmıştı: 194 "Kürdistan halkının öz evlatları olan HPG komuta ve savaşçısının bu fedai ruhu ve performansı olduğu müddetçe hiç kimse Kürt halkının iradesini yok sayamaz ve istediği gibi saldırı yapamaz. Bu büyük devrimci eylemde şahadete ulaşan 7 HPG savaşçısının direnişi ve kahramanlığı büyük bir gerçeği ifade etmiş ve bu yiğitlerin şahsında büyük bir başarıya imza atılmıştır." KCK, 24 askerimizin şehit olduğu Çukurca saldırısının, hava operasyonunda öldürülen HPG teröristlerinin anısı için gerçekleştirildiğini açıkça ilan etti. KCK, PKK terör örgütünün askeri aparatı HPG adına neden açıklama yapıyordu acaba? Yapabilirdi zira PKK KCK bünyesinde bir ideolojik cepheydi. KCK'nın bu açıklamalarını özellikle KCK operasyonlarını eleştirenler okumalıydı. Hele KCK'nın şu ifadeleri her şeyi açıkça ortaya koyuyordu: "...Hareketimizin bütün komuta, kadro ve savaşçılarını, tüm değerli sempatizanlarını, gerillada ve serhildanda mücadeleye tüm gücüyle katılmaya, Kürdistan gençliğini gerilla saflarına katılarak kahraman şehitlerimizin anılarına sahip çıkmaya çağırıyoruz." Açıklamaların hepsi PKK'nın veya PKK askeri aparatı HPG'nin değil KCK'nın açıklamalarıydı. Bazı KCK körleri yazar ve akademisyenler olaya şaşı bakıyordu. Oysa KCK, Kürt gençlerini açıkça dağlara çağırıyordu. Siyaset veya piknik yapmak için değil tabii ki. Size hukukun gereği olan KCK operasyonlarını bile eleştirme haddi veren, demokratik sisteminizi koruyan güvenlik güçlerinizi kanlı bir şekilde kucağınıza vermek için çağırıyordu. Bu zamana kadar KCK diye bir şey bilinmeseydi de sadece bu açıklamalar görülseydi bile, KCK operasyonlarının bugünkü yoğunlukta yapılması gerekirdi. Gazeteciliği, hukukçuluğu, aydın kimliği de bir tarafa bırakın. KCK'nın 195 bu açıklamalarını okuyan normal, orta zekâlı bir vatandaş KCK'nın PKK'dan daha vahim ve şümullü bir yapı olduğunu anlardı. Şunu artık herkes anlamalıydı: BDP diye bir gerçeklik yoktur. Böyle bir siyasal parti de yoktur. BDP, KCK'yı maskelemek ve dikkatleri üzerine çekmek için sahneye sürülen çekici bir mankendir. BDP'nin misyonu; işgal ettiği siyasal statünün hak ve imtiyazlarına dayanarak KCK'yı mümkün olduğunca demokratik siyasal alan içine gizlemek ve konuşlandırmaktır. Ayrıca KCK kadrolarında yoğun sayıda BDP siyasi kimliklerine görev verilmesinin sebebi, Selahattin Demirtaş ve Hasip Kaplan'ın söylemiyle "hepimiz mi teröristiz" imajıyla KCK soruşturmalarının ciddiyetini darbelemek ve terör örgütselliğine siyasal meşruiyet kazandırmaktır. KCK operasyonları çok geç kaldı. Umarım kanser metastaz yapmamıştır. KCK operasyonlarını eleştirenler, Türkiye'nin vücuduna yeni kanser hücreleri zerk ediyorlardı (40). Prof. Büşra Ersanlı gözaltına alınmıştı ama 2012’de KCK davasında başta Almanya ve ABD’nin baskısıyla ilk salıverilen tutuklu olmuştu. Neymiş, acaba KCK operasyonları abartılıyor muymuş! Profesör olunca tüm suçlardan ömür boyu beraat ilamı mı veriyorlardı? General fetişizminden kurtulduk şimdi de akademisyen fetişizmi mi başlamıştı? Ersanlı'nın neden soruşturulduğu açıktı. Terör suçunu sadece elinde silah olanlar veya fiilen saldırıda bulunanların işlediğini kabul ederseniz, Öcalan'ı derhal serbest bırakmanız gerekirdi. Murat Karayılan'ı elinde silah adam öldürürken gören var mıydı? Ama yana yakıla arıyorsunuz adamı. 70.000 kişinin ölümüne imza atan Peru'daki Aydınlık Yol terör örgütünün lideri felsefe 40 Avcı, Gültekin. Yeni Kanser hücreleri zerkediyorlar. Bugün gazetesi. 17.11.2011. 196 profesörü Dr. Guzman da elinde silah sağa sola ateş açmamıştı. Şamil Tayyar, BDP/ KCK/ PKK ilişkilerine dair açıklamalarda bulundu. BDP'lilerin ikili oynadığını belirten Tayyar, bunun sebeplerini açıkladı. AK Parti Milletvekili Şamil Tayyar, bazı BDP'li milletvekillerinin dost sohbetlerinde KCK operasyonlarını yerinde bulduklarını ifade ettiklerini fakat, PKK vesayeti nedeniyle bunu resmi açıklamalarına yansıtamadıklarını belirtti. Tayyar, KCK operasyonlarıyla beraber, artık şehirlerde eskisi gibi eylem yapılamadığını, eylem kabiliyetlerinin büyük ölçüde sınırlandığının herkes tarafından daha iyi görüldüğünü ifade etti. BDP’nin KCK operasyonlarına karşı sert tavır almasının altında bir inançtan öte PKK baskısının bulunduğunu, BDP’lilerin her gün ‘fırça yediğini’ ve dolayısıyla onların da bu ‘fırçanın gereğini yerine getirdiğini’ ifade eden Tayyar çok önemli de bir iddiaya da yer verdi. Şamil Tayyar, “Bazı BDP’li milletvekilleri dost sohbetlerinde bu operasyonların yerinde olduğunu söylüyorlar. Çünkü, bu operasyonlar arttıkça BDP’li siyasetçiler de daha özgür ifadeler kullanmaya başladılar. KCK operasyonları Kürt siyasetçisini, Kürt aydınını, Kürt entelektüelini özgürleştirme operasyonudur. Bunu kabul eden ve gören bazı BDP’li milletvekilleri var ve bunu özel sohbetlerde ifade ediyorlar ancak, PKK vesayeti nedeniyle resmi açıklamalarına bunu yansıtmıyorlar ve resmi platformlarda çok ağır ifadeler kullanıyorlar. Yani ikili oynuyorlar diyebiliriz.” dedi. Daha önce, PKK vesayetinin bölgede ortadan kaldırılması halinde BDP’nin Türkiye genelindeki oyunun yüzde 1’i bile geçmeyeceği iddiasında bulunduğunu ifade eden Tayyar, “Bu iddiamın hala arkasındayım.” dedi. BDP’nin şu anki yüzde 5-6 oy aralığına da Doğu ve 197 Güneydoğu ile İstanbul, Mersin gibi büyükşehirlerde vatandaşların, PKK tarafından tehdit edilmesiyle ulaştığını belirten Tayyar,“Hatta Bazı BDP’li yöneticiler başka yerlere oy verme ihtimali bulunan aşiretlerin ve kurumların telefonlarını Kandil’e vererek, Kandil’den tehdit edilmelerini sağlamışlar.” diye olayı özetledi (41). *** Öte yandan terör örgütünün PKK'nın Avrupa'daki üst düzey yöneticilerinden Sabri Ok, devlet yetkililerine skandal bir mektup göndermişti. Bu devrede Türkiye'nin son dönemde PKK ile gerçek anlamda mücadelesi, Kavaklı ve Kazan Vadisi'nde yaptığı başarılı operasyonlar sonuç vermeye başlamıştı. Köşeye sıkışan, alt ekiple irtibatı kopan, yaptığı eylemlerle bölge halkı tarafından da ciddi tepki toplayan PKK, Ok eliyle devletteki açılımcı ekibe mektup yazarak Öcalan'ın tekrar muhatap alınması, hem askeri hem de KCK operasyonların durdurulması dahil bir dizi skandal talepte bulundu. Mektubun yazan, Oslo'da gerçekleşen MİT-PKK görüşmesinde PKK'yı temsil etmiş isim olan Sabri Ok’tu. PKK tarafından böyle bir mektubun devlet içindeki açılımcı kanada gönderilmesi ayrı bir tartışma konusuydu ama o mektubun içeriği PKK'nın içinde bulunduğu durumu çok açık ve net bir şekilde özetliyordu. Eğer PKK ile gerçek anlamda mücadele edilirse, askeri operasyonlar ve KCK operasyonları kesintisiz devam ederse çok değil kısa bir süre içerisinde PKK kendisi gelip masaya oturmak isteyecekti. “Öldürebildiğimiz kadar Türk öldürelim” mantığıyla emrindeki örgüt üyelerine yön veren PKK yöneticisi Fehman Hüseyin'de ve örgütün Avrupa Kadrosu'nda taktik değişiklikler başlamıştı. Bu güvenlik 41 Tayyar, Şamil. Şamil Tayyar'dan Çarpıcı 'BDP İddiası'! 198 güçlerinin başarılı operasyonları ve Kürtlerden yükselen tepkiler nedeniyle zorunlu bir değişiklikti. Çocuğu PKK saflarında ölen ebeveynler bile artık PKK ve BDP'ye tepki gösteriyordu. Kartepe feribotunu kaçıran teröristin annesinin cenazede Emniyet Amiri'ne söylediği,“Bunları görmezden gelin, bunlar bizi dinlemiyor, istemiyorum bunları”sözleri manidardı. PKK'ya Güneydoğu'dan ve Kürtlerden yükselen tepki örneklerini çoğaltmak mümkündü. Bu tepkiler, terör örgütünü ciddi biçimde rahatsız etti. Bastırmak için önce şiddeti Kürtlere yönelttiler. Anne karnındaki bebeklerden, 17 yaşındaki kızların taranmasına kadar sivillere yönelik saldırılar gerçekleşti. 90'lı yılların bu taktiği tutmadığı gibi ters tepti. Van depremi sonrası pekişen kardeşliğimiz bunu iyice artırdı. Fehman Hüseyin, altındaki ekibe “Van bölgesinde eylem yapmayın, çok tepki alıyoruz Sivas bölgesine geçin” diye talimat verdi. PKK'nın yaptığı bölge taksimi bizim bildiğimizden farklıydı. Sivas bölgesi oldukça geniş bir alan dikkat edilmesi gerekiyordu. Van bölgesi ise daha çok Güneydoğu illerini kapsıyordu ve bu bölgeden örgüte yoğun tepki vardı. Kepenk kapatma için baskı yapan KCK'lılar dayak yemeye başladı mesela. Silahlı kanattan Fehman böyle panikte, beyin takımından Sabri Ok ise daha taktiksel davranıyordu. Oslo'daki görüşmelerde PKK'yı temsil etmiş isim olan Sabri Ok, “Devletin içinde Açılımı Savunan Ekibe” Kasım 2011’de bir mektup göndererek, bazı taleplerde bulundu ve yeni bir barış süreci başlatmak istediğini iletti. Mektup şu talepleri içeriyordu: 1- Abdullah Öcalan'ı yeniden muhatap alın ve görüşmeleri başlatın 2- KCK operasyonlarını derhal durdurun 3- PKK'nın dağ kadrosunun artan saldırıları Öcalan üzerinden kontrol altına alınabilir. 199 4- Askeri Operasyonlar hemen durdurulmalı… Sabri Ok'un önerdiği yol haritası ve talepleri böyleydi. Kavaklı ve Kazan Vadisi operasyonları sonrası ciddi kayıp veren, KCK operasyonlarıyla alan hakimiyetini büyük ölçüde kaybeden, zaafa uğrayan, alt ekiple irtibat kuramaz hale gelen, para akışında ciddi aksaklık yaşayan PKK Üst Yöneticileri ve destekçisi güçler, böylece yeni bir süreç başlatarak “zaman kazanmak” istiyorlardı. Şu an örgüt için silahtan, paradan, kandan, ses getirmekten çok daha öncelikli şey “zaman kazanmaktı”… Bu mektubun öncesi de vardı tabi ki. Sabri Ok başta olmak üzere Avrupa'da yerleşik kanat, bölgeye giderek Murat Karayılan'la toplantı yaptılar. Bu toplantılarda özellikle 2011 yaz ve sonbaharında yapılan operasyonlarla PKK'nın aldığı ağır yenilgi sonrası yeni bir strateji geliştirme kararı alındı. Alınan kararlar şöyleydi: 1- Öcalan'ın devlet tarafından kabulünün sağlanması ve görüşmelerin devam etmesi 2- PKK'nın ateşkes ilanının Öcalan tarafından Kandil'e emir olarak iletilmesi sonrası ateşkesin sağlanması 3- Sınır ötesi ve bölgede yapılan askeri operasyonların pazarlıkla durdurulması 4- KCK operasyonlarının sona erdirilmesi ve gözaltına alınanların bıraktırılmasının pazarlıkla sağlanması… Alınan kararlardan bazıları bunlardı. Toplantıda başka kararlar da alındı ama özellikle bu kararlar yukarıda bahsettiğim mektuba yansıtıldı. PKK'nın tepesi panikteydi ve yeni bir strateji ürettiler. Önemli olan “Devlet Aklı”nın bu zokayı yiyip yemeyeceğiydi (42). PKK ile mücadele bu dönemde hızlandı ve önemli mesafeler alındı. Bir yandan 'bazı çevrelerin yanlış 42 Dönmez, Yener. Sabri Ok'tan Mektup Var. Yeni Akit. 17.11.2011. 200 öngörüleri yüzünden iki yıl geciktirilen' KCK operasyonları kararlılıkla yapılıyordu. Öte taraftan da diplomatik adımlarla örgüt köşeye sıkıştırılıyordu. Özellikle Kuzey Irak yönetimi ve Amerika ile yapılan görüşmeler sonuç verdi. İlk etapta İncirlik üssüne 4 adet Predatorlar geldi. Gerçi ABD'nin İncirlik'e yolladıkları sadece izleme-istihbarat amaçlıydı. Silahlı modelini Türkiye'ye vermediler. Ama şunu da hatırlatalım, ABD silahlı Predatorları bugüne kadar başka bir ülkeyle de paylaşmadı. Ayrıca Süper Cobralar da yoldaydı. Bununla birlikte Kandil'e yönelik hava akınları aralıksız olarak sürüyordu. Yurtiçinde de sığınaklar bir bir imha ediliyordu. Eylem hazırlığında yakalanan teröristler de polisin başarısıydı. Yani ‘tam saha pres' sonuç veriyordu. Tabii ki bu durum her şeyin güllük gülistanlık olduğu anlamına gelmiyordu. Ama bu ülke Kürt sorununu çözmeden önce mutlaka PKK'yı bertaraf etmek zorundaydı. Bir başka ifadeyle kalıcı bir barışı tesis edebilmek için öncelikle savaşmak gerekiyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın grup konuşmalarında izlediği tavizsiz politika, Ankara'nın kararlılığını yansıtma açısından çok önemliydi. Erdoğan, KCK'nın ne olduğunu bilmeden sahip çıkanlara sert yükleniyordu. Ama aynı zamanda BDP'ye de rest çekiyordu. Özellikle de Meclis'i boykot tehdidine rest çekmiş ve sonuç almıştı. BDP'nin tek gündemi PKK idi. Bu aşamada BDP'nin Erdoğan'ın elini rahatlatması ipleri gevşetti. BDP, hep siyasi partiden çok örgütün uzantısı gibi davrandılar. Depremzedelerle değil de terörist cenazeleriyle uğraştılar. KCK'lıları kurtarmak için yargıyı tıkamaya çalışıyorlardı. KCK'nın talimatıyla 'Meclis'ten çekilmekle' tehdit ediyorlardı. Bu hem siyaseten hem de pratikte tutarsız bir restti. Ayrıca çekilseler nereye gideceklerdi? Öte yandan çekilmenin neye yarayacağı da ayrı bir soruydu. Üstelik 201 tehdit ettikleri Erdoğan 'giderseniz gidin' havasındaydı. Bütün bu gelişmelerin yanında perde gerisinde çok önemli bir gelişme daha var ki bundan sonraki süreç için önemli ipuçları barındırıyor. Malum olduğu üzere PKK'nın en büyük kozlarından birisi Roj TV idi. Özellikle ajite edici, abartılı ve örgüt tabanını motiveye yönelik yayınlarla bildiğimiz Roj TV'nin kapatılması için Türkiye yıllardır mücadele veriyordu. Bu mücadelede zaman zaman kendi hatalarımız, zaman zaman da Avrupa ülkelerinin ikiyüzlü politikaları nedeniyle mesafe alınamadı. Bu arada Roj TV iki yedek kanal daha kurdu. Kopenhag'da süren kritik bir dava vardı. Davanın seyrine bakarak Roj TV için yolun sonu yakındı. Nitekim öylede oldu ve kanal kapatıldı. Ancak kapanmadan önce kanalın yönetimi de davadan umutsuz olduğu için televizyonu sessizce İsveç'e taşıdılar. Stockholm'de 'Rohani' (aydınlık) adında bir kanal kurup Kasım 2011’in ilk haftası itibariyle test yayınına başladılar. 31 Ekim 2011 gecesi Newroz TV'de yeni kanalın haberleri yayınlandı. Kayıtlara göre Roj TV'nin eski direktörü M. Tahsili Zoonozi yeni kanalın da genel direktörü olarak gözüküyordu. Roj TV kapandı ama yayınlar Rohani üzerinden devam etti. Örgütün medya cephesindeki gelişmeler bununla sınırlı değildi. Bir yandan da Norveç'te Suriye Kürtleri'ne hitap edecek Sterk TV isimli bir kanal daha kurdular. Kanal önce iki saat yayın yapmaya başladı. Görünüşte "Rohani" gibi Suriye Kürtleri'ne hitap edecekti. Danimarka'daki göstermelik ofis dışında tüm yayınını Brüksel'den yapan Roj TV'nin kapanmaması için BDP'nin ağır topları Danimarka'da kulis yaptı ama pek yüz bulamadılar. Tabii son dönemde PKK içinde Suriyeliler'in ağırlığını artırması yanında örgütün 202 Suriye Kürtleri'ne yönelik bir kanal kurması da üzerinde durmaya değer bir durumdu (43). Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, KCK operasyonlarında tutuklanan bazı KCK'lıların, istihbarat elemanı olduğunu söyleyince dananın kuyruğu koptu. MİT ve askeri istihbaratın KCK yapılanmasına sızdırdığı bazı personelin KCK'da il sorumlusu düzeyine çıktığını iddiasını dile getiren Uslu, KCK eylemlerinden en ön sırada bulunan bu şahısların MİT mensubu olduğunu bilen emniyetin bir süredir bu isimlere dokunamadığını ileri sürdü. MİT'in içindeki sola yakın bir kesimin operasyonlara direnmesinin sebebinin bu olduğunu dile getiren Uslu, "Bu damar uzun süre KCK operasyonlarına direndi. Hatta bazı elemanları KCK operasyonlarında tutuklanınca Emniyet birimlerine sert çıktılar. Ben en azından dört önemli ilde tutuklanan KCK il sorumlularının bizzat istihbarat elemanları olduğunu biliyorum." dedi. Terör ve güvenlik konularında çarpıcı açıklamalar yapan Uslu, KCK operasyonları ve süreçle ilgili önemli iddiaları dile getirdi. Uslu, 'KCK yöneticileri istihbarat elemanı' başlığıyla kaleme aldığı yazıda, MİT ve Askeri istihbarat içinde yer alan bir grubun, KCK operasyonlarına karşı olduğunu dile getirdi. Yazısında KCK operasyonlarıyla ilgili son dönemde medyaya yansıyan en kritik bilginin Şamil Tayyar'ın paylaştığı, 'MİT'in KCK tutuklularının salıverilmesini istediği' bilgisi olduğunu aktaran Uslu, bu bilginin doğru ama eksik olduğunu ifade etti. MİT'in içindeki sola yakın bir kesimin istihbaratın önemli kesiminin KCK operasyonlarından rahatsız olduğun aktaran Uslu yazısında, "Bu kesim medyada sola yakın birtakım kişilere bu rahatsızlığı kurumun rahatsızlığı olarak lanse etmiş olabilirler. Özellikle 2009 yılındaki 43 Arslan, Adem Yavuz. PKK Roj TV'yi yedekledi, Suriye Kürtleri'ne de TV kurdu. Bugun Gazetesi 17.11.2011. 203 KCK operasyonları o kesimler ile Emniyet'i kimi illerde karşı karşıya getirdi. Şimdilerde bazı aydınların 'Devletin bir kesimi KCK operasyonlarına karşı' diye yaygara koparması bundan. İstihbaratçılar içindeki o kesim bazı aydınları maniple ederek KCK operasyonlarını cemaat operasyonları gibi göstermeleri de şaşırtıcı değil bu nedenle. Zira başından beri o kesim KCK operasyonundan rahatsızdı. Rahatsızlığın nedeni KCK üzerinden PKK'ya yeni bir kaynak yapmak istemeleriydi. Ne demek PKK'ya KCK üzerinden kaynak yapmak? İstihbarat teşkilatlarının doğal görevlerinden biri mücadele ettikleri örgütlere sızmaktır. KCK yapılanması yeni bir yapılanma olarak ortaya çıkınca istihbarat birimleri de bu alanı bir fırsat alanı olarak görüp PKK içine sızmak için değerlendirmiş olabilir. Buraya kadar aslında her şey normal. Peki, KCK networkuna sızdırdığınız elemanlardan ne beklersiniz? PKK'nın yapacağı eylemleri güvenlik birimlerine bildirip eylemler olmadan önce önlenmesini beklersiniz değil mi? Hayır bizde böyle olmadı olmuyor. MİT ve Askerî İstihbarat birimlerinin KCK yapısı içindeki elemanları 'İl Sorumlusu' seviyesine çıktılar, serhildan eylemlerinde toplumu galeyana getirmek için yüzleri poşulu en önde yürüyenler arasında onlar da vardı; hatta en önde gidenler çoğu zaman onlardı. Polis de bunların kim olduğunu biliyor ve eylemlerde bunlara dokun(a)mıyordu." ifadelerini kullandı. KCK yapılanmasını iller bazında bizzat yöneten ve yönlendirenler aslında Hakan Fidan'dan önceki MİT içindeki bir damarın ve Askeri İstihbarat elemanlarının yer aldığını belirten Uslu, "Bu damar uzun süre KCK operasyonlarına direndi. Hatta bazı elemanları KCK operasyonlarında tutuklanınca Emniyet birimlerine sert çıktılar. Ben en azından dört önemli ilde tutuklanan KCK il sorumlularının bizzat istihbarat elemanları olduğunu 204 biliyorum. (KCK üzerinden bir kesim istihbaratçı PKK'yı kendi emelleri doğrultusunda yönlendirmeye çalışırken diğer kesim istihbaratçıların Devrimci Karargâh üzerinden sızma/yönlendirme girişimi yapmış olabileceği unutulmamalı) Bu noktada bir hatırlatmayı yapayım. MİTPKK görüşmesinde Afet Güneş KCK'nın başı Sabri Ok'a 'Şehirleri bomba doldurdunuz hepsini biliyoruz' derken nereden biliyordu? Bizzat KCK networkunun illerdeki sorumlusu kendi elemanları olduğundan biliyordu. Peki, bunu Emniyet birimleriyle paylaşıp yakalattılar mı? Hayır. Hatta KCK operasyonu yapan Emniyet birimlerine çok kızdılar. Sahi KCK sanıklarının eli kelepçeli o fotoğrafını kim sızdırdı medyaya? Neden? Sakın KCK'ya operasyon yapıp Diyarbakır'da terör estiren, terör estirilmesine göz yuman, istihbaratçı KCK yöneticilerini içeri alan Emniyet müdürünü görevden aldırmak için olmasın?" ifadelerini kullandı. Uslu yazısına şöyle devam etti: "Yeni devlet PKK ile mücadele ederken istihbarat birimlerinin KCK içindeki elemanları şehir sorumlusu seviyesine gelmişti ama asıl görevleri olan PKK'nın şehirlerde yapacağı eylemleri bildirmek bir yana o eylemleri bizzat organize ediyordu. Emniyet'e de aslında hem PKK ile hem de o kesim istihbarat görevlileri ile mücadele etmek düşüyordu. Bu noktada kendisini sol ideolojiye yakın biri olarak tanıtan istihbaratçıların "KCK'yı, ovada PKK vesayeti" gibi tanımlayıp KCK operasyonlarına buna rağmen karşı çıkması ile sol-liberal aydınların "KCK operasyonlarını devlet değil cemaat yapıyor, devlet KCK operasyonlarına karşı" diye tempo tutmaları size de anlamlı gelmiyor mu? KCK operasyonlarına destek veren sol-liberallerin Başbakan'ın net açıklamalarına rağmen "Devlette bir kesim bunu istemiyor" deyip bu tutumu ısrarlı bir kampanyaya dönüştürmelerini siz de anlamlı buluyor 205 musunuz? MİT'in başına geldikten sonra bir süre Hakan Fidan'da teşkilatındaki o etkili ve güçlü damarın telkiniyle –ve Öcalan/PKK ile müzakere sürecinde– KCK'ya karşı sert tutum alınmasına soğuk bakmış olabilir. Ancak KCK networkunun ne olduğunu görmeye başlayıp kurumuna hâkim olmaya başladıktan sonra işin rengi değişti. En son MİT ve Emniyet ortak KCK raporu hazırlayarak manzaranın fotoğrafını net ortaya koydular. Askerî İstihbarat birimleri için aynı şeyi söylemek biraz daha zor. Necdet Özel'in bu kesimler üzerinde etkisi var mı emin değilim. Reşadiye saldırısından bir gün önce Ankara'dan Tokat'a sivil bir Hyundai arabayla giden Jandarma İstihbarat yöneticisine halen Reşadiye saldırısından önce Tokat'ta ne arıyordun, kimlerle toplantı yaptın, diye soran yoksa, çok şey değişmemiştir o cenahta... (Sahi o istihbaratçı komutanın askeri olarak askerlik yapan Nurettin Demirtaş nerede bilen var mı?) Boşuna "PKK sadece PKK değildir" demiyorum. Bu örgütü, liderleri, istese de tam olarak kontrol edemezler. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Olan gariban çocuklara oluyor. Kime çalıştığı belli olmayan KCK liderleri, hatta milletvekilleri olduğu sürece, onların peşine takılıp eyleme giden, dağa çıkan çocuklar ölmeye devam edecek... Peki, ne oldu da son on günde 14 PKK militanı ellerinde silahlarıyla birlikte bir kurşun atamadan yakalandı? Yedi PKK militanı bir kamyonette silahlarıyla birlikte nasıl yakalanır? PKK mı değişti yoksa en azından MİT'teki istihbarat anlayışı mı değişti?" (44). Hemen bu devrede olan bitenlere Fethullah Gülen Hocaefendi’de sessiz kalamadı. Terör örgütü, açıklamalardaki bazı bölümleri ‘kes-yapıştır’ yöntemini kullanarak, Gülen'in, sanki bölge insanına şiddet 44 Uslu, Emre. 'KCK yöneticileri istihbarat elemanı'. Taraf gazetesi. 17.11.2011. 206 uygulamasını istiyormuş gibi propaganda yapmaya başladı. Oysa Hocaefendi, sohbetinde bölge insanıyla kucaklaşmak gerektiğini anlatıyordu. Hocaefendi, bölge insanına kulak vermek gerektiğinin altını çizdi. Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri'nin yıllar önce yaptığı bir tavsiyeye dikkat çekti. Bediüzzaman, 100 yıl önce Van'da Kürtçe eğitim veren büyük bir üniversitenin kurulmasını istemişti. Mesela Gülen’in konuşmasındaki şu bölüm ezberleri bozacak mahiyetteydi: "Neden okullarda Kürtçenin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika'da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur. Bir dönem balyoz gibi tepelerine inerek bunları sindiririz zannettik. Hâlbuki her balyoz sadece kini ve nefreti kamçıladı. Ve bunu arkadan gelen nesiller tevarüs etti ve bir milleti yutacak hale geldi. Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil; akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir." Hocaefendi, bölge insanına daha çok hizmet götürülmesini istiyor ve bölge halkının dertlerine deva olunma çabasının, yıllar önce başlaması gerektiğini vurguluyor. Gülen açıklamasında ‘keşke o insanları kucaklayabilecek devlet memurları gönderilebilse’ diyordu. Bazı yazarlar Gülen’in açıklamalarının PKK’yı paniğe sevk ettiğini bu yüzden Hocaefendi aleyhinde propaganda yapıldığını vurguladı. Kürt sorununun çözümü Gülen Hocaefendi’nin dile getirdiği görüşlerin PKK’yı rahatsız ettiğini söyleyen Yazar Mümtaz’er Türköne, “PKK’nın varlığı ve geleceği Kürt sorununun çözümüne bağlı. Hocaefendi de sorunun çözümü için çok önemli şeyler söyledi. Sorunun çözümü için bugüne kadar sorgulanmamış politikalar geliştirdi. Sorunun çözümü için atılan adımlar PKK’yı gereksiz hale getireceği için PKK yağa kalkıyor, itiraz ediyor, lâfebeliği yapıyor. 207 Hocaefendi’nin sorunun çözümü noktasındaki mesajlarının PKK’yı paniğe sevk ettiğini düşünüyorum. PKK kendi tabanını kemikleştirmek için Hocaefendi’ye savaş açtığını düşünüyorum.” diye konuştu. PKK’nın Hocaefendi’nin sözlerini çarpıtmasını Marksist Leninizm taktiğine benzeten Türköne, “Karşısındakinin sözlerini amacından saptırmaya çalışıyor. Kürtlerin de artık PKK’nın silahlı vesayetini tasfiye etmesi gerekiyor. Şuandaki karşımızdaki tablonun tamamı PKK’ın silahlı vesayetinin yol açtığı vesayetten ibaret. Silahın üstünlüğünün sona ermesi gerekiyor.” ifadelerini kullandı (45). Sabah Gazetesi Yazarı Mahmut Övür ise Gülen’in açıklamalarının çok olumlu mesajlar içerdiğini belirtti. Özellikle Kürtçe’nin serbestliği ile ilgili değerlendirmelerin radikal bir çıkış olduğuna vurgu yapan Övür, “Türkiye’deki muhalefet ya da siyasi erkler hep karşısındakinin negatif tarafını ortaya çıkararak baktı olaya. Burada da onu görüyorum. Hoca sağduyuya çağırıyor. O camia açısından radikal bir çıkış yapıyor. Bu olumlu tarafına bakmıyorlar. Oradan bir cümlesini cımbızlayarak siyaset yapıyorlar. Ben bunu doğru bulmuyorum. Bu halklar arasında dostlukları değil, düşmanlığı getiren bir yaklaşım bu. Bunu her kesimde görmek mümkün. PKK bunu en iyi yapanlardan biri.” diye konuştu. PKK’nın kendisi dışında hiç kimsenin çözüm üretmesine tahammül edemediğini dile getiren Övür, “Sadece Gülen hocanın değil, diğer sivil toplum hareketlerinin de çözüm üretmesinden rahatsız oluyor. Bizim eski devlete benziyor. Kürt vatandaşları bu konuda daha sağduyulu yaklaşıyor diye düşünüyorum. Çok büyük 45 Türköne, Mümtaz’er. CHA.15.11.2012. Gülen'den 208 PKK'yı panikleten sözler. oranda sağlıklı bakan kesim var.” şeklinde konuştu (46). PKK’nın Gülen aleyhinde yaptığı kara propagandayı bölgenin siyasetçileri de eleştiriyor. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Diyarbakır Milletvekili Mehmet Galip Ensarioğlu, Hocaefendi’nin ‘bölge halkıyla kucaklaşılmalı’ gibi ifadelerinin PKK’yı rahatsız etmiş olabileceğini söyledi. Gülen hakkındaki kara propagandanın PKK’nın yayın organlarında son dönemde sıkça yapılmaya başlandığına dikkat çeken Ensarioğlu, “Fethullah Gülen cemaatinin bölgedeki yapılanmasına karşı mücadele edilmesi gerektiği, hatta savaşılması gerektiği gibi ağır ifadeler de kullanılıyor. Kendinden olmayana tahammül etmeyen kendine tahammül beklemesin. Kendinden olmayana bu şekil muamele ederse bu olmaz. Bu onların samimiyetini de sorgular hale getirir. Her fikre her görüşe saygı göstereceğiz. Bu kucaklaşma meselesi herhalde rahatsız ediyor onları. Acaba bizim zeminimiz mi elimizden gidiyor? Diye kaygı var. Bölgeye ilgi duymaları olumlu laflar etmeleri herhalde rahatsız ediyor onları.” şeklinde konuştu (47). Gülen aslında ne demişti. Sohbetinin soru ve cevapları özetle şöyleydi: Soru: 1) Milletimiz bir kere daha yürek dağlayan şehit haberleriyle sarsıldı. Terör hadisesini ve arkasından ülkemizde hakim olan genel havayı nasıl değerlendiriyorsunuz? İnsanların pek çoğunun yitirdiği değerlerden biri de, ızdırap duyulması gereken meseleler karşısında ızdırapsız olmalarıdır. Yürek dağlayan hadiseler karşısında yüreği yanmayan kimselerin problemlere çareler bulmaları mümkün olmadığı gibi, birilerini teselliye matuf “âh u 46 47 Övür, Mahmut. 15.11.2011. CHA. 15.11.2011. 209 vâh”ları da yalandır. İhmal, ayrı bir günah; kâmetinin çok üstünde bir tavır sergilemek de ayrı bir yalan ve günahtır. (01:00) Herkesin kendini yeterli gördüğü, her şeyin hakkından geleceğine inandığı ve hayatını ona göre planladığı bir dünyada siz en doğruları bile kimseye duyuramaz ve o zihniyetteki vazifelilere, sorumlulara hiçbir şey kabul ettiremezsiniz. Bu da önemli bir handikaptır; çok ciddi stratejiler ve çareler üretsek de maalesef bugün kimse dinlemez. Hatta -artık mümkün değil, o peygamberlere nasip olmuştur ama- vahiy ve ilhama müstenid bir kısım mesajlar getirseniz, onu bile dinletemezsiniz. (04:11) Çoklarının dediği gibi, mensup olduğumuz Birleşmiş Milletler ve NATO içinde önemli güce, kuvvete ve mekanize birliklere sahip sayılı devletlerden biriyiz. Bir espriye bağlı ifade edersek, o güç, kuvvet ve mekanize birliklerin neler yapabileceğini görmek istiyorsanız, 27 Mayıs ihtilaline bakabilirsiniz. O güç, gelip kendi milletinin başına binmiş ve 25-30 milyon insanı teslim almıştır. Daha sonra da her on senede bir binlerce insanı ezmiş, zindanlara atmış, sürgünlere yollamıştır. Şimdi, sen orada kuvvetini sonuna kadar kullanmışsın, sokağa hükmetmişsin; fakat, ayıptır bu, ârdır, otuz senedir dağdaki bir avuç şakînin hakkından gelemiyorsun. (05:48) Böyle bir dönemde, senelerin ihmalinden dolayı bir kısım müesseseleri tenkid manasına gelecek sözler sarfetmek ve onları suçlamak doğru değil. Ne var ki, bu mübarek vatanın parçalanması tehlikesi karşısında, Gandi’nin Hindistan hakkındaki sözlerini hatırlıyorum ve gözlerim doluyor. Hindistan’ın bölündüğü, Pakistan’ın ayrıldığı günlerde Gandi, Muhammed Ali Cinnah’a der ki; “Beni testere ile ortadan biç, ikiye böl; fakat, Hindistan’ı bölme!” İşte, o ölçüde bir ızdırap olmayınca, gerekli 210 stratejiler üretilemez ve o gâilenin hakkından gelinemez. (08:42) Ümitsizliğe kapılmamalı; ama bugüne kadar ihmal edilmiş tedbirler var: Keşke, o bölgeye gönderilen muallimler, bugün dünyanın dört bir tarafına ciddi fedakârlıklarla hicret eden gönüllüler gibi, dönmemek, orada ölmek ve oraya gömülmek üzere gitselerdi. Keşke o halkın karakterini çok iyi bilen, çok ciddi bir empati mülahazasıyla onları doğru okuyan ve ona göre muamelede bulunan vaizler gönderebilseydik. Keşke her köye olmasa bile birkaç tanesine bir sağlık memuru, pratisyen hekim gönderebilseydik de okullardaki sağlık derslerini onlar verseler; hem mesleklerini icra etme yoluyla hem de okuttukları çocuklar vesilesiyle ailelerin içine girseler ve kendilerini ifade etselerdi. Keşke halkı öyle kucaklayabilecek adliyeden insanlar ve mülkiye memurları gönderebilseydik. Keşke evleri teker teker gezip toplumun dertlerini dinleyen ve güvenin teminatı olan emniyet memurları gönderebilseydik. Böylece başkalarının halkı idlal etmesine fırsat vermeyecek şekilde bütün sızma kanallarını kapatsaydık. Otuz sene değil, on sene evvel bile ülkeyi idare edenlerin aklı bu işe erseydi ve bunlar bugüne kadar gerektiği ölçüde yapılabilseydi, bugün o problemler kökünden kurutulamasa da en aza indirilmiş olacaktı. (10:20) İnsan öldürerek bir yere varmak ve bir hedefe ulaşmak hiçbir peygamberin, hiçbir Hak dostunun defterinde yoktur. Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) on üç sene Mekke-yi Mükerreme’de presleniyor gibi bir baskı altında yaşamış ama bir karıncaya bile ayağını basmamıştır; o mütemerrid, o mütegallip, o mütehakkim insanlara karşı her zaman insanca davranmıştır. İşte, bu ruhun o insanlara anlatılması lazımdır ki dağa çıkmanın önü kesilebilsin. Evet, kim 211 yaparsa yapsın, insan öldürerek ve kan dökerek bir hedefe varmaya çalışmaya ancak vahşet denir, cinayet denir, zulüm denir ve bunlarla da insanlık adına hiçbir hayır elde edilemez. (15:45) Bediüzzaman Hazretleri o bölgenin insanıdır. Bir dönemde Ermeni Taşnaksiyonu’na karşı talebelerini arkasına alıp gönüllü savaşan, Rus işgaline karşı alay komutanı olarak mücahede eden, bacağı kırılan, esir düşen, Kosturma’da hapis kalan ve harikulade bir şekilde oradan kaçıp Türkiye’ye dönen, İstiklal Mücadelesi’ni destekleyen, kendisine meclise girme yolu açılan, fakat siyasetle hizmet edemeyeceğine inanınca Erek Dağı’nda inzivaya çekilen Üstad Hazretleri, çeşitli bahanelerle senelerce zulüm görmüştür. “Seksen küsur senelik hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” diyecek kadar acı ve ızdırap yudumlamıştır. Fakat, kat’iyen olumsuz bir tavır sergilememiş ve milletin huzurunu kaçıracak hiçbir harekete izin vermemiştir. (17:12) Ben O’nun çırağı, kapıkulu, kölesi sayılmam ama ben de onca senedir burada kendi vatanımdan cüdâyım. Mevcudiyetim oradaki genel ahenge zarar verir diye burada gönüllü duruyorum. Peki siz neden o canavarlığa tevessül ediyorsunuz?!. Öyle bir hak aramanın misali yoktur geçmişte. Ne peygamberlerin nurânî hayatında, ne 212 bir kısım toplum liderlerinin, Zerdüştlerin, Hermeslerin, Budaların, Brahmanların hayatında yoktur öyle bir şey. O ancak şeytan çizgisinde olabilecek bir şeydir. (19:49) Bizim en büyük problemimiz, bizi birbirimize bağlayacak tutkal mahiyetindeki çok önemli bir dinamik olan dini değerlendiremeyişimiz olmuştur. (21:13) Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemiştir. Neden okullarda Kürtçe’nin de öğretilmesine fırsat verilmedi? Yurtdışındaki okullarımızda, hatta Amerika’da bile Türkçe seçmeli ders olarak okutuluyor ve kimse buna mani olmuyor. Büyük devlet olmanın hususiyeti budur. (21:35) Bediüzzaman Hazretleri, maruz kaldığı zulümlere rağmen hiç kimseyi zerre kadar incitmemiş, “intikamımı alın” dememiş; hatta kendisine o teklifte bulunanlara şöyle cevap vermiştir: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç çekilmez. Biz Müslümanız, onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştıramayız. Bu şer’an caiz değildir. Kılıç, haricî düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz.” İşte bu sâlim düşünce herkese mal edilmeliydi ama maalesef bu hususta muvaffak olunamadı. (24:30) Bugüne kadar pek çok fırsat kaçırılmıştır ama bu her şey bitmiş demek değildir. Belki bir kısım mütemerridleri kuvvetle sindirme ve baskı altına alma da düşünülebilir; fakat, esas o toplumun ruhuna girme yolları açılmalı, kardeşlik ruhu yeniden canlandırılmalı, vifak ve ittifak stratejileri oluşturulmalı ve onlarla tevfik-i ilahiye davetiyede bulunulmalıdır. (27:14) 213 Soru: 2) Çeyrek asırdır tekrar edip duran terör hadiseleri ve herbiri arkasından yapılan benzer açıklamalar milletimizde bir güven bunalımı da hasıl etti ve bazı kimseleri provokasyonlara açık hale getirdi. Bu zaviyeden, sağduyu çağrıları nasıl anlaşılmalı ve hem teröre hem de görevini hakkıyla yapmayan sorumlulara karşı tepkiler hangi suretle seslendirilmelidir? (29:30) Türkiye’nin, uluslararası arenada denge unsuru olan ve bölgede gözünün içine baktıran büyük bir devlet olmasını istemeyen hasımların varlığı görmezlikten gelinmemelidir. Böyle bir hasımlık önceden bir kısım müstemlekeci Avrupa ülkelerine mahsustu. Günümüzde, çevremizde ve Ortadoğuda bölünmüş, parçalanmış, kendi felsefelerine bağlı sistemlerini kurmuş devletler de sizin büyümenizi çekemiyorlar. O dağın şu anda kimler tarafından desteklendiğini bilmiyoruz. Yoksa, nereden alacaklar onca silahı.. nereden bulacaklar onca imkanı.. dağ doğurmuyor ki onları... Mutlaka birileri onlara yardım ediyor sizi dize getirmek ve pazarlığa çekmek için. Böyle çepeçevre kuşatılma karşısında bulunan bir millet çok tedbirli ve temkinli hareket etmelidir. (30:00) Dünden bugüne şer güçler, bir tarafta bazılarını tahrik edip sokaklara salarken beri tarafta da onlara karşı çıkarılabilecek başkalarını kışkırtmış, diğerlerine saldırtmış ve insanları karşı karşıya getirip vuruşturmuş; böylece kendi menfaatlerini elde etmeye çalışmışlardır. Nitekim, 27 Mayıs öncesinden başlayıp 80 darbesi ve hatta sonrasına kadar devam eden benzer provokasyonlarda aynı eller, insanları sağ sol gibi sınıflarla ikiye bölmüş, onların damarlarına basmış ve vatan evladını birbirine kırdırtmış; sonra da akan kanın üzerine kendi saltanatlarını kurmaya çalışmışlardır. İçinde bulunduğumuz şartlarda da aynı senaryoların sahneye konması, bir Kürt-Türk çatışması çıkarılması ve hatta 214 sonunda meselenin Birleşmiş Milletler’in hakemliğine kadar vardırılması muhtemeldir. (32:48) Her köşesi, rengi, deseni, çeşidi ve şivesiyle ülkemizi ve insanımızı seven herkesin çok dikkatli ve temkinli olması, kışkırtmalara gelmemesi ve hele “mukabele-i bilmisil” kaide-i zalimânesine girmemesi lazımdır. Bağırıp çağırmalarla, “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganlarıyla problem çözülmez. O fitne ve fesadın önüne geçilmesini isteyenler, tenkit ve tekliflerini başkalarına yol göstermek üzere, yetkililere verecekleri sağlam metinler halindeki raporlarla ve bildirilerle masumca ifade edebilirler. (37:11) Meselenin üzerine bağırıp çağırarak, yakıp yıkarak ve öldürerek değil, akıl, firaset ve şefkatle gidilmelidir. Az önce işaret ettiğim “hakkı, kötek olanlar” istisna edilirse, o toplumun yüzde doksan beşi şefkatle ve re’fetle kucaklanmalı, onlara karşı mülayemetle hareket edilmelidir. (40:03) Herkes bu meselenin halli için duanın gücüne de sığınmalı; her fırsatta gönüllerini Yüce Dergâh’a açıp “Allahım, birliğimizi sağla, aramızı te’lif buyur, bizi vifak ve ittifaka muvaffak kıl. Hidayet ve ıslahını murat buyurduğun insanları ıslah eyle, kalb ve kafalarına salah ver. Şayet düşmanlık yapanlar arasında ıslahını murat buyurmadığın ve kendileri hesabına ıslah istemeyen kimseler varsa, onların da altlarını üstlerine getir, birliklerini boz, evlerine ateş sal, köklerini kurut ve işlerini bitir.” diye niyaz etmelidir. (40:32) (48). Fethullah Gülen Hocaefendi, 2009 yılı başında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a özel bir mektup gönderdi. Henüz medyaya sızmamış bu mektupda, ilk defa Gülen 150 bürokrat ismi vererek Erdoğan’dan Kürt 48 Gülen, Fethullah. ‘Terör ve Izdırap’. 15.11.2011. 215 sorunun çözümünde yardım ricasında bulundu. İsimleri verilen dindar bürokratların ülkemizin doğusunda kritik görevlere getirilmesi halinde PKK sorununın ortadan kalkayacağını vurguluyordu. Ancak Erdoğan, Gülen’in verdiği tavsiyeye kulak tıkadı ve tam tersini yaptı. MİT’e emir vererek PKK’nın değil Gülen Hareketinin izleenmesi ve terörist listesine alınmasını talep etti. Gülen sempatizanı 4800 kişinin fişlenmesi süreci böyle başladı. Erdoğan, Kürt sorununda PKK’yı teek muhatap kabul edilerek af edilmesi imkansız bir süreci barış süreci adı ile başlattı. Sonunda ülkenin bölünmesine gidileceği açık olan bu süreci Gülen durduramadı ama ‘Serhildan’ adlı sivil Kürt halkı ayaklanmasını engellemeyi başardı. 40 Türk polisinin paralel bahanesiyle tasfiye, görev değişikliği ile pasifize edilmesi dış güçlerin Büyük Kürdüstan projesinin önemli bir ayağını oluşturuyor. Bu oyunu gören Hakkari, Bingöl Emniyet müdürleri istifalarını hemen sundular. 216 Sekizinci Bölüm PKK'yı ancak Kürt aydınları bitirebilir Kürt aydınları Kemal Burkay, İbrahim Güçlü ve Orhan Miroğlu, 2011 ve 2012’de çarpıcı açıklamalar yaparak PKK’nın Kürtleri tek başına temsil etme yetkisini elinden almaya çalıştılar. Gülen ile aynı görüşte idiler. Orhan Miroğlu Bir açıklamasında: “Kürtlerin silahlı mücadelesi meşru değildir. Geçmişte de devletin baskıcı politikalarını eleştiriyordum. Şimdi bu geride kaldı. Kürtlerle savaşmak isteyen bir devlet yok. Kürtlerin haklarını silah ile bastırmak isteyen devlet de yok. PKK’nın silahlı stratejisi hem Kürtlere hem de Türklere zarar veriyor. Bugün PKK’nın dışında aydınları hedef alacak marjinal bir yapı, çete, Ergenokvari örgütlenme kalmadı. Adam öldürme Türkiye’de bir tek grubun tekelindedir. O da PKK’dır. Dağa insan kaçırmak, polisin arkasına yaklaşıp kafasına sıkmak, imam infaz etmek, köylüleri öldürmek bir tek PKK’ da var” dedi. 28 Şubat sürecinin tartışıldığını ancak kritik bir konunun gündemden kaçırıldığını ifade eden Miroğlu, “28 Şubat süreci gündemde ama PKK hiç konuşulmuyor. O döneme ilişkin Öcalan’ın “Tansu Çiller’i bize öldürme teklifi yapıldı” şeklinde sözleri var. Neden kimse bunu sorgulamıyor? 28 Şubat gündemde iken Öcalan’a kimlerin 217 Çiller’i öldürme teklifi yaptığı sorulmuyor. Bu atlanacak bir konu değil” diye konuştu. Yapımcılığını ve Sunuculuğunu Gazeteci- Yazar Aslan Değirmenci’nin Kanal 5’te yaptığı haber programı ‘Son Gündem’ e konuk olan Kürt Yazar Orhan Miroğlu, PKK ve medya’yı sert sözlerle eleştirdi, Suriye, İran ve PYD ilişkisini ortaya koyan açıklamalarda bulundu. Orhan Miroğlu, “Kürtlerin silahlı mücadelesi meşru değildir. Geçmişte de devletin baskıcı politikalarını eleştiriyordum. Şimdi bu geride kaldı. Kürtlerle savaşmak isteyen bir devlet yok. Kürtlerin haklarını silah ile bastırmak isteyen devlet de yok. PKK’nın silahlı stratejisi hem Kürtlere hem de Türklere zarar veriyor” dedi. “Medya, özellikle de bazı liberal yazarlar PKK’ya tolerans tanıyor” diyen Miroğlu, “Ve PKK bundan çok iyi yararlanıyor. Şemdinli de yaşananları farklı yansıtmak PKK’ya hizmet etmektir. Liberal yazarlar son süreçte hatta Suriye’de PYD dışındaki hiçbir Kürt yapıyı görmeyerek PKK propagandası bile yapıyor. Gerçekleri görmezden geliyorlar. 15-16 Kürt partisi yok sayılıyor. Özgür Suriye ordusunda bulunan Kürtler bile hedef alınıyor” diye konuştu. Medya’ya yönelik eleştirilerini sert ifadelerle dile getiren Miroğlu, “Bunlara itiraz ettiğimizde andınçlandıklarını iddia ediyorlar. Oysa biz bunları dile getirdiğimizde andınçlanıyoruz. Hem de PKK’ya andıçlatıyorlar. Hem hedef yapıyor hem de baskı uyguluyorlar. Kuzey Irak’ta, Suriye’de muhalif Kürtlerin başına gelenler ortada. Bugün PKK’nın dışında aydınları hedef alacak marjinal bir yapı, çete, Ergenokvari örgütlenme kalmadı. Adam öldürme Türkiye’de bir tek grubun tekelindedir. O da PKK’dır. Dağa insan kaçırmak, polisin arkasına yaklaşıp kafasına sıkmak, imam infaz etmek, köylüleri öldürmek bir tek PKK’ da var. Ama böyle bir durumda bizlerin medya tarafından hedef 218 alınması sorgulanmalıdır. Aynı kalemler, akademisyenler bazı programlarda, panellerde elinde silah olanları eleştiremedi. Panellerde şiddet politikalarına hiç değinilmedi. PKK’nın strateji gündeme getirilmedi. Aynı şekilde askerlerin benimsemediğimiz politikalarını yerden yere vuranlar Kürt silahlı örgütünü vesayetini neden konuşmuyorlar. Ne yani bizimde mi Kandile çıkmamız gerekiyor?” diye sordu. Milat Gazetesi Ankara Temsilcisi Aslan Değirmenci’nin sorularını cevaplandıran Miroğlu, “Şuanda liberaller ve ulusalcılar ile PKK’nın çıkarları örtüşüyor. Bunların umudu PKK… AK Parti’ye muhalif bütün kesimlerin umudu şiddet olayları oldu. Şiddet olayları ile hükümetin sarsılmasını bekliyorlar. AK Parti’yi yenememenin nefreti bu. Psikolojik harbe liberaller ve ulusalcılar destek veriyor. Oysa 90’lı yıllarda insanlar sokaklarda infaz ediliyordu. Tüm hakları ellerinden çalınıyordu. Bugün böyle bir durum yok. Bu gündeme getirilmiyor. Uzman olduğu iddia edilenler PKK’nın öldürdüklerini gündeme bile getirip, sorgulamıyorlar. Kandil’in politikalarını eleştiren bir tek yazılarına rastlamıyoruz. Uludere konusu evet önemlidir. Bu konuda tepkilerimi dile getirdim. Uludere sorgulanmalı. Ama Uludere konusunu gündeme getiren bazıları neden Gaziantep bombalı saldırısında aynı tepkiyi göstermiyor? Bu çelişkiyi yakalamak gerekiyor. Uludere’de koyduğumuz tepkiyi Gaziantep’de de göstermeliyiz” şeklinde konuştu. Bazı çevrelerin ise muhalif Kürtleri “devletin Kürdü” olarak tanımladıklarını hatırlatan Miroğlu, “Kim devletin kürdü kim değil aslında belli. Geçmişte bazı karakolların basılmasına, facialara, katliamlara baktığımız zaman işbirlikleri görebiliriz. Türkiye henüz konuşmadı. Demokratikleşme süreci umarım Fırat’ın ötesindeki sayfanın açılmasına da sebep olurda Türkiye bunları konuşmaya fırsat bulur. Köylerin 219 yakılması, boşaltılması, faili meçhul cinayetler üç-beş kişinin işi değil. Bir derin ilişki sonucunda bunlar gerçekleşti. İnsanlığa karşı işlenen suçlar var. Bu suçların bir ayağında da İstanbul burjuvazisinin temsilcileri, medya var. 28 Şubat süreci gündemde ama PKK hiç konuşulmuyor. O dönemle ilişkin Öcalan’ın “Tansu Çiller’i bize öldürme teklifi yapıldı” şeklinde sözleri var. Neden kimse bunu sorgulamıyor? 28 Şubat gündemde iken Öcalan’a kimlerin Çiller’i öldürme teklifi yaptığı sorulmuyor. Bu atlanacak bir konu değil” dedi. Suriye krizine ilişkin de önemli değerlendirmelerde bulunan Miroğlu sözlerini şu şekilde sürdürdü: “Suriye ile PKK ciddi bir ilişki içinde… Aynı şekilde İran ile PKK yakınlaşması da ortada. Sadece Suriye’de değil İran’da da PKK kampları mevcut. PKK’ya bölgede bir manevra alanı sağlandı. Suriye devriminin başlamasıyla birlikte İran’ın PKK politikası değişti. İran, Suriye ve PKK ayakta durmanın yolunun bir birine verecekleri desteğe bağlıyor. PYD, PKK ve Esed ordusu beraber yaşıyorlar. Etnik ve mezhepsel çatışma çıkartarak ayakta durmaya çalışıyorlar. Temel hedefte Türkiye’yi plan dâhilinde sıcak çatışmaya çekerek süreci derinleştirip, zaman kazanmak… Bir Vietnam beklentileri var. Ama şu bir gerçek bu son bir çırpınış. Tutmaz. Diktatörün 30- 40 bin kişinin öldürmesi sokağa dökülerek ‘savaş istemiyoruz’ diyenleri etkilemiyor. Esed’i destekleyen eylemler yapılıyor. Aynı gruplar şimdi savaş karşıtı sahte bir kimlikle karşımıza çıkıyorlar. Ama onların da etkileri tükenmek üzere…” (49). ‘Vur kendini dağlara’ başlıklı yazısının Taraf gazetesinde sansürlenerek yayınlanmaması üzerine gazete 49 Miroğlu, Orhan. Öcalan’a derin talimatı kim verdi? Kanal 5. 7 Ekim 2012. 220 ile yollarını ayıran Orhan Miroğlu’nun bu makalesini Rotahaber yayınladı. Miroğlu, Taraf gazetesine gönderdiği, ‘Vur kendini dağlara’ adlı son yazısının gazetede yer almadığını belirtmiş, “Taraf’ın benim için miadı doldu” demişti. Yaşanan bu gelişmenin ardından Miroğlu’nun sansürlenen yazısı büyük merak uyandırmıştı. İşte Orhan Miroğlu’nun 3 bölüm halinde yayınlamayı düşündüğü yazısının Taraf’a gönderdiği ve sansürlenen ilk bölümü ve yayınlanmayan 2. bölümü… VUR KENDİNİ DAĞLARA! VUR KENDİNİ MAXMUR’A! Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice koptu,derin bir ulusal huşu içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar tükenmiyor, nereye baksan sıra sıra tabutlar, ağıt yakan kadınlar var. Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor. Kürtler ise suskunluk,endişe ve psikolojik harp arasında bir araftalar. Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık. Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi imkanlara değil, dağdakilerin ellerinde tutuğu silaha ve psikolojik harbe güveniyorlar. Bir yanda devlet, bir yanda PKK. İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini psikolojik harbe bağlamış görünüyor. Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay olmadı. Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20 yıl ülkenin belli 221 bir bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi gösterildi. Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de sürmüş, sivillere karşı binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç hareketi meydana gelmiş ve resmi açıklamalara göre 28 bini PKK’li olmak üzere 35 bin insan hayatını kaybetmişti. Bu iç çatışma manzarası, ‘düşük yoğunluklu savaş olarak’ tanımlandı. Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde, artık ortada üstü örtülecek bir şey kalmamıştı. PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü olarak yaptığı savunmalar aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu. Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde HADEP büyük bir başarı sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da olduğu beş büyük şehrin belediye başkanlığını kazanmıştı. 1999 Türkler’in ve Kürtler’in, Kürt sorununda gerçeklerle yüzleşmeye başladığı yıl olarak görülebilir. Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç militandan ibaret bir örgüt olmadığını anlamıştı. Ama PKK’de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve açıklamalarıyla kabul etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi. Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere terk etmiş ve siyasetin gerçeği halktan 222 gizleyen psikolojik harp metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir işlevi kalmamıştı. Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük bir değişim geçirdi. Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası haline gelen, iç içe geçen PKK’yle mücadele stratejisinde artık psikolojik harbi esas alan bir yerde durmuyor. Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı. İzlenen politika geçmişte PKK’yi askeri ve siyasi manada yok edeceğine inananların hayata geçirdiği politikalardı, ama sonuç vermedi. Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle birileri kaldıysa da, onlar süreci belirleyen bir konumda değiller artık. Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik reformların devam etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor. Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu hakikatleri milliyetçi hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke barındıracak söylemlerden önemli oranda kaçınarak kamuoyuyla paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti. O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve 9 kişinin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra bile, Başbakan Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı değildi. 223 Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin silahı bırakması halinde her şeyi konuşabileceklerini açıklamıştı. Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle BDP çevrelerinin dillendirdiği ‘bu hükümet SriLanka modelini esas aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek ‘ yollu propagandanın kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü ‘psikolojik harpten’ başka bir şey olmadığı ortaya çıktı. PKK, Şemdinli baskınlarından sonra ‘psikolojik harbe’ dört elle sarılmış bulunuyor. Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor. PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da, maalesef BDP’ li liderler ve şiddet meselesine, bugün artık hiçbir geçerliliği kalmamış, mağduriyet teorileriyle yaklaşan ve PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans gösterenler taşıyor. Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl yorumlamak gerekir? Perşembeye devam edelim. Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp bizim kampımızdır ve adı Maxmur’dur! CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na üye vermeyecek. Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım silahların ve delillerin ortadan kaldırılması! Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt sorunu nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret etmelerini öneriyorum. İnanın 224 bu daha faydalı olur hatta artık yazılması yılan hikayesine dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar. Apaydın kampı bugün var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin vatandaşı. Vize yok, kampa girmek, geceyi orada geçirmek serbest. Diyarbakır CHP il Başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim Özkoyuncu’ya program hazırlaması için bir telefon yeterli. Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş! MİROĞLU’NUN 2. BÖLÜMÜ DAĞA VE BAYRAĞA DAİR.. Borsada değeri giderek artan hisse senedi gibi dağ mistifikasyonu sanki her geçen gün daha bir değer kazanıyor. Gece PKK’liler dağlara bayrak asıyor, gündüz olunca bu sefer de askerler aynı bölgeye kocaman bayrakları götürüp dikiyor. PKK, son zamanlarda Şemdinli üzerinden ilginç bir pskolojik harp uyguluyor, ve BDP bu psikolojik harbin tam ortasında yer alıyor. Siyasi temsil bakımından Meclisin dördüncü büyük partisi olan bir partinin, umudunu ve geleceğini PKK’nin önüne koyduğu psikolojik harbe bağlaması, başta bu partiye oy veren Kürt seçmenler olmak üzere, bütün Türkiye için bir kayıptır. Sayın Demirtaş Şemdinli hadiselerinden sonra ortaya bir iddia attı. Buna göre hükümet gerçeği halktan gizliyor çünkü Şemdinli kırsalı ve 400 kilometrekarelik bir alana yayılan bir toprak parçasını, devlet değil artık PKK kontrol ediyor. 225 Hem de 700 kişiyle.. Bence ortada PKK’nin ve onun isteği üzerine de BDP’nin realitelerden koptuğu bir durum söz konusudur Keşke PKK daha fazla geç kalmadan gerçeğe uyanabilse.. Bunun olabilmesini en çok arzu edenlerdenim. Ama nafile bir temenni ve nafile bir arzu bu; öyle görülüyor ki, Türkiye’nin siyasi zemini, ve bu zeminin giderek demokrasi yönünde güçlenecek olması hiçbir şekilde PKK’yi tatmin etmeyecek ve PKK, demokrasi güçlendikçe silahın ve şiddetin önde olduğu psikolojik harp yöntemlerine dört elle sarılmaya devam edecek. Bir hayli hazin ve bir o kadar da ironik bir durumla karşı karşıyayız. Çünkü devletin PKK’ye karşı mücadelede psikolojik harbi terk ettiği ve hakikate dönmeye başladığı bir dönemde, PKK filmi tekrar başa sarıyor ve ‘kurtarılmış bölge’ hayalleriyle hem kendini hem Kürt siyasetini, hem de kendisine inananları reel siyasi bir zeminde değil, sadece ulusal hissiyattan, dahası etnik hınç ve öfkeden beslenen psikolojik bir zeminde tutmaya çalışıyor. Devletin Kürt sorununda tamamen güvenlik eksenli bir politikayı cumhuriyetten bu yana sürdürüyor olmasının maliyetini nasıl ki bu halk ödediyse, PKK’nin ‘savaş stratejisinin’ maliyetini de bugün, hiç kuşku yok ki 15-16 yaşlarında savaşa sürülen Kürt gençleri ve halkın kendisi ödüyor. Demirtaş, ‘Şemdinli’yi PKK ele geçirdi, PKK başka toprakları ele geçirmeden gelin onunla anlaşın’ demeye gelen çağrılar yaptı. Yani, Türkiye cumhuriyeti tarihinde bir ilkin gerçekleşmiş olduğunu ve ‘devletin egemenliği altında 226 bulunan topraklardan bir kısmının devletin egemenliğinden çıktığını’ açıkladı. Açıkçası ‘devrimci savaş stratejisinin’ sonuç verdiğini ilan etti. Sanki kimsenin farkında olmadığı bir gerçeğe dikkatlerimizi çeker gibi yaptı, ama yaptığı şey psikolojik harpten başka bir şey değildi. Çünkü o da böyle bir durumun söz konusu olmadığını biliyordu, nitekim daha sonra bir araya geldiği medya mensuplarına söylediklerinin yanlış anlaşıldığını ifade etti.( Ezgi Başaran, Radikal2 Eylül.) Sayın Demirtaş’ın açıklamasını baştan sona okudum. Eğer ben de bu açıklamadan psikolojik harp sezmiş ve bu yazı bana iki yazı yazdırmışsa, sıradan vatandaşı artık varın siz düşünün. PKK uzun zamandır bu psikolojik harbi, BDP ve gönüllü medya üzerinden sürdürüyor. Önce CHP Milletvekili Hüseyin Aygün kaçırılıyor, ardından, BDP’nin öncülüğünde PKK’lilerle bir mizansen buluşma gerçekleşiyor. Sonra internete gece karanlığında dağların tepesine bayrak asmaya çalışan bir PKK’ linin görüntüleri düşüyor.. Devlet de geçmişte o bölgede dağa taşa ‘Ne mutlu Türküm diyene’ vecizesini bembeyaz taşlarla veya kireçle yazdırır, Ertürk Yöndemlere ‘Anadolu’dan Görünüm’ programları yaptırır, Türkçe bile bilmeyen Kürt ağalarını TRT’ye çıkartarak, psikolojik üstünlük sağlamaya çalışırdı. Bugün artık, böyle şeylere itibar etmeyen ve geçmişten ders çıkaran bir devlet ve hükümet var. Psikolojik harbi devlet terk etti, şimdi PKK sürdürüyor. Psikolojik harp senaryosunun buraya kadar olan kısmını 227 anlamak zor değil ve ben bunu anlayabilecek durumdayım. Anlamadığım şey Taraf gazetesinin bu psikolojik harbe bir takım haberlerle ve manşetlerle katkıda bulunmasıdır. Felaketi haber verir gibi atılan ve Suriye’de, ‘ikinci Kürt devletinin kurulduğunu ‘ispatlayan’ manşetlerden sonra, Şemdinli için atılan manşetler barışa ve yumuşamaya değil, PKK’nin psikolojik harbine hizmet ediyor. Psikolojik harbin her türlüsü çok kötüdür ve hiçbir şekilde meşru değildir. Bir ülkenin, bir halkın hakikatten kopuşu, psikolojik harbe inanmakla ve ona başvuranların haklı olduğunu kabul etmekle başlar. Kürtler ve Türkler otuz yıl boyunca devletin psikolojik harbine yenik düştü. Şimdi PKK’nin psikolojik harbiyle karşı karşıyayız. Daha birincisinin yol açtığı vahamet ve acı bitmeden, Türkiye bir psikolojik harbe ikinci kez yenilmemelidir. Ve kendi kişisel hikayesi, Kürtlerin haklı davasına yazılmış bir yazarın, Kürtlerin psikolojik harbini yazmak zorunda kalması gerçekten de çok trajiktir ve üzücüdür. Bu durumda galiba o yazarın, ‘ulusal saflarla’ onun arasında akıp giden bir nehrin korunaklı tarafına doğru iyice geri çekilmesi ve aynı nehrin öbür yakasından atılacak taşlardan kendini iyice koruması gerekecektir (50). Derin devlet ile AK Parti’nin 2011’den itibaren anlaşmasından sonra güvenlik kuvvetlerine, giderek sivillere ve kendi militanlarına yönelik şiddeti tırmandırması karşısında, hükümette ve hükümete kayıtsız 50 Miroğlu, Orhan. İşte Miroğlu’nun Rotahaber.com. 04.09.2012. 