PDF biçiminde görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız
Transkript
PDF biçiminde görüntülemek ve kaydetmek için tıklayınız
33. ULUSAL ÇOCUK CERRAHİSİ KONGRESİ Sözlü Sunumlar SS - 1 Apandisitte iştahı azaltan hormonlar: Leptin ve NUCB2/Nesfatin Ü Bakal*, M Saraç*, H Çiftçi**, T Tartar*, S Aydın*, A Kazez* *Fırat Üniversitesi Çocuk Cerrahisi AD **Ahi Evran Üniversitesi Fen Fak. Kimya Bl. Kırşehir Amaç: İştahsızlık akut apandisitli hastaların% 90-95'inde görülür. Ancak, bu semptomun nedeni bilinmemektedir. Bu çalışmada anoreksijenik hormonlardan, leptin ve NUCB2/ nesfatin-1 kan düzeylerindeki değişiklikler ile akut apandisit arasındaki ilişki araştırıldı. Metot: Çalışma, yaş ve vucut kitle indeksleri benzer olan yirmişerli üç grup (Kontrol, karın ağrısı ve akut apandisit) çocukta gerçekleştirildi. Birinci kan örneği hastaneye başvuru anında (T1), 2.kan örneği ameliyat sonrası 24.saat (T2) ve 3.kan örneği ameliyat sonrası 72.saatte (T3) alındı. CRP, WBC, ESR ve nötrofil yüzdesi ölçüldü. Leptin ve NUCB2/Nesfatin-1 seviyeleri enzim bağlı immünosorbent deneyi ile ölçüldü. Sonuçlar Tukey HSD ve ROC (receiver operating characteristic curve) eğrisi ile karşılaştırıldı. Bulgular: Serum leptin preoperatif düzeyleri Apandisitli grupta (2.3±0.8), karın ağrısı (1.3± 0.2) ve kontrol grubuna (0.6±0.1) ng/ml göre postoperatif anlamlı derecede yüksek bulundu. Leptin cut-off =0.271 ng/ml olduğunda %95 güven aralığında sensitivite %64 ve spesifite % 51 idi. Serum NUCB2/Nesfatin-1 preoperatif düzeyleri apandisitli grupta (11.9±7.7) karın ağrısı (7.3±2.1) ve kontrol grubuna (8.9±1.2) ng/ml göre postoperatif anlamlı derecede yüksek bulundu. Leptin cut-off =8.882 ng/ml olduğunda %95 güven aralığında sensitivite %47 ve spesifite % 95 idi. Akut apandisitli hastalarda leptin ve NUCB2/Nesfatin-1 düzeyleri ile WBC (r = 0.312, p = 0.180) ve neutrophil sayısı (r = 0.407, p = 0.075) arasında pozitif kolerasyon mevcuttu. Sonuç: Yüksek preoperatif ve düşük postoperatif serum leptin ve nesfatin-1 konsantrasyonları çocuklarda akut apandisiti diğer karın ağrısı nedenlerinden ayırt etmeye yardımcı yeni aday parametreler olabilir. *** Hormones that reduce appetite in appendicitis: Leptin and NUCB2/Nesfatin Ü Bakal*, M Saraç*, H Çiftçi**, T Tartar*, S Aydın*, A Kazez* *University of Firat Department of Paediatric Surgery **Ahi Evran University Science Faculty Dept. of Chemistry Aim: Anorexia is seen in 90% to 95% of patients with acute appendicitis; however, the cause of this symptom remains unknown. This study was performed to determine whether changes in the blood levels of two anorexigenic hormones, leptin and NUCB2/Nesfatin-1 which investigated the association between acute appendicitis from unspecified abdominal pain in children. Methods: Sixty children with comparable ages and body mass indices were divided into three groups of 20 children each: those with acute appendicitis, those with abdominal pain, and controls. The first blood sample was taken preoperatively (T1), and subsequent samples were taken 24 h postoperatively (T2) and 3 days postoperatively (T3). Leptin and NUCB2/Nesfatin-1 levels were measured by enzyme-linked immunosorbent assay. Results were compared with Tukey HSD and ROC curve. Results: The serum leptin levels were significantly higher preoperatively than postoperatively in all three groups. The NUCB2/Nesfatin-1 levels at T1 in acute appendicitis were significantly higher than those at T2 in all three groups, but were restored at T3 to levels similar to those of controls. NUCB2/Nesfatin-1 level had a sensitivity of 47% and specificity of 95% while the leptin level had a sensitivity of 64% and specificity of 51% in the diagnosis of acute appendicitis. Conclusion: High preoperative and low postoperative serum leptin and nesfatin-1 concentrations might serve as new candidate biomarkers that help to distinguish acute appendicitis from abdominal pain in children. SS - 2 Gastroözofageal reflü hastalığı tanısında kullanılan impedans tekniğindeki ‘pH-only olayları’ fenomeni A Parlak, H Doğruyol Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, BURSA Amaç: Gastroözofageal reflü hastalığı tanısında uzun yıllar altın standart olarak kabul edilen intraözofageal pH monitörizasyonu (pHmetre) incelemelerinde bazı yetersizlikler göze çarpmaktadır.Bu durum özellikle zayıf asit reflülerde ön plana çıkmaktadır.Tekniğin bu kısıtlılığı impedans kullanılarak giderilmeye çalışılmıştır.Fakat bu kombinasyonda da pHmetreye göre üstünlükleri detaylı bir şekilde incelenmemiştir.İmpedansın standardı oluşturulamamıştır.Bu konuda yapılan yayınlar kısıtlıdır.Semptomatik infantlarda ve çocuklarda yapılan çalışmalarda %9-80 oranında impedansda görülmediği halde pHmetrede ortaya çıkan reflü epizotlarına rastlanmıştır.‘pH-only olayları’ adı altında toplanan ve incelenen bu durum; impedansın aydınlanması gereken problemlerindendir.Biz çalışmamızda impedansda tespit ettiğimiz pH-only olaylarının nedenlerini açıklamaya çalıştık ve her iki teknikte özofagusun asit etkisinde kalma süresini karşılaştırdık. Metod-bulgular: Şubat 2014 – Ağustos 2014 ‘de 0-17 yaş aralığındaki 50 hastanın impedans kayıtlarının otomatik analizi incelendi. pHmetrede saptanan asit reflülerin %56.1‘i impedansda saptanmadı. İmpedansda saptanmayan bu pH-only reflü olaylarının nedenleri; %10 impedans ölçüm kriterlerini karşılamada yetersizlik, %8 impedans kriterlerini karşıladığı halde reflü işareti olmayan pH 4’ün altında olduğu olaylar ,%0.3 Artefakt ,%14 hava nedeniyle impedans kanallarında pozitif defleksiyon ,%68 impedans kanallarında her hangi bir değişiklik olmayan olaylardan dolayıydı. İmpedans kanallarında her hangi bir değişiklik olmayan olaylar çalışma boyunca düşük impedans olan n:437(%25),önceki asit reflü olayından sonraki 30 saniye içerisinde pH 4’ün altına düştüğü n:342 (%20) , açıklanamayan n: 400(%23) olay vardı.pH-only reflüler dışlanarak impedans ile eş zamanlı pHmetrede saptanan reflülerin süresi ve sayısı karşılaştırıldığında anlamlı şekilde farklı sonuçlar elde edildi (p<0,001). pHmetrede asit reflü süresi impedansa göre bariz şekilde fazla idi. Sonuç: pHmetre ile asit reflü olarak kabul edilen olayların yarısından fazlası impedansda asit reflü olarak tespit edilmedi.Buna sebep olan nedenler halen net değildir.İmpedans otomatik analizinin kısıtlamaları göz önüne alınarak tek başına değil de pHmetre ile değerlendirilmesi ve manuel analizin vakit, deneyim gerektirmesine rağmen doğru karar verebilmek için şart olduğu kesindir. *** Phenomenon of “pH–only events “ in the impedance technique for diagnosis of gastroesophageal reflux disease A Parlak, H Doğruyol Uludag University, Faculty of Medicine , Department of Pediatric Surgery, BURSA Aim: İntraesophageal pH monitoring was used for the diagnosis of gastroesophageal reflux disease as a gold standard for many years.İn examination of this technique there are some limitations especially in weakly acid reflux.The impedance has been advanced for eliminating this limitations.Although this combination;the advantage of impedance to pHmeter couldn’t be elaborately examined.There is no standartization for impedance.There are limited issues about this topic.İn data 9-80 % of acid reflux events detected by pH and not identified by impedance.These events which aren’t identified by impedance are called ‘pH only events’.This is the problem of impedance and have to be solved. We aimed to explain the reasons of 'pH – only events' and to compare acid exposure duration in both technique. Method-Results: The automated impedance analysis in 50 cases was investigated in between February - August 2014. 56.1% of the acid reflux events were detected by pHmeter not identified by impedance.Reasons of;10% of pH-only events were missed due to impedance scoring criteria,8% due to missing acid reflux marker although it was provided reflux scoring criteria with a drop in pH <4, 0.3% due to artifact,14% due to an air bolus, 68% had no change in impedance.Events with no change in impedance were stratified to; n:437 were low impedance throughout the study,n:342 were preceded by a reflux episode within 30second, n:400 were no explanation.The frequency and duration of acid reflux both technique were significantly different in acid reflux events were detected by pH-meter and impedance concurrently without ‘pH-only events’(p<0,001).Acid reflux duration in pHmeter was long than impedance significantly. Conclusion: There was more than half of acid reflux events detected by pHmeter but not identified by impedance.The reason of this condition has been not clear.For the correct decision,the automated impedance analysis requires to evaluate with pHmeter and with manual analysis although it needs time and experience. SS - 3 Türk çocuk cerrahlarının akut apandisite yaklaşımı M Abeş*, HÖ Apaydın*, N Aksoy** *Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Adıyaman **Sağlık Bakanlığı Adıyaman Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği, Adıyaman Amaç: Apandisit karnın en yaygın cerrahi patolojisi olmasına karşın, tanı, takip ve tedavisi büyük farklılıklar göstermektedir. Türk çocuk cerrahlarının akut apandisite yaklaşımlarını değerlendirmeyi amaçladık. Gereç ve Yöntem: 2014 yılında Türkiye Çocuk Cerrahisi derneğine üye 400 çocuk cerrahının adresine elektronik postayla 13 sorudan oluşan anket formu gönderilerek, soruların cevaplanması istendi. Bulgular: 400 çocuk cerrahından 102 (%25,5)’si ankete cevap verdi. Ankete cevap veren çocuk cerrahlarının 45(% 44,55)’i üniversite hastanesinde, 35 (%34,65)’i sağlık bakanlığı eğitim ve araştırma hastanesinde, 14 (%13,86)’ ü devlet hastanesinde, 7(%6,93)’si özel hastanede çalışıyordu. Çocuk cerrahlarının 73 (%73)’ü fizik muayene ve ultrasonografiyle, 15 (%15)’i fizik muayene ve laboratuvar bulgularıyla, 10 (%10)’u batın tomografiyle, 2 (%2)’si MRG ile akut apandisit tanısı koymaktadır. Çocuk cerrahlarının 21(%21) akut apandisit ameliyatının acil, 60 (%60)’ı erken yapılması gereken bir ameliyat, 19(%19) acil bir ameliyat olmadığını düşünüyor. Gece 23 ten sonra gelen akut apandistli hastaya yaklaşımı sorduğumuzda, çocuk cerrahlarının 53(%53)’ü ertesi güne bırakıp ilk vaka olarak aldığını, 20(%20)’ si hastanede olduğu taktirde hangi saatte olursa olsun hastayı ameliyata aldığını, 17 (%17)’si ertesi güne bırakıp elektif vakalardan sonra aldığını, 10(%10)’u evde olsa bile hangi saat olursa hastayı ameliyata aldığını belirtti. Akut apandisitli hastayı ameliyat etmeden sadece antibiyotikle tedavi edip etmediğini sorduğumuzda çocuk cerrahlarının 71(%71) tedavide yeri olmadığını, 29 (29%) seçilmiş bazı olgularda uyguladığını belirtti. Ameliyatı nasıl yaptıklarını sorduğumuzda çocuk cerrahlarının 42(%42)’ si açık apendektomi, 36(%36)’sı açık ve 3 port la laparoskopik, 18 (18%)’ si 3 portla laparoskopik, 4 (4%) ‘ü tek portla laparoskopik appendektomi yaptıklarını belirttiler. Perfore apandisitte, çocuk cerrahlarının 36 (% 35,64) ‘sı dren kullanıyordu, 36 (%35,64)’sı bazen kullanıyordu, 29 (%28,71)’ u kullanmıyordu. Sonuç: Türk çocuk cerrahlarının büyük çoğunluğu tanıda görüntüleme yöntemlerini kullanmakta , appendektominin acil değil, erken yapılması gereken bir ameliyat olduğunu düşünmekte, büyük bir kısmı dren kullanmakta, appendektomide açık ve laparoskopik yöntemleri birbirlerine yakın oranlarda tercih etmektedir. *** The approch of Turkish pediatric surgeons to acute appendicitis M Abeş*, HÖ Apaydın*, N Aksoy** *Adıyaman University Faculty of Medicine, Departments of Pediatric Surgery, Adıyaman **Ministry of Health Adıyaman University Research and Training Hospital, Department of Pediatric Surgery, Adıyaman Aim: Although appendicitis is the most common surgical pathology of the abdomen, the diagnosis, treatment, and follow-up shows a wide variations. We aimed to evaluate the approach Turkish pediatric surgeons to acute appendicitis. Materials and Methods: W e sent a questionnaire consisting of 13 questions by e-mail to the address of 400 pediatric surgeons of Turkish Association of Pediatric Surgeons members . We asked to answer the questions. Results: The 102 (25,5%) of 400 pediatric surgeons replied the questionnaire. the 45 (44.55%) of survey respondents pediatric surgeons have worked at university hospital, 35 (34.65%) at Health ministry of education and research hospital, 14 (13.86%) in the State Hospital, 7 (6% 93) in the private hospitals. The 73 (73%)of pediatric surgeons diagnosed acute appendicitis with physical examination and ultrasonography, 15 (15%) with physical examination and laboratory findings, 10 (10%) with abdominal tomography, 2 (2%) with MRI. The 21(21%) of the pediatric surgeons think that appendectomy is an emergent operation. The 60 (60%) of the pediatric surgeons think that appendectomy should be performed in the early period. The 19 (19%) of pediatric surgeons think that an appendectomy is not an emergent operation. We asked to the pediatric surgeons approached to acute appendicitis after the night 23 o’clock. The 53 (53%) of pediatric surgeons were leaving the patients until the next day and he operated the patient as a first case, 20 (20%) of pediatric surgeons when they were at the hospital, they immediately performed appendectomy.17 (17% ) left the patients until next day and performed appendectomy after elective cases, 10 (10%) even though at home, he said no matter what time the patient received surgery. When we asked to the pediatric surgeons about nonoperative and surgery, 71 (71%) surgeons said that nonoperative treatment has no place in treatment of acute appendicitis, 29 (29%) said that it can be applied in the some of selected cases. 42 (42%) of the pediatric surgeons have performed open appendectomy, 36 (36%) have performed open and three ports laparoscopic appendectomy, 18 (18%) have performed 3-ports laparoscopic, 4 (4%) have performed one port laparoscopic appendectomy. The 36 (35.64%) pediatric surgeons have been used drains in perforated appendicitis, 36 (35.64%) of them have been sometimes used, 29 (28.71%) of them have not used. Conclusions: The majority of Turkish pediatric surgeons have used imaging methods for diagnosis, have thought that appendectomy is not an emergent operation but an operation should be done early, used drain, have preferred both open and laparoscopic appendectomy with close proportions. SS - 4 Bağırsak iskemi reperfüzyon hasarında lokal ve sistemik mezenkimal kök hücre uygulaması antioksidan kapasiteyi artırır M İnan*, F Sanal**, E Bakar***, A Çerkezkayabekir**, E Uluçam****, C Subaşı*****, E Karaöz***** *Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Trakya Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Moleküler Biyoloji Anabilim Dalı ***Trakya Üniversitesi Eczacılık Fakültesi Eczacılık Teknolojisi Bölümü ****Trakya Universitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı *****Liv Hospital Rejeneratif Tıp ve Kök Hücre Araştırma ve Üretim Merkezi, İstanbul Amaç: Bağırsak iskemi reperfüzyon (İ/R) hasarında lokal ve sistemik mezenkimal kök hücre (MKH) uygulamasının antioksidan kapasite üzerine etkilerini göstermek. Yöntem: Çalışmada 200-250 gr ağırlığında 10-12 haftalık dişi Sprague dawley sıçanlar (Kontrol 1. gün, kontrol 4. gün, kontrol 7. gün, sistemik 1. gün, sistemik 4. gün, sistemik 7. gün) kullanıldı. Femurdan izolasyonu yapılan MKH’lerin karakterizasyonu, fenotip tayini ve immünohistokimyasal işaretlenmesi işlemleri gerçekleştirildi. 1x106 adet MKH/0,5 ml fosfat tamponu, süperior mezenterik arter’in bağlanmasının ve 45 dakika sonra bağın açılmasının ardından, ileum ve jejunum duvarı muskular tabakasına verildi. Gruplar için yukarıda belirlenen sürelerde reperfüzyon işlemi uygulandı. MKH yerleşimlerinin gösterilmesi ve rutin ışık mikroskobik inceleme için takip işlemleri yapıldı. Dokuda malondialdehit (MDA) ve total protein, SOD, Gpx ve KAT enzimlerinin aktivite tayinleri gerçekleştirildi. Bulgular: MDA tüm İ/R gruplarında yüksek (p<0.05), hem sistemik hem de lokal MKH uygulanmış tüm çalışma gruplarında ise düşük bulundu. İ/R grubunda SOD aktivitesi İ/R’nin 1. gününde yüksek (p<0.05) ve KAT aktiviteleri ise hem lokal hem sistemik uygulamanın 7. gününde yüksek bulundu (p<0.01). MKH verildikten sonra bu değerlerde düşüş gözlendi (p<0.05). En düşük Chiu skoru lokal uygulamanın 7. gününde, en yüksek ise sistemik uygulamanın 7. günündeydi. Elektron mikroskopi sonuçları MKH uygulaması ile lokal 7. günde iyileşme meydana geldiğini gösterdi. İ/R hasarından sonra hem lokal hem de sistemik olarak uygulanan MKH’lerin 1. günden itibaren bağırsak duvarında hasarlı dokuya yerleştiği saptandı. Hem sistemik hem lokal uygulama ile IL1β, TGFβ1, TNFα, IL6, MP2, MPO gibi pro-inflamatuar sitokinler düştü (p<0.05) ve EP3 ve IL1ra gibi anti-inflamatuar sitokinler yükseldi (p<0.05). PCNA, KI67 ve GFP gibi proliferasyon belirteçleri arttı (p<0.05). Sonuç: MKH’lerin, hasarlı dokuya yerleşerek erken dönemde SOD, geç dönemde KAT’a olan etkisiyle oksidatif stresi baskıladığı, MDA miktarını azalttığı, böylece antioksidan kapasiteyi geliştirdiği ve zedelenmiş dokuda iyileştirici etkiye sahip olduğu kanısındayız. Bu etkiyi oksijen radikallerini süpürmek suretiyle pro-inflamatuar sitokinleri baskılayarak ve antiinflamatuar sitokinleri arttırarak gösterdiği düşüncesindeyiz. *** Administration of local and systemic mesenchymal stem cell increases antioxidant capacity M İnan*, F Sanal**, E Bakar***, A Çerkezkayabekir**, E Uluçam****, C Subaşı*****, E Karaöz***** *Trakya University, Faculty of Medicine, Depertment of Pediatric Surgery **Trakya University, Faculty of Science, Department of Biology, Division of Molecular Biology ***Trakya University Faculty of Pharmacy Department of Pharmasotic Thecnology ****Trakya University Faculty of Medicine Department of Anatomy *****Liv Hospital Regenerative and Stem Cell Research and Manifactoring Center, İstanbul Aim: To demonstrate the effects of MRC on antioxidant capacity in intestinal ischemic reperfusion damage. Method: In the first phase of the study an I/R model was created from the small intestines on rats and the MSC was implemented intravenously and locally. In the second phase, the pathological changes in local level, the settlement of mesenchymal stem cells on the small intestine and their effects on I/R were microscopically assessed. In the third phase, the SOD, Gpx, CAT activity, amount of MDA and total protein in the tissue was measured. In the final phase of the study, the immunohistochemical and ultrastructural data were evaluated; it was shown that that MSC settles on the damaged intestine following its injection. The indicators of proliferation due to the effects on anti-inflammatory and pro-inflammatory cytokines were evaluated in small intestine. Results: The MDA, in the intestinal I/R damage group, which is an important indicator of lipid peroxidation, was found to be high (p<0.05) in all control I/R groups and low (p<0,05) in all MSC groups treated by locally and systemically. The SOD activity in the control group was high (p<0.05) in day 1 while the CAT were found low (p<0.01) 7th day both local and systemic groups. The lowest Chiu score was attained on day 7 of the local application, while the highest was on the 7th day of the systemic application. The electron microscope results showed that it was occured recovery in the day of 7 of local group by the treatment of MSC. It was found that the MSCs, applied locally and systemically following I/R damage, identify and settle on the damaged tissue on the intestine wall on day 1 immediately after injection. IL1β, TGFβ1, TNFα, IL6, MP2, MPO and other pro-inflammatory cytokines declined significantly (p<0.05) while EP3, IL1ra and other anti-inflammatory cytokines increased significantly(p<0.05) through both systemic and local application. The proliferation indicators such as PCNA, KI67 and GFP also increased significantly (p<0.05). Conclusion: We are of the opinion that the MSCs settle on the damaged tissue, reduce oxidative stress with the effect of SOD in the early period and the effect of CAT in the later period as well as reduce the MDA level, thus increasing antioxidant capacity and have a remedial effect on the damaged tissue. We believe this effect is achieved by sweeping the oxygen radicals to suppress the pro-inflammatory cytokines and increasing the antiinflammatory cytokines. SS - 5 ÖZOFAGUS REPLASMANINDA GASTRİK TRANSPOZİSYON VE KOLOÖZOFAGOPLASTİNİN KARŞILAŞTIRILMASI E Divarcı, Z Dökümcü, B Toker, C Özcan, A Erdener Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Bu çalışmada özofagus replasmanı amacıyla uygulanan gastrik transpozisyon ve koloözofagoplasti operasyonlarının sonuçlarının karşılaştırılması amaçlandı. Yöntem: Kliniğimizde 2005- 2015 tarihleri arasında özofagus replasmanı uygulanan hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Toplam 38 hastaya (24 E, 14 K) özofagus replasmanı uygulandı. Hastalar gastrik transpozisyon (GT) (19 hasta) ve koloözofagoplasti (KÖ) (19 hasta) olarak iki gruba ayrıldı. Özofagus replasmanında 2005- 2012 yılları arasında koloözofagoplasti, 2012’den sonra gastrik transpozisyon tercih edildi. KÖ grubundaki tüm hastaların primer tanısı koroziv özofagus darlığıydı. GT grubundaki hastaların ise 14’ünde özofagus atresizi, beşinde koroziv özofagus darlığı mevcuttu. Ortalama operasyon yaşı GT grubunda 3,2±2,3 yaş, KÖ grubunda 7,9±4,1 yaştı. Replasman öncesi tedavi süresi GT grubunda 17,4±15,7 ay iken, KÖ grubunda 29,4 ±32 aydı. Replasmanda koroziv özofagus darlığında retrosternal yol, özofagus atrezili hastalarda ise öncelikle posterior mediasten tercih edildi. Replasman GT grubundaki hastaların tümünde tek seansta yapıldı. KÖ grubundaki hastalarda ise tek (9 hasta) veya çift seansta (10 hasta) uygulanabildi. GT grubundaki iki hastada öncesinde koloözofagoplasti denenmişti. Bir hastada ilk seans sonrası kolon nekrozu gelişti. Diğer hastada ise operasyon sırasında kolonun damarlarının dolaşıma yetmeyeceği düşünülerek koloözofagoplastiden vazgeçildi. GT grubunda operasyon sırasında üç hastada ek anomali saptanarak tedavi edildi (anüler pankreas, meckel divertikülü, kolelitiazis). İntraoperatif komplikasyon olarak her iki grupta birer hastada ciddi kanama gelişti ve sternotomi yapılarak kanama kontrol altına alındı. Operasyon sonrası izlemde anastomoz darlığı her iki grupta eşit oranda gözlendi (%15). Anastomoz kaçağı GT grubundaki hastaların % 21’inde, KÖ grubundaki hastaların ise %16’sında gelişti. Tüm hastalarda ek girişime gerek kalmadan kaçaklar kapandı. Hiçbir hastada mortalite gelişmedi. İzlemde tüm hastalarda oral alım sağlandı. Sonuç: Koroziv özofagus darlığı veya uzun aralıklı özofagus atrezisi tedavisinde özofagus replasmanı gerekli olabilmektedir. Koloözofagoplastide boyuna taşınan kolonun dolaşımı ile ilgili sorunlarla karşılaşılabilmektedir. Gastrik transpozisyon tek seansta uygulanabilmesi ve replase edilen organın dolaşımının daha iyi olması nedeniyle kliniğimizde son yıllarda öncelikle tercih edilmektedir. *** THE COMPARISON OF GASTRIC TRANSPOSITION AND COLOESOPHAGOPLASTY FOR ESOPHAGEAL REPLACEMENT E Divarcı, Z Dökümcü, B Toker, C Özcan, A Erdener Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery Aim of the study: In this study, we aimed to report the results of gastric transposition and coloesophagoplasty for esophageal replacement. Methods: We retrospectively analysed the medical records of children who underwent esophageal replacement in our clinic between 2005 and 2015. Results: 38 patients underwent gastric transposition (GT) (19 patients) or coloesophagoplasty (CE) (19 patients). The preferred technique was CE before 2012 and GT after 2012. All of the patients had corrosive esophageal stricture in CE group. In GT group, diagnosis was esophageal atresia (14) or corrosive esophageal stricture (5). Mean operation age was 3.2±2.3 years in GT and 7.9±4.1 years in CE group. The treatment period before replacement was 17.4±15.7 months in GT and 29.4±32 months in CE group. The preferred route for graft transport was retrosternal or posterior mediastinal. GT was performed at one- stage. Although in CE group, one- stage (9 patients) or two-stage procedures were required. Coloesophagoplasty was tried in two patients before gastric transposition in GT group. Colonic necrosis was occurred in one of them. The other’s colon was not suitable for transport due to insufficient vascular feeding. Major bleeding was seen in one patient in each group and necessitated sternotomy for hemostasis. The rate of anastomotic stricture was similar in both group (15%). The anastomotic leakage rate was 21% in GT and 16 % in CE group. None of the leaks required surgical revision. No mortality was seen and all of them could feed orally after the procedures. Discussion: The esophageal replacement may be necessary in treatment of corrosive esophageal strictures or long gap esophageal atresia. The transport of the colon can compromise vascular feeding of the graft. Gastric transposition is preferred primarily in our clinic due to the advantages according to coloesophagoplasty with strong vascular feeding as a one- stage procedure. SS - 6 ÇOCUKLARDAKİ AKUT APENDİSİT TANISINDA KALPROTEKTİN, LAKTOFERRİN VE HIGH-MOBILITY GROUP BOX 1 PROTEİNİN TANISAL DEĞERLERİ S Büyükbeşe Sarsu*, AB Erbağcı**, H Ulusal**, SC Karakuş**, ÖG Bülbül** *Gaziantep Çocuk Hastanesi **Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Giriş: Akut apendisitte morbiditenin azaltılması için özgün, non-invazif ve ucuz bir laboratuvar belirtecine ihtiyaç olduğu aşikardır. Bu çalışmada, sağ alt kadran ağrısı olan hastaların akut apendisit ayırıcı tanısında serum kalprotektin (KP), laktoferrin (LF) ve highmobility group box-1 protein(HMGB-1) düzeyleri ile fekal KP ve LF düzeylerinin rollerinin araştırılması amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Bu prospektif çalışmaya 2013-2014 yılları arasında Gaziantep Çocuk Hastanesi’ne başvuran 120 çocuk dahil edildi. Hastalar 4 gruba ayrıldı: Grup 1: Sağlıklı çocuklar (n=30) Grup 2: Sağ alt kadran ağrısı olan ancak apendisit tanısı almayan hastalar (n=30) Grup 3: Akut komplike olmayan apendisiti olan hastalar (n=30) Grup 4: Akut komplike apendisiti olan hastalar (n=30) Bulgular: Akut unkomplike apendisit tanısında, fekal LF için area under the curve (AUC) değeri 1.00 olarak hesaplandı. Cut-off değeri 25 μg/gr feçes alındığında duyarlılık, özgünlük ve doğruluk oranları %100 idi. Serum CP’de cut-off değeri 670 ng/ml alındığında duyarlılık %73.3 ve özgünlük %100 olarak hesaplandı. Serum HMGB-1düzeylerinde cut-off değeri 30 ng/ml için duyarlılık %76.7 ve özgünlük %100 olarak bulundu. Akut komplike apendisit tanısında, fekal LF, serum CP ve serum HMGB-1 için AUC değeri 1.00 olarak hesaplandı. Fekal LF, serum CP ve serum HMGB-1 düzeylerinde sırasıyla 25 μg/gr feçes, 670 ng/mL ve 30 ng/mL cut-off değerleri alındığında duyarlılık, özgünlük ve doğruluk oranları %100 idi. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçlarına göre serum HMGB-1, serum CP ve fekal LF, AA tanısında kullanılabilecek özgün belirteçlerdir. Ayrıca, bu belirteçlerin düzeyleri klinisyenlere akut apendisitin komplike olup olmadığının anlaşılması konusunda yardımcı olabilir. HMGB-1, LF ve CP’nin akut apendisit tanısındaki rollerinin kesinleşmesi için daha büyük hasta gruplarıyla yapılacak çalışmalara ihtiyaç vardır. *** THE ROLE OF CALPROTECTIN, LACTOFERRIN AND HIGH-MOBILITY GROUP BOX 1 PROTEIN ON DIAGNOSIS OF ACUTE APPENDICITIS IN CHILDREN S Büyükbeşe Sarsu*, AB Erbağcı**, H Ulusal**, SC Karakuş**, ÖG Bülbül** *Gaziantep Children's Hospital **Faculty of Medicine, University of Gaziantep Introduction: The need for a novel, non-invasive and inexpensive laboratory marker is obvious to decrease the morbidity in acute appendicitis (AA). In this study we aimed to investigate the role of serum calprotectin (CP), lactoferrin (LF), and high-mobility group box-1 protein (HMGB-1) levels and fecal CP and LF levels in differential diagnosis of AA in patients who suffer from right lower quadrant abdominal pain. Patients and Method: Totally 120 children, admitted to Gaziantep Children Hospital between 2013-2014, were included in this prospective study. Participants were grouped into 4 as; Group 1: Healthy controls (n=30) Group 2: Patients with right lower quadrant pain-other than appendicitis (n=30) Group 3: Patients with acute uncomplicated appendicitis (n=30) Group 4: Patients with acute complicated appendicitis (n=30) Results: In diagnosis of uncomplicated AA, area under the curve (AUC) for fecal LF was determined as 1.00 and the cut-off level was determined as 25 μg/gr feces. For this level, its sensitivity, specificity and accuracy were 100%. The sensitivity and specificity of serum CP in the diagnosis of AA were 73.3% and 100%, respectively for the 670 ng/ml cut-off value. For the 30 ng/ml cut-off value of serum HMGB-1 levels; the sensitivity was 76.7% and the specificity was 100%. In diagnosis of complicated AA, AUC for fecal LF, serum CP and serum HMGB-1 were determined as 1.00 and the cut-off level was determined as 25 μg/gr feces, 670 ng/mL and 30 ng/mL, respectively. For these values, sensitivity, specificity and accuracy were 100%. Conclusion: In the view of these results, serum HMGB-1, serum CP and fecal LF constitute novel markers in diagnosis of AA. Moreover, their levels may be helpful for the clinicians to judge about the severity of the condition. Further, larger studies are warranted to determine the diagnostic potential of HMGB-1, LF and CP in AA. SS - 7 Akut apandisit tanısında aktif izlem ile değerlendirme: hala etkin ve güncel midir? G Gerçel*, Ç Ulukaya Durakbaşa*, E Özatman*, A Yıkılmaz**, M Mutuş*, H Okur* *İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Radyoloji Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Çocuk cerrahisi pratiğinde akut karın ayırıcı tanısında aktif gözlem ve fizik muayenenin etkin olduğu bilinir. Ancak, konuyla ilgili yapılmış prospektif çalışma sayısı çok azdır. Ayrıca, yıllar içinde giderek artan oranlarda tanısal BT çekilmeye başlanmıştır. Bu çalışmada akut batın ile uyumlu bulgularla başvuran hastalarda aktif izlem ve seri muayene ile tanı koymanın etkinliğinin değerlendirilmesi ve bilgisayarlı tomografinin (BT) yaygın kullanımının sorgulanması amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Etik kurul onayıyla bir yıl süresince akut batın ile uyumlu klinik bulgularla başvuran çocuklar prospektif çalışmaya alındı. Bulgular: Toplam 357 hastanın 128'i (%36) kız ve 229'u (%64) erkekti. Yaş ortancası 12 (1-18) yıldı. Karın ağrısı ve/veya bulantı-kusma ile başvuran ve fizik muayenelerinde akut batın ile uyumlu bulguları olan çocuklar yatırılarak izleme alındı; aralıklı fizik muayeneleri tekrarlandı. Ayrıca 339’unda (%95) ultrasonografiyle (USG) değerlendirme yapıldı. USG yapılmayan 18 (%5) hastanın 7’sı dış merkezde çekilmiş BT ile başvurmuştu. Kalan 11 hastada görüntüleme yapılmadan ameliyat kararı verildi. Toplamda 28 (%8) hasta BT ile değerlendirildi. Bunların 21’i dış merkezde çekilmişti. 357 hastanın 265'i (%74) ameliyat edildi. Cerrahi patoloji düşünülmeyen 92 (%26) hasta ortalama 1,8 (±0,7) günde taburcu edildi. Bu hastaların 45' inde (%49) akut apandisit ile uyumlu görüntüleme bulguları varken takiplerinde klinik bulgular uyumsuzdu. Ameliyat edilmeyen hastaların 85’ine uzun dönemde telefon takibi yapıldı. Ameliyat edilen hastaların 119’unda (%44) komplike apandisit vardı. Akut apandisit tanılı hastaların ortalama ameliyata alınma süreleri 6,8 (±7,3) saat, komplike apandisit tanılı hastaların ise 7,9 (±7,4) saatti ve iki grup arasında anlamlı fark saptanmadı. Negatif appendektomi oranı %4’tü (11/265). Bu hastaların 4’ünde farklı cerrahi patolojiler saptandı. Sonuç: BT’ yi yaygın uygulayan merkezler erken ve doğru tanıya vurgu yapmaktadır. Bu çalışma, aktif izlem ve gereğinde USG desteğinin komplikasyon gelişimi riskini artırmadığını, ayrıca negatif appendektomi oranını da kabul edilebilir sınırlarda tuttuğunu göstermiştir. Özellikle çocuklarda içerdiği yüksek radyasyon nedeniyle BT’ nin ancak seçilmiş olgularda uygulanması gerektiği sonucu çıkarılmıştır. *** Active observation in diagnosing acute appendicitis: is it still effective and up-to-date? G Gerçel*, Ç Ulukaya Durakbaşa*, E Özatman*, A Yıkılmaz**, M Mutuş*, H Okur* *Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery **Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Radiology Introduction and Aim: Active observation combined with physical examination in differential diagnosis of acute abdomen is known to be effective in pediatric surgical practice. However, the number of prospective studies is limited. Moreover, diagnostic CT examinations are being performed in increasing numbers over the years. This study aims to detect the effectiveness of active observation in diagnosing acute appendicitis and also to question the widespread use of CT scanning. Patients and Methods: After obtaining ethical committee approval, children acute abdominal findings were enrolled in this prospective study over a year. Results: There were 357 patients. Among these, 128 (36%) were girls and 229 (64%) boys. The median age was 12 (1-18) years. Those who applied with abdominal pain and/or nausea/vomiting in addition to physical examination findings consistent with acute abdomen were hospitalized. Serial physical examinations were done. 339 (95%) patients underwent ultrasonographic (USG) examination. A total of 7 patients had CT scanning done elsewhere among the 18 who did not have USG examination. The remaining 11 patients were operated on without further investigations. CT scanning was done in a total of 28 (8%) patients out of which 21 was taken elsewhere. 265 (74%) patients were operated on. The mean hospitalization period was 1.8 (± 0.7) days in 92 (26%) non-operated patients. Among these 45 (49%) had initial imaging findings compatible with acute appendicitis. Their follow-up examinations were not compatible with acute appendicitis. A telephone survey was done in 85 non-operated patients after discharge. A total of 119 (44%) patients had complicated appendicitis. The average time interval from admission to surgery was 6.8 (±7.3) hours in acute and 7.9 (±7.4) hours in complicated appendicitis with no significant difference. The negative appendectomy rate was 4% (11/265). Among these, four patients had other surgical pathologies. Conclusion: Centers that use CT scanning elaborately emphasize early and accurate diagnosis. The present study showed that active observation combined with USG when necessary do not increase the complication risks and also keeps the negative appendectomy rate within acceptable limits. CT scanning should be reserved only for some selected cases. SS - 8 Çocukluk Çağı Fonksiyonel Kabızlıklarında Gıda Alerjilerinin Rolünün Değerlendirilmesi M Akyıldız*, C Çeltik**, A Narcı***, H Belverenli**, O Çakmak*, H Vural* *Şifa Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyokimya AD **Şifa Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Gastroenterolojisi AD ***Şifa Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD Amaç: Çocukluk çağında görülen kronik kabızlıkların yaklaşık %97’si fonksiyonel sebeplere bağlıdır. Dışkı tutma, yetersiz sıvı tüketimi ve liften fakir beslenme gibi bazı nedenler önemli etyolojik faktörlerdir. Yakın zamanda yapılan çalışmalar gıda alerjisinin de fonksiyonel kabızlık gelişiminde bir risk faktörü olduğunu göstermiştir. Ancak bu konuda kapsamlı bir prospektif çalışma yoktur. Bu çalışmada fonksiyonel kabızlıklarda gıda alerjilerinin sıklığının ve etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Metot: Fonksiyonel kabızlık tanısı Roma III Kriterlerine uygun olarak konulmuştur. Çalışmaya toplam 119 fonksiyonel kabızlığı olan çocuk dâhil edilmiştir [61 kız (%51,3), 58 erkek (%48,7)]. Ortalama yaş 4,1± 2,6 (1-14) yıldı. Her vakada ayırıcı ve kesin tanı için, hemogram, total IgE, tiroid hormonları, serum doku transglutaminase-lgA, ter testi ve mikrobiyolojik/parazitolojik gaita testleri yapıldı. Aynı zamanda düz karın radyografileri ve karın ultrasonografileri de değerlendirildi. Total IgE değeri yaşa göre yüksek olan hastalarda spesifik IgE bağımlı çocuk gıda alerjen paneli (inek sütü, yumurta akı, balık, buğday, fıstık, soya fasulyesi, vb.) ve respiratuvar alerjen paneli (inhale polenler, maytlar, hayvan kılları, vs.) çalışıldı. Anatomik bozukluklar, kronik hastalıklar, genetik sendromlar, hipotiroidizm, Çölyak hastalığı ve kistik fibrozis gibi organik kökenli olgular çalışmaya dâhil edilmedi. Sonuçlar: Yirmi dokuz vakada (%24,4), anlamlı IgE değerleri (>100 IU/ml) saptandı. Gıda alerjisi 23 olguda (%19,3), inhale alerjenler 6 olguda (%5,0) tespit edildi. Alerji tespit edilen tüm hastalarda perianal hastalık mevcuttu (anal fissür ve/veya dermatit). En sık tespit edilen gıda alerjenleri inek sütü ve yumurta akıydı. Tartışma: Çocukluk çağı fonksiyonel kabızlıklarında yüksek oranda gıda alerjileri saptanmıştır. Dolayısıyla fonksiyonel kabızlığı olan çocuklarda gıda alerjilerinin araştırılması gereklidir. *** Investigation of Role of Food Allergies in Functional Constipation Etiology in Childhood M Akyıldız*, C Çeltik**, A Narcı***, H Belverenli**, O Çakmak*, H Vural* *Şifa University Faculty of Medicine Department of Medical Biochemistry **Şifa University Faculty of Medicine Department of Pediatric Gastroenterology ***Şifa University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Introduction and Aim Approximately 97% of cases with chronic constipation in childhood are associated with functional reasons. Some causes such as the delayed defecation, inadequate fluid and fiber intakes are important risk factors for functional constipation. In recent studies are shown that food allergy is also a risk factor for developing of functional constipation. However, the prospective studies in this subject are limited. Aim of this study is to determinate prevalence and effect of food allergies for functional constipation in children. Methods Functional constipation’s diagnosis was performed according to Roma III criteria. Total 119 children with functional constipation were included in this study [61 female (51.3%), 58 male (48.7%)]. The mean age of these cases was 4.1 ± 2.6 (1-14) years. In each case, for the definitive and differential diagnosis, the results of hemogram, total IgE, thyroid hormones, serum tissue transglutaminase-lgA, sweat test, and stool microbiological/parasitological tests were recorded. Also, the results of abdominal ultrasound and X-ray radiography were evaluated. In cases that age depended total IgE levels were high, the tests of food allergens (cow’s milk, egg-white, fish, wheat, peanut, soya bean, etc) and respiratory allergens (inhalant pollens, mites, animal hairs, etc) were recorded. The cases caused by organic diseases such as anatomic disorders, chronic illness, genetic syndromes, hypothyroidism, celiac disease and cystic fibrosis were excluded from the study. Results The significant IgE values (>100 IU/ml) were defined in 29 cases (24.4%). Food allergies were determined in 23 cases (19.3%), inhalant allergies were in 6 cases (5.0%). All cases diagnosed allergy had suffered from perianal disease (anal fissure and/or dermatitis). The most frequent food allergens were cow’s milk and egg’s white. Conclusion Food allergy has a high prevalence for functional constipation of childhood. Therefore, food allergy should be investigated in the cases with functional constipation. SS - 9 Deneysel Postoperatif Peritoneal Adezyon Modelinde extractum cepae, heparin sodyum ve allantoinin Etkilerinin Araştırılması İ Özmen*, Ö Boybeyi**, P Atasoy***, Ü Kısa****, S Yörübulut*****, Y Dere Günal*, MK Aslan* *Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı ***Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji AD ****Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya AD *****Kırıkkale Üniversitesi Fen Fakültesi, İstatistik AD Giriş/Amaç: Postoperatif peritoneal adezyon (PPA) oluşumu abdomino-pelvik cerrahilerden sonra en sık görülen komplikasyonlardandır. Literatürde PPA oluşumunu önleme yolları üzerine çok sayıda çalışma olmasına rağmen, adezyon oluşumunu önleyici kesin çözüm bulunamamıştır. Extractum cepae (EC); anti-inflamatuar, kollajen organizasyonu düzenleyici ve anti-proliferatif etkinlik gösterir. Heparin sodyum (HS) tromboz tedavisinde kullanılmakta olup anti-inflamatuar özelliği de vardır. Allantoin (AA) yara iyileşmesi, nekrotik doku temizleyici, hücre çoğalması tetikleyici, keratolitik olarak kullanılan farmakolojik ajanlardır. Çalışmada sıçanlarda deneysel intestinal adezyon modeli oluşturup EC, HS ve AA’nin PPA önleyici özelliklerinin araştırılması amaçlanmıştır. Yöntem: Çalışmada toplam 54 adet sıçan kullanılmış ve sıçanlar randomize olarak 6 gruba ayrılmıştır (n=8). Tüm sıçanlarda Harris yöntemiyle PPA oluşturulmuştur. Grup 1’de ek işlem uygulanmamıştır. PPA sonrası karın içi yıkamada Grup 2’de serum fizyolojik, Grup 3’te 1 ml EC (50 mg/kg), Grup 4’te 200 IU/kg HS, Grup 5’de 1 ml AA, Grup 6’da EC-HS-AA karışımı (Contractubex®) kullanılmıştır. Postoperatif 21.günde sıçanların karınları eksplore edilip adezyon oluşumu makroskopik olarak Nair evrelemesi ile evrelenmiştir. Alınan adeziv bantlar histopatolojik olarak inflamasyon, kollajen sentezi, neovaskülarizasyon ve fibrozis açılarından incelenmiştir. Biyokimyasal olarak doku hidroksi-prolin (OHP) düzeyleri ölçülmüştür. Bulgular: PPA makroskopik olarak adeziv bantların yaygınlığı, kuvveti ve damarlanması göz önüne alınarak evrelendiğinde (Nair); PPA Grup 2, 4 ve 6’da Grup 1, 3 ve 5’e göre istatistiksel olarak anlamlı derecede azalmıştır (p<0.05); Grup 2’de diğer gruplara göre belirgin azalmıştır (p<0.05). Histopatolojik incelemede Grup 2, 4 ve 6’da diğer gruplara göre; Grup 2’de diğer tüm gruplara göre fibrozis skoru belirgin derecede düşüktür (p<0.05). Doku OHP düzeyleri Grup 2, 3, 4, 5’de Grup 1 ve 6’ya göre belirgin derecede azalmıştır (p<0.05); Grup 6’da Grup 1’e göre azalmasına rağmen bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildir. Sonuç: Makroskopik ve histopatolojik olarak PPA oluşumu, serum fizyolojik, HS ve Contractubex® kullanıldığında azalmakta, EC ve AA kullanıldığında artmaktadır. Serum fizyolojiğin PPA azaltıcı etkisi diğer ajanlara göre daha belirgindir. *** Investigation of the Effects of extractum cepae, heparin sodium and allantoin in an experimental Model of Postoperative Peritoneal Adhesion İ Özmen*, Ö Boybeyi**, P Atasoy***, Ü Kısa****, S Yörübulut*****, Y Dere Günal*, MK Aslan* *Kırıkkale University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery ***Kirikkale University Faculty of Medicine Dept. of Pathology ****Kirikkale University Faculty of Medicine Dept. of Biochemistry *****Kırıkkale University, Science Faculty, Department fo Statistics Aim: Postoperative peritoneal adhesion (PPA) is one of the most common complications of abdomino-pelvic operations. Although there are lots of studies related to prevention of PPA, exact solution has not been found yet. Extractum cepae (EC) has anti-inflammatory, antiproliferative, collagen-organizing effects. Heparin sodium (HS) is used in thrombosis treatment and has anti-inflammatory property. Allantoin (AA) has effects in wound healing, necrotic tissue degradation, cell proliferation, keratolysis. We conducted an experimental study to investigate effects of EC, HS and AA on prevention of PPA. Methods: 54 rats were used and allocated into 6 groups (n=8). PPA was performed by Harris method in all rats. In Group 1, no additional procedure was done. Abdominal cavity was washed with physiologic serum in Group 2, 1 ml EC (50 mg/kg) in Group 3, 200 IU/kg HS in Group 4, 1 ml AA in Group 5, EC-HS-AA mixture (Contractubex®) in Group 6. Abdominal cavities were explorated at postoperative 21st day. PPA was scored with Nair adhesion scoring system. Adhesive bands were examined for inflammation, fibrosis, neovascularization histopathologically. Biochemically, tissue hydroxy-proline levels (OHP) were measured. Results: Macroscopically, PPA was decreased in Groups 2, 4, 6 compared to Groups 1, 3, 5 (p<0.05); and decreased in Group 2 compared to other groups (p<0.05). Histopathologically, fibrosis score was decreased in Groups 2, 4, 6 compared to other groups and decreased in Group 2 compared to other groups (p<0.05). Tissue OHP level was decreased in Groups 2, 3, 4, 5 compared to Groups 1 and 6 (p<0.05). Tissue OHP level was decreased in Group 6 compared to Group 1, but difference was not statistically significant. Conclusion: Macroscopically and histopathologically, PPA decreases when serum physiologic, HS and Contractubex® was used and increases when EC and AA was used. The most decreasing effect was seen when serum physiologic compared to others. SS - 10 Poşsuz ileoanal anastomoz uygulanmış olgularının uzun dönem kontinans durumlarının değerlendirilmesi V Elekberova, Z Dökümcü, E Divarcı, O Ergün, G Özok, A Çelik Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Ülseratif kolit (ÜK), total kolonik Hirschsprung hastalığı, familyal adenomatöz polipozis (FAP) gibi hastalıkların tedavisinde total kolektomi gereklidir. Son yıllarda erişkinlerde uygulanan poşlu ya da poşsuz ileoanal anastomoz ile çocuklarda da kalıcı ileostomiye nazaran daha kabul edilen sonuçlar bildirilmektedir. Bu çalışmada poşsuz ileoanal anastomoz uygulanan olguların uzun dönem cerrahi sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Hastalar ve yöntem: Kliniğimizde 2004-2014 yılları arasında ileoanal anastomoz uygulanmış 14 hastanın hastane kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Olgular demografik özellikler, operasyon yaşı ve postoperatif izlem açısından değerlendirildi. Uzun dönem kontrolü olmayan 3 olgu çalışma dışı bırakılarak 11 olgunun uzun dönem kontinans durumları modifiye Holschneider skorlaması ile puanlandı. Bulgular: Yedi ülseratif kolit, 1 polipozis koli, 3 total kolonik Hirschsprung hastalığı tanılı toplam 11 olgunun (5 erkek, 6 kız) ortalama operasyon yaşı 117 ay (8-228 ay) idi. Olguların birine laparoskopik, 10’una açık total kolektomi ve poşsuz ileoanal anastomoz uygulandı. Tüm olgulara postoperatif belli bir beslenme rejimi ve loperamid tedavisi başlandı. Üç olguya postoperatif erken dönemde kısa süreli anal dilatasyon, brid ileus ve stoma kaçağı gelişen bir olguya ise laparoskopik bridektomi ve revizyon uygulandı. Ortalama ileostomi kapatılma süresi 4,5 (2-9) ay, ortalama izlem süresi 4,6 (1-8) yıl idi. Uzun dönem kontinans değerlendirmesinde olguların 3’ünde iyi, 6’sında orta, 2’sinde kötü derecede kontinans saptandı (Tablo 1). Defekasyon sıklığı Gayta kıvamı 1-2/gün: 0 Normal: 8 3-5/gün: 8 Cıvık: 1 >6/gün: 3 Sulu: 2 Gündüz kaçırma Gece kaçırma Sıkışma-kaçırma süresi İlaç kullanma Yok: 10 Yok: 4 Normal: 10 Sık: 1 Arada bir: 2 Kısa: 1 Sürekli: 0 Her gece: 5 Hemen: 0 Yok: 3 Arada bir: 0 Devamlı: 8 Tablo 1. Uzun dönem kontinans kriterlerine göre olguların dağılımı Sonuç: Poşsuz ileoanal anastomoz, ince kontinansın önemli olduğu uyku halinde kaçırmalar dışında sorunsuz bir yöntem olarak uygulanabilir, hasta ve hastalığa özelleştirilmiş konservatif yaklaşımlarla bu sorun zaman içerisinde kabul edilebilir sıklığa düşürülebilir. *** Evaluation of long term continence status of patients with straight ileoanal anastomosis V Elekberova, Z Dökümcü, E Divarcı, O Ergün, G Özok, A Çelik Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery Objective: Total colectomy is necessary for treatment of ulcerative colitis (UC), total colonic Hirschsprung's disease (TCHD) and familial adenomatous polyposis (FAP). In recent years, agreeable results are reported for ileoanal anastomosis with or without pouch in children compared to permanent ileostomy as in adults. In this study, we aimed to evaluate long term continence status of patients with straight ileoanal anastomosis. Patients and method: Hospital records of 14 patients that underwent ileoanal anastomosis in our clinic between 2004-2014 were reviewed. Demographic characteristics, operation age and postoperative follow-up were evaluated. Three patients who were lost to follow-up were excluded. Long term continence status of remaining 11 patients was assessed according to modified Holschneider scoring system. Findings: Patient group was consisted of 7 UC, 1 FAP and 3 TCHD patients. Mean operation age of 11 cases (5 boys,6 girls) was 117(8-228) months. All patients had undergone open total colectomy and straight ileoanal anastomosis except one with laparoscopic approach. Routine nutrition regime and loperamide treatment were commenced in all patients. Three patients required temporary anal dilatation in early postoperative period and laparoscopic bridectomy with stoma revision was necessary in a patient with brid ileus and stoma leak. Mean ileostomy closure time was 4.5 (2-9) months and mean follow-up period was 4.6(1-8) years. Long term continence evaluation revealed good continence in 3, fair continence in 6, and poor continence in 2 patients (Depicted in table below). Frequency of defecation Stool consistency Daytime soiling Nighttime soiling Urgency period Need of therapy for stool control 1-2/days:0 Normal:8 No:10 No:4 Normal:10 No:3 3-5/days:8 Loose:1 Stress:1 Often:2 Short:1 Occasionally:0 >6/days:3 Liquid:2 Permanent:0 Very often:5 Absent:0 Continuously:8 Conclusion: Straight ileoanal anastomosis offers fair results in anal continence except nighttime soiling problem which can be diminished to acceptable degree by time with conservative approaches specified for every patient and disease. SS - 11 Çocuk Cerrahisinde “3D Printing” Yönteminin Kullanımı: İlk İzlenimler E Mammadov*, E Aytaç**, K Süer*** *Yakın Doğu Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD **Yakın Doğu Üniversitesi, İnovasyon ve Bilişim Teknolojileri Merkezi ***Yakın Doğu Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji AD AMAÇ: Çalışmamızda ilk aşama olarak 3D Printing yöntemi ile üretilen cerrahi aletlerin kullanılabilir olduğunu göstermek amaçlanmıştır. MATERYAL VE YÖNTEM: Çalışmanın başında kullanımı planlanan ve nisbeten basit tasarımı olan cerrahi aletler seçilip (Roux ekartör, tendon ekartörü ve penset) ölçüleri alınmış ve 3D tasarım yazılımı kullanılarak (Solidworks, Dassault Systèmes Solidworks Corp. ) yeniden üç boyutlu olarak tasarlanmıştır. Tasarım evresi tamamlandıktan sonra aletlerin mekanik ve ısı dayanıklılığı aynı yazılımla simüle edilmiştir (Solidworks Simulation). Daha sonra tasarımlar 3D Printer’e özel yazılımı ile aktarılıp (MakerBot Replicator, MakerBot Industries, NY) basım aşamasına geçilmiştir. Baskıda termoplastik alifatik poliester olan polilaktik asit filamenteleri kullanılmıştır (NuNus Filaments, KeyCoon GmbH, Frankfurt). Baskıları tamamlanan aletler 0.5 McFarland'a göre hazırlanmış Pseudomonas Aeruginosa (ATCC 27853) ile kontamine edilmiş ve daha sonra %5 koyun kanlı agar ve EMB besiyerine yerleştirilmiştir. Bir gün 35 C derecede inkübe edildikten sonra materyalde Pseudomonas Aeruginosa bakterisi ile kontaminasyon olduğu gösterilmiştir. Sonrasında aletler soğuk sterilizasyon yöntemi ile sterilize edilmiştir. Steril edilmiş materyal tekrar besiyerlerine yerleştirilmiş ve inkubasyon süresi tamamlanmıştır. SONUÇLAR: Üretilen aletlerin mekanik ve ısı dayanıklılık test sonuçları Çocuk Cerrahisinde pratiğe uygulanabilir şeklinde yorumlanmıştır. Mikrobiyolojik testlerde Pseudomonas Aeruginosa ile tam kontamine edilen alet, hidrojen peroksit soğuk sterilizasyon sonrası tekrar besiyerinde inkübe edildikten sonra tamamen sterilize edilebildiği gösterilmiştir. Maliyet analizinde ise alet başı maliyet 3.4-5.95 TL olarak hesaplanmıştır. TARTIŞMA: Polilaktik asitten 3D Printing teknolojisi ile üretilen cerrahi aletler ucuz, sterilize edilebilir, mekanik olarak dayanıklı ve doğada tamamen çözünür özelliktedir. Bu sonuçlarla 3D Printing yönteminin ilk aşama testlerinden başarıyla geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. *** The Applications of “3D Printing” in Pediatric Surgery: First Impressions E Mammadov*, E Aytaç**, K Süer*** *Near East University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Near East University, Innovation and Information Technologies Center ***Near East University, Faculty of Medicine, Department of Infectious Diseases and Clinical Microbiology AIM: To present the first step of the study showing the usability of surgical instruments manifactured by the 3D printing technology MATERIAL AND METHOD: Three instruments with relatively simple design were selected and measured appropriately. The 3D design was performed via Solidworks software (Dassault Systèmes Solidworks Corp. ) and the mechanical and thermal durability was tested in Solidworks Simulation software. The designs were printed in MakerBot Replicator (MakerBot Industries, NY) using polylactic acid filaments (NuNus Filaments, KeyCoon GmbH, Frankfurt). Printed instruments were contaminated with Pseudomonas Aeruginosa (ATCC 27853) prepared according to 0.5 McFarland and immersed in %5 sheep blood agar and EMB medium. After one day incubation at 35 C degree the contamination with Pseudomonas Aeruginosa bacteria was proved. The instruments were the sterilized by cold sterilization method and placed in the according media for the post sterilization incubation. RESULTS: The mechanical and thermal durability test results were compatible with the Pediatric Surgery area of use. The microbiologic tests after sterilization showed the complete clearance of microorganism. The price range per instrument varied between 3.4-5.95 TL. DISCUSSION: Surgical instruments manufactured from polylactic acid by 3D printing technology proved to be cheap, sterilizable, mechanically stable and completely biodegradable. We can state that 3D printing technology has passed our first step of the study. SS - 12 Akut torsiyon nedeniyle detorsiyone edilmiş testislerin uzun dönem durumları: Erken postoperatif Doppler ultrason testisin akıbetini belirleyebilir mi? Z Dökümcü, E Divarcı, V Elekberova, O Ergün, G Özok, A Çelik Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: Testis torsiyonunda detorsiyon sonrası kan dolaşımı belirgin düzelmeyen olgularda yaklaşım tartışmalıdır. Orşiektomi kararı cerrahı çoğu zaman ikilemde bırakır. Bu çalışmada akut testis torsiyonu nedeniyle acil detorsiyon ve fiksasyon uygulanmış olguların uzun dönem sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Hastalar ve yöntem: Kliniğimizde 2004-2014 yılları arasında akut testis torsiyonu tanısıyla detorsiyon ve bilateral fiksasyon uygulanan olguların (n=33) kayıtları incelendi. Olgular; yaş, şikayet ve süresi, operasyon bulguları, ameliyat öncesi ve erken (<24 saat) postoperatif doppler ultrasonografi (DUS) bulguları, uzun dönem fizik muayene ve DUS bulguları açısından değerlendirildi. Olgular operasyon sonrası erken postoperatif DUS’da kanlanmaları izlenen (Grup 1), şüpheli olan (Grup 2), ve izlenmeyen (Grup 3) olmak üzere 3 gruba ayrıldı. Gruplar şikayet süresi, uzun dönem (>6ay) fizik muayene ve DUS bulguları açısından karşılaştırıldı. Bulgular: Ortanca yaşı 14 yıl (5 gün-17 yıl) olan olguların 28’inde skrotal ağrı, 15’inde şişlik, 7’sinde skrotal