228 sansürlenen o yazısı. şartsız destek veren çevrelerde PKK silahlı isyanının ancak yasak, baskı ve şiddetle, kısaca askerî yöntemlerle bastırılabileceği düşüncesi ağır basmaya başladığı. Başka bir deyişle, 1990'ların zihniyetine dönüş sinyalleri çoğalmaktaydı. Sapla samanı ayırmaksızın yapılan KCK tutuklamalarının yaygınlaşması... BDP'ye yönelik suçlamaların tırmanması... Öcalan ile görüşmelerin son bulması; avukatlarıyla dahi görüşmesine izin verilmemesi... PKK'nın örtük-açık şekilde faaliyet gösterdiği Avrupa ülkelerine dönük eleştiri ve talepler... Irak'tan çekilmekte olan ABD ile insansız hava araçlarını İncirlik'e yerleştirmesi için varılan anlaşma... Ankara'ya gelen Barzani'ye, "Karayılan ile görüşün, ateşkes ilan edip, silahı bıraksınlar... Ortalık yangın yerine dönse de askerî operasyonlar sürecek. Eğer PKK silahlı mücadeleye devam ederse, siz de zarar görürsünüz..." mesajının verildiğine ve PKK'nın hareket yeteneğinin kısıtlanması için belirli anlaşmalar yapıldığına dair haberler... Hepsi, bu defa sivil yönetimin askerî çözüme meylettiğinin işaretleriydi. Hükümetin verdiği izlenim, Kürt sorunu konusunda siyasi çözüm için bugüne kadar attığı adımlardan ileri gitme konusunda isteksiz; gerekli güvenlik önlemleri alınırsa, PKK'nın bitirilemese bile marjinalleşeceği düşüncesinde olduğuydu. Öncelikle belirtilmesi gereken şunlardı: PKK'nın yürüttüğü sivilleri hedef alan terör eylemlerini de içeren silahlı isyan ve bunun desteklenmesine yönelik yasa dışı örgütlenmeler elbette ki hiçbir şekilde meşru görülemez. Silahlı isyancılara karşı olabildiğince etkin güvenlik önlemleri alınması şarttır. Bugüne kadar yaşanan istihbarat yetersizliklerinin; gerilla yöntemleri uygulayan isyancılara karşı mücadelenin düzenli orduyla, profesyonel kadrolarla değil zorunlu askerlik hizmeti gören, silahı yeni eline almış elemanlarla verilmesinin doğurduğu kayıpların 229 mazur görülebilir yanı yoktur. Hükümet, güvenlik önlemlerini etkinleştirme yönünde attığı adımlarda haklıdır. Ne var ki, hükümetin çeşitli sözcülerinin zaman zaman altını çizdikleri, güvenlik ve özgürlük dengesinin korunmasında yanlışlar yapılacak olursa; bu bağlamda büyük sorun arz eden TMK ve TCK'nın (değiştirilmesi ihtiyacı hükümet sözcüleri tarafından da dile getirilen ve, her nedense, değiştirilmesinde ağır davranılan) hükümleri kullanılarak, barışçı yöntemlerle yapılan muhalefet ile şiddet eylemleri aynı sepete koyulacak olursa, bundan sadece ve sadece şiddet yanlılarının yararlanacağının hiçbir şekilde unutulmaması gerekir. Silahlı isyancılara karşı güvenlik önlemlerinin güvenlik-özgürlük dengesi gözetilerek etkinleştirilmesi elbette gereklidir; ama Kürt sorunundan kaynaklanan şiddet ancak sorunun halliyle bitebilir. Kürt kimliğinin serbestçe yaşanması önündeki bütün engeller ortadan kalkmadan, Kürtleri Türkleştirme politikasından tümüyle vazgeçilmeden, Kürtlerin ortak demokratik talepleri karşılanmadan, Kürtler gönülleri ve zihinleriyle kazanılmadan Türkiye, istikrar ve huzura kavuşamaz; bölgesinde oynamak istediği (ve oynaması gereken) özgürlük ve demokrasi kalesi rolünü asla üstlenemez. Liderleriyle müzakere edilerek militanlarının olabildiğince geniş bir siyasi afla dağdan inmelerinin, silahlı mücadeleyi bırakıp sivil, siyasi mücadeleye katılmalarının yolu açılmadan da silahlı isyanı bitirmek mümkün olmayacaktır. Deniyor ki, PKK'nın amacı devlet içinde devlet olmak, Kürtler üzerinde vesayet kurmaktır. Evet, PKK'nın en azından bir bölümünün, KCK örgütlenmesinin de amacı bu olabilir. Kürt sorunu çözülür, silahların susması ve terk edilmesi sağlanır, Kürtler bütün farklı sesleriyle siyaset sahnesinde özgürce yer alırsa, kim onlar üzerinde 230 vesayet kurabilir ki? O zaman PKK'yı bizzat Kürtler bitirecektir. Zaten PKK'yı ancak Kürtler bitirebilir (51). Kimsenin eli silahlı bir örgütle mücadele yapılmasına itirazı olamaz. Mesele PKK nede Kürt sorunu.. Ancak şu soruyu da göz ardı etmeyelim; bu mücadelenin sonunda nasıl bir Türkiye doğacak? Tecrübeyle sabit; PKK ile mücadele devletin de toplumun da kimyasını bozuyor. Mücadelenin süresi, araçları, psikolojisi herkesi derinden etkiliyor. Bizi başkalaştırıyor. Demokrasiyi zayıflatıyor, hukuku zedeliyor, çoğulculuğu öldürüyor. Yani yaşadığımız ‘çevre’yi boğucu hale getiriyor. Milliyetçilikler yükseliyor, hoşgörüsüzlük ve güvensizlik artıyor. Sonunda iş gelip bizim ‘nasıl yaşadığımız’a dayanıyor. Bu nedenle, sorun ne PKK ne de Kürt meselesi olarak kalıyor; bizim, hepimizin sorununa dönüşüyor. PKK saldırdıkça özgürlükler vazgeçilebilir, hukuk esnetilebilir görülüyor insanlara. Devlet de, toplum da sertleşiyor. Dün ‘açılım’ politikasına destek verenlerin büyük bir kısmı bugün ‘açılımın yanlış olduğu’ kanısında. Kimse de sormuyor; iyi de ‘açılım’ denilen proje yürütüldü mü ki? Habur ve Tokat’ın ardından açılım adına ne yapıldı? Toplumsal ve siyasal zeminde ‘açılım’ yapmanın siyasal riskleri ortaya çıkınca, devlet bu işi ‘tepeden’ Öcalan’la görüşerek halletmeye çalıştı. O da olmadı. Bakın, Öcalan-MİT görüşmesi geçen yıl deşifre olduğunda ‘ne olmuş yani, devlet terörü bitirmek, PKK’yı silahsızlandırmak için elbette örgütle görüşebilir’ diyenlerden eser kalmadı şu günlerde. Meselenin güvenlik tedbirleriyle çözülemeyeceğini söyleyenler hemen ‘müzakereci’ sıfatıyla PKK’ya yapıştırılmaya çalışılıyor. Kısaca, Türkiye daha ‘sert’ bir iklime doğru gidiyor, ağır bir kış yaşayacağız… Bunun siyasal uzantısı BDP’li milletvekillerinin ‘dokunulmazlıklarının kaldırılmasına’ 51 Alpay, Şahin. Zaman Gazetesi, 19.11.2011 231 varacak gibi. Bir adım sonrası da BDP’nin AYM tarafından kapatılmasıdır. BDP’nin terörle, şiddetle, PKK ile arasına mesafe koymadığı sır değil. Bu durum kuşkusuz partinin demokratik meşruiyetini ciddi olarak zedeliyor. Kapatılması kimseyi şaşırtmaz. Peki, iki milyona aşkın seçmenini ne yapacağız? Bir diğer soru PKK ile alakalı; PKK nasıl bitirilecek? PKK’nın artan saldırganlığına tepkiler hakikaten çığ gibi büyüyor. Haksız da değil bu tepkiler; siyasetin imkânlarının sınandığı ve de tükendiği düşünülüyor. Tek kalan seçenek olarak da PKK’yı silahla bitirmek görülüyor. Tamam da bu, denenmemiş bir yöntem değil ki! Devlet PKK’yı silah yoluyla bitirme stratejisini zaten hiç bırakmadı. Şimdiye kadar 30 binin üzerinde PKK’lı öldürüldü. Hatta eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ‘PKK’yı beş defa bitirdik’lerini ilan etti. Ama PKK terör eylemlerine hâlâ devam edebiliyor. Bu ortamda söylemesi kolay değil, ama gerçekçi olmak adına sormak zorundayız; PKK şimdiye kadar silah yoluyla bitirilemediyse bundan sonra nasıl bitirilecek? Niyetim elbette moral bozmak falan değil; mücadele edilecekse de gerçekçi bir zeminde yapmak lazım bunu. Şunu bilmek gerek; PKK son yıllarda mevcut konjonktürde olduğu gibi uygun bir bölgesel ortamı hiç bulmamıştı. Dün, Profesör Sedat Laçiner dile getirdi; ‘Türkiye bugün dört devletle savaşıyor’: Suriye, İran, Irak ve İsrail. Savaş belki abartılı bir ifade, ama bu dört ülkeyle çok derin sorunlar yaşadığımız, siyasal ve diplomatik çatışma içinde olduğumuz kuşkusuz. Peki, doğrudan fiilî bir çatışmaya girmeden bu ülkelerin bize karşı yürütecekleri yıpratıcı strateji neye dayanır? Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz; PKK. Sonuç şudur; PKK tarihinde görmediği bölgesel desteğe şu sıralar sahip. Hep çatışma içinde olduğu İran bile arkasında. Ne yaparsak yapalım terör maalesef kısa vadede bitmeyecek. Türkiye 232 1990′ların psikolojik ortamına geri döndü; ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’ noktasındayız. Bunun sonuçlarını eminim hatırlayanlar vardır. Ne PKK biter ne Kürt sorunu çözülebilir mevcut koşullarda. Korkum, son on yıllık demokratik kazanımların da feda edileceği bir noktaya doğru kaymak. Devlet buna hazır, toplum da hazır hale geliyor (52). 52 Dağı, İhsan. ‘PKK’yı neyle ve nasıl bitirirseniz bitirin’. Zaman. 4.09.2012. 233 Dokuzuncu Bölüm PKK Başarabilir mi? PKK, Temmuz 2012’den itibaren yeni eylem biçimleriyle bir stratejik hamle deniyordu. Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, en vurucu makalesini’ PKK Başarabilir mi? başlığıyla Taraf gazetesinde yazdı: PKK kaynaklarının anlattığı kadarıyla bu stratejik hamlede hedef 2012 yılı içinde “sonuç almak”. PKK’nın almak istediği sonuç ise en azından Türkiye’nin bir bölümünde, örneğin Hakkâri, mümkünse Şırnak, KCK sistemini fiilen uygulamaya koymak. KCK sistemini uygulamaya koyabilmek için öncelikle PKK’nın hedefe koyduğu bölgelerde toplum üzerinde “psikolojik kuşatılmışlık hissi” yaratması gerekiyor. Yani insanlar bu coğrafyada devlet yok PKK var bu nedenle devletin sistemine göre değil PKK’nın sitemine göre kendimi ayarlamalıyım diye düşünmeye başlaması gerekiyordu. Bu strateji için Şemdinli kritik bir yer, çünkü Şemdinli halkı çoğunlukla gönüllü olarak PKK sistemini kabul etmiyordu. Bu nedenle de PKK zorla Şemdinli üzerinde psikolojik kuşatılmışlık hissi yaratmaya çalışıyordu. Hatta son aldığım bilgilere göre Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylere gelen PKK militanları halkı silahlandırmak için köylülere baskı yapmaya başlamışlardı. Köylerde yaşayan gençlere silah 234 dağıtacaklarını ifade edip herkesin PKK’nın dağıtacağı silahları almak zorunda olduğunu belirtmişlerdi. Bir nevi devletin kurduğu koruculuk siteminin benzerini PKK kendine müzahir köylerde kurmak istiyordu. KCK sistemi içindeki öz savunma gücü mantığın biraz daha genişletip halkı silahlandırarak burada ben hâkimim duygusunu yerleştirdikten sonra bir halk savaşı başlatmak istiyordu. Ancak Şemdinli’de PKK’ya müzahir köylüler dâhil PKK istediğini yapabilmiş değildi ve 2012’de yapamadı, e başarısız yılı oldu. Örneğin, köylerinizde gençler silah alacak diye zorladıkları köylülerin bir kısmı köylerini boşalttı. Bazı köylüler çocuklarının zorla silahlandırılmasını önlemek için çocuklarını Kuzey Irak’a gönderdi. Bütün bu veriler bize PKK’nın en azından Şemdinli de “sonuç alıcı hamle” için işinin kolay olmayacağını gösteriyordu. Ancak psikolojik kuşatılmışlık hissi yayma noktasında da PKK’nın şimdiden hedeflerine ulaşmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. PKK kuşatılmışlık duygusunu genişlettiği için 2011’de yapılan operasyonlarla devletin eline geçen psikolojik üstünlük PKK’nın eline geçmiş durumdaydı. 2011 yılında faaliyetleri durdurulan “KCK mahkemeleri” ve “vergi” sorumluları harıl harıl çalışıyor ve halkı devletin sistemine değil kendi sistemine göre yaşamaya zorluyordu. Bu zorlama nedeniyle de PKK’ya haraç vermek istemeyen bazı zengin aileler Şemdinli ve Hakkâri’nin ilçelerinden göç etmeye hazırlanıyordu. Hatta bazıları göç etti bile. Bu açıdan bakıldığında, evet, PKK en azından kendi psikolojik ortamını yaratma noktasında başarılı oluyor denebilir. Ancak psikolojik ortam yaratıp bunu muhafaza edebilmek çok zor bir iştir. Bir operasyonda verilecek büyük kayıplar, devletin Uludere öncesindeki nokta 235 operasyonları konseptine yeniden dönmesi bu havayı tekrar tersine çevirebilir. PKK’nın hedeflediği sonucu alıp alamayacağına ilişkin değerlendirilmesi gereken diğer faktör kuşkusuz Suriye’nin içinde bulunduğu durumdur. Eğer Suriye’deki mevcut kaos durumu bu şekilde devam ederse, yani taraflar yenişemezse, ve Esad iktidarını bir süre daha korumayı başarışa, örneğin bir iki yıl, bu PKK’nın elini kolaylaştıracaktır. En azından Suriye’de kurduğu PKK devleti sayesinde terörü batı bölgelerine kaydırarak Hakkâri civarında kurduğu psikolojik iklimi koruyabilirdi. Nitekim 2012’de gerek Antep gerekse Kayseri Pınarbaşı’nda patlayan bombaların Suruç ile ilişkisi çok dikkate değer bir ayrıntıydı. Ne oldu da Suruç birden bire PKK’nın otomobil bombalarıyla yaptığı eylemlerin merkezi hâline geldi? Bu soruya cevap vermek için Suruç’un karşısında yer alan Kobani’nin uzun bir süredir PKK’nın Suriye’deki kolu PYD’nin kontrolünde olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Davutoğlu ve Beşir Atalay Kobani’de olanları küçük göstermeye çalışıyor ama etkisi Antep’ten, Kayseri’den hissediliyor. Yani Antep’te, Kayseri’de ve önümüzdeki dönemde Urfa, Hatay, Maraş, hatta İstanbul, Ankara gibi büyük şehirlerde patlayacak bombaların izleri Kobani’den, Afrin’den çıkacaktır. Bu yönüyle bakıldığında PKK şimdiye kadar başaramadığını başardı; terörü ülkenin batısına yayarak psikolojik kuşatılmışlık hissini derinleştirdi denebilir. Son olarak, PKK’nın başarısı biraz da devletin toplumsal duyarlılığı nasıl yönetip yönlendireceğiyle ilgilidir. Görüldüğü kadarıyla devlet PKK’nın psikolojik kuşatma hamlesine karşı hazırlıksızlık yakalanmıştı. Nitekim Şemdinli’de iki hafta süren çatışma döneminde toplum PKK propagandasına maruz kaldı. Buna karşı 236 devlet etkili bir açıklama bile yapamadı. Özellikle twitter’ın bu kadar etkin olduğu bir yerde bilgi saklayarak, yalana dayanarak toplumsal dalgayı yönetmeye kalkarsanız bu ters teper. Devlet tam da bunu yapmaya çalışıyordu. Bu da devletin hazırlıksız olduğunu gösteriyordu. İşte PKK devletin bu hazırlıksızlığını kendi avantajına dönüştürerek yaptığı eylemleri twitter gibi sosyal medyada köpürterek toplumsal yarılma sağlamaya çalışıyordu. Kürt-Türk çatışmasının fitilini ateşleyici eylemeler yapıp bunları twitter’dan paylaşarak Türkleri Kürtlere karşı kışkırtıyordu. Zira muhtemel toplumsal tepki ile Kürtler ile Türkler arasındaki duygusal bağ tamamen kopacak bu da PKK’nın Devrimci Halk Savaşı hamlesini kolaylaştıracaktır. Doğrusu PKK’nın başarıya ulaşmasını sağlayacak en zayıf halka da burası. Bir toplumsal çatışma PKK’nın istediği sonucu alması sürecini hızlandıracaktır (53). Kürtçe yayın sayısını merak ediyor musunuz? Evet ben de ediyordum. Bu nedenle de araştırdım ve belli rakamlara, verilere ulaştım. Belki bunları sizinle paylaşmam, sizin merakınızı da giderir düşüncesi ile hareket ettiğim için, bu makaleyi kalem aldım. Şöyle ki; 1. Yazılı basında ve televizyon kanallarında, Kürtler ve Kürtçe konusunda bilgisi olan olmayan hemen hemen herkes yazıyor, konuşuyor. Yaşamı boyunca Doğu / Güneydoğu Anadolu bölgelerine adımını dahi atmamış olanlar bile Kürt meselesikonusunda “uzman” olup televizyonlara çıkabiliyor. Söz konusu zevat,Türkiye’deki bunca değişime rağmen, hâlâ “Kürtçe üzerinde baskı ve 53 Uslu, Emre. PKK Başarabilir mi? Taraf gazetesi. 25.08.2012. 237 engellerin varlığından” bahsedebiliyor. Bu zatların hangi zaman diliminde yaşadıklarını gerçekten merak ediyorum. 2. TRT-6′nın günde 24 saat Kürtçe yayın yaptığı, Mardin, Muş, Diyarbakır vs. illerindeki Devlet üniversitelerinde “Kürt Dili ve Edebiyatı” bölümünün açıldığı, ayrıca Kürtçe seçmeli dersin konulduğu, “Kürdoloji” üzerine sempozyumların düzenlendiği, Kültür Bakanlığı’nca Kürtçe kitap neşrine başlandığı, bazı Valiliklerce (Diyarbakır, Van vb.) vatandaşları bilgilendirme amaçlı Kürtçe afişlerin asıldığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın izniyle bölgedeki camilerde Kürtçe hutbe / vaazların verildiği bir dönemde, hâlâ baskı, yasak ve engellerden söz edilebiliyorsa, bunda bir art niyet aramak gerekir. 3. Öte yandan, Kürtçe öğretim kursu vermek, televizyon /sinema filmi-dizisi çekmek, konser, konferans, sempozyum düzenlemek, kitap, dergi, gazete, broşür, plak, kaset, cd çıkarmak için herhangi bir kısıtlama da yok zaten. 4. Buna rağmen, “Kürtlerin anadillerini yazmaktan mahrum oldukları” iddiasında bulunanlara sormak lazım: Türkiye’de hâlihazırda 35′ten fazla Kürtçe süreli yayının neşredildiğinden haberiniz var mı acaba? 5. Merak ettim ve araştırdım. İşte, 2012 yılı itibarıyla Türkiye’de Kürtçe ve Kürtçe-Türkçe çıkan dergi ve gazeteler: Asima, Avesta, Azadiya Welat, Banga Heq li Kelha Amed, Bawerî, Birca Belek, Bîr, Çira, Çirûsk, Dema Nû, Demokratik Modernite, Demokratik Yaşam, Hawara Botan, Hêvîya Jinê, Hinar, Jiyan,KirmanciyaBeleke, Mizgîn, Multîkultî, Munzur, Newaya Jin, Newede Dersim, Nûbihar, Nûbûn, Nûkurd, Rewşen, Roja Kurd, Serbestî, Şopa Rojê, Tîgrîs, Tîrêjên Tamara, Tîroj, Toplum ve Kuram, Vesta, W, War, Zend vs. 238 6. Kürtler konusunda kitap basım-dağıtım işi yapan Kürt yayınevleri de bir haylidir: Alan, Aram, Arya, Avesta, Beybûn, Çetin, Deng, Dilan, Doz, Fırat, Hêvî, Jan, Komal, Koral, Kürt Enstitüsü, Lîs, Melsa, Mem, Müjde, Nûbihar, Nûjen, Öz-Ge, Pelêsor, Pêrî, Ronahî, Sîpan, Tevn, Vate, Welat vs. gibi onlarca isim sayılabilir. 7. Ayrıca birçok Radyo ve TV kanalında da Kürtçe yayın mevcut. 8. Bu gerçekleri, Kürt meselesi konusunda kendilerini “uzman” diye takdim edenlerin bilgisine sunuyor ve onları birazcık insaflı olmaya davet ediyorum ki; bu da hakkım olsa gerek, değil mi? (54). Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyordu. Kürt şair, yazar ve siyasetçi Kemal Burkay, yasaklı olduğu için 30 yıldır İsveç'te yaşıyordu. 2011’de Türkiye’ye döndü. Konuşuyor, röportajlar veriyordu. O da Kürt sorununun çözümünü istiyordu. Ama PKK-KCK-BDP çizgisinden çok farklı bir duruşu, söylemi vardı. Burkay, Yeni Şafak gazetesine verdiği röportajda şunları savundu (55): "Yükselen barışçı Kürt siyasetine karşı geçmişte, kontrgerilla devreye kondu. Kontrgerilla eylemleri, halka yönelik baskılar, bir bakıma barışçı biçimde gelişen mücadeleyi, şiddete yöneltmek için yapıldı. 1960-70'lerde barışçıl ve kitlesel biçimde gelişen Kürt hareketi, 1980'lerde PKK eli ile şiddete yöneldi ve giderek harekete, şiddetin dili ve yöntemleri egemen oldu. PKK bizden sonra sahneye çıktı ve bizleri hedef gösterdi. Bizlere şiddet uyguladı. Bu tavır 1980'lerde de bugün de aynı. Belki yöntemi biraz yumuşadı, ama bakış aynı. "Kürtleri 54 Aytaç, Önder. Anadolu’da Kürtçe Yayın Sayısı. Rotahaber.com. 28.08.2012. 55 Aksoy, Murat. Yeni Şafak gazetesi. Kemal Burkay’la röportaj. 17.11.2011. 239 ben temsil ederim, benden başkası haindir" anlayışı, bizim diyalog çabalarımıza rağmen değişmedi. (Kürtler, PKK vesayetinden kurtulmaya, bunu talep ve ısrar etmeye hazır mı?) "Şimdilik bu yönde kitlesel ve çok etkili bir hareket yok. Kitlelerin gönlünde olsa da bu, henüz söze ve eyleme yeterince dökülmedi. Çünkü silahların sesi, kitlelerin sesini bastırıyor. Onların taleplerini, duygu ve düşüncelerini özgürce dile getirmeyi engelliyor. Bana göre bir korku var. "Tabii ki açılım ve çözüm sürecindeki duraklamada, AK Parti'nin yalnız kalmasının payı büyük. Bu süreçte CHP ve MHP'nin açılıma destek vermemesini, siyaseten haklı bulmasam da anlayabilirim, ama beni asıl hayal kırıklığına uğratan BDP ve PKK oldu. Onlar ilginçtir, ne demokratik açılıma ne de Ergenekon davalarına yeterince destek vermediler. "Ergenekon davası ürkütüyor. Ergenekon birtakım ilişkilere ışık tutuyor. Bu ilişkiler ağının açığa çıkmasından korkuldu herhalde... Ergenekon hem devletin içinde örgütlenmiş, hem de solun ve Kürt hareketinin içine elini uzatmış. Ergenekon ortaya çıkarken bu kesimlerin tedirgin olması veya karşı çıkması ancak böyle izah edilebilir. "PKK'nin eylemsizlik ilan ettiği dönemde ordu, AK Parti'nin açılım politikalarına rağmen operasyonlara devam etti. Operasyonların durduğu zamanda bu kez Reşadiye olayı, Dörtyol ve Kastamonu olayları oldu. Bunlar kuşkulu ve çözüm sürecine hizmet etmeyen eylemlerdi. Hele 12 Haziran seçimlerinden sonra BDP'nin boykotu, PKK'nin ise eylemlerini tırmandırması son derece yanlış oldu. (1999-2004 arasındaki çözüm şansı vardı. Kullanılamadı mı sizce?) "Demek ki dağda PKK'lı 240 silahlılar olmasını istediler. PKK'yi yedekte tuttular... Kanımca en başta PKK'yi Güneyli Kürtlere, yani Kürdistan Federe bölgesine karşı kullanmak için. Biliyorsunuz geçmişte de PKK birçok kez (1992, 1995 ve 1997'de) Güneyli Kürtlere, KDP ve KYB'ye karşı savaştı. Bunda Kürtlerin hiçbir çıkarı yoktu, ama özellikle Suriye ve İran'ın etkisiyle PKK bu işe sürüklenmişti. Nitekim bir ara Karayılan'ın kendisi, 'Türkiye bizim Güneyli Kürtlerle savaşmamızı istiyor' diye açıklama yaptı. Öcalan bir keresinde görüşme notlarında, 'Benimle görüşen subay, tüm gerillaları güneye geçirme, 500 kadarı içerde kalsın, lazım olur' dediğini açıklamıştı. Nitekim lazım oldu da. PKK 1999-2004 döneminde silahlı eylemleri durdurmuştu. Ama AK Parti'nin seçimleri kazanıp hükümet kurmasından itibaren durum değişti. "AK Parti'ye karşı Ergenekon, Sarıkız, Ayışığı vb. bir dizi darbe planının devreye konduğu dönemde, daha önce 'hata yaptık, silahları tümden bırakıyoruz' diyen Öcalan ve PKK, 1 Haziran 2004'te yeniden silahı devreye soktu. Bu dönem, tam da AK Parti'ye karşı cunta hesaplarının yapıldığı dönemdir. Belli ki derin devlet, AK Parti'ye iktidar olanağı vermemek, hem Kürt sorununun çözümünü hem de Türkiye'nin AB üyeliğini ve demokratikleşme sürecini engellemek, başka bir deyişle statükoyu korumak için harekete geçti..." (56). “Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi?” konusu Türk ve Kürt aydınlarının sürdürdüğü bir tartışma. Star gazetesi yazarı, liberal düşüncenin önde gelen isimlerinden Berat Özipek ile en önemli konuda hemfikiriz. Demokratikleşme ister PKK’yı zayıflatsın ister güçlendirsin olmazsa olmaz bir zorunluluktur. Bu nedenle 56 Gülerce, Hüseyin. Ergenekon davası, PKK'yı ürkütüyor. Zaman Gazetesi. 18.11.2011. 241 tartışmamız biraz daha teknik bir alana iniyor. Demokratikleşme PKK’yı güçlendirir mi zayıflatır mı? Kürt sorunu uzmanı Emre Uslu, 2004 yılından bu yana PKK’yı canlı tutan şeyin antidemokratik uygulamalar değil güçlü PKK network’u olduğunu savunuyor. Bu konuda Emre ile de aynı düşüncedeyiz. Özipek ise demokratikleşme olmadığından PKK’nın kitle desteğinin devam ettiğini demokratikleşirsek PKK’nın kitle desteğinin zayıflayacağı görüşünde. Tartışmamızın esası burada odaklanıyor. Özipek’in son argümanlarını (http://haber.stargazete.com/yazar/sorun-cozulurse-pkkbiter-mi/yazi-688452) linkten okuyabilirsiniz. Emre Uslu’ya göre tartışmanın doğası gereği biraz ETA’ya odaklanmak durumundayız. ETA ile PKK arasında paralellikler kurabilir miyiz? Özipek ETA’nın bitiş hikâyesini anlatırken demokratikleşme sayesinde ETA’nın bölündüğünü ve marjinalleştiğini, ana gövdenin siyasette kaldığını, 30 yıl süren ETA’nın eski ETA’dan farklı olduğunu ve daha küçüldüğünü anlatıyor. Doğru, ETA’da bölünmeler oldu ama bu bölünmeler Özipek’in anlattığı gibi demokrasiyle ilgili değil ETA’nın stratejik tercihleriyle ilgiliydi. ETA’da ilk bölünme Özipek’in de vurguladığı gibi 1974 yılında oldu. Büyük grup (ETApm) strateji olarak demokratikleşmeyle birlikte “Siyasi ve askerî bir strateji izleyip bir yandan siyasette var olurken bir yandan da militan eylemler yapmalıyız” diyordu. Daha küçük olan grup (ETAm) ise “hayır siyaset mücadelenin özüne zarar verir çünkü kıt kaynaklarımızı iki alana da dağıtmak zorunda kalırız” diye karşı çıktı ve sadece silahlı mücadeleyi savundu ve “siyasete girerseniz askerî eylemler anlamsızlaşır” diye itiraz etti. 13 Eylül 1974 yılında Madrid’de polis karakoluna bitişik bir restoranda patlatılan bomba ayrışmayı 242 hızlandırdı. ETA müşterilerinin çoğunun polis olduğu varsayımıyla bombayı patlattı ve 13 kişi öldü. Bunlardan beşi çocuktu ve sadece bir tanesi polisti. Bu olay ETA içinde büyük tartışmalara neden oldu. Zaten stratejik tercihlerde ayrışan iki grup farklı yollara gitti ve ETApm ve ETAm olarak ikiye bölündü. Keşke PKK’nın içinde de siviller ölünce böyle tartışma olsa ama PKK’da böyle tartışmalar olmaz çünkü PKK’nın kodlarında demokrasinin ’D’si yoktur. Bu nedenle demokratikleşmenin PKK’yı zayıflatacağı tezi yanlıştır. Özipek ve tabii ki birçok aydın da bu bölünmeyi demokrasiyle ilişkilendiriyor. Eğer Özipek’in anlattığı gibi bölünme demokrasiyle ilgili olsaydı bölünme 1974 yılında değil demokrasiye geçişin olduğu 1978 ve sonrasında olması gerekirdi. Nitekim Batılı analistler de ETAm’in haklı çıktığını, Özipek’in anlattığının aksine, siyaset ve terör eylemlerini birlikte götürmeye karar veren ETApm’in rakamsal olarak ETAm’den daha büyük olmasına rağmen silahlı mücadeleyi uzun süre devam ettiremediğini, 1977 yılında kendi içinde bir bölünme daha yaşayarak ETApm’in içindeki askerî kanadın örgütten ayrılarak ETApm’in daha küçüldüğünü ve etkisizleştiğini vurgular. Bu süre içinde sadece askerî stratejiyi seçen ETAm’in ise militan ve silah gücü olarak daha güçlendiğine 1978 yılından itibaren eylemlerinin büyük tırmanışa geçtiğine ve silahlı mücadelenin dominant grubu olduğuna vurgu yapar. Rakamlar da bu analizi doğrular. Ayrılmadan önceki ETA’nın askerî kanadı üyelerinin toplamda daha az olduğunu, demokrasiye geçişin de olduğu 1978 yılında bu rakamın 300/350 civarında olduğunu, daha sonraki yıllarda bu rakamın 500’e kadar çıktığını biliyoruz. Yani demokratikleşme ETA’ya katılan hard-core militan sayısını azaltmadı arttırdı. 243 1982’den itibaren ise ETA’ya katılan militan sayısında bir azalma görülüyor. Çünkü örgütün artan eylemleriyle birlikte İspanya kolluğu da hızlı bir şekilde tutuklamalar yapıyor. Bu dönemde tutuklanan ETA üyelerine bakıldığında çok sayıda tutuklamanın olduğu görülüyor. Çok kısa bir süre içinde çok fazla ETA üyesi ve sempatizanı tutuklanınca örgüt yeni eylemci bulmada zorlanıyor. Yeni örgüte katılım çarkı yavaşlatılıyor. ETA asıl darbeyi, Özipek’in söylediği gibi demokrasiyle değil, bizzat polis operasyonuyla 29 Mart 1992 tarihinde alıyor. Bu tarihte ETA’nın tüm liderleri Fransa’nın güneyinde tutuklanıyor. Bu gerçeği ETA üzerine çalışan tüm kaynaklar teyit ediyor. Bu tarihten sonra örgütün kendisine gelemediğini ve ana gövdeyi oluşturan militan sayısının yüzlerin altına düşütünü ve etkisizleştiğini biliyoruz. ETA’nın yeni eleman kazanımı ve varlığını sürdürmek için tıpkı PKK gibi geniş bir network ağı kurduğunu ve bu sayede 30 yıldan fazla yaşadığını biliyoruz. Sanırım buna Özipek de itiraz etmez. ETA’nın network’unu zayıflatan asıl darbenin de 1998 yılında İspanyol hâkim Garzon’un başlattığı bizdeki KCK operasyonlarının çok daha kapsamlısı operasyonlar zinciriyle ETA ile legal alanda çalışan tüm diğer network’ların arasında kurduğu ilişkinin belirlenip network’un illegal ilan edilip tüm üyelerinin tutuklanması ile birlikte, network’un çökertilmesi sayesinde olduğunu tüm literatür yazar. Eğer Hâkim Garzon’un yaptığı operasyonun oransal olarak bir benzeri bizde yapılsaydı; yani KCK operasyonları tüm PKK network’unu çökertecek biçimde ve tabii ki daha hassas yapılsaydı bugün PKK network’u çalışmazdı ve PKK çok zorlanırdı. Ancak devletin içindeki müzakereciler ve aydınların katkılarıyla bu operasyonlar durduruldu Uludere’de bilerek öldürülen köylülerle de dağdaki 244 militanlara yönelik operasyonlar durduruldu PKK’ya can suyu verildi. Özipek teorik bir argümanla konuyu demokrasiyle ilişkilendirip, demokrasiyi bağımsız değişken gibi anlatıyor. Bu nedenle de ETA’nın militan yapısına ve çelik çekirdeğine bakmıyor. ETA’ya yönelik toplumsal destek azaldığı için ETA zayıfladı diyor. Oysa rakamlar da Özipek’i doğrulamıyor. 1978 yılında tam olarak siyasete giren, Özipek’in büyük ETA’yı şiddeti bitiren ETA olarak tanımladığı ETA’nın siyasi kanadının aldığı oy oranları demokrasi olgunlaştıkça artmadı. Aksine hep aynı kaldı hep yüzde 10 civarında, 150 bin civarında kaldı. Bir tek 1998 yılında oylarını 224 bin civarına çıkardılar, o da seçimlerden bir ay önce ateşkes ilan edildiği için. Yani ETA’ya destek veren kor sempatizan kitlenin siyasal tercihlerinde artma veya azalma yok. Bu nedenle de Özipek’in argümanı doğru değil. Eylemsellik rakamlarına bakıldığında da Özipek’in argümanını destekleyen rakamlar yok. ETA’nın eylemleri demokrasiye geçiş döneminde 78-81 yıllarında tavan yapıyor. Bunu Özipek mantıklı bir tez ile açıklayabiliyor. Ancak Özipek’in açıklaması gereken iki farklı dönem daha var. ETA eylemleri 1987 yılında ve 1991-92 yılında da tırmanışa geçiyor. Eğer ETA’nın eylemleriyle demokratikleşme arasında bir ilişki olsaydı demokrasiye geçişten sonra süreli bir azalma olması gerekirdi ve sonunda bitişi görmeliydik. Oysa ETA eylemlerinin 92 yılında liderlerin tutuklanmasından sonra birdenbire düştüğünü görüyoruz ki bu da benim argümanımı daha çok doğruluyor. Peki, ETA neden bitti? Elbette demokratikleşmenin ve insanlara farklı kanallar sunmanın etkisi olmuştur ama ETA’nın network’u çökertilmese ETA bugün de devam ederdi. ETA’nın çöküşünü anlamak için onun uyguladığı 245 üç farklı stratejiyi anlamak gerekiyor. Kuruluş 1977 (ayaklanma), 1978-92 (yıldırma savaşı) ve 1992-2003 (Ulusal Cephe ya da Demokratik alternatif) stratejisi. ETA 1977’ye kadar ayaklanma savaşı yürüttü. Ancak özellikle ılımlı Bask milliyetçilerinin ve diğer partilerin destek vermemesi nedeniyle bu strateji başarıya ulaşamadı. 19781992 arasında ETA da tıpkı PKK gibi, “silahlı mücadelenin amacını düşmanı yenmek değil, bu mümkün de değil, ama uzun süren savaşla onu bıktırıp istediğimiz bölgeden çekilmesini sağlamak olarak” benimsemişti. Bugün PKK’nın kabul ettiği 4. Stratejik Mücadele’nin mantığı ETA’nın uyguladığı stratejisiyle aynıdır. Bu yüzden AKP’yi bıktırıp bölgede izole edip çekilmesini veya taleplerine evet demesini istiyor. ETA 1978 yılında tıpkı PKK gibi neredeyse bire bir şartlar sürmüş ve stratejisini devleti bu şartları kabul ettirmeye zorlamak olarak belirlemişti. Bu şartlar, kendi kaderini tayin hakkı, hapisteki ETA üyeleri için af, Bask bölgesi için anayasal garanti, ve İspanyol güvenlik güçlerinin Bask ülkesinden geri çekilmesi. 1988 yılında tıpkı PKK ve bugünkü bazı müzakerecilerin dediği şeyi söylüyordu ETA: “Biz İspanya’yı yenemeyeceğimizi biliyoruz. Bu bizim hedefimiz de değil. Ancak şunu da biliyoruz İspanya’da bizi yenemez.” Yine devlet ile ETA arasında 1975 yılından başlayıp 1976, 1977 yılında devam eden ve 1983 yılında sıklaşan görüşmeler oldu. ETA bu görüşmeleri yapan İspanya hakkında ne düşünüyordu? “İspanya zayıf olduğu için bizimle barış görüşmesi yapmak istiyor.” Tam da bu nedenle her görüşme öncesinde veya sonrasında tıpkı PKK’nın yaptığı gibi elini güçlendirmek için eylem yapıyor, insanları öldürüyordu. ETA bu eylemleri yaparken hükümete güçlü olduğumuzu göstermeliyiz onları bıktırmalıyız ki 246 istediğimizi alalım düşüncesiyle yaptı. Yoksa ETA’nın içinde bir bölünme yoktu ve savaş isteyenler bu eylemleri yapmıyordu. Tıpkı PKK’nın devletin 2. Müzakere girişimi başlatmayı planladığı ve Avni Özgürel ile 2012’de zemin yokladığı haziran ayından hemen sonra eylemleri tırmandırması gibi. ETA 1992 yılında liderleri yakalandığında yeni stratejisini ilan etti: “Demokratik Alternatif” (Ulusal Cephe). Buna göre devletle görüşüp pazarlıkla istediğimizi almak yerine Bask bölgesindeki diğer Basklılarla birleşip taleplerimizi tüm Basklıların talebi olarak sunalım. Böylece devlet bu toplumsal talebe karşı çıkamayacaktır düşüncesini geliştirdiler. Bu strateji çerçevesinde özellikle siyasileri hedef alan eylemler yaptılar. Demokratik alternatif size de tanıdık geldi mi? PKK da 2005’ten itibaren Demokratik Özerklik ilan edip DTK ile ulusal cephe kurmaya çalışmıyor mu? Ancak özellikle 1998 yılında Garzon’un ETA network’una başlattığı operasyon ile 9/11 ortamı birleşince ETA liderleri de zaten hapiste olduğundan ETA bitti. Yoksa ETA’ya destek veren tabanda hiçbir değişiklik olmadı hep yüzde 10 civarında kaldı ve demokrasi Özipek’in anlattığı gibi ETA’ya desteği azaltmadı. ETA’yı bitiren şey demokratikleşme değil uyguladığı üç farklı stratejinin de işe yaramaması ve zaman içinde anlamsızlaşmasıydı. Ayrıca ETA, bu stratejiyi uygularken devletin dayanıklılığının ne kadar olacağını hesaplayamadı. Kısaca İspanyol devleti ETA’nın beklediğinden daha dayanıklı çıktığı için ETA 30 yıl içinde eridi. Oysa bizde devletin en azından stratejik aklı kayış atmış durumda ve PKK’yı bitiremeyiz diye inanmış. Siyasetçileri de inandırmış durumda. İşte bu düşünce PKK’yı azdıran ve Devrimci Halk Savaşı’nı cesaretlendiren temel düşüncedir. Eyleminden stratejisine 247 PKK il ETA arasında ne kadar da paralellikler var. Ne kadar da tanıdık değil mi? Fark bu gerçeği göremeyen, aynı yanlışları illa da yapmak zorunaymışız gibi bize yaşatan ve yaşatmak isteyen yöneticiler ve aydınlarda sanırım. ETA’ya dair bilgiler Cuenca’nın “The persistence of nationalist terrorism: The case of ETA” adlı makalesinden özetlendi (Uslu, 2012). Berat Özipek ve Murat Aksoy, Emre Uslu’nun ETA yorumuna itiraz ediyorlar. Özipek “Demokratikleşme konusunda ısrarla ve inatla yoluna devam eden sivil hükümet kazandı. ETA’nın taban desteği zayıfladı, örgütün ana kütlesi silah bıraktı. Tamam, ETA adlı bir örgüt saldırılarına daha yıllarca devam etti. Ama o ETA, artık o baştaki büyük ETA değildi” diyor. Doğru 2010 yılına geldiğinde ETA’nın desteği azaldı ancak buraya gelene kadar otuz yıl geçti. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi sorusu her Türk vatandaşının sorduğu bir soru. Emre Uslu bu soruya ve Özipek’in argümanına şöyle yanıt veriyor: Demokratik anayasadan sonra ETA 30 yıl daha varlığını sürdürdü. Özipek’in argümanı doğruysa şu soruya tatmin edici bir cevap vermesi gerekiyor: ETA’nın gücünün zayıflaması neden demokratik anayasanın kabulünden sonraki 15-20 yıl gibi uzun bir süre içinde gündeme gelmedi de 2001 yılından sonra oldu bu? Cevabını Uslu veriyor: ETA’nın desteğini yitirmesinin nedeni 2001 yılındaki kritik 9/11 saldırılarıdır. ElKaide’nin New York’taki terör saldırılarıyla bir anda tüm dünya Amerika’nın önderliğinde terör örgütlerine karşı bir duruş sergiledi ve şiddetin meşrulaştırılması dönemi kapandı. Yani artık benim teröristim senin özgürlük savaşçın algısı yıkıldı. Bu dönemden sonra özellikle AB ve ABD terör örgütleri listeleri çıkardı. Bu listelerde ETA’da vardı. Hatırlayın bu konjonktür PKK’yı da etkilemişti. 248 Özellikle 2004 yılındaki El-Kaide’nin Madrid bombaları İspanya’da terör algısını kökten değiştirdi. Artık insanlar Bask bölgesindekiler de dâhil terörün korkunç yüzünü global ölçekte gördü. 2004 Madrid bombasından sonra da tüm Avrupa gibi İspanya’nın gündeminde kendi lokal problemleri değil “ithal problemler” oturdu. Avrupa artık özellilikle Müslüman dünyadan gelen göçmen sorunu ve bununla ilişkilendirdikleri terör sorununu bir numaralı gündemlerine oturttu. Bu da hâliyle ETA’nın arada bir yaptığı eylemleriyle gündemde tutmaya çalıştığı ana gündemi bastırdı ve ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı. ETA’nın silah bırakma sürecine giden 2006 yılındaki ateşkes ilanının 2004 yılından sonra gelmesi çok tesadüf olmasa gerek. Bu noktada bir hatırlatma daha yapmak gerekiyor: PKK’dan farklı olarak ETA hiçbir zaman kendisinden farklı partileri tehditle yok etmedi. 1979 seçimlerinden beri Bask bölgesinde seçimlere giren ve önemli miktarda olan en az beş farklı parti var ki ETA’nın desteklediği partiler genellikle üçüncü sırada geliyor oy oranlarıyla. ETA’ya desteği azaltan network’lar işte Bask bölgesinde her zaman ETA’dan fazla oy alabilen diğer partilerdi. Ayrıca ETA’nın desteğinin azalmasına neden olan en kritik olay 2006 yılındaki Madrid Havaalanı bombasıydı. Hapisteki 400 ETA militanının yerlerinin değiştirilip Bask bölgesine daha yakın hapishanelere taşınması görüşmelerinin yapıldığı dönemde patlatılan o bombadan sonra ETA’ya destek veren parti ETA ile arasına mesafe koydu. Bu saldırıdan sonra ETA’nın siyasi kanadı ipleri eline aldı ve askerî kanadın söz söyleme üstünlüğü zayıfladı. Bu da ETA’ya verilen halk desteğini azalttı. Bizde durum böyle mi? Silvan saldırısından sonra BDP’nin bırakın PKK’ya mesafe koymasını PKK’nın 249 sözcülüğünü yaparken hangi bilimsel veri ile demokratikleşme PKK tabanını zayıflatır diyorsunuz? Yeniden söyleyeyim, ETA’dan farklı olarak PKK alternatif hiçbir parti veya network’a izin vermiyor. O hâlde demokratikleşmenin yeni network’ların oluşumunu sağlayacağını, bunun da PKK’nın tabanını savunacağı argümanı (Murat Aksoy’un argümanı) tamamen temelsiz. Zira mevcut demokratik ortamda bölgede PKK’ya alternatif partilerin ve network’ların oluşumun engelleyen şey Türk devleti değil PKK. Demokratikleşme daha da gelişirse PKK’nın vicdanı mı kabaracak da alternatif network’ların oluşumuna izin verecek? Ayrıca PKK neden buna izin versin? ETA’nın zayıflamasında 2001 sonrasındaki polis operasyonlarının azımsanmayacak etkisi vardır. Bir nevi bizdeki KCK operasyonlarının benzerini İspanya hükümeti yapmış Fransa’nın da desteğiyle ETA’yı bitirme noktasına gelmiştir. Silah bırakma pazarlıkları da bu sürecin sonunda ETA’nın bileği bükülüp dışarıda sadece 30-50 arasında aktif ETA militanı kalınca başlamıştır. Pazarlıkların içeriği de bizdeki gibi bölgeyi KCK’ya bırakmak üzerine değil, ETA tutuklularına bir af sağlanıp sağlanmayacağı üzerine yürütülüyor. Özetle 11 Eylül sonrası ortamında değişen uluslararası ortam ETA’nın argümanlarını anlamsızlaştırdı ve ETA’nın desteği azaldı. ETA’nın bitiş süreci (salt) demokratikleşme sayesinde değil (öyle olsa 2001 öncesi 20 yılda bitmesi lazımdı) 2001 sonrasındaki konjonktürü İspanya hükümetinin iyi kullanıp etkili polis operasyonlarıyla ETA’nın bileğini bükmesi sonucunda akıllı bir pazarlık süreci yürütmesiyle mümkün olmuştur. Demokratikleşme PKK’nın tabanını zayıflatır diyenlerin bir diğer tezi şu: “PKK’nın kullandığı argümanları demokratikleşmeyle elinden alırsanız PKK hangi gerekçeyle dağda kalacak?”Bunu düşünenler 250 PKK’nın toplumsal taleplerden doğan bir argümandan dolayı dağda kalmasını meşrulaştırdığını sanıyor. Oysa durum tam tersidir. PKK Kürt toplumuna kendi argümanlarını dikte ediyor, kabul ettiriyor. Yani bir argümanlar manzumesinin sonucu değil bizzat argümanların üreticisi. Dolaysıyla taleplerin de üreticisi. Hatırlayın 2002 yılında Kürt sorununda tek argüman vardı OHAL’in kaldırılması. Anadilde eğitim diye bir argümanı yoktu halkın kafasında. Sadece Kürtçe yayın hakkı gibi bir argüman vardı. Peki, kim üretti anadilde eğitim argümanını? Tabi ki PKK ve/veya Kürt entelektüeli. Bu bakımdan PKK’nın argümanını elinden almak diye bir şey sözkonusu değil. Demokratik talepleri karşıladıktan sonra da PKK kendi argümanını üretip dağda kalmaya devam edecektir. Tıpkı Kürtçe tv’lere izin verildikten sonra onları “korucu tv” diye ötekileştirip kendi argümanlarını ürettiği gibi. Bu argümanların üretim kapasitesi toplumsal taleplerin karşılanmasıyla değil PKK network’unun ne kadar etkin çalıştığıyla ilgilidir (57). 57 Uslu, Emre.ETA nasıl bitti, PKK ile paralellik kurabilir miyiz. 18 Eylül 2012. İnternet ulaşımı euslu.com 251 Onuncu Bölüm PKK ve KCK nereye koşuyor? Şırnak'ın Cudi Dağı'na yapılan sonbahar 2012 operasyonlarında PKK'nın sapık yüzü bir kez daha gözler önüne serildi. Bu operasyonlar terör örgütü PKK 'nın sapkın ilişkilerini bir kez daha ortaya çıkardı. Cudi Dağı 'na yapılan operasyonda aralarında Kadınlar Sorumlusunun da olduğu 5 terörist öldürüldü. Kış hazırlıkları yapan teröristlerin mağara ve sığınaklarında aramalar yapıldı. Ele geçirilen malzemeler arasından çıkan doğum kontrol hapları ve benzeri malzemeler kirli ilişkilerin delili. Bunlar örgüt içindeki ahlaksızlığın ilk delilleri değil. Terörist başının kürt kadınları ile ilgili konuşmaları örgütte nasıl bir iğrençlik yaşandığını ve tesis edildiğini anlatmaya yetiyordu. Terör örgütü KCK 'nın sahte Cuma imamı Abdullah Taş 'ın, kardeşinin eşi K.T. ile sapkın bir ilişkisi ortaya çıkmıştı. İstanbul'da BDP 'nin organize ettiği sivil cuma eylemi ile adını duyuran 5 çocuk babası Taş'ın, 4 çocuk annesi olan yengesi ile çarpık ilişkisi deşifre olmuştu. Taş'ın bütün yapıp ettikleri iddianamede yerini aldı. İşte terör örgütü PKK ve üst yapılanması KCK'daki bir başka ahlaksızlık skandalı daha. İstanbul'da 44 kişinin tutuklandığı KCK operasyonunda, Ümraniye'deki sözde siyaset akademisine de baskın yapılmıştı (58). 58 Uslu, Emre. Kürt sorunu çözülürse PKK biter mi? (3) 12 Eylül 2012. İnternet ulaşımı http://euslu.com/2012/09/12/kurt-sorunu-cozulurse-pkk-biter-mi-3/ 252 Terör örgütü KCK'yı yönetenlerin kadın eğitmenlere tecavüz ettiği ortaya çıkmıştı. Kadın eğitmenin, 'KCK'lı yönetici bana tecavüz etti' diye yazdığı şikâyet mektubu, baskında polisin eline geçmişti. Genç kadın mektupta taciz ve tecavüz mağduru olduğunu anlatıyordu. PKK kamplarından kaçan Nemrut kod adlı bir kadın teröristin itirafları da tüyler ürpertiyordu. Nemrut, Örgüt içinde kadın teröristlere nasıl kötü muamele ve tecavüz edildiğinden bahsediyordu. Örgüt içinde defalarca kadın ve erkek teröristler arasındaki sapkınlıklar gündeme geldi. Terör Örgütünün öne çıkardığı isimlerin örgüt dışında da, Ehl-i namus bölge halkının aile ve kızlarına yönelik cinsel saldırılarda bulundukları daha önce de gündeme gelmişti (59). Bu arada Hakkâri son teknoloji ürünü "şahin göz "kameralarına kavuştu. Kaşif adı verilen casus balonlarla artık kentte kuş uçurtulmayacaktı. Şehir eşkıyaları ve huzur kaçırmak isteyenlerin işi artık daha zordu. İçişleri bakanlığının desteği ile Hakkari'de kurulan mobese merkezi ve uydu takip sistemi polisin adeta eli ayağı oldu. Sokak ve caddeler adım adım bu merkezden takip ediliyor. Herhangi bir suç unsuru olduğunda ise anında müdahale geliyor. İl merkezi ve ilçelere 25 şahin göz ve 117 mobese kamerası yerleştirildi. Kameralar gece görüşüne sahip ve kendi ekseni etrafında dönebiliyor. Şahin gözler 10 kilometreye kadar net görüntü sağlıyor. Nihayet devlet Hakkâri’ye geldi. Kullanılan teknoloji sadece kameralarla da sınırlı değil... İnsansız hava araçları da polis tarafından kullanılıyor. Teknolojinin kullanılmasından bu yana, yasa dışı gösterilerde kayda değer bir azalma var. Üstelik birçok olay da mobeseler yardımıyla aydınlatıldı. Yüksekova'da Kuran-ı Kerim kursuna malzeme almaya 59 Samanyolu Haber, Bugün, Haber7. İşte PKK'nın sapık ve iğrenç ilişkileri! 17.11.2012. 253 giderken saldırıya uğrayan polis memurunun katilleri kameralardan bulunmuştu. 6 Ekim 2012´de de yol kesen bir grup kameralar sayesinde anında tespit edildi. Uydu takibi ile saklandıkları yer belirlenen şüpheliler yakalandı. Şemdinli ilçesindeki 5 terörist ise böyle yakayı ele vermişti. Yeniliklerin bu kadarla da sınırlı kalmayacak ve bu mağdur ilimiz Türkiye’ye ait olduğunu hissedecek, şehri kurtarılmış PKK bölgesi yapmak isteyen iç ve dış güçlerin hevesleri kursaklarında kalacaktı. Yakın zamanda Hakkâri’de Aselsan tarafından üretilen Balonlu Keşif Gözetleme Sistemi kullanılmaya başlanacaktı. Sistem, yüksek irtifadan gerçek zamanlı gözetleme yapılabilecekti. Uzmanlar teknoloji kullanımının güvenlik açısından hayati öneme sahip olduğunun altını çiziyordu. KCK'nın eğitim boykotuna karşı çıkan, teröriste karşı öğretmenini koruyan Hakkâri’de eğitim için dev yatırım kararı alındı. 16 anaokulu, 15 ilkokul, 9 lise, 2 spor salonu, pansiyon ve öğretmenevi yapımı için 120 milyon dolarlık eğitim kompleksi kuruluyordu! Bugün'den Bilal Şahin'in haberine göre Hakkâri'de esnaftan memura, işadamından işçisine, taksiciden öğrenciye, her kesim terör örgütünün baskısından dert yanıyor. Yöre halkı, devletin kendilerine yüzde yüz güvenlik sağlaması halinde örgüte olan desteğin tamamen kırılacağını vurguluyor.KCK'nın talimatlarına aykırı hareket edenlerin "çocuklarını kaçırırız, dükkânını yakarız" diye tehdit edildiği belirtiliyor. Hakkârililer ilk olarak PKK'nın eğitim boykotuna karşı çıkarak örgüte toplu tepki gösterdi. Şemdinli Bağlar'da öğretmeni silahla tehdit eden teröristlerin karşısında veliler durdu. Ekim ayı başında boykot nedeniyle öğretmenleri tehdit edip propaganda yapan dört teröristi Bağlar halkının toplu tepkisi geri adım attırdı. Şemdinli merkeze bağlı bir köyde üç defa terörist baskınına uğrayan okulda da veliler gecegündüz nöbet tutuyor. Okullara yönelik molotoflu ve 254 bombalı saldırılara rağmen eğitim aralıksız devam ediyor. Hakkâri'de eğitimin önündeki engellerden birinin lojman ve derslik sıkıntısı olduğunu tespit eden İçişleri Bakanlığı gerekli çalışmaları başlattı. Buna göre kentteki okullar kampüs halinde bir yerde toplanacaktı. 120 milyon lira ödenek ile 16 anaokulu, ilköğretim için 79 derslikten oluşan 15 okul, 9 lise, 2 kapalı spor salonu, 20 odalı iki lojman, 300'er kişilik iki pansiyon ve barınma sıkıntısı çeken öğretmenler için 120 odalı öğretmen evi inşa ediliyordu. 2014 yılında bitecek olan eğitim kurumlarının temelleri atıldı. Yüksekova'da da eğitim kampüsü inşa edilecek. Liseler 2014'te bitecek olan kampus çatısı altında toplanacaktı. Mevcut liseler ortaokula çevrilerek sınıflar en fazla 30 kişilik olacak. Kampüste spor salonu, yemekhane, havuz ve pansiyon bulunacaktı. Güvenlik ve diğer hizmetler ihalelerle özel şirketlere devredilecek. Eğitim kampüsü uygulaması ilk olarak Eskişehir ve Hakkâri’de faaliyete girecek ardından Türkiye geneline yayılacaktı. Taş atan çocukların en çok gündeme geldiği Hakkâri ve Şırnak'ta çocukların vakit geçirebileceği bir tek oyun parkının dahi olmaması dikkat çekiyor. Bir lokanta işletmecisi belediyenin özellikle park yapmadığını iddia ediyordu. Hakkâri Belediyesine çocukların vakit geçirebileceği alan yapması talebinde bulunmalarına rağmen herhangi bir cevap alamadıklarını belirtiyordu. Daha önce İl Özel İdaresi tarafından yapılan parkların KCK tarafından çocuklara hedef gösterilerek kullanılamaz hale getirildiği aktarılıyordu. Bölgenin önemli sorunlarından biri de yatırım eksikliği. Hakkâri İşadamları Derneği Başkanı Hüseyin Biçer ildeki güvenlik sıkıntısı nedeniyle Hakkârili iş adamlarının bile farklı illerde yatırım yaptığını belirtti. Teşvikte Van, Gaziantep, Batman ve Şanlıurfa ile birlikte 6. Bölge il olmasının 255 büyük dezavantaj getirdiğine dikkat çeken Biçer bu illerle aynı bölgede yer aldıklarından dolayı yatırımın gelmediğini vurguladı (60). PKK, uzun zamandır füze temin etme peşindeydi. Bunu 2012 sonbaharından beri başarmış görünüyor. Özellikle son dönemde Suriye üzerinden terör örgütüne uçaksavar ve füze girişi yapıldı. Bu donanımların iç bölgelere kadar da taşındığı söyleniyor. Duyumların maalesef bu bilgiyi teyit ettiği, KCK‘nın son dönemlerde özellikle Doçka ve füze tarzı silahları çok temin ettiği bir gerçek. İşin kötü tarafı bunları yurtiçine aktarmış olup, hakim noktalara yerleştirmiş olması. Irak merkezi yönetimine karşı Barzani‘yi ve Esad rejimine karşı Suriyeli muhalifleri açıktan destekleyerek sorunlara taraf olan Türkiye’nin bu tavrına karşılık, KCK bu silahları İran, Irak ve Suriye’den son dönemlerde rahatlıkla sağladı. Hatta İran PKK’ya doğrudan yardım ederek örgütün bu silahları Türkiye sınırına kadar getirmesine refakat etti. İran’ın her konuda, özellikle silah ve mühimmat konusunda PKK’ya daha çok yardım ettiği, PKK teröristlerinin İran topraklarından Türkiye’ye geçmelerini güvenle yoğun şekilde sağladığını istihbarat makamları biliyor. Bugün gazetesinde eski savcı Gültekin Avcı, Kandil’in nereye koştuğunu şöyle betimliyor: Ne gariptir ki bu konuda kamuoyunda daha çok Irak ve Suriye ön plana çıkartılıyor. Bu da devlet içinde konuşlu İran muhiplerinin psikolojik harekâtı olsa gerektir. Bunun yanında; PKK’nın bölgede kaçakçılık yapan vatandaşlardan şimdiye kadar komisyon adı altında para aldığını biliyoruz. Bu aşamadan sonra terör örgütünün planlaması değişiyor. Bundan sonra kaçakçılık yapan 60 Şahin, Bilal. Hakkari’ye Dev Yatırım. Bugün gazetesi. 17.11.2012. 256 vatandaşları sınır geçişleriyle mühimmat ve silah taşımada daha aktif kullanabilecekleri istihbaratı alınmış durumda. Uludere olayıyla “vahim bir yanılgı”ya itilen devleti yumuşak karnından avlamak istiyorlar. Dolayısıyla terör örgütünün her fırsatta Uludere olayını kaçakçılara psikolojik baskı aracı olarak kullanabilecekleri güçlü bir ihtimaldir. Belli ki daha sofistike gelecekler. Propaganda faaliyetlerinde Kur’an ayetlerini bile kullanmayı tasarlıyorlar. Düşünebiliyor musunuz? Zerdüştlük ayinleri yapıp, İslam’a bin bir hakarette bulunan PKK, mütedeyyin Kürt kitlelerini Kur’an ayetleriyle avlamayı düşünüyor. “Ya tutarsa” kabilinden akla gelen ve gelmeyen her yolu deneyecekleri besbelli. 2 ay önce Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren KCK üst yöneticileri tarafından eleman temin etmek gayesiyle Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi bölgesinde seferberlik ilan edildi.Bu amaçla her evden bir erkek-bir kız olmak üzere acil olarak birer kişinin örgüte çağırıldığı, çocuk olan bu örgüt mensuplarının büyük şehirler başta olmak üzere çeşitli bölgelere gönderilerek eylem yapacakları duyumları var. KCK emriyle yapılan eylemler sonucunda devletin yaptığı her kanuni düzenleme, KCK cephesinde galibiyet olarak algılanıyor. Vahim olan ise KCK’nın devletin attığı adımları Kürtler’e yönelik zafer ve propaganda aracı olarak kullanıp, baskıyla oturduğu zemini güçlendirmesidir. KCK okul boykotlarına çok önem veriyor. Özellikle bu boykotların Cizre, Şırnak ve Hakkâri‘de mutlaka uygulanmasını istiyor. Okulların boykot edilerek veliler tarafından bir süre işgal edilmesi, öğretmen ve öğrencilerin derse girmemeleri gibi planlamaları ise KCK Türkiye Meclisi yürütüyor. Bunlar bir yana, Kandil’in (KCK Yürütme Konseyi) verdiği çok ilginç bir talimat var.Kandil, BDP’li 257 belediyelerden bölgede faaliyet gösteren Gülen Hareketi bünyesindeki dershane ve okulların deprem yönetmeliklerine uygun olmadıkları, yangın merdivenlerinin olmadığı gibi bahanelerle kapatılmasını istiyor. PKK bünyesindeki "Kürdistan Halk İnsiyatifi" tarafından yapılan 17 Kasım 2012 bildirisinde Gülen Cemaati de özel olarak hedef alındı. Kürtleri resmi eğitim müfredatını ve okulları şiddetle boykot etmeye çağıran İnisiyatif, Gülen cemaati bünyesindeki dersane ve yurtların “ajanlaştırma ve düşürme” yerleri olduğunu savundu. Cemaate ait bu kurumların hedef alınması ve bölgeden köklerinin kazınmasını isteyen İnisiyatif, “Özellikle özgürlük mücadelemize bağlı yurtsever Kürt ve demokratik öğretmenler sömürgeci AKP-devletine karşı net tavır almalı, kendi anadilinin öncüsü olmalıdır." dedi. Hatırlarsanız Karayılan‘ın devletten çok Gülen Hareketi’ne husumet beslediğini gösteren ifadeleri evvelce basına yansımıştı. PKK bunu neden ister? PKK, kardeşlik, hoşgörü, şiddeti reddetmek, gönülleri fethetmek, Kürt çocuklarının idrak seviyesini yükseltmek gibi slogan ve uygulamaların örgütle Kürtler arasına aşılmaz mânialar diktiğini iyi biliyor. Belli ki Türk-Kürt ekseninde ayrılıkları değil asırlara dayanan müşterekleri öne çıkaran Gülen Hareketi’nin eğitim sistemi, kanla beslenen KCK/PKK eksenini zehirliyor. PKK cinnetinin geniş Kürt kitleleri nezdinde kabul görmesini ve meşruiyet kazanmasını engelliyor (61). Kasım 2012 sonu Pakistan’a giden Başbakan Erdoğan’ın dönüşte uçakta gazetecilere söylediği birkaç cümle bir cilt kitaba denkti. “Silahların susturulması değil, silahların bırakılması” diyor önce ve sonra da ekliyor: “Silah bırakıldığı andan itibaren başka ülkelere gitmeleri 61 Avcı, Gültekin. Kandil’in düşündüren talimatı. Bugün, 29.11.2012. 258 gündeme gelebilir.” Bu sözlerin önünü, arkasını ve aradaki boşlukları uzun uzun doldurmak ve olup bitenlerle ilgili çok kritik sonuçlar çıkartmak mümkün. Birincisi: Demek ki uzlaşma sadece Öcalan’ın yeniden sahneye çıkışı ve açlık grevlerinin sona erdirilmesi ile sınırlı kalmamış. Masaya oturulmuş ve çözüm için müzakerelere başlanmış. Kiminle? Sahneye Öcalan çıktığına göre onunla olmalı. Peşinen Oslo’daki gibi, İmralı ile Kandil arasındaki ‘network’ün yeniden tesis edildiğini varsayabiliriz. İkincisi, Başbakan’ın iki cümlesinin gösterdiği üzere bu müzakerelerde PKK, ateşkes karşılığı lider kadronun güvenli bir şekilde bir üçüncü ülkeye yerleşmesi şartını öne sürmüş. Hükümet ise bu şartı kabul etmiş, sadece “ateşkes” yerine “silahlar bırakma” şartında ısrar ediyor. “Ateşkes” adı üzerinde elinizdeki silahın tetiğindeki parmağınızı çekmeniz; “silah bırakma” ise daha ileri bir adım. Beşir Atalay’ın sözleri aradaki boşlukları doldurmamıza imkân sağlıyor. Yurtdışına çıkacak PKK yöneticisi sayısı 130 civarında. Geri kalanı için eve dönüşü mümkün kılacak bir genel af planlanıyor. Üçüncü ülke ise Polonya veya Beyaz Rusya. Kısaca Oslo süreci, kaldığı yerden devam ediyor. Zaman yazarı Mümtaz’e Türköne’ye göre, başbakan’ın sözlerinden öte bu sözlerle kamuoyu önüne çıkmasından çıkartılacak çok önemli bir sonuç var: Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin işbaşındaki hükümeti müzakereyi kamuoyuna açık yürütüyor. Bu şeffaflığın amacı, Kürt, Türk ve uluslararası kamuoyunun baskısını PKK’ya yönlendirmek olmalı. “Devlet terör örgütünü muhatap almaz” eşiği aşıldığına göre bu yaklaşım tutarlı. PKK’ya gelince: Hükümet ile masaya oturup yönetici kadronun sınır dışına çıkması, geri kalanının eve dönmesi karşılığında “ateşkes” yerine “silah bırakma” şartını müzakere ediyorsa kendi varlık sebebiyle ilgili üç ihtimal 259 söz konusu. Birincisi, “silahlı mücadelede yenildik” tezi. Örgüt, askerî açıdan yenilmiş olsa da, bu gerekçeyi öne sürmez. İkincisi; silahlı mücadelenin gerekçesi olan “red ve inkâr” politikalarının sona erdiğini, böylece amacın gerçekleştiğini söylemek. Silahlı mücadele ile sonuç aldığını ve maksadın hasıl olduğunu öne sürmek. Üçüncüsü, ikisi arasında bir yer: “Silahlı mücadelenin gerekçeleri devam ediyor. Ama artık bu amaca silahla değil, sivil siyasetle ulaşacağız” tezi. İki taraf için de doğrusu şu olmalı: Başbakan PKK’ya güvenmiyor. Müzakere masasını ne zaman ve hangi saikle devireceğini kestiremiyor. Reşadiye, Silvan saldırıları bu güvensizliğin gerekçesi olarak yeterli. Ama açık müzakere yöntemi ile karşı tarafın elindeki argümanları çürütmeyi hesaplıyor. Böylece PKK’nın inandırıcılığını ve itibarını kendi sempatizan kitlesi önünde teste zorluyor. PKK ise, her zaman olduğu gibi kış kampına çekilmiş durumda. Bu sene askerî hedeflerinden hiçbirini gerçekleştiremedi. “Vur-kal” taktiği ve “devrimci halk savaşı” stratejisi iflas etti. Yaralarını sarmak ve bahara hazırlanmak için bu müzakereleri taktik bir nefes alma aralığı olarak kullanabilir. Zira bölgede PKK’nın elindeki silahla rol alabileceği diplomasinin şartları hâlâ devam ediyor. Yine de “Ne değişti de, PKK bu sefer silah bırakmaya razı oluyor?” sorusunun inandırıcı bir karşılığı yok. Tersine, uluslararası konjonktür PKK’ya fırsatlar sunuyor. Öyleyse umuda kapılmak için çok erken. Daha henüz işin başındayız (62). Bizde barış bir kasımpatı gibidir. Kasım ayında açar baharda solar. Barış çiçeğinin açması için her kasımda bir gazeteci Kuzey Irak’tan barış mesajları estirir. Bu kasımda kim gidip özlediğimiz barışı getirecek, diye 62 Türköne, Mümtaz’er. PKK silah bırakacak mı? Zaman. 25.11.2012. 260 sormuştum. Hasan Cemal sağ olsun zahmet edip oralara kadar gidip barış mesajları getirmiş. Fakat bu sefer daha kompleks bir barış ışığıyla karşı karşıyayız. Bir yandan Kuzey Irak’tan geldi barış mesajları öbür yandan da İmralı’dan açtı kasımpatı çiçekleri. Sanırım her sonbaharda oynanan bu barış tiyatrosu inandırıcılığını kaybettiğinden daha etkili bir senaryoya ihtiyaç duyuldu. Bu yüzden de uzun bir gerilimden sonra mutlu sonla bitecek bir açlık grevi tiyatrosu kondu sahneye. Sonunda Abdullah Öcalan İmralı’dan haber gönderdi 68 gün süren açlık grevi tiyatrosu son buldu. Bu, “bir gerilim tiyatrosu”ydu çünkü oyunu yazan zaten ne zaman ve nasıl sonlanacağını biliyordu. Başbakan da biliyordu bu tiyatronun detaylarını Abdullah Öcalan da. Zira tiyatroyu sahneye koyanlar aynı zamanda büyük başarı ile bu süreci sonlandırdık diye kendilerine pay çıkaranlardı. Sadece önümüzde oynanan ölüm oyununu dışarıdan seyreden bizler tiyatroyu gerçek sandık. Ne Abdullah Öcalan bizim medya kadar ciddiye aldı bu oyunu ne de Başbakan Erdoğan. İkisi de oyunun sonunu biliyordu. Bu arada bu ölüm oyunundan mutlaka ölüm çıkarmak isteyen KCK yapısı da vardı, ancak oyunu yazanlar yan etkileri de göze alarak oynadılar bu oyunu. Örneğin hapishanedeki açlık grevleri yapanların normal açlık grevlerinde alınmayan birtakım vitaminler aldıkları da bizzat yetkililer tarafından açıklandı. Açlık grevindeyken kilo almalar bu nedenledir. İmralı’dan her seferinde barış ışığı görenler de (bunlara bakılırsa yakında güneş İmralı’dan doğacak) adadan mucize çıkaranlar da şu sorulara neden cevap vermez: Madem Öcalan ölüm oruçlarına ilkesel olarak karşıydı, açlık grevlerini sonlandırın demek için neden 70 gün bekledi. Adaya koster kalkmıyordu da ondan mı? Oysa Ada’ya inen helikopterin sayısı Kato dağına 261 operasyona giden helikopterin sayısından daha az değildi bu süreçte. Resmî açıklamalara bakılırsa MİT yetkilileri AKP kongresinden önce de sonra da görüştü Öcalan’la. Bu süreçte en az beş görüşme yapıldı. Bu da her hafta bir görüşmeye denk geliyor neredeyse. Yine, Mehmet Öcalan 21 Eylül 2012’de yani açlık grevleri başladıktan on gün sonra görüştü. Ekim ayı içinde biri üst düzey olmak üzere en az üç defa MİT yetkilileri Öcalan ile görüşmeler yaptı. Eğer gerçekten de ışık huzmeleri arasında gördüğünüz büyük barış mucizesi Abdullah Öcalan ilkesel olarak ölüm orucuna karşıysa neden bu ziyaretlerden birini vesile yapıp açlık grevlerini bitirin mesajı vermedi? Çünkü bu oyunda Abdullah Öcalan’a verilen rol gerilimin zirveye tırmandığı anda ortaya çıkıp bir mucize göstermesi ve bir sözüyle ölümleri durdurup üzerimize barış ışıkları saçmasıydı. Sonrası kendiliğinden gelecekti ve Öcalan büyük barış adamı olarak yeniden sahneye çıkacaktı. Çıktı da…Peki, bu tiyatro neden yazıldı? Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, bu soruyu şöyle cevaplıyor: Abdullah Öcalan son bir yılda PKK’daki İran eğilimine yakın şahin kanadın kontrolü ele geçirmesinden sonra kendi liderliğini sürdürebilmek için şahinlerden yana tavır koymaya başladı. Öcalan buna mecburdu, çünkü PKK’ya posta koyup oradan ayrılma lüksü yoktu. PKK Öcalansız da savaşabildiğini gösterdi. Daha önce de bir kaç defa belirttiğim gibi, PKK’nın Öcalan’a değil Öcalan’ın PKK’ya ihtiyacı var. Bu nedenle Öcalan tercihini PKK içindeki şahinlerden yana kullandı. Nitekim 21 Eylülde kardeşi ile yaptığı görüşmede “Silvan saldırısında PKK’nın sorumluluğu yok” diyor. Bu açıkça kendisine rağmen yapılmış Silvan saldırısını onaylıyorum demektir. Oysa tiyatroyu yazan istihbarat teşkilatının hesabına göre barış ancak Öcalan, Murat Karayılan çizgisi 262 üzerinden müzakere ile mümkün. Bu nedenle de Öcalan’ın yeniden PKK’nı tartışmasız lideri olması gerekiyor, Karayılan’ın da pozisyonunu koruması. Bu nedenledir ki MİT’in etki alanı altındaki gazeteler ve gazeteciler Murat Karayılan’ı barış yapılabilir bir lider olarak sunuyor. Ona toz kondurtmuyor, hastaysan doktor gönderelim diye mesaj gönderiyorlar. Bütün şeytanlıkları da Bahoz Erdal’a yüklüyorlar. Öcalan için de aynı durum geçerli. Yani açlık grevi tiyatrosu Öcalan’ın geri dönüşü için büyük bir PR operasyonuydu. Başarılı da oldu. Hatırlayın, Öcalan, geçen yıl temmuz ayında Silvan saldırısıyla rütbeleri sökülüp onursal başkan konumuna düşürülmüştü. Son açlık grevi tiyatrosu Öcalan’a rütbelerini iade etme töreni için yazılmış bir gerilim tiyatrosuydu. Uzun süren gerilim sahneleri sonunda Öcalan ortaya çıkartıldı ve bir kurtarıcı olarak yeniden barış mucizesi gerçekleşti. Yeniden “ışıklar” içinde bir lider olarak doğdu. Tarihsel olarak Öcalan da PKK da istihbarat teşkilatının yazdığı bu tiyatrolar sayesinde büyümüştür. MİT 1978’de Türk solunu bölmek için oynadı bu oyunu. Kürt sorunu olarak karşımıza çıktı. Şimdi aynı oyunu oynuyor, yakında Kürt devleti olarak göreceğiz sonucunu. Acı olan şu: hükümet de bu illüzyona inanmış, kendi rolünü oynuyor: Türklere gaz veriyor Öcalan’a söz veriyor. Başbakan Türk mahallesinde Öcalan’ı asıyor, Kürt mahallesinde kurtarıyor. Bu bir gerilim tiyatrosundan skeç değilse ne? Bazıları Öcalan’ın bu tiyatro oyununu bir mucize göstererek gerçeğe dönüştürecek sihirli değneği olduğunu sanıyor. Oysa barış bir tiyatrodan daha ciddidir. Öcalan, “PKK ülke dışına çekilsin” çağırısı yapıp PKK da bu çağırıya uyana kadar bu tiyatroya inanmayacak kadar tecrübeli bir TC vatandaşıyım ben. Bu tiyatroya başlık seçseydim herhalde “Kışın seviş yazın savaş” olurdu. Ancak ölüm gerçeği İmralı’da Kandil’de ve Yeni 263 Mahalle’de sahnelenen barış tiyatrosundan daha gerçek, barış mucizesinden daha sahici, barış ışıldaklarından daha yakıcıdır. Çünkü bunu sadece barış Pollyannaları değil herkes görür (63). Gazeteci ve yazar Rıdvan Akar ise, açlık grevleri sayesinde Öcalan’ın tekrar liderlik rolünü kaptığını düşünüyor. Açlık grevleri iki biçimde bitebilirdi. Kandil açlık grevlerinin bitmesi talimatı verebilirdi. Ancak Kandil’in böylesi bir niyeti olmadığı KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan’ın 22 Ekim 2012’de Roj TV’de yayınlanan mesajında ortaya çıkıyordu. Karayılan, cezaevlerinde yapılan açlık grevleri ile PKK’nın bir ilgisi olmadığını, eylemlerin “kendiliğinden” başladığına dikkati çekiyor ve “PKK geleneğinde cezaevlerinde bir eylemin yapılması kararı vermeyecekleri gibi, ‘bitir’ talimatını da kimsenin veremeyeceğini bu kararı sadece açlık grevi başlatanların verebileceğini” söylüyordu. Karayılan’a göre açlık grevlerini Öcalan değil, Başbakan Erdoğan bitirebilirdi. Her ne kadar Karayılan böyle dese de ikinci seçenek hiç kuşkusuz Öcalan’dı. Öcalan’ın “bitir” talimatı/çağrısı eylemin sonlandırılması için yetti de arttı. Ancak Öcalan’ın çağrısında “dışarıdakilere” dönük bir eleştiri de mevcuttu. “Dışarıdakilerin” kendilerinin yapmaları gerekeni cezaevlerindekilere yüklediği mealindeki eleştiri kulak ardı edildi. Oysa Karayılan aynı söyleşide açlık grevlerinin tarihi bir dönüşümün başlangıcı olabileceği yönündeki görüşleri mevcuttu. Yani açlık grevlerine böylesi bir mana ve ehemmiyet yüklendiği anlaşılıyordu. Şimdi bu yeni ahvalde iki ilginç tutum dikkati çekiyor. Birincisi, MİT doğrudan Öcalan ile yeniden iletişime geçmiş görünüyor. Bu iletişimi Hükümet-Öcalan diyaloğu 63 Uslu, Emre. Kışın seviş yazın savaş. Taraf gazetesi. 