renk değişikliği mevcuttu. Olguların 21’inde (%63,6) sol, 12’sinde (%36,4) sağ testis etkilenmişti. Olguların biri hariç tümünde intravajinal torsiyon saptandı. Ortalama 39 (7-100) aylık izlem süresi sonunda olguların fizik muayene ve geç dönem DUS bulguları (15 hasta) Tablo 1’de özetlenmiştir. Ortalama şikayet süresi(Saat) Ortanca torsiyon derecesi Fizik muayenede atrofi Geç dönem DUS’da kanlanma(+) Grup1 (n=24) Grup2 (n=4) Grup3 (n=5) Toplam (n=33) 23(1-72) 33(12-48) 127(48-336) 38,8 360°(90-1080°) 540°(360-720°) 720°(180-720°) 450° 8/24 4/4 5/5 17/33 11/11 1/3 0/1 12/15 0/1 6/15 0/1 5/15 3/11 Geç dönem DUS’da ipsilateral patoloji Geç dönem DUS’da kontralateral patoloji (2 epididim kisti, 1 varikosel, 2 ekojenite değişikliği) 4/11 (4 epididim kisti, 1 varikosel) 3/3 (2 kalsifikasyon, 3 ekojenite değişikliği) 1/3 (1 epididim kisti) Sonuç: Testis detorsiyonu sonrası erken dönemde DUS’da kanlanma saptanması uzun dönemde atrofi olmayacağını garantilemez. Uzun dönemde testiküler atrofi gelişimi torsiyon süresi ve derecesine bağlı görünmektedir. Detorsiyon sonrası gerek ipsilateral gerekse kontralateral testiste kanlanmada sorun olmasa bile ek patolojilerin ortaya çıkabileceği akılda tutulmalıdır. *** Long-term status of detorsioned testis due to acute testicular torsion: Can early postoperatice Doppler ultrasound predict the fate of testis? Z Dökümcü, E Divarcı, V Elekberova, O Ergün, G Özok, A Çelik Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery Background: Approach for detorsioned testis with uncertain viability after testis torsion is controversial. Decision-making in orchiectomy is a dilemma for surgeon. In this study, evaluation of long-term results of detorsion and fixation of testicular torsion is aimed. Patients and method: Hospital records of patients with testicular torsion (n=33) who had undergone detorsion and bilateral fixation were reviewed. Age, symptoms and duration and operative findings as well as preoperative and early (<24 hours) postoperative Doppler ultrasound (DUS) and long-term examination and DUS findings are evaluated. Patients were grouped into 3 groups according to testicular flow detected on DUS in early postoperative period (Normal Group 1, uncertain Group 2, no testicular flow Group 3). Groups were then compared in terms of duration of symptoms, long-term (>6 months) scrotal examination and DUS findings. Results: Median age of patients was 14 (5 days-17) years. Majority of symptoms were scrotal pain in 28, swelling in 15 and scrotal hyperemia in 7 patients. Torsion was more common on left side (21/33, 63.6%). All but one (newborn) torsion was intravaginal. Findings of scrotal examination and long-term DUS in a mean period of 39 (7-100) months are depicted in table below. Mean duration of symptoms(Hours) Median degree of torsion Testicular atrophy on examination Testicular flow(+) on longterm DUS Group1 (n=24) Group2 (n=4) Group3 (n=5) Total (n=33) 23(1-72) 33(12-48) 127(48-336) 38.8 360°(90-1080°) 540°(360-720°) 720°(180-720°) 450° 8/24 4/4 5/5 17/33 11/11 1/3 0/1 12/15 0/1 6/15 0/1 5/15 3/11 Ipsilateral pathology on long-term DUS Contralateral pathology on long-term DUS 3/3 (2 epididymis cyst, 1 varicocele, 2 hypoechogenity) 4/11 (2 calcification, 3 hypo-echogenity) 1/3 (4 epididymis cyst, 1 varicocele) (1 epididymis cyst) Conclusion: Detection of testicular flow on early postoperative DUS can’t guarantee testicular well-being in long-term. Long-term testicular atrophy seems to correlate with duration of symptoms and degree of torsion. Long-term follow-up is necessary in these patients due to possibility of developing additional pathologies. SS - 13 Laparoskopide tecrübeli ve tecrübesiz cerrahların laparoskopik ve robotik cerrahi becerilerinin öğrenme eğrilerinin ve endişe düzeylerinin karşılaştırılması A Şencan*, A Şencan**, C Passerotti***, F Franco***, J Bissoli***, B Tiseo***, C Oliveira***, C Buchalla***, G Inoue***, R Pardo***, H Nguyen**** *Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği **Celal Bayar Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Manisa ***Sao Paulo Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Üroloji Anabilim Dalı, Brezilya ****Cardon Çocuk Hastanesi, Mesa, AZ, Amerika Amaç: Robotik yardımlı laparoskopik cerrahi(RYLC) nin, konvansiyonel laparoskopik cerrahi (KLC) ye kıyasla belirgin teknik avantajları vardır. Bu çalışmada; 1. laparoskopide tecribeli olan ve olmayan cerrahlar tarafınca, RYLC ve KLC ile yapılan temel laparoskopik becerilerin öğrenme eğrilerini karşılaştırmak ve 2. bu becerileri gerçekleştirirken cerrahların yaşadığı endişe düzeylerini değerlendirmek amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: Laparoskopide tecrübesi olan 12 ve olmayan 31 cerrah tarafınca, 3 standardize edilmiş laparoskopik beceri, her hafta bir kez olmak üzere, ardışık 5 hafta boyunca gerçekleştirildi. Öğrenme eğrileri, performansın artış hızı ve süresi açısından analiz edildi. Her bölüm sonunda cerrahların endişe düzeyleri de değerlendirildi. Bulgular: Tecrübesiz cerrahlar RALS ile becerileri daha hızlı ve daha doğru bir şekilde gerçekleştirdi. KLC ile de her bölümde performanslarında belirgin ve hızlı artış görüldü. Tecrübeli cerrahlar için ise, RYLS ile yapılan bölümlerdeki performans artışı çok azdı. Her iki grupta hissedilen endişe düzeyi, endişe hissedilen bölüm sayısı, RYLC’de daha düşük saptandı. Sonuç: RYLS, laparoskopi tecrübesi olmayan cerrahlar için ve daha komplike becerileri gerçekleştirmede daha fazla avantaj sağlamaktadır. RYLS, KLC yerini almaktan ziyade, daha avantajlı olabilecek özel durumlar için kullanılmalıdır. *** Comparison of the learning curves and frustration level in performing laparoscopic and robotic training skills by experts and novices A Şencan*, A Şencan**, C Passerotti***, F Franco***, J Bissoli***, B Tiseo***, C Oliveira***, C Buchalla***, G Inoue***, R Pardo***, H Nguyen**** *Dr. Behçet Uz Children's Hospital, Department of Pediatric Surgery **Celal Bayar University, Medical Faculty, Dept. of Pediatric Surgery, Manisa ***University of Sao Paulo, College of Medicine, Department of Urology, Brazil ****Cardon Children's Medical Center, Mesa, AZ, USA Introduction: Robotic assisted laparoscopic surgery (RALS) may provide technical advantages over conventional laparoscopic surgery (CLS). The goals ofthis study were 1. to evaluate the differences in the learning curves by novice and expert surgeons in performing fundamental laparoscopic skills using CLS and RALS and 2. to evaluate the surgeons’ frustration level in performing these tasks. Methods: 12 experienced and 31 novices in laparoscopy were prospectively evaluated in performing three standardized laparoscopic tasks in five consecutive, weekly training sessions. The participants’ frustration were also evaluated during and after every session. Results. For the novice participants, RALS allowed for shorter time to task completion and greater accuracy. Significant and rapid improvement in performance at each session was also seen with CLS. For the experienced surgeons, RALS only provided a slight improvement in performance. For all participants, the use of RALS was associated with less number of sessions in which they felt frustrated and lower frustration score during and after the session. Conclusion: The advantages of RALS may be of most benefit when doing more complex tasks and by less experienced surgeons. RALS should not be used as a replacement for CLS but rather in specific situations in which it has the greatest advantages. SS - 14 Supreme laringeal maske anestezisi; laparaskopik perkütan internal ring sütürasyon tekniği ile kasık fıtığı onarımında endotrakeal entübasyona alternatif ve güvenli bir yöntemdir. A Ahıskalıoğlu*, İ İnce*, E Oral Ahiskalioglu**, A Oral***, M Aksoy*, M Yiğiter***, ME Çelikkaya***, AB Salman*** *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anestezioloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Erzurum **Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Anestezioloji ve Reanimasyon kliniği,Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum Giriş: İnguinal herni onarımında laparoskopik olarak perkütan internal ringin sütürasyonu tekniği klasik açık cerrahi yönteme meydan okuyan sadece bir kamera portu ve 22G iğne ile onarımın yapılabildiği minimal invaziv yöntemdir. Laparaskopik cerrahi işlemlerde endotrakeal entübasyon havayolu güvenliğini sağlanması açısından gold standart bir teknik olarak bilinmektedir. Endotrakeal tüp (ETT) yerleştirilmesinin aksine, laparoskopi için Supreme laryngeal mask airway (sLMA) kullanımında kas gevşetici kullanımına gerek yoktur. Literatürde kas gevşetici kullanılmadan laparoskopik cerrahi için LMA’nın kullanıldığı yayınlar bulunurken, pediatrik cerrahide henüz böyle bir çalışma yapılmamıştır. Bu çalışmada PIRS ile laparoskopik inguinal herni tamirinde sLMA ile ETT’nin etkinliğini karşılaştırmayı amaçladık. Materyal Metod:40 hasta ASA I-II 1-12 yaş arası randomize olarak iki guruba ayrıldı. GurupI: (n:20) kas gevşetici ile beraber ETT, GurupII:(n:20) kas gevşeticisiz LMA. ETT gurubunda sevofloran, oksijen(FiO2 0.3-0.5), fentanil ve roküronyum kullanılırken LMA gurubunda roküronyum dışında aynı protokol uygulanıldı. Kalp hızı, kan basıncı, pik hava yolu basıncı, EtCO2 ve SpO2 pnömoperitonyum öncesi ve süresince 8-10 mmHg basınç altında kayıt edildi. Cerrahi işlem süresi, cerrahi görüş kalitesi, anestezi zamanı, derlenme zamanı ve hava yolu problemleri kayıt edildi. Sonuçlar: GurupI ve gurupII arasında derlenme zamanı bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu(sırasıyla 11,6 ± 4.08 dk., 17.15 ± 5.32 dk. P < 0.01). Cerrahi görüş kalitesi bakımından iki gurup arasında fark yoktu(p>0,05). İnsiflasyon öncesi ve sırasında kalp hızı, kan basıncı, pik hava yolu basıncı, EtCO2 ve SpO2 açısından anlamlı fark bulunmadı(p>0,05). Yetersiz ventilasyon, regürjitasyon ve aspirasyon iki gurupta da hiçbir olguda ortaya çıkmadı. Tartışma: PIRS tekniği ile laparoskopik kasık fıtığı onarımında supreme LMA anestezi uygulaması hiç kas gevşetici gerektirmemesi ve cerrahi görüşü etkilememesi nedeni ile ETT’ye alternatif, uygun ve güvenli bir anestezi yöntemdir. *** Supreme laryngeal mask anesthesia is a safe alternative to tracheal intubation for pediatric laparoscopic percutaneous internal ring suturing in patients undergoing inguinal hernia repair A Ahıskalıoğlu*, İ İnce*, E Oral Ahiskalioglu**, A Oral***, M Aksoy*, M Yiğiter***, ME Çelikkaya***, AB Salman*** *Ataturk University Faculty of Medicine, Department of Anesthesiology and Reanimation Anesthesia,Erzurum, Turkey **Erzurum Area Training and Research Hospital, Department of Anaesthesiology and Reanimation,Erzurum, Turkey ***Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum ABSTRACT:The laparoscopic percutaneous internal ring suturing method is a minimally invasive procedure that challenges traditional open surgery method ,requires only one camera port and 22-gauge needle. Endotracheal intubation in laparoscopic surgical procedures is known as a gold standart technique in terms of providing airway security.There is no need for the use of muscle relaxant in Supreme laryngeal mask airway (sLMA) unlike the placement of endotracheal tube (ETT). Although there are publications in the literature about the LMA using for laparoscopic surgery without muscle relaxant,it has not yet published such a study in pediatric surgery.We aimed to compare the effectiveness of sLMA and ETT in laparoscopic inguinal hernia repair with PIRS in this study. MATERIAL METHODS: 40 patients, ASA I-II, between the ages of 2 and 12, were randomly assigned to two groups to receive muscle relaxant with ETT (Group ETT) or without muscle relaxant with sLMA (Group LMA). Anesthesia was maintained with sevoflurane in oxygen (FiO2 0.3-0.5), fentanyl and rocuronium in ETT group. In LMA group same protocol was used without rocuronium. Heart rate, blood pressure, peak airway pressure, end-tidal carbon dioxide (EtCO2), SpO2 were recorded before and during pneumoperitoneum maintained at a pressure of 10 mmHg. Duration of surgery, recovery time, anesthetic time and grade of quality view were also recorded. Airway problems (sore throat, cough, hoarseness, laringospasm, aspiration) were recorded. RESULTS:In Group LMA, there was a statistically significant reduction in recovery time versus Group ETT (11,6 ± 4.08 min vs 17.15 ± 5.32 min; P < 0.01). There were no statistically significant differences grade of quality view between the two groups (p>0,05). There were no statistically significant differences in oxygen saturation (SpO2), peak airway pressure and end-tidal carbon dioxide (EtCO2) between the two groups before or during insufflation (p>0,05). There was no case of inadequate ventilation, regurgitation, or aspiration recorded. Conclusion: sLMA is safe and suitable alternative to ETT and muscle relaxant is not necessary in general anesthesia with sLMA, pediatric patients undergoing surgery with PIRS. SS - 15 Akut apandisit tanısında yeni bir biyoişaret olan IL-6 ve IL-6 R genlerindeki polimorfizmler: Akut apandisitli Pediatrik Hastalarda İki aday gen çalışması S Büyükbeşe Sarsu*, S Görücü**, A Bayram***, A Denk****, K Kargün***** *Gaziantep Çocuk Hastanesi **Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi ***Fırat Sağlık Yüksek Okulu ****Fırat Üniversitesi Çocuk Cerrahisi AD *****Elazığ Sağlık Yüksek Okulu Akut apandisit (AA), apendiks vermiformisin inflamatuvar bir sürecidir. Pediatrik yaş grubunda en yaygın yapılan acil abdominal ameliyatların sebeplerinden birisidir. Etiyolojisi halen kesin değildir. Pozitif aile hikâyesi, genetik ve çevre gibi etkenler ya birlikte ya da ayrı ayrı hastalığın görülme olasılığını artırmaktadır. Interleukin 6 (IL-6) pro-inflamatuvar bir sitokindir, reseptörü aracılığıyla işlev kazanır (IL-6R) ve sistemik inflamatuvar cevabın yanında doku hasarında da erken bir belirteçtir. Aynı zamanda akut apandisitte, nötrofil gibi akut faz cevabının indüklenmesinde veya akut faz proteinlerinin üretiminde önemli rol oynar. Genin düzenleyici bölgelerindeki sitokin polimorfizmleri, sitokin fonksiyonu veya üretim miktarı ile ilişkili olabilir. IL-6 rs1800795 ve IL-6R rs7529229 polimorfizmleri IL-6 üretimi ve iletimi ile ilişkilidir. IL-6 polimorfizmlerinin akut faz cevabı ve doku hasarında etkisi bilinmektedir. Çalışmamızda; apandisit oluşumunda veya ciddiyetinde bir belirteç olabileceği düşünülen bu iki polimorfizmin çocuk hastalarda apandisit oluşumu ile ilişkisi araştırıldı. Hasta ve sağlıklı bireylere ait kan örneklerinden elde edilen DNA’lar ile Real-Time PCR’da SYBR Green prob teknolojisi uygulanarak genotipleme yapıldı. Hasta ve kontrol bireyleri arasında yaş, cinsiyet, diğer laboratuvar faktörleri, allel ve genotip frekansları bakımından farklılık gözlenmedi (p>0.05). Sonuç olarak; bu polimorfizmler apandisit gelişimini veya ciddiyetini etkilememektedir. Fakat sonraki çalışmalar için AA gelişiminde IL-6 ve IL-6R’nin rolünü araştırmada yol gösterici olabileceği ve gendeki diğer polimorfizmler ile inflamasyondan sorumlu genlerin polimorfizmlerinin araştırılması gerektiği düşünülmektedir. *** Polymorphisms on IL-6 and IL-6R genes as a new biomarker for Acute Appendicitis Diagnostics: A Study of Two candidate Genes in Pediatric Patients with Acute Appendicitis S Büyükbeşe Sarsu*, S Görücü**, A Bayram***, A Denk****, K Kargün***** *Gaziantep Children's Hospital **Faculty of Medicine, University of Gaziantep ***Elazığ Health High School ****University of Firat Department of Paediatric Surgery *****Elazığ Health High School Acute appendicitis (AA) is an inflammatory process of the appendix vermiformis. It is the most prevalently found indication of emergency abdominal operations in the pediatric age group. Currently, its etiology is not definitively known. Factors such as positive family history, genetic, and environmental factors either individually or in combination increase its incidence. Interleukin 6 (IL-6) is a proinflammatory cytokine which gains functionality by means of its receptor (IL-6R). It is also an early marker of tissue damage in addition to systemic inflammatory response. It also plays important roles in AA, induction of acute phase responses as release of neutrophils or production of acute phase proteins . Cytokine polymorphisms in regulating regions of the gene might be associated with functions or amount of the cytokines produced. IL-6 rs1800795 , and IL-6R rs7529229 polymorphisms are related to production, and transmission of IL-6 . The effects of IL-6 polymorphisms on acute phase response, and tissue damage have not been elucidated yet.In our study, the association between these two polymorphisms -which are thought to be a potential marker in the pathogenesis, and severity of appendicitis- and development of appendicitis in pediatric patients were investigated. Genotyping of DNAs retrieved from patients, and healthy individuals was performed using SYBR Green probe technology in Real-Time PCR. Any difference was not observed between the patients, and control subjects as for age, and gender of the patients, measured laboratory parametres, frequencies of alleles, and genotypes (p>0.05). In conclusion, these polymorphisms do not effect development, and severity of appendicitis. However, it has been thought that these findings will be a guiding tool for further studies which will investigate the role of IL-6, and IL-6R in the development of AA. Besides, we also conceive that other polymorphisms in this gene, and in genes responsible for inflammatory processes should be also investigated. SS - 16 PIRS(perkutan internal ring sütür) tekniği ile laparoskopik herni onarımının testiküler arter kanlanması üzerine etkisi ve kozmetik sonuçları A Oral*, L Karaca**, A Ahıskalıoğlu***, A Yıldız****, M Yiğiter*, ME Çelikkaya*, T Chyndolotov*, AB Salman* *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Ana Bilim Dalı, Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anestezioloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Erzurum ****Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği,İstanbul Giriş: İnguinal herni onarımı çocuk cerrahisinde en sıklıkla uygulanılan cerrahi operasyondur. Laparoskopik herni onarımı için tanımlanmış çok sayıda teknik mevcuttur. Ancak hiçbir teknik klasik açık tekniğin yerini alamamıştır. PIRS(perkutan internal ring sütür tekniği) laparoskopik diğer tekniklerden farklı olarak sadece 22G iğne ve tek port kullanılarak gerçekleştirilen, kolay öğrenilebilir ve uygulanılabilir bir yöntemdir. Herni operasyonlarında cerrahın aklında her zaman testiküler arter kanlanmasının operasyona bağlı olarak etkilenip etkilenmediği sorusu mevcuttur. Çalışmamızda bu soruya cevap aramak için, testiküler arter kanlanmasının PIRS tekniği ile etkilenip etkilenmediğini ve ameliyat sonrası hastlarınmevcut kozmetik sonuçtan memnuniyet derecesini araştırdık. Materyal ve Metod: 1-16 yaş aralığında 40 erkek hasta prospektif olarak çalışmaya dahil edildi. İki gurup oluşturuldu. GurupI: Klasik açık cerrahi, GurupII: PIRS tekniği. Tüm hastalara operasyondan önceki gün, postoperatif 1. ayda testis kanlanmasına aynı radyolog tarafından doppler ultrasongrafisi ile testiküler resistif indeks ve super microvascular imaging software’i ile değerlendirildi. Ameliyat sonrası 1.ay hastaların kozmetik sonuçtan memnuniyetlerinin değerlendirmesi için skala oluşturuldu. Sonuç: Resistif indeks preoperatif 0.66, postoperatif 1.ay GrupI:0.58,GrupII:0.60 olarak ölçüldü. Aralarında istatistiksel anlamlı fark bulunamadı(p>0,05). Ameliyat sonrası 1.ay kozmetik olarak GrupI’de %60 memnuniyet mevcutken, GurupII’de%95 memnuniyet mevcuttu. Tartışma: PIRS tekniği laparoskopik diğer tekniklerin tüm avantajlarını içermekte, ilave olarak kolay uygulanabilir olması, çalışmamızda gösterildiği gibi kozmetik olarak üstünlüğü ve testis kan dolaşımını etkilememesi nedeni ile de klasik açık yöntemin yerini almaya aday bir yöntemdir. *** Effects of laparoscopic herni repair by PIRS(percutan internal ring suturing) technique on testicular artery blood supply and cosmetic results A Oral*, L Karaca**, A Ahıskalıoğlu***, A Yıldız****, M Yiğiter*, ME Çelikkaya*, T Chyndolotov*, AB Salman* *Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum **Ataturk University Medical Faculty Department of Radiology, Erzurum ***Ataturk University Faculty of Medicine, Department of Anesthesiology and Reanimation Anesthesia,Erzurum, Turkey ****Department of Pediatric Surgery, Sisli Etfal Training and Research Hospital, Istanbul, Turkey Introduction: İnguinal herni repair is applied very the most often applied surgical operation. There are a lot of techniques defined for Laparoscopic herni repair. However, no technique could ever replace the classical one. PIRS , applied by using only 22G needle and single port unlike other techniques, is easy to learn and apply. In herni operations, the following question always exists in surgeon’s mind; is the blood supply of testicular artery affected due to the operation? In order to find an answer to this question, in our study, we investigated if the blood supply of artery is affected due to PIRS technique and the post-operation cosmetic satisfaction levels of patients. Material and Method: 40 male patients, 1-16 old years old range, were included in this study prospectively. Two groups were constructed. Group I:Classical open surgery, Group II: PIRS technique. All patients were investigated for testicular blood supply one day prior to the operation, andin the first month following the operation using doppler ultrasonography, testicular resistive index and super microvascular imaging software by the same radiologist. A scale was constructed for cosmetic satisfaction evaluation in the first month following the operation. Result: Resistive index were measured as; preoperative 0.66, postoperative first month Group I:0.58, Group II: 0.60. No statistically significant difference among them were determined (p>0.05). Cosmetic satisfaction rate in the first month following the operation was 60% for Group I whereas it was 95% for Group II. Discussion: PIRS technique includes all the advantages of the other techniques. It is a candidate for replacing the classical open technique due to the fact that it is easy to apply, cosmetically superior as we have shown in our study and does not affect testicular blood supply. SS - 17 Trakeabronşiyal yabancı cisim aspirasyonları; klinik deneyim S Fettahoğlu, HM Mutuş, N Gülçin, Aİ Anadolulu, M Çağlar Oskaylı, B Aksu, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Yabancı cisim aspirasyonu (YCA) özellikle süt çocukluğu ve erken çocukluk döneminde sık görülen, acil girişim gerektiren ve hayatı tehdit edebilen bir durumdur. Bu çalışmada YCA şüphesi nedeniyle bronkoskopi yapılan çocukların değerlendirilmesi amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: 2007-2015 yılları arasında YCA şüphesi ile rijid bronkoskopi yapılan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Ortanca yaşı 1 yıl (4ay-15 yıl) olan 160 hastaya YCA şüphesiyle bronkoskopi yapıldı. Hastaların 96’sı (%60) erkek, 64’ü (%40) kızdı. Başvuru yakınmaları ani öksürük ve morarma, ağza herhangi bir cismin alınmasının ardından morarma veya belirgin aspirasyon öyküsü olmaksızın geçmeyen öksürük ve hırıltılı solunumdu. YCA şüphesiyle bronkoskopi yapılan hastaların 114’ünde (% 71) YC saptandı. YC’ler hastaların 53’ünde sağ, 49’unda sol, 4’ünde her iki bronşiyal sistemde, 4’ünde trakeada ve 1'inde vokal kordda idi. 3'ünün bilgisine ulaşılamadı. Çıkartılan YC’lerin 84’ü kuruyemiş, 10’u gıda artığı, 8’i iğne ve diğerleri değişik maddeler olarak tespit edildi. YCA şüphesi ile bronkoskopi yapılan diğer 38 (%24) hastada YC'ye rastlanmazken, 7'sinde (%4) mukus ve/veya sekresyon, birinde ise kitle/granülom benzeri yapı saptandı. Akciğer grafisinin (ACG) 67'sinde (% 42) tek taraflı, 2’sinde (% 1) bilateral havalanma artışı mevcuttu. 58'i (% 36) ise normal saptandı. 33 (%21) hastanın ACG'sine ulaşılamadı. ACG’de havalanma artışı olan hastaların 61’inde YC saptanırken, ACG'si normal olan hastaların 31'inde (%54) YC saptandı. Üç hastada YC (2 iğne; 1 pim) görüldüğü halde ulaşılamadığı için çıkartılamadı; birine açık cerrahi girişim yapıldı. Bir hastada bronkoskopi sırasında bronş ruptürü geliştiği için, torakotomi ile onarım yapıldı. Bu seride erken/geç komplikasyon ve mortalite görülmedi. Sonuç: Beslenmeyle ilgili veya akut öksürük, morarma ve solunum sıkıntısı gibi öyküsü olan çocuklarda, ACG'si normal dahi olsa, bronkoskopik değerlendirme yapılmalıdır. Nitekim, seride ACG'si normal olan hastaların çoğunluğunda (%54) YC saptandı. Öykü ve fizik muayene bulguları YCA'yı destekleyen hastalarda bronkoskopi yapılmalıdır. *** Tracheobronchial foreign body aspirations; clinical experience S Fettahoğlu, HM Mutuş, N Gülçin, Aİ Anadolulu, M Çağlar Oskaylı, B Aksu, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery Introduction and Aim: Foreign body aspiration (FBA) is especially common during infancy and early childhood, is a condition that requires urgent intervention and life-threatening. In this study aims to assess the children who were performed bronchoscopy becouse of suspected FBA. Patients and Methods: Between 2007-2015 years the files of patients who underwent rigid bronchoscopy becouse of suspected FBA were retrospectively evaluated. Results: There were 160 children with a median age of 1 year (4 months-14 years) who underwent bronchoscopy for suspected FBA. There were 96 males (60%) and 64 (40%) females. The presenting complaints were sudden onset of cough and choking, choking right after any FB is put into the mouth or persistent cough and wheezing without evident FBA history. FB was detected in 41 (80%) of children who underwent bronchoscopy for suspected FBA. The FB's were located in right bronchial tree in 53, left bronchial tree in 49, both bronchial trees in 4, trachea in 4 and vocal cord in 1. Knowledge of three could not be reached. The extracted FB were dried seeds/fruit in 84, food in 10, needle in 8 and others were identified as different substances. Other 38 (24%) patients who were performed bronchoscopy for suspected FBA did not show any FB. Other 7 (4%) patients were detected mucus/secretion and in one was detected mass or granuloma-like structure. There were present hyperaeration bilateral in 2 (1%) and unilateral in 67 (42%) of chest radiography (CR). In 58 (62%) of CR was normally detected. CR of 33 (21%) patients could not be reached. FB was found in 61 of patients with hyperaeration on CR. FB was found in 31 of patients with normal on CR. The FB could not be extracted in 3 although it was visualized; in one was made open surgery. Bronchial rupture developed in one patient during bronchoscopy and primary repair was done by thoracotomy. Early or late complication and mortality were not seen in this series. Conclusion: Bronchoscopic evaluation should be done in all children having nutritional or acute cough, choking and history of respiratory distress even if the CR is normal. Thus, FB's were detected in the majority of patients (54%) who was normal CR in this series. Bronchoscopy should be done in all children supporting foreign body aspiration in history and physical examination findings. SS - 18 Balkanlarda Çocuk Cerrahisinin durumu M İnan*, C Uzun** *Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Baş ve Boyun Cerraihisi Anabilim Dalı Amaç: Balkan ülkelerinde çocuk cerrahlarının sayısının nufusa göre oranını ortaya koymak, ülkemiz çocuk cerrahlarıyla olan ilişkilerini irdelemek, başka disiplinlerdeki iletişim olanaklarıyla kıyaslamak ve işbirliği fırsatlarını değerlendirmek. Yöntem: Balkan Ülkelerinde çalışan çocuk cerrahlarına Google, Pubmed taramaları ve Balkan KBB Derneği kayıtlarında yer alan meslektaşların desteği ile ulaşıldı. Ülke nüfusları ve çocuk cerrahisi uzman ve eğitmenlerin sayıları e-mail yazışmalarıyla elde edildi Sonuçlar: Toplam 130 milyon kişinin yaşadığı Balkan ülkelerinde kişi başına düşen çocuk cerrahisi uzmanı ve eğitmeni açısında en iyi durumda olan ülkelerin Türkiye ve Yunanistan olduğu görüldü. En çok desteğe ihtiyaç duyan ülkelerin de Arnavutluk Kosova ve Makedonya olduğu gözlendi. Tartışma: Balkan ülkelerinde çalışan ve yaşayan çocuk cerrahların nüfusa oranı göz önünde bulundurulduğunda en iyi durumda olan ülke Türkiye gibi görünmektedir. Ancak tarihi ve kültürel açıdan son derece yakın olan Balkan ülkeleri ve Türkiye arasındaki ilişkiler özellikle KBB, Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Onkoloji, Endokrinoloji gibi disiplinlerle kıyaslandığında oldukça düşük düzeyde kabul edilebilir. Bu ülkelerle işbirliği yapabilmek için Erasmus (+), Mevlana, TÜBİTAK, Horizon 2020 ve kurumsal ikili anlaşmalarla ortaya çıkan fırsatları etkin bir şekilde değerlendirmek, ortak projeler üretebilmektir. Ayrıca Balkan Çocuk Cerrahisi kongreleri ve mesleki örgütlenmesinin de yapılması faydalı olabilir. *** Condition of Pediatric Surgery in the Balkans M İnan*, C Uzun** *Trakya University, Faculty of Medicine, Depertment of Pediatric Surgery **Trakya University Faculty of Medicine Department of ENT and Head and Neck Surgery Purpose: To demonstrate the ratio of pediatric surgeons in the population in Balkan, to address its relation to pediatric surgery in Turkey, to compare with the means of communication in other disciplines and to assess opportunities of cooperation. Method: Pediatric surgeons working in Balkan Countries were contacted using Google, Pubmed searches and the support of our colleagues in Balkan ENT Foundation. Country populations and the number of pediatric surgery experts and trainers have been attained via email correspondence. Results: In the Balkan countries, where 130 million people live, it has been observed that Turkey and Greece present the best conditions in terms of the number of pediatric surgery spec,alists and trainers per person. The countries in need of most support were observed to be Albania (20 pediatric surgeon), Kosovo (10) and Macedonia (12). Discussion: In view of the ratio of pediatric surgeons living and working in the Balkan countries to the population, Turkey appears as the country in the best condition. However, the relations between Turkey and the Balkan countries, being close neighbors in terms of history and culture, can be considered very weak, particularly in comparison to Otorhinolaryngology, Plastic and Reconstructive Surgery, Pediatrics, Endocrinology, Oncology and similar disciplines. It is necessary to effectively utilize Erasmus (+), Mevlana, TÜBİTAK, Horizon 2020 and other opportunities arising from bilateral corporate agreements and to produce common projects in order to cooperate with these countries. Furthermore, it may be beneficial to facilitate an organization of Balkan Pediatric Surgery. SS - 19 ÇOCUKLARDA İNTRAVENÖZ PORT KATETERİZASYONU VE KOMPLİKASYONLARINA YAKLAŞIM E Divarcı*, Z Dökümcü*, Ö Kılıç*, B Erözkan**, C Bor**, T Balcıoğlu**, O Ergün*, A Çelik* *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon AD Amaç: İntravenöz port kateter kateterizasyonu, kalıcı ve uzun süreli damar yolu ihtiyacı olan hastalıklarda sıklıkla tercih edilmektedir. Bu çalışmada kliniğimizde uygulanan intravenöz port kateterizasyonu işlemi ve komplikasyonlarına yaklaşımın sunulması amaçlandı. Yöntem: Kliniğimizde 2009- 2015 tarihleri arasında intravenöz port kateterizasyonu uygulanan hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Toplam 308 hastaya (180 E, 128 K) port yerleştirildi. Hastaların yaş ortalaması 6,6± 5,3 yaştı (2 ay- 18 yaş). Tanılar onkolojik hastalıklar (274 hasta), kronik hastalıklar (28 hasta) ve hematolojik hastalıklar (6 hasta) olacak şekilde üç ana grupta toplanmaktaydı. İntravenöz kateterizasyon için subklavien vene perkütan ponksiyon tercih edildi. Ponksiyon ile yerleştirilen kateter cilt altı hazırlanan tünel yardımı ile ilerletildi. Pektoral kas üzerinde meme başı ve aksillaya uzak olacak şekilde hazırlanan cilt altı poşa port haznesi yerleştirildi. Toplam 5 hastada cerrahi işlem ile ilgili komplikasyon gözlendi (%1,6). İki hastada ponksiyon sırasında pnömotoraks gelişti ve toraks tüpü yerleştirildi (%0,6). İki hastada işlem sonrası kullanımda kateter port haznesinden ayrıldı. Bir hastada ise işlem sonrası ciltte yara yerinde açılma gelişti. 17 hastada port kateterin revize edilerek yenilenmesi gerekti (%5). En sık revizyon nedenleri işlem sonrası bakım sorunlarına bağlı gelişen kateter tıkanıklığı (8 hasta) ve enfeksiyondu (4 hasta). Tedavisi sonlanan hastaların port kateterleri çıkartıldı. Sonuç: Özellikle malign hastalıklar, kronik hastalıklar ve hematolojik hastalıkların tedavisi sırasında uzun süreli, kalıcı damar yolu ihtiyacı gerekmektedir. Perkütan yapılan subklavien ven ponksiyonu ile port kateter güvenle damar içine yerleştirilebilmektedir. Çocuklarda kalıcı, uzun süreli damar yolu ihtiyacı olan hastalıkların tedavisi sırasında intravenöz port kateterizasyonu güvenle uygulanabilecek etkin bir tedavi seçeneğidir. *** INTRAVENOUS PORT CATHETERIZATION AND MANAGEMENT OF COMPLICATIONS IN CHILDREN E Divarcı*, Z Dökümcü*, Ö Kılıç*, B Erözkan**, C Bor**, T Balcıoğlu**, O Ergün*, A Çelik* *Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Ege University Faculty of Medicine, Department Of Anesthesiology Aim of the study: Intravenous port catheterization is usually preferred in the treatment of malignancies or hematological diseases as a long time vascular access requirement for medical treatment. In this study, we aimed to report our intravenous port catheterization technique, results and complications. Methods: We retrospectively analysed the medical records of children who underwent intravenous port catheterization in our clinic between 2009 and 2015. Results: 308 patients (180 M, 128 F) underwent port catheterization with a mean age of 6.6± 5.3 years (2 months- 18 years). The diagnosis were listed as malignancies (274 patients), chronic diseases (28 patients) and hematological diseases (6 patients). Percutaneous subclavian vein ponction was preferred for intravenous cannulation. The catheter was carried to the above part of the pectoral muscle by a subcutaneous tunnel. The port reservoir was placed to the midpoint between areola and axilla. 5 patients had complications associated with surgical intervention (1. 6%). Pneumothorax was seen in two patients after the ponction and required tube thoracostomy (0. 6%). Two patients’ catheters were disconnected from the port reservoir and required revision. Wound dehiscence was seen in one patient after port placement. 17 patients were necessiated port catheter revision after intervention (5%). Major causes for revision were catheter obstruction (8 patients) and infection (4 patients). Port catheters were removed after the end of the medical treatment. Discussion: Permanent vascular access is mandatory in the treatment of patients with oncological or hematological diseases especially. Percutaneous subclavian vein ponction can be preferred in central vein catheterization. Intravenous port catheterization should be used as a safe and efficient treatment option in children who required permanent vascular access. SS - 20 Pilonidal sinüs tedavisi: Açık eksizyon mu? Primer onarım mı? R Özcan*, M Hüseyinov*, AC Bakır*, Ş Emre*, Ç Tütüncü**, S Celayir*, GT Tekant* *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD **İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Anesteziyoloji AD Amaç: Pilonidal sinüs nedeniyle cerrahi tedavi yapılan olguların değerlendirilmesidir. Olgular ve Yöntem: 2009-2015 yılları arasında pilonidal sinüs nedeni ile opere edilen olguların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, vücut kitle indeksi(BMI), cerrahi teknik, hastanede kalış ve iyileşme süresi, nüks açısından değerlendirildi. Olgulara açık eksizyon ve primer onarım olmak üzere 2 tip cerrahi teknik uygulandı. Her iki teknikte de tutulan bölgede cilt-ciltaltı dokular presakral fasyaya dek eksize edildi. Bulgular: Toplam olgu sayısı 47(kız:25, erkek:22) idi. Yaş ortalaması 15.6(±1.2) yaş olarak bulundu. BMI ortalama 25.6(±4.6) idi ve 26’sının(%55,3) BMI’i 25 ve üzerindeydi. Olguların 36’sına(%76) eksizyon+primer onarım yapıldı. Onbirine(%24) eksizyon yapılarak yara sekonder iyileşmeye bırakıldı. Primer onarım grubundaki iki olguya daha önce dış merkezde Limberg flebi uygulanmıştı. Hastanede kalış süresi primer onarım yapılanlarda 2.3 gün(±1.2) , açık eksizyon yapılanlarda 2.2 gün(±0.4) idi. Postoperatif dönemde ağrı süresi primer onarım yapılanlarda ortalama 7.3 gün((±5.0), açık eksizyon yapılanlarda ortalama 8.5 gün(±12.3) idi. Hastanede kalış süresi ve postoperatif ağrı açısından iki grup arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı(p>0.05). İyileşme süresi primer onarım yapılanlarda ortalama 26.8 gün(±12.5) , açık eksizyon yapılanlarda ortalama 71.8(±42.1) gün idi. Bu fark istatistiksel olarak anlamlı idi(p>0.05). Nüks toplam 11(%23.4) olguda görüldü. Primer onarım yapılan olguların 7’sinde(%19.4), açık eksizyon yapılanların ise 4’ünde(%36.4) nüks görüldü. Nüks olan ve olmayan olguların yaş,BMI, uygulanan cerrahi teknik,hastanede yatış süresi, ağrı ve iyileşme süreleri arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı(p>0.05). Sonuç: Pilonidal sinüs tedavisinde seçilecek yöntem kolay uygulanabilir olmalı, hasta açısından iyileşme süresi kısa ve nüks oranı düşük olmalıdır. Serimizde 2 cerrahi teknik arasında hastanede yatış süresi, ağrı ve nüks açısından anlamlı fark saptanmamıştır. Ancak iyileşme süresi primer tamir uygulanan olgularda belirgin kısa bulunmuştur. *** Treatment modalities of pilonidal sinus : Open excision or primary repair ? R Özcan*, M Hüseyinov*, AC Bakır*, Ş Emre*, Ç Tütüncü**, S Celayir*, GT Tekant* *Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery **Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Anesthesiology Aim: To evaluate characteristics of patients who were operated for pilonidal sinus. Patients and Methods: The records of cases opereted for pilonidal sinüs from 2009-2015 were evaluated retrospectively. Two different kinds of surgical techniques were performed. Results: 47 cases were enrolled mean age of the patients were 15.6(±1.2) years. Mean value of BMI was 25.6. Excision and primary repair was performed in 36 patients (%76). Excision and secondary intention was the treatment strategy in 11 patients (%24). Mean length of hospitalization in primary repair group was 2.3 days ( ±1.2) and 2.2 days in group of open excision. Mean duration of postoperative pain in primary repair group was 7.3 days (±5) and 8.5 days (±12.3 days) in open excision group. There is no statistical difference between two groups about lenght of hospitalization and duration of post operative pain (p>0.05). Mean healing time was 26.8 (±12.5) in primary repair group and 71.8 days (±42.1) in open excision group. There is a statistically difference between groups about mean healing time (p<0.05). Totally recurrens was detected in 11 patients. 7 (%19.4) of these patients were treated with primary repair and 4 of them (%36.4)were treated with open excision. Patiens who have reccuren pilonidal sinus or not do not have any statistically difference about age, BMI, surgical technique, lenght of hospitalization, duration of post operative pain and healing process (p>0.05). Conclusion: The surgical procedure for treatment of pilonidal sinus should be easy to perform, have a low risk of reccurens and shorten the lenght of stay in hospital. In our study, we did not define any significant difference about length of hospitalization, duration of post operative pain and recurrence rate when we compare two different surgical technique but healing process is shorter in patient who underwent primary repair. SS - 21 Biliyer atrezili çocuklarda karaciğer nakli zamanlamasında tek belirleyici olarak pediatric end-stage liver disease (peld) puanlama sisteminin kullanımı T Kanmaz, Y Yankol, N Mecit, G Ertuğrul, K Acarlı, M Kalayoğlu İstanbul Memorial Şişli Hastanesi Çocuklarda yapılan karaciğer nakillerindeki en sık endikasyon biliyer atrezidir. Çalışmamızda Kasai portoenterostomisi olan ya da olmayan biliyer atrezili hastaların karaciğer nakli sonrası sağkalımlarına pediatric end-stage liver disease (PELD) puanlama sisteminin etkisini araştırmayı amaçladık. Aralık 2006 ile Haziran 2015 yılları arasında Memorial Şişli Hastanesi Organ Nakli bölümünde biliyer atrezi tanısıyla karaciğer nakli yapılan hastalar geriye dönük olarak gözden geçirildi. Hasta sağkalımı üzerine etkisi olabilecek nakil öncesi, yaş, vücut ağırlığı, bilirübin, albümin, INR, gelişme geriliği, geçirilmiş Kasai portoenterostomi, ve PELD puanı gibi değişkenler istatistiksel olarak incelendi. Biliyer atrezi tanısıyla 68 hastaya karaciğer nakli yapıldı. %54 (n=37) kız çocuktu. Ortanca yaş 7,95 aydı (4,1 ile 171,4 ay arası). %63,2 (n=43) hastada geçirilmiş Kasai portoenterostomi öyküsü vardı. Ortalama PELD puanı 16’ydı. Tüm serinin 5 yıllık sağkalım oranı %72,2’ydi. İstatistiksel anlam olmamakla beraber Kasai portoenterostomili çocuklarda sağkalım oranı daha yüksekti. Sağkalım için istatistiksel anlamlı tek belirleyici risk PELD>=15 olarak bulundu. Karaciğer nakli biliyer atrezi hastalarında yaşam kurtarıcı tedavi seçeneklerinden biridir. Kasai portoenterostomisi olsun ya da olmasın, biliyer atrezili hastaların izleminde karaciğer nakli zamanlamasının belirlenmesi PELD puanlama sistemi kullanılabilir. *** Pediatric end-stage liver disease (peld) scoring system as a single predictor for liver transplant in children with biliary atresia T Kanmaz, Y Yankol, N Mecit, G Ertuğrul, K Acarlı, M Kalayoğlu İstanbul Memorial Şişli Hospital Biliary atresia is the most frequent indication for liver transplant in children. We aim to evaluate pediatric end-stage liver disease (PELD) scoring system as a predictor of liver transplant for all biliary atresia patients with or without Kasai portoeneterostomy. The information of the patients who had liver transplant for biliary atresia between December 2006 and June 2015 in Memorial Şişli Hospital Organ Transplant Centre have been retrospectively evaluated. The pretransplant factors such as age, body weight, bilirubin, albumin, INR, growth retardation, previous Kasai portoenterostomi, and PELD score were statistically analyzed for estimate of survival. A total of 68 patients had liver transplants for biliary atresia. 54% (n=37)of our patients were female. The median age was 7,95 (ranged 4,1 to 171,4) months. 63,2% (n=43) of the patients had a history of Kasai portoenterostomy. The mean PELD score was 16. Overall 5-year survival rate was 72,2%. Although there was no statisticaly significance, previous Kasai portoenterostomi group had better survival rate than no Kasai group. Pretransplant PELD of >=15 was the only statistically significant predictive risc factor for survival. Liver transplant is a life saving treatment option in patients with biliary atresia. The decision of liver transplant for both biliary atresia with Kasai or without Kasai portoenterostomi can be made by PELD scoring system. SS - 22 Çocuklarda portal hipertansiyonda şant cerrahisi O Ergün*, Z Dökümcü*, M Karakoyun**, E Divarcı*, A Çelik* *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları AD, Pediatrik Gastroenteroloji BD Amaç: Çocuklarda portal hipertansiyon (PH) yüksek oranda morbidite ve mortaliteye sahiptir ve cerrahi tedavisi deneyimli bir takım çalışması gerektirir. Bu çalışmanın amacı çocuklarda PH tedavisi sonuçlarımızın ortaya konması amaçlanmıştır. Hastalar ve yöntem: Kliniğimizde 2006-2015 yılları arasında PH nedeniyle şant cerrahisi uygulanmış hastaların hastane kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Tüm sonuçlar değerlendirilerek iki başlıca cerrahi teknik olan Rex (RŞ) ve splenorenal şant (SRŞ) tedavi sonuçları karşılaştırıldı. Bulgular: Yaşları 2 ile 24 arasında değişen ardışık 49 hastaya (46 prehepatik, 3 hepatik PH) toplam 59 şant prosedürü uygulandı. Primer prosedürleri sıklık sırasına göre SRŞ (n=29, 24 distal, 3 yan yana, 2 proksimal), RŞ (n=17), portokaval (n=2) ve mezokaval (n=1) şant oluşturdu. RŞ ve SRŞ uygulanan hastaların operasyon yaş ortalamaları sırasıyla 124±64 ve 117±44 aydı. Ortalama 43,4 aylık izlem süresi içinde en sık karşılaşılan komplikasyon RŞ grubunda greft trombozu (n=12) ve anastomoz darlığı (n=1) idi. Darlık gelişen olgu transhepatik dilatasyon ile tedavi edilirken tromboz gelişen hastaların 5’ine RŞ revizyonu, 4’üne SRŞ uygulandı. Revizyon uygulanan ve trombozu tekrarlayan olgu SRŞ ile tedavi edildi. Tüm SRŞ’lar fonksiyoneldi ve ek cerrahi girişim gerekmedi. Masif varis kanamasına bağlı hemorajik şok nedeniyle acil olarak operasyona alınıp SRŞ uygulanan ve erken postoperatif dönemde yaygın damar içi koagulopati nedeniyle kaybedilen olgu dışında mortalite saptanmadı. Sonuç: Şant cerrahisi PH tedavisinde mortalite ve morbiditeyi azaltmakta önemli role sahiptir. RŞ fizyolojik doğası gereği sınırlı sayıda uygun olguda ilk tercih olabilir ancak hasta seçimi kritik öneme sahiptir ve tromboz oranı bildirilenden yüksek görünmektedir. SRŞ primer olarak RŞ için uygun olmayan veya şant disfonksiyonu gelişen olgularda kurtarma operasyonu olarak başarıyla uygulanabilir. *** Shunt surgery for portal hypertension in children O Ergün*, Z Dökümcü*, M Karakoyun**, E Divarcı*, A Çelik* *Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics, Division of Pediatric Gastroenterology Background:Portal hypertension (PH) in children is associated with high rate of morbidity and mortality, and its surgical managament requiring teamwork and expertise is challenging. The aim of this study is to reveal the role of shunt surgery in the management of PH in children. Method:Hospital records of children who had undergone shunt surgery for PH between 20062015 were reviewed, overall outcomes were evaluated, and efficiency of two major surgical techniques (Rex and splenorenal shunts; SRS) were compared. Results:Forty nine consecutive patients (46 pre-hepatic,3 hepatic PH) had undergone total of 58 shunt procedures. Primary procedures included Rex (n=17,mean age=124±64 months), SRS (24 distal,3 side-to side, and 2 proximal,mean age=117±44 months), mesocaval(n=1), and portocaval(n=2) shunts as appropriate. Mean follow-up was 43.3 months. Most common complication was thrombosis of the graft in 12 and stenosis in one of 17 Rex shunts. Stenosis was managed by transhepatic dilatation. Four of 12 thrombosed patients received salvage SRS whereas 5 patients were managed by revision of the Rex shunt; one of which was rethrombosed and required further management by SRS. All of the SRS's were functional and did not require any additional intervention. There was one mortality in the SRS group which was performed as an emergency procedure for hemorrhagic shock due to massive variceal bleeding, and the patient was lost in the early postoperative period due to disseminated intravascular coagulopathy. Conclusion:Shunt surgery has an important role to reduce mortality and morbidity in the treatment of PH. Rex shunt may be the procedure of choice with its physiological nature in limited number of patients; however, patient selection is critical and thrombosis rate seems to be higher than reported. SRS's may successfully be performed in patients who are not appropriate for Rex shunt or as a primary procedure or a salvage surgery for shunt dysfunction. SS - 23 Ekstrahepatik portal hipertansiyon tedavisinde mezenteriko-sol portal bypass yöntemi kullanılan hastalarda inferior mezenterik ven ile bypass sonuçlarımız D Abdullahoğlu, OZ Karakuş, O Ateş, G Hakgüder, M Olguner, FM Akgür Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş/Amaç: Portal ven trombozuna bağlı ekstrahepatik portal hipertansiyonda mezenterikosol portal by-pass yönteminin (Rex şantı) fizyolojik hepatopetal kan akımını sağlaması en önemli avantajıdır. Portal ven trombozunu by-pass için otolog/sentetik greft gerekliliği yöntemi sınırlandırabilmektedir. Bu çalışmada ekstrahepatik portal hipertansiyonda otolog/sentetik greft yerine alternatif olarak inferior mesenterik venin (İMV) kullanımını sunmak istiyoruz. Gereç ve Yöntem: Ocak 1999- Mayıs 2015 tarihleri arasında portal ven trombozuna bağlı ekstrahepatik portal hipertansiyon tanısı ile tedavi edilen 10 hastanın kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik özellikleri, semptomları, laboratuar ve görüntüleme sonuçları, cerrahi yöntemleri ve komplikasyonlar kaydedildi. Bulgular: Tedavi edilen 10 hastadan (6 kız, 4 erkek) üçünde sol portal vende oklüzyon nedeniyle mezo-kaval şant uygulanırken, 7’sinde mezenteriko sol-portal by-pass uygulandı. Bunların 4’ünde otolog internal juguler ven grefti kullanıldı, 3 hastada (2 kız, 1 erkek) İMV sol portal vene anastomoz edildi. İMV kullanılan hastaların ortalama yaşı 32,6±12,4 ( 24 - 48 ay) aydı. Hastaların peroperatif direk portografilerinde sol portal venin patent ve İMV çaplarının sırasıyla 10, 4 ve 4 mm olduğu saptandı. Hastaların ortalama takip süresi 26,6± 12,4 ( 15 - 44 ay) aydı. Preoperatif trombosit sayımı ortalama 56,000/mm3 olan hastaların postoperatif 6. Ayda ortalama 226,000/mm3 olarak saptandı. Postoperatif Doppler USG izlemlerinde hastaların şantlarında daralma ve tromboz saptanmadı. Postoperatif hastaların portal kan akımlarının hepatopetal olduğu ve ortalama akım hızının 18,7 ± 4,2 cm/sn ( 14 – 22 cm /sn) olduğu saptandı. Sonuç: İMV kullanılması otolog greft için ikinci bir cerrahi gerekliliğini ortadan kaldırarak tek bir anastomoz ile mesenteriko-sol portal by-pass ameliyatının güvenli bir şekilde tamamlanmasını sağlamaktadır. *** Using of inferior mesenteric vein in the mesenterico-left portal by-pass method for extrahepatic portal hypertension D Abdullahoğlu, OZ Karakuş, O Ateş, G Hakgüder, M Olguner, FM Akgür Dept. of Pediatric Surgery, Dokuz Eylül University, Medical School, Izmir, Turkey Purpose: The main advantage of the mesenterico-left portal by-pass (Rex shunt) in the treatment of extrahepatic portal hypertension due to portal vein thrombosis is to restore the physiological hepatopetal blood stream. A requirement of an autologous/synthetic graft for by-passing the portal vein thrombosis may restrict the surgical method. in this present study the inferior mesenteric vein (IMV) was used as an alternative rather than the autologous/synthetic vessel graft in the treatment of extrahepatic portal vein thrombosis. Material and Methods: During January 1999 - May 2015, hospital records of 10 patients who treated for extrahepatic portal hypertension due to portal vein thrombosis was investigated retrospectively. Of the patients, demographic characteristics, symptoms, results of the laboratory and radiographic imaging, surgical methods and complications were recorded. Results: Of the 10 patients (6 girls, 4 boys), meso-caval shunt procedure was performed in 3 patients due to occlusion in the left portal vein. Seven out of 10 patients underwent mesenterico-left portal by-pass procedure. In these 7 patients, autologous internal jugular vein graft was used in 4, and IMV to left portal vein anastomosis was performed in 3 patients (2 girls, 1 boy). The mean ages of the IMV patients were 32.6 ± 12.4 months (24 – 48 months). During preoperative direct portography, left portal vein was patent and diameter of the IMV of the patients was 10, 4, and 4 mm, respectively. The mean follow-up was 26.6 ± 12.4 months (15-44 months). While the mean platelets count was 56.000/mm3 preoperatively, was 226.000/mm3 in postoperative 6 months. There was no stenosis or thrombosis on the Doppler US postoperative follow-up. Portal vein flow in Doppler US was the hepatopetal and mean flow was 18.7 ±4.2 cm/s (14-22 cm/s) postoperatively. Conclusion: Using of the IMV has an advantage as it eliminates the necessity of the secondary surgery for the autologous graft, and provides safely completion of the mesenteric vein to left portal by-pass with single anastomosis. SS - 24 Çocuklarda yeni bir splenektomi endikasyonu: Juvenil miyelomonositik lösemi ve myelodisplastik sendrom T Soyer*, B Kuşkonmaz**, İ Karnak*, S Ekinci*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, M Çetin**, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalığı Anabilim Dalı, Çocuk Hematoloji Amaç: Juvenil miyelomonositik lösemi (JMML) ve miyelodisplastik sendrom (MDS) tanısı alan olgularda kemik iliği transplantasyonu (KİT) yapılamadığında veya KİT öncesi, kalıcı trombositopeni, sık transfüzyon gereksinimi ve masif splenomegali nedeniyle splenektomi yapılabilir. JMML ve MDS nedeniyle splenektomi yapılan olgularda cerrahi tedavi sonuçlarını incelemek üzere geriye dönük bir çalışma yapılmıştır.Gereç ve yöntem: 20002015 döneminde JMML ve MDS nedeniyle splenektomi yapılan olgular yaş, cinsiyet, splenektomi öncesi ve sonrası kan sayım değerleri, aylık transfüzyon ihtiyacı, dalak boyutu, tanı ile splenektomi arasında geçen süre ve cerrahi komplikasyonlar açısından incelenmiştir.Bulgular: Çalışmaya JMML (n=9) ve MDS (n=1) tanılı ve splenektomi yapılmış 10 hasta alınmıştır. Bu endikasyonla yapılan splenektomiler aynı dönemde yapılan tüm splenektomilerin %5,4’üdür. Olguların %60’ında splenektomi uygun ilik vericisi bulunamayan olgularda yapılırken, %40’ında KİT öncesi yapılmıştır. Yaş ortalaması 43,2 ay (21-91 ay) olup erkek kız oranı 7:3’dür. Ortalama dalak boyutu 14,8 cm’dir (10-20 cm). Tanı anından splenektomiye kadar geçen süre ortalama 21 aydır (2-80 ay). Tüm olgularda hemoglobin ve trombosit düzeylerinde splenektomi sonrası artış olmuştur. Splenektomi öncesi aylık tranfüzyon ihtiyacı ortalama 2.2 (1-3) iken splenektomi sonrası 1.9 (0-4)’dür. Hiçbir olguda erken komplikasyona rastlanmamış, KİT yapılan bir olguda nakil sonrası sepsis gelişmiştir. Sonuç: JMML ve MDS tanısı alan olgularda KİT için uygun verici bulunamaması durumunda veya KİT öncesi transfüzyon gereksiniminin azaltılması, trombositopeninin düzeltilmesi ve masif splenomegaliye bağlı fiziksel aktivite kısıtlılığının giderilmesi amacıyla splenektomi yapılabilir. Tıp yazınında bu olgularda splenektomiye bağlı komplikasyonların artabileceğini öne süren makaleler bulunmakla birlikte, çalışmamız cerrahi sonuçlarının diğer endikasyonlarla yapılan splenektomilerdeki sonuçlara benzer olduğunu göstermiştir. *** A novel splenectomy indication in children: Juvenile myleomonocytic leukemia and myleodysplastic syndrome T Soyer*, B Kuşkonmaz**, İ Karnak*, S Ekinci*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, M Çetin**, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University Faculty of Medicine, Department of Pediatrics, Pediatric Hematology Aim: Children with juvenile myelomonocytic leukemia (JMML) and myelodysplastic syndrome (MDS) may require splenectomy before blood marrow transplantation (BMT) or in cases that had persistent thrombocytopenia, increased transfusion requirement, massive splenomegaly but not had suitable donor for BMT. Children who underwent splenectomy because of JMML and MDS were evaluated for results of surgical treatment. Methods: Children who required splenectomy with a diagnosis of JMML and MDS between 2000 2015 were evaluated for age, sex, preoperative and postoperative blood counts, transfusion requirements, size of spleen, time between diagnosis and splenectomy and complication of surgery retrospectively. Results: Since 2000, ten patients who underwent splenectomy because of JMML (n=9) and MDS (n=1) were included. This indication accounts 5.4% of all splenectomies in the same period. In 60% of cases, splenectomy was performed in patients who had no suitable donor for BMT, whereas 40% performed before BMT. The mean age of the patients was 43.2 months (21-91 months) and male female ratio was 7:3. Mean size of spleen was 14.8 cm (10-20 cm). The mean time interval between diagnosis and splenectomy was 21 months (2-80 months). All patients had increased levels of hemoglobin and thrombocyte after splenectomy. Transfusion requirement before splenectomy was 2.2/month (1-3) and after splenectomy was 1.9/month (0-4). None of the patients had early complication, whereas one patient with BMT had posttransplant sepsis. Conclusion: Patients with JMML and MDS may require splenectomy before BMT or because of persistent thrombocytopenia, increased transfusion requirement, massive splenomegaly. Although, increased complication rate was suggested in these cases, results of surgical treatment did not differ from splenectomies with other indications. SS - 25 Türkiye’nin Doğusunda Çocuk Kist Hidatiklerinin Moleküler İncelenmesi: Ön Sonuç Ü Bakal, S Şimşek, A Kazez Fırat Üniversitesi Çocuk Cerrahisi AD Amaç: Kist hidatik dünyada olduğu gibi Türkiye’de de önemli bir halk sağlığı sorunudur. İnsanlarda farklı E. granulosus suşları hastalıktan sorumludur. Türkiye’de çocuk olgularda E. granulosus genotiplemesi için moleküler inceleme yetersizdir. Bu çalışmanın amacı Türkiye’nin doğusunda kist hidatik ameliyatlı çocuklarda E. granulosus suş(lar)ının belirlenmesidir. Methods: 2012 – 2014 yılları arasında, yaşları 3-15 arasında değişen 10 çocuğa ait materyalle çalışıldı. Hastalar hemaglütinasyon testleri pozitif, US ve BT ile tanımlanmış ve cerrahi ile tanıları kesinleşmiş olgulardı. Ameliyatta elde edilen kist sıvıları ve germinatif membran parçalarında PCR tekniği ile çalışıldı. Bulgular: Hastaların 7’si erkek 3’ü kızdı. Sekizinde sadece karaciğer kist hidatiği var iken ikisinde multiorgan tutulumlu kistler vardı. İki karaciğer kisti rüptüreydi. PCR incelemesinde mt-12S rRNA sonuçlarıyla tüm olgularda eskiden koyun suşu olarak adlandırılan G1/G3 suşu (E. granulosus sensu stricto) bulundu. Diğer suşlara ait (G4-G10) bir bulgu elde edilmedi. Sonuç: Bu bulgularla çocuklardaki kist hidatiğin evcil hayvan sirkülasyonlu koyun suşundan kaynaklandığı ön sonucuna varabiliriz. *** Molecular Evaluation of Pediatric Hydatid Cyst in Eastern Turkey: Preliminary Result Ü Bakal, S Şimşek, A Kazez University of Firat Department of Paediatric Surgery Introduction: Cystic echinococcosis is a major public health problem World wide, including Turkey. The different strains of E. granulosus responsible for human hydatidosis. However, the molecular characterization of E. granulosus genotypes of pediatric patients is inadequate in Turkey. The aim of the current study was to evaluate the strain(s) of E. granulosus in operated pediatric cases in eastern Turkey. Methods: Between years 2012 to 2014, 10 pediatric patients, ages ranging from 3 to 15, with various complaints were included in this study. The cases, whose cyst hydatid hemagglutination tests were positive, were diagnosed with ultrasonography and computerized tomography, and diagnoses were confirmed by the surgery. Cyst fluids and germinative membrane pieces were analysed by PCR technique. Results: The patients consisted of 7 boys and 3 girls, eight patients had only liver hydatid cyst while two patients had multiple cysts of various organs. There were two ruptured liver cysts. Molecular analysis was performed on hydatid cyst samples obtained from the patients residing in 4 different provinces in eastern Turkey. According to mt-12S rRNA PCR results, all cases were found to be G1/G3 cluster (E. granulosus sensu stricto) which was called “sheep strain”. No evidence of strain G-4 - G-10 in these samples. Conclusion: We can preliminarily conclude that common sheep strain (G1/G3) may more possible for pediatric cases due to the domestic cycle. SS - 26 Pediatrik Hasta Grubunda Alveoler Ekinokokkoz Nedeniyle Yapılan Karaciğer Nakli Sonuçlarımız B Aydınlı*, Ş Arslan*, M Yiğiter**, A Oral**, ME Çelikkaya**, E Korkut*, M Aksoy***, G Öztürk* *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anestezioloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Erzurum Giriş: Karaciğer alveolar kisti Echinococcus alveolaris(multilocularis)’in neden olduğu, yavaş ilerleyen ancak dokuya infiltrasyon yapma ve metastaz yapma eğiliminde olması nedeniyle malign karekterde olan paraziter bir hastalıktır. Erken tanı konulduğunda uygun karaciğer rezeksiyonları ile tedavi edilebilirken rezeksiyonun mümkün olmadığı veya terminal dönemdeki hastalarda tek tedavi seçeneğini karaciğer nakli oluşturmaktadır. Amaç: Bu çalışmada pediatrik hasta grubunda Alveoler Ekinokokkoz(HAE) hastalığı nedeniyle karaciğer nakli yaptığımız hastalarımızın sonuçlarını sunmayı amaçladık. Materyal Metod: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezinde Mayıs 2009Haziran 2015 tarihleri arasında pediatrik hasta grubunda HAE nedeniyle karaciğer nakli yapılan toplam 3 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, transplantasyonun çeşidi, komplikasyonlar ve mortalitesi kaydedildi. Bulgular: Mayıs 2009-Haziran 2015 tarihleri arasında toplam 25 pediatrik hastaya karaciğer nakli yapıldı. Hastaların 13’ü erkek, 12’si kız idi. Yaş ortalamaları 124±77(4-213) ay idi. Bu hastalardan 3’ünde HAE hastalığı mevcuttu. Alveoler Ekinokokkoz hastalarının 2’si kız, 1’i erkek idi. Yaş ortalamaları 191±27(160-211) ay idi. Hastaların 3’üne de canlı vericili karaciğer nakli yapıldı. Hastaların 1’inde vena cava inferior lezyonun invazyonu nedeniyle rezeke edilerek ortotopic aortik greft ile replase edildi. Hastaların postoperatuar ortalama takip süresi 33±6.5(27-40) ay idi. Takip süresi içerisinde hiçbir hastada nüks ve mortalite gözükmedi. Sonuç: Karaciğer alveolar kisti hastalığı çoğu kez diafragma, vena cava, vena porta, safra kanalları ve hepatik artere invazyon yapabilir. Bu nedenle cerrah karaciğer nakli sırasında çeşitli cerrahi manüplasyonlar yapmak zorunda kalır. Konvansiyonel karaciğer nakline göre oldukça zor bir işlemdir. Deneyimli merkezlerde yapılması daha uygundur. *** Results of liver transplantations that were performed due to alveolar echinococcosis in pediatric patient group B Aydınlı*, Ş Arslan*, M Yiğiter**, A Oral**, ME Çelikkaya**, E Korkut*, M Aksoy***, G Öztürk* *Ataturk University, School of Medicine, Department of General Surgery, Erzurum **Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum ***Ataturk University Faculty of Medicine, Department of Anesthesiology and Reanimation Anesthesia,Erzurum, Turkey Introduction:Hepatic alveolar cyst is a parasitic disease which is caused by Echinococcus alveolar(multilocularis) and is slowly progressive but malignant character due to tendency of tissue infiltration and metastasis. While it can be treated with appropriate liver resection at early diagnosis, liver transplantation is the only treatment option in the case where resection is not possible and in patients with end stage liver disease. Purpose:In this study, we aimed to present the results of our patients who underwent liver transplantation due to alveolar echinococcosis disease(HAE) in pediatric patient group. Materials and Methods:A total of 3 patients who underwent liver transplantation due to HAE in pediatric patient group between May2009 and June2015 at Organ Transplantation Center of Ataturk University were analyzed retrospectively. The patients’ age, gender, type of transplantation, complications and mortality were recorded. Findings:A total of 25 pediatric patients underwent liver transplantation between May-2009 and June-2015. 13 of the patients were male and 12 of the patients were female. The mean age of the patients was 124±77(4-213) months. HAE disease was present in 3 of these patients. There were 2 female and 1 male patients with alveolar echinococcosis disease. The mean age of the patients was 191±27(160-211) months. Living-donor liver transplantation was performed in 3 patients. It was resected and replaced by orthotopic aortic graft in 1 patient due to the invasion of the inferior vena cava lesion. The mean postoperative follow-up period of patients was 33±6.5(27-40) months. The recurrence and mortality were not observed in any patients in follow-up period. Result:HAE disease can often invade to diaphragma, v.cava, v.porta, bile ducts and the hepatic artery. Therefore, the surgeon has to make a variety of surgical manipulations during a liver transplantation. It is a very difficult process compared to conventional liver transplantation. It should be performed in experienced centers. SS - 27 Çocuklarda Karaciğer ve Dalak Kist Hidatiğinde Laparoskopik Yaklaşım E Ergün, G Göllü, G Küçük, A Yağmurlu, M Çakmak, H Dindar, M Bingöl Koloğlu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Çocuklarda karaciğer ve dalakta yerleşen kist hidatik lezyonlarının laparoskopik yaklaşım ile tedavisinde etkinlik ve güvenilirliğin değerlendirilmesi amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2006- Ocak 2014 arasında karaciğer ve dalak kist hidatiği nedeni ile başvuran ve girişimsel radyolojinin perkütan tedavi için uygun bulmadığı 14 hastada laparoskopik girişim uygulandı. Minimal invaziv cerrahi için kriterler; lezyonun karaciğerin 1 ya da 7. segmentlerinde yerleşmiş olmaması(Coinaud Segmentasyonu), intrabiliyer rüptüre dair bulgu olmaması, karaciğer ya da dalağın yüzeyine kortikalize olması olarak belirlendi. Açık cerrahi ile benzer olacak şekilde; ponksiyon, aspirasyon, skolisidal ajanın enjeksiyonu, reaspirasyon, germinatif membranın çıkarılması ve kistin parsiyel eksizyonu yapıldı. Sonuçlar: On dört çocuktan 12’sinde karaciğer, 2’sinde dalak kist hidatiği mevcuttu. Multipl karaciğer kist hidatiği dört olguda mevcuttu. Çocuklardan ikisinde teknik zorluklar nedeni ile açık cerrahiye geçildi. Hastaların ortanca yaşı 8(3-17) idi. Ortalama kist çapı 7.8 cm(3– 20 cm), ortalama ameliyat süresi ise 72(60–150 ) dakika idi. Ortalama hastanede kalış süresi 3(1–8) gün, ortalama takip süresi ise 34(9–94) aydı. Erken ya da geç dönemde herhangi komplikasyon izlenmedi. Tartışma: Minimal invaziv girişimler, çocuklarda karaciğer ve dalak kist hidatiğinin tedavisinde uygun olgularda diğer laparoskopik işlemlerin avantajlarına sahip olacak şekilde uygulanabilen, güvenli ve etkin bir tedavi yöntemidir. İntrabiliyer rüptür bulgusu olmayan, karaciğer veya dalağın yüzeyine kortikalize seçilmiş olgularda güvenle kullanılabilir. *** Laparoscopic Treatment of Hepatic and Splenic Hydatid Disease in Children E Ergün, G Göllü, G Küçük, A Yağmurlu, M Çakmak, H Dindar, M Bingöl Koloğlu Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Aim: To evaluated the safety and efficiency of laparoscopic approach in hydatid disease of liver and spleen, in children Material method: From January 2006 to January 2014, 14 patients underwent laparoscopic treatment of hydatid cysts of the liver and spleen. Only the following aspects were considered as selection criteria for laparoscopic surgery: liver hydatid cysts not located in segment 1 or 7 of the liver (Couinaud’s segmentation), with corticalization on the surface of liver or spleen and no evidence of intrabiliary rupture. The different stages of the procedure were the same as in open surgery: puncture, aspiration, injection of scolicidal agent, reaspiration, removal of germinative membrane, and resection of the dome. Results: Of the 14 patients 12 had liver and 2 had splenic hydatid cysts. 4 patients had multiple liver hydatid cysts. There were 2 (14.2%) conversions to open surgery because of technical difficulties. The patients' mean age was 8 years (range, 2-17 years). The mean cyst diameter was 7.8 cm (range, 3–20 cm). The mean operative time was 72 min (range, 60–150 min). The mean hospital stay was 3 days (range, 1–8days) .The mean follow-up period was 34 months (range, 9months–94 months). There were no early or late complications and no recurrences were observed. Conclusion: The laparoscopic treatment is a feasible, safe, and effective approach in management of hydatid cysts of liver and spleen, in children. It also has the advantages of other abdominal laparoscopic operations. It can be used in selected hydatid cysts with corticalization on the surface of liver or spleen and no evidence of intrabiliary rupture. SS - 28 Pediatrik Hasta Grubunda Wilson Hastalığı Nedeniyle Yapılan Karaciğer Nakli Sonuçlarımız G Öztürk*, Ş Arslan*, M Yiğiter**, A Oral**, A İşlek***, ME Çelikkaya**, E Korkut*, İ İnce****, B Aydınlı* *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Tıp fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Erzurum ****Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anestezioloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Erzurum Giriş: Wilson hastalığı karaciğer başta olmak üzere diğer organlarda da bakır birikmesiyle karakterize otozomal resesif geçişli genetik bir hastalıktır. Medikal tedavinin başarılı olmadığı durumlarda tedavi seçeneğini karaciğer nakli oluşturur. Amaç: Bu çalışmada pediatrik hasta grubunda Wilson hastalığı nedeniyle karaciğer nakli yaptığımız hastalarımızın sonuçlarını sunmayı amaçladık. Materyal Metod: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezinde Mayıs 2009Haziran 2015 tarihleri arasında pediatrik hasta grubunda Wilson hastalığı nedeniyle karaciğer nakli yapılan toplam 9 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, transplantasyonun çeşidi, komplikasyonlar ve mortalitesi kaydedildi. Bulgular: Mayıs 2009-Haziran 2015 tarihleri arasında toplam 25 pediatrik hastaya karaciğer nakli yapıldı. Hastaların 13’ü erkek, 12’si kız idi. Yaş ortalamaları 124±77(4-213) ay idi. Bu hastalardan 9’unda Wilson hastalığı mevcuttu. Wilson hastalarının 5’i kız, 4’ü erkek idi. Yaş ortalamaları 165±36(95-207) ay idi. Hastaların 7’sine kadaverik, 2’sine ise canlı vericili karaciğer nakli yapıldı. Hastaların 1’inde Wilson hastalığı zemininde fulminan hepatit gelişmişken diğer 8’inde dekompanse siroz hali vardı. Hastaların 1’i (%11.1) ilk bir yıl içinde ex olurken, 8’inin takipleri halen devam etmekte. Sonuç: Akut karaciğer yetmezliği gelişen ve tedaviye cevap vermeyen dekompanse sirozlu Wilson hastalarında karaciğer nakli başarıyla uygulanabilir ancak deneyim gerektirir. *** Results of liver transplantations that were performed due to Wilson disease in pediatric patient group G Öztürk*, Ş Arslan*, M Yiğiter**, A Oral**, A İşlek***, ME Çelikkaya**, E Korkut*, İ İnce****, B Aydınlı* *Ataturk University, School of Medicine, Department of General Surgery, Erzurum **Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum *** Atatürk University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Oncology,Erzurum, Turkey ****Ataturk University Faculty of Medicine, Department of Anesthesiology and Reanimation Anesthesia,Erzurum, Turkey Introduction: Wilson disease is an autosomal recessive genetic disorder which is characterized by copper deposition in other organs, particularly the liver. Liver transplantation is treatment option in cases where medical treatment is not successful. Purpose: In this study, we aimed to present the results of our patients who underwent liver transplantation due to Wilson disease in pediatric patient group. Materials and Methods: A total of 9 patients who underwent liver transplantation due to Wilson disease in pediatric patient group between May 2009 and June 2015 at Organ Transplantation Center of School of Medicine of Ataturk University were analyzed retrospectively. The patients’ age, gender, type of transplantation, complications and mortality were recorded. Findings: A total of 25 pediatric patients underwent liver transplantation between May 2009 and June 2015. 13 of the patients were male and 12 of the patients were female. The mean age of the patients was 124±77 (4-213) months. Wilson disease was present in 9 of these patients. There were 5 female and 4 male patients with Wilson disease. The mean age of the patients was 165±36 (95-207) months. Cadaveric liver transplantation was performed in 7 patients and living-donor liver transplantation was performed in 2 patients. While fulminant hepatitis developed based on Wilson disease in one patient, there was decompensated cirrhosis in other 8 patients. While 1 patient (11.1%) died in the first year, the follow-up of 8 patients still continues. Result: Liver transplantation may be performed successfully but it requires experience in patients with with decompensated cirrhosis (Wilson disease) who develops acute liver failure and do not respond to treatment. SS - 29 Çocuklarda pankreatitler Ş Emre*, V Caferov*, R Özcan*, T Celkan**, İ Adaletli***, T Erkan****, OF Şenyüz* *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD **İstanbul Universitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, Çocuk Hematoloji ve Onkoloji Kliniği ***İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Radyoloji AD ****İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Hastalıkları AD, Pediatrik Gastroenteroloji BD Amaç: Kliniğimize takip ve tedavileri yapılan pankreatit değerlendirilmesi. tanılı olguların Olgular ve Yöntem: 2000-2015 yılları arasında kliniğimizde pankreatit tanısıyla takip ve tedavileri yapılan hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Olguların yaş,cinsiyet, başvuru yakınması, amilaz değerleri, etyoloji, tedavi yöntemi, seyir ve komplikasyonlar incelendi. Bulgular: Pankreatit tanısıyla takip ve tedavi edilen 32 olgunun (15 K-17 E) yaş ortalaması 9.2 yıl(2-17 yıl) idi. Olguların tümü karın ağrısı yakınmasıyla başvururken ek olarak 22 olguda kusma 2 olguda ise sarılık mevcuttu. Başvuruda ortalama amilaz değerleri 342 U/ml (145-2365) idi. Pankreatit etyolojisi, safra yolları taş hastalığı (n:8), idiyopatik (n:8) , metabolik hastalık(tip 1 hiperlipidemi, ailevi hiperlipidemi) (n:2), FMF (n:2), , kistik fibrozis (n:2), viral (n:2), koledeok kisti (n:2), ilaca bağlı ( L-Asparaginaz)(n:1), anatomik varyatif değişiklik (n:1), koroziv pilor yanığı nedeniyle yapılan cerrahi sonrası (Billroth I) (n:1) , dış merkezde yapılan side to side pankreatikojejunostomi sonrası (n:1), , otoimmun hastalık (n:1) ve travma (n:1) idi. Olgulardan 20'sinde konservatif tedavi uygulanırken, safra yolları taş hastalığı-herediter sferositoz nedeniyle (n:8), Kronik pankreatit nedeniyle (n:3) ve koledok kisti nedeniyle bir olguda cerrahi girişim yapıldı. Koledok kisti olan bir olguda cerrahi girişim planlandı. Konservatif olarak tedavi edilen 11 olguda 1 defa, 5 olguda 2 defa, 3 olguda 3 defa ve 1 olguda 5 defa pankreatit atakları izlendi. İki olguda pankreatit sonrası pankreas psödokisti gelişti, 1 olguda cerrahi girişim uygulandı, bir olguda ise takipte spontan geriledi. Ortalama 4,2 (4 ay-15 yıl) yıllık takipte kaybedilen olgu yoktur. Sonuç: Pankreatit farklı etyolojik faktörlere bağlı ortaya çıkabilir. Tanıda amilaz yüksekliği önemli bir belirteçtir. Etyolojinin bilinmesi tedavinin seyrini doğrudan etkiler. Birçok olguda etyolojiye yönelik komplike cerrahi girişim gereki *** Pancreatitis of Children Ş Emre*, V Caferov*, R Özcan*, T Celkan**, İ Adaletli***, T Erkan****, OF Şenyüz* *Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery **Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty, Department of Pediatric Haemotology and Oncology ***Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Radiology ****Department of Pediatrics, Pediatric Gastroenterology, Division of Hepatology and Nutrition, İstanbul University Cerrahpaşa Faculty of Medicine Aim: To evaluate the patients with pancreatitis, followed and treated in our clinic. Patients and Method: The files of patients, who followed and treated by our clinic with the diagnosis of pancreatitis between the years 2000-2015 were reviewed retrospectively. Age, sex, complaints, Amylase values, etiology, treatment of choice, progress and complications were evaluated. Findings: The mean age of 32 patients(15 F, 17 M) with pancreatitis was 9.2 years (2-17 years). All patients were admitted with the complaint of abdominal pain, whereas 22 of the patients were complaining of vomiting and two had jaundice. Mean Amylase levels were 342 IU/mL (145-2365 IU/mL). The etiologies of pancreatitis were biliary stone disease (n:8), idiopathic (n:8), metabolic disease (Type 1 hyperlipidemia, familial hyperlipidemia; n:2), FMF (n:2), cystic fibrosis (n:2), viral (n:2), choledochal cyst (n:2), iatrogenic (L-Asparaginase; n:1), anatomical variation (n:1), surgery following corrosive pylor burn (Billroth I; n:1), side-to-side pancreoticojejunostomy in another center (n:1), otoimmun disease (n:1) and trauma (n:1). Conservative treatment was of choice for the 20 of the patients whereas surgery was done on patients with biliary stone disease-hereditary spherocytosis (n:8), chronic pancreatitis (n:3) and choledochal cyst (n:1). Surgery was planned on another patient with choledochal cyst. In the conservative treatment group, 11 had once, five had twice, three had three times and one patient had 5 times of pancreatitis attacks. Pancreas pseudocyst was developed in two patients following pancreatitis, one had surgery and spontaneous regression was observed on the other. None of the patients died in the mean 4.2 years (4 m15 y) of follow-up period. Conclusion: Pancreatitis could arise depending on different etiological factors. Higher Amylase ratio is an important marker. The knowledge of etiology directly effects the choice of the treatment. Etiology-oriented sophisticated surgical intervention could be required for most of the patients. SS - 30 Bilier Atrezili Hastalarda Karaciğer Nakli Sonuçlarımız G Öztürk*, Ş Arslan*, M Yiğiter**, A Oral**, ME Çelikkaya**, A İşlek***, E Korkut*, A Ahıskalıoğlu****, B Aydınlı* *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Tıp fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı, Erzurum ****Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anestezioloji ve Reanimasyon Anabilim Dalı, Erzurum Giriş: Bilier atrezi ekstrahepatik safra kanallarının bir bölümünün veya tamamının olmaması ile karakterize ve tedavi edilmediği takdirde ortalama 2 yıl içerisinde ölümle sonuçlanan bir hastalıktır. Tedavide Kasai ameliyatı yapılırken başarı sağlanamayan veya siroz gelişen hastalara karaciğer nakli yapmak gerekir. Amaç: Bu çalışmada bilier atrezi hastalığı nedeniyle karaciğer nakli yaptığımız hastalarımızın sonuçlarını sunmayı amaçladık. Materyal Metod: Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Organ Nakli Merkezinde Mayıs 2009Haziran 2015 tarihleri arasında bilier atrezi nedeniyle karaciğer nakli yapılan toplam 3 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların yaşı, cinsiyeti, transplantasyonun çeşidi, komplikasyonlar ve mortalitesi kaydedildi. Bulgular: Mayıs 2009-Haziran 2015 tarihleri arasında toplam 25 pediatrik hastaya karaciğer nakli yapıldı. Hastaların 13’ü erkek, 12’si kız idi. Yaş ortalamaları 124±77(4-213) ay idi. Bu hastalardan 3’ünde bilier atrezi hastalığı mevcuttu. Bilier atrezi hastalarının 2’si kız, 1’i erkek idi. Yaş ortalamaları 11,3±9,2(6-22) ay idi. Hastaların ağırlığı 6kg üzerinde idi. Hastaların 1’ine kadaverik, 2’sine ise canlı vericili karaciğer nakli yapıldı. Hastaların 1’ine yaşına uygun ortotopik tam karaciğer takılırken, 2’sine ise canlıdan sol lateral segment nakledildi. Hastaların tamamında roux-NY hepatikojejunostomi işleme ilave edildi. Hastaların 2’sinde operasyon sonrası batın fasyası karşılıklı kapatılmayıp dual mesh yardımıyla genişletilerek kapatıldı. Hastaların 1’ine önceden Kasai operasyonu uygulanmıştı. Hastalardan 1’i(%33) postoperatuar ilk bir hafta içinde ex olurken bu hastada aynı zamanda Davenport sendromu mevcuttu. Diğer 2 hastanın takipleri halen devam etmektedir. Sonuç: Bilier atrezili çocuklarda erken dönemde tanı konulursa hastalar Kasai operasyonundan fayda görür. Ancak geç dönemdeki hastalarda karaciğer nakli kaçınılmaz olur. *** Results of liver transplantation in patients with biliary atresia G Öztürk*, Ş Arslan*, M Yiğiter**, A Oral**, ME Çelikkaya**, A İşlek***, E Korkut*, A Ahıskalıoğlu****, B Aydınlı* *Ataturk University, School of Medicine, Department of General Surgery, Erzurum **Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum *** Atatürk University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Oncology,Erzurum, Turkey ****Ataturk University Faculty of Medicine, Department of Anesthesiology and Reanimation Anesthesia,Erzurum, Turkey Introduction:Biliary atresia is a disease which is characterized by the absence a part or all of extrahepatic bile ducts and results in death in approximately 2years If left untreated. Purpose:In this study, we aimed to present the results of our patients who underwent liver transplantation due to biliary atresia. Materials and Methods:A total of 3 patients who underwent liver transplantation due to biliary atresia in pediatric patient group between May-2009 and June-2015 at Organ Transplantation Center of Ataturk University were analyzed retrospectively. The patients’ age, gender, type of transplantation, complications and mortality were recorded. Findings:A total of 25 pediatric patients underwent liver transplantation between May-2009 and June-2015. 13 of the patients were male and 12 of the patients were female. The mean age of the patients was 124±77(4-213) months. Biliary atresia was present in 3 of these patients. There were 2 female and 1 male patients with biliary atresia. The mean age of the patients was 11.3±9.2(6-22) months. The weight of the patients was over 6 kg. Cadaveric liver transplantation was performed in 1patient and living-donor liver transplantation was performed in 2patients. While whole age-appropriate orthotopic liver was inserted in 1patient, the left lateral segment was transferred in 2patients from living persons. Roux-NY hepaticojejunostomy was added to operation in all of the patients. Abdominal fascia was not closed mutually after surgery and then it was closed by expanding with help of a dual mesh in 2patients. Kasai operation was performed previously in 1patient. While 1 patient(33%) died within the first postoperative week, Davenport syndrome was present at the same time in this patient. The follow-up of other 2patients still continues. Result:If children with biliary atresia are diagnosed at an early stage, patients can benefit from the Kasai operation. However, liver transplantation is inevitable in patients with end stage liver disease. SS - 31 Çoculuk çağı inflamatuvar miyofibroblastik tümörlerde cerrahi tedavi T Soyer*, B Talim**, İ Karnak*, S Ekinci*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, D Orhan**, C Akyüz***, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Patoloji AD ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Onkoloji AD Amaç: Çocuklarda görülen inflamatuvar miyofibroblastik tümörlerin (İMT) cerrahi tedavi sonuçlarını araştırmak üzere geriye dönük bir çalışma yapılmıştır.Yöntem: 1977-2015 yılları arasında İMT cerrahi tedavi yapılan hastalar yaş, cinsiyet, başvuru yakınmaları, fiziksel inceleme bulguları, tanı yöntemleri, tedavi özellikleri, histopatolojik bulgular ve cerrahi tedavinin sonuçları açısından geriye dönük olarak incelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya 22 olgu alınmıştır. Erkek kız oranı 15:7 olup yaş ortalaması 7,4 yıldır (1-14 yıl). Başvuru yakınmaları solunum sıkıntısı, öksürük (n=8, %36,3), karın ağrısı, kusma (n=7, %31,8), kilo kaybı (n=2, %9,09), ele gelen kitle (n=2, %9,09), rektal kanama (n=1, %4,5) ve sarılıktır (n=1,%4,5). Tanıda 12 olguda (%54,5) USG, 15 olguda (%68,1) ise bilgisayarlı tomografi kullanılmıştır. Kitlelerin yerleşim yerleri akciğer (n=8, %36,3), ince ve kalın barsak (n=4, %18,18), dalak (n=3, %13,6), karaciğer ve safra yolları (n=2, %9,09), özofagus (n=1, %4,5), mezenter (n=1, %4,5) ve mediastendir (n=1,%4,5). Kitle boyutları ortalama 5,6 cm (1-12cm) olup 6 olguda preoperatif tru-cut biyopsi ile tanı konulmuştur. Akciğer lobektomisi (sağ alt; n=6, sol alt; n=1, sağ alt-üst lob; n=1), barsak rezeksiyonu ile kitle eksizyonu (n=4), splenektomi (n=3, bir olguda parsiyel), karaciğer lobektomisi (n=1), portoenterostomi (n=1), servikal özofagostomi, distal özofajektomi (n=1), bronkoskopi ile kitle eksizyonu (n=1) ve tam olmayan rezeksiyon (n=3) yapılmıştır. Tam olmayan rezeksiyon atrium, duodenum ve mediastenle yakın ilişkili kitlesi bulunan olgularda yapılmıştır. Histopatolojik incelemede cerrahi sınırlar 10 olguda negatif, 7 olguda pozitif, 5 olguda ise bilinmemektedir. İmmünhistokimyasal değerlendirmede 8 olguda ALK boyanması (+), 2 olguda (-) olup 2000 yılı öncesi olgularda (n=12) bilinmemektedir. Lokal yineleme ALK (+) olan olguların üçünde görülmüş olup bu olgulara kemoterapi başlanmıştır. Ortalama takip süresi 119,5 aydır (5ay–30yıl). Sonuç: İMT çocuklarda çeşitli yerleşim yerleri nedeniyle değişik klinik bulgulara yol açan ender tümörlerdir. Tam cerrahi eksizyon ilk seçenek olup, kalıntı kitlesi büyüyen ve ALK (+) olgularda tıbbi tedavi önerilmektedir. Total kitle eksizyonu yapılan olgularda uzun dönem sağ kalım oranları iyidir. *** Surgical treatment of childhood inflammatory myofibroblastic tumors T Soyer*, B Talim**, İ Karnak*, S Ekinci*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, D Orhan**, C Akyüz***, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Pathology ***Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Oncology Aim: A retrospective study was performed to evaluate the results of surgical treatment of childhood inflammatory myofibroblastic tumors (IMT).Methods: Between 1977-2015, patients underwent surgical treatment for IMT were evaluated retrospectively for age, sex, presenting symptoms, physical examination findings, diagnostic methods, treatment features, histopathologic findings and the results of surgical treatment. Results: Twenty-two patients were included. Male to female ratio was 15:7 and the mean age of the patients was 7.4 years (1-14 years). Presenting symptoms were respiratory difficulty, cough(n=8;36.3%), abdominal pain, vomiting(n=7;31.8%), weight loss(n=2;9.09%), palpable mass(n=2;9.09%), rectal bleeding(n=1;4.5%) and jaundice(n=1;4.5%). Localizations of tumors were lung (n=8;36.3%), small-large bowel (n=4;18.18%), spleen (n=3;13.6%), liver-biliary tract (n=2;9.09%), esophagus (n=1;4.5%), mesentery (n=1;4.5%) and mediastinum (n=1;4.5%). The mean size was 5.6 cm (1-12 cm) and 6 patients diagnosed with preoperative tru-cut biopsy. Lung lobectomy (right lower; n=6, left lower; n=1, right upper-lower; n=1), total resection of mass with adjacent bowel (n=4), splenectomy (n=3, partial splenectomy in 1 case), liver lobectomy (n=1), portoenterostomy(n=1), cervical esophagostomy and distal esophagectomy(n=1), bronchoscopic extraction(n=1) and incomplete resection(n=3). Incomplete resection was performed in mass with closely adjacent to atrium, duodenum and mediastinal structures. In histopathology evaluation, surgical margins were free of tumor in 10 cases, positive in 7 cases and unknown in 5 cases. ALK positivity was detected in 8 cases, negative in 2 cases and did not evaluated in cases operated before 2000. Regrowth of residual mass was seen in three ALK (+) cases and these cases received chemotherapy. The mean follow-up period was 119.5 months (5 months-30 years). Conclusion: IMT is a rare tumor of childhood with wide spectrum of clinical findings because of variable localization. Surgical treatment is the first choice of treatment and regrowth of residual mass with ALK positivity is indication of medical treatment. Long-term survival of patients was favorable in patients with total resection. SS - 32 Appendiksin nöroendokrin tümörü: çok bilinen ancak az görülen bir tanı Ç Ulukaya Durakbaşa*, E Özatman*, A Yörük**, IE Zemheri***, Aİ Anadolulu*, H Okur* *İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **İstnabul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Onkolojisi Bilim Dalı ***İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Akut apandisitin etyolojisinde nöroendokrin tümörler (NET) rol oynayabilir. NET appendiksin en sık görülen tümörü olmasına karşın, çocuklarda nadir karşılaşılır. Bu nedenle çocuk NET’leri konusunda deneyim sınırlıdır. Bu çalışmada çocuklarda appendiks NET’lerine ilişkin deneyimin sunulması amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: 2001-2014 yılları arasında appendektomi yapılan hastalara ait dosya ve patoloji kayıtları geriye dönük tarandı. Bulgular: Toplam 3532 appendektomi örneğinin 10’unda (%0,28) iyi diferensiye NET saptandı. Hastaların 4’ü erkek ve 6’sı kızdı. Ortalama yaş 12,7 (8-18) yıldı. Ameliyat bulgusu hastaların 6’sında komplike ve 4’ünde akut apandisit ile uyumluydu. Hiçbir hastada karsinoid sendrom bulgusu yoktu ve patolojik inceleme sonucundan önce NET’den şüphe edilmemişti. Mikroskopide ortalama tümör çapı 1 ( 0,20-1,30) cm idi. Tümör çapı iki olguda >1 cm (patolojik evre pt1b)idi. Histoloji olguların 7’sinde klasik, 2‘sinde klasik/tübüler ve birinde tübüler tipteydi. Yerleşim 9 örnekte uçtayken birinde gövdedeydi. İnvazyon derinliği 2’sinde mukoza, 2’sinde kas ve 6’sında serozadaydı. Tüm olgularda apandiks ve mezonun cerrahi sınırı negatifti. Olguların 4’ünde mezo cerrahi sınırı 1 mm’den yakındı. Bir olguda lenfovasküler ve perinöral tutulum saptandı. Tüm olgularda ki67 indeksi <%2 idi. Patolojik evre pt1b olan iki hasta dahil olmak üzere, Serotonin ve 5HIAA düzeyleriyle izlenebilen beş hastada nüks veya metastaz saptanmadı. Hastaların hiç birine NET nedeniyle ikincil cerrahi girişim yapılmadı. Sonuç: Bu seride olduğu gibi, appendiks NET’lerine çoğunlukla akut apandisit nedeniyle yapılan appendektomilerden sonra tanı konur. Appendektomi örneğinin özenli bir şekilde incelenmesi en çok olası NET tanısı açısından önemlidir. Çocuk appendektomilerinden sonra görülme sıklığının %0,2-0,5 olduğu bildirilmiştir. Bu seride de benzer bir sonuç elde edilmiştir. Tümör çoğu hastada appendiksin ucunda yerleşmiştir. Nadir görülmeleri nedeniyle, standart tedavi protokolleri yoktur. Genellikle yetişkin serilerine benzer yaklaşımlar benimsenirse de son yıllarda çocuklarda daha konservatif yaklaşımlar tercih edilmeye başlanmıştır. Burada sunulan seride olduğu gibi, komplike apandisit ile başvuran olgularda dahi, yalnızca appendektomi ile tedavi yaklaşımı giderek artan oranlarda önerilmektedir. *** Appendiceal neuroendocrine tumors: a well-known but rarely-encountered diagnosis Ç Ulukaya Durakbaşa*, E Özatman*, A Yörük**, IE Zemheri***, Aİ Anadolulu*, H Okur* *Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery **Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Oncology ***Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pathology Introduction and Aim: Neuroendocrine tumors (NET) may play a role in acute appendicitis etiology. NET is a rare diagnosis in children although it is the most common tumor of appendix. Therefore, pediatric experience on NET is limited. This study aims to present experience on appendiceal NETs. Patients and Methods: Patient files and operative logs were retrospectively evaluated for those who underwent appendectomy between the years 2001-2014. Results: Well-differentiated NET was detected in 10 (0.28%) appendectomy specimens out of 3532. There were 4 males and 6 females. None of the patients had findings consistent with carcinoid syndrome. NET was not suspected in any of them before the pathology results. The mean tumor diameter was 1 (0.20-1.30) cm and was >1 cm in two patients (pathological stage pt1b). the histology was consistent with classical type in 7 specimens, classical/tubular in 2 and tubular in one. It was located in the tip in 9 and body in one. The depth of invasion was at the mucosa in 2, muscle in 2 and serosa in two. The appendiceal and mesenteric surgical margins were tumor-free in all. Mesenteric surgical margin was <1 mm in four. There was lymphovascular and perineural involvement in one. The ki67 index was <2% in all. No recurrence or metastasis was detected in the five patients who were followed up by serotonin and 5HIAA levels including the two having stage pt1b tumors. No secondary surgery was done in any of the patients. Conclusion: NETs are usually diagnosed after operations for acute appendicitis as in the present series. A though evaluation of appendectomy specimen is of paramount importance because of possible NET diagnosis. The incidence is reported to be between 0.2-0.5% after pediatric appendectomies. The incidence in the presented series is within the reported range. The tumor is located at the tip of the appendix in most cases. A standardized treatment is not available because of their rarity. Practices similar to general adult surgical series are usually employed. However, in the recent years it is proposed that a more conservative approach should be followed in children. As in the present series, it is increasingly recommended that appendectomy alone should be regarded therapeutic even in those who had complicated appendicitis. SS - 33 Çocuklarda paratiroid adenomları cerrahi sağaltımında intraoperatif gama prob kullanımı ve frozen inceleme sonuçları T Soyer*, İ Karnak*, M Tuncel**, S Ekinci*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, Z Akçören***, D Orhan***, A Alikaşifoğlu****, A Özön****, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Nükleer Tıp Anabilim Dalı ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Patoloji AD ****Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji AD Amaç: Çocuklarda paratiroid adenomlarının (PA) cerrahi sağaltım sonuçları ve adenom saptanmasında intraoperatif gama prob (IGP) kullanımı ve frozen inceleme sonuçlarını değerlendirmek amacıyla geriye dönük bir çalışma yapılmıştır.Hastalar ve yöntem: 1995-2015 döneminde PA nedeniyle opere edilen olgular yaş, cinsiyet, klinik özellikler, başvuru yakınmaları, tanısal çalışmalar ve cerrahi sağaltım sonuçları bakımından geriye dönük olarak incelenmiştir.Bulgular: Çalışmaya 7 olgu alınmıştır. Olguların yaş ortalaması 14,28 yıl (1517) olup erkek kız oranı 4:3’dür. Başvuru yakınmaları arasında halsizlik ve karın ağrısı gibi özgül olmayan yakınmalar yer almaktaydı. Bir olguda birden fazla paratiroid bezinde (%14,2) adenom bulunurken, 6 olguda tek bezde (%85,8) adenom vardı. Adenomların yerleşim yerleri sol alt (n=4,%57), sağ alt (n=2,%28,5), sağ üst (n=1,%14,2) ve sol üsttür (n=1,%14,2). Birden fazla bezin etkilendiği olguda adenomlar sağ üst/sol alt yerleşimlidir. Bir olguda timik yerleşimli adenom saptanmıştır. Adenomların boyutları ortalama 15,25mm (4-23mm) olup tüm olgularda USG ve Tc-99m sestamibi sintigrafisi yapılmıştır. Cerrahi eksizyon sırasında 6 olguda frozen biyopsi ile tanı onaylanırken, 4 olguda preoperatif radyoaktif madde ile yapılan işaretleme sonrası IGP ile adenomun yeri saptanmıştır. Preoperatif işaretleme, bir olguda USG kılavuzluğunda doğrudan adenom içine 0,1 ml 11 MBq Tc-99m makroagregat enjeksiyonu ile, net olarak saptanan 3 olguda ise 10 MBq/kg Tc-99m sestamibi’nin i.v yoldan verilmesi ile yapılmıştır. Doğrudan bez içine radyoaktif madde verilen bir olguda gama probla tarama sırasında bez etrafında da sayım saptandığından, tanı frozen ile de desteklenmiştir. Bir olguda ise frozen yapılmaksızın yalnız işaretleme yapılarak adenom çıkarılmıştır. Olguların hiçbirinde peroperatif ve postoperatif komplikasyon görülmemiştir. Sonuçlar: Çocuklarda ender görülen PA intraoperatif parathormon düzeyi bakılması yanında, radyoaktif madde enjeksiyonu sonrası IGP ile de taranabilir ve frozen inceleme ile doğru dokunun çıkarıldığından emin olunabilir. Radyoaktif madde ile işaretleme, gereksiz ve aşırı diseksiyonu engelleyeceği gibi atipik paratiroid yerleşimlerinde cerrahiyi kolaylaştıracaktır. Adenomun doğrudan enjeksiyonu sonucu çevre dokularda da birikim olacağından sistemik enjeksiyonlarda sonuçlar daha iyidir. *** Results of intraoperative game probe survey and frozen section in surgical treatment of parathyroid adenoma in children T Soyer*, İ Karnak*, M Tuncel**, S Ekinci*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, Z Akçören***, D Orhan***, A Alikaşifoğlu****, A Özön****, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Nuclear Medicine ***Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Pathology ****Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Endocrinology Aim: A retrospective study was performed to evaluate the results of surgical treatment and use of intraoperative gamma probe (IGP) and frozen section (FS) in children with parathyroid adenoma (PA). Methods: Children operated for PA (between 1995-2015) were evaluated for age, sex, clinical features, presenting symptoms, diagnostic methods and results of surgical treatment. Results: Seven patients were included. The mean age of the patients was 14.28 years (15-17 years) and male female ratio was 4:3. Presenting symptoms were non-specific such as weakness and abdominal pain. In one patient, two glands were involved (14.2%) and in 6 patients (85.8%) single gland adenoma was observed. Localizations of adenomas were left-inferior (n=4,57%), right-inferior (n=2,28.3%), right-superior (n=1,14.2%) and leftsuperior (n=1,14.2%). In case with multi-glandadenoma, the lesions were localized at rightsuperior/left-inferior glands. In one case, involved gland was localized in the thymus. The mean size of adenomas was 15,25mm (4-23mm) and all of the cases were underwent USG and Tc99m-sestamibi scan. During surgical excision, FS were used in 6 cases, and 4 cases had IGP after preoperative radioactive substance injection. In one patient, injection was performed directly into the adenoma and 3 patients had systemic injection. Patient who had injection directly into involved gland had positive gamma counts in adjacent tissues and diagnosis was also confirmed with FS. In one of the cases, adenoma excision was performed with only IGP without FS. None of the patients had peroperative and postoperative complications. Conclusion: PA is rare in children and appropriate gland excision can be obtained by the help of IGP after injection of radioactive substance, and FS as well as intraoperative parathormone screening. Preoperative radioactive substance injection helps identification of atypical localization and prevents extensive dissection. Since direct injection of involved gland may cause accumulation of radioactivity in the adjacent tissues, systemic injection revealed better results. SS - 34 Tiroid Meduller Karsinomlu Çocukların Sağaltımında Cerrahi Stratejiler Ö Boybeyi*, İ Karnak*, EŞ Yalçın*, D Vurallı**, N Gönç**, D Orhan***, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Endokrinoloji AD ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Pediatrik Patoloji AD Giriş/Amaç: Meduller tiroid karsinom (MTK) ender görülen, kalsitonin salgılayan parafoliküler C hücrelerinden köken alan nöroendokrin tümördür. MTK yalnız sporadik değil, multipl endokrin neoplazmlarla (MEN) birlikte ailesel formda da görülebilir. MTK’lu çocuklarda cerrahi yaklaşım stratejilerine dikkat çekmek amacıyla RET mutasyonlu veya sporadik olgular sunulmuştur. Gereç/Yöntem: MTK tanısıyla ameliyat edilmiş olguları geriye dönük olarak taranmıştır. Olguların demografik özellikleri, fiziksel ve laboratuar inceleme bulguları, RET onkogen mutasyon incelemeleri, cerrahi yaklaşım ve sonuçları değerlendirilmiştir. Bulgular: MTK nedeniyle opere olmuş üç olgunun verilerine ulaşılmıştır. İlk iki olgu merkezimize ailelerinde MEN 2A olması üzerine sevk edilmiştir. İlk olgunun 634. kodonda mutasyonu vardı. Fiziksel incelemede her iki tarafta ele gelen boyun lenf nodları bulunmaktaydı. Ultrasonografide ve sintigrafide boyun lenf nodlarının patolojik olduğu saptandı. Serum kalsitonin düzeyi 40ng/ml’nin üzerindeydi. Hastaya total tiroidektomi ve modifiye boyun lenf nodu diseksiyonu yapıldı. İkinci olguda 804. kodonda mutasyon vardı ve fiziksel ve laboratuar incelemelerinde servikal lenf nodu tutulumu bulgusu yoktu. Olguya koruyucu total tiroidektomi yapıldı. Üçüncü olgu tiroid nodülü nedeniyle merkezimize başvurmuş RET mutasyonu olmayan sporadik bir olguydu. Bu olguya total tiroidektomi ve boyun santral lenf nodu diseksiyonu yapıldı. Histopatolojik incelemede ilk olguda mikrokarsinom odakları, ikinci olguda normal tiroid dokusu ve üçüncü olguda multifokal MTK odakları izlendi. Yaygın hastalıkla geç başvuran ilk olguda kalıntı odak şüphesiyle reeksplorasyon planlanmıştır. Sonuç: MTK olgularında RET onkogen mutasyonunu tanımlamak, prognozla ilişkili olduğundan ve ilerleyici ve yaygın hastalığa dönüşmeden MTK’u önlemede cerrahi zamanlamasını belirlediğinden çok kritiktir. Sporadik olgular da çocukluk çağında hızlı ilerleme gösterebildiğinden cerrahi tedavi önerilir. Sağkalımı ve prognozu iyileştirmek için bu tür olgularda cerrahi stratejiler ve kritik zamanlama hakkında farkındalık yaratılmalıdır. *** Surgical Strategies in the Management of Thyroid Medullary Carcinoma in Children Ö Boybeyi*, İ Karnak*, EŞ Yalçın*, D Vurallı**, N Gönç**, D Orhan***, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Endocrinology ***Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Pathology Aim: Medullary thyroid carcinoma (MTC) is an uncommon neuroendocrine tumor originated from calcitonin-secreting parafollicular C cells. MTC arises not only sporadically but also in a familial manner associated with multiple endocrine neoplasia syndromes (MEN). We presented sporadic and familial cases with MTC in order to raise awareness on surgical management of such patients. Materials/Method: We retrospectively evaluated the medical records of patients operated for MTC. We recorded demographic features, physical and laboratory findings, genetic analysis for RET mutation, surgical management and prognosis of the cases were evaluated. Results: We reached to medical records of three cases with MTC. Two cases were referred to our hospital with strong family history of MEN 2A. First case had codon 634 mutation. There were palpable cervical lymph nodes on physical examination. Ultrasonography and scintigraphy revealed pathological cervical lymph node involvement. Serum calcitonin level was higher than 40 pg/ml. He was managed with total thyroidectomy and modified cervical lymph node dissection. Second case had codon 804 mutation without cervical lymph node involvement and managed with prophylactic total thyroidectomy. Third case was admitted with palpable thyroid nodule without RET mutation. He was managed with total thyroidectomy and central cervical lymph node dissection. First case had microcarcinomatosis foci, second had normal thyroid tissue and third case had multifocal medullary thyroid carcinoma in histopathological examination. First case was scheduled for excisional surgery of possible persisting focus. Patients are still under follow-up. Conclusion: It is critical to define RET mutation type in MTC since it is associated with prognosis and it determines timing of surgery to prevent MTC before it becomes aggressive metastatic disease. Sporadic cases may progress even in childhood. We should raise awareness on critical timing of admission for surgery which is probably critical in survival and prognosis of these rarely seen cases. SS - 35 Çocuklarda over kitlelerine yaklaşım: 15 yıllık deneyim İR User, BH Özokutan, SC Karakuş, V Akçaer, H Ceylan Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi AMAÇ: Çocuklarda overin kistik ve solid kitleleri, en sık adolesan çağda olmakla birlikte her yaş grubunda görülebilir. Kitlelerin çoğu benign yapıdadır. Asemptomatik ve benign karakterde olduğu düşünülen lezyonlar için konservatif tedavi; semptomatik, malignite açısından şüpheli ya da torsiyona yol açma riski yüksek olan kitlelerde ise cerrahi tedavi tercih edilmektedir. Bu çalışmada over kitlesi nedeniyle cerrahi olarak tedavi edilen hastaların özelliklerini incelemeyi amaçladık.OLGULAR ve YÖNTEM: Kliniğimizde 2000-2015 yılları arasında over kitlesi nedeniyle opere edilen toplam 98 hastanın öykü ve fizik muayene bulguları, laboratuar değerleri, ameliyat notları, patoloji sonuçları ve postoperatif izlemleri geriye dönük olarak incelendi.BULGULAR: Çalışmaya dahil edilen 3 gün-16 yaş arasındaki 98 hastanın yaş ortalaması 9,5 yıldı. Prenatal dönemde tanı konan 12 olgu vardı. Dokuz olgu puberte prekoks bulguları ile başvurdu. Olguların %57,1’inde (n= 56) sağ, %35,7’sinde (n= 35) sol ve %7,1’inde (n= 7) ise bilateral overlerde kitle olduğu görüldü. Hastaların yıllara göre dağılımına bakıldığında 46 hasta (%46,9) son 5 yılda, 52 hasta (%53,1) ise önceki 10 yıllık dönemde opere edildi. Hastaların %54,1’ine (n= 53) over koruyucu cerrahi, %45,9’sine (n=45) ise ooferektomi yapıldı. Otuz hastada (%30,6) kitle zemininde gelişen over torsiyonu mevcuttu. Erken postoperatif dönemde hiç bir olguda komplikasyon gelişmedi. En sık neoplastik olmayan ovaryan patolojiler folikül kisti (n=26, %26,5), basit kist (n=15, %15,3) ve korpus luteum kisti (n=14, %14,2) iken; en sık neoplastik patolojiler matür kistik teratom (n=12, %12,2) ve seröz kistadenomdu (n=11, %11,2). Patoloji sonucu immatür teratom olan 2 ve disgerminom olan 3 hastaya postoperatif dönemde pediatrik onkoloji bölümünce kemoterapi verildi. Serimizdeki hastalarda malign tümör görülme oranı %5,2’dir. SONUÇ: Over kitleleri, yenidoğan döneminden adolesan çağa kadar her yaş grubundaki kız hastada görülebilir ve farklı klinik tablolarla belirti verebilir. Ultrasonografinin yaygın kullanımı ile günümüze doğru tanı konulma oranı artmaktadır. Çoğunlukla benign patolojiler olması nedeniyle mümkün olduğunca over koruyucu cerrahi yapılmaya çalışılmalıdır. *** Approach to pediatric ovarian masses: 15 years’ experience İR User, BH Özokutan, SC Karakuş, V Akçaer, H Ceylan Faculty of Medicine, University of Gaziantep PURPOSE: Although most common during adolescence, cystic and solid masses of ovary can be seen at any pediatric age. They are mostly benign. Asymptomatic and masses presumed to be benign are treated conservatively but symptomatic, suspicious for malignancy or carrying high risk of torsion are treated surgically. We aim to investigate properties of surgicallytreated patients with ovarian masses.PATIENTS and METHOD: History, physical examination, laboratory results, operation details, pathology results and postoperative followups of 98 patients operated at our clinic for ovarian mass between 2000-2015 were reviewed retrospectively.RESULTS: Mean age of 98 patients between 3 days and 16 years old was 9,5. Twelve cases were diagnosed prenatally. Nine patient present with precocious puberty. Right ovary was effected in 57.1%(n= 56) of patients, left in 35.7%(n= 35) and bilateral in 7.1%(n= 7). Distribution of patients according to year of admission revealed 46.9%(n= 46) of patients were operated in the last 5 years and 53.1%(n= 52) in the first decade. Ovary-sparing surgery were performed at 54.1%(n= 53) and oopherectomy at 45.9%(n=45) of patients. Ovarian torsion due to ovarian mass were detected in 30(30.6%) patients. There were any complications in the early postoperative period. While the most common non-neoplastic pathologies were follicule cyst (n=26, 26.5%), simple cyst (n=15, 15.3%) and corpus luteum cyst (n=14, 14.2%); mature cystic teratoma (n=12, 12.2%) and serous cystadenoma (n=11, 11.2%) were the most common neoplastic pathologies. Chemotherapy were administered to 2 patients with immature teratoma and 3 with dysgerminoma by pediatric oncologists. Ratio of malignancy was 5.2% in our series.CONCLUSION: Ovarian masses can be detected at any age from neonatal to adolescent period and present with various clinical pictures. With the wide use of ultrasonography, rate of diagnosis have increased nowadays. Ovary-sparing surgery should be favored as much as possible since most are benign pathologies. SS - 36 Çocuklarda konjenital epidermoid dalak kistlerinde laparoskopik parsiyel splenektomi M Küçükaydın, NF Aras, AB Öztürk, M Güzel Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahi Anabilim Dalı, Kayseri Giriş ve Amaç: Konjenital epidermoid dalak kistleri, çocuklarda oldukça seyrek görülür. Kistler; büyüdüklerinde, kanadıklarında, rüptüre olduklarında veya infeksiyon geliştiğinde belirti verirler. Dalak kistlerinde güncel tedavi yaklaşımları; perkütan drenaj, parsiyel splenektomi veya splenektomidir. Bu çalışmada, laparoskopik parsiyel splenektomi yapılan konjenital epidermoid dalak kisti olan, beş hasta sunuldu. Hastalar ve Yöntemler: Ocak 2010-Mart 2013 tarihleri arasında, ortalama yaşları 11 (7–13 yaş) olan 6 hastaya (4 kız, 2 erkek ), konjenital epidermoid dalak kisti nedeni ile laparoskopik parsiyel splenektomi yapıldı. Cerrahi işlemler 3 port (bir 10 mm, iki 5 mm) kullanılarak gerçekleştirildi. Bulgular: Üç hastada karın ağrısı, bir hastada karın ağrısı ve kitle ve bir hastada akut karın nedeni ile yapılan tetkiklerde tanı konulmuştu. Dalak kisti tanısı, ultrasonografi ve MR ile konuldu. Ortalama ameliyat süresi 100 dakika (70–140 dakika) idi. Hiçbir hastada açık ameliyata geçilme ihtiyacı olmadı ve ameliyat sırasında herhangi bir komplikasyon gelişmedi. Patolojik inceleme hastaların hepsinde epidermoid kist olduğunu gösterdi. Hastaların ortalama takip süresi 3 yıl (20 ay–5 yıl) idi. Yapılan ultrasonografide küçük bir dalak ve kan analizlerinde, dalak işlevinin korunduğunu gösteren trombosit sayısının olduğu tespit edildi. Sonuç: Bizim düşüncemiz, laproskopik parsiyel splenektomi, mükemmel kozmetik sonuçları yanında, dalak kistlerinde, dalak fonksiyonlarının korunabilmesini sağlayan, uygulanabilir minimal invaziv bir işlemdir. *** Laparoscopic partial splenectomy for congenital epidermoid cysts in children M Küçükaydın, NF Aras, AB Öztürk, M Güzel Erciyes University School of Medicine Department of Pediatric Surgery, Kayseri/Turkey Background and Aim: Congenital epidermoid splenic cysts are very rare in children. They are known to become symptomatic as a consequence of enlargement, hemorrhage, rupture or infection. Recent options in the treatment of splenic cysts have included percutaneous drainage, partial splenectomy or splenectomy. In this study, we report six pediatric patients who underwent laparocopic partial splenectomy for epidermoid splenic cysts. Patients and Methods: Between June 2010 and May 2015, 6 patients (4 female, 2 male) the age ranged from 7 to 13 years (median 11.0 years) with splenic epidermoid cyst were treated with laparoscopic partial splenectomy using three ports (one 10 mm and two 5 mm). Results: Four cysts were presented abdominal pain, one with abdominal pain and mass and one with rupture. The splenic cysts were diagnosed with ultrasonography and MR. The average operative time was 100 min (range 70–140 min). There was no need for conversion and no intraoperative complications. Pathological examination showed epidermoid cysts in all cases. The median follow-up period was 3 years (20 months-5 years) and ultrasonograhy showed in a small size spleen in all the patients and platelet counts showed preservation of splenic function Conclusions: We thought that laparoscopic partial splenectomy is, apart from being cosmetically superior, a feasible minimal invasive access for splenic cyst with preserving splenic function. SS - 37 Çocuklarda Meme Kitleleleri KK Cerit, E Çolak, G Kıyan, T Dağlı Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Çocuklarda meme kitleleri oldukça nadir görülmekte ve genellikle benign seyretmektedir. Bu çalışmada kliniğimizde memede kitle nedeniyle opere edilen hastaların histopatolojik sonuçlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: 15.07.2012-15.07.2015 tarihleri arasında kliniğimize memede kitle nedeniyle başvuran ve opere edilen hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların yaşları, cinsiyetleri, kitlenin tarafı, kitlenin boyutu, ultrasonografi bulguları, patoloji sonuçları, postoperatif takip süreleri incelendi. Bulgular: Bu tarihler arasında toplam 11 kız hastaya meme cerrahisi uygulanmıştır. Hastaların yaşları ortalama 8,3 yaş (3,4-16,5) idi. Hastaların 9’u memede kitle , 1’i koltuk altında kitle; 1’i ikinci meme ucu varlığı nedeniyle başvurmuştur. Kitlelerin 4’si solda; 7’ü sağda idi. 1 hastada ailede meme kanseri hikayesi mevcuttu. Preoperatif ultrasonografide kitle boyutları ortalama 3,9 mm (0,5-6,5) idi. Preoperatif ultrasonografide tanı fibroadenom(9), filloid tümör (1), aksesuar meme (1) idi. 1 hastada eşlik eden over kisti mevcuttu. Tüm vakalarda kitle total olarak çıkarıldı. Operasyon sonrası yapılan patolojik incelemede 10 hastada fibroadenom, 1 hastada foliküler diferansiyasyon gösteren ektopik deri eki tespit edilmiştir. Hastaların takip süresi ortalama 6,8 ay (1-28) idi. Hastaların kontrol takip ultrasonografilerinde patoloji izlenmedi. Sonuç: Çocuklarda meme kitlelerinde malignite olasılığı çok düşük olmasına rağmen, ailede meme kanseri hikayesi de bulunan şüpheli meme kitlelerinde cerrahi eksizyon öncelikle düşünülmelidir. Cerrahi öncesi yapılacak ultrasonografi, patolojik tanı ile genellikle uyumludur. Hastaların cerrahi sonrası da kontrol ultrasonografi ile takibi önem taşımaktadır. *** Breast Masses in childhood KK Cerit, E Çolak, G Kıyan, T Dağlı Marmara University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Aim: Breast masses are rare in childhood but they are mostly benign. In this study we presented the cases we operated in our clinic and their pathological results. Material and methods: The files of patients who were operated due to breast mass in our clinic between 15.07.2012-15.07.2015 were analyzed retrospectively. The age, gender, site of the mass, size of the mass, ultrasonographic findings, pathological results, postoperative follow-up were analyzed. Results: The study included 11 girls, average age was 8,3 (3,4-16,5). Palpable breast mass (9), accessory nipple (1), axillar mass (1) were the main complaints of patients. All patients were evaluated with ultrasound. The average of size mass was 3,9 mm (0,5-6,5). Fibroadenoma(9), phyllodes tumor (1), accessory nipple (1) were observed in preoperative US. 4 of masses were on left; 7 were on right. In all cases, total excision was performed. The histopathological examinations of 10 patients evaluated as a fibroadenoma and 1 of them evaluated as a folliculer differentiated ectopic skin. The follow-up period was 6,8 months (128). No pathological findings were observed in postoperative US. Discussion: Eventhough breast masses in childhood are rarely malign; surgery is strongly recommended if there is a family history. Preoperative US is generally concordant with histopathological results. Postoperative US examination is necessary for the follow-up of these patients. SS - 38 Çocuklarda Pankreas Kitleleri A Temiz*, SS Ezer*, E İnce*, HÖ Gezer*, N Yazıcı**, Ş Demir***, P Oğuzkurt*, A Hiçsönmez* *Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Başkent Üniversitesi, Pediatri AD ***Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji AD Giriş: Çocuklarda pankreas kitleleri oldukça nadirdir. Çoğunlukla benign karakterde olmakla birlikte primer veya metastatik malign kitleler ile karşılaşılabilir. Çalışmamızda kliniğimizde pankreas kitleleri tanısı alan hastalar değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Nisan 2005 ile Mayıs 2010 tarihleri arasında kliniğimizde pankreas kitlesi tansı alan hastaların dosyaları retrospektif olarak değerlendirilmiştir. Bulgular: Toplam 6 hastanın 3’ü kızdı. Yaşları 7 ay ile 17 yıl arasında (mean:11,41±6,16) değişmektedir. Başvuru şikayetleri karın ağrısı (n:4), öksürük (1), inmemiş testis (n:1) idi. Fizik muayenede, 1 hastada belirgin ele gelen kitle, 3 hastada epigastrik dolgunluk, 2 hastada normal muayene bulguları tespit edildi. Hastaların tamamında kan amilaz ve tümör marker değerleri normaldi. Bütün hastalarda görüntüleme yöntemi olarak ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi ve magnetik rezonans görüntülemeden yararlanılmıştır. 