18.11.2012. 264 olarak da tanımlayabiliriz. Zira Adalet Bakanı Sadullah Ergin “gerekirse Öcalan ile de görüşülebileceği” yönünde demeçler verirken, Başbakan Erdoğan’ın henüz dumanı üzerindeki “Biz iktidarda kaldığımız sürece ev hapsi olmaz. Cezasını İmralı’da çekecek” şeklindeki açıklamalarına rağmen, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç “silah bırakılması halinde Öcalan’a ev hapsinin de gündeme alınabileceğini” söylüyor. Peki bu keskin U dönüşüne neden gerek duyuldu? Erdoğan Öcalan’a görüş yasağının konulduğu 1.5 yıl içinde Kürt Sorunu’nun çözümünde muhatap arayışında ciddi bir sıkıntı yaşadı. Önce farklı mecralarla Kürt Sorunu’nu görüşeceğini söyledi. Olmadı. Sonra sadece yasal temsilcileriyle görüşeceğini belirtti. Yani BDP’yi muhatap alacaktı. O da olmadı. Hal böyle olunca da milliyetçiliğin hamaseti ile malul bir “silahla çözeriz” politikasına sarılındı. Ancak İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in “Öcalan’a görüş ambargosunu sürdürelim. Terörle mücadelede çok başarılı bir dönemden geçiyoruz” telkininin bir yumuşak karnı vardı. Dağda silahlı, şehirlerde taş ve molotoflu Kürt militanlar yerine siyaseti açlıkla terbiye/tehdit eden yepyeni bir direniş biçimi ezberleri bozdu. İşte bu ahvalde “terörle mücadeledeki azimli ve başarılı kararlılık” pek de etkili olamayacaktı. Oysa cezaevlerinden gelebilecek kitlesel ölüm haberleri ülkeyi yeniden kan ve ateşle imtihana sürükleyebilirdi. Bu koşullarda yeniden malum adrese başvuruldu. Öcalan devreye girdi ve sorunu çözdü. Krizin biricik kazananı da Öcalan oldu. Bir kez daha örgüt ve Kürtler üzerindeki etkisini kanıtladı. 1.5 yıllık uzaklığa rağmen gücünden hiçbir şey yitirmediğini gösterdi. Dahası belki tersten “çakarak” da olsa kendisinin uzak kaldığı dönemdeki cari dinamikler/muhataplar olan BDP/Kandil eksenine kifayetsizlik eleştirisi yapmış oldu. Şimdi Öcalan 265 yeniden muhatap alınması gereken tek makam olarak öne çıkıyor. Dahası açlık grevlerindeki duruşu itibarıyla da “akil” bir konuma yükselmiş görünüyor. Hele avukatlara görüş izninin verilmesi halinde bu sürecin çok daha içerikli parametrelerini göreceğimizi ön görüyorum. Yani Öcalan giderek fiili siyaset yapan, örgütü yöneten kadrolarla arasına mesafe koyarak, eleştiri ve “silahla çözüm olmaz” yaklaşımıyla devletle PKK arasında “aracı” bir konum elde etmek isteyebilir ya da o konumu “pazarlıklar muvacehesinde” devlet tarafından öne çıkarılmak istenebilir. İlginç bir sürece gireceğiz. İmralı’da pazarlıklar sürecek. Öyle anlaşılıyor. Bakalım bu pazarlık sürecinde Kandil “biz de buradayız” vurgusunu yine kanla yazacak mı? Bakalım Öcalan ile devlet ve Öcalan inisiyatifi ile Kandil arasındaki bu bilek güreşini kim kazanacak? Umarız telaffuz edildiğinde bile adeta PKK söylemi gibi algılanan “barış” bu kez provokasyonlara daha dayanıklıdır (64). AKP içindeki bir damar da yeni bir fitne vesilesi olarak, Milat Gazetesinden Adem Çaylak’ın da ifade ettiği şekliyle; ‘doğuda PKK ile mücadele eden the cemaattir. Ve şiddete başvuran güvenlik güçleri de the cemaatin elemanlarıdır’ şeklinde absürt bir söylem geliştirmektedir. Gazeteci ve akademisyen Önder Aytaç, bu süreç içerisinde muhtemel olabilecek terör eylemlerini 30 madde halinde ve PKK sorununda gelinen noktaya parmak basarak iki makalesinde şöyle özetliyor. 1. Öncelikle burada yazdıklarımız bizim öngörülerimiz ve bu konudaki uzmanlığımız sonucundaki çıkarsamalarımızdır demeliyim. 64 Akar, Rıdvan. Öcalan’a biçilen yeni rol. 25.11.2012. Internetden, 24.com.tr 266 2. Bu yazdıklarımızdan sonra, -daha önceden de defaatle olduğu gibi- ya bu olayları yapmalarında eylem sayısı bağlamında bir azalama ya da yapılma süresini öteleme / geciktirme ve hatta hiç yapamama söz konusu olabiliyor. Olabiliyor çünkü terör örgütlerinin yapacaklarının önceden söylenilmesi / yazılması, örgütte çok ciddi moral bozukluğuna vesile oluyor ve içsel hesaplaşmalara da neden oluyor ki bu da ülkemiz adına güzel bir durum… 3. Sn. Muammer Güler bundan sonraki siyasi hayatına herhalde Mardin’de devam edemez. Edemez çünkü Büyükşehir Yasası sonucunda Mardin de BDP’nin dışındaki partiler sadece nal toplayacaklar. Bu nedenle, eğer bu büyükşehir yasası ile ‘Kürdistan’ın haritası çizilmiyorsa, yasanın uygulamasından geri adım atılmalı. Atılmazsa, çok kısa geçecek belli bir süre sonrasında ‘biz size demiştik ama anlamadınız’ demek zorunda kalacağız… 4. Eğer Sn. Beşir Atalay’ı Sn. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül her ne hikmetse ısrarla tutmaya ve kollamaya devam ederse, terörle mücadele de ve açılım konusunda atılan adımlarda ciddi saçılımlar ve polis özel harekât ve jandarma özel harekâtın ortaklaşa yaptıkları nokta vuruşlu ve caydırıcı adımlar akim kalmış olacak… 5. Yapılan bu açlık grevleri ile suni bir gündem oluşturdular ve bunu da Öcalan’a çözdürerek onu yeniden önemli ve kutsanmış hale getirdiler. 6. Bölgede kaçakçılık yapan kaçakçılar da asla terörün bitmesini istemiyorlar. Özellikle de sigara ve mazot kaçakçılığı yapanlar için bu durum daha fazlası ile söz konusu. Sınır ötesinden 1’e getirilen mallar Türkiye’de 5’e satılabiliyor ki rantta bu konuda çok büyük. 267 7. Sınırlar adeta kevgire dönmüş gibi. Sınır güvenliği çok önemli olmasına rağmen böylesi bir güvenlik nerede ise yok. Coğrafi şartların kötülüğü de bir diğer dezavantaj. Sınırda çok kör noktalar var. Yalnızca insana dayalı kontroller değil, onun yanında elektronik ve teknik kontroller de çoğaltılmalı. 8. Emniyet güçleri, jandarma ve karacılar gerçekten de son 3-4 ayda terörle mücadelede çok başarılılar. Ama bu başarılarını yeterince anlatamıyorlar. Medyada da bu anlamda başarılar yeterince yer almıyor. PKK, psikolojik çöküntüsünü izale etmek ve tabanına moral aşılamak için yeni bir Uludere benzeri saldırı yapmak istiyor. Ya da batıdaki petropol şehir merkezlerinde terör saldırısı yapmaya çalışacaklar. 9. Bu bağlamda güvenlik güçleri açısından en büyük engel ve en büyük terörle mücadeleyi yavaşlatacak unsur olarak gözüken ise AK Parti Hükümetinin yeniden müzakereler diyerek görüşmelere başlaması ve mücadeleyi sonlandırması ki bu durum PKK’ya yeniden nefes almayı ve kendini düzenleme hakkını vermiş olacak… 10. PKK’nın özellikle dağ kadrosunda da inanılmaz çarpıklıklar söz konusu. Çocuk yaşta dağa çıkan kızlara ve erkeklere kaşarlanmış teröristlerce tecavüz, yoz ilişkiler, homoseksüel çarpıklıklar, doğum kontrol hapları, pejmurdelik alabildiğine söz konusu ve bununla ilişkili terör örgütünün kendi içinde de çok ciddi sıkıntıları mevcut. 11. Doğuda yapılan operasyonları azaltmak ve hatta engelleyebilmek için, batıdaki büyük illerde patlayıcı maddelerin yığınakları yapılmakta. Bu amaçla batı illerinde de bol bol eylemler gerçekleştirilecek… 12. TSK belki de PKK ile mücadele tarihinde ilk kez şu anda en etkin şekilde mücadelesini yapmakta. Jandarma 268 da bu anlamda gerçekten de çok başarılı bir şekilde JÖH olarakta gerçekten de başarılı adımlar atmakta. TSK’da artık etkin bir şekilde terörle mücadelede polisle birlikte aktif katılım sağlamakta. Darısı MİT’in de başına demekte de yarar var… Hakkari ve Şırnak da bu anlamda önemli olan 2 ilimiz.. 13. Terör bölgesinde görev yapan valilerin çoğu başarı ancak bazı illerde adı yolsuzluğa bulaşan kişiler de acaba var mı? Kaymakamlar da eskiye göre daha aktifler. Ancak hala tırsık olan bazı kaymakamlarda var. Bunların yerine de aktif kaymakamların getirilmesinde yarar var… 14. MİT kurumsal anlamda sanki oldukça sıkıntılı. Bir diğer anlatımla çağı yakalayamamış bir durumda adım atıyor. Hakan Fidan’ın MİT’i iyileştirme ve çağdaşlaştırma adımları olsa da maalesef ki hantal yapı karşısında yeterli olmıyor… 15. Dağda olan terörist sayısı 3500 kadar olduğu ifade edilen bu yapının, Temmuz 2012’den bu tarafa neredeyse 500’e yakını ölü olarak ele geçirildi ki bu neredeyse son 30 yıldaki terörle mücadeledeki en başarılı olunan dönemdir bile denilmesine neden oluyor. Dağda yaşayanlar ise kış gelmesine rağmen mağaralarına giremiyorlar çünkü PÖH ve JÖH tarafından ortak operasyonlarla yakalanıyor ya da öldürülüyorlar. Bu nedenle de dağdaki teröristler de çok perişan bir durumdalar. BU durumda örgütte çok ciddi infiallere ve iç eleştirilere de neden olmakta (65). 2012’nin Temmuz ayından bu tarafa neredeyse 500’den fazla terörist öldürüldü. Bu verilen rakamlar daha önceki yıllarda güvenlik güçlerince ifade edilen abartılmış 65 Aytaç, Önder. Kasım ve Aralık'ta terör takvimi! 21. 11.2012. İnternet ulaşımı http://www.medyafaresi.com/yazi/1018/onder-aytac-kasim-ve-aralik-ta-terortakvimi.html 269 / şişirilmiş rakamlar gibi de değil. Hatta bunun fazlası vardır ama azı yoktur. Dağdaki silahlı teröristlerin 3500 kadar olduğu düşünülürse 1 / 7 kadar olan bir oranda teröristin ölü olarak ele geçirilmesi söz konusudur ve bu oldukça da önemlidir diyerek, ilk makaleden sonra kaldığımız yerden maddeler halinde yazmaya devam edelim. Şöyle ki; 16.Şu anda her yıl olduğu gibi bu yıl daha ateşkes sağlayamamış olan PKK, kış uykusuna geçemedi ve mağaralarına / inlerine giremedi. Çok sayıdaki öldürülen teröristten dolayı da, PKK militanları dağlarda aç ve sefil olarak durmaktalar, mağaralarına girememekteler ve bunların da büyük bir çoğunluğunun yaşı da 15 ve civarında olan çocuklardan oluşmakta... 17.Bu anlamda BDP’nin ölüm oruçları şeklinde tavır sergilemesinin nedeni de, dağdaki PKK’nin sıkışmış olması ve örgütün kısmen de olsa rahatlatılması amaçlı... 18.Türkiye’deki başkanlık sistemine doğru rejimin yönlenmesi de güçlü bir başkanın yanında çok zayıflatılmış bir yargının, yetkileri budanmış bir yasamanın ve güçsüz olan bakanların ortaya çıkmasına neden olur ki, bunun kabul edilmesi de çok da doğru değil… 19.Tek adam yönetiminin ve 3 dönemden beri devam eden tek parti iktidarının istikrar açısından faydaları olmakla birlikte, demokrasi siteminin neredeyse rayından çıkmasına da neden olmakta. Bu çerçevedeki Sn. Erdoğan’ın olduğu bir başkanlık sistemindense; yasama, yürütme ve yargının kuvvetler ayrılığı siteminde devam ettiği bir yapının olması çok daha sağlıklı olsa gerek… 20.PKK açısından 2012 yılı Kürt Baharı’nın olduğu bir yıl şeklinde geçirilecekken, neredeyse örgüt bağlamında hezimet yılı oldu. Örgütün hala bu sene içinde 270 sıklıkla yapılan operasyonlardan dolayı, kış tertiplenmesini yapamaması söz konusu. Yine terörle mücadelede, son 30 yıldır ilk kez sağlıklı, sabit karakol ve karargahlardan beklenilme ve av olmak şekliyle değil, mobil sistemlerle hareketli ve Jandarma Özel harekat (JÖH) ve Polis Özel Harekatın (PÖH) ortaklaşa ve uyum içinde çalıştığı bir yöntemle, PKK ile mücadele söz konusu ve bunda da çok ciddi başarılar elde edilmekte... 21.Şemdinli de ilk kez 11 yaşındaki Faris Demirci’nin teröristlerce patlatılan bir bomba ile öldürülmesi sonrasında, ailesinin PKK’ya karşı takındığı tavır, Şemdinli de bu olaydan dolayı PKK istediği için değil ve fakat PKK’ya tepki olarak dükkanların esnaflar tarafından kapatılması ve okullara yapılan terörist saldırılarda, çocuklarının okuma hakkının engellenmemesi için, velilerin PKK’lılara karşı tepkilerini göstermesi, son yıllarda bölgede asla gözükmeyen halkın PKK’ya karşı yaptıkları protestolar var ve bunlar da gerçekten de çok önemli... 22. Eğer devlet ve hükümet; teröre karşı istikrarlı bir şekilde mücadele edecek olsalar ve güvenlik güçleri de teröristlerle yapılan çatışmalarda başarılı sonuçlarını arttırarak devam ettirseler, zaten PKK’den bıkkınlık duyan yöre halkının da yeniden devletin yanında yer alması söz konusu olacak… Bunun tek handikapı ise teröristle müzakere yolunun yeniden açılma tehlikesinin mevcudiyeti. Böylesi bir garabet ise maalesef ki, bir kez daha yeniden yöre halkının PKK’nin saflarına doğru yönlenmesine neden olacak… 23.Bir örgüt düşünün ki tabandan örgüte devşirilenler en fazla 8-10 yıl dağ hayatı yaşıyorlar ve sonrasında da ya öldürülüyorlar ya da hapse gidiyorlar. Ama üst düzey yöneticilerin hepsi de, en az 28 yıldır hala üst düzey yönetici olmaya devam ediyor ve bunlara da hiç bir şey de 271 olmuyor. O zaman PKK üst düzey yönetimi acaba görevli muvazzaflar mıdır ki? O nedenle de hala onlar görevlerine mi devam etmektedirler? Ya da onlara karşı neden operasyonlar düzenlenmemektedir? İsrail’in Hamas liderlerine, İran’ın PJAK yöneticilerine, Rusya’nın Çeçen yöneticilerine yaptığı suikast saldırılarının aynısının tıpkısı, neden PKK’nın üst düzey yöneticilerine karşı düzenlenmemektedir? Bunlar o zaman ya devletin görevli elemanları mıdır ya da devletin istihbarat birimleri hiç de iyi çalışmadıkları için bunlara karşı bir operasyon düzenlenememektedir? 23.PKK’nin üst düzey yöneticilerine yapılacak operasyonlarda başarı sağlanması, beraberinde örgütün tabanının da moral kaybına neden olacak ve örgütün çözülmesine de katkı sağlayacaktır… 24.ABD, terörle mücadele bize yeterince bilgi vermemekte ve fakat bizim yapacağımız operasyonlarda ise mutlaka / kesinlikle 24 saat öncesinden kendisine bilgi verilmesini ve gidilecek koordinatların nereleri olduğunu da istemektedir. ABD operasyonel bilgileri bizimle paylaşmamakta ve verdiği bilgiler bağlamında da oldukça bayat verileri paylaşmaktadır… 25.Örgütün kendi içinde de son dönemlerde operasyon üstüne operasyon yemesi nedeniyle ve çok sayıda ölü vermesinden dolayı, ciddi anlamda iç mücadeleler ve kendi kendisini sorgulamaları söz konusudur. Alandaki başarısız olan liderlerin hepsi de tabandaki genç militanlar tarafından da artık sorgulanmakta / eleştirilmektedir… 26.PKK’nin terör sorununu, Öcalan ile uzlaşarak çözeceğiz yaklaşımının tek nedeni ise güvenlik güçleri ile mücadelede başarısız olan terör örgütünün bitmesini önleme çabası olsa gerektir. Beşir Atalay’ın bunu istemesi de sanki farklı bir acem-i oyunu mu diye de düşünülebilir… 272 27.PKK tamamıyla uluslararası taşeron bir projedir ve asla ama asla Kürt halkının haklarını savunmamaktadır… 28.AKP içindeki bir damar da yeni bir fitne vesilesi olarak, ‘doğuda PKK ile mücadele eden the cemaattir söylemi geliştirdi. Ve şiddete başvuran güvenlik güçleri de the cemaatin elemanlarıdır’ şeklinde olayı çarpıtıyor. Bunu da AKP’nin içindeki acem(l)-i bir grup da benzer şekilde ifade etmektedir… Hâlbuki bu durum, güvenlik güçlerinin hepsini de Erdoğan Hükümetinin tayin ettiği ve göreve getirirken de 3 hafta kadar MİT’te de istihbaratlarının yaptırıldığı kişilerdir… Ama AKP’de başının sıkıştığı her yerde ve özellikle terör ile ilgili konularda; ‘ben yapmadım, onlar yaptılar’ deme sendromundan kurtulmalıdır (66). Türkiye’nin en çok konuştuğu kişilerden biri Abdullah Öcalan’dır ama medyada derli toplu bir Öcalan analizi yapılmamıştır. Türkiye’de yazılan kitaplar ekseriyetle ya Öcalan’ı kutsamak için ya da yerin dibine batırmak için yazılan psikolojik harekât amaçlı kitaplardır. Bunun için kuşkusuz bir kitap yazılmalı. Gazeteci ve akademisyen Emre Uslu, maddeler hâlinde Öcalan’ın PKK içindeki konumunu, ne istediğini, ve neyi yapabileceğini şöyle anlattı: 1) Abdullah Öcalan KCK yapılanması kurulup oturduktan bu yana PKK’nın lideri değil sözcüsüdür. 2) PKK’yı yöneten KCK Yürütme Kurulu’dur ve bunun en etkili ayakları da Avrupa kanadıdır. 3) Abdullah Öcalan’ın üzerlerinde etkisinin en az olduğu PKK yapısı Kandil ve HPG iken en fazla olduğu yapı hapishanedeki örgütçülerdir. Özellikle hapishanelerdeki örgütçülere yazdığı özel mektuplar 66 Aytaç, Önder. Kasım içinde PKK terörü ve iktidar. Rotahaber 22.11.2012. 273 nedeniyle bu etkisini giderek derinleştirmiştir. Son açlık grevlerini bu ilişkiyi bilmeden anlamak mümkün değildir. Bu bağlamda açlık grevleri öncesinde, Öcalan’ın İmralı’dan giden mektupları vasıtasıyla veya başka bir biçimde PKK’lı mahkûmlarla Öcalan arasında ne gibi temaslar olmuştur? Sorusu önemlidir. 4) Abdullah Öcalan kendisi özellikle halk üzerindeki etkisini kullanarak pozisyonunu koruma siyaseti gütmektedir. Bu nedenle PKK içindeki değişen güç dengelerine göre kendisini ayarlamakta duruma göre pozisyon almaktadır. 5) En son Silvan saldırısı ile birlikte Abdullah Öcalan’a gündem dayatma ile başlayan ve şahinlerin PKK’da liderliği ele geçirmesinden sonra Abdullah Öcalan da pozisyonunu belirleme çabasına girmiştir. 6) Abdullah Öcalan 2010 yılından sonra bir dönem bitiğini iktidarı AKP’nin ele geçirdiğini düşünüyordu. Bu nedenle de Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na mektuplar yazmaya başlamıştı. Ancak Uludere faciasından sonra o eski derin devletin halen yaşadığını görmüş ve tavrını belirleme konusunda aceleci davrandığını düşünerek PKK içindeki güç dengelerin bakımından şahinlerden yana tavır koymuştur. 7) 2004 yılındaki avukat görüşmeleri incelenirse o dönem de böyle bir sürecin yaşandığını, Abdullah Öcalan’ın kendisine gündem dayatan Duran Kalkan ve Cemil Bayık’a hesap soracağını söylediğini görürsünüz. Ancak savaşı başlatarak kazanan taraf Bayık ve Kalkan ekibi olunca Öcalan da dümeni Bayık ve Kalkan tarafına kırmış ve kendi pozisyonunu KCK Yürütme Konseyi kurarak kurtarmaya çalışmıştır. Bundan sonraki süreçte de Öcalan PKK’nın sözcüsü olmuştur. Silvan saldırısıyla birlikte sözcülük pozisyonu da sarsılmıştır. Bu arka planı bilmeden Öcalan hakkında yapılan yorumlar boştur. 274 8) Öcalan devlete sürekli “bu şartlar altında örgütle bağım yokken örgüt üzerinde etkili olamam. Bana örgütle irtibat kuracağım gerekli araçları vermeden bir şey yapamam” şeklinde çağırılar yapar. Devlet bu çağırıları Öcalan’ın kendini İmralı’dan kurtarmak için yaptığı taktik çağırılar olarak okur. Bu nedenle de Öcalan’ın ev hapsi istediğini düşünür. Ben de uzun süre böyle düşünmüştüm. Ancak Öcalan devlete “elimi güçlendirin” çağırısı yaparken aslında bir stratejik akılla hareket ediyor. Şunu demek istiyor: “Ben PKK’nın lideri değilim. Ancak devletten bir şeyler koparabilirsem, devletin beni ciddiye aldığını gösterebilirsem, halkın üzerindeki etkimi de kullanıp PKK’nın etkililerine Öcalan geri geliyor mesajı verip devletten aldığım ‘ödün’ ile PKK’daki liderliğimi geri alabilirim. Bu nedenle beni tekrar PKK’nın lideri yapacak gerekli araçları verin.” 9) Abdullah Öcalan PKK’nın sözcüsü olduğundan dolayı müzakere sürecinde etkisi sanıldığı kadar büyük değildir. Öcalan bu süreçte ancak bir ortam yumuşatıcı olarak değerlendirilebilir. Müzakerede PKK’nın tutumuna ancak KCK Yürütme Konseyi karar verebilir. 10) Bu nedenle Öcalan’a yüksek düzeyde siyasal tanınmayı da çağrıştıracak heyetler göndermek yanlıştır. Öcalan ile veya PKK liderleri ile yapılacak görüşme alt düzey istihbaratçılar aracılığıyla yapılmalıdır. Ne zaman ki PKK sınır dışına çekilmeyi kabul eder o zaman görüşme sürecinde kıdem arttırılabilir. 11) Unutmayın ki Abdullah Öcalan gibi liderler için en önemli mesele yola çıktıkları projelerini tamamlamaktır. Yapamıyorlarsa onun altyapısını kurup tarihe iz bırakmak isterler. Dolayısıyla Abdullah Öcalan’ın yola çıkış projesini tamamlaması için elindeki en güçlü enstrümanı, PKK’yı tasfiye etmesini beklemek dünyanın en saçma beklentisidir. Yaser Arafat nasıl FKÖ’yü tasfiye 275 etmeden, örgütü koruyarak bir barış sürecini başlattıysa Öcalan da benzer bir model ile barış getirmek istiyor. Bunu bilmek gerek… 12) Öcalan’ın en güçlü tarafı devleti Tayyip Erdoğan’dan bile iyi tanıması ve Türkiye’deki siyasetçilerin çoğundan çok daha iyi analitik düşünebilme yeteneğine sahip olmasıdır. En zayıf tarafı ise komplo teorilerine fazla inanması ve narsist yapısı ile aşırı kuşkuculuğudur (67). Kırmızı PKK ‘Yeşil’leşirken kazanıyor mu? AK Parti’nin geçen on yılık başarısının en önemli sırrı algı yönetimini kusursuz yapması. Bu süre içerisinde toplumun algılarını öylesine güzel yönetti ki hem kendi tabanını dönüştürmeyi başardı, hem de ülkede oluşabilecek toplumsal muhalefetin önünü kesmiş oldu. AK Parti algı yönetimi konusunda sanırım bir stratejik akla göre hareket ediyor. Yaptıkları her şeyi planlı yapıyor, her lafı planlı konuşuyor, her adımı planlı atıyor ve her süreci planlı yürütüyor. •Bu sürecin yönetimine ilişkin en güzel örnek yüzde 50 psikolojik sınırı algısını yerleştirip yönetmek. Herhangi bir anket şirketi AK Parti oylarını yüzde 50’nin altında gösterdiği anda bir AK Parti yetkilisi çıkıp bir başka anket sonucu açıklayarak “acaba AK Parti yüzde 50’nin altına mı düşüyor” algısının tabana yayılmasını önlüyor. Yine bu kapsamda alternatif oluşturabilecek Numan Kurtulmuş gibi kişileri transfer ederek algı yönetimi noktasında gerçekten pürüzsüz bir övgüyü hak ettiklerini kayda geçirmem gerekiyor. Emre Uslu, algı yönetimi konusunda bu kadar başarılı olan AK Parti’nin Kürt sorununun çözümü konusunda aynı başarıyı göster(e)mediğini düşünüyor. Şöyle devam ediyor: Türkiye genelinde algı yönetimini bu kadar kusursuz 67 Uslu, Emre. Abdullah Öcalan ne düşür. Taraf gazetesi. 07.11.2012. 276 yapan bir partinin Kürt sorunu konusunda özellikle PKK’nın ekmeğine yağ sürecek birtakım işler yapıp “PKK vurdukça kazanıyor” algısını oluşturmadaki başarısızlığını doğrusu ben AK Parti’nin aklıyla bağdaştıramıyorum. Bu büyük tezat ancak bilinçli yapılır gibi de düşündüğüm oluyor. Aslında AK Parti PKK ile anlaştı ve“sözde mücadeleci özde müzakereci” bir tutumla Türk tarafına yönelik bir algı inşası mı yapıyor diye de düşündüğüm oluyor. Zira bir yanda sözüne en güvenilir bir siyaset adamı BaşbakanErdoğan çıkıp “APO’yu asarım” diye nutuk atarken, perde arkasında müsteşarını Öcalan’la görüşmeye gönderiyorsa, Oslo’ya taviz vermeye gönderiyorsa o zaman aslında Başbakan bu mücadeleci çıkışlarıyla Türk milliyetçilerinin algılarını maniple ederken Kürt milliyetçileri ile pazarlık mı yapıyor, diye sormadan edemiyor insan. En son açlık grevlerinde de durum aynısı olmadı mı? Erdoğan Almanya’da “öyle bir oruç eylemi yok”dedi “halk idamı istiyor” dedi ama KCK sanıklarını salacak dördüncü paketin çıkacağının da sinyalini verdi. Yani Türklere vurucu Kürtlere verici bir siyaset anlayışında algı yönetimi nerede? Bütün bu süreçlerden hep PKK kazançlı çıkmıyor mu? AK Parti’nin amacı Kürtlerin haklarını teslim etmek mi yoksa gerçekten de Oslo’da uzlaşıldığı gibi KCK’yı bölgede büyütüp, psikolojik üstünlüğünü temin edip bölgeyi KCK’ya bırakmak mı? Eğer AK Parti’nin politikası Kürtlerin haklarını vermek ise, ki bunu sonuna kadar destekliyorum, o hâlde neden PKK ile pazarlık yapıyor, neden bir takvim açıklayıp bunu bir takvime bağlayarak vereceğini açıklamıyor da her PKK eyleminden sonra bir kısmını verip PKK’ya pirim kazandırıyor? En son anadilde savunma hakkını örnek alalım. 30 Eylül 2012’deki AK Parti’nin 2023 vizyon belgesinde bu hakkın tanınacağı açıklanmıştı. Peki, ne oldu? PKK’lılar açlık grevine gitti. 277 Başbakan çok sert açıklamalar yaptı. PKK’yı ve Öcalan’a idamı gündeme getirdi. Sonra dün bakanlar kurulu kararı ile anadilde Savunma hakkı apar topar gündeme getirildi ve bütün krediler PKK’ya aktarıldı. Bunun amacı nedir? Algı yönetiminde bu kadar başarılı bir parti bu işi bilinçli yapmıyorsa, bu yöntemin PKK’nın işine yaratığını, PKK’yı büyüttüğünü görmüyor mu? Aynı şeyi anadilde eğitim için de söyleyebiliriz. Bunu sağlamak için bir takvim açıklayıp, bir pilot proje başlatmak için yeni bir PKK eylemi mi bekliyor AKP? Bu süreç yeni de değil. Geçen seçimlerden bu yana devam eden bir süreç. AK Parti bölgede kaybedeceğini bile bile hem yerel seçimlerde hem de genel seçimlerde bölgede zayıf adaylar çıkardı. Bu yöntemin bölgeyi BDP’ye terketmek olduğunu sağır sultan bile biliyordu. AK Parti bunu neden yaptı o hâlde? Aynı şeyi Büyükşehir Belediyeleri Yasası’nda da yapıyor. Yeni yasa ile Mardin ve Van bir daha geri kazanılamayacak şekilde BDP’ye terk ediliyor. Bundan sonra haritaya baktığımızda bölgede AK Parti’nin kazandığı adacıklar olmayacak. Tamamen BDP’ye terk edilmiş olacak. Bu da insanların zihinlerinde algısal bölünmeyi daha da netleştirecek. Peki, AK Parti bu algı yanlışını neden yapıyor? İnsanın söylemeye dili varmıyor ama Cemil Bayık 4. Stratejik Mücadele Dönemi’ni anlatırken amaçlarının “bölgeden AKP’nin silinmesi” olduğunu belirtip “böylece devlet bizimle masaya bizim istediğimiz şartlarda oturacak” demişti. AKP Parti Kütlerin haklarını bir bütün olarak, PKK eylemlerinden bağımsız olarak bir takvime bağlayıp deklere etmek yerine PKK eylemlerinden sonra veriyor. Hâliyle PKK bölgede psikolojik üstünlük elde ediyor kendi tabanında da “vurdukça alıyoruz” algısı ile daha net dayanışma sağlıyor. Bu da PKK’nın daha da güçlenmesine yol açıyor. Bu yapılanlara bütüncül pencereden 278 bakınca Cemil Bayık’ın argümanlarının haklı çıktığı görünüyor. Maalesef en azından bölgedeki algı bakımından PKK kazanıyor Türkiye kaybediyor. Buna da AK Partinin bu tuhaf politikaları etken oluyor. Soru şu: bölgede psikolojik üstünlüğünü kabul ettirmiş, açlık grevleriyle iktidarın bileğini bükmüş, devleti Öcalan’ın ailesine yalvartıp Öcalan’dan yardım dileyen pozisyonuna düşürmüş, Suriye’de fiili bir devlet kurmuş bir PKK, açılımın başladığı 2009 öncesinden daha mı güçlü daha mı zayıf görünüyor? Açılımın amacı PKK’yı zayıflatmak terör sorununu çözmek değil miydi? Bu açılım yöntemi PKK’yı güçlendirdi mi zayıflattı mı? Daha da önemlisi AK Parti ne yapmaya çalışıyor; amaç Kürt haklarını vermek mi PKK’yı güçlendirmek mi? Bu bir akıl tutulması mı bir planın parçası mı? Plansa kimin planı? (68). Türkiye'yi 12 parçaya bölerek yönetmeyi hedefleyen terör örgütünün, 2010-2011 yıllarında 'topyekün savunma' stratejisi için mesafe almaya çalıştığı ama 2012’de polis özel timin başarılı operasyonları karşısında ne serhildan denilen halk ayaklanmasınja cesaret edebildi nede Hakkari’yi kurtarılmış bölge ilan edebildi. Güvenlik güçlerinin operasyonları, örgüt açısından strateji değişikliği sürecini baltaladı. Terör örgütü PKK/KCK sözleşmesi, örgütün 'anayasası' hükmünde. Sözde YasamYürütme-Yargı hiyerarşi ile 'Önderliği' şekillendiriyor. 46 asıl, 4 ek maddeden müteşekkil metinde organlarla temel faaliyetlerin nasıl yürütüleceği anlatıyor. 11. maddesi 'Kürdistan Demokratik Toplum Konfederalizmi'nin kurulduğunu, liderinin Abdullah Öcalan olduğu ifade ediliyor. KCK'nın Türkiye'nin yanında Suriye, Irak ve İran'ı kapsadığına dikkat çekiliyor. KCK'nın Suriye'de 68 Uslu, Emre. PKK kazanıyor. Taraf gazetesi. 10.11.2012. 279 Demokratik Birlik Partisi (PYD), Irak'ta Kürdistan Çözüm Partisi (PÇDK), İran'da Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) üzerinde faaliyette olduğu vurgulanıyor. Ankara'nın Kumrular Caddesi'nde 5 kişinin öldüğü 40 kişinin de yaralandığı bombalı terör saldırısıyla ilgili hazırlanan iddianamede, terör örgütü PKK/KCK yapılanması anlatılıyor. KCK veya KCK/PKK terör örgütü, hangi harf grubunu kullanırsa kullansın aynı terörist örgüt olduğunun altı çiziliyor. Terör örgütünün 5 bin ile 5 bin 500 civarında silahlı bir kadroya sahip olduğu belirtiliyor. Örgüt tarafından Türkiye eyaletlere bölünmüş ve 12 bölgeye ayrılmış. Her bölgeye bir isim verilirken, buralarda kaç kişilik terörist grubu olduğu da anlatılıyor. Bunlar sırasıyla şöyle: "Samsun-Tokat-Amasya-Giresun (Karadeniz Açılım Grubu) hattında 20-25 kişilik grup; Sivas ve çevresindeki alanını kapsayan alanda (Koçgiri Eyaleti) 5-10 kişilik grup; Malatya-Adıyaman-Gaziantep-Kahramanmaraş (Güneybatı Eyaleti) bölgesinde 9-10 kişilik grup; Tunceli ve çevresinde (Dersim Eyaleti) 180-200 kişilik grup; Elazığ'ı da kapsayacak şekilde Diyarbakır ve çevresinde (Amed Eyaleti) 170-190 kişilik grup; Erzurum'dan Bingöl'e kadar uzanan (Erzurum Eyaleti) bölgede 80-85 kişilik grup; Batman-Bitlis-Muş bölgesini (Garzan Eyaleti) kapsayan alanda 90-95 kişilik grup; Mardin ve çevresinde (Mardin Eyaleti) 35-40 kişilik grup; Siirt ilini de kapsayacak şekilde Şırnak çevresinde (Botan Eyaleti) 315-350 kişilik grup; Ardahan-Kars-Iğdır hattında (Serhat Eyaleti) 75-80 kişilik grup; Van ve çevresinde (Van Eyaleti) 110-120 kişilik grup; Hakkari ve çevresini kapsayan alanda (Zağros Eyaleti) 370-410 kişilik gruplar bulunuyor." Ayrıca sınıra yakın alanlardan Haftanin Bölgesinde 270-300 kişilik grup; Behdinan Bölgesinde 700-750 kişilik 280 ve Hakurk bölgesinde 290-310 kişilik gruplar yer alıyor. Bunların dışında da ülkenin geri kalan kısımlarında metropollerde ve yurtdışında da azımsanmayacak sayıda örgüt mensubu bulunuyor. Terör örgütünün stratejisi, 'pasif-aktif-topyekün' savunma aşamalarından oluşan Meşru Savunma Stratejisi. Uzun süreli halk savaşının aksine aşamalar doğrusal olarak ilerliyor. Geri dönüşler söz konusu olabiliyor. Bugüne kadar 'pasif ve aktif savunma' süreçleri yaşanmış olması ve eylemlerin en yoğun olduğu dönemin örgütçe aktif savunmanın ileri aşaması olarak tanımlanması ise topyekün savunma aşamasına hiç geçilmediğini gösteriyor. 