2 hastada solid kitle tespit edilirken, 3 hastada soliter kistik lezyon, 1 hastada multiple kistik lezyonlar görüntülenmiştir. Pankreas baş kısmından köken alan ve portal veni, hepatik arteri, superior mezenterik arter ve veni çevreleyen solid kitlesi olan bir hastaya perkütan biyopsi yapıldı. Patoloji pankreatoblastom olarak sonuçlandı. Kemoterapi sonunda rezidü kitle eksize edildi. Solid kitlesi olan ikinci hastada tümör enükleasyonu yapıldı. Patoloji solid pseudopapiller tümör olarak sonuçlandı. Multiple kistleri olan 1 hastada kistlerin tamamı eksize edildi. Patoloji konjenital basit kist olarak sonuçlandı. Soliter kisti olan 1 hastada ameliyat esnasındaki bulgular pseudokist ile uyumlu olması üzerine Kistoduodenostomi ameliyatı yapıldı. Kistik kitlesi olan 2 hasta ameliyatı kabul etmedi. 2 haftadan 2,5 yıla kadar olan takipleri sorunsuz seyretti. Tartışma: Çocuklarda son derece nadir görülmekle birlikte, pankreasın endokrin ve ekzokrin çeşitli tümörleri, metastatik tömürleri ve lenfomları da bildirilmiştir. Pankreas kitlelerinde mümkün oldukça eksizyon tercih edilmeli. Primer eksizyonun mümkün olmadığı, malign kitlelerde multidisipliner yaklaşımlar tercih edilmelidir. *** Pancreatic Masses in Children A Temiz*, SS Ezer*, E İnce*, HÖ Gezer*, N Yazıcı**, Ş Demir***, P Oğuzkurt*, A Hiçsönmez* *Baskent University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Başkent University, Department of Pedaitrics ***Baskent University Faculty of Medicine Department of Radiology Aim: Pancreatic tumors are very rare in children. Pancreatic tumors are usually benign. However primary and metastatic malign tumors have been reported. This report reviews the patients with the diagnosis of pancreatic tumors. Material and Method: This study retrospectively evaluates the files of patients between April 2005 and May 2010. Results: Of the 6 patient, three patients were female. The patients’ ages vary between 7 months and 17 years (mean: 11,41±6,16 years). The initial complaints were abdominal pain(n:4), caught(n:1), undescended testes(n:1). Epigastric fullness(n:3), marked abdominal mass(n:1), normal findings(n:2) were detected on physical examination. Amylase levels and tumor markers were normal in all patients. Ultrasonography, computerized tomography and magnetic resonance imaging were used as radiologic studies. Radiologic studies revealed solitary cystic mass in three patients, solid pancreatic mass in 2 patients and multiple pancreatic cysts in one patient. Percutaneous biopsy was performed in a patient with solid mass surrounded hepatic artery, portal vein, superior mesenteric artery and vein. Pathologic evaluation resulted as pancreatoblastoma. Residual tumor was excised after chemotherapy regimens. Tumor enucleation was preferred in other patient with solid mass resulted as solid pseudopapiller tumor with pathological evaluation. All cystic lesion were excised in patients with multiple cyst resulted as congenital simple cyst with pathological evaluation. Because cyst was assessed as pancreatic pseudocyst, cystogastrostomy was performed in a patient with solitary cyst. Remaining 2 patients with solitary cyst did not accept operation. The follow-up period was between 2 weeks and 2 years and is still uneventful in operated patients. Discussion: However pancreatic tumors are exceedingly rare in children, there are several case report with lymphoma, exocrine, endocrine and metastatic pancreatic tumors. Surgical excision should be preferred. Multidisciplinary approach is suggested in patients with malign tumor of pancreas, if complete surgical excision is not possible. SS - 39 Doğumsal diyafram hernisinde ekstrakorporiyal membran oksijenasyon (EKMO) deneyimleri T Soyer*, S Ekinci*, S Kesici**, M Tanyıldız**, F Yetimakman**, B Bayrakçı**, O Korun***, U Kumbasar***, E Dikmen****, Ş Yiğit*****, İ Karnak*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, M Yurdakök*****, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yoğun Bakım Ünitesi ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Anabilim Dalı ****Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Cerrahisi Anabilim Dalı *****Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yenidoğan Bilim Dalı Amaç: Doğumsal diyafram hernisi (DDH) nedeniyle ekstrakorporiyal membran oksijenasyon (EKMO) yapılan olgularda klinik ve cerrahi deneyimlerimizin sunulması amaçlanmıştır.Gereç ve yöntem: DDH nedeniyle EKMO yapılan olgular doğum haftası ve ağırlıkları, herninin yerleşim yeri, EKMO endikasyonları, EKMO’ya geçiş ve kalış süreleri, cerrahi onarım sonuçları ve EKMO komplikasyonları açısından irdelenmiştir.Bulgular: Çalışmaya doğum haftası ortalaması 37.5 (37-38 hafta) ve ortalama doğum ağırlığı 3380 g (3210-3850 g) olan 4 olgu alınmıştır. Erkek kız oranı 1:3’dür. Bir olguda sağ, 3 olguda sol herni tespit edilmiştir. Doğumdan itibaren konvansiyonel ventilasyon yöntemleri ve pulmoner hipertansiyon tedavisi (nitrik oksit, iliomedin, sildenafil) yapılmasına rağmen kan gazları, oksijenasyonu ve pulmoner basınçları düzelmeyen hastalara ortalama postnatal 2. günde (1-4 gün) EKMO için atrium-aorta kanülasyonu yapılmıştır. EKMO öncesi kan gazları incelendiğinde ortalama pH 7,11 (6,63-7,35), PCO2 65,5 (49-83), P02 54,7(36-72) ve O2 satürasyonu %81 (%74%88)’dir. Pulmoner basınçlar incelendiğinde; ortalama sağ pulmoner arter basıncı 59,7 mmHg (?)(55-65)’dır. EKMO kanülasyonu sırasında, 1 olguda torakatomi diğer 3 olguda laparatomi ile, politetrafloroetilen yama kullanılarak diyafram onarımı yapılmıştır. EKMO’da ortalama kalış süresi 34,75 gündür (11-83 gün). Bir olgu halen EKMO’nun 29. gününde izlemdedir. İzlem sırasında iki olguda iskemik barsak perforasyonu gelişmiş biri ileostomi yapılarak, diğeri primer sütür ile onarılmıştır. Bir olguda kanama ve pnömotoraks gelişmiştir. İleostomi açılan olgu sepsis nedeniyle EKMO’nun 15. gününde kaybedilmiştir. Diğer üç olgu sağ olup, EKMO’dan ayrılan iki olgu halen konvansiyonel ventilasyon ile desteklenmektedir (ortalama 47 gün).Sonuç: İlk deneyimler konvansiyonel ventilasyon ve pulmoner hipertansiyon tedavilerine rağmen pulmoner basınçları düzelmeyen olgularda EKMO ile ventilasyon desteğinin etkin bir tedavi alternatifi olduğunu ortaya koymaktadır. EKMO ile ilgili deneyimlerin artması ve klinik protokollerinin geliştirilmesi EKMO’ya bağlı komplikasyonların azalmasına ve DDH’de mortalitenin azaltılmasına olanak sağlayabilir. *** Experiences in extracorporeal membrane oxygenation in congenital diaphragmatic hernia T Soyer*, S Ekinci*, S Kesici**, M Tanyıldız**, F Yetimakman**, B Bayrakçı**, O Korun***, U Kumbasar***, E Dikmen****, Ş Yiğit*****, İ Karnak*, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, M Yurdakök*****, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatrics, Pediatric Intensive Care Unit ***Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Cardiovascular Surgery ****Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Thoracic Surgery *****Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatrics, Neonatology Unit Aim: To present the clinical and surgical experiences in extracorporeal membrane oxygenation (ECMO) in patients with congenital diaphragmatic hernia (CDH). Methods: Patients with CDH who underwent ECMO were evaluated for birth weight and week, localization of hernia, hernia, ECMO indications, time to ECMO ventilation and duration of ECMO, results of surgical treatment and complications. Results: Four patients with mean birth week of 37.5 weeks (37-38) and mean birth weight of 3380g (3210-3850g) were included. Male-female ratio is 1:3. Hernia was left sided in 3 patients and right sided in one patient. Although patients received conventional ventilation and treatment of pulmonary hypertension (nitric-oxide, ileomedin, sildenafil) underwent aorta-atrium cannulation for ECMO with a mean time of 2days (1-4days) with abnormal blood gases, oxigenation and pulmonary pressures. Blood gases before ECMO showed mean pH;7.11 (6.63-7.35), PCO2;65.5 (49-83), P02;54.7(36-72) and O2 saturation 81% (74%-88%). When pulmonary pressures were evaluated mean right pulmonary arterial pressure was 59.7mmHg (55-65). CDH were repaired with polytetraflouroethylenne patch via thoracotomy in one case and with laparotomy in three cases during ECMO cannulation. Mean ECMO ventilation time was 34.75 days (11-83 days). One of the cases is still on ECMO at 29th day. During follow-up, two patients developed ischemic bowel perforation and operated with ileostomy in once case and primary suture repair in other. One patient had bleeding and pneumothorax during ECMO ventilation. Patient who underwent ileostomy was died because of sepsis at 15th ECMO day. Three of the cases survived and two of them have still conventional ventilation support (mean 47 days). Conclusion: Initial experiences showed that ECMO is a promising alternative treatment in patients who did not respond to conventional ventilation methods and pulmonary hypertension treatment. Improvement in experiences in ECMO ventilation and development of clinical protocols may reveal decreased ECMO complications and mortality rate in CDH patients. SS - 40 Nörolojik hasarlı çocuklarda gastrostomi ve antireflü cerrahinin yeri:retrospektif değerlendirme V Elekberova, Z Dökümcü, E Divarcı, A Erdener, C Özcan Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç:Nörolojik hasarlı çocuklarda yutma güçlüğü, gastroözofageal reflü (GÖR) ve buna bağlı kusma sıktır ve bu sorunlar beslenme problemleri, gelişme geriliği ve akciğer aspirasyonu gibi önemli klinik problemlere neden olabilir. Beslenme amaçlı cerrahi gastrostomi öncesi bu hastalarda GÖR varlığının ortaya konması morbidite hatta mortalite riski nedeniyle kritiktir. Bu çalışmada gastrostomi ve gastrostomi ile birlikte antireflü cerrahi (Nissen fundoplikasyonu) sonuçlarının ortaya konulması amaçlanmıştır. Hastalar ve yöntem:Kliniğimizde 2004-2014 yılları arasında yutma güçlüğü ve buna bağlı beslenme bozukluğu yakınması ile başvuran 55 nörolojik hasarlı olgunun kayıtları geriye dönük incelendi. Olgular uygulanmış olan operasyona göre sadece laparoskopik gastrostomi (GrupG,n=34) ve laparoskopik Nissen fundoplikasyonu ve gastrostomi (GrupN+G,n=21) olarak iki gruba ayrıldı. Gruplar; postoperatif GÖR varlığı, klinik bulgular, operatif sonuçlar, komplikasyonlar ve ebeveyn memnuniyeti açısından karşılaştırıldı. Bulgular:Ortalama yaşı 61 ay (6-204 ay), ortalama vücut ağırlığı 17 kg olan 25’i erkek, 30’u kız toplam 55 olgunun ortalam izlem süresi 2,2 yıldı (1-5 yıl). Her iki grupta da ameliyat öncesi ve sonrası arasında anlamlı kilo - boy artışı ve akciğer enfeksiyonlarında azalma saptandı. Kusmaların azalması sadece Grup N+G’da anlamlı idi. Grup G’de işlem öncesi kusma şikayeti olmayan 27 hastanın 26’sında (%96,3) gastrostomi sonrasında da kusma gelişmedi. Grup G’de nadir kusma yakınması olan ve yapılan tetkikler sonucu GÖR saptanmayan 7 olgunun 4’ünde işlem sonrasında kusma yakınması kaybolurken 3 olguda ise şikayetlerinde artma olması nedeniyle sekonder olarak antireflü operasyon eklendi. Grup N+G’de nüks saptanmadı. Gruplar arasında komplikasyon açısından fark saptanmadı. Her iki grupta da ebeveyn memnuniyeti yüksek oranda saptandı (Grup G: %79, Grup N+G: %90). Sonuç:Yutma bozukluğu olan nörolojik hasarlı çocuklarda tek başına ya da antireflü cerrahisi ile birlikte gastrostomi klinik parametrelerde düzelme sağlamakta, yaşam kalitesini yükseltmekte ve aile memnuniyetini arttırmaktadır. İşlem öncesi kusma yakınması olmayan olgularda gastrostomi kusmaya neden olmamaktadır. Gastrostomi işlemi öncesi GÖR açısından klinik değerlendirmede kusmanın varlığı, hasta yönetimi ve tedavisinin planlanmasında yeterli ve yol göstericidir. *** The role of gastrostomy and fundoplication in neurologically impaired children : retrospectıve evaluation V Elekberova, Z Dökümcü, E Divarcı, A Erdener, C Özcan Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery Background:Dysphagia, gastroesophageal reflu(GER) and vomiting are frequent in neurologically impaired children. These problems can cause significant clinical problems as feeding difficulty, growth retardation and pulmonary aspiration. Due to risk of morbidity and mortality, detection of GER in these patients prior to gastrostomy is critical. Results of gastrostomy alone and gastrostomy with anti-reflux surgery is presented herein. Patients and method:Hospital records of 55 neurologically impaired children who had undergone gastrostomy or gastrostomy+Nissen fundoplication in our clinic between 20042014 were reviewed. Patients were divided into two groups according to surgical procedure performed; laparoscopic gastrostomy alone (GroupG,n = 34) and laparoscopic Nissen fundoplication and gastrostomy (GroupN+G,n=21). Presence of postoperative GER, clinical findings, operative results, complications and parental satisfaction rates were compared. Results: Total of 55 patients (25 boys,30 girls) with a mean age of 61(6-204) months and mean body weight of 17kg were enrolled in the study. Average follow-up time was 2.2(1-5) years. There was significant weight and height gain and decrease in frequency of pulmonary infections in both groups following surgery. Decrease of frequency of vomiting was only significant in GroupN+G. Gastrostomy alone didn’t cause vomiting in 26 cases of GroupG(96.3%). In GroupG, there were 7 GER(-) patients with rare preoperative vomiting. In 4 of these, vomiting complaints disappeared following gastrostomy whereas secondary antireflux surgery was necessary in remaining 3 patients with increased postoperative frequency of vomiting. There was no recurrence of GER in GroupN+G. The difference of complication between groups was insignificant. Parental satisfaction following surgery was high in both groups (GroupG:79%, GroupN+G:90%). Conclusion:Both gastrostomy alone or gastrostomy with anti-reflux surgery improves clinical condition and quality of life with high rate of parental satisfaction in neurologically impaired children with dysphagia. Gastrostomy alone doesn’t cause vomiting in preoperative symptomfree patients. Presence of vomiting is important and sufficient for planning and management of these patients prior to surgery. SS - 41 Penil Turnike Uygulaması Sonrasında Üretra Endoteline Bakteri Adezyonunun in vitro Değerlendirilmesi Ö Boybeyi*, B Kaçmaz**, E Arat***, P Atasoy****, Ü Kısa*****, Y Dere Günal******, MK Aslan******, T Soyer* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi, Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları AD, Kırıkkale ***Kırıkkale Üniversitesi Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü, Kırıkkale ****Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji AD *****Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya AD ******Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Penil turnike (PT), turnikenin altında ve distalinde direk basınç etkisine bağlı komplikasyonlara neden olabilir. PT’nin üretra endoteline bakteri adezyonununa etkisi hakkında yeterli bilgi yoktur. Üretra endoteline bakteri adezyonunda PT’nin etkisini araştırmak amacıyla in vitro bir çalışma oluşturulmuştur. Yöntem: Otuzbeş sıçan kontrol (KG, n=7), sham (SG, n=14) ve PT (PTG, n=14) gruplarına ayrılmıştır. KG’da herhangi bir işlem yapılmamıştır. SG ve PTG’da 5 mm uzunluğunda üretra kesisi ve onarımı yapılmıştır. PTG’da işlem sırasında 10 dk süreyle PT uygulanmıştır. Tüm deneklerde eşit iskemi oluşturmak için doku oksijenizasyon monitörü (MoorVMS-OXY) kullanılmıştır. Doku örnekleme zamanına göre SG ve PTG alt gruplara ayrılmıştır; 1.saat (SG-1, PTG-1) ve 24.saat (SG-2, PTG-2). Alınan örneklerde patolojik olarak yara iyileşmesi ve imünohistokimyasal olarak e-selectin, ICAM-1 ve eNOS antikor boyamaları değerlendirilmiştir. in vitro test için, üretra izole edilip kültüre alınmıştır. Üretra endotel proliferasyonu sonrasında, E.coli (106 bakteri/ml) ile inkübasyon yapılmıştır. Adezyon gösteren ortalama bakteri sayısının endotel hücresine oranı hesaplanmış ve sonuçlar yüzde değer olarak verilmiştir. Bulgular: Patolojik olarak, yara iyileşmesi skoru SG’da KG’na göre ve PTG’da KG ve SG’na gore anlamlı derecede yüksektir (p<0.05). Doku örnekleme süresi artıkça bu skorlar artmıştır (p<0.05). İmünohistokimyasal olarak, tüm antikorlarla boyanmalar PTG-2’de KG, SG ve PTG-1’e gore anlamlı derecede artmıştır (p<0.05). in vitro hücre proliferasyonu KG ve SG’da elde edilebilmiştir. Bakteri adezyon oranları KG’da %10±7.8, SG-1’de %42±9 ve SG-2’de %85±8.2 dir (p<0.05). Sonuç: PT imünohistokimyasal olarak bakteri adezyon moleküllerini etkilemektedir. PT adezyon besiyerinde üretra endotelinin çoğalmasına engel olmaktadır. Preoperatif antibiyotik profilaksisinin doku iskemisi oluşmadan üretra endoteline ulaşabilmesi için PT’den önce verilmesi önerilir. *** In vitro Evaluation of Bacterial Adhesion to Urethral Endothelium After Penile Tourniquet Application Ö Boybeyi*, B Kaçmaz**, E Arat***, P Atasoy****, Ü Kısa*****, Y Dere Günal******, MK Aslan******, T Soyer* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **KIRIKKALE UNIVERSITY, MEDICAL FACULTY, DEPARTMENT OF CLINICAL MICROBIOLOGY AND INFECTIOUS DISEASES, KIRIKKALE ***KIRIKKALE UNIVERSITY, SCIENCE FACULTY, DEPARTMENT OF BIOLOGY, KIRIKKALE ****Kirikkale University Faculty of Medicine Dept. of Pathology *****Kirikkale University Faculty of Medicine Dept. of Biochemistry ******Kırıkkale University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Aim: Penile tourniquet (PT) causes complication related to direct pressure effect beneath and distal to tourniquet. There is no enough data regarding PT effects on bacterial adhesion to urethral endothelium. We conducted an in vitro study to investigate effect of PT on bacterial adhesion to urethral endothelium. Methods: Thirty-five rats were allocated into control group (CG, n=7), sham group (SG, n=14) and PT group (PTG, n=14). No intervention was done in CG. A 5 mm-length urethral repair was performed in SG and PTG. In PTG, 10min-duration PT was applied during procedure. Tissue oxygenation monitor (MoorVMS-OXY) was used to achieve same degree of ischemia in all subjects. SG and PTG were allocated into 2 subgroups according to time of tissue harvesting; 1 hour (SG-1, PTG-1) and 24 hour (SG-2, PTG-2). Harvested penile tissues were examined pathologically for wound healing and immunohistochemically for staining with e-selectin, ICAM-1 and eNOS antibodies. For in vitro assay, urethra was isolated and cultivated. After urethral cell proliferation was achieved, incubation with E.coli (106 bacteria/ml) was performed. Mean number of adhering bacteria per endothelial cell was counted and given as percentage. Results: Pathologically, wound healing scores were higher in SG than CG and in PTG than CG and SG (p<0.05). The scores were significantly altered in samples with late harvesting time (p<0.05). Immunohistochemically, staining with all antibodies was significantly higher in PTG-2 compared to CG, SG and PTG-1 (p<0.05). In vitro urethral cell proliferation was only achieved in CG and SG. Bacterial adhesion percentages were 10%±7.8% in CG, 42%±9% in SG-1 and 85%±8.2% in SG-2 (p<0.05). Conclusion: PT causes alteration in bacterial adhesion molecules immunohistochemically. PT inhibits urethral endothelium proliferation in adhesion assay. Preoperative antibiotics prophylaxis should be performed before PT application in order to make antibiotics to achieve to urethral cells before tissue ischemia develops. SS - 42 Nöral Tüp Defektli Hastalarda TRPM6 Genindeki Mutasyonların Araştırılması M Saraç*, EE Önalan**, Ü Bakal*, T Tartar*, A Tektemur**, E Taşkın***, FS Erol****, A Kazez* *Fırat Üniversitesi Çocuk Cerrahisi AD **Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıbbi Biyoloji AD ***Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağ. Hast. Yenidoğan Bilim Dalı ****Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi Beyin ve Sinir Cerrahisi AD Amaç: Nöral tüp defekti (NTD)’nin genetik etiyopatogenezinde nöral tüpün kapanma sürecinde etkili olan bazı genlerdeki mutasyon veya polimorfizmlerinde rol alabileceğine dair çalışmalar mevcuttur. Magnezyum kemik gelişiminde önemli rol oynayan bir element olup magnezyum homeostazisinde rol alan genlerin NTD etyopatogeneinde rol alabileceği düşünülmektedir. Çalışmada NTD hastalarında TRPM6 polimorfizm genotip ve allel sıklıklarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Metot: Bir Üniversite Hastanesi Çocuk Cerrahisi kliniğine başvuran NTD tanılı 150 hasta ve kontrol grubu olarak yaş ve cinsiyet açısından benzer 150 çocuk çalışmaya dahil edildi. Hasta DNA’larından TRPM6 genine ait rs2274924 (A˃G; K1579E;Leu1579Glu) ve Rs3750425 (G˃A Val1393Ile) polimorfizmleri, TaqMan probları kullanılarak ABI 7500 Fast Real Time System (Applied Biosystems, Foster City, CA) cihazında çalışıldı. Hastaların ve kontrol grubunun serum magnezyum ve kalsiyum değerleri ölçüldü. Bulgular: TRPM6 genindeki rs2274924 genotip dağılımları açısından hasta ve kontrol grubu arasında istatistiki olarak anlamlı farlılık olduğu (p=0,049) ve hasta grubunda AA genotipinin azaldığı heterozigot AG genotipinin ise attığı belirlendi. TRPM6 genindeki Rs3750425 polimorfizm genotip ve allel dağılımları açısından kontrol ve hasta gurbu karşılaştırıldığında anlamlı bir farklılık bulunmadı. Ancak hasta grubunda ortalama serum magnezyum düzeyleri açısından rs3750425 polimorfizim genotiplerine göre anlamlı farklılık bulundu. rs3750425 polimorfizmi için GG genotipine kıyasla GA ve AA genotipinde serum magnezyum düzeylerinin istatistiki olarak anlamlı düzeyde daha yüksek olduğu belirlendi (p=0.003). Sonuç: Magnezyum eksikliğinin intrauterine gelişme geriliği, malformasyon ve ani ölüm sendromlarına neden olduğu bilinmektedir. NTD etyopatogenezinde özellikle embriyonik gelişim sürecinde magnezyum düzenlenmesinde rol oynayan TRPM6 genindeki genetik varyantların rol alabileceği düşünülmektedir. *** Investigation of Gene TRPM6 Mutation in Patients with Neural Tube Defect M Saraç*, EE Önalan**, Ü Bakal*, T Tartar*, A Tektemur**, E Taşkın***, FS Erol****, A Kazez* *University of Firat Department of Paediatric Surgery **Firat University Medical Faculty Dept. of Pediatric Surgery ***Firat University Medical Faculty Dept. of Pediatrics and Neonatology ****Firat University Medical Faculty Dept. of Neurosurgery Objective: There are a number of studies about polymorphisms that could be involved in neural tube defect (NTD) pathogenesis of genetic mutations in certain genes that are effective in the process of closure of the neural tube. It is believed that Magnesium is an element which plays an important role in bone development, and genes involved in magnesium homeostasis also lead to NTD etiopathogenesis. In this study the evaluation of TRPM6 polymorphism genotype and allele frequency in NTD patients has been aimed. Methods: 150 patients admitted a University Hospital, Paediatric Surgery Clinic diagnosed with NTD as patients and the control group subjects were included in the study and 150 children having nearly the same age and sex. From the DNA of the patients polymorphisms of TRPM6 gene rs2274924 (AG; K1579 to; leu1579gl) and Rs3750425 (GA val1393ıl A), were studied using taqman prob 7500 Fast Real-Time System (applied Biosystems, Foster City, CA) and serum magnesium and calcium values of control group and patients were studied. Results: It is determined that there is a statistically significant difference of rs2274924 in TRPM6 gene in terms of genotype distributions between patients and controls (p = 0.049) and in patients AA genotype was seen on decrease, yet, heterozygous AG genotype was on the increase. No significant differences in gene Rs3750425 polymorphism genotype in TRPM6 allele distributions were seen when control group was compared to patients. However, in terms of mean serum magnesium levels in the patient group there were significantly differences. It was determined that for rs3750425 polymorphism, when compared to GG genotype, the serum magnesium levels were statistically significantly higher in genotype polymorphism GA and AA genotype (p = 0.003). Conclusion: Magnesium deficiency is known to cause intra-uterine growth retardation, malformation and sudden death syndrome. In NTD pathogenesis especially in embryonic development, genetic variants of TRPM6 genes in the regulation of magnesium are believed to play an important role. SS - 43 Mesane ekstrofisi ve epispadias onarımında radikal yumuşak doku mobilizasyonu ve total penil korpus diseksiyonu H Emir*, M Eliçevik*, Ş Emre*, R Özcan*, A Abilov**, L Abbasoğlu***, S Aksöyek****, OF Şenyüz*****, C Büyükünal*, Y Söylet* *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD Çocuk Ürolojisi BD **Memorial Sağlık Grubu, Hizmet Hastanesi, Çocuk Cerrahisi, İstanbul ***Acıbadem Universitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, İstanbul ****Medicana International, İstanbul Hastanesi Çocuk Cerrahisi, İstanbul *****İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD AMAÇ: Mesane ekstrofisi ve epispadiyas kompleksine (EEK) yönelik radikal yumuşak doku mobilizasyonu (RYDM) ve ekstensif total penil korpus diseksiyonu sonrası erken postoperatif dönemi değerlendirmek. OLGULAR VE YÖNTEM: 2010 – 2015 yılları arasında ameliyat edilmiş EEK hastalarının tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi. RYDM cerrahisi yaklaşım olarak pubik ramusdan bilateral ekstensif penil korpus diseksiyonu ve Kelly yönteminde olduğu gibi gergin olmayan mesane boynu rekonstrüksiyonunu içerdi. Mesanenin çok küçük olduğu olgularda büyük polipler eksize edildi Üretral plak sağlıklı ve yeteri kadar uzunlukta ise üretroplasti ve epispadiyas onarımı, eğer değilse penoskrotal hipospadiyas ve epispadiyas tamiri yapıldı. Kız çocuklarda vajina ve klitorisin anatomik repozisyonu ve nöroüretranın üzerinde korpoplasti yapılarak genital rekonstrüksiyon gerçekleştirildi. BULGULAR: Bu yöntem yaş ortalaması 58 ay olan (4 – 336) 62 hastaya (K:15, W:47) uygulandı. Preoperatif değerlendirmede 20 olguda primer EEK, 15 olgudada kapalı mesane ile birliktelik gösteren EEK, 7 olguda (1 epispadiyas ve 6 EEK) total üriner inkontinans ile birliktelik gösteren onarılmış EEK, 14 olguda (3 epispadiyas ve 11 EEK) EEK’nin başarısız onarımı ve 6 olguda epispadiyas tespit edildi. Kateterin yerinden çıkması (n = 4), mesane boynu fistülü (n = 2), üretrokütanöz fistül (n = 1), operasyon yarasında açılma (n= 2), fasyada açılma (n = 2), perirenal ürinom (n = 1), ürosepsis (n = 2), üretral striktür (n = 1) cerrahi sonrası erken dönemde görülen komplikasyonlardı. Olguların hiçbirinde korpus – glandüler doku kaybı ya da iskemi görülmedi. Mesane boynu fistülleri lokal bakım ile düzeldi. Trans üretral voiding 45 olguya yapıldı. Onyedi olguda temiz aralıklı kateterizasyon başlandı. SONUÇ: RYDM ve penil korpusun pubik kollardan kapsamlı olarak serbestlenmesi EEK’de kabul edilebilir komplikasyon oranı ile gergin olmayan bir ürogenital rekonstrüksiyon olanağı sağlamaktadır. Küçük mesaneler bile dorsal detrusotomi ve polipoid mukozal dokuların çıkarılması ve RYDM ile başarılı olarak kapatılabilir. Bu cerrahi yaklaşım bu grup olgularda augmentasyon gereksiminin azalmasını sağlayabilir. Üst üriner sistem ve üriner inkontinans değişiklikleri yakından izlenmelidir. *** Radical soft tissue mobilisation and extensive total penile corporal dissection for the repairement of the bladder extrophy and epispadias H Emir*, M Eliçevik*, Ş Emre*, R Özcan*, A Abilov**, L Abbasoğlu***, S Aksöyek****, OF Şenyüz*****, C Büyükünal*, Y Söylet* *Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery Division of Pediatric Urology **Memorial Healthcare Group, Hizmet Hospital, Pediatric Surgery, Istanbul ***Acibadem University School of Medicine Department of Pediatric Surgery ****Medicana International, Istanbul Hospital, Pediatric Surgery, Istanbul *****Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery PURPOSE To evaluate early postoperative period after radical soft tissue mobization(RSTM) and total penile corporal dissection for bladder exstrophy epispadias complex(EEC). MATERIAL AND METHODS The medical records of EEC patients who were operated between 2010-2015 were analyzed, retrospectively. The operative technique consisted of the RTSM, bilateral extensive penile corporal dissection from the pubic arms and a tension free bladder neck recontruction as in Kelly procedure. Excision of excessive polyps and dorsal detrusorotomy if the bladder is too small. Urethroplasty and epispadias repair If the urtehral plate is healty and long enough, creation of penoscrotal hypospadias and epispadias repair, if not. Genital reconstruction with the use of anatomical repositioning of the vagina including clitoral and corporal plasty over the neourethra in girls. RESULTS The technique was performed in 62 patients(F:15,M:47), mean age of was 58(r:4-336) months. The preoperative status was primary EEC in 20pts., EEC with closed bladder in 15pts., repaired EEC with total urinary incontinence in 7pts.(epispadias:1,EEC:6), failed EEC repairs in 14pts.(epispadias:3, EEC:11), epispadias in 6pts. Early surgical complications were catheter dislodgement(n: 4), bladder neck fistula(n:2), urethrocutaneous fistula(n:1), skin dehiscence(n:2), fascial dehiscence(n:2), perirenal urinoma(n:1), urosepsis(n:2), urethral stricture(n:1).The patients developed neither corporal-glandular tissue loss nor ischemia. Bladder neck fistulas disappered after local care. Transurethral voiding was established in 45 patients. CIC was started in 17 patents. CONCLUSIONS RSTM and extensive penile corporal release from the pubic arms allow a tension free urogenital reconstruction in EEC with an acceptable complication rate. Even small bladders can be succesfully closed using RTSM, excision of the polipoid mucosal tissue and dorsal detrusorotmy. This surgical approach might decrease the need of augmentation procedures in this group of patenti. Changes in the upper urinary tract and urinary continence should be closely followed up. SS - 44 Non-nöropatik Nöropatik Mesane Gerçekten Non-nöropatik mi? S Tiryaki*, **, A Tekin*, İ Yağmur*, T Soyer***, C Çallı**, İ Ulman*, A Avanoğlu* *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Non-nöropatik Nöropatik Mesane Gerçekten Non-nöropatik mi? Amaç Hinman Sendromu, nöropatik mesaneyi andıran ürodinami bulguları ve klinik gidişata rağmen nöropatinin olmaması ile kafa karıştırıcı, oldukça nadir bir hastalıktır.Difüzyon Tensör Görüntüleme(DTI) periferik sinirlerin değerlendirilmesinde kullanılmaya henüz başlanan ancak lumbosakral pleksusta kullanılabilirliği gösterilmiş özel bir MRG tetkikidir. Bu çalışmada Hinmann sendromunda daha önce değerlendirilmemiş olan sakral sinir pleksuslarının DTI ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem Çalışmaya ürodinami ile ağır mesane disfonksiyonu saptanması, sintigrafi ile renal hasarın ortaya konulması ve spinal MRG ile patoloji saptanmaması koşulları yerine getirmesiyle Hinmann sendromu tanısı alan hastalar dahil edilmiştir.Çalışmaya katılmayı kabul eden 6 hastanın kayıtları incelendikten sonra 3,0 Tesla MRG sistemi ve 16 kanallı body coil ile MRG tetkikleri elde olunmuştur. Lumbosakral pleksusları ortaya koyabilmek için traktografi yapılmış, sağ ve sol pleksuslar için ayrı ayrı fraksiyonel anizotropi ölçümleri hesaplanmıştır. Bulgular Çalışmaya katılan 6 hastadan 3’ü böbrek yetmezliği sürecinde olup biri düzenli hemodiyalize girmekte, ikisi destek tedavisi görmektedir. Hastalardan biri kontrol altına alınamayan ağır instabilite sebebiyle vezikostomi ile izlenmekte, diğer hastalar mesanelerini temiz aralıklı kateterizasyon ile boşaltmaktadır. Ürodinamik basınç-akım traseleri incelendiğinde dördünde hiperrefleks, ikisinde fibrotik, birinde arefleks detrusor saptanmıştır. DTI çekilen 6 hastanın birinde hareket artefaktı sebebiyle ölçüm yapılamamış, 3’ünde her iki pleksus arasında daha önce spina bfidalı hastalarda saptanana benzer şekilde asimetri saptanmıştır. Bu bulgunun ürodinami bulguları yada semptomların ağırlığıyla ilişkisi saptanmamıştır. Sonuç Gelişen teknoloji ile hastalıkların patofizyolojilerini değerlendirme becerimiz artmaktadır. Çalışmamızla Hinman sendromlu hastalarda ilk defa ürodinamik bulgular dışında hastalığın nöropatik etiyolojisinin olabileceğini gösterebilecek veriler elde ettiğimizi düşünmekteyiz. İdrar kaçırma Hasta 1 Hasta 2 Hasta 3 Hasta 4 Hasta 5 Hasta 6 var var yok yok var vezikostomi İdrar yolu Ürodinami enfeksiyonu var yok var var var var hiperrefleks arefleks hiperrefleks fibrotik hiperrefleks hiperrefleks Üroflovmetri KBY FA İşeme yok Kesintili Kesintili Kesintili Plato Kesintili Sağ 0,23 0,28 0,16 0,31 0,29 var yok yok var yok var Sol 0,24 0,29 0,22 0,27 0,18 *** Non-neuropathic Neuropathic Bladder: Is it Really Non-neuropathic? S Tiryaki*, **, A Tekin*, İ Yağmur*, T Soyer***, C Çallı**, İ Ulman*, A Avanoğlu* *Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Ege University Faculty of Medicine, Department of Radiology ***Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Non-neuropathic Neuropathic Bladder: Is it Really Non-neuropathic? Aim Hinman Syndrome is a confusing rare disease with urodynamic findings and clinical course resembling neuropathic bladder and no neuropathic etiology. Diffusion Tensor Imaging (DTI) is a special MRI technique which has recently been used for peripheral nerves but shown to be feasible for evaluation of lumbosacral plexus. Our aim was to evaluate the lumbosacral plexus using DTI which has never been done for Hinman Syndrome. Patients-Methods Patients who fulfill the criteria of Hinman syndrome with severe bladder dysfunction in urodynamics, renal scars in scintigraphies and no pathology in MRI were included in the study. Six patients admitted to participate in the study. MRI was performed with 3,0 Tesla MRI system and 16 channel body coil. Tractography was done to evaluate lumbosacral plexus and fractional anisotropy was computed for the right and left plexuses. Results Among these 6 patients, 3 had renal insuffieciency. One receives regular dialysis, the other two requires supplementary treatment. One patient has vesicostomy for severe instability, the others use clean intermittent catheterization to empty their bladders. When urodynamic studies are evaluated, 4 had hyperreflexive, two had fibrotic and one had areflexive bladders. DTI was performed to all but one patient’s examination wasn’t adequate for calculations. Three patients had asymmetry reminding the previous findings of spina bfida patients. This finding had no relation with urodynamic findings or clinical outcome. Conclusion Technological advancements upgrade our abilities to reveal the pathophysiologies of diseases. Our study is the first one which provides data to show that Hinman syndrome may have a neuropathic etiology. SS - 45 MESANE DİVERTİKÜLÜNÜN MESANE FONKSİYONLARINA ETKİSİNİN ÜRODİNAMİK OLARAK DEĞERLENDİRİLMESİ: DENEYSEL TAVŞAN ÇALIŞMASI S Çelebi*, Ö Kuzdan*, M Yazıcı*, S Özaydın*, C Beşik Beştaş*, Ü Güvenç*, Z Mahmut*, S Sander** *Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, İstanbul **Kanuni Sultan Süleyman Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Çocuk Ürolojisi Bilim Dalı AMAÇ: Disfonksiyonel işemenin mi mesanede divertikül nedeni olduğu ya da konjenital kaynaklı bir mesane divertikülünün mü disfonksiyonel işemeden sorumlu olup olmadığı bilinmemektedir. Bu çalışmanın amacı, tavşanlarda mesane divertikülünün mesane fonksiyonu üzerindeki etkisini ürodinamik bulgulara dayanarak araştırmaktır. GEREÇ VE YÖNTEMLER Toplamda, 24 Yeni Zelanda beyaz tavşanı dört gruba ( grup başına n=6) randomize edilmiştir: 1) sham; 2) 1 cm çapında bir divertikül; 3) 3 cm çaplı bir divertikül; ve 4) dört adet 1 cm çapında divertikül. Ürodinamik değerlendirmeler, preoperatif ve postoperatif 1. hafta ve 1. ayda olmak üzere toplamda 3 kez; işeme sonrası rezidü (ISR), maksimum mesane kapasitesi (MMK), detrüsör basıncı (Pdet), komplians ve stabil olmayan detrusor kasılmaları ölçmek için yapıldı. İstatistiksel anlamlılık, Kruskal-Wallis ve Student t-testi kullanılarak tespit edildi. BULGULAR: 1. ve 2. Grup, MMK, Pdet ve komplians referans aralıkları içindeydi ve ISR yoktu. 3. ve 4. Gruptaki tüm tavşanlarda ISR vardı. Ameliyat sonrası 30. gün ürodinamik kontrolde, MMK sırasıyla 3. ve 4.grubun beklenen mesane kapasitesi referans aralığının sırasıyla, % 28 ve % 31 daha düşük olduğu ve komplians da anlamlı (p <0.05) azaldığı bulundu. Pdet 3. grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p <0.05) . 3. Grupta stabil olmayan detrusor kasılmaları vardı. SONUÇ Büyük veya multipl divertikül; mesane depolama ve boşaltma fizyolojisini bozar ve düşük hacimli, yüksek basınçlara neden olabilir. Bu durum mesane esnekliğini, diğer bir deyişle, kompliansını azaltılır. Büyük divertikül instabil detrusor kontraksiyonlara neden olarak disfonksiyonel işemeye neden olabilir. *** THE EFFECT OF BLADDER DIVERTICULA TO BLADDER FUNCTIONS: URODYNAMIC EVALUATION IN AN EXPERIMENTAL STUDY IN RABBITS S Çelebi*, Ö Kuzdan*, M Yazıcı*, S Özaydın*, C Beşik Beştaş*, Ü Güvenç*, Z Mahmut*, S Sander** *Kanuni Sultan Suleyman Education and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery, Istanbul **Kanuni Sultan Suleyman Education and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery, Division of Pediatric Urology, Istanbul PURPOSE It has not been determined whether dysfunctional voiding causes diverticula, or if congenital diverticula is responsible for dysfunctional voiding. This study evaluates the effect of bladder diverticula on bladder function in a rabbit model based on urodynamic findings. MATERIAL AND METHODS In total, 24 New Zealand white rabbits were randomized to four groups (n=6 per group): 1) sham surgery; 2) a single, 1-cm-diameter diverticulum; 3) a single, 3-cm-diameter diverticulum; and 4) four 1-cm-diameter diverticula. Urodynamic evaluations were performed preoperatively and 1 week and 1 month postoperatively, to measure the post-micturition residual (PMR), maximum bladder capacity (MBC), detrusor pressure (Pdet), compliance and unstable detrusor contractions. Statistical significance was determined using Kruskal-Wallis and Student's t-test. RESULTS In groups 1 and 2, the MBC, Pdet, and compliance were within the reference ranges and none of the rabbits had PMR. In groups 3 and 4, the rabbits all had PMR. At 30 days after surgery, the MBC was 28% and 31% lower than the reference range in groups 3 and 4, respectively, and compliance was decreased (p<0.05). Further, the Pdet was significantly higher than in rabbits with 1-cm diverticula or those in the sham group (p<0.05). Group 3 had unstable detrusor contractions. CONCLUSIONS Large or multiple bladder diverticula alter bladder storage and emptying, and can decrease the capacity of the bladder and reduce its elasticity, causing higher pressures with reduced volumes. In other words, compliance is decreased. Large or multiple bladder diverticula can cause dysfunctional voiding. SS - 46 Deneysel Testis Torsiyonunda Testis Dokusunun Elastografi ile Değerlendirlmesi KÖ Hançerlioğulları*, A Tosun**, G Hançerlioğulları***, T Soyer**** *Giresun Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Giresun Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı ***İstanbul Bilgi Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Endüstri Mühendisliği Bölümü ****Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Çocuklarda testis torsiyonu (TT) önemli cerrahi aciller arasında yer alır. TT tanı ve tedavisinde objektif bir metod olan doku katılığını gri skal ve renkli imajla değerlendiren elastografinin etkinliğini değerlendirmek üzere deneysel bir çalışma yapılmıştır. Gereç ve Yöntem: Çalışmada 16 adet aynı ağırlık ve yaşta prepubertal erkek beyaz Yeni Zelanda tavşanı kullanılmış, ve 8’er tavşandan oluşan iki gruba ayrılmıştır. Grup-I: Sağ testis fikse edilip, Grup-II: Sağ testis 720 ° saat yönünün tersine torsiyone edilip fikse edilerek 1 ve 2 saatlik iskemileri sonrası sol testisle beraber eş zamanlı ölçümleri yapılmış, ancak sağ testis iskemisinin sol testisde yaratabileceği değişikliklerin daha iyi gözlenebilmesi açısından sol testise 24. saatte ek ölçüm yapılmıştır. Bulgular: Sağ testis 1. saat, 2. saat ve 24. saat elastografi değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı derecede artış gözlenmiştir (p<0,05). Sol Testis 1. saat, 2. saat değerleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık olmazken (p>0,05), sol testis 24. saat elastografi değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı derecede artış gözlenmiştir (p<0,05). Sonuç: TT’da iskemi süresi uzadıkça testis dokusunun elastografik ölçüm değerlerinin anlamlı şekilde arttığı görülmüştür, bu da elastografi yönteminin testis torsiyonu tanısında diğer tanısal tetkiklere katkıda bulunabileceğini göstermektedir. *** The Evaluation of Testis Tissue by Elastography in Experimental Testis Torsion KÖ Hançerlioğulları*, A Tosun**, G Hançerlioğulları***, T Soyer**** *Giresun University Medical School Department of Pediatric Surgery **Giresun University Medical school Department of Radiology ***İstanbul Bilgi University Faculty of Engineering and Natural Sciences Department of Industrial Engineering ****Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Objective: Testis torsion (TT) in children is one of the most important urgent surgery . In this study, the value of the elastography, an objective method that measures the scleroma in greyscale or in color image, is emphasized through an experimental study. Materials and methods: Sixteen male New Zealand white rabbits of the same age and weight that were divided into two equal groups of eight rabbits each. In Group I (sham group), right testis were fixated, and in Group II (torsion group), right testis underwent 720° torsion in a counterclockwise direction. At 1 h and 2 h of ischemia, both testis were measured by the two techniques, and an additional measurement was taken at 24 h to determine any changes in the left testis due to the right testis ischemia. Results: A statistically significant increase in right testis elastography values at 1h, 2h and 24 h (p<0,05). Although in terms of the left testis elastography values at 1h, 2h, there is no statistically significant difference (p>0,05, a statistically significant increase in left testis is elastography values at 24h (p<0,05). Conclusions: As a conclusion, it is observed that as ischemia duration increases in TT, the elastographic values of the testis tissue increases signicantly, and this indicates that the elastography is an effective method in diagnosis of testis torsion. SS - 47 Küçük üretrokutanöz fistüllerde basit bir teknik: ligasyon SC Karakuş, İR User, V Akçaer, BH Özokutan, H Ceylan Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Giriş: Üretrokutanöz fistüller (UKF) hipospadias cerrahisinin sık görülen önemli bir komplikasyonudur. Özellikle nüks UKF onarımları çocuk cerrahları için başa çıkılması zor bir durumdur. Bu çalışmada, çapları küçük olan UKF’lerin onarımında kullanılabilecek basit ve etkili bir tekniği sunmayı amaçladık. Hastalar ve Yöntem: Temmuz 2010- Ocak 2015 tarihleri arasında çapı 2 mm’den küçük ve tek UKF’si bu yöntemle onarılan 13 hasta çalışmaya dahil edildi. Bu teknikte, fistül ağzı çepeçevre insize edildikten sonra UKF traktı üretraya kadar dikkatli bir keskin diseksiyon ile izole edildi. UKF, gergin olmayacak şekilde dibinden 6/0 polygactin sütur ile çift bağlandı. Hazırlanan dartos flebi fistül bölgesinin üzerine getirildi. Cilt 6/0 polygactin sütur ile kapatıldı. Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 5.9±3.8 (2-14) yıldı. Tüm hastalara daha önce “tubularized incised plate urethroplasty” (TIPU) yöntemiyle hipospadias onarımı yapılmıştı. İlk ameliyat ile fistül onarımı arasında geçen ortalama süre 10.2±8.2 (6-36) aydı. UKF, 10 (%76.9) hastada koronal ve 3 (%23.1) hastada distal penil yerleşimli idi. 2 hastaya daha önce farklı yöntemle UKF onarımı yapılmış ve nüks etmişti. Ortalama operasyon süresi 28.9±4.5 (22-36) dakikaydı. 19.7±6.2 (6-24) aylık ortalama takip süresinde hiçbir hastada işeme sorunu görülmedi. Bir hastada UKF nüks etti ve aynı teknik kullanılarak başarı ile onarıldı. Sonuç: UKF’lerin bu yöntemle onarılması, nüks UKF vakalarında dahi seçilebilecek hızlı ve etkili bir tekniktir. Bununla birlikte bu teknik küçük çaplı (≤2 mm) UKF’lere uygulanabilmektedir. Bu tekniğin etkinliğini değerlendirmek için büyük hasta gruplarıyla prospektif çalışmaların yapılması uygun olacaktır. *** A simple technique for small- diameter UCF repair: ligation SC Karakuş, İR User, V Akçaer, BH Özokutan, H Ceylan Faculty of Medicine, University of Gaziantep Introduction: Urethrocutaneous fistula (UCF) following hypospadias surgery remains a significant and common complication. In particular, UCF repair in recurrent cases is also a challenging complication for pediatric surgeons. We here report a technique which is simple and effective for repairing small-diameter UCFs. Patients and Method: A total of 13 patients underwent UCF repair with ligation technique were included during the study period of July 2010 and January 2015. Children with a solitary and small-diameter (≤2 mm) UCF were included in the study. Our repair involves making a circumferential incision around the fistula orifice and meticulous sharp dissection of UCF tract down to the urethra. Tension-free doubly ligation of UCF from the radix is performed by using 6/0 polygactin sutures. A vascularized dartos flap is then harvested to cover the ligated fistula site. The penile skin is then closed with 6/0 polygactin sutures. Results: The mean age of the patients was 5.9±3.8 (range, 2-14) years. All had undergone tubularized incised plate urethroplasty (TIPU). The mean duration time between the primary TIPU repair and the ligation technique was 10.2±8.2 (range, 6-36) months. Location of UCF was coronal in 10 (76.9%) and distal penile in 3 (23.1%). Two of the patients had recurrent UCF. The mean duration of surgery was 28.9±4.5 (range, 22-36) minutes. During the mean follow-up of 19.7±6.2 (range, 6-24) months, none of the patients had voiding difficulties. One recurrent UCF was occurred and it was repaired with the same technique successfully. Conclusion: Doubly ligation of UCF from the radix is a rapid and effective technique , in particular for recurrent UCFs. However, the applicability of our technique is limited with small diameter (≤2 mm) UCFs. We recommend that prospective studies with larger series should be conducted to evaluate the efficacy of this technique. SS - 48 Pyeloüreteral motilite gelişim mekanizmalarının normal ve üreteropelvik bileşke darlığı olan olgularda hidtopatolojik ve immunohistokimyasal olarak karşılaştırılması Ö Yılmaz*, N Neşe**, M Dalgıç***, G Pişkin Kesici***, A Genç*, C Taneli*, C Günşar*, A Şencan*, H Çayırlı*, A İşisağ** *Celal Bayar Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Manisa **Celal Bayar Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Manisa ***Adli Tıp Kurumu, İzmir Üreteropelvik bileşke (UPB) darlığı çocukluk çağı hidronefrozunun en sık nedenidir. Deney hayvanlarında yapılan çalışmalarda BMP-4, SonicHedgehoc, Tbx18, Tshz3 gen ekspresyonlarının UPB gelişiminde primer rol oynadığı gösterilmiştir. Bu araştırmada UPB darlığı nedeniyle opere edilen olgular ile adli nedenlerle ölen ve bilinen herhangi bir hastalığı olmayan normal bireylerin adli otopsilerinden alınan UPB örnekleri ile karşılaştırılması amaçlanmıştır. Kliniğimizde UPB darlığı tanısı ile opere edilen 42 olgu (Grup 1)İzmir Adli Tıp Kurumu’nda adli nedenlerle ölen ve bilinen herhangi bir hastalığı olmayan 20 otopsi olgusu ile (Grup 2) karşılaştırılmıştır. Seçilen bloklar öncelikle histopatolojik; sonra BMP4, SHH, TBX18 ve ZNF537 (TSHZ3) antikor boyaları ile immunohistokimyasalolarak incelenmiştir. Grup 1 deki olguların hemen hemen tamamında kronik yangı, atrofi veya hipertrofi, epitelyalproliferasyon ve fibrozis saptanmıştır. Kontrol grubundan alınan örneklerinin incelenmesi sonucunda ise patolojik bulguya rastlanmamıştır. BMP4 antikorları güvenli bulunmadığından çalışma dışında bırakılmıştır. Grup 1 deki olgularda SHH, TBX18 nükleus boyanması ve ZNF537 nükleus boyanması açısından istatistiksel olarak belirgin daha yüksektir. Atrofi ve hipertrofi varlığına göre Grup 1 deki hastalar kendi içinde değerlendirildiğinde tüm gen ekspresyonları açısından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır. Fibrozis varlığına göre Grup 1 deki hastalar kendi içinde değerlendirildiğinde tüm gen ekspresyonları açısından istatistiksel olarak anlamlı bir sonuç elde edilmemiştir.Enflamasyon varlığına göre sınıflandırıldığında ise yangı derecesi arttıkça TBX18 nükleer boyanma skorları artmaktadır. Sonuç olarak, üreteropelvik bileşkenin embryolojik gelişimi sırasında rol alan SHH, TBX18, TSHZ3 ekspresyonları UPD’li olgularda normal olgulara göre daha yüksek bulunmuştur. Hastalığın oluşturduğu kronik enflamasyon ve uzun süreli mikrotravmanınembryolojik süreçte etkinliğini gösterip sonrasında duran bu süreçlerin yeniden aktive ettiğini düşünmekteyiz. Anahtar Kelimeler:Üreteropelvik bileşke darlığı, BMP4, SHH, TSHZ, TBX18 *** The histopathological and immunohistochemical comparison of pyeloureteral motility developmental mechanisms between cases with ureteropelvic junction obstruction and normal subjects Ö Yılmaz*, N Neşe**, M Dalgıç***, G Pişkin Kesici***, A Genç*, C Taneli*, C Günşar*, A Şencan*, H Çayırlı*, A İşisağ** *Celal Bayar University, Medical Faculty, Dept. of Pediatric Surgery, Manisa **Celal Bayar University, MedicalFaculty, Dept. ofPathology, Manisa ***The Council of Forensic Medicine, İzmir Ureteropelvic junction (UPJ) obstruction is the most common cause of hydronephrosis in childhood. In experimental animal studies, the gene expressions of BMP-4, Sonic Hedgehog, TBX18 and TSZH3 have been shown to play primary roles in the development of UPJ. In this study, our aim was to compare the ureteropelvic junction samples obtained from cases operated for UPJ obstruction with samples obtained during legal autopsies of subjects who had no known disease and had died due to legal causes. 42 cases (Group 1) who had undergone surgery for the diagnosis of UPJ obstruction were compared with 20 autopsy cases (Group 2) who had died due to legal causes and had no known disease. The selected blocks were primarily investigated histopathologically and then by using BMP4, SHH, TBX18 and TSHZ3 antibody stains, immunohistochemically. In almost all of the cases in Group 1, chronic inflammation, atrophy or hypertrophy, epithelial proliferation and fibrosis were identified. No abnormal pathological finding was present in samples obtained from the control group. Since BMP4 antibody was not considered to be reliable, it was excluded from the study. In cases in Group 1, the values were statistically significantly higher in terms of SHH, TBX18 nuclear staining, TSHZ3 cytoplasmic and nuclear staining. When patients in Group 1 were evaluated for the presence of inflammation, the degree of inflammation increases TBX18 nuclear staining scores also increased. As a conclusion, in cases with UPJ obstruction, the expressions of SHH, TBX18 and TSHZ3 which play roles in the embryological development of UPJ were found to be higher than normal subjects. We consider that the chronic inflammatory process and long-term microtrauma, which are created by the disease, reactivate these processes which had shown their effectiveness during the embryological development and had stopped thereafter. Keywords: Ureteropelvic Junction Obstruction, BMP4, SHH, TSHZ, TBX18 SS - 49 Çocuklarda Üreteropelvik Bileşke Darlığı: Tek Merkez Deneyimi S Cansaran, S Moralıoğlu, A Cerrah Celayir, O Bosnalı, OZ Pektaş Zeynep Kamil Kadın ve Çocuk Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği Amaç: Üreteropelvik bileşke darlığı (UPJO) insidansı 1250 doğumda 1'dir. Bu çalışmanın amacı, UPJO nedeniyle piyeloplasti yaptığımız çocukların uzun dönem sonuçlarını değerlendirmektir. Hastalar ve Metod: 2004 ve 2015 yılları arasında, UPJO nedeniyle açık piyeloplasti uygulanan 98 hasta retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik, tanısal, operatif bulguları ve sonuçları analiz edildi. Bulgular: 10 yıl boyunca, 98 (72 erkek/26 kız) hasta UPJO nedeniyle opere edildi. 7’sinde bilateral, 28’inde sağ taraflı ve 63’ünde sol taraflı UPJO vardı. 78 hasta antenatal tanılıydı. Diğer hastaların ortalama tanı yaşı 47 aydı. Ameliyat öncesi yapılan ultrason incelemelerinde pelvis anterior-posterior (PAP) çapı/parankim kalınlığı 27,4 mm/6,4 mm (İlk başvuru) ve 30,3 mm/5,5 mm (Preoperatif) olarak ölçüldü. Tüm hastalarda kaliksiyel dilatasyon görüldü. Ortalama postoperatif PAP çapı/parankim kalınlığı 18,9 mm/7,9 mm (İlk ayda) ve 16,3 mm/9,9 mm (1. yıl) olarak ölçüldü. Ortalama ameliyat yaşı 23 aydı (Ortanca 5,8 ay; 7 gün14,8 yaş). Double-J stent 92 olguda kullanıldı. 4 vakada hiç kateter kullanılmazken, 9 vakada da 7-15 gün tutulan pyelostomi kateteri konuldu. 79 double-J stent sorunsuz şekilde çıkarıldı. 3’ü kendiliğinden üretradan dışarı çıktı. Geri kalan kateterlerden 2’si bilateral üreterovezikal bileşke obstrüksiyonu nedeniyle yapılan üreteroneosistostomi sırasında ve diğer 8’i üreteroskopi-üreterotomi ile çıkarıldı. Hastaların ortalama takip süresi 60 aydı. 105 UPJO vakasının sadece 5’i nüks etti (%4,7). Sonuç: UPJO olgularına küçük anteromedial insizyonla uygulanan açık dismembered piyeloplasti, özellikle küçük çocuklarda, tatminkar sonuçları olan uygun bir metoddur ve minimal morbiditeye sahiptir. *** Ureteropelvic Junction Obstruction in Children: A Single Center Experience S Cansaran, S Moralıoğlu, A Cerrah Celayir, O Bosnalı, OZ Pektaş Zeynep Kamil Maternity and Children’s Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery Aim: The incidence of ureteropelvic junction obstruction (UPJO) is 1 in 1250 births. The aim of this study was to evaluate our long-term results of pyeloplasty for UPJO in children. Patients and Methods: 98 patients who undergone open pyeloplasty for UPJO between 2004 and 2015 were analyzed retrospectively. Demographic, diagnostic, operative findings and outcomes were analyzed. Results: During the 10 years, 98 patients (72 male/26 female) were operated due to UPJO. 7 of them had bilateral, 28 of them had right-sided and 63 of them had left-sided UPJO. 78 patients were diagnosed antenatally. The mean age at surgery was 23 months (Median 5,8 months; range 7 days to 14,8 years). The mean AP pelvic diameter/parenchymal thickness before surgery were 27,4 mm/6,4 mm at first admission and 30,3 mm/5,5 mm preoperatively by ultrasound. Calyceal dilatation was seen in all patients. The mean postoperative AP pelvic diameter/parenchymal thickness were 18,9 mm/7,9 mm at first month and 16,3 mm/9,9 mm after one year period. Diuretic renograms were seen in all patients. Double-J stent was used in 92 cases, there were 4 cases without catheter, in 9 cases only pyelostomy catheter was used for 7-15 days. 79 of the Double-J stents were removed without any problems. 3 of the remaining exited spontaneously through the urethra and 2 double J catheters were removed during the ureteroneocystostomy in 1 case who had bilateral ureterovesical junction obstruction and by ureteroscopy/ureterotomy in 8 cases. The mean follow-up period was 60 months. Only 5 of 105 UPJO were relapsed (4,7%). Conclusion: Open dismembered pyeloplasty by small anteromedial incision is an acceptable and safe method with satisfactory results and has minimal morbidity for cases with UPJO, especially in small infants. SS - 50 Kombine anti-inflamatuar ve antioksidan kombine tedavisinin rat overinde iskemireperfüzyon hasarına etkisi: Monoterapiden daha mı etkili? M Kaya*, A Özkan*, R Eröz**, T Soyer***, M Kabaklıoğlu*, M Oktay****, H Demirin*****, Ş Cangür******, H Uzun******* *Düzce Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Düzce **Düzce Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Tıbbi Genetik Anabilim Dalı, Düzce ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı ****Düzce Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Düzce *****Turgut Özal Üniversitesi Tıp Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı, Ankara ******Düzce Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Bioistatistik Anabilim Dalı, Düzce *******Düzce Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Pediatri Anabilim Dalı, Düzce Özet Amaç: Bu deneysel çalışma, anti-inflamatuar ve antioksidan kombine tedavisinin rat overinde torsiyon sonrası iskemi-reperfüzyon hasarındaki etkinliğini ölçmek için yapılmıştır. Çalışma planı: 54 adet Wistar cinsi dişi rat randomize olarak dokuz eşit gruba ayrıldı (n=6). Sham grubundaki sağ overler torsiyon yapılmadan alındı. Sağ over adneksine avasküler klemp uygulaması 1 numaralı gruplarda 3 saat, 2 numaralı gruplarda ise 6 saat süresince uygulandı. Kontrol gruplarında ilaç verilmedi (I/R 1 ve I/R 2). Klemp açılarak reperfüzyon yapılmadan 1 saat önce 20 mg/kg dozunda prednizolon (Pred 1 ve Pred 2 gruplarında); 50 mg/kg dozunda vitamin C (VitC 1 ve VitC 2 gruplarında) intraperitoneal olarak verildi. Kombine tedavi gruplarında ise (Pred+VitC 1 ve Pred+VitC 2) reperfüzyon yapılmadan 1 saat önce hem prednizolon hem de vitamin C aynı dozlarda intraperitoneal olarak verildi. Reperfüzyondan 24 saat sonra hayvanlar sakrifiye edilerek sağ over örnekleri alındı. Dokudaki oksidatif markerlar [malondialdehid (MDA), superoksid dismutaz (SOD), katalaz (CAT) ve glutatyon peroksidaz (GPx)] biyokimyasal olarak ölçüldü. Ayrıca inflamasyonun histopatolojik bulguları da (foliküler hücre dejenerasyonu, vasküler konjesyon, hemoraji ve inflamatuar hücre infiltrasyonu) normalden ciddiye doğru skorlandı. Sonuçlar: Gruplar arasında biyokimyasal ve histopatolojik dereceleme skor ortalamaları açısından istatiksel olarak anlamlı fark vardı (p<0.05). Pred+VitC 1 grubundaki MDA ve CAT değerleri Pred 1, VitC 1 ve I/R 1 gruplarına göre daha düşüktü (p<0.05). Pred+VitC 2 grubundaki SOD ve CAT değerleri Pred 2 ve I/R 2 gruplarına göre daha düşüktü (p<0.05). Toplam patoloji skoru değerleri kombine tedavi gruplarında (Pred+VitC 1 ve Pred+VitC 2) kontrol gruplarına (I/R 1 ve I/R 2) göre daha düşüktü (p<0.05). Sonuç: Anti-inflamatuar ve antioksidan kombine tedavisi monoterapi ile karşılaştırıldığı zaman; ratlarda over torsiyonu modelindeki iskemi reperfüzyon hasarında biyokimyasal ve histopatolojik bulguları düzeltir. Anahtar kelimeler: İskemi-Reperfüzyon; Metilprednizolon; Vitamin C; Over. *** The effect of combined anti-inflammatory and antioxidant therapy on ischemiareperfusion injury in rat ovary: is it more effective than monotheraphy? M Kaya*, A Özkan*, R Eröz**, T Soyer***, M Kabaklıoğlu*, M Oktay****, H Demirin*****, Ş Cangür******, H Uzun******* *Department of Pediatric Surgery, Duzce University, Medical Faculty, Duzce **Department of Medical Genetics, Duzce University, Medical Faculty, Duzce ***Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery ****Department of Pathology, Duzce University, Medical Faculty, Duzce *****Department of Biochemistry, Turgut Ozal University, Medical Faculty, Ankara ******Department of Biostatistics, Duzce University, Medical Faculty, Duzce *******Department of Pediatrics, Duzce University, Medical Faculty, Duzce Summary Objectives: An experimental study was performed to evaluate the effect of combined antiinflammatory and antioxidant theraphy on ischemia-reperfusion injury in rat ovary. Study design: Fifty-four female Wistar rats were randomly divided into 9 equal groups (n=6). In Sham group right ovaries were sampled without generating ischemia and reperfusion injury (I/R). I/R was performed by clamping the vascular supply of right ovary for 3 (I/R1 group) and 6hours (I/R2 group), respectively. After one hour reperfusion, rats recieved 20 mg/kg Prednisolone (Pred1, 3hours; Pred2, 6hours ischemia) and 50 mg/kg Vitamin C (VitC1, 3hours; VitC2, 6hours ischemia). The combined therapy groups (Pred+VitC1 and Pred+VitC2) were adminstered same doses of Prednisolone and Vitamin C. Rats were sacrifed 24 hours of I/R and ovarian tissues were sampled for oxidative markers [malondialdehyde (MDA), superoxide dismutase (SOD), catalase (CAT) and glutathione peroxidase (GPx)] biochemically. Histopathological findings of inflammation (follicular cell degeneration, vascular congestion, hemorrhage and infiltration by inflammatory cells) were also evaluated with an injury score grading normal findings to severe injury. Results: Mean levels of antioxidant enzymes and histopathologic grades showed significant difference among groups (p<0.05). MDA and CAT levels were lower in Pred+VitC1 than Pred1, VitC1 and I/R1 (p<0.05). SOD and CAT levels were lower in Pred+VitC2 than Pred2 and I/R2. Total injury scores were lower in Pred+VitC1 and Pred+VitC2 than I/R1 and I/R2 (p<0.05). Conclusion: The combined anti-inflammatory and antioxidant therapy reduces the biochemical and histopathologic findings of I/R injury in rat ovary. These results are significantly comparable with the effect of monotheraphy. Key words: Ischemia-Reperfusion; Methylprednisolone; Vitamin C; Ovary. SS - 51 Nissen fundoplikasyonu çocuklarda yutmayı düzletir mi? T Soyer*, Ş Yalçın*, N Demir**, AN Karhan***, İNS Temizel***, H Demir**, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Bölümü ***Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Çocuk Gatroentereoloji, Hepatoloji ve Beslenme Bölümü Amaç: Nissen fundoplikasyonun (NF) yutma fonksiyonları üzerine etkisini incelemek üzere retrospektif bir çalışma yapılmıştır. Hastalar ve yöntem: 2011-2014 yılları arasında NF yapılan olgular demografik özellikler, klinik bulgular, gastroözofageal reflü (GÖR) için kullanılan tanısal yöntemler, NF endikasyonları açısından incelenmiştir. Penetrasyon aspirasyon skalası (PAS), fonksiyonel oral alım skalası (FOAS) ve özofagus fonksiyonları videofloroskopi (VFS) ile incelenmiştir. Preoperatif ve postoperatif VFS bulguları NF’nun klinik bulgular ve yutma fonksiyonlarına etkisini değerlendirmek üzere karşılaştırılmıştır (Non parametrik test). Bulgular: Yaş ortalamaları 5.08 ± 3.7 yıl olan 23 olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Kız erkek oranı 15:8’dir. Tekrarlayan alt solunum yolları (ASY) infeksiyonları (n= 14, %60.8), yutma güçlüğü (n=14, %56,5) ve kusma (n=10, %43,4) en sık başvuru bulgusudur. GÖR preoperatif dönemde üst GIS contrast grafi (n=20, %87) ve pH metri (n=8, %34.8) ile elde edilmiştri. Olguların %39.1’inde ortalama 8 ± 5.8 ay süre ile tıbbi tedavi uygulanmıştır. NF endikasyonları yutma güçlüğü (n= 18, %78), GÖR komplikasyonları (n=6, %26), eşlik eden anatomik sorunlar (n=4, %17,3) ve tıbbi tedaviden fayda görememektir (n= 3, %13). Olguların %95’inde postoperatif üst GIS grafileri ve pH metride GÖR tespit edilmemiştir. ASY enfeksiyon sayısı NF sonrasında anlamlı olarak azalmıştır (preoperatif : postoperatif enfeksiyon oranı: 4,21 : 1.6 sırasıyla, p<0.05). VFS’de PAS hem sıvı hem de yarı- sıvı besinlerde NF sonrasında anlamlı olarak azalmıştır (p<0.05). NF sonrası, üst özofagus açılışı NF öncesine gore azalmıştır (p<0.05). Özofagusun temizlenmesi, motilitesi, geri akımı ve alt özofagus sfinkter daralması NF sonrası değişmemiştir (p>0.05). FOAS’da anlamlı olarak NF sonrası düzelmiştir (p<0.05). Sonuç: VFS bulguları NF sonrası penetrasyon ve aspirasyonun ve ASY enfeksiyonlarının anlamlı olarak azaldığını göstermektedir. Her ne kadar VFS ile değerlendirilen özofagus motilitesi NF sonrası değişmemekte ise fonksiyonel oral alım önemli oranda düzelmektedir. Not: Bu çalışma 16. Avrupa Çocuk Cerrahisi Kongresinde poster olarak sunulmuştur. *** Does Nissen fundoplication improve deglutition in chidlren? T Soyer*, Ş Yalçın*, N Demir**, AN Karhan***, İNS Temizel***, H Demir**, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University Faculty of Health Sciences Physiotherapy and Rehabilitation ***Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatrics, Pediatric Gastroenterelogy, Hepatology and Nutrition. Aim: A retrospective study was performed to evaluate the effect of Nissen fundoplication (NF) on deglutition in children. Methods: Children who underwent NF between 2011-2014 were evaluated for demographic features, clinical findings, diagnostic methods for gastroesophageal reflux (GER) and indications for NF. Penetration aspiration scale (PAS), functional oral intake scale (FOIS) and esophageal functions were evaluated by videoflouroscopy (VFS). Preoperative and postoperative VFS findings were compared to evaluate the effect of NF on clinical findings and deglutition (Non parametric two-related sampled test). Results: Twenty-three children with a mean age of 5.08±3.7 years were included. Female male ratio was 15:8. Recurrent respiratory infections (RTI) (n:14, 60.8%), swallowing dysfunction (n:14,56,5%) and vomiting (n:10, 43,4%) were the most common symptoms. Preoperatively GER was diagnosed with upper GI contrast graphs (n:20, 87%) and with pH metry (n:8, %34.8). In %39.1 of patients, medical treatment for GER was used with a mean duration of 8±5.8 months. Indications for NF were swallowing dysfunction (n:18, 78%), GER complications (n:6, 26%), associated anatomical problems (n:4, 17,3%) unresponsiveness to medical treatment (n:3, 13%). Postoperative UGI studies and pH metry showed no GER after NF in 95% of patients. Number of RTI infections were significantly decreased after NF (preoperative vs postoperative infection rate: 4,21 vs 1.6 respectively, p<0.05). VFS findings showed that PAS was significantly decreased after NF during both liquid and semi-liquid swallowing (p<0.05). After NF, upper esophageal opening was decreased when compared to preoperative VFS (p<0.05). Esophageal cleaning, esophageal motility, esophageal backflow and lower esophageal sphincter narrowing did not alter after NF (p>0.05). FOIS were significantly improved after NF (p<0.05). Conclusion: VFS findings showed that penetration and aspiration were significantly decreased after NF and children had less RTI. Although, esophageal motility evaluated by VFS did not changed after NF, functional oral intake significantly improved in children. SS - 52 Özofagus Atrezisi Cerrahisinde Proksimal Poş Anterior Flep Yöntemi H Sarıhan, M İmamoğlu, HS Yalçın Cömert, D Başar, D Altıntaş Ural, R Sümeli, E Ekşi Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Trabzon Amaç: Özofagus atrezisi (ÖA)– Trakeaözofageal fistül (TÖF) mortalitesi %10’un altına inmiş olmasına rağmen anastomoz striktürü %18-51 oranlarında görülmesiyle halen sorun olmaya devam etmektedir. Bu çalışmamızda kliniğimizde geliştirilen proksimal poştan oluşturulan anterior flep yöntemini sunuyoruz. Materyal ve Metod: 2006-2015 yılları arasında yöntemimizi uyguladığımız olgular; yaş, cinsiyet, özofagus uçları arasındaki açıklık, anastomoz striktürü, gastroözofageal reflü (GÖR) ve dilatasyon açısından geriye doğru değerlendirildi. Ameliyat tekniği: Sağ torakotomi ve ekstraplevral yaklaşımla TÖF bulunup bağlandıktan sonra proksimal poş içine yerleştirilen sonda yardımıyla önce iki uç arasındaki açıklık ölçüldü. Proksimal poş ağız tabanına kadar serbestleştirildi. Daha sonra proksimal uca askı suturu konup yukarı kaldırılıp uca yakın arka duvarda yarım dairesel kesi yapılıp flep hazırlandı. Distal özofagusun ön duvarında vertikal yaklaşık 5mm uzunluğunda insizyon yapılıp spatülize edildi. Önce arka duvar tek tek 6/0 eriyebilen monoflaman dikişlerle anastomoz yapıldı. Daha sonra proksimal poş ön duvardaki flep distal özofagusa adapte edilip tek tek aynı dikişle dikildi. Sonuçlar: 2006-2015 yılları arasında 16 ÖA – TÖF hastası kliniğimizde opere edildi. Ciddi kardiyak problemi olan 32 haftalık bir yenidoğan erken post operatif dönemde kaybedildi. Yaşayan diğer 15 olgu değerlendirildi. Olguların yaşları 32-38 hafta arasında değişmekteydi. Olguların 8’i erkek, 7’si kızdı. Özofagus uç aralıkları 4 olguda 3 cm, 2 olguda 2,5 cm, 2 olguda 2 cm, 4 olguda 1,5 cm ve 3 olguda 1cm idi. Hiçbir olgumuzda erken anastomoz kaçağı ya da sekonder TÖF gelişmedi. Striktür ve GÖR açısından tüm olgulara 4-5. aylarında özofagogram yapıldı ve anastomoz darlıkları yoktu. Özellikle iki uç açıklığı fazla olan olguların hepsinde GÖR tespit ettik. 8 ay ile 10 yıl arasında takiplerimizde olguların hiçbirinde dilatasyon ihtiyacı olmadı. İki olgumuzda ilave GÖR için antireflü cerrahisi yapıldı. Tartışma: Gergin ve dairesel anastomoz striktür riskini artırmaktadır. Yöntemimizde oblik şekilde ve geniş bir anastomoz elde edilmektedir. Ayrıca elde edilen flep ön duvardaki anastomoz gerginliğini de azalttığı için olgularımızda striktür gelişmediğini düşünmekteyiz. *** Proximal Anterior Flep Technique for Esophageal Atresia Surgery H Sarıhan, M İmamoğlu, HS Yalçın Cömert, D Başar, D Altıntaş Ural, R Sümeli, E Ekşi Karadeniz Technical University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Trabzon Aim: The mortality of esophageal atresia (EA) with tracheaesophageal fistula (TEF) is lower than 10%; however the anastomosis stricture is still problem in a ratio of 18-51%. We present proximal anterior flep techniqe udeveloped in our clinic. Materyal-Method: We evaluated our patients retrospectively with age, sex, the lenght of gap, anastomosis stricture, gastroesophageal reflux (GEF) and dilatation between 20062015. After finding and fastening the TEF; proximal esophagus has cateterised and measured the lenght of the gap between proximal and distal. Proximal esophagus has isolated, sutured, picked up and prepered the flep by cutting half of the posterior wall circularly. The distal esophagus has interrupted aproximately 5 mm vertically from the anterior wall and spatulised with 6/0 monofilaman suture. The posterior wall sutured and than the proximal anterior wall flep sutured to the distal esophagus. Results: We have operated totally 16 patients. A patient has died early postoperative days because of serious cardiac problem and prematurity. The other 15 patient’s birth weeks were between 32 and 38 weeks, 8 of them were boy and 7 of them were girl. The length of the gaps were 3 cm in 4 cases, 2,5 cm in 2 cases, 2 cm in 2 cases, 1,5 cm in 4 cases and 1 cm in cases. All patients has any early anastomosis failure or secondary TEF. Esophagram has done after 4 or 5 months from surgery and has any anastomosis stenosis. We have find GER all the long gap patients. Any dilatation has need the follow up between 8 months and 10 years. Only two patients have need anti-reflux surgery. Discussion: Tight and circular anastomosis is raising the risc of stricture. We procure oblique and large anastomosis and think that there is any stricture cases by reducing the pressure of anterior wall with the flep. SS - 53 Konjenital diafragma hernili “çok yüksek riskli” olguların geriye dönük değerlendirilmesi Ş Emre, R Özcan, AE Hakalmaz, GT Tekant, E Erdoğan, S Celayir İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD Amaç: Kongenital diafragma hernili (KDH) "çok yüksek risk olguların tanı ve tedavilerinin geriye donuk değerlendirilmesidir. Olgular ve Yöntem: Kliniğimizde 2005-2015 yılları arasında takip ve tedavileri yapılan KDH tanılı olguların kayıtları geriye dönük incelendi. Kliniğimizde 2005 öncesi modifiye ventilasyon indeksi (MVI) 80 ve üzerinde olan olgular yüksek riskli olgular olarak tanımlanmaktaydı. Sonraki dönemde prenatal tanı haftası <28 GH olması ve doğumdan hemen sonra entübasyon ihtiyacı olması iki risk faktörü olarak daha eklenmiştir. Bu çalışmada bu üç risk faktörüne de sahip olan olgular "çok yüksek riskli" olgular olarak tanımlandı. Bu olguların prenatal tanı haftaları, doğum haftası ve ağırlıkları, entübasyon zamanları, MVI değerleri, anti pulmoner hipertansif tedavi yöntemleri, operasyon zamanı, operasyon yöntemi ve sağkalım oranları değerlendirildi. Bulgular: KDH tanılı toplam 67 olgunun 16'sı “çok yüksek riskli” grup olarak değerlendirildi. Prenatal tanı zamanı ortalama 25,2 GH (15-28) idi. Ortalama doğum haftası 37,4 (32-40) GH, ortalama doğum kilosu 2850 (1400-3315) gr idi. Olguların tamamı “doğumdan hemen sonra” entübe edildi. "Çok yuksek riskli" bu grubun ortalama MVI değeri: 111,1(80-267) idi. Tüm olgularda konvansiyonel “gentle ventilasyon” stratejisine ek olarak son dönemde 7 olguda oral Sildenafil ve inhale Nitrik Oksit (iNO) tedavisi de uygulanmıştır. Olguların 6'sı opere edilebilmiş olup bunların üçü sağ, 3'ü sol KDH idi. 5 olguda primer onarım, 1 olguda mesh ile onarım uygulandı. Primer onarım yapılan bir sol KDH'li olguda takipte nüks gelişti. “Çok yüksek riskli" grubun sağkalım oranı %19 (3/16), cerrahi girişim yapılanlarda %50 (3/6 ) bulundu. Sonuç: KDH mortalitesi yüksek olan bir hastalıktır. Yüksek risk gruplarının belirlenmesi önemlidir. Bu nedenle kliniğimizde ve gestasyonel tanı yaşı doğumdan hemen sonra entübasyon MVI indeksi ihtiyacı ile belirlediğimiz “çok yüksek riskli” grupta cerrahi öncesi uygulanan ek alternatif Sildenafil ve inhale Nitrik Oksit (iNO) tedavilerine rağmen sonuçlarda olumlu veriler elde edilememiştir . Buna ek olarak cerrahi uygulanabilecek aşamaya gelenlerde yapılan cerrahi girişim sonrası mortalite de dikkat çekici düzeyde yüksek bulunmuştur (%50). *** Retrospective evaluation of “very high risk” patients with Congenital Diaphragmatic Hernia Ş Emre, R Özcan, AE Hakalmaz, GT Tekant, E Erdoğan, S Celayir Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery Aim: To evaluate the diagnosis and treatment of “very high-risk” patients with Congenital Diaphraghmatic Hernia(CDH). Patients and Method: Medical records of the CDH patients, treated in our clinic between the years 2005-2015 were reviewed, retrospectively. Before 2005, patients with 80 and higher modified ventilation index(MVI) were defined as high-risk patients. Later on, <28 week of prenatal diagnosis and need for intubation were added as additional risk factors. In this study, cases with this three risk factors were defined as “very high-risk” patients. Gestational week of prenatal diagnosis, birth week and weight at birth, time of first entubation, MVI values, anti-pulmonary hypertensive treatment choices, operative time and method and survival rates were evaluated. Results: Sixteen of the 67 patients with CDH was in the “very high-risk” group. Mean prenatal diagnosis week was 25.2(15-28)GW. Mean birth week was 37.4 (3240)GW and mean weight at birth was 2850(1400-3315)g. All patients were entubated instantly after birth. Mean MVI value was 111.1(80-267) for “very high-risk” group. In addition to the conventional “gentle ventilation” strategy, oral Sildenafil and inhaled Nitric Oxide(iNO) were administered to seven patients, recently. Six patients could be operated and three had left- and the remaining half had right-side-CDH. Recurrence developed in one patient with left-side primarily repaired CDH. Survival rate was 19%(3/16) in the “very high-risk” group, whereas 50%(3/6) in patients underwent surgery. Conclusion: CDH is a disease with high mortality rates. Determination of high-risk groups is of crucial importance. Hence, in the “very high-risk” group determined with the factors MVI, prenatal diagnosis week and need for intubation, no positive outcomes were obtained despite additional treatment with Sildenafil and iNO. Additionally, post-op mortality rate is significantly high(50%) in patients who could underwent surgery. SS - 54 Kronik Ampiyem Olgularımızda Plevral Dekortikasyon Sonuçlarımız A Karkıner*, A Şencan*, N Malbora*, CŞ Karkıner**, S Bahçeci**, İ Devrim***, A Kara***, Ş Öztürk*, Ö Atacan*, G Temir*, B Uçan*, D Özbilek*, V Erikçi*, M Hoşgör*, U Özkan* *Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği **Dr. Behçet Uz Çocuk Hastenesi, Alleri ve Solunum Hastalıkları Kliniği ***Dr. Behçet Uz Çocuk Hastanesi, Enfeksiyon Hastalıkları Kliniği Giriş-Amaç: Plevral effüzyon ve kalınlaşma akciğer enfeksiyonlarında görülen sık komplikasyonlardır. Spesifik antibiyotiklerin yanısıra video aracılı torakoskopi (VATS) ve/veya torakotomi ile plevral dekortikasyon tedavide yer alır. Bu çalışmada plevral dekortikasyon yapılan hastaların sonuçları sunuldu. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2004 - Ocak 2015 arasında kliniğimizde plevral dekortikasyon yapılan 46 hasta geriye dönük olarak yaş, cinsiyet, başvuru yakınması, laboratuvar bulguları, görüntüleme yöntemleri, PPD sonucu, ameliyat tipi, toraks tüpü kalış süresi, hastanede kalış süresi ve patolojik tanıları açısından incelendi. Bulgular: Hastaların 20‘si kız, 26‘sı erkekti. Yaş ortalaması 7 (4-17) yıl idi. Hastaların 32’sinde (%69,5) öksürük ve ateş, 6’sında (%13) dispne mevcuttu. Preoperatif dönemde hastaların tümünde antibiyotik kullanımı vardı. 35 (%76) hastada sedimentasyon, 28 (%60,8) hastada CRP yüksekti ve 31 (%67,4) hastanın lökositozu vardı. PAAG'lerinde 24‘ünde (%52,2) plevral effüzyon, 7’sinde (%15,2) konsolidasyon, 13’ünde (%28,3) plevral kalınlaşma mevcuttu. Onsekiz hastanın (%39,1) toraks BT'sinde septalı ampiyem, 23’ünde (%50) plevral kalınlaşma saptandı. Hastaların 17’sine (%37) PPD testi yapıldı ve sadece birinde pozitif bulundu. Hastalara torakotomi (n=41) ve VATS (n=5) yöntemleriyle plevral dekortikasyon yapıldı. Patolojik incelemelerde granülomatöz plevrit (n=2;%4,3), inflamatuvar hücreler (n=33;%71,7), tüberküloz (n=4;%8,6) ve kist hidatik (n=3;%6,5) saptandı. Hastaların toraks tüpüyle izlem süresi ortalama 12 (4-37) gün, hastanede kalış süresi ortalama 30 (11- 80) gün idi. Takipte bir hastada Dress sendromu gelişti. Sonuç: Günümüzde ampiyemin primer tedavisi intravenöz antibiyotiklerdir. Plevral kavitenin etkili drenajı tedavi süresini kısaltmaktadır. Drenaj için ilk tercih göğüs tüpü takılmasıdır. Göğüs tüpü ile drenajın yeterli olmadığı durumlarda VATS ve/veya torakotomi ile plevral dekortikasyon tedavi seçenekleri arasındadır. *** Pleural decortication results in chronic empyema A Karkıner*, A Şencan*, N Malbora*, CŞ Karkıner**, S Bahçeci**, İ Devrim***, A Kara***, Ş Öztürk*, Ö Atacan*, G Temir*, B Uçan*, D Özbilek*, V Erikçi*, M Hoşgör*, U Özkan* *Dr. Behçet Uz Children's Hospital, Department of Pediatric Surgery **Dr. Behçet Uz Children's Hospital, Department of Pediatric Allergy and Respiratory Disease ***Dr. Behçet Uz Children's Hospital, Department of Infectious Disease Introduction: Pleural effusion and thickening are common complications of lung infections. Apart from specific antibiotherapy, decortication by video assisted thoracoscopy (VATS) or thoracotomy takes place in treatment modalities. Here, the results of patients undergone decortication for prolonged empyema are reported. Patients and Methods: Forty six patients who undergone pleural decortication between January 2004 and January 2015 were analyzed retrospectively in means of age, sex, presenting symptoms, laboratory data, screening tests, PPD results, surgical procedure, duration of tube drainage, length of hospital stay and pathological diagnosis. Results: There were 20 girls and 26 boys with a mean age of 7 (4-17) years. 32 (69,5%) patients had cough and fever, and respiratory distress was detected in 6 patients. All patients had received antibiotherapy preoperatively. Elevation in sedimentation and CRP was seen in 35 (76%) and 28 (60,8%) patients, respectively. 31 (67,4%) patients had leukocytosis. Chest x-rays revealed pleural effusion in 24 (52.2%9), consolidation in 13 (28,3%) and pleural thickening in 13 (28,3%) patients. Empyema with septa formation was seen in 18 (30,1%) and pleural thickening in 23 (50%) patients on chest tomography. PPD test was positive only in one case out of 17 (37%) patients. Pleural decortication was performed by VATS in 5 and by thoracotomy in 41 patients. Pathological examination revealed granulomatous pleuritis in 2 (4,3%), inflammatory cells in 33 (71,7%), tuberculosis in 4(8,6%) and hydatid cyst in 3 (6,5%) patients. Mean duration of tube drainage was 12 (4-37) and length of hospital stay was 30 (11-80) days. Dress syndrome was seen in one patient on follow-up. Conclusion: The primary treatment of empyema is antibiotherapy and effective drainage of pleural cavity with appropriate tube thoracostomy decreases the duration of therapy. Pleural decortication via VATS or thoracotomy is among choice of treatment when drainage is insufficient. SS - 55 İzole özofagus atrezisi tedavisinde yeni bir yöntem: özofagostomisiz kolon transpozisyonu Ç Ulukaya Durakbaşa, HM Mutuş, G Gerçel, S Fettahoğlu, H Okur İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Özofagus atrezisi’ne (ÖA) primer anastomozun mümkün olmadığı hallerde en sık uygulanan yöntemlerden birisi kolon transpozisyonudur. Klasik olarak kolon transpoziyonu planlanan olgulara öncelikle servikal özofagostomi uygulanır. Ameliyat daha sonraki bir tarihte gerçekleştirilir. Özofagostomi, transpoziyon ameliyatı öncesi ve sonrasında kendine özel bazı komplikasyonlara yol açabilir. Bu çalışmada servikal özofagostomi uygulanmadan gerçekleştirilen kolon transpoziyonu ameliyatına ilişkin deneyimin sunuldu. Hastalar ve Yöntem: 2010-2014 yılları arasında uzun aralıklı ÖA nedeniyle özofagostomisiz kolon transpoziyonu yapılan hastalar geriye dönük tarandı. Bulgular: Tanımlanan şekilde ameliyat edilen hepsi erkek üç hasta vardı. Başvuru sırasıyla, doğum tartıları 3500 gr, 2230 gr ve 1900 gr idi. Birincil ameliyatta üçüne de Stamm gastrostomi açıldı ve geciktirilmiş primer onarım planlanarak izleme alındı. Definitif ameliyat sırasıyla, 5; 5,5 ve 3 aylıkken gerçekleştirildi. Ameliyat günü tartıları 8; 6,8 ve 4,5 kg idi. Sağ torakotomi kesisi ile girildi. Proksimal poş serbestlendi. Gastrostomiden ilerletilen buji eşliğinde yapılan ekplorasyonda distalde güdük olmadığı saptandı. Batın açılarak her üç hastada da distal güdüğün diyafram altında çok küçük bir segment olduğu teyit edildi. İlk hastada sol kolon ve diğer iki hastada transvers kolon hazırlanarak, transhiatal yoldan izoperistaltik olarak toraksa çekildi. Proksimal özofagokolonik anastomoz toraksın içinde kalacak şekilde gerçekleştirildi. Distal anastomoz mide arkasına yapıldı. Erken takipleri sorunsuz seyretti. Bir hastada proksimal anastomozda darlık nedeniyle dilatasyon yapıldı. Ortalama takip süresi 28 (9-55) aydır. Her üç hasta da yaşa uygun diyetle tam oral beslenmektedir. Sonuç: Bu çalışmada sunulan cerrahi yöntemde hastalara definitif ameliyat öncesi servikal özofagostomi yapılmamıştır. Bunun neticesinde proksimal özofagus poşu bütün olarak korunabilmiş ve servikal bölgede çalışılmaya gerek kalmadan, proksimal anastomoz toraks içinde bırakılmıştır. Bu sayede torasik girimde özofagusun kanlanmasını etkileyebilecek her hangi bir bası unsuru kalmamış ve hastaların kendi özofaguslarını daha uzun bir segment olarak kullanması mümkün olmuştur. Uzun dönem klinik değerlendirmede yutma ve beslenme anlamında son derece başarılı sonuç elde edilmiştir. *** A novel technique for isolated esophageal atresia surgery: colonic transposition without cervical esophagostomy. Ç Ulukaya Durakbaşa, HM Mutuş, G Gerçel, S Fettahoğlu, H Okur Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery Introduction and Aim: Colonic replacement is one of the most commonly performed procedures in long gap esophageal atresia (EA) surgery. An initial cervical esophagostomy is the classical procedure before replecement surgery. Esophagostomy may itself cause compliactions before and after the definitive surgery. This study presents a clinical experience on esophageal colonic replacement surgery without cervical esophagostomy. Patients and Methods: Long gap EA patients who underwent colonic replacement surgery without esophagostomy between the years 2010-2014 were retrospectively evaluated. Results: There were three male patients operated on as described. Their birth weights were 3500 gr, 2230 gr and 1900 gr, in order of admission to the clinic. They all underwent Stamm gastrostomy as the initial operation and a delayed primary repair was planned. Definitive surgery was done at 5, 5.5 and 3 months of age in respective order. They weighed 8, 6.8 and 4.4 kg on the day of surgery. A right thoracotomy incision was done. The proximal pouch was dissected free. An exploration by the help of a metallic stent inserted through gastrostomy revealed no distal esophageal pouch. A laparatomy was then done and the distal esophageal segment was confirmed to be a very short stump below the diaphragm in all three. A left colonic segment in the first patient and transverse colonic segments in the other two were prepared. The colonic segments were brought up to chest via transhiatal route in an isoperistaltic manner. The proximal esophagocolonic anastomosis was done within the thorax. The distal anastomosis was done behind the stomach. The early postoperative course was uneventful. A proximal anastomotic stricture needed dilatation in one patient. The mean follow up period is 28 (9-55) months. All three are fully fed orally by age-appropriate diet. Conclusion: No cervical esophagostomy was done before definitive surgery in the presented technique. That allowed protection of proximal esophageal pouch intact and without the need of working in the cervical region the proximal anastomosis was kept within the thorax. By means of that, any compressive force that might act on esophagus at the level of thoracic inlet with the potential to impair vascularity could be avoided. Moreover, the patients had the chance of using a much longer segment of their native esophagus. Long term clinical follow-up showed a quite satisfactory result in terms of swallowing and feeding. SS - 56 Çocukluklarda Yabancı Cisim Aspirasyonu: 28 yıllık Retrospektif Klinik Çalışma Ü Bakal*, E Keleş**, M Saraç*, T Karlıdağ**, İ Kaygusuz**, A Kazez* *Fırat Üniversitesi Çocuk Cerrahisi AD **Fırat Üniversitesi, KBB Anabilim Dalı Amaç: Yabancı cisim aspirasyonu (YCA) tanısı ile tedavi edilen olguların tanı ve tedavi sonuçları ile dönemsel olarak teknik altyapının mortalite ve morbidite üzerine etkisini belirlemek. Yöntem: 1987-2015 yılları arasındaki YCA tanılı hastaların kayıtları retrospektif olarak analiz edildi. Hastaneye başvuru saatlerine göre Grup I (0-24 saat); Grup II (1-7. gün) ve Grup III (7.gün<) olarak gruplandırıldı. Hastaların yaşı, cinsiyeti, hikayesi, mevcut semptomları, fizik muayene, bronkoskopi ve radyoloji bulguları ile başvuru süresi, yabancı cismin tipi, yabancı cismin lokalizasyonu, uygulanan tedavi şekli, mortalite ve morbidite oranları kaydedildi. Ayrıca bronkoskopi teknik altyapısı bakımından hastalar, 1987-2005 yılları Dönem I, 2006-2015 yılları Dönem II şeklinde iki dönemde değerlendirilerek, iki dönem arasında mortalite ve morbidite oranları karşılaştırıldı. Sonuçlar Chi-Square testiyle analiz edildi. Bulgular: Toplam 513 hastanın 328 'i erkek (%64), 185'i kız (%36), ortalama yaş 3.7 yıl idi. Başvuru süresi subglottik yerleşimli yabancı cisimlerde Grup I ile Grup III, bifurkasyon yerleşimli yabancı cisimlerde Grup II ile Grup III arasında anlamlı farklılık mevcuttu (p<0.05). En yaygın semptom olarak tespit edilen ani öksürük ve siyanoz 231 hastada (45%) mevcuttu. Hastaların 136'sında (26.5%) PA akciğer grafisi normaldi. Amfizem bulgusu Grup I'de, pnömoni bulgusu Grup II ve Grup III hastalarda, plevral effüzyon Grup III' de anlamlı derecede yüksekti. Grup III' de Grup I ve Grup II' ye göre bronkoskopiye bağlı geçici komplikasyonlar anlamlı derecede fazlaydı. Dönem 1’de 125 hastada Dönem 2’de ise 2 hastada bronkoskopide YCA bulunmadı (p<0,05). Mortalite 4 hastada görüldü ve hepsi Dönem 1’de idi. Sonuç: Klinik ve radyolojik deneyim negatif bronkoskopi oranını azaltmıştır. YCA olgularında ilk 24 saat içerisinde hastaneye başvuru mortalite ve morbiditeyi anlamlı oranda azaltmaktadır. Bronkoskopi teknik altyapısının güncellenmesi de mortalite ve morbiditenin azaltılmasına katkı sağlayacaktır. *** Foreign Body Aspiration in Children: A Retrospective Clinical Study with 28 Years of Experience Ü Bakal*, E Keleş**, M Saraç*, T Karlıdağ**, İ Kaygusuz**, A Kazez* *University of Firat Department of Paediatric Surgery **Fırat Univ. Dept of Otorhinolaryngology Aim: To analyze diagnostic and therapeutic outcomes of foreign body aspiration (FBA) patients, and determine the impact of technical infrastructure on mortality and morbidity. Methods: Hospital records of the patients diagnosed with FBA between the years 1987 and 2015 were retrospectively evaluated. The patients were grouped according to the hour of their admission to the hospital as follows: Group I (0-24. h); Group II (1-7. days); Group III (>7. days). Age, gender, history, existing symptoms, physical examination, endoscopic and radiological findings, admission time, kind and location of the foreign body, treatment modality, mortality and morbidity rates were recorded. Rigid bronchoscopy procedure was performed between 1987-2005 (Period 1) without the need for optic telescope, while between 2006 and 2015 it was realized using rigid bronchoscope equipped with optical telescope and HD camera (Period 2). Results were analysed by Chi-Square test. Results: There were 513 patients [male, n=328 (64%) and female, n=185 (36%)] who suffered from FBA, and mean age of the patients was 3.7±3.5 years. When location of the foreign bodies were analyzed, significant differences were found as for subglottic FBs between Groups I and III and for FBs located within the bifurcation between Groups II and III (p<0,05). The most prevalent symptom was sudden onset of coughing and cyanosis in 231 (45%) patients. Chest x-ray was normal in 136 (26.5%) patients. Manifestations of emphysema were significantly more frequent in Group I, pneumonia in both Groups II and III, and pleural effusion in Group III patients. When complications related to bronchoscopy were evaluated, a significant increase was seen in transient complications in Group III, when compared with Groups I and II. Negative bronchoscopy rate in Period I (125 patients) was statistically significantly higher when compared with Period II (2 patients). Mortality was observed in 4 patients and all in Period 1. Conclusion: Clinical and radiological experience decreased the rate of negative bronchoscopy. Hospital admission of the FBA patients in first 24 hours are significant reduced mortality and morbidity. Also, updating of technical infrastructure of bronchoscopy, it will contribute to the reduction of mortality and serious morbidity. SS - 57 Çocuklarda Akciğer Kist Hidatiğinde Torakoskopik Kistostomi E Ergün, G Göllü, M Çakmak, A Yağmurlu, H Dindar, M Bingöl Koloğlu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: İnsanlardaki ekinokok enfeksiyonlarında akciğer, ikinci en sık etkilenen organdır. Çocuklarda küçük akciğer kist hidatikleri medikal tedaviye olumlu cevap verir. Büyük ve komplike kistlerde ise yaklaşım cerrahidir. Çocuklardaki akciğer kist hidatiklerinde günümüzde uygulanan cerrahi tedavi torakotomi ile kistotomi ve kapitonaj gibi parankim koruyucu cerrahi işlemlerdir. Torakoskopik cerrahi deneyimi çocuklarda sınırlıdır. Çocuklarda akciğer kist hidatiklerinde torakoskopik cerrahi deneyiminin sunulması amaçlandı. Hastalar ve yöntem: Ocak 2008 ve Eylül 2014 yılları arasında akciğer kist hidatiği nedeniyle torakoskopik kistotomi yapılmış olan çocukların tıbbi kayıtları gözden geçirildi. Medikal tedaviye karşın semptomatik olan ve kist çapı 6 cm’nin üzerinde olan hastalara cerrahi tedavi önerildi. Hastalarda kistostomi, germinatif membranın çıkarılması ve hava kaçağının önlenmesi gibi parankim koruyucu cerrahi uygulandı. Akciğer kapasitesini kötüleştirme riski nedeniyle kapitonaj tercih edilmedi. Sonuçlar: Çalışmaya alınan, ortanca yaşları 9(3-16) olan 14 çocukta akciğer kist hidatiği nedeniyle 15 torakoskopik işlem gerçekleştirildi. Çocuklardan birinde bilateral komplike akciğer kist hidatiği mevcuttu. Üç hastada (%20) hava kaçağının güvenli bir şekilde kontrol edilememesi nedeniyle mini torakotomiye geçildi. On iki çocukta işlem torakoskopik olarak tamamlandı. Üç olguda (%25) uzamış hava kaçağı (1 haftanın üzerinde) gerçekleşti ve bu hastalardan birinde bronkopulmoner fistülü kontrol altına alabilmek için torakotomi yapıldı. Olgulardan birine karaciğer kist hidatiği nedeniyle laparoskopik kistotomi ve kapitonaj uygulandı. Ortalama 40 aylık takipte rekürrens saptanmadı ve hastaların takiplerinde problem izlenmedi. Tartışma: Akciğer kist hidatiklerinde parankim koruyucu cerrahinin bazı kısıtlılıkları bulunmaktadır. Torakotomide bile kontrolü zor olan bronşial hava kaçaklarının kontrol edilmesi torakoskopik cerrahide daha güçtür. Hava kaçaklarının kontrolünde lobektomi ya da kistin wedge rezeksiyon ile eksize edilmesi en güvenli yöntemdir ancak çocuklarda postoperatif akciğer kapasitesinde azalmaya yol açacağından önerilmemektedir. Bu tecrübelere dayanarak çocuklarda görülen komplike olmayan kist hidatik olgularında torakoskopik kistotomi önerilse de komplike kist hidatiklerde torakoskopik wedge rezeksiyon önerilmektedir. Bronşial hava kaçaklarının kontrolünde zorlanılırsa mini torakotomiye geçilebilir. *** Thoracoscopic Cystostomy of Pulmonary Hydatid Cyst in Children. Is It Reasonable? E Ergün, G Göllü, M Çakmak, A Yağmurlu, H Dindar, M Bingöl Koloğlu Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Background: Echinococcosis is still an important health problem throughout the world, particularly in the Mediterranean area. In human, the lungs are the second most commonly affected sites. The disease may affect children and its treatment may be challenging. In children, small hydatid cysts of the lungs respond favorably to the medical treatment. Surgery is the standard option for the treatment of large and complicated cysts. In current practice, thoracotomy and parenchyme-saving procedures such as cystotomy and capitonnage remain the standard surgical approach for pulmonary hydatid cysts in children. However surgical experience with thoracoscopy is limited. The aim is to present the experience in thoracoscopic management of pulmonary hydatid cysts in children. Patients and Methods: Medical records of children who underwent thoracoscopic cystotomy of pulmonary hydatid cysts between January 2008 and September 2014 were reviewed. Surgical treatment is recommended for patients who remained symptomatic on medical treatment and when the cyst size is larger than 6 cm in diameter. Parenchyme-saving surgery is preferred which included cystostomy, removal of germinative membrane and control of air leaks. Capitonnage was not preferred because of the risk of deterioration in lung capacity. Results: Fourteen patients underwent 15 thoracoscopy procedures for pulmonary hydatid cysts. One of the patients had bilateral complicated pulmonary hydatid cysts. There were conversions to mini-thoracotomy in 3 (20%) procedures because the air leaks could not be controlled safely. The procedure was completed thoracoscopically in 12 patients. Prolonged air leak (over a week) occurred in 3 (25%) patients and one of them underwent thoracotomy to control bronchopulmonary fistula. One of the patients underwent laparoscopic cystotomy and capitonnage for associated liver hydatid cyst. There were no recurrences during 40 months of mean follow-up time and all patients are doing well. Conclusion: Parenchyme-preserving surgery for pulmonary hydatid cysts has some limitations and even in thoracotomy there are difficulties in controlling bronchial air leaks. Controlling air leaks is even more difficult in thoracoscopy because lung inflation is necessary to locate the bronchial openings. It is technically very challenging to close these openings when the working space is reduced by lung inflation. Although lobectomy or complete excision of the cyst by wedge resections is the safest way to control air leaks, it is not recommended in children because there is a significant risk of deterioration in postoperative functional capacities of the lungs. Thoracoscopic management is recommended according to these experiences in children with uncomplicated hydatid cyst. In complicated hydatid cysts, thoracoscopic wedge resection, if possible and conversion to mini-thoracotomy when there is difficulty in controlling bronchial openings is recommended. SS - 58 İleri Evre Ampiyemlerde Video Yardımlı Torakoskopik Dekortikasyon Sonuçları B Bahadır*, A Naycı*, H Taşkınlar*, D Yiğit*, T Kaya**, H Birbiçer***, D Avlan* *Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD, Mersin, Türkiye **Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji AD, Mersin, Türkiye ***Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Anesteziyoloji ve Reanimasyon, Mersin, Türkiye Giriş: Ampiyemlerde antibiyoterapi ve göğüs tüpü standart tedavi seçeneğidir. Ancak fibrin ağın kalınlaşması, akciğer kompresyonu ve klinik progresyon gösteren olgularda dekortikasyon seçeneği belirir. Çalışmamızda ileri evre ampiyem olgularında video yardımlı torakoskopik cerrahinin (VATS) güvenirliğini ve etkinliğini inceledik. Hastalar ve yöntem: 2010-2015 yılları arasında Çocuk Cerrahisi Kliniğinde evre-3 ampiyem nedeniyle VATS uygulanan çocuk hastalar yaş, cinsiyet, etkilenen taraf, göğüs tüpü uygulaması, erken ve geç dönem komplikasyonlar ve takip süresi açısından geriye dönük olarak tarandı. Hastalara ön arka akciğer filmi, bilgisayarlı toraks tomografisi, ultrasonografi; plevra sıvısından biokimyasal ve mikrobiyolojik analiz yapıldı. Hastalara antibiyoterapi ve göğüs tüpü uygulandı. Tedaviye yanıt vermeyen olgulara VATS dekortikasyon yapıldı. Sonuçlar: VATS yapılan 35 çocuk hastadan, evre 3 ampiyem olan 21’i çalışmaya alındı. Hastaların ortanca yaşı 8 (1-17), 2’si kız 19’u erkekti. Ampiyem 12’sinde sağ, 9’unda sol tarafta idi. Ameliyat olma zamanı yakınmalarının başlangıcından ortalama 15 gün (7-38) sonrasıydı. VATS pnömoniye (n=19), lenfomaya (n=1) ve tüberküloza (n=1) ikincil ampiyem nedeni ile uygulandı. Bir hastada plevral kalınlaşmanın ileri düzeyde olması üzerine torakotomiye geçildi. Ameliyat sonrası bronkoplevral fistül gelişmedi ve göğüs tüpü 7 gün sonra çekildi. Hastalar ertesi gün beslendi ve ortalama 12 gün (8-28) sonra taburcu edildiler. Hastalar ortalama 46 ay (15-126) takip edildiler ve yeniden hastaneye yatış gerekmedi. Yorum: VATS dekortikasyon ileri evre ampiyem olgularında bile güvenli ve etkin bir yöntemdir. *** Video assisted thoracoscopic decortication in the treatment of advanced stage empyema B Bahadır*, A Naycı*, H Taşkınlar*, D Yiğit*, T Kaya**, H Birbiçer***, D Avlan* *Mersin University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery , Mersin, Turkey **Mersin University School of Medicine, Department of Radiology, Mersin, Turkey ***Mersin University School of Medicine, Department of Anestesiology, Mersin, Turkey Introduction: Antibiotherapy and chest tube thoracostomy is the standard treatment of thoracic empyema. However, thickening in the fibrin webs, compression of lungs and clinical deterioration necessitates for surgical decortication. In this study we evaluated the effectiveness and safety of video assisted thoracoscopic surgery (VATS) in advanced stage empyema. Patients-Methods: Patients with the diagnosis of stage 3 empyema who were treated between 2010 – 2015 years were included in this study. Data including age, gender, effected side, chest tube intervention, early and late complications and follow-up periods were retrospectively analyzed. All patients had anterior and posterolateral chest X-ray, and thorax computed tomography (CT), biochemical and microbiological pleural effusions. All patients received antibiotherapy and chest tube drainage. VATS decortication was performed to the patients to unresponsive to medical therapy. Results: Among 35 VATS patients; 21 were stage 3 and included in this study. Median age was 8-years-old (1-17). 2 of them were female and 19 were male. Empyema was right-sided in 12 and left-sided in 7. Average time between the operation day and initial complaints was 15 days (7-38). VATS was performed secondary empyema due to pneumonia (19), lymphoma (1) and tuberculosis (1). One patient required to convert to open surgery due to advance pleural thickness. No bronchopleural fistula occurred and chest tubes were withdrawn on postoperative 7th day. All patients fed on postoperative day 1 and discharged time on average was 12 days (8-28). Mean follow up time was 46 months (15-126). None of the patients required hospitalization. Conclusion: VATS decortication is an effective and safe even in advanced stage empyema. SS - 59 Diafram Eventrasyon Deneyimimiz A Musayev*, R Mahmudov**, S Musayev**, İ Hagverdiyev*, M Misgerli**, F Huseynov***, L Elesgerli* *1 Nolu Klinik Tibbi Merkez Çocuk Cerrahisi Bölümü **Merkezi Nefçiler Hastanesi Kalp Damar Cerrahisi Bölümü ***Merkezi Klinik Hastane Çocuk Cerrahisi Bölümü Amaç: konjenital kalp anomolileri amaliyyatları zamanı frenik sinirin kesilmesi ve ya travması kaçınılmaz oldugundan diafram eventrasyonu da kaçınılmazdır. Diafram eventrasyonu mortalitesi yüksek, tanısı zamanında koyulursa iyi sonucları olan patolojidir. Klinigimizde kardiak amaliyyat sonrası 14 olgunun plikasya sonucunu retrospesifik araştırdık. Hasta ve Yöntem: 2010-2015 yıllarında Merkezi Nefciler Hastanesi kalp cerrahisi sonrası tarafımızdan 14 diafram eventrasyonu tanısıyla plikasyon yapılan hastaların yaş, cins, klinik bulguları, tanı yöntemleri, cerrahi endikasyonları retrospesifik olaraq degerlendirildi. Bulgular: Yaş ortalaması 1 ay- 36 ay arasında, 9 erkek 5 kız diafram eventrasyon tanılı hastaların postop şikayetleri; ekstubasyon sonrası tekrari entubasyon, spontan solunum sıkıntısı, akc atelektazisidir. Olgulara önce akc röntgende şüpheli belirti zamanı floroskopik diafram hareketleri kontrol edildikden sonra tanı netleştirilmişdir. Cerrahi endikasyon koyuldukdan sonra bronkoskopi sonrası ameliyat yapıldı. 