2011 yılı Haziran ayında yapılan genel seçimler sonrası örgüt ve müzahir yapılar tarafından sıklıkla dile getirilen Devrimci Halk Savaşının stratejik açıdan karşılığı da bulunmuyor ve içeriğine ilişkin net açıklamalar yapılmıyor. Son dönemde yakalanan örgüt mensupları ise 'Devrimci Halk Savaşı tartışmalarının yaklaşık bir yıldır devam ettiği, tartışmanın özellikle 2010-2011 kış üstlenmesi sürecinde gerçekleştiği, stratejinin temel mantığının halkın da içerisine dahil edildiği topyekün bir mücadele olduğu, tam olarak uygulanması için bir psikolojik hazırlık süreci gerektiği, bunun da basın yayın organlarıyla yapılacak propaganda ile sağlanacağı, hazırlık aşamasında HPG mensuplarının illerde-ilçelerde Öz Savunma Birliği (ÖSB) mensuplarının faaliyet yürüteceği' şeklinde konuşuyor. 2011 yılı içerisinde terör örgütünün kırsal ve metropol alan faaliyetlerinin şiddet eylemlerinin stratejik açıdan karşılığı meşru savunma stratejisi. Yurt içindeki ve yurt dışındaki konjoktürel gelişmeler, genel seçimler, Ortadoğu'daki gelişmeler, ABD'nin Irak'tan çekilme süreci ise terör örgütünü alan kazanmaya yönelik bir çabanın içine soktu. Alan kazanmaya yönelik kitlesel eylemler üzerinden örgütün mesafe almaya çalıştığı belirlendi. 281 Ancak örgüt kadrolarına, yapılanmalarına yönelik gerçekleştirilen polisiye operasyonları örgütü yeni strateji değişikliğine itti. 2011 yılında bölücü terör örgütü Meşru Savunma Stratejisi kapsamındaki kırsal metropol alan faaliyetleri, HPG ve bağlı silahlı unsurlar tarafından örgütün 2010 yılı Mayıs ayından itibaren takip ettiği eylem stratejisine uyumlu bir şekilde gerçekleştirilmiş kırsal alanda HPG'ye bağlı kırsal kadrolar ve sözde Özel Kuvvetler, metropollerde ve şehir merkezlerinde ise Öz Savunma Birliği, Özel Kuvvetler, Kürdistan Özgürlük Şahinleri (TAK) ve Apocu Gençlik İntikam Tugayı (AGİT) gibi yapılanmalar şiddet eylemleri üzerinden mesafe almaya çalıştı. 2011 yılı içerisinde özel kuvvetlerin faaliyetleri bağlamında mayınlı-bombalı saldırılarla, özellikle araçla seyir halindeki güvenlik kuvvetlerine yönelik saldırıların nitelik ve nicelik açısından arttığı, diğer sahalara patlayıcı aktarımında artış olduğu, kırsal alanda ilçelerde özellikle polis özel harekât birimleri ile çatışmaktan kaçınılmayan bir tavrın izlendiği tespit edildi. TAK ismi, örgütün uluslararası alandaki terörist imajından kurtulmak ve örgüt üzerindeki baskıya hafifletmek amacıyla özellikle kullanılıyor. TAK adıyla üstlenilen tüm eylemlerin bizzat KCK terör örgütünce gerçekleştirildiğini vurgulanıyor. "Ayrıca amaç ve hedeflerine ulaşmak amacıyla sürekli yeni taktikler ve yöntemler geliştiren KCK terör örgütü, Kürt kökenli vatandaşları güvenlik güçleri ve devlete karşı kışkırtmak amacıyla yan kuruluş olarak öz savunma birlikleri adlı yapıyı hayata geçirdiği, kent ve ilçe merkezlerinde örgütlenen bu oluşum farklı çıkarlar sağlamak yoluyla bünyesine kattığı grupları halkta devlet unsurlarına karşı bir direniş oluşturmak maksadıyla kullandığı bu çerçevede Ankara Kızılay'da meydana gelen bu soruşturmanın konusu olan bombalı eylemin örgütün 282 eylemsizlik kararının kendileri için geçerli olmadığı tarzında açıklamalarla tak yapılanması tarafından üstlenildiği anlaşılmıştır." deniyor. Terör örgütü, yandaşlarınca işletilen işyerlerinden gelir sağlanıyor. Özellikle İstanbul’da eğlence merkezleri para basıyor. Kaçakçılık faaliyetlerinde haraç alınıyor. Sağlanan paralar ise kuryeler vasıtasıyla örgüt kadrolarına aktarılıyor. Bazen küçük miktardaki rakamlar güvenilir örgüt mensuplarının hesapları aracılığıyla ya da para transfer şirketleri üzerinden gerçekleştiriliyor. Yüksek miktardaki para transferleri ise genellikle bizzat Avrupa'daki örgütlenmelerin başındaki kişiler üzerinden sağlanıyor. Terör örgütü, her türlü teknik haberleşmenin yanı sıra doğrudan kurye de kullanıyor. Uydu üzerinden yayın yapan tv kanalları, radyolar, çeşitli dergi ve gazeteler, internet siteleri aracılığıyla iletişim faaliyetlerini gerçekleştiriyor. Terör örgütü KCK, 2007 yılında aktif hale geldi. Irak'ın Kuzey'inde KCK Yürütme Konseyinin başında Cemal kod adlı Murat Karayılan bulunuyor. Türkiye topraklarında örgütsel faaliyetleri yürütmekle görevli KCK/TM yapılanmasının başında ise Refah kod adlı Sabri Ok yer alıyor. Remzi Kartal da örgütsel yapı içerisinde Kongre-Gel Başkanı olarak gösteriliyor. Duran Kalkan, Cemil Bayık, Mehmet Tören, Mustafa Karasu, Nuriye Kesbir, Newroz Ceren gibi örgüt mensupları da KCK sözde Yürütme Konseyi üyeleri. Yurt dışındaki örgüt yöneticileri Nizamettin Toğuç, Tahir Kemalizade, Hasan Yirik, Aynur Hülakü, Dolakay Şanlı, Muzaffer Ayata, Fahrettin Gülşen dönemsel olarak rolleri değişecek biçimde örgütsel faaliyetlere katkı sunuyor. PKK içerisinde Ergenekon'un bir kolu olduğunu vurgulayan Kürt aydınları Kemal Burkay ve İbrahim Güçlü gibi BDP'nin özgürce siyaset yapamadığını ifade ediyorlar. BDP'nin, Kandil ve İmralı'dan gelen talimatlara 283 göre hareket ettiğini dile getiren Burkay, "Farklı sesler yükseldiğinde ise PKK tarafından susturuluyor. Silahların gölgesinde özgürce siyaset yapılamaz. Oysa talepler silahsız dile getirilmeli." dedi. Kanal 5'de konuşan Burkay, geçmişte açlık eylemlerinden dolayı bir çok insanın hayatını kaybettiğini hatırlatarak, böyle ansızın açlık grevine gitmenin insanın kendi kendisine yaptığı bir işkence olduğunu kaydetti. Gençlerin hayatlarının tehlikede olduğuna dikkat çeken Burkay, "İnat ile sonuç alınmaz. Bu kabul edilemez bir durum. Sesleri duyuldu ve belli adımlar atılıyor. Kamuoyunda duyarlılık var. Artık açlık grevleri sona erdirilmelidir." diye konuştu. "PKK, pek umut vermiyor. İnsan hayatına değer veren bir örgüt değil." diyen Burkay, şöyle devam etti: "BDP, etkilerini kullanmalıdır. 'Devam edin' şeklinde tavır takınmamalıdır. Ölümlerin gelmesi soruna çözüm sağlamaz, aksine gerilimi yükseltir. Olaylar iyice karmaşık hale gelir." Ergenekon davasında tanık olarak ifade veren Şemdin Sakık'ın; Doğu Perinçek, Yalçın Küçük ve Ergenekon hakkındaki iddialarını da değerlendiren Burkay, "PKK içerisinde Ergenekon'un bir kolu olduğundan şüphem yok. Ergenekon, 1950 yıllarında kurulan kontrgerillanın devamıdır. NATO tarafından kurulan Gladio'dur. Özel Harp Dairesi'ne hizmet etti, Ergenekon adını aldı ama kuruluşu kontrgerillaydı. Sadece devletin kurumları içerisinde değil, sağ ve sol örgütlerin içine de girmişti. Bunlardan biri de PKK'dır. Perinçek ve Küçük olayı hayli ilginçtir. Perinçek, bir dönem 'PKK'ya destek vermeyen Kürtler bölücüdür' diyordu. Yalçın Küçük de farklı değil. İşin içerisinde çok derin bağlar var. PKK ile ilişki kurulurken ince hesaplar var. Bunlar tam olarak açığa kavuşmadı. Fırat'ın ötesindeki Ergenekon eylemleri açığa kavuşursa çok şey anlaşılır." şeklinde konuştu. "Kürt sorununun çözümü için öncelikle şiddet eylemleri terk 284 edilmeli, silahlar susmalıdır." diyen diyen Burkay, şöyle dedi: "Silah ile bir çözüm sağlanamaz. Çok büyük bedeller ödendi. Kürtlerin şiddete sarılması hiçbir çözüm getirmedi. Devletin inkar politikaları da çözümsüzlük üretti. Hepimiz artık ders çıkartmalıyız. Şiddet ile sonuca varılamayacağı görülmeli ve sağduyu hakim olmalıdır. Son yıllarda hükümet ciddi reformlar yaptı. Eksiklikler olabilir ama sonuçta var olan iyileşmeler görülmelidir. Gerilimden uzak durulmalıdır. Sonra reform süreçlerinde ciddi provokatif olaylara tanıklık ettik. Statükodan yana olan çevreler, hükümete geri adım attırmak için her yolu denedi. Oslo süreci, Habur olayı ve sonrasında yaşananlar bunun göstergesidir." Hükümetin önemli iyileştirmelere imza attığına dikkat çeken Burkay, askeri vesayetle mücadele edildiğini ve başarılı olunduğunu ifade etti. Bu olumlu gelişmelerin bile eleştirildiğini, hatta soldan bile değişime tepki geldiğini anlatan Burkay, "Oysa sol, değişime açık olmalıdır. Ama aksini gördük. Bir devrim olmasa da demokratikleşme yolunda ciddi adımlar atıldı ve atılan adımlar halktan yanaydı. Bu süreçte Kürtler de bir bütün olarak olumlu davranamadı. Bu değişime karşı çıktılar. Atılan iyi adımları tuzak olarak göstermek istediler. BDP, CHP gibi TRT Şeş'e karşı çıktı. PKK, insanları tehdit etti. Toplumun beklentilerinin aksine gelişmeler yaşanmasına neden olundu. Kaldı ki PKK halk savaşı tezine sarıldı. Bu tez sürüldü ortaya. Hedeflerinin de açıkça AK Parti olduğunu deklare ettiler. Silahların susması beklenirken, PKK aksi bir duruş sergiledi. PKK süreç içerisinde Öcalan'ı bile bypass etti. Bu gelişmeler ile diyalog ortamı darbe yedi. Tabi bu durumda hükümetin duruşu da sertleşti. Geçmiş hükümetlerle kıyaslarsak çözüm için en önemli adımları bu hükümet attı. Ama stratejiyi, AK Parti'yi yıkmak üzerine belirlemek doğru değildir. Kaldı ki önceki 285 dönemlerde yaşananlar var. Sistematik işkenceler, köy boşaltmalar ve faili meçhuller... Onlar bu dönemde sona erdi. Geçmiş dönemleri unutmamak lazım. AK Parti düşmanlığı üzerinden siyaset yapılmamalı. Gerçekçi olmak zorundayız." dedi. Hükümetin, askeri vesayet ile ciddi bir mücadele içine girdiğini belirten Burkay, ancak bu süreçte terör örgütü PKK'nın silahlarının Kürt siyaseti üzerinde vesayetine devam ettiğine dikkat çekti. Bunun, Demoklesin kılıcı gibi halen durduğunu dile getiren Burkay, "BDP, özgürce siyaset yapamıyor. BDP, Kandil ve İmralı'dan gelen talimatlara göre hareket ediyor. Farklı sesler yükseldiğinde ise PKK tarafından susturuluyor. Silahların gölgesinde özgürce siyaset yapılamaz. Oysa talepler silahsız dile getirilmeli. Silahlar dışında siyaset yapılsa Kürtler daha memnun olur. Çok acılar çekildi. Artık bu acılar sona ermeli." ifadelerini kullandı. "Fırat'ın ötesinde sadece Kürtler öldürülmedi. Oradaki çete ile ters düşen generaller ve albaylar da ortadan kaldırıldı." diyen Burkay, şöyle devam etti: "Bugün savcıların olayları incelediğini görüyoruz. Bu, çok önemli... JİTEM mutlaka ortaya çıkartılmalıdır. Çok geç kalındı. Çeteler ve JİTEM ortaya çıkartılmalıdır. Kontrgerilla eylemleri, Özal suikastı, Eşref Bitlis olayı, Bahtiyar Aydın, gazeteci ve aydınlara yapılan suikastlar devlet sırrı gibi saklanıyor. Bu nasıl sırdır ki cumhurbaşkanına suikast, Gaffar Okkan'a yapılan saldırı açığa çıkartılmıyor. Büyük bir tuzak var. Bu tuzak Kürt sorununun çözümsüzlüğe itilmesidir. Bu tuzağı bozmak, Fırat'ın ötesindeki yapıya ulaşmak ile mümkündür. Nasıl ki Özal bu konuyu çözmek için uğraştığında 33 er olayı oldu, suikast girişimi yaşandıysa benzer tuzakları yaşamaya hep devam ettik. Belli ki çözüm istemeyen iç ve dış yapılar var. PKK'nın ve devletin derinlerinde 286 çatışmalardan faydalananlar var. Gerçekler ortaya çıkartılmalı ki yangın sönsün" (69). AK Parti Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan’ın Genel Merkez’e sunduğu rapor, Güneydoğu’da uyuşturucu bağımlılığının ulaştığı boyutu gözler önüne serdi. Raporda uyuşturucu kullanım yaşının 11’e kadar düştüğü ve terörle anılan mahallelerde yaygınlaştığı belirtiliyor. Rapora göre, son iki yılda uyuşturucu ekimi ve satışı ile ilgili 600 olay gerçekleşti. 50 kilodan fazla eroin, 21 ton esrar, 2 bin adet ecstasy hap ve 6 milyon Hint keneviri kökü ele geçirildi. Savcılığın verilerinde de son üç yılda 342 çocuğun madde bağımlılığı sebebiyle denetimli serbestliğe tabi tutulduğu ifade edildi. Raporda, 400 aile ile yapılan görüşmelere de yer veriliyor. Aileler, Diyarbakır’da uyuşturucu pazarının her sokakta, parkta ve okul önünde kurulduğunu söylüyor. Halit Advan, bu tabloyu şöyle özetliyor: “Maalesef esrar, bölgenin geleneksel tarım ürünü haline geldi. İntihar vakaları artıyor.” 30 yılı aşkın süredir terörle boğuşan Doğu ve Güneydoğu Anadolu, bir yandan da uyuşturucu tehdidi altında. Terörün en yoğun olduğu bölgelerde esrar tarlaları boy gösteriyor. Diyarbakır-Bingöl arasında uçsuz bucaksız uyuşturucu tarlaları bulunuyor. Diyarbakır kırsalında yılda ortalama 500 ton esrar yetiştiriliyor. Bu korkunç tablo karşısında harekete geçen AK Parti Diyarbakır İl Başkanlığı bünyesinde Uyuşturucu ile Mücadele Komisyonu oluşturuldu. Komisyon, yaptığı alan tarama çalışmalarını bir rapor halinde Genel Merkez’e sundu. Rapora göre terör örgütü faaliyetlerinin yoğun olduğu Bağlar ilçesi Kaynartepe, 5 Nisan ve Muradiye mahalleleri, Yenişehir ilçesi Seyrantepe, Dicle, Ferit Köşk ve Fiskaya mahalleleri ile Sur ilçesi Saraykapı ve 69 Burkay, Kemal. İşte PKK'nın yeni stratejisi! Kanal 5. Cihan Haber Ajansı. 12.11.2012. 287 Hançepek mahallelerinde uyuşturucu madde kullanımı ve satıcılığı had safhada. Bu durum raporda şöyle anlatılıyor: “Uyuşturucu kullanımının ve satımının birinci dereceden etkisinin yoksulluğun ve terör örgütü faaliyetlerinin birleştiği alan üzerinde yoğunluğu komisyonumuz tarafından fark edilmiştir. Diyarbakır kentimizde yine çocukların terör örgütü eylem faaliyetlerinin içinde yer almaları, kuşkusuz çocukların ailelerinin denetim eksikliğinden kaynaklanmaktadır. Çocukların uyuşturucu madde kullandıktan sonra yapmış oldukları terör örgütü gösterilerinde bir banka binasının yakılması girişiminde bulunmaları kısa bir örnek olarak durumun ciddiyetini ortaya koyabilir niteliktedir.” Raporda ayrıca, şehrin diğer problemlerine de dikkat çekiliyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre son 5 yılda 333 kişinin intihar ettiği, İş-Kur verilerine göre işsiz sayısının 50 bin civarında olduğu, Diyarbakır Emniyet Müdürlüğü istatistiklerine göre de kentte 11 bin 500 sabıkalı hırsız bulunduğu bilgileri sıralanıyor. Terör örgütünün dini de kullanmaya başladığına vurgu yapılan raporda, “Mele açılımı, müftülüklerin iyi yönlendirememelerinden ötürü beklenen sonuçları henüz verememiştir.” itirafı da yapılıyor. Buna karşılık ‘PKK’lı imamlar’ın çok iyi organize olarak ciddi anlamda propaganda yaptığına ve kimi yerlerde başarılı olduğuna dikkat çekiliyor. “Bölgede cami cemaatinin sayısı batı illerine nazaran ciddi ölçüde fazladır. Ancak bu denli inançlı bir toplumun BDP’ye yüzde 58 oranında oy vermesinin altında yatan gerçeklerin sosyolojik analize muhtaç olduğu aşikardır.” deniliyor. AK Parti Diyarbakır İl Başkanı Halit Advan, raporu şöyle yorumluyor: “Maalesef esrar, bölgenin geleneksel tarım ürünü haline geldi. Uyuşturucu kullanımı ve intihar vakaları artıyor. 288 İşsizlik yüksek. İnsanlar mutsuz.” Advan, yetkilileri tedbir almaya çağırıyor (70). Gazeteci ve akademisyen Önder Aytaç, KCK ve PKK’nın nereye koştuğunu özetleyen makalesiyle kitabımıza son noktayı koyuyoruz: Abdullah Öcalan’ın 2011 yılında Suriye’ye ilişkin verdiği talimatlarda; “Suriye Kürtlerinin hem Beşir Esad hem de muhalif gruplar ile diyalog içerisinde olunmasını, hangi taraf olumlu yaklaşıyorsa da o tarafa taleplerini dayatmalarını ve gerektiğinde silah da kullanarak öz savunmalarını yapmalarını” istemekte. Bu şekliyle hareket tarzını sürdüren örgüt, Suriye’de, özellikle de Suriye’nin kuzeyine kalıcı bir şekilde yerleşmeyi hedeflemekte… PKK / KCK terör örgütü, Birleşik Kürdistan amacı ile son zamanlarda Suriye’deki faaliyetlerine büyük bir önem vermekte. Bu durum yalnızca Türkiye açısından değil, bölgedeki diğer Kürt kesimler ve Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IBKY) bağlamında da öncelikli bir konudur. Suriye’deki Kürt kesimlerin derin-milliyetçi bilinci ve dolayısıyla da temel refleksleri IBKY lehine bir görüntü ortaya koyarken, aktif gençlik hareketleri ise daha çok PKK / KCK’nın paravan örgütlenmesi olan PYD yanlısı görüntüler sergilemekte. IBKY, Suriye Kürtlerinin, Suriye Ulusal Muhalefetiyle işbirliği içinde bir duruş sergilemesini, bununla birlikte, Kürtlerin temel taleplerinden taviz verilmeden birlik içinde hareket edilmesini arzulamakta. PKK / KCK ise, bir yandan PYD üzerinden Barzani’nin desteğine haiz diğer Kürtlerle işbirliği içinde hareket ederken, diğer yandan da Suriye Kürtleri üzerindeki ağırlığını arttırmaya çalışmakta… Abdullah Öcalan’ın 2011 yılında Suriye’ye ilişkin verdiği talimatlarda; “Suriye Kürtlerinin hem Beşir Esad hem de 70 Dönmez, Ahmet. Kürt çocukları esrarın pençesinde. Zaman gazetesi. 30.10.2012. 289 muhalif gruplar ile diyalog içerisinde olunmasını, hangi taraf olumlu yaklaşıyorsa da o tarafa taleplerini dayatmalarını ve gerektiğinde silah da kullanarak öz savunmalarını yapmalarını” istemekte. Bu şekliyle hareket tarzını sürdüren örgüt, Suriye’de, özellikle de Suriye’nin kuzeyine kalıcı bir şekilde yerleşmeyi hedeflemekte… İşte bu nedenle de; bölgedeki faaliyetlerini her geçen gün hızlandırarak, özerkliğin ilan edilmesine yönelik çalışmalarını yoğunlaştırmaktadır. Bu bağlamda; 1. PKK-KCK, PYD üzerinden; Afrin, AynElArap (Koban) ve Kamışlı civarında, gençliğin organize edilmesi ve Suriye Kürtleri üzerinde hâkimiyet kurulduğu izlenimi yaratılması hedeflenmekte, 2. Kanımızca 2013 Nevruz’undan önce Suriye’de özerklik ilan edilmesi arzulanmakta, 3. Yine; "Kürt Dil Okulu" adı altında eğitim ve kültür merkezi bu bölgede açılmakta, 4. Politika ile ilgili eğitimler verilmekte ve örgütlenme çalışmaları yapılmakta, 5. Örgüte ait kamplarda ideolojik ve askeri eğitimler verilmekte, 6. Suriye’den örgüte katılımlarda da bir hayli artış yaşanmakta, 7. Irak’ın kuzeyinde olduğu gibi, Suriye’de de köklü bir yerleşim hedeflenmektedir… Suriye’de PKK militanı olarak yaklaşık 1500 kadar kişi bulunmakta ve her hafta Irak’ın kuzeyinden yeni yeni geçiş yapan grupların katılımlarıyla da bu sayı artmaktadır. Yine bazı bölgelerde örgüt mahkemeler kurulduğu, cezaevleri oluşturulduğu ve kaçakçılık / vergilendirme, şehirlerin giriş ve çıkışlarında da inzibat faaliyetleri yürütmektedir. 290 Suriye’deki bu karışık durum devam ettiği için, önümüzdeki zaman diliminde şu soruların yanıtlarına dikkat edilmelidir. Şöyle ki; 1. Beşir Esad yönetimi, rejimi devam ettirmek için, PKK-KCK’nin Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmasına zımnen izin vermeye devam edecek mi? 2. PKK içindeki Suriyeli militanların sayısı daha da fazlalaşacak mı? 3. Suriye üzerinden, Amanoslara ve özellikle de kırsaldaki jandarma bölgelerine yönelik olarak, militan ve mühimmat transferi artarak devam edecek mi? 4. Bu bağlamda da, Suriye üzerinden gelen terör, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Şanlıurfa, Mersin ve hatta Antalya’ya doğru terör uzanabilir mi? 5. Yine PKK’nin kendi lehine alan ve şehirleri devşirmesinin nedeniyle, Halep’teki Arap ve Türkmen nüfus ciddi anlamda tepki gösterecek ve taraflar arasında muhtemel bir iç-çatışma olacak mı? Ve bu durumun ülkemize yansıması da olumsuz olacak mı? 6. Bu nedenle de Irak’taki üslenmeye benzer hatalı bir durumun, Suriye’de de olmaması için çok dikkat edilmeli ve PKK’nin buradaki alan ve zaman hakimiyeti zayıflatılmalı ve hatta bitirilmeli mi? Ne dersiniz?.. Şimdi de yola gene devam edelim ve PKK-KCK’nin ses getirici eylem arayışlarına da beraberce irdeleyelim. PKK-KCK yapısı son dönemde hem şehir merkezlerinde hem de kırsalda yapılan sonuç odaklı operasyonlarla ciddi sıkıntılar yaşadığı için, kendisince ses getirici saldırılarda bulunarak bir çıkış yolu bulmayı arzulamaktadır… PKK-KCK; 291 1. Kırsal arazilerde dağınık hareket edilmesini ve fakat grupların parçalanarak güçlerinin dağıtmamasını ve eylem amacıyla bir araya gelinmesini, 2. Düzenlenen her saldırıların kameralarla kaydedilerek, propaganda saikiyle Fırat Haber Ajansı aracılığı ile haber yapılmasını, 3. Yaz aylarında jandarma (JÖH) ve polis (PÖH) tarafından operasyon yememek için, sıklıkla (15 gün gibi) kamp noktalarının değiştirilmesini, 4. Güvenlik güçlerini yanıltmak saikiyle kıyafetlerin farklı olmasına dikkat edilmesini ve silahların görünmemesinin sağlanılmasını, 5. Anadolu’daki yapımı devam eden barajlara yönelik bir eylemin gerçekleştirilmesini, 6. Özellikle ve öncelikle kalburüstü sivil, asker, bürokrat ve mülki amirlerin saldırılarda hedef alınmasını, 7. Ayrıca, güvenlik güçlerine yönelik, pusu, mayınlama, taciz ateşi gibi riski az eylemlerin artarak devam edilmesini, 8. Mevcut eylem tıkanıklığını da aşmak için, metropoller ve şehir merkezlerinde de saldırılar düzenlemeyi, 9. “Şehir gerillacılığı” adı altında; sabotaj, suikast, bombalama gibi saldırı yöntemlerine ve bunlarla ilgili eğitimlere ağırlık vermeyi, 10. Bu bağlamda Öz Savunma Birliklerini (ÖSB) metropol şehirlerde, daha yaygın, etkin ve sürekli bir şekilde yapılandırılmayı istemektedir… Kanımızca bundan sonraki süreçte PKK-KCK terör yapısı, Diyarbakır mliserkez olmak üzere, bazı diğer metropol şehirlerde de, ÖSB’li kişilerin eylemleri ile valilik ve önemli devlet binalarına, çarşı iznine çıkan 292 askerlere, daha önce keşfi yapılan resmi / sivil polis arabalarına ve yerleşim yerleri tespit edilmiş terör ve istihbarat konusunda uzman olan akademisyenlere ve polislere yönelik silahlı / bombalı saldırı eylemleri yapılması söz konusu olacaktır. Eğer bu bağlamda burnum bile kanayacak olursa bunun sorumlusu Başbakan Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Başer Atalay, Ankara Valisi Yüksel ve Emniyet Genel Müdürü Kılıçlar ve Polis Akademisi Başkanı Remzi Fındıklı’dır… Gediktepe + Hakur + 250 örgüt mensubunun + saldırı + Tekeli taburu + Şemdinli ilçe merkezi + Gomani + Efkar dağları kelimelerini birleştiren bir cümlenin kurulması durumunda olacak her şeyden sizce kim sorumlu olacaktır? PKK-KCK’nin bütün çabalarına karşın, şiddet içerikli sokak gösterilerine yurttaşlarımız asla teveccüh göstermemektedir. Neredeyse Öcalan’ın 27 Temmuz 2011’den bu yana avukatlarıyla görüştürülmemesini protesto etmek için, BDP organize ettiği bazı illerde yapmaya çalışılan eylemlerde bile vatandaşların kandırılamadığı çok net bir şekilde görülmektedir… BDP milletvekilleri, PKK-KCK kadrolarının tüm yönlendirmelerine rağmen, 27 Temmuz’daki eylemler alabildiğine sönük geçmektedir ve çok az sayıda katılım sağlanmaktadır… Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Hakkâri, İstanbul, Mardin, Mersin, Şırnak ve Van da yapılmaya çalışılan eylemlerde Kürt yurttaşlarımız asla itibar etmemiş ve hepsine birden katılanların sayısı 2000 rakamını bile bulamamıştır… Hiç bir yurttaşımız bu sokak gösterilerine katılmamakta ve itibar etmemektedir. İtibar etmemektedir çünkü, son dönemlerde yapılan KCK operasyonlarının bu duruma artı değer katması söz konusudur. 293 Özellikle de Eylül 2011’den Ekim 2012’ye kadar yapıla gelen ve en az kesintisiz 1 yıl daha devam etmesi gereken bu KCK operasyonları sayesinde; örgütçe kitleleri eylemselliğe yönlendirebilecek kadroların bulunmasında büyük sıkıntılar yaşanmaktadır ve artık sokak eylemlerinde ciddi anlamda düşüşler yaşanması söz konusudur… PKK-KCK önümüzdeki haftalarda ve aylarda ne melanetler yapabilir? 1.Öcalan her fırsatta gündeme getirilerek, yeniden onunla irtibat kurulmasına çalışılacak mı? 2.Hakkâri / Dağlıca ve Kayseri / Pınarbaşı gibi bir terör eylemi ile ses getirici, büyük çaplı şiddet eylem arayışları ile kırsalda pusu, taciz ateşi, mayınlama gibi saldırı girişimleri yapılabilir mi? 3.Özellikle de Hakkâri ve Siirt kırsal alanlarında, etkili saldırılar gerçekleştirilmeye çalışılacak mı? 4.Amanoslar ve Karadeniz bölgeleri takviye edilerek, ses getirici eylemlere tevessül edilebilir mi? 5.Canlı bomba, fedai türü eylemler de dâhil olmak üzere, şehir merkezlerindeki bombalı saldırı arayışlarına devam edilecek mi? 6.Suriye’nin kuzeyindeki örgütsel varlığın güçlendirilmeye ve bu sayede Türkiye’deki terör olaylarının da artırılmaya çalışılması var mı? 7.Yol kesme, adam kaçırma, iş makinesi yakma türünden saldırılar ile kritik altyapılara yönelik eylemlerin yapılması söz konusu mu? 8.Çeşitli bahanelerle, sokak eylemlerinin arttırılmasına çalışılacak mı? PKK-KCK terör örgütü saldırıları için çözüm nedir? 294 1.Hakkari / Şemdinli Çukurca’da bir hareketlilik söz konusu mudur? Çünkü; PKK-KCK, son zamanlarda, özellikle Hakkari iline yoğunlaşmaktadır ve bu bağlamda da Şemdinli ve Çukurca ilçelerine yönelik sanki eş zamanlı olarak saldırılar mı planlamaktadır? 2.PKK-KCK acaba 1980 ve 1990’lı yıllarda olduğu gibi, bu yerlere yine 300-400 kişilik saldırılar mı düzenlemeyi düşünmektedir? 3.Şemdinli’de PKK militanlarının mevzilendiği Gomani tepesi ve Günyazı köyüne yakın Yiğitler mezrası çevresi JÖH ve PÖH tarafından kontrol altına alınmış mıdır? 4.Şemdinli’de emniyet ve asker ortaklaşa ve etle tırnak gibi bütünleşerek PKK-KCK’nin yapacağı saldırıları püskürtmüş müdür? 5.PKK-KCK’ya karşı operasyonların arttırılarak ve kesintisiz 1 yıl devam ettirilmesi gerekli midir? 6.Kırsalda ve sınır ötesindeki üslenme bölgelerine yönelik, istihbarat destekli, teknik imkânların çok etkin kullanıldığı önleyici hava / kara operasyonlarının arttırılması gerekli midir? 7.Bu konuda özellikle jandarma ve askeri birimlerin yönlendirilmesi zaruri midir? 8.Karacı yapılanmanın bir an önce re-organize edilmesi ve mutlaka ‘bekle-öl’ şeklinde değil, ‘saldır-vur’ şeklinde konuşlandırılması mı gereklidir? 9.PKK-KCK’nın içinde de inanılmaz derecede ideolojik bunalım, strateji geliştirememe, örgüt içinde hizipleşme, iç hesaplaşmalar, derin devlet ile çok sıcak birliktelikler ve liderlik çekişmeleri gibi sorunlardan acaba yararlanılabilmekte midir? 295 10.Öcalan’ın izole edilmesinin devamlılığı ve PKKKCK örgütünü itibarsızlaştıran / etkisizleştiren uygulamaların üzerine hassasiyetle gidilmesi gerekli midir? 11.PKK-KCK’nin üst düzey yöneticilerine, İsrail’in FKÖ’nün, İran’ın PJAK’ın, Rusya’nın Çeçenler’in üst düzey yöneticilerine yaptığı nokta ve sonuç odaklı yaklaşımın aynısının tıpkısının yapılması artık bir an önce gerçekleştirilmeli midir? 12.Yine bu paralelde, şehirlerde halk ayaklanması ve alternatif devlet yapılanmasını amaçlayan illegal KCK oluşumlarına yönelik operasyonların aynı hassasiyetle sürdürülmesi gerekli midir? 13.PKK-KCK yapısına yurtdışı kaynaklı desteğin kesilmesine yönelik atılması gereken bütün adımların aksatılmaksızın arttırılması lazım mıdır? 14.Bu bağlamda, Irak’ın kuzeyindeki PKK-KCK devletinin kurulmaması ve Suriye’deki karışıklığın örgütsel bir kazanıma dönüşmesinin önlenmesi yapılmalı mıdır? 15.Kamuoyunda, “terörle müzakere” edilebileceği gibi bir algının oluşturulmasının önüne geçilmesi amacıyla; kesinlikle ve özellikle bölge halkının sorunlarının teröristler ile pazarlık konusu ol(a)mayacağı, çözüm sürecinde rol almak isteyenlerin silahla ilişkilerini sonlandırmaları gerektiği net bir biçimde vurgulanmalı mıdır? 16.Kamuoyunda, “terör olaylarının artmasına paralel olarak uzlaşma zemini arandığı” izlenimine asla ama asla ve hatta Beşir Atalay’ın rağmına meydan verilmemelidir değil mi? 296 17.Örgüt üst düzey sorumlularının yerlerinin tespit edilmesinde büyük fayda sağlayacak ve örgütteki çözülmeleri hızlandıracak mıdır? 18.Terörle Mücadele Kanunu Kapsamına Giren Suçların Faillerinin Yakalanmasına Yardımcı Olanlara Verilecek Ödül Hakkında Yönetmeliğin ışık hızıyla hayata geçirilmesi gerekli midir? Elzem midir? Olmazsa ihanet midir? 19.PKK-KCK örgütünün içinde bulunduğu sıkıntılardan dolayı örgütsel problemlerin / ayrışmaların, son dönemde alabildiğine fazlalaştığı ve örgütten kaçışların / ayrılmaların inanılmaz arttığı kamuoyuna yeterince anlatılmakta mıdır? 20.PKK-KCK yapılanması Şemdinli ve Yüksekova’da neredeyse 5000 sivil halkın ölmesinin örgütçe göze alınması söz konusu mudur? 21.Mesut Barzani’nin terör örgütünü açıktan desteklediği ve hatta bol miktarda askeri kamuflaj ve kıyafet temin etmesi doğru mudur? 22.Şemdinli’ye yönelik saldırı girişimi öncesinde başka bir oyun çevirip, güvenlik güçlerini başka bir bölgeye çekmeye çalışacakları, sonrasında ilçe merkezinde güvenlik güçlerinin sayılarının azalmasından faydalanarak saldırıya geçmeleri mi söz konusu olacaktır? 23.Gediktepe + Hakur + 250 örgüt mensubunun + saldırı + Tekeli taburu + Şemdinli ilçe merkezi + Gomani + Efkar dağları kelimelerini birleştiren bir cümlenin kurulması durumunda olacak her şeyden sizce kim sorumlu olacaktır? 24.Yüksekova sorumlusunun kim olduğu, Yüksekova ve Şemdinli’nin ele geçirilmesi, Çukurca’nın çevresinin sarılması, sonunda da bütün Hakkâri’nin ele geçirilmesi çalışması var mıdır? 