8 olguda sol taraflı, 4 olguda sag taraflı, 2 olguda bilateral plikasyon yapıldı, santral plikasyon teknigi kulanıldı, bir hastada sol taraflı ana bronşa mekanik şant basısına seonder obstruksyon izlenmesi üzerine intrabronşial stent koyuldu. Sonuç: Postop diafram eventrasyonu görülebilir komplikasyondur, klinigimizde çocuk kalp cerrahisi çok yapıldıgından bu patoloji tecrübemizi geliştirmektedir. Diafram eventrasyonu tanısı zamanında koyulursa plikasyon minimal torakotomi ile efektif yapılabilmektedir, teknik olarak hızlı ve rahat uygulanabilir, hasta yatış süresini ve masraflarını kısaltır prosesdir. Plikasyon hastanın tek akciyer tolere edememesini düzeltir, hastanı kurtarır cerrahidir. *** Our experience in diaphragm paresis A Musayev*, R Mahmudov**, S Musayev**, İ Hagverdiyev*, M Misgerli**, F Huseynov***, L Elesgerli* *Clinical Medical Centre, Department of Pediatric Surgery **Central Hospital for Oilworkers, Department of Cardiovascular Surgery ***Central Clinical Hospital, Department of Pediatric Surgery Objective: Due to frequent transection or phrenic nerve injury during the surgery for congenital heart diseases the diaphragm paresis is also often observed. Mortality rate under diaphragm paresis is high enough, but if diagnosed in time the prognosis is favorable. In our clinic we have retrospectively studied the results of plications conducted in 14 clinical cases after heart surgeries. Patients and methods: In 2010-2015 in the Central Hospital for Oilworkers we have retrospectively studied the age, sex, clinical symptoms, diagnostic methods and surgical indications in 14 patients diagnosed with paresis of the diaphragm after heart surgery after plication. Symptoms: Aged 1 to 36 months, postoperative complaints in 9 male patients and 5 females with a diagnosis of diaphragm paresis; reintubation after extubation, violation of spontaneous breathing, lung atelectasis. With these symptoms present after control over the movement of the diaphragm by fluoroscopy the diagnosis was specified. The surgery was performed after bronchoscopy and established surgical indications. In 8 cases there was used left-sided, in 4 cases right-sided, in 2 cases bilateral plication, central plication technique was used, in connection with a secondary obstruction in one patient the intrabronchial stent was installed into the left main bronchus. Conclusion: Postoperative paresis of the diaphragm is a frequent complication. Due to a large number of children's cardiac surgery in our hospital our experience in the treatment of this pathology increases. If paresis of the diaphragm is timely diagnosed then plication is performed with minimal thoracotomy, technically much easier and faster, the hospital stay is shortened with lower treatment costs. Plication increases the tolerance of the patient to onelung breathing and is a life-saving surgery. SS - 60 Çocuklarda Diyafram Evantrasyonu Yelpazesi ve Cerrahi Sonuçları Ö Boybeyi*, İ Karnak*, S Ekinci*, U Özçelik**, N Kiper**, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, FC Tanyel* *Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Çocuk Göğüs Hastalıkları Bilim Dalı Amaç: Diyafram evantrasyonu (DE) doğumsal veya sinir hasarına ikincil gelişebilmektedir. Çalışmanın amacı DE’da tanı ve sağaltım yaklaşımlarımızı ve sonuçlarını sunmaktır. Yöntem: Kliniğimizde 1990 ile 2015 yılları arasında DE tanısıyla tedavi gören olguların kayıtları geriye dönük olarak incelenmiştir. Olguların demografik özellikleri, yakınmaları, fiziksel ve laboratuar inceleme bulguları, DE etiyolojisi, sağaltım yaklaşımı, cerrahi yöntem ve sonuçları kaydedilmiştir. Bulgular: Çalışmaya 21 olgu (Erkek/kız: 12/9) alınmıştır. Ortanca başvuru yaşı 2 aydır (014ay). Yakınmalar, zor doğum ve frenik sinir hasarı (n=4), yineleyen akciğer enfeksiyonu (n=11), solunum sıkıntısı (n=3) ve hipoksik doğumdur (n=3). Düz akciğer grafisinde diyafram yüksekliğine ek olarak 3 olguda toraks kitlesi de düşünülmüştür. DE 13 olguda sağda, 7 olguda solda ve 1 olguda çift taraflıdır. Floroskopi 18 olguda yapılmış olup 17 olguda (%94,4) paradoksik diyafram hareketi saptanmıştır. Toraks kitlesi düşünülen 3 olguda Toraks BT yapılmış, 1 olguda mediastinal kitle saptanmış, 2 olguda ise kitle görüntüsünün karaciğere ait olduğu görülmüştür. Klinik takip önerilen 9 olgunun 4’ü frenik siniri hasarlı olgulardır. İki olgu dışında diğer olgularda izlem süresinde akciğer enfeksiyonu görülmesi ve düzelme olmaması nedeniyle cerrahi yapılmıştır. İki olgunun biri takipten çıkmış, diğerinde ise cerrahisiz düzelme görülmüştür. Olguların 5’inde abdominal, 14’ünde torakal yaklaşımla diyafram plikasyonu yapılmıştır. Sağ DE olanların 12’sinde torakal, 1’inde abdominal, sol DE olanların 3’ünde torakal, 4’ünde abdominal yaklaşımla plikasyon yapılmıştır. Postoperatif ortanca takip süresi 6 aydır (1-24 ay). Cerrahi yapılan tüm olgularda radyolojik iyileşme elde edilmiştir ve takipleri sorunsuzdur. Sonuçlar: DE doğumsal veya edinsel olarak gelişebilmektedir. Belirti ve yakınmaları hafif doğmalık DE ve edinsel DE’da klinik takip yeğlenmektedir. Semptomatik olgular ve klinik takiple düzelme sağlanamayan edinsel DE olgularının diyafram plikasyonu yapılarak sağaltılması önerilmektedir. Cerrahi sonuçları yüz güldürücüdür. *** Spectrum of Diaphragm Eventration in Childhood and Results of Surgery Ö Boybeyi*, İ Karnak*, S Ekinci*, U Özçelik**, N Kiper**, F Andıran*, AÖ Çiftçi*, FC Tanyel* *Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Hacettepe University, Faculty of Medicine, Department Pediatrics, Division of Pulmonology Aim: Diaphragmatic eventration (DE) can be seen as congenital anomaly or secondary to phrenic nerve injury. The aim is to present diagnostic and treatment aspects and outcome of DE. Methods: Medical records of patients treated for DE between 1990 and 2015 were retrospectively analyzed. Demographic features, symptom, physical and laboratory findings, etiology of DE, management, surgical details, outcome were recorded. Results: Twenty-one cases (male/female:12/9) were included. Median admission age was 2 months (0-14 months). Symptoms were traumatic birth and phrenic nerve palsy (n=4), recurrent respiratory infections (n=11), respiratory distress (n=3), hypoxic birth (n=3). Chest X-ray revealed diaphragmatic elevation in all and suspected thoracic mass in 3 cases. DE was at right-sided in 13 cases, left-sided in 7 cases and bilateral in 1 case. Fluoroscopy was performed in 18 cases and paradoxical movement of diaphragm was detected in 17 cases (94.4%). Thorax CT was performed in 3 cases with suspected thoracic mass, revealing mediastinal mass in 1 case and elevated liver in 2 cases. Clinical follow-up was advised in 9 patients, 4 of which were phrenic nerve palsy. Two but all of them were operated because of respiratory infections and absence of improvement during follow-up. One case showed improvement without surgery and one case was lost of contact. Diaphragmatic plication was performed with abdominal approach in 5 cases (1 case was right-sided, 4 cases were leftsided) and thoracotomy in 14 cases (12 cases were right-sided, 2 cases were left-sided). Median postoperative follow-up duration was 6 months (1-24 months). All operated cases were uneventful with normal chest X-ray findings. Conclusions: DE is seen either congenitally or acquired. Clinical follow-up can be advised in asymptomatic congenital cases and acquired cases. Diaphragm plication should be performed in symptomatic cases and secondary cases without improvement. Outcome of surgery is satisfactory in present study. SS - 61 İzmir İli Kuzey Bölgesinde 2014 Yılı Pediatrik Majör Travma Vakalarının Prospektif Analizi MO Öztan*, D Yaldız**, M Anıl***, AB Anıl****, İ Uz*****, A Turgut******, K Acar*******, I Köse********, G Akbulut********* *İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **İzmir Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi ***İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Acil Kliniği ****İzmir Katip Çelebi Üniversitesi Çocuk Yoğun Bakım Bilimdalı *****Ege Üniversitesi Acil Tıp Anabilim Dalı ******Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Ortopedi Kliniği *******Menemen Devlet Hastanesi Acil Servis Kliniği ********Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Erişkin Yoğun Bakim Bilim Dalı *********Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Kliniği Amaç: Türkiye’de travma ile ilgili bilgiler son derece kısıtlıdır. Ülkemizde TÜİK’in verilerine göre 2009 yılında yaklaşık 11.000 kişi travma sonucunda hayatını kaybetmiştir. Türkiye Trafik Hizmetleri Başkanlığı’nın verilerine göre 2010 yılında 4.045 kişi 2011 yılında 3.821 kişi trafik kazası sonucu ölmüşlerdir. İzmir 112 Ambulans Servisi 2012 yılında 7065 pediatrik travma hastasını transfer etmişlerdir. Travmalarla dolaylı veya direkt ilgilenen bu birimlerin verileri dışında malesef veriler hastaneler bazında eksik kalmıştır. Hastanelere başvuran travma hastaların epidemiyolojik verilerinin toplanması ve analizlerinin yapılmasına ihtiyaç olduğu son derece açıktır. Bu çalışmanın amacı travma yönetimi için geliştirilecek proje ve uygulamalara yol gösterecek anlamlı göstergelerin tespit edilmesi ve ilimizdeki hastanelerin verilerini aktarmaktır. Gereç-Yöntem: Kamu Hastaneler Kurumu İzmir Kuzey Sekreterliği’ne bağlı 14 kamu hastanesinin acil servisine başvuran 2.415.361 hasta çalışma kapsamında incelenmiş ve tüm hastanelerin bilgi sistemleri içerisine entegre edilen “majör travma hasta giriş ekranı” ile hastalar ayrılmıştır. Yaşları 0-18 arasında olan 723 hastanın bilgileri başvuru anından hastanın taburculuğuna kadar prospektif olarak kaydedilmiş ve analiz edilmiştir. Bulgular: Bilindiği kadarıyla bu bulgular bu büyüklükteki bir hasta grubunda ilk kez prospektif olarak ortaya konulmuştur. Travma etkenlerini yaşlara göre dağılımı Tablo 1’de, bu etkenlere bağlı tedavi süreçleri ve maliyetler Tablo 2’de gösterilmiştir. Sonuç: Travmanın hastane öncesinde başlayıp sonrasına kadar uzanan etkileri düşünüldüğünde, elde edilecek somut veriler hem travma etkenleri önlemede hem de travma sonrası uygulanan eksikleri göstermede çok değerli olmaktadır. Bizim çalışmamızda olduğu gibi çeşitli düzeylerdeki hastanelerden elde edilen bu verilerin ülkemizde planlanacak travma yönetim sistemlerine yol gösterici olacağı açıktır. *** Prospective Analysis of Pediatric Major Trauma Cases in the Northern Region of the Izmir in 2014 MO Öztan*, D Yaldız**, M Anıl***, AB Anıl****, İ Uz*****, A Turgut******, K Acar*******, I Köse********, G Akbulut********* *Izmir Katip Celebi University Department of Pediatric Surgery **Izmir Suat Seren Chest Diseases and Surgery Training and Research Hospital ***Izmir Tepecik Training and Research Hospital Pediatric Emergency Clinic ****Izmir Katip Çelebi University Depatment of Pediatric Intensive Care *****Ege University Department of Emergency Medicine ******Tepecik Research and Training Hospital Clinic of Orthopedics *******Menemen State Hospital Emergency Clinic ********Tepecik Research and Training Hospital Intensive Care Clinic *********Tepecik Research and Training Hospital General Surgery Clinic Objective: Information on trauma in Turkey is extremely limited. According to the TUIK's data in our country in 2009, about 11,000 people died as a result of trauma. According to data of Turkey Traffic Services Presidency 4,045 and 3,821 people died as a result of traffic accidents in 2010 and 2011 respectively. Izmir 112 Ambulance Service transferred 7065 pediatric trauma patients in 2012. Unfortunately, data except the data from these units dealing with trauma is lacking at the hospital level. It is clear that the collection of epidemiological data and analysis of trauma patients admitted to hospitals must be. The purpose of this study is identification of the best indicators that will lead to the development of projects and applications for trauma management and to report the data of the hospitals in our province. Methods: 2,415,361 patients admitted to the emergency room of the 14 public hospitals of the Izmir Northern Secretariat was analyzed under study. "Major trauma patient input screen" is integrated into all hospital information systems, so the patients can be extracted. The information of 723 patients between the ages of 0-18 were recorded prospectively until the patient is discharged and analyzed. Results: As far as we know, the findings we present is for the first time in a prospective study of this size. The age distribution of the trauma factors are in Table 1, treatment processes and costs related to such factors as shown in Table 2. Conclusion: This verified data is very valuable to evaluate the extending effects of trauma from the start at the field to the discharge from hospital and to prevent the injuries and improve post-traumatic approaches. As our work, these data obtained from our hospitals at various levels will be guiding the plan the trauma management systems is in our country. SS - 62 Çocukluk Çağı Yabancı Cisim Aspirasyonlarında Rigid Bronkoskopi Uygulamalarımız B Erginel, G Karlı, FG Soysal, H Özbey, E Keskin, A Çelik, T Salman İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD Giriş: Rigid bronkoskopi tanısal işlemlerde olduğu gibi yabancı cisim aspirasyonlarında tedavi edici olarak da kullanılmaktadır. Çalışmamızda yabancı cisim aspirasyonu nedeni ile rigid bronkoskopi yaptığımız hastaları değerlendirmeyi planladık. Hastalar ve Metod: Çalışmamızda 2001-2015 arasında yabancı cisim aspirasyonu nedeni ile rigid bronkoskopi yaptığımız hastalar yaş, cinsiyet, yutulan yabancı cisimin niteliği, lokalizasyonu ve komplikasyonlar açısından retrospektif olarak değerlendirildi. Sonuçlar: Kliniğimizde bu tarihler arasında 162 hastaya yabancı cisim çıkarılması amacıyla rigid bronkoskopi yapılmıştır. 17 hastada metal cisim, 33 hastada plastik cisimler, 112 hastada gıda artığı çıkarılmıştır. İşlem sonrasında üç hastanın post operatif yoğun bakım ihtiyacı olmuştur. Tartışma: Rigit bronkoskopi yabancı cisim yutma nedeni ile gelen hastalarda güven ile kullanılabilecek, tanısal ve hayat kurtarıcı bir işlemdir. *** Rigid Bronchoscopy In the Treatment of Foreign Body Aspiration B Erginel, G Karlı, FG Soysal, H Özbey, E Keskin, A Çelik, T Salman Istanbul University, Istanbul Medical Faculty, Department of Pediatric Surgery Introduction: Rigid bronchoscopy is useful in foreign body aspiration treatment as well as many diagnostic procedures. Patients and Metods: In this study we aimed to evaluate our patients with foreign body aspirated patients, between 2001-2015, in terms of age, gender, type of aspirated material, localisation ve complications. Three patients were transferred to intensive care unit post operatively. Results: During this period 162 patients have undergone rigid bronchoscopy for foreign body aspiration. In 17 patients metallic object, in 33 patients plastic material, 112 patients food remainings were detected. Post-operatively 3 patients needed intensive care unit. Conclusion: Rigid bronchoscopy is a reliable life-saving procedure in pediatric patients for foreign body aspiration. SS - 63 Çocukluk çağında travma hastalarına yaklaşım KK Cerit*, T Abdullayev*, R Ergelen**, G Kıyan*, T Dağlı* *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı Amaç: Bu çalışmada travma nedeniyle acil servise başvuran ve kliniğimizde takip edilen hastalar ile ilgili deneyimlerimiz irdelenmiştir. Gereç ve yöntem: 23.02.2012-15.07.2015 tarihleri arasında acil servisimize başvuran ve tarafımızca değerlendirilen travmalı olgular geriye dönük olarak incelendi. Olguların yaşları, cinsiyetleri, travmanın şekli, etkilenen organ sistemi, yoğun bakımda kalış süresi, serviste kalış süresi, kan transfüzyonu ihtiyacının olması, radyolojik değerlendirmesi, cerrahi işlem gereken olgular incelendi. Bulgular: Acil servisimize travma nedeniyle başvuran hastaların 129’u yatarak tedavi edilmiştir. Hastaların 89’u (%68) erkek, 40’ı (%32) kız idi. Hastaların yaş ortalaması 9,29 yaş (6 ay-18 yaş) idi. Travma şekli olarak 27 hastada araç dışı trafik kazası (ADTK), 4 hastada araç içi trafik kazası (AİTK), 52 hastada yüksekten düşme, 13 hastada motorsikletten/bisikletten düşme, 18 hastada delici-kesici alet yaralanması, 15 hastada ise diğer nedenler izlendi. Travma nedeniyle başvuran hastaların 89’unda batın travması, 48’inde toraks travması, 5’inde perianal bölgede travma izlendi. Batın içinde etkilenen organlarda da sırasıyla dalak (39), karaciğer (36), böbrek (7), mide (2), duodenum (1), pancreas (1) idi. 10 hastada ortopedik, 10 hastada derin cilt laserasyonları, 2 hastada ise cranial problemler eşlik etmekteydi. Hastalar acil servisteki ilk değerlendirmelerinin ardından yapılan radyolojik görüntülemesi, aynı radyolog tarafından değerlendirilmesiyle çocuk cerrahisi yoğun bakım ünitemize alındı. Yoğun bakımda hastaların hemodinamik olarak stabilizasyonu sağlanarak, Hb, AST, ALT, amilaz’ı da içeren laboratuvar tetkikleri takibi yapıldı. Hemodinamik olarak stabilizasyonu sağlanamayan 7 hastada acil cerrahi kararı alındı. Splenektomi(2), karaciğere packing(2), karaciğer laserasyonu tamiri(1), mide perforasyonu tamiri(2), duodenal perforasyon tamiri(1) uygulandı. Torakotomi(1), tüp torakostomi(26) uygulandı. Cerrahi öncesi(2), cerrahi sonrası(1) hasta kaybedildi. Hastaların yoğun bakım ünitesinde ortalama yatış süresi 2,5 gün, serviste ise 6,3 gündü. Sonuç: Travma nedeniyle başvuran hastaların mortalite ve morbidite oranlarının düşürülmesinde acil servisteki hızlı değerlendirme önem taşımaktadır. Erken dönemde yoğun bakım ünitemizde yapılan yakın takip ve hemodinamik stabilizasyon ile karaciğer ve dalak travması olan olgularımızda konservatif tedavi ile 93% oranında başarı sağlanmıştır. *** Management of trauma patients in childhood KK Cerit*, T Abdullayev*, R Ergelen**, G Kıyan*, T Dağlı* *Marmara University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Marmara University School of Medicine, Deparment of Radiology Aim: We retrospectively analyzed our experience with the trauma patients admitted to our emergency unit. Material and methods: Hospital charts of the patients were analyzed during the period of 23.02.2012-15.07.2015. The data collected included; patient characteristics, injury mechanism, injured organ, grade of injury, transfusion requirement, type of treatment, length of stay in intensive care unit. Results: 129 patients were hospitalized in our clinic. 89 were male and 40 were female. The age of the patients ranged between 6months-18 years (mean 9,29). Motor vehicle accidents, falls, bike and bicycle accidents were the causes of injuries. Associated injuries included head(2), orthopedic(10), skin lacerations(10). 7 patients underwent laparotomy; splenectomy(2), packing(2), liver laceration repair(1), stomach perforation repair(2), duodenal perforation repair(1) were performed. 2 patients died during preoperative period and 1 patient died after surgery in the postoperative period. Conclusion: The rapid evaluation of of trauma patients’ in the emergency unit is critically important in mortality rates. The success rate of conservative treatment is 93% in patients with liver and splenic injury in our intensive care unit with close follow-up and hemodynamic stabilization. SS - 64 Çocuklarda ciddi pankreas travmalarına yaklaşım A Temiz, SS Ezer, E İnce, HÖ Gezer, P Oğuzkurt, A Hiçsönmez Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: Pankreas yaralanmaları ciddi morbiditelere neden olabilmektedir. Özellikle pankreas transseksiyonlarının ve duktal yaralanmanın eşlik ettiği hastalarda, bazı serilerde hastanın yönetim ve tedavisinde cerrahi girişimler önerilmekle birlikte, çocuklarda uygun tedavi yaklaşımları konusundaki tartışmalar devam etmektedir. Çalışmamızda kliniğimizde ciddi pankreas yaralanması tanısı ile tedavi edilen hastalar değerlendirilmiştir. Gereç ve Yöntem: Haziran 2010 ile Mayıs 2015 tarihleri arasında kliniğimizde ciddi pankreas yaralanması tanısı ile tedavi edilen hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Toplam 7 hastanın 1’i kız, 6’sı erkekti. Yaşları 6,5 yıl ile 11 yıl (median:9,78±2,37 yıl) arasındaydı. Travma şekli bisikletten düşme (n:4), yüksekten düşme (n:1), inek tepmesi (n:1) ve iatrojenik travma (n:1) idi. 4 hastada gidon yaralanması ve inek tepmesine bağlı epigastrik bölgede, ciltte tipik zedelenme bulgusu gözlendi. Hastaların tamamında amilaz düzeyi yüksekti. Görüntüleme yöntemi olarak ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi kullanıldı. 6 hastada pseudokist, 2 hastada hematom, 2 hastada pankreas transeksiyonu, 4 hastada laserasyon görüntülendi. Hastaların tamamında antibiyoterapi ve total parenteral beslenme uygulandı. 6 hastada octreotid tedavisi uygulandı. 1 hastada minör depresyon nedeni psikiatri desteği sağlandı. İatrojenik travma, endoskopik retrograd kolanjio pankreatikografi (ERCP) esnasında pankreas kanalı içinde guide parçasının kopmasına bağlı gelişmiş. Bu hastada pankreatik kanal açılarak yabancı cisim çıkartıldıktan sonra pseudokist gelişmiştir. 4 hastada psödokist spontan geriledi. Bu hastalardan birinde tanı anında tomografide pankreas transeksiyonu izlenmişti. 2 kistogastrostomi ameliyatı yapıldı. 1 hastada ERCP’de duktus devamlılığının görülmemesi ve rekürren pankreatit atakları nedeni ile distal pankreatektomi yapıldı. Ortalama yatış süresi, ameliyat edilen hastalarda 31±2 gün, edilmeyenlerde 51.66±7,63 gündü. Takip süreleri 10 gün ile 9 ay (median: 3 ay) arasında değişmektedir. Tartışma: Travmatik pankreas patolojilerinde başlangıçta konservatif tedaviler tercih edilmelidir. Somatostatinin iyileşme sürecine katkısı bilinmektedir. Bunla birlikte özellikle duktus yaralanmalarının eşlik ettiği durumlarda konservatif yaklaşımlar yetersiz kalabilmektedir. Travma sonrası tekrarlayan pankreatit gelişen durumlarda, duktus devamlılığının değerlendirilmesi amacı ile ERCP kullanılabilir. Cerrahi sağaltım gereken olgularda mümkün olduğunca sınırlı cerrahi girişimler tercih edilmelidir. *** Management of major pancreatic injury in children A Temiz, SS Ezer, E İnce, HÖ Gezer, P Oğuzkurt, A Hiçsönmez Baskent University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Aim: Major pancreatic injury is rare in children. However operative management is recommended especially in patients with pancreatic transection or major ductal injuries, optimal management of children is still controversial. This report reviews the treatment of patients with major pancreatic trauma. Materials and Methods: This study retrospectively evaluates the files of patients between June 2008 and May 2015. Results: Of the 7 patient, one patient was female and six were male. The patients’ ages vary between 6,5 years and 11 years (mean:9,78±2,37 years). The initial trauma mechanisms were bicycle accident(n:4), falling from height(n:1), animal accident(n:1), iatrogenic injury(n:1). Epigastric skin abrasion was typical finding in 4 patients with bicycle and animal accident. Amylase level was high in all. Ultrasonography and computerized tomography were used as radiologic studies. Pancreatic pseudcyst(n:6), laceration(n:4), hematoma(n:2), transection(n:2) were detected. Antibiotherapy and total parenteral nutrition were applied in all. Octreotid was given in 6 patients. Minor depression developed in one. Iatrogenic injury occurred secondary to snap of guide wire in pancreatic duct during ERCP. This patients developed pancreatic pseudocyst after remove of fragment of guide wire by open surgery. Pseudocyst was regressed spontaneously in 4 patients. One of them had pancreatic transection at initial imaging. Cystogastrostomy was performed in 2 patients. Distal pancreatectomy was performed in one patient, because of recurrent pancreatitis and cut of sign on ERCP. Mean hospital follow-up were 31±2 days in conservative group and 51.66±7,63 days in patients underwent surgery. The follow-up period was between 10 days and 9 months (Median:3 months) and is still uneventful. Conclusion: Conservative management should prefer in patients with pancreatic injury. Somatostatin facilitates recovery process. However it may inadequate in some patients especially with pancreatic transection or ductal injury. ERCP is efficacious study to evaluate pancreatic ductal anatomy in patients with recurrent pancreatitis after blunt trauma. SS - 65 Çocukluk Çağında Yabancı Cisim Yutmaları B Erginel, G Karlı, FG Soysal, H Özbey, E Keskin, A Çelik, T Salman İstanbul Üniversitesi, İstanbul Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD Giriş: Çalışmamızda servisimize yabancı cisim yutma nedeni ile başvuran çocukları retrospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık. Hastalar ve metod: 1986-2015 yılları arasında kliniğimize yabancı cisim yutma nedeni ile getirilen hastaları yaş, cinsiyet, yabancı cismin cinsi, lokalizasyonu, radyolojik bulguları, klinik bulgular ve uygulanan tedavi açısından değerlendirdik. Bulgular: Yabancı cisim yutma nedeni ile toplam 435 hasta başvurdu. 196’sı kız, 239’i erkek olan hastaların hepsinde radyolojik olarak yabancı cisim saptandı. Bu hastalarda ortalama 3.66 ± 2.85 yaş (1,5 ay- 14 yaş). En sık görülen yabancı cisimler 256 hastada (%58.9) para, 61 hastada (%14) çengelli iğne, 52 hastada (%11.9) keskin metal cisim (iğne, çivi, küpe, vida, tel, toka), 28 hastada (%6.4) gıda artığı, 24 hastada (%5.5) künt metal cisim ( pil, yüzük, kolye), 11 hastada (%2.5) plastik cisim (düğme, misket, mıknatıs), 3 hastada (%0.7) bezoar idi. Sonuç: Çocuklarda yabancı cisim yutma oldukça sık görülen acil durumlardan biridir. Yabancı cisimlerin alımına bağlı hava yolu obstrüksiyonu, özofagus erozyonu, mediastinit, özofagoaortik fistül gibi komplikasyonlar gelişebilir. Yabancı cismin cinsi, klinik bulguları çocuklarda erişkinlerden daha farklıdır ve farklı bir yaklaşım gerektirir. Zamanında ve uygun cerrahi yaklaşım ile komplikasyon oranları azalabilir. *** Foreign Body Ingestion in Pediatric Patients B Erginel, G Karlı, FG Soysal, H Özbey, E Keskin, A Çelik, T Salman Istanbul University, Istanbul Medical Faculty, Department of Pediatric Surgery Introduction: We aimed to retrospectively analyse the pateints that admitted to our clinic with the complaint of foreign body ingestion. Patients and Metods: Between 1986-2015, the patients admitted with the complaint of foreign body ingestion are retrospectively analysed for age, gender, ingested material, localisation, radiologic, clinical findings and the treatment. Results: 435 patients have admitted for foreing body ingestion. 196 of them were female, 239 of them were male. Foreign body is has been detected by radiography in all of them. The mean age of the patients were 3.66 ± 2.85 years (min 1,5 month- max 14 years). The most detected foreign body was metal money in 256 patients (58.9%), safety pin in 61 patients (14%), sharp metal objects (pin, nail, earings, screw, string, buckle) in 52 patients (11.95%), nutritional material (chicken bone, grape, meat, nuclues) in 28 patients (6.4%), blunt objects in 24 patients (ring, necklace, battery), plastic objects (button, magnet, grapeshot) in 11 patients, bezoar in 3 patients (%2.5). Conclusion: Foreign body ingestion is one of the most common surgical emergencies. Due to the ingestion of foreign body, airway obstruction, esophageal injury, mediastinitis, eneteroenteric, esophagoaortic fistulas can occur. The type of the foreign body, clinical findings in children differ from adults and needs invidually different managements. Timely and accurate surgical interventions can decrease the complication rates. SS - 66 İNHALASYON YANIĞI DENEYİMLERİMİZ D Güney, G Ekberli, R Demir, G Demirtaş, S Bostancı, MN Azılı, A Şenaylı, Cİ Öztorun, YZ Livanelioğlu, E Şenel Ankara Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları, Hematoloji Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği AMAÇ: İnhalasyon yanığı, termal - kimyasal toksinlerin inhalasyonuyla ortaya çıkan hasardır. Termal hasar daha çok üst solunum yollarını, kimyasal hasar tüm solunum yollarını ilgilendirir, ayrıca sistemik toksisite görülebilir. Amacımız alev yanığı nedeniyle yatırılan çocuk hastalarda eşlik eden inhalasyon yanığını saptamanın önemini belirtmek, inhalasyon hasarı olan hastalara yaklaşımı ve deneyimlerimizi paylaşmaktır. GEREÇ VE YÖNTEM: Bu çalışmada; Aralık 2008- Mayıs 2015 tarihleri arasında hastanemiz yanık yoğun bakım ünitesine alev yanığı nedeniyle yatırılan 160 hastadan; eşlik eden inhalasyon yanığı olan 17 hasta değerlendirildi. Demografik veriler, yanık şekli, yanık yüzdesi, yüz bölgesinde yanık olup olmaması, klinik bulguları ve sonuçları irdelendi. BULGULAR: On yedi hastanın 6’sı kız, 11'i erkek ve yaş ortalamaları 61 aydı. Yanık yüzdesi ortalama %47,4 (15 - 95) idi. Hastaların tamamında baş - boyun bölgesi yanığı vardı. Oniki hasta ventilatör ile izlenirken, 5 hasta ventilatör ihtiyacı olmadan nazal oksijen ile takip edildi. On iki hastaya inhalasyon yanığı tanısı klinik bulgularla konuldu. Bronkoskopi yapılan 5 hastanın bulguları; 2 hastada ödem, 1 hastada yaygın ödem ve hiperemi, 2 hastada ise yaygın fibrin ve karbon partikülleriydi. Tüm hastalara göğüs fizyoterapisi, antiinflamatuvar, antibiyotik tedavisi uygulandı. Ventilatörde izlenen 12 hastanın yanık yüzde ortalaması %54 iken, ventilatör ihtiyacı olmayan 5 hastanın yanık yüzde ortalaması %32 idi. Ventilatör desteği alan olgularda ortalama yatış süresi 77 gün iken, diğer olgularda 53 gündü. Ventilatörde kalma süresi 4.5 gün (2-7), ortalama yatış süresi 68 gündü (29-131). Üç olgu (% 17.6) solunum yetmezliği nedeniyle exitus olmuştur. SONUÇ: Çocuk yanıklarında inhalasyon hasarı en önemli mortalite nedenlerindendir. Baş – boyun bölgesini içeren alev yanıklarında; inhalasyon hasarı ihtimalinin düşünülmesi, gerekli olgularda solunumun acil desteklenmesi, zamanında entübasyon, ventilatör desteği, bronkoskopinin gerekli olgularda yapılabilmesi ve tedavi amaçlı kullanılabilmesi, inhalasyon hasarına yönelik spesifik medikal desteğin verilebilmesi kritik önem arz eder. Bu olgularda ilk müdahale kadar, hastanın transportu, donanımlı – yetkin merkezlerde tedavinin sürdürülmesi morbidite ve mortalite yönünden önemlidir. *** OUR EXPERIMENTS ON INHALATION INJURY D Güney, G Ekberli, R Demir, G Demirtaş, S Bostancı, MN Azılı, A Şenaylı, Cİ Öztorun, YZ Livanelioğlu, E Şenel Ankara Child Health and Diseases, Hematology Oncology Training and Research Hospital Department of Pediatric Surgery Aim: Damage due to the inhalation of thermal or chemical toxins is defined as inhalation injury. Here we aim to emphasize the importance of identifying the accompanying inhalation injury in children applying with flare burn and to underlie the approach and the treatment choices in inhalation burn cases as well as to share our experiments. Material and Methods: We evaluated 17 patients with inhalation injury among 160 patients hospitalized due to thermal burn between December 2008 - May 2015. The type and the proportion of the burn, the presence of burn in the face, clinical findings and results were assessed. Results: Six of 17 were female and 11 were male, and the mean age was 61 months. The mean proportion of the burn was 47,4%. Twelve patients were diagnosed as inhalation injury due to clinical findings. Bronchoscopy was performed for 5 patients and edema in 2 patients, disseminated edema in 1 patient and frequent fibrin and carbon particles in 2 patients were reported. Twelve patients under ventilator support had a 54% of mean burn ratio while 5 patients who didn’t require ventilator had a mean burn ratio of 32%. The mean duration of hospital stay was 77 days in patients under ventilator support and 53 days in others. The mean duration of ventilator support was 4.5 days and the mean duration of hospital stay was 68 days. Three cases (17.6%) were died due to respiratory failure. Conclusion: During this emergent process, timely intubation and ventilator support, both diagnostic and therapeutic bronchoscopy if necessary and the medical treatment specific to inhalation injury is critical and needs to be performed cautiously. In these cases, the transport of the patient and sustaining the treatment in well-equipped and qualified centers are as important as the immediate intervention. SS - 67 Çocuk yanık hastalarında “clostiridial collagenase”in antimikrobial ajanlarla birlikte kullanımının eskar lizisine etkisi G Bulut, Z Dökümcü, E Divarcı, A Çelik, G Özok Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: Yanık yarasından eskarın uzaklaştırılması çoğu zaman cerrahi girişim gerektiren ve iyileşmeyi geciktiren bir işlemdir. Cerrahi eksizyon yerine enzimatik debridman günümüzde yaygın olarak kullanılmaktadır. Antimikrobial etkiden yoksun olan enzimatik debridman ajanlarının antimikrobial ajanlarla birlikte kullanılması halinde etkinliğinin azalacağına ilişkin görüşler mevcuttur. Bu çalışmanın amacı, bir enzimatik debridman ajanı olan “clostiridial collagenase”ın antimikrobial ajanlarla birlikte kullanımının eskar lizisine ve sistemik inflamatuar yanıta olan etkisini araştırmaktır. Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 2011-2013 yılları arasında yanık ünitemizde yatarak tedavi görmüş 2.º yüzeysel ve derin yanıklı hastalar dahil edilerek hasta dosyaları retrospektif incelendi. Olgular kollajenazın tek başına kullanıldığı “Kollajenaz grubu” ile antimikrobial bir ajan ile birlikte uygulandığı “Yama grubu” olarak gruplandırıldı. Gruplar; demografik veriler, yanık genişliği, derinliği, sebebi, başvuru süresi, hastanede yatış süresi, cerrahi eksizyon oranı, eskarın temizlenmeye başladığı gün, epitelizasyon süresi, sistemik enflamatuar bulgular (lökositoz, CRP yüksekliği, takipne, taşikardi, kültür-antibiyogram sonuçları) açısından karşılaştırıldı. İstatiksel değerlendirmede t-test, Mann-Whitney U, Ki kare testleri kullanıldı. Bulgular: Kırkbiri erkek 37’si kız toplam 78 hastanın genel yaş ortalaması 47,5±49,3ay, kollajenaz grubu (n=48) ve Yama grubunun (n=30) yaş ortalamaları ise sırasıyla 49,33±51,37 ve 44,57±46,26 ay idi. En sık yanık nedeni sıcak su ile haşlanmaydı (%80,8). Yatış süresi için ortanca tüm hastalarda 11, Kollajenaz grubunda 11 (3-26), Yama grubunda ise 13 (5-23) gün idi. Enzimatik debridman sonrası cerrahi eskar eksizyonu ihtiyacı Kollajenaz grubunda %29,2; Yama grubunda %46,7 idi. Eskarın temizlenmesi Kollajenaz grubunda ortalama 7,2±3,3; Yama grubunda ortalama 9,6±2,8 gün sürdü. Epitelizasyon Kollajenaz grubunda ortalama 12,3±5,8; Yama grubunda ortalama 13,4±4,8. günde başladı. Sistemik enflamatuar bulgular görülen hastaların oranı Kollajenaz grubunda %27,1, Yama grubunda %43,3 saptandı. İki grup arasında yalnızca eskarın temizlenme süresinde istatiksel anlamlı fark saptandı (p=0,002). Sonuç: Klostiridyal kollajenazın antimikrobiyal ajanlarla birlikte uygulanması, eskarın temizlenme süresini az miktarda geciktirse de engellememektedir. Yama uygulanması sistemik inflamatuar yanıt bulgularında ise öngörüldüğü gibi bir gerilemeye neden olmamıştır. *** Effects of clostiridial collagenase application with antimicrobial agents on eschar lysis in pediatric partial thickness burn patients G Bulut, Z Dökümcü, E Divarcı, A Çelik, G Özok Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery Background: Eschar removal may necessitate surgical intervention which is a delaying factor in healing process. Enzymatic debridement is an alternative to surgical excision but it lacks antimicrobial effect. Application of enzymatic debridement agent with antimicrobial agents may diminish its effect on eschar. In this study, we aimed to show effects of clostiridial collagenase application with antimicrobial agents on eschar lysis and systemic inflammatory response. Patients and method: All partial thickness burn patients that were treated between 2011and2013 in our burn unit were included in the study. Hospital records were retrospectively reviewed and patients were divided into 2 groups according to the ointment that was used; Collagenase group and Patch group (clostiridial collagenase and antimicrobial agent). Groups were then compared according to demographics, width, depth and cause of burn, duration of admission and hospital stay, need for surgical excision, duration for eschar lysis and epithelization, systemic inflammatory findings (leucocytosis, elevation of CRP, tachypnea, culture-antibiograms). T-test, Mann-Whitney-U and Chi square were used where appropriate. Results: Mean ages for overall 78 patients, Collagenase group (n=48) and Patch group (n=30) were 47.5±49.3, 49.3±51.3 and 44.5±46.2 months, respectively. Majority of patients were scalding (80.8%). Median duration of hospital stay was 11 days for overall patients whereas Collagenase group (median 11 days) was discharged earlier than Patch group (median 13 days). Rates of need for surgical excision following enzymatic debridement were 29.2% and 46.7% in Collagenase group and Patch group, respectively. Eschar removal was significantly faster in Collagenase group (7.2±3.3 days) compared to Patch group (9.6±2.8 days). Epithelization commenced on 12.3rd day in Collagenase group and on 13.4th day in Patch group. Systemic inflammatory findings were evident in 27.1% of Collagenase group and in 43.3% of Patch group. Differences between all criteria except duration for eschar lysis were insignificant. Conclusion: Application of clostridial collagenase with antimicrobial agents does not prevent but delays eschar lysis. But “Patch technique” does not seem to inhibit the systemic inflammatory findings. SS - 68 Çocuk Yanıklarında Eritrosit Dağılım Farklılıkları ve Nötrofil Lenfosit Oranı’nın Morbiditede Belirleyiciliği M Gündüz*, İ Çiftçi*, AÇ Yastı**, A Güven*** *Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Hitit Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı ***Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD Amaç: Eritrosit Dağılım Farklılıkları (RDW) birçok hastalıkta mortalite ile ilişkili bulunmuştur. Nötrofil Lenfosit Oranı (NLR) ise inflamatuar hastalıkların tanı ve tedavisinde potansiyel bir belirleyici olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmada RDW ve NLR ile çocuklardaki haşlanma yanıkları arasındaki ilişki ortaya konmaya çalışıldı. Yöntem: Haşlanma yanığı nedeniyle tedavi edilen 39 hastanın verileri geriye dönük olarak değerlendirildi. Hastalar tedavide greft uygulaması yapılan ve yapılmayanlar olarak iki gruba ayrılıp RDW, NLR, yaş, cinsiyet, total vücut yanık alanı (TBSA) ve albumin değerleri karşılaştırıldı. Bulgular: Greft uygulanan hastalarda RDW ve NLR oranının hafif yüksek olmakla birlikte istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görüldü. NLR ve TBSA ile hastanede kalış süresi ile RDW ve lenfosit sayısı arasında doğrusal orantıda bir ilişki olduğu gözlendi. Sonuç: NLR çocuk haşlanma yanıklarında morbiditeyi belirleyebilecek ucuz, kolay hesaplanabilen belirleyiciliği olan bir parametre olduğunu düşünmekteyiz. Diğer taraftan, bu çalışma sonuçlarına göre RDW’nin belirleyici özelliği saptanmamıştır. *** Red cell distribution width and neutrophil to lymphocyte ratio as a predictive factor of morbidity in pediatric patients with burn M Gündüz*, İ Çiftçi*, AÇ Yastı**, A Güven*** *Selcuk University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Hitit University Medical School Department of General Surgery ***Gulhane Military Medical Faculty Department of Pediatric Surgery Background: Red cell distribution width (RDW) is associated with mortality in certain diseases. Neutrophil to lymphocyte ratio (NLR) is a potential marker of inflammatory diseases. However, the relationship between RDW-NLR and morbidity in patients with burn is unknown. This study was performed to investigate the utility of RDW and NLR as a predictor in pediatric burn patients. Methods: We performed a retrospective analysis of 39 pediatric patients with burn. Patients were divided into two groups, treated with or without greft. RDW, NLR, age, sex, total body surface area (TBSA), and albumin values were calculated and compared. Analysis was performed to determine the relationship of RDW and NLR with groups Results: There was a slight increase of RDW and NLR values in group 2 patients but this increase was not statistically significant than the group 1. There was a positive correlation between NLR and day in hospital stay duration, TBSA and day in hospital stay duration and RDW and lymphocyte values . Conclusion: NLR is an independent, cheap, easy, and strongly predictive marker of morbidity in patients with burn, on the other hand RDW cannot be used as a predictive factor of morbidity in pediatric scald burns. SS - 69 Ampiyemli Hastalardaki Torakoskopik Debridman Deneyimimiz Hİ Tanrıverdi, U Şenel Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Tokat Amaç: Ampiyem, çocukluk döneminde genellikle pnömoni sonrası gelişen önemlli bir sorundur. Özellikle tanı ve tedavideki gecikmeler pnömoni sonrası ampiyemin görülme sıklığını arttırır. Ampiyemde temel tedavi antibiyoterapi ve drenajdır. Son dönemde ampiyem tedavisinde ilk tercih torakoskopik debridman (TD) olmaya başlamıştır. Bu çalışmada kliniğimizde ampiyem nedeniyle takip ettiğimiz olgularımız sunulmuştur. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 2012-2015 yılları arasında ampiyem nedeniyle izlenen toplam 11 olgunun kayıtları geriye yönelik olarak incelenmiştir. Bulgular: Ampiyem nedeniyle izlenen toplam 11 olgunun kız/erkek oranı 4/7, yaş ortalaması ise 6’ dır. Ampiyem 9 olguda parapnömonik olarak gelişirken 1 olguda perfore appendisit sonrası, bir olguda da dalak travması sonrası gelişmiştir. 6 olguda sağ, 5 olguda ise sol ampiyem saptanmıştır. Plevral effüzyonun saptanmasında ultrasonografi (n=5) ve/veya bilgisayarlı tomografi (n=8) kullanılmıştır. Ampiyem tanısı için olgulara torasentez yapılmış ve Light kriterleri kullanılmıştır. Üç olguda torasentez ile sıvı alınamamıştır. Olguların tamamına TD uygulanmıştır. Hiç bir olguya TD öncesi tüp torakostomi yapılmamıştır. Tüm olgularda TD, ampiyemin saptandığı gün ya da ertesi gün uygulanmıştır. TD işlemi sırasında üç olguda 3, 6 olguda 2, iki olguda ise 1 trokar kullanılmıştır. Torakoskopi sırasında 6 hastada evre 3, üçünde evre 2, ikisinde ise evre 1 ampiyem saptanmıştır. Operasyon sonrası ortalama toraks tüpü kalış süresi 6 gündür. Sadece bir olguda bronkoplevral fistül gelişmiş ve kendiliğinden düzelmiştir. Ortalama hastanede yatış süresi 10 gün olmuştur. Sonuç: Ampiyem tedavisinde torakoskopi ile fibrinler ve septasyonlar kolaylıkla debride edilebilmekte, böylelikle iyileşme hızlanmaktadır. Dolayısıyla çocuklarda ampiyem tedavisinde ilk seçenek TD olmalıdır. *** Our Thoracoscopic Debridement Experience at the Patients with Empyema Hİ Tanrıverdi, U Şenel Gaziosmanpasa University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Tokat, Turkey Aim: Empyema is an important problem which formations after pneumonia in childhood. The incidence of parapneumonic empyema increases if diagnosis delays. Main treatment of empyema is antibiotherapy and drainage. The first option is thoracoscopic debridment (TD) for empyema treatment at the last period. In this study, we presented our empyema patients. Materials and Methods: The hospital records of 11 patients who were treated for empyema at our clinic between 2012-2015, were reviewed retrospectively. Results: Eleven patients with empyema were treated. The female/male ratio was 4/7, the main avarage age was 6. Empyema was occured after pneumonia at 9 patients, after perforated appendicitis at one patient and after splenic trauma at one patient. Empyema was right sided at 6 patients and left sided at 5 patients. Pleural effusion was determined with ultrasonography (n=5) and/or computerized tomography (n=8). The diagnosis of empyema was done with thoracentesis and Light's criteria. The pleural fluid couldn't taken with thoracentesis at three patients. TD was performed to all of patients. Tube thoracostomy wasn't applied to non of patients before TD. TD was performed at first or second day of diagnosis. TD was applied with 3 trocars at three patients, 2 trocars with 6 patients and 1 trocar at two patients. Phase 3 empyame at 6 patients, phase 2 empyema at three patients, phase 1 empyema at two patients were determined at thoracoscopy. The main avarage tube thoracoscopy duration after thoracoscopy was 6 days. Bronchopleural fistula occured at only one patient and regressed spontaneously. The main avarage hospitalized duration was 10 days. Conclusion: Fibrins and septations are debrided easily with thoracoscopy at empyeme treatment, so the healing rises. TD must be the first preference on empyeme treatment at children. SS - 70 ABDOMİNAL GİRİŞİM SONRASI N-ASETİLSİSTEİN’İN İNTRAPERİTONEAL UYGULAMASININ ADEZYON OLUŞUMU ÜZERİNE ETKİSİNİN ARAŞTIRILMASI Gİ Aslan*, İ Ötgün*, M Tepeoğlu**, T Acer*, LH Güney*, A Hiçsönmez* *Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı Giriş: Postoperatif intraabdominal adezyonların azaltılmasına yönelik olarak yaptığımız çalışmada, sıçanlarda deneysel olarak oluşturulan intraabdominal adezyonları önlemek için Nasetilsistein’in (NAS) intravenöz formunun intraperitoneal olarak verilmesinin etkilerini araştırdık. Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada yaşları 5-7 ay arasında değişen, 20 adet dişi Wistar Albino sıçan kullanılmıştır. Çalışmada kullanılan sıçanlar 2 gruba ayrılmışlardır; Grup 1 adezyon oluşum modeli sonrası intraperitoneal serum fizyolojik (SF) verilen grup (n=10); Grup 2 adezyon oluşum modeli sonrası intraperitoneal NAS verilen gruptur (n=10). Postoperatif 10. gün sakrifiye edilen ratlar, adezyon gelişimi açısından makroskopik ve mikroskopik olarak (fibrosis ve inflamasyon açısından) değerlendirildi. İntraperitoneal adezyonlar makroskopik olarak Evans modeline uygun olarak kör değerlendirildi. Mikroskopik inceleme için örnekler bağırsakların belirgin adezyon olan bölgesinden alındı. İstatistik karşılaştırmalar Mann Whitney U yöntemi ile yapıldı ve p<0,05 anlamlı kabul edildi. Bulgular: Grup 1’de kendi kendine ayrılan adezyon 3 sıçanda, çekme ile ayrılan adezyon 4 sıçanda, ayırmak için disseksiyon gereken adezyon ise 3 sıçanda mevcuttu. Grup 2’de adezyon olmayan 6 sıçan, kendi kendine ayrılan adezyonu olan 4 sıçan mevcuttu, çekme ile ayrılan veya ayırmak için disseksiyon gereken adezyonu olan sıçan ise bulunmamaktaydı. Histopatolojik incelemede Grup 1’de üç sıçanda hafif fibrozis, 6 sıçanda orta derecede fibrozis, 1 sıçanda yoğun fibrozis mevcuttu. Bu grupta 6 sıçanda hafif, 2 sıçanda orta derecede, 2 sıçanda ise yoğun inflamatuar hücre reaksiyonu saptandı. Grup 2’de 4 sıçanda inflamatuar hücre reaksiyonu ve interstisyel fibrozis bulunmazken, 6 sıçanda hafif inflamatuar hücre reaksiyonu ve fibrozis mevcuttu. Bu gruptaki sıçanların hiçbirinde orta veya yoğun inflamatuar hücre reaksiyonu ya da interstisyel fibrozis yoktu. Cerrahi sonrası makroskopik adezyon ve mikroskopik interstisyel fibrozis ve inflamatuar hücre reaksiyonu gelişimi, kontrol grubu ve NAS verilen grup incelendiğinde, kontrol grubu ve NAS grubu arasında adezyon gelişimi açısından NAS leyhine anlamlı fark olduğu bulunmuştur (p<0,05, p<0,05, p<0,05). Tartışma: Bu deneysel çalışmada NAS’ın intraperitoneal olarak tek doz kullanımının karın içi adezyon oluşumunu azalttığı gösterilmiştir. NAS, intraabdominal adezyonların azaltılmasında umut verici bir ilaç olabilir. *** Effect of the Use of Intraperitoneal N-acetylcysteine on Postoperative Adhesions after Abdominal Intervention Gİ Aslan*, İ Ötgün*, M Tepeoğlu**, T Acer*, LH Güney*, A Hiçsönmez* *Baskent University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery **Baskent University Faculty of Medicine Department of Pathology Aim: Postoperative intraabdominal adhesions are important health problems. In this study we researched the effect of N-acetylcysteine (NAC) local administration on postoperative intraabdominal adhesion formation in the rat models. Material and Method: We used 20 female Wistar Albino rats which were 5-7 months old. Rats were divided into 2 equal groups; Group 1 was administered saline solution (n=10) after caecal abrasion, Group 2 was administered NAC (n=10). Results: Rats were sacrificed on postoperative tenth day and were examined macroscopically and microscopically for the adhesion formation. Intraperitoneal adhesion formation was scored blinded with Evans model. For histopathologic examination, the most adherent bowel section was excised. In Group 1 there were no rats without adhesion, 3 rats had adhesions can be separated simply, 4 rats had adhesions can be separated by traction and 3 rats had adhesions needed dissection. In Group 2, 6 rats had no adhesions, 4 rats had adhesions can be separated simply there were no rats with adhesions needed traction or dissection. In histopathologic examination, all of the Group 1 rats had interstitial fibrosis and inflammatory cell reaction. Three rats had minimal, 6 rats had moderate and 1 rat had dense fibrosis. In this group, 6 rats had mild, 2 rats had moderate and 2 rats had severe inflammatory cell reaction. In Group 2, 4 rats had no interstitial fibrosis or inflammatory cell reaction. Six rats had mild inflammatory cell reaction and interstitial fibrosis. None of the rats of Group 2 had severe inflammatory cell reaction or dense interstitial fibrosis. Macroscopic adhesion formation and microscopic inflammatory cell reaction and interstitial fibrosis formation after surgery were evaluated statistically by Mann Whitney U test between sham group and the NAC group and was found in the benefit the NAC group (p<0.05, p<0.05, p<0.05). Discussion: In this experimental study we showed that the intraperitoneal single dose use of NAC has decreased the postoperative intraabdominal adhesions. NAC can be a promising drug for decreasing the postoperative adhesions. SS - 71 DEKSTRANOMER/HYALURONİK ASİT İLE POLİAKRİLAT/POLİALKOL KOPOLİMERLERİNİN VEZİKOÜRETERAL REFLÜNÜN ENDOSKOPİK TEDAVİSİNDE KARŞILAŞTIRILMASI SC Karakuş, İR User, B Demircioğlu Kılıç, V Akçaer, H Ceylan, BH Özokutan Gaziantep Üniversitesi Tıp Fakültesi Giriş: Dekstranomer/hyaluronik asit (Dx/Ha; Dexell®) ve poliakrilat-polialkol kopolimeri (PPC; Vantris®), vezikoüreteral reflü (VUR) nün endoskopik tedavisinde kullanılan materyallerdir. Bu çalışmanın amacı Dx/Ha ve PPC’i etkinlik, enjeksiyon tekniği ve vezikoüreteral bileşke tıkanıklığı başta olmak üzere komplikasyonlar açısından karşılaştırmaktır. Hastalar ve Yöntem: 2009-2015 yılları arasında endoskopik VUR tedavisi yapılan 95 hasta geriye dönük olarak incelendi. Enjeksiyon tekniği olarak klasik subüreterik enjeksiyon (STING) methodu veya double hidrodistansiyon implantasyon tekniği (HIT) kullanıldı. Hastalar 2 gruba ayrıldı: Grup 1: PPC kullanılan hastalar (n=50 hasta, 70 üreter) Grup 2: Dx/Ha kullanılan hastalar (n=45 hasta, 74 üreter) Bulgular: Grup 1’deki 30 hastada (12 sağ, 18 sol) VUR tek taraflı iken, Grup 2’deki 16 hastada (4 sağ, 12 sol) tek taraflıydı. VUR’un derecesi, tarafı ve ortalama takip süresi açısından iki grup arasında anlamlı farklılık yoktu. Grup 1’deki nihai başarı oranı %88.6 (62/70 üreter) iken, Grup 2’de bu oran %70.3 (52/74 üreter) idi. Başarı oranı, PPC grubunda Dx/Ha grubuna göre istatistiksel olarak yüksek bulundu. Enjeksiyona bağlı gelişen vezikoüreteral bileşke tıkanıklığı, Grup 1’deki 7 hastada üreteral reimplantasyon veya stent yerleştirilmesini gerektirecek şekilde gelişirken Grup 2’deki hiçbir hastada görülmedi. Vezikoüreteral bileşke tıkanıklığı oluşması Grup 1’de Grup 2’ye göre istatistiksel olarak yüksek bulundu. Grup 1‘deki vezikoüreteral bileşke tıkanıklıklarından 6 tanesi double HIT tekniği kullanılanlarda, sadece 1 tanesi ise STING yöntemi kullanılan hastalarda görüldü ve bu durum istatistiksel olarak anlamlı idi. Sonuç: Bu çalışmanın sonuçlarına göre PPC, Dx/Ha ile karşılaştırıldığında VUR’nün endoskopik tedavisinde daha başarılı olmakla birlikte, özellikle double HIT tekniği kullanıldığında daha yüksek oranda vezikoüreteral bileşke tıkanıklığına yol açmaktadır. Tercih edilen enjeksiyon materyaline göre enjeksiyon tekniğinin belirlenmesi komplikasyon oranlarını azaltabilir. *** THE COMPARİSON OF DEXTRANOMER/HYALURONIC ACID AND POLYACRYLATE/POLYALCOHOL COPOLYMERS İN ENDOSCOPIC TREATMENT OF VESICOURETERAL REFLUX SC Karakuş, İR User, B Demircioğlu Kılıç, V Akçaer, H Ceylan, BH Özokutan Faculty of Medicine, University of Gaziantep Introduction: Dextranomer/hyaluronic acid (Dx/Ha;Dexell®) and polyacrylate-polyalcohol copolymer (PPC;Vantris®) are the popular tissue-augmenting substances using for the endoscopic injections of vesicoureteral reflux (VUR). The aim of the study is to evaulate and compare Dx/Ha and PPC in terms of effectiveness, injection techniques and complications with special emphasis on vesicoureteral junction obstruction. Patients and Method: A total of 95 patients who underwent endoscopic VUR treatment between 2009 and 2015 were retrospectively reviewed. Classical subureteric injection (STING) method or double hydrodistention implantation technique (HIT) are used. The patients were divided into two groups: Group 1: Patients underwent endoscopic treatment with PPC (n=50 patients, 70 renal refluxing units) Group 2: Patients underwent endoscopic treatment with Dx/Ha (n= 45 patients, 74 renal refluxing units) Results: VUR was unilateral in 30 (12 right,18 left) and 16 (4 right, 12 left) patients in Group 1 and 2, respectively. Grade of VUR, side of VUR and mean follow-up were not significantly different. The overall resolution rates based on the number of RRUs studied was 88.6% (62/70) and 70.3% (52/74) in Group 1 and Group 2, respectively. Resolution rates were significantly better in Group 1 compared to Group 2. Vesicoureteral junction obstruction (VUJO) requiring ureteral reimplantation or stent insertion developed in 7 patients in Group1. No VUJO was observed in Group 2. VUJO in Group 1 was markedly higher than that in Group 2. In Group 1, 6 of the VUJOs were observed in patients treated with double HIT technique and it was significantly higher in double HIT technique compared to STING method in Group 1. Conclusion: The results of this study present that endocopic treatment of VUR with PPC promises better resolution rates but higher VUJO rates, in particular for double HIT technique, compared to Dx/Ha. Determining of injection technique according to the preferred bulking agent can decrease complication rates. SS - 72 Üreteropelvik anastomoz sonrası gelişen kollojen doku üzerine Fibrinojen+Trombinin lokal etkisi M Yurtçu*, ME Yurtçu**, ZF Baba*** *Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Bezmialem Vakıf Üniversitesi Eczacılık Fakültesi ***Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı Giriş/Amaç: Pyeloplasti sonrası görülen fibrozis, önemli postoperatif komplikasyonlardan biridir. Deneysel üreteropelvik anastomozda fibrozis gelişimi üzerine Fibrinojen+Trombinin (FT) lokal etkisini araştırdık. Gereç/Yöntem: Her grupta 6 tavşanın çalışıldığı 3 grup kullanıldı: Kontrol (K), Sham (S) ve FT grupları. Gruplarda laparatomi aracılığı ile 1 cm’lik ureteropelvik segment rezeke edildi ve anastomoz gerçekleştirildi. K grubundan üreteropelvik bileşke direkt eksize edildi. S grubuna pyeloplasti sonrası herhangi bir ilaç uygulaması yapılmadı. FT grubunda, idrar akımını önleyerek ıslak olmayan zeminde; anastomoz hattına 3 ml FT püskürterek lokal olarak uygulandı. Cerrahi girişimden sonra tavşanlar ilk 48 saat parenteral, sonra oral beslendiler. Postoperatif dönemde hayvanların 21. gün çekilen üreteropelvik grafilerinde anastomoz kaçağı olmadığı görüldü. Tavşanlar 3 hafta sonra sakrifiye edilip; anastomoz hattında akut inflamasyon (Aİ), kronik inflamasyon (Kİ), granülasyon dokusu miktarı (GDM), granülasyon dokusundaki fibroblast matürasyonu (GDFM), kollajen depozisyonu (KD), neovaskülarizasyon (N), reepitelizasyon (R) ve anastomoz hattı dışı çevre doku reaksiyonu (AHDÇD) değerlendirildi. Bulgular: Üreteropelvik anastomozlarda GDM’nın FT grubundaki değerlerinin, K ve S gruplarındaki değerlerden anlamlı olarak düşük olduğu görüldü (P=0,041). GDFM’nın FT grubundaki değerlerinin, K ve S gruplarndaki değerlerden anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (P=0,014). KD’nın FT grubundaki değerlerinin, K ve S gruplarındaki değerlerden anlamlı olarak yüksek olduğu görüldü (P=0,047). AHDÇD’nın S ve FT gruplarındaki değerlerinin, K grubundaki değerlerden anlamlı olarak düşük olduğu görüldü (P=0,010). Her 3 grupta Aİ, Kİ, N ve R değerleri açısından fark yoktu. Sonuç: Fibrinojen+Trombinin, pyeloplastide GDM ve AHDÇD'yi azaltıp, GDFM ve KD'yi arttırarak; anastomoz kaçağını önlemede yararlı olabileceği kanısındayız. *** The local effect of fibrinogen+thrombin on collogen tissue ocurred after anastomosis in pelviureteral anastomosis M Yurtçu*, ME Yurtçu**, ZF Baba*** *Necmettin Erbakan University, Meram Medical Faculty, Department of Pediatric Surgery **Bezmialem Vakif University, Faculty of Pharmacy ***Selcuk University, Selcuklu Medical Faculty, Department of Pathology Aim: This study aimed to investigate the local effect of fibrinogen+thrombin (FT) on the fibrosis tissue formation after repair of pelviureteral obstruction.. Materials and methods: Eighteen rabbits were divided equally into 3 groups: control (C), sham (S), and FT. A 1-cm-length of the ureteropelvic segment was resected; anastomosis was performed with 6/0 Vicryl. Pelviureteral junction was directly excised in C group. S group did not undertake any medication after pyeloplasty. In group FT, 4 ml FT was administered locally to the all-round of anastomosis in dry conditions. The rabbits were fed parenterally for first 48 hours and orally on postoperative day 3. Intravenous pyelography was carried out on postoperative day 21. The rabbits were sacrificed and examined for acute inflammation (AI), chronic inflammation: (CI), granulation tissue amount (GTA), granulation tissue fibroblast maturation (GTFM), collagen deposition (CD), reepithelialization (R), neovascularization (N), periferal tissue reaction (PTR) in the anastomosis lines 3 weeks later. Results: In the FT group, GTA scores were significantly lower than it was in the C and S groups (P=.041). In the FT group, GTFM scores were significantly higher than it was in the C and S groups (P=.014). In the FT group, CD scores were significntly higher than it was in the C and S groups (P=.047). In the FT and S groups, PTR scores were significantly lower than them were in the C group (P=.010). Conclusions: FT can be considered as an alternative measure to improve the success of pyeloplasty and to prevent anastomosis leakage. SS - 73 İNTRAUTERİN GELİŞME GERİLİĞİ OLAN RAT FETUSLARDA POSTNATAL DÖNEMDE TESTİS GELİŞİMİNİN İNCELENMESİ B Altan, EB Bulut, B Çalışkan, A Güven, İ Sürer, S Demirbağ Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD Giriş: İntrauterin gelişme geriliği tüm dünyadaki yenidoğanlarda oldukça yaygın olarak görülen bir problemdir. Perinatal dönemdeki mortalite ve morbidite artışından sorumlu olduğu gibi literatürde kabul görmüş olan fetal programlama hipotezine göre sebep olduğu epigenetik değişikliklerden dolayı postnatal dönemde de fetus üzerindeki olumsuz sistemik etkisini devam ettirmektedir. İntrauterin gelişme geriliğine bağlı olarak sıklığı arttığı bilinen bazı hastalıkların yanısıra testisler üzerindeki olumsuz etkisini inceleyen çalışmalara literatürde rastlanmamıştır. Bu çalışmada intrauterin gelişme geriliğinin testisler üzerindeki muhtemel olumsuz etkisinin ortaya konulması amaçlanmıştır. Materyal ve metot: Çalışmada 12 adet gebe rat 3 gruba ayrılarak 1. gruptaki 6 adet rata gebeliklerinin 18. gününde bilateral uterin arter ligasyonu yapıldı. 2. grup kontrol grubu olarak seçildi ve gebelik süresince işlem yapılmadı. 3. gruba ise cerrahinin olumsuz etkisini dışlayabilmek amacıyla gebeliğin 18. gününde uterin arter ligasyonu yapılmadan sadece laparotomi yapıldı. Daha sonra gebeliğin 21. gününde tüm gebe ratlara sezeryan yapılarak yavrular dışarı alındı ve yavrulardan elde edilen testis dokuları histolojik olarak değerlendirildi. Testis çapları, seminifer tübül sayıları, seminifer tübül çapları, herbir seminifer tübüle ait sertoli hücre sayıları ve spermatogonium sayıları testisin gelişmişliği için kriter olarak kabul edildi. Bulgular Bonferroni düzeltmeli çoklu karşılaştırma testleri ile ve p < 0,05 anlamlılık düzeyinde değerlendirildi. Bulgular: intrauterin gelişme geriliği oluşturulan gruptaki fetusların testisleri diğer gruplardakine göre anlamlı olarak küçük olmakla birlikte seminifer tübül sayıları ve çapları ile spermatogonium sayıları da anlamlı olarak düşük bulundu ( p<0,05). Sonuç: intrauterin gelişme geriliğinin testis dokuları üzerinde atrofi olarak değerlendirilebilecek olumsuz etkisi olduğunun yanı sıra, fetusu tümüyle etkileyen sistemik bir problem olduğu fikrini de güçlendirmiştir. *** INVESTIGATION OF TESTICULAR DEVELOPMENT IN THE RAT FETUSES WITH INTRAUTERINE GROWTH RETARDATION IN THE POSTNATAL PERIOD B Altan, EB Bulut, B Çalışkan, A Güven, İ Sürer, S Demirbağ Gulhane Military Medical Faculty Department of Pediatric Surgery Intrauterine growth retardation is a common problem in newborns all over the world. It is responsible for the increase in perinatal mortality and morbidity, and according to the fetal programming hypothesis. In this study, the possible adverse effects of intrauterine growth retardation on the testes are investigated. 12 pregnant rats were divided into three groups: 6 rats in the group 1at 18 days of gestation were performed bilateral uterine artery ligation. 2 was selected as the control group and no action was taken during pregnancy. Group 3 were in order to exclude the negative effects of the surgery, only laparotomy was performed at the 18th day of pregnancy without uterine artery ligation. Later on day 21th of pregnancy, a cesarean section was performed in all pregnant rats and the obtained testicular tissue of the offspring was evaluated histologically. Testis diameter, the number of seminiferous tubules, seminiferous tubule diameter, Sertoli cells and spermatogonia of each of the seminiferous tubules of the testis were considered as criteria for development. Significance was set at p < 0.05, with a Bonferroni correction for multiple comparisons.The testes were significantly smaller in fetus with intrauterine growth retardation than in the other groups. The number and diameter of seminiferous tubules, sertoli cell number and spermatogonia number were also significantly lower (p < 0.05). In conclusion, we can say that intrauterine growth retardation has an adverse effect on testicular tissue atrophy, as well as it may be a systemic problem that affects all the fetus. SS - 74 İnsan Yenidoğan Sünnet Derisi Kök Hücrelerinin Kas Öncülü Hücrelere Farklılaşma Potansiyellerinin Tespiti ve Bu Hücrelerin Klinikte Kullanılmasına İlişkin Çalışmalar ÖS Somuncu*, S Somuncu**, E Boylu*, P Çolakoğlu*, F Şahin* *Yeditepe Üniversitesi Biyoteknoloji Enstitüsü **Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç Doku mühendisliği çalışmalarının ortak amacı hastalıklı veya hasarlı organların sağlıklı dokularla değiştirilmesi veya bu hasarlı dokuların yenilenme potansiyellerini arttırmaktır. Dolayısıyla, günümüze kadar birçok farklı kök hücre kaynağı bu tür çalışmalar için kullanılmıştır. Bu çalışmada, insan yenidoğan sünnet derisi kök hücrelerinin kas öncülü hücrelere farklılaşma potansiyelleri ve kas dokusuna dönüşme eğilimleri incelenmiştir. Metotlar Akış sitometresi analizleri kök hücrelere özgün yüzey antijenlerinin tespiti için kullanıldı. Farklılaştırma süreci tamamlandıktan sonra, kas hücrelerine özgü genlerin ekspresyon seviyeleri gerçek zamanlı polimeraz zincir reaksiyonu ile ölçüldü. Hücreler ayrıca özgün doku iskelelere ekildi ve farklılaştırmayı uyarıcı besiyeri ile muamele edildiler. Bu şekilde farklılaştırılmamış ve farklılaştırılmış hücrelerin iskeleler aracılığı ile doku formasyonları karşılaştırıldı. Sonuçlar Akış sitometresi sonuçları göstermiştir ki, farklılaştırılmamış insan yenidoğan sünnet derisi kök hücreleri aktif şekilde kök hücrelere özgün kök hücre yüzey antijenlerini eksprese etmektedir. Kasa özgü farklılaştırmalar sonrasında, kas hücrelerine özgün genlerin ekspresyonları artmıştır ve farklılaştırılmamış olanlar ile karşılaştırılmıştır. Taramalı elektron mikroskopu sonuçları ise, iskeleler üzerinde farklılaştırılan ve farklılaştırılmayan hücrelerin, doku oluşturabilme kapasitelerini karşılaştırmak amacıyla kullanılmıştır. *** Differentiation potentials of Human Newborn Foreskin Stem Cells to Myogenic Precursors and Their Applications ÖS Somuncu*, S Somuncu**, E Boylu*, P Çolakoğlu*, F Şahin* *Yeditepe University Department of Biotechnology **Bahçeşehir University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Purpose One of the foremost targets of tissue engineering is being able to substitute diseased internal organs. Numerous different stem cell sources are presently being examined for tissue engineering. In this study, convertibility of human newborn stem cells (hnFSSCs) to myogenic precursors and capacity towards tissue formation is examined. Methods Flow cytometry analysis is utilized in order to detect the stem cell specific cell surface markers. Cells are then exposed to myogenic differentiation. After differentiation is completed, myogenic specific gene expression is examined with real-time PCR reaction. Cells are also seeded on specific scaffold and exposed to differentiation medium and normal medium in comparison in order to control tissue formation ability. Results Flow cytometry results indicated that, non-differentiated hnFSSCs actively express surface specific stem cell markers. After myogenic differentiation, cells shown increased myogenic specific gene expression compared to non-differentiated cells. SEM imaging of cells grown on specific scaffold revealed that, only cells under myogenic differentiation have the ability to form tissue like structures. SS - 75 Deneysel testis torsiyonunda likopenin etkinliği M Güzel, AB Öztürk, NF Aras, M Küçükaydın, C Turan Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahi Anabilim Dalı, Kayseri Amaç: Bu çalışmada deneysel testis iskemi-reperfüzyon hasarında A vitamininin prekürsörlerinden olan likopenin uzun dönem kullanımında etkinliğini araştırmayı amaçladık. Materyal ve metot: Deney için 70 rat kullanıldı. Ratlar 7 gruba ayrıldı. Grup 1 kontrol grubu, grup 2 sham grubu, grup üç likopen grubu, grup 4 üç günlük torsiyon detorsiyon (T/D) grubu, grup 5 on günlük T/D grubu, grup 6 üç günlük T/D+likopen ve grup 7 on günlük T/D+likopen grubu olarak ayrıldı. Likopen 50mg/kg/gün dozunda mısır yağında hazırlanarak intraperitoneal yoldan kullanıldı. Deney sonunda ratlardan kan ve testis dokuları alındı. Alınan testis dokularının bir kısmı biyokimyasal analiz, diğer kısmı ise doku incelemesi için ayrıldı. Seminifer tübül yapısını incelemek için Johnsen skorlaması, apoptazis incelemesi için ise TUNEL metodu kullanıldı. Alınan kan örneklerinde testosterone düzeyi ölçülürken, dokulardan SOD, MDA, TNF-α, IL-1β ve IL-6 ölçümleri yapıldı. Sonuçlar istatistiksel olarak incelendi. Sonuçlar: Grup 1, 2 ve 3’ te normal testis dokuları gözlendi. Likopen kullanılan grup 4 ve 5’ te testis dokularının zarar gördüğü tespit edildi. Likopen kullanılan grup 6 ve 7’ de testis dokularının grup 4 ve 5’ ten daha iyi olmadığı görüldü. MSTD ve JTBS değerleri grup 6’ da grup 4’ e gore daha iyi iken grup 7’ de grup 5’ e göre daha iyi değildi. Doğal olarak MDA, SOD, TNF-α ve IL-1β düzeyleri grup 4 ve 5’ te grup 1’ e göre yüksek iken, serum testosterone ve IL-6 düzeyleri düşük idi. Likopen kullanılan gruplarda bu maddenin tedavi edici herhangi bir etkinliğinin olmadığı görüldü. Tartışma: Sonuç olarak bu deneyde likopenin, testis torsiyonunda uzun dönemde tedavi edici etkisinin olmadığı görüldü. Bu çalışma, diğer antioksidan maddelerin uzun dönem kullanımı ile iskemi-reperfüzyon hasarında ne kadar etkin olduklarını ortaya koymak için başka çalışmalara ön ayak olabilir. *** Effectiveness of lycopene on experimental testicular torsion M Güzel, AB Öztürk, NF Aras, M Küçükaydın, C Turan Erciyes University School of Medicine Department of Pediatric Surgery, Kayseri/Turkey Purpose: We purposed to demonstrate long term effectiveness of lycopene, a precursor of vitamin A, on testes for ischemia-reperfusion injury. Material and methods: 70 Wistar-Albino rats were used for this experiment. Rats were divided to seven groups. Group 1: served as control; Group 2: sham-operated; Group 3: 50 mg/kg/day lycopene was administered to rats; Group 4: Torsion/detorsion for three days; Group 5: Torsion/detorsion for ten days; Group 6: Torsion/detorsion plus 50 mg/kg/day Lycopene administered to rats for three days; Group 7: Torsion/Detorsion plus 50 mg/kg/day Lycopene administered to rats for ten days. Lycopene was used intraperitoneally. Some of the testes tissues were used for biochemical analyses and the other tissues were used at histological procedures. Johnsen’ s score was used for seminiferous tubul deterioration. The TUNEL method was utilized to show apoptosis of testicular tissue. Testosterone levels were measured by blood samples and SOD, MDA, TNF-α, IL-1β and IL-6 mesurements by tissue samples. Results were analyzed statistically. Results: In group 1, 2 and 3 there were normal testicular structure. Rats in group 4 and 5 had damaged testicular tissues. In groups 6 and 7, those we used lycopene, there were not better testes than group 4 and 5. The MSTD and JTBS values were better in group 6, but not in group 7 from torsion groups. As a result; MDA, SOD, TNF-α and IL-1β were increased and serum testosterone and IL-6 levels were decreased in Group 4 and 5 compared to the group 1. There was no improvement in groups treated with lycopene for therapeutic purpose. Conclusion: It was shown that lycopene, as an antioxidant agent, is not effective for testicular torsion in long term. This study can be preliminary study for the necessity to perform many studies used different antioxidant agents for their long term effects in ischemia-reperfusion injuries. SS - 76 NONPALPABLE TESTİSTE TANI VE TEDAVİDE LAPAROSKOPİ: KLİNİK SONUÇLARIMIZ B Aydoğdu, S Arslan, H Zeytun, E Basugay, MH Okur, İ Uygun, S Otçu Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi A.D GİRİŞ: İnmemiş testis çocukluk çağının sık görülen genitoüriner anomaliler arasında yer almaktadır Bu çalışmanın amacı nonpalpaple testis nedeniyle laparoskopi yapılan hastaların sonuçlarını değerlendirmektir. MATERYAL VE METOD: 2013-2014 yılları arasında nonpalpable testis nedeniyle opere edilen 26 hasta değerlendirildi. Muayenede ve tetkiklerde testisin görülemediği durumlarda hastalara laparoskopi yapıldı. BULGULAR: Yaşları ortalama 6 yıl (2-14) olan 26 hasta (31 testis) değerlendirildi. Hastaların, 13(%50)’ü sol, 8(%31)’i sağ, 5(%19)’i ise bilateral idi. Hastaların hepsine tanısal laparoskopi yapıldı. 12 (%39) hastada atrofik testis, 11 (%35)’unda intraabdominal testis, 8 (%26) hastada vanishing testis tespit edildi. Atrofik testis olan hastalara inguinal kesi ile testis kalıntıları bulunarak orşiektomi yapıldı. İntraabdominal testisi olan 7(%64) hasta laparoskopik olarak intraabdominal testis serbestleştirildikten sonra indirilerek orşidopeksi yapıldı. 4(%36) hastaya ise Fowler Stephens Yöntemi ile iki seansta orşidopeksi yapıldı. Orşidopeksi yapılan 1 hastanın takiplerinde atrofi tespit edildi. Diğerleri sorunsuz takip edilmektedir. SONUÇ: Nonpalpable testislerde hem tanısal hem de tedavi amaçla kullanılabilen laparoskopide tanı ve tedavideki yüksek başarı oranlarının yanı sıra sağlanan kozmetik sonuçlar ve kısa yatış süreleri bu tekniğin diğer avantajları olarak görülmektedir. *** LAPAROSCOPY FOR DIAGNOSIS AND TREATMENT OF NON-PALPABLE TESTICLE: CLINCAL OUTCOMES B Aydoğdu, S Arslan, H Zeytun, E Basugay, MH Okur, İ Uygun, S Otçu Dicle University, Faculties of Medicine, Department of Pediatric Surgery Introduction: Undescended testicle is one of the most common genitourinary abnormalities during childhood. The aim of the present study is to evaluate outcomes of the patients who had laparoscopy because of non-palpable testicle. Material and Method: Twenty six patients who were operated because of non-palpable testicle between 2013 and 2014 were evaluated. Laparoscopy was performed for examination and for the cases where testicles were not observed in the tests. Findings: Twenty six patients (31 testes) who were with average age of 6 years (2-14) were evaluated. Non-palpable testicle was on the left in 13 (50%) patients, on the right in 8 (31%) patients and bilateral in 5 (19%) patients. Diagnostic laparoscopy was performed on all patients. Atrophic testicle was detected in 12 (%39) patients, intraabdominal testicle was diagnosed in 11 (%35) patients and vanishing testicle was detected in 8 (%26) patients. Testicle residue was found by an inguinal insizion and orchiectomy was performed in the patients with atrophic testicle. In 7(%64) patients with intraabdominal testicle, intraabdominal testicle was liberated laparoscopically and descended, then orchiopexy was performed. Orchiopexy was performed on 4 (%36) patients through FowlerStephens Method in two sessions. Atrophy was detected in 1 patient who had orchiopexy during follow-up. Others are followed without any problem. Conclusion: Laparoscopy which may be used for diagnostic and therapeutic purposes for non-palpable testicles has high achievement rate as well as cosmetic outcomes and shorter hospitalization period. SS - 77 Pediatrik Üreter Taşları Tedavisinde Holmium Yag Laser ve Elektrokinetik Litotriptör Kullanımı: Sonuçların Karşılaştırılması M Gündüz*, İ Çiftçi*, T Sekmenli*, AM Elmacı**, H Peru*** *Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Dr Faruk Sükan Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi Konya ***Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nefroloji Bilim Dalı AMAÇ Çocuklarda üreter taşının endoskopik tedavisinde kullanılan Holmium Yag Laser Litotriptör ile Elektrokinetik Litotriptör sonuçlarının karşılaştırılması amaçlandı. YÖNTEM: Kasım 2011 ve Ocak 2015 arasında üretere taşı tanısıyla endoskopik litotripsi yapılan olgular retrospektif olarak değerlendirildi. Başlangıçtaki semptomlar, yaş, cinsiyet, taş çapı, preoperatif pelvis renalis çapları, jj katater kullanımı ve komplikasyonlar değerlendirildi. Üreter taşı tedavisinde 4.5 french semirigid üreterorenoskop ve holmium YAG lazer litotriptör ile elektrokinetik litoriptör kullanıldı. BULGULAR: Holmium YAG lazer litotriptör kullanılan 7 kız 6 erkek hastaya toplam 17 üreteroskopik prosedür uygulandı. Ortalama yaşı 7.6 olan olguların 7’sinda sağ, 5’inde sol ve 1’inde bilateral üreter taşı mevcut olup ortalama taş çapı 9.46 mm idi. Karın ağrısı, hematüri, bulantı-kusma ve sık idrar yapma başlangıçtaki şikayetlerdi. Preoperatif pelvis renalis çapı ortalama 17.44 mm idi. Tüm olgularda postoperatif jj katater kullanıldı. Komplikasyon olarak hematüri, üreter obstrüksiyonu, üreter yaralanması, enfeksiyon ve spontan jj katater düşmesi görüldü. Elektrokinetik litotriptör kullanılan 10 kız 6 erkek olguya toplam 18 üreteroskopik prosedür uygulandı. Ortalama yaşı 6.8 olan hastaların 6’sında sağ, 8’inde sol ve 2’sinde bilateral üreter taşı mevcut olup ortalama taş çapı 8.3 mm idi. Karın ağrısı, hematüri, bulantıkusma, işeme güçlüğü ve kostovertebral bölgede ağrı başlangıçtaki şikayetlerdi. Preoperatif pelvis renalis çapı 10.1 mm idi. Hastalarda postoperatif jj katater kullanılmadı. Komplikasyon görülmedi. Tüm hastalarda taşsızlık sağlandı. SONUÇ: Elektrokinetik litotriptörtaş kırma oranı düşük olsa da holmium YAG laser kadar etkili olup komplikasyon oranı daha düşüktür. Karın ağrısı, bulantı, kusma ve hematüri şikayeti ile gelen olgularda üreter taşları mutlaka akılda tutulmalıdır. *** COMPARISON OF HOLMIUM YAG LASER AND ELEKTROKINETIC LITHOTRIPTER IN PEDIATRIC URETERAL STONE TREATMENT M Gündüz*, İ Çiftçi*, T Sekmenli*, AM Elmacı**, H Peru*** *Selcuk University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Dr Faruk Sükan Maternity and Children’s Hospital , Department of Pediatric Nephrology Konya ***Selcuk University Medical Faculty Department of Pediatric Nephrology PURPOSE We aimed to evaluate endoscopic treatment results of ureter stones by holmium YAG laser lithotripter and electrokinetic litotripter in children. MATERIAL AND METHODS Patients those admitted to Pediatric Surgery Department of our hopital between November 2011 and January 2015 were evaluated retrospectively. The demographic data; initial symptoms, age, sex, stone size, preoperative renal pelvis diameter, use of jj stent, and complications were recorded. 4.5 Fr semirigid ureterorenoscope with holmium YAG laser lithotripter and electrokinetic lithotripter were used. RESULTS In patients those treated with holmium YAG laser lithotripter total of 17 ureteroscopic procedures were performed to 7 female and 6 male children, 7 had right, 5 had left and 1 of them had bilateral ureteral stones with mean age of 7.6 years, stone diameter of 9.46 mm. Abdominal pain, hematuria, nausea-vomiting, and pollakiuria were initial symptoms. Preoperative pelvis renalis diameter were 17.4 mm. jj stent was used in all patients. Hematuria, ureteral obstruction, ureteral damage, infection and spontan jj stent removal were complications. In electrokinetic lithotripter group total of 18 ureteroscopic procedures were performed to 10 female and 6 male children with mean age of 6.8 years 6 had right, 8 had left and 2 of them had bilateral ureteral stones with stone diameter of 8.3 mm. Initial symptoms were abdominal pain, hematuria, nausea-vomiting, vomiting, diffuculty during voiding and pain in costovertebral region. Preoperative pelvis renalis diameter were 10.1 mm.We did not use any jj stent in these patients. In two cases we could not be able to fragmentation and needed second session CONCLUSIONS Complication ratio is lower in elektrokinetic group and patients.On the other hand success in fragmentation is higher in holmium YAG laser lithotripter. During managing patients with abdominal pain we must kept ureteral stones in mind. SS - 78 Yüksekova’da mahalli sünnetçiler tarafından uygulanan 2 farklı sünnet tekniğinin komplikasyonlarıyla birlikte değerlendirilmesi AA Tuncer*, N Tuncer** *Yüksekova Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği, Hakkari, Türkiye **Yüksekova Devlet Hastanesi Kadın Doğum Kliniği, Hakkari, Türkiye Amaç: Yüksekova da mahalli sünnetçiler tarafından uygulanan sünnet tekniklerinin komplikasyonlarının incelenmesi amaçlandı. Gereç ve Yöntem: Mayıs 2014 - Ocak 2015 tarihleri arasında Yüksekova Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi polikliniğine başvuran sünnet komplikasyonu olarak değerlendirilen hastalar retrospektif olarak incelendi. Mahalli sünnetçilerin uyguladıkları teknikler araştırıldı. Çalışmadan elde edilen verilerin istatistiksel analizi SPSS programında yapıldı. p<0.05, istatistiksel olarak anlamlı kabul edildi. Bulgular: Mayıs 2014 - Ocak 2015 tarihleri arasında Yüksekova Devlet Hastanesi Çocuk Cerrahisi polikliniğine başvuran 1387 sünnetli hastanın 26’sında sünnet komplikasyonu izlendi. Bu komplikasyonların 19’u (%73.1) mahalli sünnetçiler tarafından evde yapılan sünnetlerden kaynaklanırken, 7’si (%26.9) hastane ortamında sağlık ekibi tarafından yapılan sünnetlerden kaynaklanmaktadır. Mahalli sünnetçilerin komplikasyonu olarak en sık; penis derisinde kalıcı renk değişikliği (6 hasta) ve sekonder fimozis (4 hasta) izlendi. Sonuç: Sekonder fimozis ve penis derisinde kalıcı renk değişikliği Yüksekova da uygulanan mahalli tekniklere bağlı ortaya çıkan komplikasyonlardır. Penis derisinde kalıcı renk değişikliği sirkümsizyon sonrası koagülasyonu sağlamak için kullanılan pamuklu bezin külünden kaynaklanmakta ve bu tarz bir komplikasyon literatürde ilk kez tanımlanmaktadır. Sekonder fimozis ise genellikle sünnet derisinin mukoza kısmının uzun bırakılmasına bağlı meydana gelmektedir. Ancak hem sirkümsizyon hem de koagülasyonu sağlamak amacıyla ateşte kor haline getirilmiş bir kesici aletle yapılan sünnet sonrası oluşan yara kontraktürü de sekonder fimozise neden olabilmekedir. Steril şartlar altında bu işin eğitimini almış hekimlerce sirkümsizyon işleminin yapılmasının komplikasyonları azaltacağını düşünmekteyiz. *** Evaluation of two different circumcision techniques and complications associated with these techniques implemented by local circumcisers in Yuksekova AA Tuncer*, N Tuncer** *Yuksekova State Hospital Clinics of Pediatric Surgery, Hakkari/Turkey **Yuksekova State Hospital Clinics of Obstetrics and Gynecology, Hakkari/Turkey Aim: We aimed to evaluate the complications of the circumcision techniques performed by local circumcisers in Yuksekova. Material and Method: Circumcision complications were examined retrospectively who admitted to the outpatient clinic of Pediatric Surgery in Yuksekova State Hospital between May 2014 - January 2015. Techniques applied by local circumcisers were investigated. Statistical analysis of the data was performed with SPSS. p <0.05 was accepted statistically significant. Results: Circumcision complications were found in 26 patients among 1387 circumcised patients who admitted to the Pediatric Surgery outpatient clinic of Yuksekova State Hospital between May 2014 - January 2015. 19 of these complications (73.1%) stemmed from the circumcision performed at home by local circumcisers, 7 (26.9%) of them stems from the circumcision done by the health care team in a hospital. The most frequent complication of local circumcisers; permanent color change of the foreskin (6 patients) and secondary phimosis (4 patients) were followed. Conclusions: Secondary phimosis and permanent color change of the foreskin are complications occurring due to local techniques in Yuksekova. Permanent color change of the foreskin is occurred due to the ash of cotton cloth that used to provide coagulation after circumcision and in our knowledge it is first described in the English literature. The secondary phimosis generally occurs due to the extended release of mucosal side of the prepuce. But the wound contracture after circumcision performed with a heated cutting tools to ensure circumcision and coagulation maybe facilitate the secondary phimosis. If qualified physicians performed circumcision procedure under sterile conditions, we suggest that it will reduce the complications. SS - 79 Deneysel olarak ipsilateral ve konturlateral testiste iskemi-reperfüzyon sonrası uzun süreli oral çinko kullanımının etkisi A Oral*, Z Halıcı**, Y Bayır***, A Topçu****, H Ün*****, AÖ Bilgin**, HT Atmaca****** *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi, Farmakoloji Anabilim dalı, Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Biyokimya Anabilim dalı, Erzurum ****Recep Tayip Erdoğan Üniversitesi Tıp fakültesi Farmakoloji Anabilim Dalı, Rize *****Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi Eczacılık Fakültesi, Biyokimya Anabilim Dalı, Ağrı ******Kırıkkale Üniversitesi Veteriner Fakültesi, Patoloji Anabilim Dalı, Kırıkkale Amaç: Testis torsiyonu akut seyirli, derhal teşhis ve tedavi edilmesi gereken cerrahi acildir. Gelişen iskemik hasarda serbest radikallerin, enflamatuar sitokinlerin salınımı mevcuttur. Sadece torsiyon olan testiste değil karşı testiste de hasar meydana gelmektedir. Çinko içeren metal aspartazların serbest oksijen radikallerin inhibitörü olduğu bilinmektedir. Sıçanlarda oluşturulan kronik testis torsiyonu modelinde her iki testiste oluşan hasarda çinko sülfatın etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır. Materyal ve Metot: Çalışmamızda 8 gruptan oluşan 48 adet erkek rat kullanıldı. Gruplar; I: Sham, II: Torsiyon+Detorsiyon kontrol 1.ay, III: Torsiyon+Detorsiyon kontrol 2. ay, IV: Torsiyon+Detorsiyon kontrol 3. ay, V: Torsiyon+Detorsiyon Çinko sülfat tedavisi 1. ay, VI: Torsiyon+Detorsiyon Çinko sülfat tedavisi 2. ay, VII: Torsiyon+Detorsiyon Çinko sülfat tedavisi 3. ay, VIII: Sağlıklı Çinko sülfat tedavisi 3. ay. İlgili gruplarda normal besin yanında sıçan başına 100 mikrogram/gün (0.016 ml/rat ) Çinko sülfat içeren içme suyu verildi. Bulgular: Torsiyon/detorsiyon (T/D) gruplarında sham ve sağlıklı Çinko sülfat grubuna göre SOD ve GSH seviyelerinin her iki testsite de istatistiksel olarak anlamlı şekilde düştüğü, MDA seviyelerinin ise arttığı, tedavi gruplarında ise SOD ve GSH seviyelerinin torsiyon yapılmayan testiste ciddi şekilde düzeldiği, MDA seviyelerinin ise normale yaklaştığı belirlenmiştir. Torsiyon yapılan testiste Çinko sülfat tedavisine rağmen SOD ve GSH seviyelerinde ve MDA seviyelerindeki tedavi edici etki sınırlı düzeyde kalmıştır (p<0.05). Histopatolojik incelemeler T/D gruplarındaki şiddetli doku hasarının tedavi gruplarında azaldığını göstermiştir. Bu etkinin özellikle torsiyon yapılmayan karşı testiste olduğu görülmüştür. Sonuç: Kronik T/D yapılmış rat testislerinde 3. ay sonunda biyokimyasal ve histopatolojik hasarın devam ettiği ve torsiyon yapılmamış karşı taraf testiste de hasar oluştuğu gösterilmiştir. 3 ay süreyle çinko sülfat kullanımı enflamatuar ve oksidatif stres parametrelerini özellikle torsiyon yapılmayan karşı testiste düzelterek koruyucu etkiler gösterdiği gözlemlenmiş ve tüm bu bulgular histopatolojik olarak desteklenmiştir. Bu çalışma, testis torsiyonu nedeni ile operasyon gerçekleştirilirken cerrahi kararın orşiopeksi olması durumunda özellikle karşı testisi koruyabilmek için çinko sülfatın oral olarak kullanılabileceğini gösteren ön çalışmadır. *** Effects of oral zinc administration on long-term ipsilateral and contralateral testes damage after experimental testis ischaemia-reperfusion A Oral*, Z Halıcı**, Y Bayır***, A Topçu****, H Ün*****, AÖ Bilgin**, HT Atmaca****** *Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum ** Faculty of Medicine, Department of Pharmacology, Ataturk University, Erzurum, Turkey ***Faculty of Pharmacy, Department of Biochemistry, Ataturk University,Erzurum, Turkey ****Faculty of Medicine, Department of Pharmacology, Recep Tayip Erdogan University, Rize, Turkey *****Faculty of Pharmacy, Department of Biochemistry, Agri Ibrahim Cecen University, Agri, Turkey ******Faculty of Veterinary, Department of Pathology, Kırıkkale University, Kırıkkale, Turkey Aim: Testicular torsion is one of the most common medical emergencies in urological cases. Reactive oxygen species and inflammatory cytokines play role in ischemic damage and reperfussion depending on testicular torsion. It is known that Zinc sulphate is effective on reducing free radicals. We thought that Zinc sulphate may prevent testicular damage at both side of testis. Material and Method: Totally 48 male rats in 8 groups have been used in study. Groups; I:Sham, II:T/D 1 month follow-up, III: T/D 2 months follow-up, IV:T/D 3 months follow-up, V:T/D+1 month Zinc sulphate treatment, VI:T/D+2 months Zinc sulphate treatment, VII:T/D+3 months Zinc sulphate treatment, VIII:3 months Zinc sulphate treatment. Drug administration has been carried out adding 100 microgram (0.016 ml/rat) Zinc sulhate for per rat to drinking water in related groups. Results: Significant decreases levels of antioxidant like SOD and GSH were markedly observed in torsion and detorsion groups when compared with sham group. These levels increased in the treatment group with Zinc sulphate also MDA levels statistically decrease has been found in the treatment groups (p<0.05). The beneficial effects of Zinc sulphate was more evidient on non-rotated testis than rotated testis. Also in the histopathological study, significant decrease of the torsion and detorsion injury were observed in treatment groups when compared with torsion and detorsion groups. Conclusion: In our study, protective effect of Zic sulphate on inflammatory and oxidative stress have been found result of torsion/detorsion injury in rats especially at non rotatied testis and all of these findings are supported histopathological. SS - 80 Renal Taşlı Çocuklarda ESWL Etkinliği: jj katater kullanımı gerekli mi? M Gündüz*, T Sekmenli*, İ Çiftçi*, AM Elmacı** *Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Dr Faruk Sükan Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi Konya Amaç: Çocuklarda renal taş tedavisinde ESWL başarılı, komplikasyon oranı yüksek olmayan alternatif bir tedavi yöntemidir. İşlem öncesi jj katater yerleştirilmesinin gerekli olup olmadığı araştırıldı. Yöntem: Haziran-2012 ile Haziran 2014 arası renal taş tanısıyla ESWL uygulanan olgular geriye dönük olarak incelendi. İşlem öncesi jj katater takılanlar ve takılmayanlar olarak iki gruba ayrıldı. Olgularda yaş, cinsiyet, taş büyüklüğü, taraf, seans sayısı ve komplikasyonlar değerlendirildi. Elmed Complit cihaz ile 2-4 yaş arası olgulara 11-13kv, 60 frekans ile 10001200 atış, 4 yaşın üzerindeki olgulara 11-14 kv, 70 frekans ile 1000-1500 atış yapıldı. Bulgular: Preoperatif jj stent takılan 5 kız 5 erkek, ortalama yaşı 3.6 yıl, taş çapı 9.2 mm olan 10 olguya 15 seans ESWL uygulandı. Olguların 6’sında taş üst polde, 3’ünde alt polde ve 1 olguda üreteropelvik bileşkedeydi. Postoperatif 3 olguda hematüri 1 olguda ise disüri görüldü. Tamamında taşsızlık sağlandı. jj stent takılmayan 8 kız 2 erkek, ortalama yaşı 5.6 yıl, taş çapı 10 mm olan 10 olguya 18 seans ESWL uygulandı. Olguların 7’sinde taş alt polde, 1’inde üst polde ve 2 olguda pelvis renalisteydi. Postoperatif 2 olguda disüri, 1 olguda hematüri ve 1 olguda eksternal üretral meada taş görüldü. Taşsızlık oranı %80 idi. Sonuç:Her iki grupta da taş kırılması nedeniyle üreterlerde obstrüksiyon görülmedi. Taş çapının 10 mm ve altında olduğu olgularda preoperatif jj katater kullanımı gerekli değildir. *** EFFECTIVENESS OF ESWL IN PEDIATRIC RENAL STONES:WITH OR WITHOUT JJ STENT? M Gündüz*, T Sekmenli*, İ Çiftçi*, AM Elmacı** *Selcuk University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Dr Faruk Sükan Maternity and Children’s Hospital , Department of Pediatric Nephrology Konya PURPOSE We aimed to evaluate results of patients who had ESWL due to renal stones. MATERIAL AND METHODS Patients those admitted to Department of Pediatric Surgery due to renal stones between June 2012-June 2014 were evaluated retrospectively. They were divided into two groups due to replacement of jj stent. Gruop 1 had jj stent and group 2 had not.The demographic data; age, sex, stone size, location, session, and complications were recorded in each group. Elmed Complit ESWL system was used with 11-13kv, 60 frequency, 1000-1200 shots in 2-4 years old patients and 11-14 kv, 70 frequency, 1000-1500 shots over 4 years old patients. RESULTS In group 1 total of 15 session ESWL was performed to 5 female and 5 male children with mean age of 3.6 years and stone diameter of 9.2 mm. The location of renal stone was upper pole in 6 patients, 3 in lower pole, and 1 in ureteropelvic junction. jj-stent was placed in all patients preoperatively. 3 had hematuria, 1 had disuria postoperatively. 100 % of patients were stone free. In group 2 total of 18 session ESWL was performed to 8 female and 2 male children with mean age of 5.6 and stone diameter of 10 mm. The location of renal stone was upper pole in 1 patients, 7 in lower pole, and 2 in pelvis renalis.1 had hematuria, 2 had disuria and 1 of them had stone in external urethral meatus postoperatively. 80 % of patients were stone free,there was no fragmantation in 2 patients,and also one of them did not continue treatement. CONCLUSIONS In both group we did not recognise any complications in ureters due to stone fragmentation. Preoperative jj stent replacement is unnecessary in these patients. ESWL is a safety alternative treatement method in patients that have renal stones with low complication ratios. SS - 81 Uzun aralıklı özofagus atrezisi tedavisinde gastrik transpozisyon deneyimlerimiz OZ Karakuş, B Ünver, O Ateş, G Hakgüder, M Olguner, FM Akgür Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Özofagus atrezisinin tedavisinde primer onarım tercih edilen yöntemdir. Uzun aralıklı (long-gap) özofagus atrezisinde primer onarımın mümkün olmadığı olgularda midenin toraksa çekilerek özefagusa anastomozu (gastrik transpozisyon) kullanılan yöntemlerden biridir. Bu çalışmada uzun aralıklı özefagus atrezili olgularda gastrik transpozisyon uygulanan hastaların sonuçlarının sunulması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 2011-2014 yılları arasında uzun aralıklı özefagus atrezisi nedeniyle gastrik transpozisyon uygulanan 3 hastanın bilgileri geriye dönük olarak incelendi. Hastalar demografik özellikleri, tanıları, uygulanan cerrahi prosedürler, preoperatif ve postoperatif dönemdeki komplikasyonları, ek anomaliler yönünden değerlendirildi. Bulgular: Her 3 hastada da (2 erkek, 1 kız) antenatal polihidramniyoz saptandı. Hastaların gestasyonel yaş ortalaması 37,6 hafta (36-39 hafta) idi. Hastaların 2’sinde izole özofagus atrezisi, diğerinde proksimal özofagus atrezisi-distal trakeoözofageal fistül saptandı. Hastalardan 2’si öncelikle gastrostomi açılarak izlenirken, distal fistüllü olguya yenidoğan döneminde gastrik transpozisyon uygulandı. Ameliyat yaş ortalaması 63,6 gün (2 – 129 gün) idi. Hastalardan 2’sinde aynı seansta piloroplasti uygulandı ve 1’inde beslenme jejunostomisi açıldı. Bir hastada postoperatif erken dönemde (11. gün) anastomoz kaçağı nedeniyle tekrar özofagogastrik anatomoz yapıldı. Postoperatif izlem süresi ortalama 30 ± 21 ay (6-45 ay) idi. Sonuç: Uzun aralıklı özofagus atrezisinin tedavisinde gastrik transpozisyon tek anastomozla uygulanabilen cerrahi kolaylığı nedeniyle tercih edilebilir. *** Our gastric transposition experience in the long-gap esophageal atresia OZ Karakuş, B Ünver, O Ateş, G Hakgüder, M Olguner, FM Akgür Dept. of Pediatric Surgery, Dokuz Eylül University, Medical School, Izmir, Turkey Purpose: Primary repair of the esophageal atresia is the preferred method in the treatment of esophageal atresia. Esophageal anastomosis by pulling the stomach into the chest (gastric transposition) is one of the methods used in the treatment of long-gap esophageal atresia when primary repair is not possible. We aimed to present the results of the patients who underwent gastric transposition due to long-gap esophageal atresia. Material and Methods: Patients who underwent gastric transposition due to long-gap esophageal atresia between 2011-2014 years were investigated from the hospital records retrospectively. Of the patients, demographic characteristics, symptoms, results of the laboratory and radiographic imaging, extra anomalies and complications were recorded. Results: Total of 3 patients (2 boys, 1 girl) who had a diagnosis of antenatal polyhydramnios were treated. The mean ages of the patients were 37.6 weeks (36 – 39 weeks). Isolated esophageal atresia was determined in 2 patients, proximal esophagus atresia and distal trachea-esophageal fistula was determined in the other one. While two patients were followed up with gastrostomy performed in early neonatal period, primary repair with gastric transposition was performed in one patient at postnatal day 2. The mean age of the patients was 63.6 days (2-129 days) during surgery. Pyloroplasty was performed in 2 patients, and feeding jejunostomy was opened in one patient. Esophagus to gastric anastomosis was repaired in one patient due to anastomosis leak at the postoperative 11th day. Discharge time of the patients was 9.1 ± 5.5 hour (4-24 hour). Postoperative follow-up was 30 ± 11 months (6-45 months). Conclusion: Gastric transposition performed with single anastomosis can be preferred for the treatment of the long-gap esophageal atresia since it is more convenient. SS - 82 Laparoskopi yardımlı anorektal malformasyon onarımı uygulanan hastalarda rektumun sfinkterik kaslar içine yerleşiminin manyetik rezonans inceleme ile değerlendirilmesi B Ünver*, O Ateş*, T Öztürk**, OZ Karakuş*, G Hakgüder*, H Güleryüz**, M Olguner*, FM Akgür* *Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Dokuz Eylül Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı, İzmir Giriş ve Amaç: Laparoskopi yardımlı anorektoplasti (LYARP) yüksek tip anorektal malformasyonlu (ARM) hastalarda rektumun sfinkterin kaslar içine embryolojik olarak geçmesi gerektiği şekilde yerleştirilebilmesini sağlamaktadır. Ameliyat sırasında sfinkterik kasların pelvis içinde görülmesi ve rektumun sfinkterik kasların tam ortasından geçirilmesi ameliyatı yapan cerrahların yöntemin cerrahi üstünlüğü hakkındaki düşüncelerini her ameliyatta biraz daha pekiştirmektedir. Ancak rektum laparoskopide göründüğü gibi sfinkterik kasların tam ortasından geçirilebilmektemidir? Bu soruyu yanıtlayabilmek amacı ile bir klinik çalışma planlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 2002-2014 yılları arasında tarafımızdan LYARP uygulanan ve takiplerini aksatmayan 14 yüksek tip ARM’li erkek olgu çalışmaya dahil edildi. Pelvik manyetik rezonans inceleme (MRİ) ile rektumun sfinkterik kaslar içine yerleşimi, sfinkterik kasların embryolojik gelişmişlik düzeyi ve posterior üretral divertikül varlığı değerlendirildi. MRİ bulguları ile fekal inkontinans arasındaki ilişki değerlendirildi. Bulgular: MRİ değerlendirmede hastaların hepsinde rektumun sfinkterik kasların tam ortasına yerleştiği saptandı. Hastaların 4’ünde (% 28) posterior üretral divertikül saptandı. Klinik sorgulamada 3 (% 21) hastada fekal inkontinans, 5 (% 35) hastada kabızlık ve 1 (% 7) hastada idrar kaçırma yakınması saptandı. Sonuç: LYARP rektumun sfinkterik kas kompleksi içinden geçirilmesi için ideal bir yöntemdir. Ancak, rektumun sfinkterik kas kompleksi içinden geçirilmesi fekal kontinans ve kabızlık açısından tek başına yeterli olamamaktadır. *** Evaluation of the rectum localization into the sphincteric muscle complex with magnetic resonance imaging in patients who undergone laparoscopic-assisted ano-rectal malformation repair B Ünver*, O Ateş*, T Öztürk**, OZ Karakuş*, G Hakgüder*, H Güleryüz**, M Olguner*, FM Akgür* *Dept. of Pediatric Surgery, Dokuz Eylül University, Medical School, Izmir, Turkey **Dept. of Radiodiagnostic, Dokuz Eylül University, Medical School, Izmir, Turkey Introduction: Laparoscopy assisted anorectoplasty (LAARP) provide that rectum could be placed into the muscle complex as being embryological in high type anorectal malformation (ARM). That sphincteric muscles are sought in the pelvis and that rectum is passed right through into the sphinteric muscles during surgery are reinforced a little more of surgeons thought about superiority of the method in every surgery. However, could rectum be passed through right in the middle of the sphinteric muscles as shown in the laparoscopy? A clinical study was planned to answer this question. Materials and Methods: A total 14 patients, who undergone LAARP in our clinic between years 2002-2014 were included to the study. In pelvic MRI, rectum localization, sphincter localization, embryological development level of the pelvic floor muscles, sphincter muscles and posterior urethral diverticulum were analyzed. A relationship in between finding of MRI and fecal incontinence were evaluated. Patients with fecal incontinence were analyzed for the relationship between rectum localization and presence of posterior urethral diverticulum analyzed by pelvic MRI. Results: Median age of patients was 12 months (4–24). Rectum localization in MRI was placed as centric into the sphinteric muscles in all patients. Posterior urethral diverticulum was determined in 4 (33.3%) patients in MRI. Among the patients, fecal incontinence in 3 (25%), constipation in 5 (41.6%) and urinary incontinence in 1 (8.3%) were determined. Conclusion: LAARP is an appropriate technique for passing through the sphincteric muscles complex. However, it is not enough alone that rectum is passed through the muscle complex in terms of incontinence and constipation. SS - 83 Nörolojik engelli çocuklarda orofaringeal semptomlar fundoplikasyon sonrası gastroözefageal reflü nüksü ile ilişkilidir G Gündoğdu*, S Uzuner**, S Gökçe**, M Tekin***, E Eroğlu* *Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği **Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları Kliniği ***Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Hastalıkları Kliniği Önbilgi ve Amaç: Nörolojik engelli çocuklarda eşlik eden kasılmalar, akciğer sorunları ve gelişme geriliği antireflü ameliyat sonrası nüks nedeni olduğu varsayılmaktadır. Ancak varsayılan risk faktörler bu hasta grubunda oldukça sık rastlanmaktadır, dolayısıyla operasyon öncesi nüksü belirlemede değersizdirler. Çalışmamızda nüks gastroözefageal reflü (nGÖRH) nedenleri araştırılması planlandı. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2011 ve Şubat 2014 tarihleri arası fundoplikasyon yapılan gastroözefageal reflü hastalığı (GÖRH) tanılı çocuklar dahil edildi. Ameliyat sonrası devam eden reflü semptomları varlığı nGÖRH olarak kabul edildi. Yaş, cinsiyet, gelişme geriliği, nörolojik durum, hiatal herni, skolyoz, yutma güçlüğü (yutma tamamen engelli ve sürekli salya akması), öğürme atakları, operasyon teknikleri ve gastrostomi sonuçlar ile ilişkilendirildi. Değişkenler lojistik regresyon analizi ile değerlendirildi. 0.05 altı p değeri anlamlı kabul edildi. Bulgular: Toplam 67 olgu (erkek 40, kız 27) çalışmaya dahil edildi. Yaş ortalaması 57.10±52.22 idi. Ortalama takip süresi 19.64±7.75 ay idi. nGÖRH 16 (23.8%) çocukta saptandı. Bir olgu dışında fundoplikasyon salim idi. Nüks olgularda ameliyat sonrası endoskopik incelemede; 7 olguda fundoplikasyon sargısının endoskopu gevşek sardığı (hipotensif alt özefagus sfinkteri-AÖS) ve 2 olguda aralıklı gevşemeler (devam eden AÖS gevşemeleri) saptandı. Yutma güçlüğü 564.67 defa ve öğürme atakları 246.35 defa bağımsız olarak nüksü arttıran iki değişken olarak saptandı. Sonuç: Nörolojik engelli çocuklarda operasyon sonrası nüks nedeni olarak iki farklı AÖS aktivitesi saptandı. Varoloan beyinsapı hasarı sağlam bir fundoplikasyona rağmen AÖS gevşemelerinin devamına veya hipotensif bir AÖS olıuşumuna yol açmaktadır. Beyinsapı hasarı eş zamanlı olarak bozulmuş orofaringeal aktivitelerine de neden olmaktadır. Ağır derece yutma güçlüğü ve öğürme atakları çocuklarda operasyon sonrası sırasıyla hipotensif AÖS veya devam eden AÖS gevşemelerinin bulgusu olabilir. *** Oropharyngeal symptoms correlate with recurrent gastroesophageal reflux after fundoplication in neurologically impaired children G Gündoğdu*, S Uzuner**, S Gökçe**, M Tekin***, E Eroğlu* *Koc University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Bezmialem Vakif University, School of Medicine, Department of Pediatrics ***Adıyaman University Faculty of Medicine, Department of Paediatrics Background and aim: Seizures, respiratory problems and malnutrition were putative causes of failure after antireflux procedures in neurologically impaired children. However, these risk factors were frequently detected, therefore they have no value for predicting failure. In our study we aimed to investigate causes of recurrent gastroesophageal disease (rGERD). Patients and Methods: Children with gastroesophageal reflux disease (GERD) underwent to fundoplication between January 2011 with February 2014 were included. Children with symptomatic ongoing reflux symptoms were concluded rGERD. Age, gender, malnutrition, neurologic disease, hiatal hernia, scoliosis, swallowing impairment, gagging, operation methods and gastrostomy were correlated with outcomes. A p value less than .05 were considered significant. Results: A total of 67 children (male 40, female 27) were included. Mean age was 57.10±52.22 months. Mean follow up time was 19.64±7.75 months. rGERD was detected in 16 (23.8%) children. Out of one, wrap configurations were intact in remaining. Loose wrap adherence to endoscope (hypotensive lower esophageal sphincter-LES) and intermittent wrap relaxations (persistent LES activities) were noticed in 7 and 2 children in postoperative endoscopies, respectively. Swallowing impairment and gagging were found as the independent risk factors for failure, increasing the rGERD 564.67 and 246.35 times, respectively. Conclusions: In neurologically impaired children, two distinct LES activities were found as causes of recurrence. Despite an intact fundoplication, the existing brainstem injury causes ongoing LES relaxations or create a hypotensive LES pressure. Brainstem injury also causes concurrent disturbed oropharyngeal activities. Severe swallowing impairment and gagging might indicate hypotensive LES and improper LES relaxations respectively, coming out as two preoperative predictors of failure. SS - 84 Ailesel Akdeniz Ateşi hastalığı olan çocukların gastrointestinal fonksiyonlarının anorektal manometre ve Roma III Kriterleri ile değerlendirilmesi Aİ Anadolulu*, Ç Ulukaya Durakbaşa*, M Ergüven**, IE Zemheri***, N Gülçin*, H Okur* *İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Romatolojisi Bilim Dalı ***İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Patoloji Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA), ateş ve seröz zarların inflamasyonu ile seyreder ve amiloidoza yol açabilir. Bu çalışmada, kolon mukozasında biriken amiloidin anorektal manometri testi sonuçlarına etkisininin, amiloid birikim riski taşıyan hastalarda anorektal manometrik değerlendirmede fark olup olmadığının ve Roma III anketinin bu çocuklarda kullanımının değerlendirilmesi amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Amiloid birikimi için predispozan faktörler; M694V homozigot mutasyon varlığı, proteinüri düzeyinin yüksek olması, düzensiz kolşisin kullanımı veya uzun süre tedavi alanlar olarak belirlendi. Hasta dosyaları taranarak amiloid birikimi açısından risk altında olduğu öngörülen 27 hasta çalışmaya alındı. Hastalara çalışma günü anorektal manometri testi ve rektum mukozasından aspirasyon biyopsisi yapıldı. Ayrıca Rome III anketi uygulandı. Amiloid birikim olasılığını artıran faktörler, Roma III anket sonuçları ve anorektal manometri test sonuçları birbirleriyle karşılaştırıldı. Bulgular: Hastaların 17’si kız ve 10’u erkekti. Yaş ortalaması 12,15±2,40 yıldı. Biyopside 2 (%7,4) hastada amiloid birikimi saptandı. M694V homozigot mutasyonu olan hastalarda amiloid birikiminin yüksek olduğu görüldü (p<0,028). Proteinüri düzeyi yüksek saptanan hastalarda daha yüksek oranda ailesel AAA öyküsü olduğu bulundu (p<0,046). Roma III anketi 5 hastada irritabl barsak sendromu ve 3 hastada abdominal migren ile uyumluydu. Bu olguların tümünde gastrointestinal sistem yakınması mevcuttu (p<0,033). Roma III anketi sonuçları ile anorektal manometri değerleri arasında ilişki saptanamadı. Amiloid birikimi gösterilen hasta saysının az olması nedeniyle, amiloid birikimi olan hastalarla olmayan hastaların, Roma III anketi ve anorektal manometri testi sonuçları istatistiksel olarak karşılaştırılamadı. Sonuç: Olası risk faktörlerini taşıyan AAA tanılı hastalarda, gastrointestinal sistemde amiloid birikimi saptanan hasta sayısı beklenenden az bulundu. Bu durum çocuklarda tanıdan itibaren geçen sürenin yetişkinlere göre daha kısa olmasıyla açıklanabilir. Roma III anketi hastaların üçte birinde AAA’dan bağımsız olarak fonksiyonel karın ağrısı hastalığı ile uyumlu bulgu verdiğinden, bu anketin AAA tanılı hastalarda uygulanmasının yanıltıcı sonuç verebileceği görüldü. *** Gastrointestinal functional evaluation in children with Familial Mediterranean Fever by anorectal manometry and Rome III Criteria Aİ Anadolulu*, Ç Ulukaya Durakbaşa*, M Ergüven**, IE Zemheri***, N Gülçin*, H Okur* *Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery **Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Departments of Pediatric Rheumatology ***Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pathology Introduction and Aim: Familial Mediterranean Fever (FMF) is characterized by fever and inflammation of serous membranes. It can lead to amyloidosis. This study aimed to evaluate the effects of amyloid deposition on colon mucosa on anorectal manometry test results, the probable differences in these results in high risk patients for amyloid deposition and the use of Rome III questionnaire in these children. Patients and Methods: The predisposing factors for amyloidosis were defined as presence of the M694V homozygous mutation, high level of proteinuria, irregular use of colchicine or being on long-term treatment. A total of 27 patients predicted to be at risk for amyloid deposition were enrolled in the study after a search through patient files. An anorectal manometry test as well as a rectal suction biopsy was done on the same day. Rome III questionnaire was also assessed. Factors that increase the probability of amyloid deposition, Rome III questionnaire results and anorectal manometry test results were compared accordingly. Results: Seventeen patients were males and 10 patients females. The mean age was 12.15±2.40 years. Rectal mucosal amyloid deposition was detected in 2 (7.4%) patients. It was found to be higher in patients with homozygous M694V mutation (p<0,028). Proteinuria levels were higher in patients with familial FMF history of (p<0.046). Rome III questionnaire results were consistent with irritable bowel syndrome in 5 patients and abdominal migraine in 3. All of these patients had gastrointestinal complaints (p<0.033). No correlation was detected between the anorectal manometry test and Rome III questionnaire results. Anorectal manometry test or Rome III questionnaire results could not be compared between the patients with or without amyloid deposition due to small sample size of those with amyloid deposition. Conclusion: Although all FMF patients harbored risk factors for amyloid deposition, the number of patients who actually had amyloidosis was lower than expected. This is most likely to be due to the shorter time interval form diagnosis in children compared to adults. Rome III questionnaire results were consistent with functional abdominal disorders in one third of patients independent of FMF. Therefore, use of this questionnaire may give misleading diagnoses in FMF patients. SS - 85 Çocuklarda Üst Gastrointestinal Sistem Yabancı Cisimlerine Endoskopik Yaklaşım E Ergün, B Türedi, Y Taştekin, G Küçük, G Göllü, A Yağmurlu, M Çakmak, H Dindar, M Bingöl Koloğlu Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş:Yabancı cisim yutma, çocuklarda sık görülen problemdir. Bu çalışmada üst gastrointestinal sistem(GİS) yabancı cisimlerinin çıkarılmasında uygulanan endoskopik tekniklerin sunulması amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2007 Eylül 2014 arasında üst GİS’te yabancı cisimle başvuran ve endoskopik girişim yapılan hastalar retrospektif taranarak çalışmaya alındı. Klinik bulgular, yabancı cismin yeri, kullanılan yöntem ve komplikasyonlar değerlendirildi. Özofagusta yabancı cisim olan, midede pil ve kesici cisim olan çocuklar acil endoskopik yabancı cisim çıkarılması işlemine alındı. Midede bir haftadan uzun süredir duran yabancı cisimlerde de endoskopi yapıldı Sonuçlar: Üst GİS’te yabancı cisim nedeniyle endoskopi yapılan 102 hastanın % 56’sında mide, % 44’ünde özofagusta yabancı cisim izlendi. Hastaların ortanca yaşı 33 aydı(7 ay-15 yaş). Endoskopi ihtiyacı olan en sık yutulan cisim para(% 34), ikinci en sık saat pili(%21) ve çengelli iğne(%15) idi. Diğerleri ( %40 ) ise kolye ucu, mıknatıs, bilye, oyuncak parçası, vida, ve tükenmez kalem gibi değişik yabancı cisimlerdi.Özofagustaki yabancı cisimlerin en sık özofagusun üst 1/3’lük kısmında%71) iken özofagus orta 1/3’te %18, son olarak da alt 1/3’te %11 oranında takıldığı görüldü. Çocukların %63’ünde bükülebilir endoskop, % 31’inde ise rijid özofagoskop kullanıldı. Hastaların % 6’sında ise uzun blade laringoskop ve Magill pensi kullanıldı. İki adet mıknatıs yutmuş olan bir hastada mıknatıslardan birisi endoskopik olarak çıkarılırken mide duvarına gömülmüş olan diğeri laparotomi ile çıkarıldı. En sık kullanılan aletler optikal forseps(%35), grasper(%25), polipektomi snare(%20) ve tripod(%10) olarak sıralanmaktadır. İşlem sonrası % 99 oranında yabancı cisim başarılı bir şekilde çıkartıldı. Sonuç: Bükülebilir endoskopik tedavi üst GİS yabancı cisimlerinde yüksek başarı oranına sahip güvenli ve etkin bir yöntemdir. Özofagustaki madeni paralarda, rijid özofagoskop ile birlikte yabancı cisimin tutuşunu sağlayan optikal forsepsler faydalıdır. Ancak çengelli iğne gibi kesici nesnelerin çıkartılmasında görüş alanı daha geniş olduğu için bükülebilir endoskopi daha güvenlidir.Endoskopi sırasında çeşitli çıkarma aletleri işlemin başarılı olabilmesi için hazırda tutulmalıdır. Grasper ve polipektomi snare midedeki yabancı cisimlerin çıkarılmasında en etkin aletlerdir. *** Endoscopic Management of Foreign Bodies in the Upper Gastrointestinal Tract, in Children E Ergün, B Türedi, Y Taştekin, G Küçük, G Göllü, A Yağmurlu, M Çakmak, H Dindar, M Bingöl Koloğlu Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Background: Foreign body(FB) ingestion is a common and potentially serious problem in children. The aim of this study is to review the experience on managing FBs in upper gastrointestinal tract with special emphasis on endoscopic techniques used for FB extraction. Material and Methods: A seven-year retrospective review of children who were admitted with upper gastrointestinal FB and required endoscopic management between January 2007 and September 2014 was undertaken. Clinical data, location of the FB, management techniques were evaluated. The patients with all esophageal FBs, disk batteries and sharp objects entrapped in stomach underwent emergent endoscopic foreign body removal. Results: Hundred and two children were treated for upper gastrointestinal FB ingestion, of which 56% were entrapped in stomach and 44% in esophagus. The mean age of the patients was 33 months (7 months -15 years). The most frequently ingested item was coin (34%), followed by small disk batteries (21%) and safety pins (15%). Esophageal FBs were most commonly entrapped in the upper third of the esophagus (71%) followed by middle third (18%) and lower third of esophagus (11%). 