297 25.Dalamper Dağının Hakurk Bölgesi’ne bakan tarafında sınıra yakın bir yerde 1800 kadar militanın beklediği, 16-17 katıra yüklü şekilde ağır makineli silahları ve bol miktarda ilkyardım malzemesinin varlığı söz konusu mudur? 26.Yüksekova’ya 700 örgüt mensubunun gönderildiği, askeri operasyonların neticesi ne olursa olsun Şemdinli ve Yüksekova’yı basmaya kararlı oldukları doğru mudur? 27.Diyarbakır – Lice içinde böylesi bir basma planının varlığı söz konusu mudur? (71). PKK terör örgütünün Avrupa ülkelerinde vakıf, dernek, vb. kuruluşlar adı altında topladığı yardımlar gelir kaynakları arasında büyük meblağları ifade etmektedir. Bu kuruluşlar Almanya, Hollanda, Rusya, İsviçre, Danimarka, İsveç, ABD, Kanada ve Fransa gibi ülkelerde kurulu olup, toplanan para trafiği Kürt Demokratik Halk Birlikleri (ERNK) tarafından kontrol edilmektedir. Sayıları 165'i bulan bu dernekler 9 federasyonun çatı kurumu olan KON-KÜRD tarafından organize edilmektedir. PKK terör örgütü Almanya'da resmen yasaklanmasına rağmen faaliyetlerini farklı isimlerde kurulan dernek ve kuruluşlarca sürdürmektedir. Öte yandan PKK terör örgütünün diğer gelir kaynaklarını şu şekilde sıralamak mümkün: Yandaş devletlerin yardımlarını da unutmayalım. Özellikle PKK terör örgütünün kurulduğu yıllarda doğrudan parasal olarak yapılan yardımlar halen devam etmekte fakat ABD'ye yapılan terör örgütü saldırısı sonucu terörün algılanışının farklılaşması ve günümüzdeki yeniden yapılanmalar sonucu yerini kısmen dolaylı yardımlara bırakmıştır. Bu dolaylı yardımlar ise yandaş 71 Aytaç, Önder. PKK-KCK Nereye Koşuyor? Rotahaber.com. 28.10.2012. 298 devletlerin topraklarında barınma izini, terör örgütü üyelerine verilen eğitimler şeklinde sıralanabilir. Yakalanan teröristlerin ifadelerinden Türkiye ve çeşitli Avrupa ülkelerinden Yunanistan'a gönderilen PKK terör örgütü üyelerinin bu ülkede patlayıcı madde eğitimi aldıkları anlaşılmaktadır. Uyuşturucu ticareti en büyük gelir kalemidir. Türkiye'nin jeopolitik konumu düşünüldüğünde, Asya ile Avrupa'yı birbirine bağlayan Türkiye'nin, Orta Doğu'dan Avrupa ülkelerine yapılan uyuşturucu ticareti için uygun güzergâha sahip olduğu görülmektedir. PKK terör örgütü, nakliyesi kolay, müşterisi hazır, para ile takası kolay ve geliri giderlerine göre çok yüksek olan uyuşturucu maddelerin ticaretini gerçekleştirmekte ve bu ticaretten yüksek gelir elde etmektedir. Yakalanan terör örgütü üyesinin ifadesine göre Van'dan İstanbul'a götürülen uyuşturucu maddenin kilosu 5 bin 500 Euro olurken Avrupa'ya çıkartılan uyuşturucu maddenin kilosu 17 bin Euro'ya ulaşıyor. Diyarbakır Valiliği'ne göre; 2010 ve 2011 yıllarında bölgeden geçirilirken yakalanan uyuşturucu madde miktarının 39,3 ton ağırlığında olması terör örgütünün finansal kaynakları arasında uyuşturucu ticaretinin büyük önemi olduğunu gösteriyor. PKK, her türlü kaçakçılık işleri yapmaktadır. Bunlar içerisinde silah, petrol ve petrol ürünleri, insan, sigara vb. kaçakçılığını sayabiliriz. Özellikle son yıllarda sigara ve petrol ürünlerindeki yükselen fiyatlar nedeniyle vatandaşlar alternatif arayışlara girmiş ve özellikle İran ve Irak'tan getirilen kaçak sigara ve petrol ürünlerine talep artmıştır. Ülkeye kaçak olarak getirilen sigara ve petrol ürünleri vergisiz olarak ve yüksek kâr marjı ile satılmakta, sağlanan gelir ise PKK terör örgütüne verilmektedir. Yurtiçinden ve yurtdışından topladığı haraçlar her sene artmaktadır. 299 Haraç ile ifade edilen ise PKK terör örgütü ile ilgisi olan veya olmayan kişi ve kuruluşların terör örgütüne zorla yaptıkları mali desteklerdir. Bu yol ile toplanan gelirin yıllık 150 milyon Euro civarında olduğu tahmin edilmektedir. Fransa’da açılan PKK davasında bir milyar ABD doları rakamı telaffuz edilmiştir. Hıristiyan misyonerler vasıtasıyla sıcak paralar Avrupa’dan ülkemize taşındığı içim kimse gerçek rakamı bilemiyor. Soygun ve gasp yapan PKK, özellikle büyük şehirlerde aktiftir. Ünlü türkücü İbrahim Tatlıses’ten bile gasp yoluyla paralar alınmıştır. Tüm zengin işadamları hedefleridir. Terör örgütü üyeleri tarafından gerçekleştirilmekte olan soygun ve gasptan sağlanan kaynakların büyük meblağlar olmadığı düşünülse de, devletimizi ve vatandaşlarımızı hem maddi hem de manevi olarak kayıplara uğratmaktadır. Sahtecilik almış başını gitmiştir. Günümüzde baskı teknolojisinin de ilerlemesi ile para basımı için gerek duyulan araç ve gereçler kolaylıkla elde edilebilmekte, terör örgütünün ihtiyaç duyduğu kaynak sahte para basılıp piyasaya sürülerek sağlanmaktadır. Görüldüğü üzere PKK terör örgütü hayatımızın her alanına girerek kendisine para kaynakları yaratmaktadır. Bizim bu bataklığı tamamen kurutabilmemiz için mutlaka finans kaynaklarına inilmesi ve milletimizin çok uyanık olması gerekmektedir (72). Zirve Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (OSAM) Müdürü Doç. Dr. Gökhan Bacık, terör örgütü PKK'nın, her yıl ihtiyaç duyduğu milyarlarca dolar parayı sınır bölgelerinde kaçakçılardan ''vergi'' adı altında topladığı haraçlardan elde ettiğini belirtiyor. Doç. Dr. Bacık, terör örgütü 72 Ban, Ünsal. PKK Terör Örgütünün Para Kaynakları. Bugün gazetesi. 13.11.2011. 300 PKK'nın, 2011-2012 yılında bir teröristin dağda barınması için günde ortalama 70-80 dolar harcadığını, söz konusu teröristin bir yerden bir yere eylem yapmaya gitmesi durumunda ise maliyetin katlandığını kaydediyor. Maliyetler karşısında örgütün büyük paralara ihtiyaç duyduğuna işaret eden Doç. Dr. Bacık, ''Terör örgütü PKK'nın, silahlı mücadele süresi uzadıkça, haraç ve bağış yoluyla elde ettiği gelirlerinde ciddi oranlarda düşüş görülüyor. Örgüt, her yıl ihtiyaç duyduğu 4-5 milyar doları sınır bölgelerinde kaçakçılardan 'vergi' adı altında topladığı haraçlardan elde ediyor. PKK, terör örgütünün varlığını sürdürebilmesi için mutlaka büyük bir ekonomik kaynak oluşturması gerekiyor. Örgüt, uyuşturucu, silah kaçakçılığı, göçmen ticareti gibi işler oluşturarak ciddi maddi gelirler elde etmeye çalışıyor'' diye konuşuyor. Türkiye'de sadece PKK'nın değil, faili meçhullerden, darbelere kadar bütün negatif yapıların ekonomik yapısının bulunduğunu, bu illegal ekonomik yapıların mutlaka çökertilmesi gerektiğini, aksi takdirde milyar dolarlık uyuşturucu ve sigara kaçakçılığı pazarının olduğu yerde bu kaynağa talip olanların da mutlaka çıkacağını dile getiren Doç. Dr. Bacık, şunları tesbit etmiş: ''Tabii ki, PKK da diğer örgütler gibi finansal kaynaklarını diri tutmak isteyecektir. PKK ve benzeri örgütler, Afganistan üzerine gelip Türkiye üzerinden Avrupa'ya giden göçmen kaçakçılığı işinden de ciddi gelir elde ediyor. Ancak terör örgütü PKK'nın, bu kadar parayı bunca yıldır bu kadar rahat bulması çok çok problemli bir sorundur. Türkiye gibi büyük iddiaları olan bir devletin, gücüne paralel bir şey değildir. Bu gayri meşru ekonomik güç ortada durduğu sürece de, istediğiniz kadar operasyon yapın, temizlik yapın, o yine yeşerip ortaya çıkar. Terör örgütünün para muslukları kesilmedikçe, örgütün yok edilmesi veya silah bırakmaya zorlanması imkânsız. Polisin ve jandarmanın 301 gerek sigara, gerekse de uyuşturucu kaçakçılarını yakalaması büyük bir başarıdır. Ama insanlar doğudan gelen uyuşturucuyu Türkiye üzerinden batı pazarına götürdüğü sürece, ne terör biter, ne de bu bölgedeki istikrarsızlıklar biter'' (73). Terör örgütünün ulusal ve global mali kaynaklarının yer aldığı Mali Suçları Araştırma Kurulu raporu, PKK'ya yapılan yardımları mercek altına aldı. Raporda, Türkiye'de bulunan terör örgütüne yakın derneklere Avrupa'dan yüklü miktarda para aktarımı gerçekleştirildiği ortaya çıktı. MASAK'ın, söz konusu raporunu MİT, emniyet ve savcılığa gönderildi. Raporda yer alan belgeler, Avrupa'nın terör örgütüne yaptığı mali yardımları tescil ediyor. Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK), bir ihbar üzerine Diyarbakır merkezde bulunan ve özellikle kadın ve çocuklara yardım etmek için kurulduğu öne sürülen 'Umut Işığı Kadın Kooperatifini' yakın takibe aldı. 2008'de kurulan derneğin mali hesaplarını inceleyen MASAK, Umut Işığı Kadın Kooperatifine Avrupa'daki tanınmış yardım vakıflarından 3 yıl içinde toplamda 760 bin İsveç Kronu, 100 bin Amerikan Doları ve 125 bin lira para aktarıldığı ortaya çıktı. MASAK uzmanları bu paranın PKK'ya aktarıldığını iddia ediyor. 2008'de kurulan Umut Işığı Kadın Kooperatifi'ne mali destek sağlayan kuruluşların izini süren MASAK, Avrupa'daki İsveç Kürt Kültür Vakfı'na ulaştı. Vakıf üzerinde araştırma yapan MASAK uzmanları, Stockholm Kürt Kültür Derneği ve bazı oluşumların yasal kılıf altında PKK'nın dağ kadrosuna militan temin ettiğini iddia etti. Raporun konu ile ilgili kısımlarında "Umut Işığı Kadın Kooperatifine para transfer eden Kürt Kültür Vakfı hakkında internet üzerinden yapılan taramada; Stocholm Kürt Kültür 73 Bacık, Gökhan. Terör Örgütünün en büyük gelir kaynağı. Sabah Gazetesi. 13.07.2012. 302 Derneğinin de içinde bulunduğu bazı oluşumların yasal kılıf adı altında PKK'ya dağ kadrosu ve militan temini amacıyla hizmet verdiği, bunların aynı zamana PKK militanlarının buluşma noktası olduğu Türk ve Kürt iş adamlarını tehdit ederek çok miktarda nakit temin ettikleri, bürolarında uyuşturucu ticaretini ve organize fuhuşu yönettikleri, İsveç hükümetinin PKK'yı terör örgütü olarak tanımakla birlikte bu tür paravan kuruluşlara müsamahakâr davrandığı iddia edilmektedir" ifadeleri yer aldı. Maliye Bakanlığı'na bağlı Mali Suçları Araştırma Kurulu (MASAK) PKK'ya finans desteği sağlayan oluşumları yakın takibe aldı. 2 yıl süren çalışmanın ardından Avrupa'daki vakıflardan Chest Vakfı, Global Fund Children ve Ashoka General gibi kuruluşların Diyarbakır'da PKK'ya yakınlığıyla bilinen 'Umut Işığı Kadın Kooperatifi' adlı kuruluşa yüklü miktarda para aktardığını tespit etti. MASAK tarafından hazırlanan raporunun MİT, emniyet ve savcılığa gönderildi. Raporun konu ile ilgili kısmında: " Umut Işığı Kadın Kooperatifi'nin doğrudan kendi hesaplarına yahut ortak veya çalışanlarının hesaplarına yurt dışından 'Kürt Kültür Vakfı (Kurdiska Kulturstiftelsen)' tarafından toplam 469,800 SEK, Vansterpartiet Jarfalla (İsveç Sol Parti) tarafından 290,000 SEK, Global Fund For Children tarafından 15,000 USD, Ashoka General tarafından 26,435,63 USD ve Chrest Foundation tarafından 45,598 USD tutarında para transfer edilmiştir. Diğer yandan İsveç İstanbul Başkonsolosluğu tarafından Kurdiska Kulturstiftelsen adlı kuruluşa 140,931 SEK tutarında para transfer edilmiştir" bilgileri yer alıyor (74). 74 Kılıç, Mustafa. İşte PKK’nın para kaynaklarının belgesi. Milli Gazete. 21.09.2012. 303 Terör örgütünün beslendiği en önemli finans kaynaklarının başında uyuşturucu ticareti geliyor. Emniyet'in raporlarında da PKK-uyuşturucu ilişkisi konusunda çarpıcı veriler yer alıyor. Buna göre 1981'den beri yapılan operasyonlarda 60 PKK sığınağında yüksek miktarda uyuşturucu ele geçirildi. Bu kapsamda 839 terörist tutuklandı. Operasyonlarda 4 bin 253 kilo eroin, 22 bin 830 kilo esrar, 4 bin 305 kilo bazmorfin, 8 kilo afyon sakızı ve 710 kilo kokain yakalandı. Güvenlik güçleri, teröre de finansman sağlayan uyuşturucuya yönelik operasyonlarını son yıllarda sıklaştırdı. 1988'de zehir tacirlerine 2 bin 737 baskın yapılmışken, bu sayı 2011’de 18 bin 24'e çıktı. Öte yandan terör örgütünün uyuşturucu bağlantısı Avrupa Birliği polis teşkilatı EUROPOL, NATO Ekonomik Komitesi ve Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Programı'nın raporlarına da girdi. Emniyet Genel Müdürlüğü arşiv verilerine göre terör örgütüne yönelik operasyonlarda 60 PKK sığınağında yüksek miktarda uyuşturucu ele geçirildi. Son 27 yılın arşiv verilerinde 363 uyuşturucu operasyonunda zehir tacirlerinin PKK, DHKP/C, TKP-ML, Devsol ve Asala gibi terör örgütleriyle bağlantılı olduğu ortaya çıktı. Son yıllarda terör örgütünün finansman kaynakları arasında olduğunun net bir şekilde ortaya çıkmasıyla birlikte uyuşturucu operasyonlarına büyük önem verildi. Örneğin 1998 yılında uyuşturucu tacirlerine yönelik 2 bin 737 operasyon yapılmışken 2011'de bu sayı 18 bin 24'e çıktı. 1999'da uyuşturucudan yakalanan şüpheli sayısı da 6 bin 121 kişi iken 2011 sonunda bu sayı 38 bin 534'ü buldu. Terör örgütlerinin eylemlerinin devam etmesi büyük ölçüde finansal kaynakların yeterliliği ve devamlılığına bağlı. Örgütlerin silah, barınma, beslenme, iletişim, propaganda gibi ihtiyaç ve faaliyetleri büyük çapta finansal kaynak gerektiriyor. Terör örgütü PKK için de 304 uyuşturucu kaçakçılığının en önemli gelir kaynaklarından biri olduğu ifade ediliyor. Emniyet Genel Müdürlüğü arşiv kayıtlarında terör örgütü mensuplarının ifadeleri ve ele geçirilen belgelerdeki para kayıtları PKK'nın uyuşturucudan finansman sağladığını açıkça ortaya koyuyor. Türkiye'de istihbarat birimlerinin narko terör raporlarına göre PKK artık dünya raporlarına uyuşturucu kaçakçısı olarak girmemek için özel bir önem gösteriyor. Avrupa ülkeleri ve Amerika gibi yerlerde daha rahat hareket edebilmek amacıyla uyuşturucu kaçakçılığı işlerini örgütle direkt bağlantısı ortaya çıkmayan kişilere yaptırıyor. Ancak yine de her yıl yayınlanan uluslararası raporlar örgütün zehir tacirliğini ortaya çıkarıyor. Avrupa Birliği polis teşkilatı EUROPOL tarafından yayımlanan 'AB Terörizm Durumu ve Eğilim Raporu (TE-SAT 2012)' başlıklı raporda PKK'nın Avrupa'daki üyelerinin işlediği suçlar arasında uyuşturucu kaçakçılığı da sıralanıyor. PKK'nın uyuşturucu kaçakçılığından kazandığı parayı terörist faaliyetlerde kullandığı ifade edilen raporda, Avrupa'nın PKK için lojistik destek üssü durumunda olduğu vurgulanıyor. PKK'nın örgütsel faaliyetlerini finanse etmek için Avrupa içinde ve dışında uyuşturucu kaçakçılığı yaptığı belirtiliyor. Terör örgütünün, militan devşirme ağını endişe kaynağı olarak gören raporda kara para aklama, uyuşturucu ve insan kaçakçılığının örgüt için temel finansman kaynağı olduğu tespiti yapılıyor. NATO Ekonomik Komitesi 2009'da hazırladığı 'Terörün ekonomik ve maddi boyutu' başlıklı gayri resmi raporunda PKK'nın finans kaynaklarına dair çarpıcı bilgiler veriyor. Terör örgütlerinin finans kaynaklarına ilişkin uluslararası istihbarat kurumlarından elde edilen bilgiler doğrultusunda hazırlanan raporda, Avrupa'dan PKK'ya 200 milyon Euro aktarıldığı belirtiliyor. Raporun 70. maddesinde bu miktarın 25 milyon Euro'sunun bağış olarak toplandığı, 305 geri kalan miktarın ise uyuşturucu, insan kaçakçılığı ve kara para aklama gibi yasa dışı işlerden toplandığı vurgulanıyor. Birleşmiş Milletler Uyuşturucu Kontrol Programı (UNODC) 2011 yasa dışı uyuşturucu kaçakçılığı analizlerinde de PKK'nın rolünden bahsediliyor. Uyuşturucu ticaretiyle silahlı terör örgütlerinin ilişkisinin irdelendiği 2012 raporunda da PKK örneği veriliyor. UNODC 2007 raporlarında, terör örgütünün uyuşturucu madde kaçakçılığının imalat, taşıma, aracılık, satış ve sokak satıcılığı gibi her safhasında yer alarak, finansal destek sağladığına dikkat çekiliyor. Avrupa'da uyuşturucu ticaretini kontrol altında tutan PKK'nın, Afganistan, Pakistan ve Irak üzerinden getirilen uyuşturucuyu İtalya, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya'daki yasa dışı örgütler ile işbirliği içerisinde Avrupa'ya nasıl aktardığı ve pazarladığı belgeleriyle ortaya konuluyor. 30 Mayıs 2008 tarihinde, ABD yönetimi tarafından 'Yabancı Narkotik Çeteleri Belirleme Yasası' çerçevesinde 3 PKK terör örgütü yöneticisi uyuşturucu kaçakçıları listesine dahil edildi. ABD Hazine Bakanlığı bünyesindeki Yabancı Varlıkların Kontrolü Ofisi tarafından 14 Ekim 2009 tarihinde yapılan açıklamada söz konusu şahısların 'Özel Olarak Belirlenmiş Uyuşturucu Kaçakçısı' olarak ilan edildiği bildirildi. Bu bağlamda bahsi geçen terör örgütü PKK yöneticilerinin ABD'de bulunan malvarlıklarının dondurulmasına ve Amerika Birleşik Devletleri vatandaşlarının bu şahıslarla ekonomik veya ticari nitelikli bir işlem yürütmesinin yasaklanmasına karar verildi (75). “PKK Terörü Neden Azdı(rıldı)?” SDE Stratejik Planlama Kurulu’ndan Aydın Bolat, PKK Matruşkasını şöyle yorumluyor: “Bilinmelidir ki bugün PKK uluslararası bir terör markasıdır ve taşeron bir örgüttür. 75 Sarıkaya, Salih.PKK sığınakları uyuşturucu deposu. Zaman gazetesi. 27.09.2012. 306 PKK’nın varlığının ve eylemlerinin, Kürt halkının talepleri ve Kürt sorunuyla bir ilişkisi yoktur. PKK çok parçalı ve dağınık bir yapılanmadır, homojen bir bütünlükten uzaktır. Yeknesak bir iradesi ve tek tip çizilmiş bir stratejisi yoktur. Kandil artık uluslar arası bir terör kampıdır. Türkiye üzerinde ve bölgede hesabı olan bütün devletlerin kullandığı bir terör ve savaş aracıdır. ABD, İsrail, İran, Irak, Suriye, İngiltere, Almanya, Rusya ve Ermenistan’ın ayrı ayrı ya da birleşik PKK’sı vardır. Türkiye’nin Arap Baharı, Yeni Ortadoğu ve özellikle Suriye üzerindeki politika ve inisiyatiflerini engellemek, sınırlamak veya kontrol etmek amacıyla yumuşak karnımız PKK terörü güç müdahalesinin bir enstrümanı olarak kullanılmaktadır. PKK markasıyla yapılan saldırılar Yeni Türkiye vizyon ve politikalarına PKK silahıyla bedel ödetmek operasyonlarıdır. Suriye bu işin ancak figüranı olabilir. Türkiye’nin bölgesel gücüne ve küresel rolüne karşı hamle yapan küresel güçler, Suriye iç savaş ve krizini bu hamle için bahane ve fırsat olarak istismar ediyorlar. PKK’nın uluslararası kullanım değeri ve kabiliyeti bitene kadar bu mücadele devam edecektir. Terörün ahlaksızca diplomatik bir silah olarak kullanıldığı biliniyor. Bu konjonktürde maalesef uluslararası sistem PKK’yı tasfiye etmemize izin vermiyor çünkü onu kullanıyor. Suriye’deki sorun çözülse de çözülmese de PKK terörü bitmez. Türkiye yeni yükseldiği uluslararası ligde bölgesel gücünü ispatlarsa, diplomasi ve siyaset kurma becerisi ile PKK’nın son kullanma tarihini uluslararası aktörlere kabul ettirebilirse bu beladan o zaman kurtulacaktır. Tarihin ve konjonktürünün fırsatları bizim oyun kurma kabiliyetimizle birleşince PKK kartı çöpe atılacaktır. Suriye, Irak ve İran sınır üçgeninde, güneydoğunun en uç bölgesindeki Türkiye’nin en son yerleşim yeri olan ilçe 307 Şemdinli’dir. 23 Temmuz 2012’de aşlayan 2 haftadan fazla devam eden 700 kişilik PKK görünümlü ağır silahlarla donanımlı terörist saldırı Şemdinli’yi ele geçirip alan hakimiyeti sağlayarak kurtarılmış bölge yaratıp bayrak dikme amacını taşıyordu. PKK’nın Suriye menşe’li Fehman Hüseyin kolunun etkili olduğu saldırı Suriye himayeli, İsrail destekli, çok uluslu konsorsiyum motivasyonlu planları çok önceden hazırlanmış sıra dışı bir saldırıdır. Şemdinli ve köylerinde halkın arasına karışmış terör gruplarıyla asker ile halkı karşı karşıya getirmek amaçlanmıştır. Halktan insanların hedef haline getirilerek öldürülmesiyle oluşacak tablodan işte ‘Kürt Baharı’ diyebilecekleri bir senaryoyu sergilemek istediler. Eş zamanlı olarak Çukurca’da karakollara yapılan saldırılar dikkatleri dağıtmak içindi. Ancak Şemdinli halkının PKK’ya prim vermeyen sağduyulu tutumu hain emellerin planlarını bozdu. Halk PKK’yı dışladı ve terörist gruplar askerle karşı karşıya kaldılar ve çok ağır bir hezimete uğradılar. 500’ün üzerinde militan Şemdinli dağlarında telef oldu. Hem emellerine ulaşamadılar hem de büyük kayıplar verdiler. İşte bu ağır yenilgiyi unutturmak için PKK-KCK-BDP’liler bölgede Psikolojik Savaş hamleleri yaptılar. Amaç‘yıkılmadık ayaktayız, bölge bizden sorulur’ edalarıyla bozulan moralleri düzeltmek ve güç gösterileri olabilecek eylemler yapmak oldu. Milletvekili kaçırmak, asker kaçırmak, Gaziantep bombalı saldırısı, Foça’da Askeri servise bombalı saldırısı nihayet PKK’lı silahlı teröristlerle BDP’li milletvekilinin kucaklaşması Şemdinli yenilgisinin atlatılması ve moral çöküntüsünün önlenmesi için yapılan intikam ve güç gösterisi eylemleridir. Son PKK saldırılarını planlayan, düzenleyen, destek veren bölgesel ve küresel güç merkezleri yani PKK taşeronunun patronları Türkiye’yi bir iç savaşa ve kardeş 308 savaşına sürüklemeye zorluyorlar. Türkiye’yi izlediği Suriye ve bölge politikasından vazgeçirmeye çalışıyorlar. Özgür Suriye ordusuna karşı PKK kartını masaya sürüyorlar. Antep saldırısıyla Şam’daki bombalamaya misilleme yapıyorlar. Maalesef istihbarat örgütlerinin konuşma dili terörle oluyor. Gayri nizami savaşın ve asimetrik harbin silahı da terördür. Hakkari dağ yolundaki BDP’li sözde vekillerle üniformalı ve silahlı PKK’lı teröristlerin buluşmaları hasretle, hayranlıkla kucaklaşmaları acı bir itiraf ve ibret tablosudur. Bu sahne BDP’nin gemileri yaktıklarının, sondan bir önceki adımı attıklarının, silahlı siyaseti tercih ettiklerinin, kanun, hukuk, otorite tanımadıklarının devlete, demokrasiye, hukuka ve her şeye kafa tuttuklarının düpedüz terörist olduklarının itirafıdır. Bu binlerce şehidin ve canın kanları üzerinde cüretkar, küstah, pervasızca meydan okuyarak halkın sinir uçlarına basmak, milleti tahrik etmek, partilerini kapattırmak kendilerini canlı bomba gibi feda etmek, hedef yapmak, hapse atılmak ve nihayet Türk-Kürt çatışmasının fitilini ateşlemek, duygusal kopuşun ipini kesmek için ibretlik haince bir provokasyon ve ağır bir tahriktir. Bu tablo PKK’nın silahlı mücadelesini BDP üzerinden meşrulaştırmak istediğinin kanıtıdır. BDP de meclisi bu amaç için kullanıyor. BDP terör örgütünün vesayeti altında değil onun Ankara TBMM’deki şubesi durumundadır. BDP normal bir siyasi parti değil, Kürt halkının değil terör örgütünün iradesini temsil ediyor. PKK’nın bölgedeki baskılarıyla ‘korku oyları’ile seçiliyorlar. Siyaset üretmiyorlar, çözüm dertleri de zaten yok. Yeniden ihanet kucaklaşmasına dönersek, bu ağır tahrike kapılarak o meş’um niyetlerin kurbanı mı olmalıyız? Yoksa yine soğukkanlılıkla, sabrımızın limitlerini zorlayarak, hukuku, adaleti tehir mi edelim? Bundan sonraki adımı düşünebiliyor muyuz? Bu hangi 309 çizgidir, bu limitin sonu nedir, neresidir? Kimse bundan sonrası için bu milletin sabrını test etmeyi aklından bile geçirmesin. Buna Türk’ün de, Kürt’ün de kimsenin cüreti olamaz, olmamalıdır. Eleştirilere ‘demirden korkan trene binmez’ kabadayılığı ile cevap verenlerin Kürt sorununun çözümünde zerre miskal samimiyeti yoktur. BDP’yi kapatmak çare değildir tabi ki ancak; teröre arka çıkanlar, teröristle sarmaş dolaş olanlar, şiddeti ve nefreti milletin gözüne gözüne sokanlar da TBMM koltuklarına bütün bunların küstahlığı ile kurulup millete, ülkeye demokrasiye ve hukuka meydan okuyamamalıdır. Sonuç: Kervan yürüyor. Hükümete büyük görev düşüyor. Yaşanan olaylarda güvenlik zafiyeti apaçık görülüyor. Şemdinli’de topyekun PKK saldırısına karşı sağlanan başarıyı unutturmaya, pervasız cüretlerini sergilemeye fırsat ve imkan verilmemeliydi. Zira bundan sonra bir şey yapmak daha zordur ve bedeli de daha ağırdır. Türkiye zor bir dönemden geçiyor. İçeri ve dışarıdaki tehditlerle ilgili risk analizini doğru yaparak stratejilerini belirlemelidir. Mal, can ve yaşama güvenliğinin olmadığı yerde özgürlüğün esamesi bile okunamaz. Hukuk otoritesini ve kamu güvenliğini sağlamak hükümetlerin ilk görevidir. Millet sabreder çünkü devlet bu meseleyi çözer, gereken tedbirleri alır inancındadır. Büyük devlet olmanın bedelleri olduğu gibi sorumlulukları da vardır. Her şeye rağmen Ankara, hem Suriye’de hem ‘Yeni Ortadoğu’da hem de Türkiye içinde yoluna devam ediyor, kervan yürüyor” (76). Kırmızı PKK, yeniden hortlatılan Zerdüştlükle, sahte mollalarla, çakma Cuma namazları ile Yeşil’leşirken 76 Bolat, Aydın.PKK Terörü Neden Azdı(rıldı)? SDE Stratejik Planlama Kurulu. 01.09.2012. İnternet ulaşım. http://www.sde.org.tr/tr/koseyazilari/1189/pkk-teroru-neden-azdi-rildi.aspx 310 uyuşturucu ticaretiyle tıpkı bir Rus Matruşkası haline geldi. Kürt aydınları, dini kanaat önderleri neden susuyorlar? Konuşmanın vakti geldi, geçiyor. Sivil toplum oluşur, liberal demokrasi ve liberal ekonomi gerçek İslam kardeşliği ile bölgeye yerleşirse Kürt sorunu kalmaz, tam tersine Kürtler Türkiye’nin bölgesel güç olmasında sağlam bir sura, kaleye çevrilebilir… PKK’nın tarihsel gelişimi, KCK bağlantısı, sosyal ve politik yönü, medya ilişkisi ve finansmanı barış sürecinde zurnanın zırt dediği yerler. Kürt sorununun çözümünde muhatap kabul edilen PKK güya silahsızlanacak, militanlarını sınır ötesine çekecek ve bölgede silahların baskısı kalkınca alternatif sesler yükselecekti. Oysa PKK 50 milyar dolarını ülkemize serbestce sokarak silah baskısını sermaye baskısına dönüştürmeyi planlıyor. Bu bağlamda marjinalleşerek küçülmesi gereken PKK, tam tersine maddi gücünü ülkemize girdirirse daha da büyüme potansiyeli taşıyor. Üstelik terör kisvesinden sıyrılarak, uluslararası kamuoyunda özgürlük mücadelesi yürüten sivil halk örgütü imajına kavuşturuluyor. Terörist damgası kalkan PKK daha da hoyratlaşacaktır. Zira son aylarda 2500 yeni militan kazanan PKK, Kürt gençleri kurulacak Kürdistan’da iş, memurluk gibi vaatlerle aldatıyor ve dağa çıkartıyor. Bu atmosferde isterlerse PKK Lideri Abdullah öcalan’ın dediği gibi 50 bin kişi daha çıkabilir. Taleplerine direnen Türkiye ile bu sefer daha kanlı bir savaş yürütür. Liberal ekonomi ve liberal demokrasinin bölgeye gelmesi silahların gölgesinin kalkmasına bağlı, ancak PKK’ya tanınan ayrıcalıklar şimdiden farklı Kürt seslerini baskı altına alıyor. Hükümet, KCK’ye Panzehir operasyonu ile MİT Özel Harp elemanı sızdırıp kontrolü elinde tuttuğunu sandı, daha başlangıçta bir yerde hata yaptı ve PKK’yı Kürt sorununun çözecek tek güç haline kendi eliyle getirdi. Şimdi ayıkla pirincin taşını… 311 PKK’nın kanlı parasını AKP Türkiye’de aklayarak ekonomiye sıcak para sokmayı hedefliyor. PKKlı hainlerin uyuşturucu ticareti, haraç ve terör yoluyla elde ettiği milyarlarca doların, Varlık Barışı adı altında, yasal hale gelmesi için kanun bile çıkarıldı. Son iki ayda beyan edilen tutar 50 milyar 45 milyon lira. Önceki Varlık Barışı’nda, uzatmalara rağmen beyan edilen tutar, 27 milyar 876 milyon TL idi!.. Bunun da 5.2 milyar lirasını Ali Türkan adlı, sağlık sorunu olan bir vatandaş beyan etmiş ama 1 dolar dahi getirememişti. Bunu hesaba katmadığımızda, ilk Varlık Barışı’ndaki tutar 22 .6 milyar TL oluyor. Yetkililer, 31 Ekim 2013 tarihine kadar uzatılan süre zarfında, Yeni Varlık Barışı nedeniyle toplam 100 milyar lira beyan edileceğini tahmin ediyorlar. Aklıselim sahibi herkes, silah bırakmanın, PKK’nın illegal finansman faaliyetlerinden bağımsız değerlendirilemeyeceğinin farkında… Terörle mücadelede çözüm sürecinin sınır dışına çıkma aşamasıyla birlikte PKK’nın finansman kaynakları ile mali varlığının ne olacağı sorununun da çözüm bekliyor. 2009′da yayımlanmasına karşın, içeriği güncel kalmayı başarmış bir MASAK yayınından notlar aktaracağım. “Terörün Finansmanı” adlı kitap, Hasan Aykın ile Kevser Sözmen’in imzalarını taşıyor. (Aykın, halen Cumhurbaşkanlığı DDK üyesi) -Terör örgütlerinin finansman ihtiyacı 10 kalemden oluşuyor: Terör örgütlerinin doğrudan maliyetleri, terör eylemine hazırlık faaliyeti, örgüt üyelerinin iaşe ve ibate giderleri, örgüt üyeleri ile yakınlarına yapılan düzenli ödemeler, eğitim masrafları, seyahat masrafları, rüşvet, propaganda masrafları, güvenli istihdam ve tahrik merkezleri için yapılan harcamalar, terör örgütünün siyasi uzantısına fon sağlanması. 312 -Yıllık ihtiyaç 30 milyon dolar: Her militan için yapılan harcamanın 500 dolar olduğu varsayımıyla; 5 bin üyesi bulunan terör örgütünün kırsalda veya komşu ülke kırsalında barınma, eğitim, giyinme, silah, iletişim, mühimmat harcaması, aylık 2.5, yıllık 30 milyon dolar olarak hesaplanıyor. YILLIK UYDU ÜCRETİ 3 MİLYON DOLAR -Gelir kaynakları: Yasadışı, yasal görünümlü ve yabancı devlet bağışları olmak üzere 3 ana kaynaktan gelir sağlanıyor. Yasadışı gelir kaynakları; uyuşturucu ticareti, insan kaçakçılığı, sigara ve diğer maddelerin kaçakçılığı, haraç, sahtecilik, taklit ve kopya ürün ticareti, kredi kartı dolandırıcılığı, gasp hırsızlık, fidye amaçlı adam kaçırma olmak üzere 9 kalemde sıralanıyor. Kitapta fikir vermesi açısından yıllık uydu kullanım ücretine de yer veriliyor. Yabancı bir ülkeden yapılan uydu yayınları için yıllık uydu kullanım ücretinin 2.5 ila 3 milyon dolar arasında olduğu bilgisi var. ULUSLARARASI İŞBİRLİĞİ Kitapta, yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle tahliye edilen ve tedavisi süren eski Genelkurmay 2. Başkanı Ergin Saygun’a atfen de önemli veriler yer alıyor. Saygun, 2008′de “Terörizmle mücadele Mükemmeliyet Merkezi Komutanlığı”nca düzenlenen “Küresel Terörizm ve Uluslararası İşbirliği Konferansı”nda; PKK’nın yıllık gelirini 400-500 milyon euro olarak açıklamış. Bu tutarın 200-250 milyon eurosunu uyuşturucu gelirleri oluşturuyor. Sonuç olarak, PKK’nın kontrol ettiği ve küresel düzeyde karapara aklama faaliyetlerine konu olduğu defalarca raporlanmış, muazzam bir mali varlıktan söz ediyoruz. Güvenlik güçleri, Dışişleri Bakanlığı ve Mali Suçları Araştırma Kurulu’nun (MASAK) koordineli bir çalışma yürüttüğünü duyuyoruz. 313 Hükümet açısından bu zorlu meseleyi yönlendirecek iki düğüm noktası var: Örgüt yöneticilerinin PKK’nın mali varlığıyla ilgili tutumları ve bugüne kadar “esirgenen” uluslararası işbirliğinin gösterilip gösterilmeyeceği. Tüm bu kilit noktaları anlatan ‘The PKK’ adlı kitap geçen temmuzda Alman VDM Yayınevi’nden çıktı. Bu İngilizce kitap, ABD’deki ve Avrupa’daki akademik çevrelerde çok satıyor. Amerikan ve Türk terör uzmanlarının yazılarının yer aldığı kitabın editörleri de çok ünlü Amerikalı iki terör uzmanı. İşte önümüzdeki yıl Türkiye’de yayımlanacak kitaptan önemli başlıklar: UYUŞTURUCUDAN YILLIK 2,5 MİLYAR DOLAR GELİR ELDE EDİYORLAR... NATO’nun 2007 Kasım’ında yaptığı takviyeli Ekonomik Komite toplantısındaki verilere göre de, yasadışı narkotik endüstrisi PKK’nın en kârlı kriminal faaliyeti. Pakistan’daki uyuşturucunun ham üretiminden, Irak’ta damıtılmasına, sokaklarda pazarlanmasından PKK tarafından sürülmemiş uyuşturucunun Avrupa’da vergilendirmesine kadar, örgütün narkotik ticaretinin her safhasında yer aldığı ifade ediliyor. ABD Dışişleri Bakanlığı, Suçla Mücadele Programları Müdürü David M. Luna’nın 2008’deki raporuna göre; uyuşturucu ticareti PKK’nın en çok kazanç getiren kriminal faaliyeti. PKKKongra-Gel, İran, Afganistan ve Pakistan’ı kapsayan ‘altın hilal’ bölgesinden gelen işlenmemiş morfinin güvenliğini sağladıktan sonra tüm Avrupa’da satışını yapmak üzere kendi laboratuvarlarında eroine çeviriyor. Kendi kontrolündeki bölgelerden uyuşturucunun geçişinde uyguladıkları vergilendirme ve bu kaçakçılığı yapanlardan sınırlarda aldıkları haraçlar, bu terörist örgüt için çok önemli bir gelir kaynağı. PKK terör örgütünün yıllık geliri yıllık 50-100 milyon dolar olarak tahmin ediliyor. Başka kaynaklar daha yüksek miktarlarda tahminlerde bulunarak 314 PKK’nın narkotikten elde ettiği gelirin 500 milyon Euro ile 2.5 milyar dolar arasında değiştiğini söylüyor. SİCİLYA MAFYASI GİBİ Yvon Dandurand ve Vivienne Chin tarafından hazırlanan ve Nisan 2004’te Birleşmiş Milletler Uyuşturucu ve Suç Ofisi (UNODC) ile Kanada Dışişleri Bakanlığı’na sunulan ‘Terörizm ile Diğer Suç Türleri Arasındaki Bağlantılar’ raporunda şu ifadeler var: Yapılan araştırmalara göre, PKK ve Kürt grupları arasındaki işbirliği Sicilya mafya aileleri arasındaki işbirliğine benziyor. PKK uyuşturucu ticaretinin, üretiminden piyasada satışına kadar, her aşamasında yer alan çok katmanlı bir organizasyon gibi çalışıyor. ilk aşama genellikle Pakistan’dan gelen baz morfinden üretimin yapıldığı laboratuvar aşaması, son aşamaysa örgüt tarafından görevlendirilen satıcılarla Avrupa sokaklarında satışının yapıldığı pazarlama aşaması. İstanbul’da 8-10 Temmuz 2008 tarihlerinde, ABD Uyuşturucu ile Mücadele İdaresi (DEA) ve Türk Polis Teşkilatı’nın ortaklaşa düzenlediği Uluslararası Uyuşturucu ile Mücadele Konferansı’nda, ABD hükümeti PKK terör örgütünü önde gelen uyuşturucu kaçakçısı olarak nitelendirmişti. Buna göre PKK, her türlü operasyonu durdurulacak, liderleri yakalanacak ve banka hesapları ve gayrimenkuller de dâhil olmak üzere her türlü malvarlığına el konulacaklar listesine eklenmişti. GÖÇMEN PAZARINI KONTROL EDİYOR NATO Takviyeli Ekonomik Komite Toplantısı raporuna göre, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti PKK’nın uyuşturucudan sonra en çok gelir getiren faaliyeti. PKK, sahte pasaport ve vizelerle yasadışı göç ve göçmen kaçakçılığı faaliyetlerini yürütüyor ve özellikle de 315 Almanya’daki göçmen kaçakçılığı pazarını kontrol ediyor. insanlar Avrupa’ya bu sahte pasaportlarla kaçırılıyor ve orada örgüte yakın derneklere iaşe, ibate ve iş sözü verilerek kayıt ediliyor. Bu şahıslara bir iş bulunduğunda da kendilerinden ‘üyelik aidatı’ adı altında PKK adına haraç toplanıyor. PKK seyahat dokümanlarının sahteciliğinde iki yöntem kullanıyor: Başkası adına düzenlenmiş iltica ve sığınmacı başvurusu belgeleri üzerinde sahtecilik yapılıyor veya daha önceden çalınmış pasaport veya kimlik belgelerinin üzerindeki fotoğraf veya bilgiler değiştiriliyor. AVRUPA’DA HARAÇ TOPLUYOR PKK’nın iyi yapılandırılmış suç ağı, Avrupa’daki Kürt kökenli Türk vatandaşlarından, özellikle de işadamlarından haraç toplamalarına imkân tanıyor. Bu türden haraç toplama özellikle batı Avrupa’da çok yaygın. Toplanan rakam yıllık bir milyar doları geçiyor. Avrupa ülkelerine PKK tarafından kaçırılan veya getirilen insanlar da gelirlerinin büyük bir kısmını örgüte vermeye zorlanıyor veya kendi iradeleri dışında uyuşturucu işinde kuryelik için kullanılıyor. Terör örgütü bu haraç toplama faaliyetlerini ‘devrim vergisi’ veya ‘gönüllü bağış’ olarak adlandırıyor. Bu tür zorla haraç alma faaliyetlerinin mağdurları, maruz kaldıkları tehdit ve cebirden dolayı bu durumu ilgili makamlara bildiremiyorlar. ROJ TV KARA PARA AKLIYOR Nakit kuryeliği olarak bilinen nakit paranın sınır ötesine taşınması yöntemi, PKK tarafından kara paranın aklanması amacıyla sıklıkla kullanılıyor. Bağışlardan, Türkiye ve Avrupa’daki işadamlarından toplanan para, 316 güvenilir nakit kuryeleri aracılığıyla, örgütün Kuzey Irak’taki Hêzên Parastina Gel (HPG) olarak bilinen ve Halk Savunma Güçleri bünyesinde bulunan mali birimine getiriliyor. Danimarka polisi Avrupalı ve Amerikalı otoritelerle uyum içinde sürdürdüğü beş yıl süren araştırmaları sırasında PKK’nın ROJ TV ile bağlantılı kara para aklama faaliyetinde bulunduğundan şüpheleniyor. EN ÇOK SATAN AKADEMİK YAYINLAR LİSTESİNDE Türkiye’nin Emniyet Genel Müdürlüğü, 2010 Mayıs’ında, ABD’nin başkenti Washington DC’de ‘PKK’nın Finansmanı’ adlı bir konferans düzenledi. Konferansta terör uzmanı Türk emniyet mensupları, kuruluşundan itibaren PKK ile ilgili çok önemli verilerin yanı sıra rakamlara da dayanarak, 1990’dan itibaren Avrupa’da PKK’ya yönelik operasyonlarından sonra ortaya çıkan gerçekleri anlattılar. İşte bu konferanstaki sunumlar, bu yıl yayınlanan ‘THE PKK’ adlı kitapta yer buldu. Kitabın iki Amerikalı editörü terör konusunda uzmanlıkları tüm dünyada kabul gören isimler: New York Üniversitesi Terör Merkezi Başkanı Prof. Charles Strozier ve Cincinnati Üniversitesi Ceza Adaleti Bölümü öğretim üyesi kriminolog Prof. James Frank. Son derece titiz ve bilimsel objektiflikle ve iki yıllık bir çalışmayla hazırlanan kitap, Almanya’da ve akademik dil olan İngilizce yayımlandı. Avrupa ve ABD’deki terör uzmanları ve politikacıların dikkatini PKK gerçeğine çekmeyi hedefleyen ‘THE PKK’ ABD’de 113 dolara, Avrupa’da 69 Euro’ya satılırken, en çok satan akademik yayınlar listesine de girdi. BÜTÜN KAYNAKLAR SİLAH ALIMI İÇİN KULLANILIYOR 317 Eski bir Alman başsavcının ifadesiyle Avrupa’da yakalanan uyuşturucunun yüzde 80’inde PKK bağlantısı var ve bu paranın çoğunluğu silah alımında kullanılıyor. 1984-2006 arasında Türk yetkililerce PKK’ya ait toplam 40 bin 45 adet silah ele geçirildi. Bu silahların üzerindeki ayırt edici marka veya numaralar üreticiler, kaçakçılar veya kullanıcılar tarafından silindiği için büyük çoğunluğunun orijini tespit edilemedi. Terör örgütü PKK, vergi adı altında her ‘KCK vatandaşı’ndan para topluyor. Çiftçi, memur veya esnaf olmak fark etmiyor. Parası olmayan yoksulların çocukları ise vergi karşılığı olarak dağa çıkarılıyor. KCK’nın (Kürdistan Topluluklar Birliği) kurduğu ‘Devrim ve Halk mahkemeleri’ Doğu ve Güneydoğu’da uzun süreden beri faaliyet yürütüyor. Aynı şekilde yerel kaynakların yerinde kullanılması ilkesi de yürürlükte. Çünkü KCK kaynak olarak gördüğü ilk gelir kapısı olan ‘vergi’ toplama işine çoktan başlamış. Hâlihazırda örgüt ‘KCK vatandaşı’ olarak tanımladığı insanlardan aylık, yıllık vergiler topluyor. KCK sözleşmesinde yer alan ‘Yerel kaynakların yerinde kullanılması’ ilkesine göre buradan toplanan vergiler bölgede kalacak, vatandaş gelirinin yüzde 10’unu KCK yönetimine vermekle mükellef. Bunun için BDP milletvekilleri, belediye başkanları ve çalışanları maaşlarının yüzde 10’unu KCK’ya veriyor. Parti yöneticilerinin vergi ödediği, KCK İddianamesi’ne de yansımıştı. Örneğin Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’in her ay 3 bin 500 TL KCK’ya ödeme yaptığı iddianamede yer alıyor. Aynı şekilde çalışan her vatandaş kazancının yüzde 10’unu vergi adı altında KCK’ya yatırıyor. Köyde hayvan yetiştiren veya 318 tarımla uğraşanlar da bu yüzde 10’luk vergiye tabi tutuluyor. Hayvancılık yapanlardan küçükbaşta 10’da 1, büyükbaşta ise 20’de 1 vergi alınıyor. Durumu iyi olmayan aileler ise bir çocuğunu (istenildiği takdirde) örgüte ‘asker’ olarak göndermek zorunda. Bu KCK sözleşmesinin bir gereği. Örgüt uyuşturucu kaçakçılığı başta olmak üzere, mazot, kozmetik, araba yedek parçaları gibi birçok kalemden gelir elde ediyor. ‘Gümrük geliri’ adı altında kaçakçılardan elde ettiği gelir ise cabası. İRAN KARPUZU’NDA UYUŞTURUCU Örgüt hem kaçıkçılardan ‘gümrük vergisi’ topluyor hem de kaçakçılığı bizzat yapıyor. Ancak birebir dâhil olduğu işler daha çok yüklü para getiren uyuşturucu ve insan kaçakçılığı. Kaçakçılık daha çok kış ve sonbahar aylarında yoğunlaşıyor. Çünkü iklim şartları zorlaştıkça KCK militanlarının işi kolaylaşıyor. Aynı durum diğer kaçakçılar için de geçerli. Örgüt kaçakçılardan para alırken bir de onay veriyor. Bunun için özel hazırlanan; kırmızı renkli HPG mühürlü ve kâğıt üzerine ‘arkadaşın gümrüğünü aldık’ şeklinde not düşülüyor. Bu notu almayan kaçakçının sınırlardan geçmesi neredeyse imkânsız. Yakalanan R.D. isimli bir örgüt militanı yapılan kaçakçılığı şöyle anlatıyor: “Örgüt vergisini kesin alır. Bazen de malların taşınması için yardım eder. Bu da ekstra ücrete tabi olur. Kaçakçılar atlara daha hızlı koşsun diye viski içirir. Uyuşturucu önce Van’a ulaşır. Oradan da İstanbul’a. Uyuşturucunun kilosu İstanbul’da 5 bin 500 avroya çıkar. Van’dan İstanbul’a getirilirken uyuşturucu genellikle özel zulası olan araçlara yerleştirilir. Aynı şekilde kargo firmaları ile beyaz eşya, giyecek, yiyecek, içecek, bilgisayar kasaları gibi kapalı eşyaların içine yerleştirilerek de gönderilir. İstanbul’da dağılan mal dağıtılır kalanı ise gemilerle Yunanistan, İtalya ve 319 İspanya’ya gönderilir. İspanya’ya ulaşan uyuşturucunun kilosu 17 bin avro olur. Buradan Avrupa’nın tamamına dağılır. Örgüt ayrıca şahıslardan ‘Avrupa vergisi’ adı altında para topluyor. Çünkü uyuşturucu Avrupa’ya ulaştığında KCK/PKK malın sahibini çok iyi biliyor.” İşin belki de en trajikomik yanı uyuşturucu ticaretinde hem kaçakçıların hem de KCK/PKK’nın uyguladığı ilginç taktikler. Uyuturcular bazen açıktan sınırdan geçirilemez. Bunun için sebze, karpuz, kavun, lahana gibi ürünlerin içine yerleştirilerek resmî gümrük kapılarından geçirilir. Kışın ortasında İran karpuzlarının bolluğu sanırım bunun en güzel delillerinden biri olsa gerek. İnsan kaçakçılığı için de örgüt aynı güzergâhı kullanıyor. Hatta bazen dağlardan tüm Türkiye coğrafyası aşılıp Ege sahili veya Marmara Denizi’nde gemilere bindirilen kaçaklar Avrupa ülkelerine gönderiliyor. KCK’nın bazı ‘gümrük kapıları’ hangileri? KCK militanları askerî karakolların yakın olduğu bölgelerde seyyar gümrükleme sistemi ile çalışıyor. Kaçıkçıların geçişlerini takip edip bunlardan vergi alıyor. Ancak PKK’nın sabit olarak vergi topladığı çok sayıda sözde gümrük kapısı bulunuyor. Bazı sabit kapılar şöyle. Şehidan: Şehidan Dağı’nın güneyinde, İran tarafında bulunan kısmında yer alan bir ‘gümrük kapısı’. Örgüt buradan geçirilen kaçak mazot, benzin, çay, şeker ve sigaradan vergi alıyor. Şahin Amed isimli örgüt mensubu yönetiminde 20 militan bu kapıdan sorumlu. Tise: Şehidan Dağı’nın kuzeyinde yer alıyor. Mazot, benzin, çay, şeker, sigara kaçakçılarından vergi alınır. 320 Piling Suruç isimli KCK/PKK’lının yönetiminde 7 kişiden oluşan ekip bu kapıdan sorumlu. Harçini: İran tarafında bulunan Çobanpınar köyü bölgesini kapsıyor. Uyuşturucu, mazot, benzin, çay, şeker, sigara kaçakçılarından vergi alınır. Bu gümrük kapısı da Suruç’a bağlı çalışan 5 kişi tarafından kontrol ediliyor. Erbila: İran tarafında yer alan bu geçiş noktası Güvenli köyünün tam karşı noktasına düşüyor. Uyuşturucu, mazot, benzin, çay, şeker, sigara kaçakçılığı yapanlardan ücret alınır. Bu geçiş kapısı Mizgin kod adlı bir bayan terörist tarafından idare ediliyor. Toplam 12 militan Mizgin’in komutasında kaçakçılardan vergi topluyor. Sarıyıldız köyü: Esendere sınır kapısı yakınlarında bulunuyor. Buradan ekseri insan ve uyuşturucu kaçakçılığı yapılıyor. Kalereş: Örgütün bu kampına bağlı ancak seyyar gümrük sorumluları bulunuyor. Van-İran sınırını kapsayan bu geniş alanda seyyar 12 geçiş noktası yine KCK/PKK tarafından kontrol ediliyor. Ağrı-Kars: Çok sayıda kaçakçılık geçiş noktası örgüt tarafından kontrol ediliyor. Her türlü kaçakçılık bu alanda yapılıyor. Kaçakçılar Başkale’dan başlayıp Ağrı-Kars hattını uyuşturucu geçişinde yeni güzergâh olarak kullanmak istiyor. Tabii burada KCK/PKK’nın alacağı pay daha fazla olacak. Çünkü geniş coğrafyada kaçakçılık yapmak daha riskli ve zor. Hakurk: Örgütün Hakurk kampında bulunan militanları tarafından kontrol edilen geniş bir alanı kapsıyor. Esendere-Yüksekova uyuşturucu trafiğinin en yoğun olduğu bölge. Son dönemlerde geçiş trafiği güvenlik 321 güçlerinin yoğun çabaları sonucunda önemli ölçüde sekteye uğratılmış durumda. Kalem kalem KCK’nın gelir kaynakları: Uyuşturucu, İnsan kaçakçılığı, Araba yedek parçaları, İş adamlarından toplanan haraçlar, Sözde KCK vatandaşlarından toplanan vergi (gelirinin yüzde 10’u), Belediyelerce kurulan paravan şirketler ile Avrupa’daki çeşitli iş kuruluşlarından toplanan paralar, Halk mahkemelerinde görülen davalarda elde edilen gelir (Basit davalar, 1500 TL’ye görülüyor. Mal davasının yüzde 20’si KCK’ya kalıyor), Demokratik Toplum Kongresi üyeleri, belediye başkanları, milletvekilleri ve parti üyelerinin maaş veya mallarından kesilen pay. Örgütün İran-Türkiye sınır kaçakçılığında sözde kurduğu gümrük kapılarından aldığı pay oranları: Mazot, benzin: Katır başı 3 dolar, Şeker kaçakçılığı: Katır başı 5 dolar, Çay: Katır başı 7 dolar, Sigara: Katır başı 7 dolar, Uyuşturucu madde baz morfin (ham hâlde): Kilo başına 25 dolar, İşlenmiş uyuşturucu maddesi: Kilo başına 65 dolar, Örgüt militanlarının uyuşturucu taşınmasına verdiği destek: Parti başına 4 bin dolar, İnsan kaçakçılığına yardım: Kafile başına 5 bin dolar, Elbise: At başına 7 dolar, Kozmetik ürünler: At başına 7 dolar, Araba yedek parçaları: At başına 7 dolar, Kokain: 10 kilo için 3 bin dolar, Av tüfeği: At başına 7 dolar, Tabanca ve diğer silahlar: At başına 15 dolar.. 322 SON SÖZ Kardeşiz Dağdaki PKK’lı ne düşünüyor sorusunun yanıtı çok önemli. Komünüstlikten Zerdüşlüğe devşirilen PKK, dört ülkede Kürtlere Büyük Kürdistan Cumhuriyeti kurabilecek kabiliyette mi görülüyor? Yoksa hapishane açlık grevi oyunu ile bir anda yıldızı parlatılan onursal başkan Öcalan’ı önplana çıkartan MİT, KCK’yı kurdurarak, içine sızdırdığı ve yönettiği elemanları ile militan Kürtleri oyalıyor mu? Acaba hangisi doğru? Bu konuda en sıkı, net analizi, tenkiti, özeleştiri veya çözümlemeyi PKK’nın eski avukatlarından Medeni Ayhan, http://www.gelawej.net adlı sitede şöyle yapıyordu: “Apo’nun talimatı ile Kuzey Kürdistan’da PKK dışında pek çok kongre adı içeren örgütün kurulması, her birinin başına ayrı birkaç kişinin yönetici yapılması, KCK’nın ise devletin istemlerine göre PKK’nın talimat ve çatı örgütü olarak örgütlendirilmesi ve kontrol altından çıkma ihtimali büyük olasılık olan dağın güçlendirilmemesi için, herkesin KCK’da toplanarak tutulması da, dağdaki PKK’ yı etkisizleştirme ve tasfiye etmek içindir. PKK dışında Kongra Gel, KCK, DTK, KNK, HDK, BDP nin kurulması ve her birinin başına da birkaç kadronun yönetici yapılması kararın merkezileşmesini engellemek, dağdaki PKK’nın Apo’nun ve dolayısı ile devletin kontrolünden çıkarak Apo’yu ret etmesi halinde, diğer yapıları kendisine ve devlete bağlı tutabilmek içindir. KCK’nın, devletin 323 Apo’yla verdiği talimat ile kurulması ve üstelik devletin ajanlarının yoğun şekilde bu yapı içinde yer almaları, ayrıca bu yapının PKK’nın üst talimat ve çatı örgütü haline getirilmesi, dağın güçlenmemesi için örgütlenecek ve cezaevinden çıkmış herkesin söz konusu yapının içinde şehirlerde bıraktırılması da, aslında dağdakilerin Apo’yu (dolayısı ile devleti) ret edeceği korkusundan kaynaklanan bir kontrol mekanizmasıdır. Ayrıca KCK, PKK’yı tasfiye mekanizması olmak üzere, devletin isteklerine göre oluşturuldu. Ancak bu örgütün kuruluşu sürecinde İttihatçı-Kemalist kanadın liberal muhafazakar AKP’ye karşı kullanacağı bir mücadele aygıtının olmaması karşısında, KCK’yı mücadelelerinin aleti yapmaları ve devleti temsil eden yeni gücün de kadrosuzlaştırmak ve etkisizleştirmek, hatta kimlerinin dağa gidişinin önünü almak için yeni kurulan bu yapının içinde olan ve olmayan herkesi toplayarak zindanlara aldılar. Şimdi AKP, hem KCK’dan tutuklananları, hem de Ergenekon ve Balyozdan tutuklananları mütekabiliyet(karşılılık) esası çerçevesinde tahliye ettirerek, iki tarafında eleştiri getirmeden yasaya onay vermesini sağlamış olacaktır. Dışarı çıkarılan KCK elemanlarının önemli bölümünün APO’ya (dolayısı ile devlete) bağlı kalacağı hesaplandığından dolayı da, tahliyeleri sağlanacaktır. Devlette PKK’nın Apo ile bir yol ayrımına geliş sürecinde olduğunu kendisi ile konuşmalarından bilmektedir, ve aynı zamanda söz konusu süreci hazırlamaktadır.” Bu hesap ve kitaplar çarşıya uymayabilir? Gerçek ne? AK Partşi 50 bin kişiyi kapsayan bir genel af hazırlıyor, 2014 ve 2015’de ki seçimler öncesi toplumsal barış adı altında hem KCK’lıları hemde Ergenekoncuları serbest bırakmayı hedefliyor. 324 “Türkiye’nin 21. yüzyıldaki geleceğini üç lider belirleyecek: Recep Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan.” Bu sözleri 11 Nisan 2011’de Toronto’da bir akşam yemeğinde Türk Kültür Merkezi’nde buluştuğumuz Prof.Dr.Tözün Bahçeli söylemişti. Kanada’da Western Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi Profesörü ve Kürsü Başkanı olan Tözün Bahçeli, 40 yıldır Kanada’da yaşayan bir Kıbrıs Türkü. Kıbrıs sorunu, Türk ve Yunan ilişkileri ve Türk dış politikası konusunda kitapları ve akademik makaleleri bulunuyor. Editörü olarak katılımda bulunduğu ve ortak yazarlarla yayımladığı eserler arasında; “1955’den beri Türk Yunan İlişkileri”, “De Facto Devletler ve Bağımsızlık Arayışı”, “Türkiye’de Milliyetçilik Politikaları, AKP ve Kürt Sorusu” ve “Politik İslam, Kemalizm ve Kürt Sorunu” adlı kitapları ile dikkatleri üzerine çekti. Benzer tesbiti 21 Temmuz 2013’te Yeni Şafak gazetesi yazarı Cem Küçük’ün köşe yazısında okuyunca şaşırdım. “MİT gazeteciliği” denince artık aklıma Fatih Altaylı, Emin Çölaşan, Can Dündar, Murat Yetkin, Mehmet Ali Kışlalı, Ertuğrul Özkök ve Cengiz Çandar gelmiyor. Ergün Diler, Yiğit Bulut, Mustafa Karaalioğlu ve Cem Küçük aklıma ilk gelen gazeteci isimleri. Bu nedenle Cem Küçük’ün yazılarını “MİT servisi” veya “MİT ne düşünüyor” algısıyla okuyorum. Gazeteciler yorumları farklı bakış açısıyla okur, kimin nereye çalıştığını kavrar. Buyrun Cem’in Yeni Şafak’ta 21 Temmuz’da yayınlanan yazısından okuyalım: “Türkiye’nin mevcut durumunda üç aktör öne çıkıyor. Tayyip Erdoğan, Fethullah Gülen ve Abdullah Öcalan. 325 Arkasında millet desteği olan Tayyip Erdoğan aynı zamanda uluslararası bir aktör. Fethullah Gülen cemaati devletin içinde belirli kademelerdeki bürokrasi alanında etkin. Eğitim faaliyetlerinden gelen büyük para ve sermaye Gülen Cemaati’nin güçlü olduğu bir diğer alan.” Son zamanlarda Cem Küçük, konumun gereğini yerine getirerek camiaya serbest atış yapıyor, MİT destekli evvelki salvoları sanmasın ki gözümden kaçıyor. Gerçekçi bir gözlemle başlayan yazısı Erdoğan ve Öcalan’ı adeta kutsallaştırırken, Gülen’i aynen PKK’nıjn yaptığı gibi hedefe oturtuyor. Güya askeri vesayeti kaldıran Erdoğan, ama yerine yargı vesayeti getirten camia. Kanıtı ise, eski polis şeflerinden Hanefi Avcı’ya Devrimci Karargâh davasından toplamda aldığı 15 yıl 4 ay 5 gün hapis cezası. Avcı’nın içine düştüğü durum üzücü. Günah defteri kabarıkları savunmak size mi düştü Cem bey? Gladyo karşıtı yazılar yaz, sonra kalk Gladyo’nun en önemli adamını savun! Hükümeti zor durumda bırakmak için bu sefer polis ve yargının içindeki vesayet uzantıları harekete geçmiş ve Kürt açılımını sakıncalı ve başarısız gösteriyormuş. Eğer bir hizmet 1911’de basılan kitabında Güneydoğu’da kurulacak bir üniversitede, İslamî ilimler okutulacağı için “Arapça lâzım; Türkçe resmi dil olarak vacip; Kürtçe mâhalli dil olarak câiz”, demişse ve sonra bir toplumun anadili kullanma hakkını vermek bir ulûfe değil normal, tabiî hakkıdır diye anlayışını herkesten önce belirtmişse, ayrıca seneler önce eğitim adına kolejler, üniversite hazırlık dershaneleri açmış ve fakir muhitlerde de parasız okuma salonları ve kurslar, faaliyete geçirmişse; Kürtçe yayın yapan TV kanalı kurmuşsa, hâlâ o hizmetin açılıma karşı olduğunu hatta açılımı baltalamaya çalıştığını iddia etmek kötü niyetliliktir… 326 Cem diyor ki, “PKK içindeki şahin ve uç kanatlar devlet içindeki ezelden beri varolan yapıyla bu süreci baltalamak için var gücüyle mücadele etti ve hâlâ ediyor.” Bu yoruma katılıyorum, ancak Küçük’ü küçülten ve “MİT gazeteciliği”ni ortaya koyan sinsi yorumu şu: “Vesayet sisteminin geçmişte Türkiye’yi nereye götürdüğünü iyi bilen Erdoğan haklı olarak buna izin vermedi. Yeni vesayet, öfkesini 7 Şubat’ta gösterdi. Giremediği devlet dairelerindeki herkesi hedef aldı. Hakan Fidan, Beşir Atalay gibi bakan ve bürokratları hedef seçti.” Küçük’ün zan altında bırakmak istediği Türkiye’nin en önemli aktörü olarak zikrettiği Gülen. PKK nasıl camiayı düşman görüyorsa, Cem’in MİTci bu söyleminde de hedef aynı. Bu çelişkili tavır ve laf sokması MİT’den aldığı talimat gereği mi? Küçük’ün “yargı birilerinin devlet içindeki uzantısı gibi çalışır ve sistemi tıkarsa bu her yerde soruna sebep olur” dediği kim ve kimler acaba? Nedense yargı dünyasında skandal olarak nitelenen son girişimleri hükümetin yaptığını unutuyor. Görüntü, Silivri’yi boşaltma amaçlı yargı altyapısının hazırlandığı izlenimi veriyor. Üst yargıyı eski bakan Moğultay’ın eski adamları ile donatmak için genç savcı ve hakimlerin önü 20 yıl şartı ile tıkandı. Polis ve yargıda operasyon yaptıran, Ergenekon ve Balyozcuları hapse tıkanları saga sola sürdüren el, sanki Ergenekon davalarını örtbas etmek ve sanıklarını beraat ettirmek istiyor. Bunu görmemek için aptal olmamız gerekir. 7 Şubat krizini 28 Şubat sürecine çevirenler MOSSADlaştıklarını fark edemiyor mu? Tam bir Alman istihbaratı BND ve MOSSAD ortak yapımı olan KCK ile PKK’nın siyasileşmesini kim kamuoyunda masumlaştırdı? MİT’in KCK’yı kurdurduğu ve yönettiği ortaya çıkınca kızılca kıyametin koptuğu doğru. Ama neden? MİT’teki 327 Ergenekoncuları temizlemezseniz daha çok tersinden operasyon yersiniz. KCK’lıların serbest bırakılması zaten yargının hangi vesayetin baskısı altında olduğunu yeterince ispatladı. MİT’in KCK’yı legalleştirme adımının ne kadar Türkiye’nin bölünmezliğine hizmet ettiği belli değil. KCK’nin paralel devlet yapılanmasına göz yumulması ne kadar doğru göreceğiz. Zira üç yıldır Diyarbakır’dan başlayacak bir ‘Serhildan’ yani Gezi olayları benzeri ‘sivil itaatsizlik’ eylemleri hazırlayan PKK’nın yöneticilerinin iştahı Gezi ile kabardı. Önlerindeki tek engel camianın Kürt ve Türk halk barışını sağlamlaştıran tabandaki Kürt çocuklarına bedava Eğitim, Halk Evi ve Dostluk hizmetleri. Bu nedenle MİT, kullandığı gazetecileri camia üzerine saldırtıyor. Gerçek milliyetçilik öldü, MHP güdümde. AK Parti’den ve başbakandan umudumuzu kesmiyoruz, 2. Kürt açılımı ortada yok iken, Öcalan’ın eline meşhur Nevruz konuşması MİT tarafından verilmemişken, ‘Barışta hayır vardır, hayır barıştadır’ diye destekleyen Gülen değil miydi beyler! Yoksa Gülen’i barış karşıtı gösterme oyununuz elinizde patladı diye mi saç baş yoluyorsunuz? Gülen’in karanlık planları bertaraf etme gibi muhteşem bir vizyonu vardır. Camiayı denklem dışına çıkarmaya çalışırsanız sınıfta kalırsınız… Halk tabanında güvenilir olan partiler pırtılar değildir, kalplerin sultanıdır… Tekrar Tözün Bahçeli ile yaptığım mülakata dönelim, bakın 2011’de ne diyordu: “AK Parti, Kürt sorununu çözse tarihe geçer. Son 9 yılda muazzam gelişmeler oldu. Kürt kimliği ortaya çıktı ve resmen tanındı, baskılar ortadan kaldırıldı. Faili meçhul cinayetler durdu, bir suç şebekesi yargı önüne çıkartıldı, yargılanıyor. Açıklar kapatılıyor. AK Parti’nin milliyetçi Kürtlere 328 verebilecekleri ile onların talep ettikleri arasında uçurum bulunuyor. Ne AK Parti nede başka bir parti BDT’ye istediklerini verebilir. Federasyon istiyorlar, bu imkansızdır. Üniter devlet yapısı bozulamaz ancak bazı yetkilerin yerel yönetimlere devredilmesi kaçınılmazdır.” AK Parti veya iktidar olacak herhangi bir parti Kürt vatandaşlarımıza neler verebilir? diye sormuşum Tözün’e. Çünkü kilit nokta burası… Tözün Bahçeli şunları öneriyor: “Merkezi Ankara yönetimi anlayışı yetersiz kalıyor. İnsiyatifin, maddi destekler artırılarak şehirlere, yerel idarelere verilmesi gerekiyor. Bazı konularda devletin imkanları da yetersiz, Kürtçe eğitimin ana okulu, ilk, orta, lise ve üniversite seviyesinde verilmesine yakında gelecekte bu nedenle gerçekleşmeyebilir. Harran ve Bilgi üniversitelerinde Kürt Enstitüleri açıldı, daha da açılacaktır. Özel televizyon ve radyolar Kürtçe yayın yapıyorlar. Kürt politikacılar Kürtce faaliyet gösterebiliyor, hapishanelerdeki mahkumların ve ziyaretçilerin Kürtçe konuşmasına izin veriliyor. Bunlar daha önce tabu olan şeylerdi. AK Parti’nin Kürt seçmenin yoğunlukta olduğu yerlerden yüzde 75 oranında oy alması, Kürt halkın AK Parti’ye olan güvenini gösteriyor. AK Parti, Türkiye’nin bölünemeyeceğinin teminatıdır.” Peki BDP ve PKK neler istiyor veya isteklerinde makuliyet var mı? soruma Tözün Bahçeli’nin yanıtı ilginçti: “Geçtimiz yıl, bazı Cengiz Çandar ve Hasan Cemal gibi liberal aydın ve gazetecilerinde katıldığı bir toplantıda BDP taleplerini açıkca gündeme getirdi. Katılımcıların birçoğu hayret ettiler. Yerel yönetimlerin bayrağı olsun, silahlı teşkilatları bulunsun istiyorlar. Kürtçenin anayasal güvenceyle resmi ikinci dil olmasını ve kültürel haklar, devlet destekli Kürtçe eğitimini talep ediyorlar. Abdullah Öcalan’da kapsayan PKK militanlara genel af gündemlerinde. Yüzde 10’luk seçim barajının 329 kaldırılması Öcalan’la masaya oturulması da şartlar arasında. Fikir üretelim diyorlar ama bunlar çok radikal öneriler AK Parti ve devletin güç merkezlerini bunlar korkuttu, Bunların asıl niyeti nedir acaba sorusu ortaya çıktı. Elbette teklifleri ciddiyetden uzak, kabul edilemez talepler. Belki Öcalan’ın İmralı’dan çıkartılıp cezasını ev hapsinde doldurması sağlanabilir.” Yeni anayasamızı bu dönemde yapabilecek miyiz? Hiç sanmıyorum. Bahçeli’nin bu yöndeki soruma cevabı şaşırtıcı olduğu kadar 2015 ile 2020 arasındaki Osmanlıvari Türkiye’nin kafa yapısını şöyle özetler gibiydi: “Yeni dönemde Türkiye Türklerindir söylemi kalkacaktır. AK Parti, Kürtlerin çoğunluğuna eşitlikci ve özgür bir Türkiye için samimi adımlar attığını ispatladı. Bu süreçte PKK’nın tavrı da önemlidir. Öcalan, acımasız ve bencil kişiliğine rağmen halen PKK üzerinde ve Kürt halkının önemli bir kesiminde etkilidir. Kürtlere ‘dağ Türkü’ denildiği, Kürtlerin 2. sınıf vatandaş sayıldığı, işkence, baskı ve yasaklara maruz kaldıkları darbe dönemleri geride kalmıştır. AK Parti, Kürtlere bugüne kadar gelen Türk hükümetlerinin hepsinin üstünde haklar vermiştir ve Kürt açılımını anayasaya taşıyacaktır.” MİT gazeteciliği yapmıyorum, sosyolojik gazetecilik yapıyorum. Derin çatlaklarla parça parça bölünüp parçalanması için her fitnenin sahnelendiği ülkemizde, nifak, şikak ve fesadın önüne geçmek için Kürtleri kucaklayan gayretler gösterenlerin alkışlanması gerekirken, hiç ümit edilmedik şekilde karşısına çıkılması Türkiye’nin gerçek problemlerini çok iyi bilen ve çareler üzerinde beyin yoranları derin üzüntülere sevk ediyor… Yıllardır Batıda yaşayan zengin veya orta halli işadamlarımız kurbanlarını doğuda fakir Kürt ailelerin evinde kesiyor, Türk ve Kürt 330 kardeşliğini güçlendiriyor, kin ve nefreti söndürüyor. Ne olur çevremizdeki İslâm ülkelerine bir de bu açıdan bakalım da kandan, feryattan başka hiçbir şeyin görünmediği bu toz duman arasında birbirini boğazlayanlardan bir ders alalım. Unutmayalım birileri bizim de öyle olmamızı istiyorlar. Allah rızası için ya bu olacaklara daha güzel bir çare bulun veya sırf iyi niyetle bulunmuş şu çarelere bir destek verin… Veya hiç olmazsa aleyhinde bulunmayın… Tenkit çok kolaydır, aynen tahrip gibi… Ama eğer yapıcı olmayan yıkıcı tenkitler Allah rızasının dışında bir garazdan ileri geliyorsa, yarın Ulu Divan’da Allah Huzuru’nda hesabı çok zordur. Cenab-ı Hak hepimize basiret versin, bizi birbirimize sevdirsin… Denizi geçip bir karış derede boğulmayalım, ne olur… 331