63% of the patients were treated with flexible endoscopy whereas 31% were treated with rigid endoscopy. In 6% long-bladed laryngoscope and Magill forceps were used. In one patient who ingested two magnets, one of the magnets which were buried into the stomach wall could not be removed endoscopically and required laparotomy. Rigid endoscopy was preferred mostly in upper esophageal foreign bodies. Optical forceps (35%) were the most commonly used tool, followed by grasping forceps (25%), polypectomy snares (20%) and tripod forceps (10%). The FB was successfully removed in 99% of patients. Conclusions: Flexible endoscopic treatment is a safe and reliable procedure with a high success rate in upper gastrointestinal FBs. Rigid endoscopy is suitable for esophageal coins since optical forceps allow strong grasping of the coin. However retrieval of sharp objects like safety pins requires flexible endoscopic view for a safe FB extraction. Various removal tools should be available for successful FB removal. Grasping forceps and polypectomy snares are the most effective tools in the removal of gastric foreign bodies. SS - 86 Deneysel rat modelinde ozon uygulamasının ileostomi dermatiti tedavisindeki yeri Ş Biçer*, İ Sayar**, C Gürsul***, A Işık****, M Aydın***** *Erzincan Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzincan. **Erzincan Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, Erzincan. ***Erzincan Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Erzincan. ****Erzincan Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı, Erzincan. *****Erzincan Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Erzincan. Giriş: İleostomi sonrası ortaya çıkan dermatit özellikle çocuklarda önemli bir sorun oluşturmaktadır. Bu çalışma, ileostomi alanındaki dermatit üzerine ozonun iyileştirici etkisini araştırmak ve alternatif bir tedavi seçeneğinin geliştirilmesini amaçlamaktadır. Gereç ve Yöntem: Yirmi sekiz rat dört gruba ayrıldı; kontrol, ileostomi, ozon ve çinko oksid grupları. Kontrol grubu dışındaki ratlara ileostomi yapıldı. Bir hafta bekleme süresinin ardından ozon grubuna; ozon tedavisi, çinko oksid grubuna ise çinko oksid krem lokal olarak günde bir kez, toplam 7 gün süreyle uygulandı. Bu süre sonunda tüm ratlar sakrifiye edildi. Tedavinin etkinliği biyokimyasal, histopatolojik ve immunohistokimyasal parametrelerle incelendi. Biyokimyasal doku analizinde malondialdehyde (MDA), total glutathione (tGSH), total antioxidant capacity (TAC) ve total oxidant status (TOS) seviyelerine bakıldı. Vascular endothelial growth factor (VEGF) ve proliferating cell nuclear antigen (PCNA) ile immunohistokimyasal inceleme yapıldı. Bulgular: Cerrahi olarak ileostomi yapılan tüm ratlarda patolojik olarak dermatit meydana geldi. En düşük dermatit skoru ozon tedavi grubunda belirlendi (p<0.05). İleostomi dermatiti MDA ve TOS düzeylerini arttırdı. Ozon tedavisi ile MDA ve TOS düzeyleri düşerken tGSH ve TAC seviyeleri yükseldi (p<0.05). Hem VEGF immunostaining hem de PCNA immunostaining en fazla ozon tedavi grubunda tespit edildi (p<0.05). Sonuç: İleostomi sonrası oluşan cilt lezyonunun medikal tedavisinde lokal ozon uygulaması, klasik tedavi yöntemlerine iyi bir alternatif olabilir. *** The effect of ozone application in the treatment of ileostomy dermatitis in experimental rat model Ş Biçer*, İ Sayar**, C Gürsul***, A Işık****, M Aydın***** *Erzincan University Medical School Department of Pediatric Surgery, Erzincan. **Erzincan University Medical School, Department of Pathology, Erzincan. ***Erzincan University Medical School, Department of Physiology, Erzincan. ****Erzincan University Medical School, Department of General Surgery, Erzincan. *****Erzincan University Medical School, Department of Microbiology, Erzincan. Introduction: Dermatitis associated with ileostomy is an important problem that affects many people, especially children. The aim of this study was to: 1) investigate the therapeutic effects of ozone on dermatitis due to ileostomy, and 2) develop an alternative treatment option. Materials and Methods: A total of twenty eight rats were divided into four groups: 1control, 2-ileostomy, 3-ozone, and 4-zinc oxide. Ileostomy was performed in all rats except the control group. Following a week waiting time, the ozone group was administered ozone treatment and the zinc oxide group was administered zinc oxide cream locally once a day for a total of seven days. All rats were sacrificed at the end of this period. The efficacy of treatment was examined by biochemical, histopathological, and immunohistochemical parameters. The levels of malondialdehyde (MDA), total glutathione (tGSH), total antioxidant capacity (TAC), and total oxidant status (TOS) were measured from tissue. Vascular endothelial growth factor (VEGF) and proliferating cell nuclear antigen (PCNA) were examined immunohistochemically. Results: Dermatitis occurred pathologically in all rats with performed ileostomy surgery. The lowest dermatitis score was determined in the ozone treatment group (p < 0.05). Ileostomy dermatitis increased the levels of MDA and TOS. Addition of ozone treatment resulted in reduced MDA and TOS levels, while the levels of tGSH and TAC were increased (p < 0.05). Both VEGF and PCNA immunostaining were augmented in the ozone treatment group (p < 0.05). Conclusion: Local ozone application may be a good alternative compared to the conventional treatment methods for the prevention of skin lesions that develop after ileostomy. SS - 87 Portal hipertansiyonlu çocuklarda Sugiura ameliyatı M Küçükaydın, NF Aras, AB Öztürk, M Güzel Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahi Anabilim Dalı, Kayseri Giriş ve Amaç: Portal hipertansiyon kanamalarında Sugiura ameliyatının (SP) etkinliği konusunda tam bir fikir birliği yoktur. Bu tekniğin, Japonya’dan bildirilen serilerde, uzun dönem sonuçlarının başarılı olduğu bildirilmesine rağmen batı ülkelerinde genel bir kabul görmemiştir. Bu seride, Sugiura ameliyatı yapılan 20 hastanın sonuçları sunuldu. Hastalar ve Metod: Kasım 1990-Nisan 2015 tarihleri arasında, 16 erkek 4 kız, yaşları 6–15 (ortalama 11 yaş) olan 20 hastaya, portal hipertansiyona bağlı kanama nedeni ile Sugiura ameliyatı uygulandı. Hastaların portal hipertansiyonu 16 hastada portal ven trombozu, iki hastada konjenital hepatik fibrozis ve iki hastada biliyer atreziye bağlı idi. SP 14 hastada torakal, 6 hastada abdominal yolla sirküler stapler kullanılarak tek aşamalı yapıldı. On dört hastada piloroplasti, iki hastada ekstramukozal piloromiyotomi uygulandı. Bulgular: Portal ven trombozu 12 hastada idiopatik, dört hastada portal ven kateterizasyonuna bağlı idi. Onaltı hastada karaciğer biyopsileri normaldi. Takip süreleri 3 ay ile 25 yıl arasında değişmekteydi. Bu dönem içinde hiçbir hasta ölmedi ve kanama tekrarlamadı. Bir hastada özofagus darlığı gelişti ve iki kez yapılan dilatasyonla tamamen düzeldi. Sonuç: Sugiura ameliyatı, özellikle ekstrahepatik portal hipertansiyon kanamalarında, etkili bir tedavi seçeneğidir. Bu yöntemle, karaciğer fonksiyonlarına zarar vermeden ve hepatik ensefalopatiye yol açmadan, özofagus varis kanamalarını önlemenin mümkün olduğu görülmüştür. *** Sugiura procedure for children with portal hypertension M Küçükaydın, NF Aras, AB Öztürk, M Güzel Erciyes University School of Medicine Department of Pediatric Surgery, Kayseri/Turkey Background/Aim: The role of Sugiura-type procedures for treatment of variceal bleeding remains controversial. Although Japanese series reported favorable long-term results, the technique has not been widely accepted in the Western Countries the reasons for the different outcomes are unclear. Herein, we report our long-term results on 20 children treated by the Sugiura procedure (SP). Method: Between November 1990 and September 2015, 20 children (16 male, 4 female) age ranged 6 years to 15 years (mean age 11 years) with the hemorrhagic portal hypertension underwent the SP. In this series, there were 16 extra hepatic portal hypertension (EHP) to portal vein thrombosis (PVT), two congenital hepatic fibrosis and two bliarry atresia. The SP was carried out in one stage via the thorasic route in 16 patients and transabdominally using circular stapler in 4. Fourteen pyloroplasty and two extramucosal pyloromyotomy were performed because of division of the gastric vagus nerves. Results: The cause of PVT was idiopathic in 12 patients, portal vein catheterization in four bliary atresia in 2 and congenital hepatic fibrosis in two patients. Liver biopsies were normal in 16 patients and congenital hepatic fibrosis findings were found in two patients. Follow-up ranged 3 months to 25 years and in this series, no patient had died and no re-bleeding was found. In one patient, esophageal dilatation was performed twice because of stricture and the patient did well. Conclusion: The Sugiura procedure is an effective alternative operation especially for the treatment EPH caused by PVT. With this operation, better results can be achieved to control the bleeding from esophageal varices without compromising hepatic functions and causing hepatic encephalopathy. SS - 88 Komplike olmayan akut apandisitli çocuklarda ameliyatsız geç tedavi sonuçlarımız M Abeş*, HÖ Apaydın*, B Petik**, M Şirik**, D Çolak***, İ Erdoğan****, HH Şaşmaz***, HM İnan*****, AH Baykan**, B Pehlivanoğlu*****, B Aydın Türk*****, M Kılınç*** *Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Adıyaman **Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, Adıyaman ***Sağlık Bakanlığı Adıyaman Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği, Adıyaman ****Adıyaman Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı, Adıyaman *****Sağlık Bakanlığı Adıyaman Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Patoloji Bölümü, Adıyaman Amaç: 130 yıldan uzun süredir akut apandisitte temel tedavi cerrahi olmasına karşın, son 10 yılda yetişkinlerde komplike olmayan akut apandisit olgularının sadece antibiyotik tedavisiyle düzelebileceğini gösteren bir çok çalışma yayınlanmıştır. Çocuklarda ise çok az sayıda çalışma bulunmaktadır. Son üç buçuk yılda akut apandisit nedeniyle yatırarak tedavi ettiğimiz tüm olguların kayıtlarını gözden geçirerek antibiyotikle ve cerrahiyle tedavi edilen olguların sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Ocak 2012- Haziran 2015 arasında akut apandisit nedeniyle yatarak tedavi gören 158 olgunun kayıtları değerlendirildi. Olguların tümüne Ultrasonografi ve/veya IV kontraslı tüm batın tomografiyle tanı konulmuştu. Apendiksi komprese olmayan, çapı 6 mm ve üzeri olanlar apandisit olarak değerlendirilmişti. Bulgular: 158 olgunun 92 (% 58,22) si başlangıçta sadece antibiyotikle, 66 (%41,77)’sı ameliyatla tedavi edilmişti. Başlangıçta antibiyotikle tedavi edilen olguların 10’nu şikâyet, fizik muayene veya laboratuvar bulgularında herhangi birisinde düzelme olmadığından dolayı daha sonra ameliyat edilmişti. 82 (% 89,13) olguda ise antibiyotik tedavisi başarılı olmuştu. Bu olguların 15 (%18,29 ) inde nüks görüldü. Nüks süresi 12-900 (ortanca 112) gün arasında değişiyordu. Nüks olan olguların 10 (%66,66)’u cerrahiyle, 5 (%33,33)’i tekrar antibiyotikle tedavi edildi. Takip süresi 1-42 (ortalama 16.11 ay ) ay arasında değişiyordu. Antibiyotik ve ameliyatla tedavi ettiğimiz olguları karşılaştırdığımızda, ameliyat edilen olgularda semptomların başlamasıyla tanı arasında geçen süre (20,57+16,17, 45,45+41,13 saat), fizik muayenede yaygın peritonit bulguları (10, 44 olgu), apendiksin çapı (8,39+2,20, 10,64+2,95 mm) batında serbest sıvı (10, 28 olgu), fekalit (15, 27 olgu) açısında antibiyotikle tedavi edilen olgulara göre anlamlı fark vardı. Yaş (10,51+2,91, 10,06+3,30 yıl) , cinsiyet (erkek 60/46, kadın 32/20), beyaz küre sayısı (14,710+5,400, 16,070 +5,330 mm3), hastanede yatış süresi (5,83+1,38, 6,12+3,01 gün) açısında fark yoktu. Sonuç: İlk 24 saatte gelen, yaygın peritonit bulgusu olmayan, apendiks çapı 8,39 mm altında olan, batında serbest sıvısı, apendiks lümeninde fekaliti olmayan akut apandisit olgularının önemli bir kısmı antibiyotik tedavisiyle düzelebilmektedir. *** The late results of nonoperative treatment of uncomplicated acute appendicitis in children M Abeş*, HÖ Apaydın*, B Petik**, M Şirik**, D Çolak***, İ Erdoğan****, HH Şaşmaz***, HM İnan*****, AH Baykan**, B Pehlivanoğlu*****, B Aydın Türk*****, M Kılınç*** *Adıyaman University Faculty of Medicine, Departments of Pediatric Surgery, Adıyaman **Adıyaman University Faculty of Medicine, Department Radiology, Adıyaman ***Ministry of Health Adıyaman University Research and Training Hospital, Department of Radiology, Adıyaman ****Adıyaman University Faculty of Medicine, Department Pathology, Adıyaman *****Ministry of Health Adıyaman University Research and Training Hospital, Department of Pathology, Adıyaman Aim: Although the mainstay treatment of acute appendicitis has been surgery for over 130 years, several studies in the last 10 years showed only antibiotics treatment without surgery is effective in the treatment of uncomplicated acute appendicitis in adults. There are few studies in children. We reviewed medical records of all the patients with acute appendicitis. We aimed to compare the results of the patients who were treated with antibiotics and surgery for last 3,5 years. Materials and Methods: The medical records of 158 patients who were hospitalized for acute appendicitis between January 2012 and June 2015 were evaluated. The diagnosis were made by ultrasonography or/and computed tomography with IV contrast study. Non compressible appendix with diameter 6 mm and greater was evaluated as appendicitis. Results: 92 (58,22%) of 158 patients were initially treated only with antibiotics, 66 (41,77%) of the patients were treated with surgery. The complaints, physical examinations and laboratory signs 10 of the patients who were initially treated with antibiotics were not improved and underwent surgery. Antibiotics treatment was successful in the 82 (89, 13%) patients. The recurrence was developed in the 15 (18.29%) patients. The durations of recurrence changed between 12-900 days (median 112 days). 10 of the patients who were recurred were treated with surgery, 5 of the patients were treated with antibiotics again. The follow-up period ranged between 1-42 months (mean 16,11 months). The results of the time between symptoms and diagnosis (20,57+16,17, 45,45+41,13 hours), diffuse peritoneal irritation signs(10, 44 patients), diameter of appendix (8,39+2,20, 10,64+2,95 mm), abdominal free fluid (10, 28 patients), fecaliths (15, 27 patients) for antibiotics group was statistically differ than surgery surgery group. The age (10,51+2,91, 10,06+3,30 years), sex (boys 60/46, girls 32/20), white blood cell (14,710+5,400, 16,070 +5,330 mm3) and, hospitalized days (5,83+1,38, 6,12+3,01 days) results were not differ between two groups. Conclusion: Most of the patients with acute appendicitis who were admitted in the first 24 hours, with appendix diameter bellow 8,39 mm, without abdominal free fluid and fecaliths can be successfully treated only with antibiotics. SS - 89 Çeşitli ilaçların sıçan rektum kası ile internal ve eksternal anal sfinkter kasları üzerine in vitro etkileri AO Erdem, SK Özkısacık, M Yazıcı Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Aydın Amaç: Anal fissürlerde artmış sfinkter spazmını azaltmak için bir çok yöntem denenmiştir. Bunlardan biri ilaçlarla kimyasal sfinkterotomi yapılmasıdır. Çalışmamızda gliserol trinitrat ve nifedipin gibi kimyasal sfinkterotomide kullanılan ilaçların, in vitro şartlarda rat anal sfinkterinde artmış anal sfinkter basıncında gevşemeye olan etkilerini göstermeyi ve bunu somut verilere dayandırmayı amaçladık. Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 18 adet Wistar-Albino cinsi rat kullanıldı. İzole Organ Banyosu Deneysel Protokolü kullanılarak her bir sfinkter halkası krebs solüsyonu ile dolu organ banyosuna asıldı ve in vitro mg olarak kasılmaları ölçüldü. Gruplar t testi genel lineer modeli ve Anova Tukey’s multiple comparison test kullanılarak istatistiksel olarak karşılaştırıldı. Her bir dokunun istirahat ve kasılı haldeki ilaçlara verdiği tepkiler değerlendirildi. Sonuç: Bazal ve artmış doku gerginliğinde nifedipin ve gliserol trinitrata karşı oluşan doku gevşeme cevapları istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Nifedipin’in gliserol trinitrat’tan daha fazla gevşeme cevabı sağladığı ancak bunun istatistiksel olarak anlamlı olmadığı görüldü. Tartışma: Kimyasal sfinkterotomide kullanılan nifedipin ve gliserol trinitrat’ın anal kanal ve sfinkter üzerinde in vitro şartlarda istirahat ve tonusun artığı durumlarda anal sfinkter spazmının gevşetilmesinde etkisi bulunmaktadır. Anal fissür gibi anal tonusun arttığı ve tedavi başarısını etkileyen durumlarda bu ilaçların etkili olabileceğini düşünmekteyiz. *** In vitro effects of some drugs on rats internal and external anal sphyncter AO Erdem, SK Özkısacık, M Yazıcı Adnan Menderes Üniversity School of Medicine Department of Pediatric Surgery Aim: A lot of methods were tried to reduced anal sphyncteric spazm in anal fissure cases. One of these methods is chemical sphyncterotomy. We aim that to show the effects of gliserol trinitrat and nifedipine, in vitro conditions, rat anal sphincter to relax has increased in the anal sphincter pressure. Methods: We used 18 Wistar-Albino rats in aour experimental study. We used isolated experimental tissue chamber protocol. Each sphyncters were placed each tissue chamber with crebs solution and to detected spasm as “mg” in vitro condution. We were detected reaction of drugs in each tissues base and spasm. Results: Tissue relaxe respondence against nifedipine and gliserole trinitrate in base and incrised tissue tonus was statistically significant. Nifedipine was more relaxed than gliserol trinitrate but it was not statistically significant. Conclusion: Gliserol trinitrat and nifedipine which used in biochemichal sphyncterotomy, in vitro conditions, were increased responde rat anal sphincter to relax in increased anal sphincter pressure. We thought that in increased anorectal tonus such as anorectal fissure these drugs could be used to increased the treatment success. SS - 90 Epidermolizis Bülloza’da Özofagus Darlığında Endoskopik Balon Dilatasyonu Deneyimimiz E Ergün, B Türedi, F Khanmmammadov, G Göllü, U Ateş, H Dindar Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: Epidermolizis Bülloza’da özofagus tutulumu ve buna bağlı yutma güçlüğü hastalığın seyrinde sık görülür ve beslenmeyi bozup malnutrisyona sebep olarak cilt lezyonlarının iyileşme sürecini olumsuz etkiler. Hastalar ve Yöntem: 2003-2015 yılları arasında EpidermolizisBülloza’lı, özofagus darlığı nedeni ile başvuran ve özofagusdilatasyon programına alınan 11 hastanın dosyası incelendi. Sonuçlar: Hastaların yedisi kız, dördü erkek ve ortanca yaş 14 idi(2-32). Ortalama vücut ağırlığı 27.8 idi. İşlem öncesi özofagogram ile hastaların darlık yeri ve sayısı belirlendi ve bükülebilir endoskop ile dilate edildi. Sekiz hastada özofagus orta kesimde, üçünde özofagus üst kısımda ve birinde ise üst ve orta kesimde olmak üzere iki yerde darlık saptandı ve özofagus balonu ile ortalama beş, toplamda 56 kez dilate edildi. Bir çocukta dilatasyon sırasında özofagusun perfore olması nedeni ile gastrostomi açıldı ve medikal takibi yapılı. 32 yaşındaki bayan hastaya dört kez dilatasyon yapıldıktan sonra yaş ile uyumlu ve yeterli gelişme ve beslenme durumu oluşmadığından kolon interpozisyonu yapıldı. Dokuz hastanın dilatasyon programı devam etmektedir. Yedisi dilatasyon aralarında rahat katı gıda almakta, ikisi ise zaman zaman katıları yutmakta zorluk çekmektedir. Bir hasta kendi isteği ile programdan çıkmış, bir hasta ise kolon interpozisyonunu kabul etmemiş ve dilatasyon programında iken amiloidozise bağlı komplikasyonlar nedeni ile hayatını kaybetmiştir. Hastaların yutma sorunu ortadan kalktığında cilt lezyonlarının hızla iyileştiği gözlenmiştir. Sonuç: Epidermolizis Bülloza yutma güçlüğünün ender sebeplerinden biridir. Bükülebilir endoskopi eşliğinde özofagus balon dilatasyonu bu hastalarda güvenle tercih edilebilir bir yöntemdir. *** Our Balloon Dilatation Experiments in Esophageal Strictures in Epidermolysis Bullosa E Ergün, B Türedi, F Khanmmammadov, G Göllü, U Ateş, H Dindar Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Introduction: Eosophageal in volvement and stricture is a complication in Epidermolysis Bullosa which causes dysphagia and malnutrition. This condition also worsens skin lesions in this patients. Patients and Methos: Charts of eleven patients who applied to hospital with Epiermolysis Bullosa and esophageal stricture and have taken the dilatation programme in 2003 and 2015 were reviewed. Results: Seven of patientsweregirlsandfour of themwereboys. Medianagewas 14 (2-32). Mean body weight of patientswas27.8. Locationandnumber of stricturedparts of esophagus was previously evaluated with esophagogram and after that, flexible endoscop was used for dilatation. Eightpatients had medial esophageal, three patients had proximal esophageal and one of them had both; proximal and medial esophageal strictures. The strictures were dilated 56 times in total (mean 5 times). One patient was performed gastrostomy and medically followed after a perforation during the dilatation. In 32 year old female patient, after four dilatations, colon interposition was performed due to not achieving optimal nutritional and developmental status. Dilatation programme of nine patients are still continuouing. Seven of them can easily swallow solid food but two of them have some difficulties of swallowing between dilatations. One patient rejected the program and quitted, while one patient did not accept colon interposition and died because of amiloidosis complications during the dilatation programme. After resolving the swallowing problem, skin lesions were observed to heal quickly. Conclusion: Epidermolysis bullosa is a rarecause of dysphagia. Eosophagus baloon dilatation with flexible endoscopy is a safe an defficient method in patients with this condition. SS - 91 Bağırsak anastomozları: tek cerrah, tek yöntem, 22 yıl F Mehmetoğlu Dörtçelik Çocuk Hastanesi Amaç: Bağırsak anastomozları için farklı yöntemler tarif edilmiştir. Anastomozlarda, başlıca morbitide ve mortalite nedeni halen anastomoz kaçağının olmasıdır. Bu çalışmanın amacı bebek ve çocuklarda güvenilir ve standart tek bir bağırsak anastomoz tekniği kullanılmasının önemini vurgulamaktır. Metot: Bu retrospektif çalışmada 22 yılda (Mart 1993-Temmuz 2015) tek cerrah tarafından intestinal anastomoz yapılan tüm hastalar (1 gün-18 yaş) ele alındı. Başlıca anastomoz yapılma nedenleri yenidoğan bağırsak tıkanıklıkları, NEC, invajinasyon, Meckel divertikülü, ostomi kapatılması ve travmaydı. Tüm anastomozlar (kısmi veya uçuca) 5-30 dakikada 2 kat tekniği ile yapıldı. Yıllara göre değişen çeşitli ipliklerle, iç tabakada kontinü Connell sütür ve dış tabakada inverting Lembert sütürler ile 2 kat anastomoz oluşturuldu. İpek, katgüt, kromik katgüt, poliglaktin, polidiaksanon,ve poliglikolik asid sütürler 3–0, 4-0, 5-0, 6-0 ebatlarında bağırsağın kalınlığına göre kullanıldı. Sonuç: 570 hastada 631 anastomoz oluşturuldu. Bu çalışmaya tüm acil ve elektif anastomozlar dahil edildi. Peritonitli olgularda bile anastomoz yapıldı. Elektif olgularda mekanik bağırsak hazırlığı uygulandı. Anastomoz kaçağını takip için dren konulmadı. Postoperatif rutin olarak nazogastrik tüp uygulandı. Postoperatif hastalar 48 saat aç bırakıldı ve 36-48 saat içinde gaita çıkışı gözlendi. Bu seride 1 hastada postoperatif anastomoz kaçağı ve 2 hastada anastomoz ile ilgili diğer komplikasyonlar görüldü Tartışma: İki kat olarak el ile yapılan bu anastomoz tekniği 100 yılı aşkın bir süredir kullanılan eski bir yöntemdir. Bebek ve çocuklar için acil ve elektif vakalarda güvenli ve kolaydır. En önemli noktalar cerrahın bağırsağın kanlanmasını dikkatle değerlendirmesi ve anastomozu oluştururken iskemi oluşturmamasıdır. Bu serinin başarısı cerrahın yıllarca tek teknik kullanarak deneyimini artırmasına bağlıdır. Bu eski metot kamu hastanelerinde çalışan cerrahlar için tavsiye edilir. *** Intestinal anastomoses: a single surgeon, a single technique, 22 years F Mehmetoğlu Dörtçelik Children's Hospital Aim: Many different techniques are described for intestinal anastomoses. Anastomotic dehiscence remains the main cause of morbidity and mortality of intestinal anastomoses. This study aimed to emphasize using a safe and standardised surgical technique of intestinal anastomosis in infants and children. Methods: This retrospective study was performed on all patients with intestinal anastomoses (1 day-18 years) by a single surgeon over a 22 year period (March 1993-July 2015). The common reasons for anastomoses were newborn intestinal obstructions, NEC, intussusception, Meckel diverticulum, stoma closure and trauma. All anastomoses (partial or end-to-end) were constructed in 5-30 minutes with using two-layer technique: a continuous Connell suture for the inner layer and inverting Lembert sutures for the outer layer and with various sutures, changed over the years. Silk, chromic catgut, plain catgut, polyglactin, polydiaxanone and polyglycolic acid with 3–0, 4-0, 5-0, 6-0 sizes sutures were used depending on the size of the intestine. Results: 631 anastomoses were constructed in 570 patients. All emergency and elective anastomoses were included in this study. Anastomosis was performed even though in the presence of peritonitis. Mechanical bowel preparation was applied for elective cases. Drain was not used specifically for anastomotic leakage. Routine postoperative nasogastric tube was used. Postoperatively patients were not allowed to eat and drink for 48 hours and patients passed stool between 36-48 hours. Postoperative leakage occurred in 1 patients and other complications related with anastomosis occurred in 2 patients. Conclusions: The two-layer hand-sewn anastomosis has been used traditionally for more than 100 years. It is safe, quick and easy in infants and children both unplanned and elective cases. The most important points are that surgeon should carefully analyse viability of the ends and avoid ischemia of the anastomosis. The success of this series depends on the meticulous surgery and gaining experience with using a single technique. This old method is recommended for surgeons who work in a public hospital for all intestinal anastomosis. SS - 92 Meckel divertikülünde makroskobik görünümü tesadüfen tespit edilen olgularda divertikülektomi kararı almada yardımcı olabilir mi? HÖ Gezer, A Temiz, E İnce, SS Ezer, A Hiçsönmez Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Tesadüfen karşılaşılan asemptomatik Meckel divertikülü (MD) tedavisi tartışmalıdır. Çalışmamızda divertikülün makroskopik görünümünün klinik özellikler, histopatolojik bulgular, gelecekte ortaya çıkacak komplikasyonlar ve tedavi kararları için bir kılavuz olarak kullanılıp kullanılamayacağını araştırmayı amaçladık. Materyal ve Metod: 2000-2012 yılları arasında, kurumuzda MD ü rezeksiyonu yapılan hastalar retrospektif olarak yaş, cinsiyet, klinik özellikler, laboratuar verileri, ameliyat sırasındaki bulgular (divertikülün uzunluğu, çapı, derinliği, kalınlığı ve yükseklik-çap oranı [HDR]), patoloji ve postoperatif takip açısından analiz edildi. Sonuçlar: Elli çocuk çalışmaya dahil edildi. Çıkarılan MD lerinin %16 sı tesadüfen tespit edildi. Komplike olan 42 MD nün, 17 si (% 40) uzun (HDR ≥ 2) idi, 14 ü (% 33) palpasyonla kalın ve 29 u (% 70) geniş tabanlı idi. Histopatolojik olarak ektopik mukoza tüm MD lerinin 32 sinde (% 64) ve incidental MD lerinin 5 inde (% 62) tespit edildi. Makroskopik görünümü ile klinik bulgular, cinsiyet veya palpasyona dayalı ektopik doku varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı sonuç çıkmadı. Tartışma: MD makroskopik görünümü HGM varlığını veya yokluğunu göstermez ve bir sonraki cerrahi için kılavuz olarak kullanılamaz. Ayrıca, çalışmamızda komplike MD ünün % 40'ında acil sıvı resüsitasyonu gerektirecek şekilde hayatı tehdit eden komplikasyonlar gelişmişti. Biz, tesadüfen tespit edilen MD’lerinde, makroskopik görünümden bağımsız olarak anastomoz güvenliğini tehdit eden peritonit, enflamasyon veya enfeksiyon tablolarının olmadığı durumlarda divertikülün çıkarılması gerektiğini düşünüyoruz. *** Evaluation of macroscopic appearance for guidance in subsequent surgery in Meckel diverticulum HÖ Gezer, A Temiz, E İnce, SS Ezer, A Hiçsönmez Baskent University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Background: The treatment of incidentally encountered asymptomatic Meckel diverticulum (MD) is controversial. We evaluated whether the macroscopic appearance correlates with clinical features, histopathological findings, future complications, and management decisions. Materials and Methods: Patients who underwent MD resection at a single institution from 2000 to 2012 were retrospectively analyzed in terms of age, sex, clinical features, laboratory data, perioperative findings (diverticulum length, diameter, depth, thickening, and height-todiameter ratio [HDR]), pathology, and postoperative follow-up. Results: Fifty children were enrolled. Sixteen percent of the resected MDs were found incidentally. Of 42 complicated MDs, 17 (40%) were long (HDR ≥ 2), 14 (33%) were thickened, and 29 (70%) exhibited base widening. Histopathologically, ectopic mucosa was found in 32 (64%) of all MDs and in 5 (62%) of incidentally removed MDs. There was no statistical difference between the macroscopic appearance and clinical signs, sex, or presence of ectopic tissue based on palpation. Conclusion: The macroscopic appearance of MD does not indicate the presence or absence of HGM and cannot be used to guide subsequent surgery. Additionally, 40% of symptomatic patients in our study had life-threatening complications requiring prompt fluid resuscitation. We consider that incidentally detected MD should be removed regardless of its macroscopic appearance in situations without anastomosis threatening conditions like peritonitis, inflammation or infection. SS - 93 Laparoskopik İnterval Apendektomi Çocuklarda Güvenilir Bir Yöntem midir ? Y Taştekin, E Ergün, B Türedi, F Mammadov, U Ateş, G Göllü, M Bingöl Koloğlu, A Yağmurlu, M Çakmak, T Aktuğ, H Dindar Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: Çocukluk çağında apendisitlerin %2-9’unda periapendiküler apse veya kitle tespit edilebilir. Uzun süreli öyküleri olan bu hastaların nasıl takip ve tedavi edilmesi gerektiği ise literatürdeki tartışmalı konulardan biridir. Bu hastalarda bozulmuş anatomi nedeniyle acil koşullarda yapılan apendektomi sonrası komplikasyonlar yüksek orandadır. Bu çalışmada kliniğimizde periapendiküler apse veya kitle tanısı ile elektif laparoskopik İA uygulanan hastalarda bu tedavi yaklaşımının sonuçlarının ve güvenirliliğinin ortaya koyulabilmesi amaçlandı. Hastalar ve yöntem: 2010-2015 tarihleri arasında periapendiküler apse veya kitle tanısı ile takip ve tedavi edilen olgular geriye dönük olarak tarandı. Periapendiküler apse veya kitle tanısı fizik muayene ve ultrason ile konuldu. İlk aşamada hastaların oral alımı kesilerek iv antibiyotik başlandı. Periapendiküler apse saptanan hastalardan işlem için uygun olanlara ultrason eşliğinde perkütan drenaj yapıldı. Soğutma tedavisi sonrası tüm hastalarda IA laparoskopik yöntemle yapıldı. Bulgular: Periapendiküler apse veya kitle nedeni ile soğutma tedavisi uygulanan 36 çocuk hasta tespit edildi. Olguların ortanca yaşı 10 (2-18 yaş) olarak belirlendi. Hastaların dokuzu kız, 27’si ise erkek idi. Ortalama takip süresi 6.3ay (4-24 ay)dı. Hastaların onbeşinde ultrasonda karın içi abse saptandı. Bu olgulardan işlem için uygun olan beşine ultrason eşliğinde perkütan drenaj yapıldı. Hastaların kliniğe başvurduktan sonraki ortalama ilk yatış süreleri 5.1 gündü(3-8 gün). İlk yatıştan İA’ye kadar geçen ortalama süre 6.8 hafta(6-18 hafta) olarak bulundu. Bir hasta soğutma tedavisinden 3 hafta sonra akut karın bulgularıyla başvurduğu için erken dönemde laparoskopik apendektomi yapıldı. İA yapılan hastalarda ortalama ameliyat süresi 59.4dk(25-110 dk)idi. Ameliyat sonrası dönemde bir hastada paralitik ileus, bir hastada ise göbek trokar yerinde enfeksiyonu olmak üzere iki(%5.5) hastada konservatif yolla tedavi edilen komplikasyonlar gelişti. İA sonrası ortalama hastane kalış süresi 3.2 gün (1-7 gün) idi. Takibinde hiç bir hastada sorun yaşanmadı. Sonuç: Çocuklarda periapendiküler apse veya kitle tedavisinde; İA güvenli ve etkin bir tedavi seçeneğidir. Özellikle laparoskopik uygulandığında hızlı ve etkili olan İA yönteminin bu olgular için ilk tercih tedavi yöntemi olarak kullanılmadır. *** Is Laparoscopic interval Appendectomy safe in Children ? Y Taştekin, E Ergün, B Türedi, F Mammadov, U Ateş, G Göllü, M Bingöl Koloğlu, A Yağmurlu, M Çakmak, T Aktuğ, H Dindar Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Introduction: Children with appendicitis may present emergently with an appendiceal abscess or mass in 2–9 % of cases. Management of such patients are controversial. Immediate appendicectomy may be technically complicated because of the distorted anatomy .Currently, nonoperative treatment with antibiotics and elective interval appendectomy (IA) in patients with successful nonoperative treatment is the traditional approach. The purpose of this study is to analyze the clinical outcomes and possible complications of elective laparoscopic IA for the treatment of appendiceal abscess or mass. Patients and Methods: The charts of patients who had diagnosed with appendicial abcess or mass between 2010 and 2014 were retrospectively analyzed for this study. The diagnosis was made based on physical examination and ultrasound findings. Nonoperative treatment included intravenous antibiotics and intestinal rest until symptoms resolve. In suitable patients with periappendicular abcess, percutaneous drainage via ultrasound is performed. Patients with good general health status and full oral intake were discharged from the hospital with oral antibiotics. After nonoperative treatment, all cases were treated with laparoscopic appendectomy. Results: Thirty-six children who had appendiceal abscess or mass and underwent laparoscopic IA after successful nonoperative treatment were enrolled for this study. The median age of the cases was 10 years (2-18 years). Among the children, nine were girls and 27 were boys. The median follow-up period was 6.3 months (4-24 months). Ultrasound revealed intra-abdominal abscess in 15 patients. Among these 15 patients, percutaneous drainage via ultrasound guidance was performed for 5 the cases. The average hospitalization time for the first admittance was 5.1 days (3-8 days).The average time from the first hospitalization until surgery was 6.8 weeks (6-18 weeks). One patient was hospitalized 3 weeks after discharge because of the abdominal pain and acute abdomen condition and underwent laparoscopic appendectomy. The average surgical time for laparoscopic IA was 59.4 minutes (25-110 minutes). In 2 cases (5.5%), postoperative complications (paralytic ileus (n=1) and surgical wound infection (n=1)) were developed and treated nonoperatively. The medial hospitalization time after IA was 3.2 days (1-7 days). During the follow-up period, no other complications were detected. Conclusion: IA is a safe and effective treatment alternative for the children with periappendicular abscess and mass. Laparoscopic IA is a fast and technically feasible surgical procedure which should be the first choice in these cases. SS - 94 ÇOCUKLARDA AKUT MASİF GASTROİNTESTİNAL SİSTEM KANAMALARINA YAKLAŞIM Ü Çeltik*, E Divarcı*, Z Dökümcü*, H Bozkaya**, C Çınar**, O Ergün*, A Çelik* *Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı Amaç: Bu çalışmada çocuklarda akut başlayan ve masif devam eden gastrointestinal sistem (GİS) kanamalarında tanı ve tedavi yaklaşımlarının sunulması amaçlandı. Yöntem: Kliniğimizde 2012- 2015 tarihleri arasında akut masif GİS kanama nedeniyle tedavi edilen hastaların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Bulgular: Tedavi edilen sekiz hastanın yaş ortalaması 6±5,4 yaştı (2 ay- 16 yaş). Tüm hastalarda başvuru semptomu olarak masif rektal kanama gözlenirken iki hastada ek olarak kanlı kusma da mevcuttu. Hastaların tanıları duodenal ülser (4), jejunumda ülser ve ileumda hemorajik lezyon (1), Meckel divertikülü (1), ileal duplikasyon (1) ve herediter hemorajik telenjiektazi (Osler Weber sendromu) (1) olarak sıralanmaktaydı. Tanısal yaklaşımda öncelikle anjio BT ve endoskopik girişimler (üst ve alt GİS endoskopi, çift balon endoskopi, intraoperatif endoskopi) uygulandı. Kanama odağı saptanamayan hastalarda cerrahi eksplorasyona geçildi. Tedavi yaklaşımda ise duodenal ülser zeminindeki gastroduodenal arterden kanayan dört hastanın üçünde selektif arter embolizasyonu yapıldı. Embolizasyon yapılamayan bir hastada ise duodenotomi ile lümen açılarak ülser primer sütüre edildi. Cerrahi eksplorasyon uygulanan iki hastada rezeksiyon ve anastomoz uygulandı (Meckel divertikülü, ileal duplikasyon). Midede telenjiektazik lezyonları olan bir hastada, gastrotomi ile lümen açılarak yaygın lezyonlara holmium ve argon lazer ile koterizasyon uygulandı. Daha önce cerrahi eksplore edilip kanama odağı saptanamayan bir hastada ise masif kanamanın devam etmesi nedeniyle yapılan çift balon endoskopide jejunumda ülser saptandı. Operasyonda jejunumdaki ülserli alan rezeke edildikten sonra distali intraoperatif endoskopi ile araştırıldı. Distalde ileum duvarında lümen içine uzanan pyojenik granüloma benzeyen kanamalı lezyon saptandı. Bu alanda rezeke edilip anastomoze edildi. Tüm hastalarda yapılan işlemler sonrası kanama durduruldu. Mortalite gözlenmedi. Sonuç: Çocuklarda akut masif GİS kanamasına bağlı ciddi morbidite ve mortalite gelişebilmektedir. Tanısal yaklaşımda çeşitli endoskopik girişimler ve kontrastlı BT gerekebilmektedir. Kanamanın durdurulmasında selektif arter embolizasyonu, lazer koterizasyon veya cerrahi rezeksiyon uygulanabilmektedir. *** THE MANAGEMENT OF ACUTE MASSIVE GASTROINTESTINAL BLEEDING IN CHILDREN Ü Çeltik*, E Divarcı*, Z Dökümcü*, H Bozkaya**, C Çınar**, O Ergün*, A Çelik* *Ege University Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Ege University Faculty of Medicine, Department of Radiology Aim of the study: In this study, we aimed to present our management strategy for acute massive gastrointestinal (GI) bleeding in children. Methods: We retrospectively analysed the medical records of children who treated for acute massive GI bleeding in our clinic between 2012 and 2015. Results: Eight patients (7 M,1 F) were treated with a mean age of 6±5.4 years (2 months- 16 years). All patients admitted with massive rectal bleeding and two of them had hematemesis also. The diagnosis were listed as duodenal ulcer (4), jejunal ulcer with ileal hemorrhagic lesion (1), Meckel diverticulum (1), ileal duplicaton (1) and hereditary hemorrhagic telangiectasia (1). Diagnostic algorithm started with endoscopic investigations consist of upper and lower GI endoscopy, double balloon endoscopy and intraoperative endoscopy and continued with angio CT during bleeding simultaneously. If the localization couldn’t be demonstrated, surgical exploration would be necessary. Three of four patients with duodenal ulcer were treated by selective gastroduodenal artery embolization. The other patient necessitated surgery and underwent primary saturation of the ulcer by duodenotomy. Two patients with Meckel diverticulum and ileal duplication underwent resection and anastomosis. One patent with hemorrhagic telangiectasia treated by laser cauterization with gastrotomy. The last patient who had a negative surgical exploration before underwent double balloon endoscopy and an ulcer was identified at jejunum. At the second operation after resection of jejunal segment, intraoperative endoscopy was performed to investigate distal segments and another hemorrhagic lesion was identified at ileum. This lesion was resected too. All patients’ bleeding was controlled finally with no mortality. Discussion: Severe complications can be seen due to acute massive GI bleeding in children. Serious endoscopic investigations and angio CT can be necessary for detecting the localization of bleeding. Selective artery embolization, laser cauterization or surgical resection should be performed as treatment strategies to control the bleeding. SS - 95 GASTROSTOMİ SORUNLARI VE ETKİLEYEN FAKTÖRLER B Tander, M Günaydın, S Hancıoğlu, E Arıtürk, Ü Bıçakcı, F Bernay Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi A.D Samsun -Türkiye AMAÇ: Gastrostomi uygulanan hastalarda oluşan sorunları, bu sorunlara yaklaşımın ve etkileyen faktörlerin irdelenmesi amaçlandı. HASTALAR VE YÖNTEM: Son 10 yılda gastrostomi uygulanan tüm hastalar yaş, cinsiyet, gastrostomi tipi, altta yatan neden, fundoplikasyon varlığı, cerrahi ve gastrostomi komplikasyonları, sekonder cerrahiler ve mortalite yönünden değerlendirildi. İstatistik analiz için SPSS 17.0 kullanılarak Ki-kare ve Fisher kesinlik testi, varyans analizi yöntemleri ile değerlendirildi. BULGULAR: Toplam 141 hastaya (75 erkek , 66kız) gastrostomi uygulandı. Bunlardan 55’inde fundoplikasyon yapıldı. (31 erkek + 24 kız). Ortalama yaş 5,49 +/- 0,47 (1gün – 19yaş). Hastanın primer patolojileri konjenital ve metabolik hastalıklar (20 adet), perinatal nedenli ve primer nörolojik defisitler (64 adet), enfeksiyöz ve diğer nedenli nörolojik defisitler (4 adet), travma (11 adet), neoplaziler (9 adet), özofagus atrezisi (19 adet) ve diğer nedenler (14 adet). 47 hastaya PEG, 42'sine laparoskopik gastrostomi uygulandı (Fundoplikasyon var veya yok). 42 tanesine ise açık gastrostomi uygulandı. 12 hastada sekonder cerrahi gerektiren major komplikasyonlar, birinde ise minor cerrahi komplikasyon gelişti. Cerrahi komplikasyonlar üzerine etki bakımından cinsiyet, gastrostomi tipi, fundoplikasyon varlığı ve tipi, GÖR varlığının etkisinin olmadığı görüldü. (p>0,05). Fundoplikasyonların 2 tanesi laparoskopi yardımlı, 17’si açık, 33’ü laparoskoik olarak yapıldı. Fundoplikasyon varlığı ve tipinin; cinsiyet, gastrostomi tipi, post-op yatış süresi üzerine anlamlı etkisi yoktu. 17 hastada ciddi sızıntı ve tüp çıkması sonucu izlenen major gastrostomi sorunları vardı. Geri kalan hastalarda gastrostomi sorunu yoktu ya da minördü. Cinsiyet, gastrostomi tipi, fundoplikasyon varlığı ve tipi açısından anlamlı fark yoktu. 38 hasta, primer hastalığın yol açtığı pnömoni, sepsis ve benzeri nedenlerle kaybedildi. Ölümlerin üzerine cinsiyet, gastrostomi tipi, GÖR varlığı, fundoplikasyon varlığı ve tipi, cerrahi ve post-op gastrostomi komplikasyonları açısından anlamlı bir etkisi yoktu. SONUÇLAR: Gastrostomi hangi yöntem ve endikasyonla yapılırsa yapılsın ve fundoplikasyon eklenmiş ve eklenmemiş olsun, bazen ciddi sorunlar çıkarabilen bir durumdur. Bu sorunların bir bölümüne sekonder cerrahi uygulanırken çoğunluğuna konservatif yöntemlerle çözülmesi mümkün olmaktadır. *** PROBLEMS OF GASTROSTOMY AND AFFECTING FACTORS B Tander, M Günaydın, S Hancıoğlu, E Arıtürk, Ü Bıçakcı, F Bernay Ondokuz Mayıs University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Samsun Turkey PURPOSE: Problems faced by the patients with gastrostomy, approach on these problems and affecting factors are examined. PATIENTS AND METHOD: All patients who underwent gastrostomy within the last 10 years were evaluated according to age, sex, gastrostomy type, primary disease, presence of fundoplication, surgical and gastrostomy complications for secondary surgery and mortality. Chi-square, Fisher's exact test and analysis of variance methods were used for statistical analysis using SPSS 17.0. RESULTS: A total of 141 patients (75 M, 66F) underwent gastrostomy. Fundoplication was performed in 55 of them (31M, 24F). The mean age was 5.49 +/- 0.47 (1day – 19year). Primary pathology of the patients were congenital and metabolic diseases (20), perinatal and primary neurological deficits (64), postinfectious and other induced neurological deficits (4), trauma (11), neoplasms (9), esophageal atresia (19) and other reasons (14). 47 patients underwent PEG, 42 underwent laparoscopic gastrostomy (with fundoplication or not), whereas in 42 of them, open gastrostomy was performed. There was no significant effect of gender, type of gastrostomy, presence of GER and fundoplication, surgical complications on mortality. 12 patients had major complications requiring secondary surgery, and one had minor surgical complication. In terms of impact on surgical complications; gender, gastrostomy type, presence and type of fundoplication, presence of GER had no effect (p> 0.05). Two laparoscopy-assisted fundoplications, 17 open, 33 laparoscopic fundoplications were performed. On the presence and type of the fundoplication; gender, type of gastrostomy, post-operative hospitalization timehad no significant effect. 17 patients had serious peristomal wound leakage, gastrostomy tube dislodgement as major problems. The remaining patients did not have any problems at all or just minor gastrostomy problems. According to gender, type of gastrostomy, there was no significant difference in the presence and type of fundoplication. 38 patients diedof pneumonia, sepsis and other causes which was the relatedto underlying primary disease. Gender, gastrostomy type, presence of GER, presence and type of fundoplication did not have significant effect on post-operative complications and death. CONCLUSION: Whatever methods and indications for gastrostomy and fundoplication, sometimes it can emerge serious problems. Some of these problems can be managed with secondary surgery but mostly conservative treatment is adequate. SS - 96 Çocuklarda özefageal yerleşimli disk pil yutmaları İ Genişol, A Şencan, V Erikçi, A Karkıner, Ö Atacan, Ş Öztürk, B Uçan, D Özbilek, G Temir, M Hoşgör, KU Özkan Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği Giriş: Disk pillerin yaygın kullanımına bağlı olarak çocukluk çağında bu pillerin yutulma sıklığı artmıştır. Özofagusta takılı kalan piller saatler içinde ağır koroziv hasarlanmaya yol açabildikleri için acil olarak çıkarılmaları gerekir. Bu çalışmada kliniğimizde pil yuma nedeniyle tedavi edilmiş olan hastaları sunmak, erken tanı ve tedavinin önemini vurgulamak amaçlanmıştır. Gereç-Yöntem: Kliniğimize Ocak 2010- Mayıs 2015 tarihleri arasında yabancı cisim yutma nedeniyle başvuran hastalar geriye dönük olarak incelendi. Özofagusta takılı kalan piller çalışmaya dahil edildi. Hastalar yaş, cinsiyet, başvuru süresi, klinik semptomları, yutulan pilin yerleşimi, türü, uygulanan tedavi ve seyirleri açısından incelendi. Bulgular: Yabancı cisim yutma ile başvuran 1891 olgudan 71’inde yabancı cisim özefagusta yerleşimliydi.71 cismin 8’i disk pildi(%11.2). 8 olgudan ikisi erkek, ortalama yaş 1.7 yıl idi. Başvuru süresi 5 olguda ilk 6 saat içinde, 2 olguda 24 saat sonra, 1 olguda 1 ay sonra idi. En sık başvuru şikayetleri disfaji, öksürük, kusma, hipersalivasyon, ateş, yineleyen akciğer enfeksiyonu idi. 1 ay sonra başvuran olguda son 1 aydır devam eden öksürük, iştahsızlık, sık akciğer enfeksiyonu öyküsü mevcuttu. Pil yerleşimi 4 olguda özefagus 1.darlıkta ,4 olguda 2.darlıkta idi. 5 olguda rijit özefagoskop ve yabancı cisim forcepsi kullanılarak, 3 olguda ise fleksibl özefagoskop ve basket yardımı ile pil çıkarıldı. Zargar evrelemesi kullanarak yapılan mukozal hasarlanma skorlamasında; 2 olguda evre 0 (başvuru süresi ilk 6 saat), 2 olguda evre 3A ( başvuru süresi ilk 6 saat ve 24 saat), 4 olguda ise evre 3B ( başvuru süresi ikisinde ilk 6 saat, birinde 24 saat, birinde 1 ay). Evre 3A hasarlanması olan 2 hastaya birer kez dilatasyon uygulandı. 1 ay sonra başvuran evre 3B hasarlanması olan hastaya ise 8 kez dilatasyon uygulandı ve hasta halen izlemde. Sonuç: Özofagusta takılı kalan piller erken dönemde çıkarıldığı taktirde mukozal hasarlanma önlenebilir. Uzun süren gastrointestinal semptom, yineleyen AC enfeksiyonu olan hastalarda özofageal yerleşimli pillerden şüphelenilmeli, acil olarak tanınıp endoskopik yolla çıkarılmalıdır. *** Esophageal foreign body of button batteries in children İ Genişol, A Şencan, V Erikçi, A Karkıner, Ö Atacan, Ş Öztürk, B Uçan, D Özbilek, G Temir, M Hoşgör, KU Özkan Dr. Behçet Uz Children's Hospital, Department of Pediatric Surgery Introduction: Ingestion of button battery is a common problem in childhood due to the widespread use of these batteries. Esophageal button batteries necessiate urgent removal as they can cause major corrosive injury within hours. In this study we aimed to report patients with battery ingestion who were treated at our clinic and emphasize the importance of early diagnose and treatment. Material and Methods: Patients who admitted to our instutition for foreign body ingestion were retrospectively evaluated. Cases of esophageal button batteries were included in the study. Analysis of the patients was based on age, sex, admission time, clinical symptoms, battery type, location, treatment and prognosis. Results: Out of 1891 foreign body ingestions, 71 were localized in the esophagus. 8 of 71 esophageal foreign bodies were button batteries (11.2%). 2 patients were male.Median age was 1.7 years. Admission time was within 6 hours in five, 24 hours later in two and one month later in one. The most common presenting s ymptoms were dysphagia, couphing, vomiting, lack of appetite,frequent lung infection. The patient who admitted 1 month later had the history of persistent coughing, loss of appetite and recurrent lung infection.Battery was localized in the first narrow area in 4, in the second narrow area in the other 4 cases. Battery was removed with rigid esophgoscope and forceps in 4, with flexibl esophagoscope and bascet in 4. According to Zarger mucosal injury score, injury was grade 0 in 2, grade 3A in 2, grade 3B in 4. Esophageal dilatation was performed once in 2 patients with grade 3A injury , 8 times in patient who admitted 1 month later. Conclusion: Corrosive injury maybe prevented if batteries lodged in the esophagus are urgently removed.Button battery ingestion should be suspected in patients with long lasting gastrointestinal and respiratory symptoms and should be promptly removed. SS - 97 İnternal anal sfinkter akalazyasında botoks tedavisi E Özatman, B Aksu, A Bayar, S Fettahoğlu, G Gerçel, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş: İnternal anal sfinkter (İAS) akalazyası eskiden çok kısa segmentli Hirchsprung hastalığı olarak adlandırılan, rektal biyopsinin normal olmasına rağmen motilite çalışmasında rektoanal inhibitör refleksin (RAİR) olmaması ile karakterize bir durumdur. İnternal anal sfinkter miyektomi tedavisine alternatif olarak iki olguda botoks uygulamasının sonuçları değerlendirildi. Olgu: Kronik kabızlık şikayetiyle başvuran 4 ve 6 yaşlarında iki erkek çocuk hastanın fizik muayenelerinde rektal tuşede sert kıvamlı gaita mevcuttu. Diyet ve laksatif tedavisine rağmen kabızlık şikayetleri gerilememişti. Kolon grafilerinde kolon boşalmasında gecikme, sigmoid kolon başlangıcında dar segment görülmüştü. Anorektal manometrelerinde RAİR negatif olarak tespit edildi. Rektal biyopsilerinde submukozal ve intermüsküler alanda gangliyon hücreleri saptandı. Aynı alanlarda sinir hipertrofisi izlendi. Bu bulgularla her iki hastada da İAS akalazyası düşünelerek, İAS’a saat 3, 6 ve 9 hizalarında olmak üzere toplam 100 ünite botullinum toksini (botoks) enjeksiyonu yapıldı. Altı ay sonra ikinci kez enjeksiyon yapıldı. Hastaların ikinci enjeksiyondan altı ay ve bir yıl sonraki kontrollerinde kabızlık şikayetlerinin olmadığı, yumuşak kıvamlı gaita yaptıkları ve aktif yakınmalarının ortadan kalktığı görüldü. Sonuç: İki hastada da ikinci botoks uygulamasından sonra medikal tedaviye ihtiyaç duyulmadan normal dışkılama sağlanmış oldu. İAS akalazyasında botoks uygulaması miyektomiye nazaran daha az invaziv ve kolay uygulanabilir bir yöntemdir. Güvenilirliği için daha çok hasta serilerine ve manometrik değerlendirme sonuçlarına ihtiyaç vardır. *** Botox treatment in internal anal sphincter achalasia E Özatman, B Aksu, A Bayar, S Fettahoğlu, G Gerçel, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery Introduction: Internal Anal Sphincter (IAS) Achalasia, which was used to be named as ultra short segment Hirchsprung disease, is characterized by absence of rectoanal inhibitor reflex (RAIR) in motility studies despite normal rectal biopsy. Results of 2 cases treated by botox injection treatment as an alternative to Internal Anal Sphincter myomectomy were evaluated. Case: Physical examinations of two male children at the ages of 4 and 6 admitted by chronic constipation revealed hard consistent feces in the rectal pouch. Despite diet and laxative treatment, constipation complaints did not relieved. Colonic inertia and narrow segment at the beginning of sigmoid colon were observed in contrast colonic study. Negative RAIR was detected in their anorectal manometries. Ganglion cells were found in submucosal and intermuscular area in rectal biopsies, but nerve bundle hypertrophy was observed in same location. Taking IAS achalasia into consideration for both patients based on the findings, 100 units of botulinum toxin (botox) in total were injected into IAS in the directions of 3, 6 and 9 o'clock. A second injection was performed six months later. In the follow-ups of patients six months and one year after the second injection, their active complaints were relieved, and stools were in soft-consistency. Conclusion: Normal defecation was achieved in both patients after the second botox injection without the need for medical treatment. Botox injection in IAS achalasia is a less invasive method when compared with myectomy, and can be applied more easily. More patient series and manometric evaluations are needed for reliability of this technique. SS - 98 Meckel Divertikülü : 10 yıllık deneyim M Çağlar Oskaylı, E Özatman, HM Mutuş, B Aksu, G Gerçel, N Gülçin, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Meckel divertikülü (MD) gastrointestinal ltraktın en sık görülen konjenital malformasyonudur. Çeşitli komplikasyonlarla hastaneye başvuru olabilir. Bu çalışmada 10 yıllık klinik deneyimin paylaşılması amaçlanmıştır. Gereç ve Yöntem: 2005-2015 yılları arasında çeşitli bulgularla kliniğimize başvuran ve ameliyatlarında MD saptanan hastalar geriye dönük olarak tarandı.İnsidental olanlar çalışma dışı bırakıldı. Bulgular: Yaş ortancaları 6 yıl (6 gün-15 yıl) olan 37 MD’li hasta mevcuttu. Hastaların 30’u (%81) erkek, 7’si (%19) kızdı. Başvuru şikayeti hastaların 30’unda karın ağrısı, 4’ünde safralı kusma, 3’ünde ise rektal kanama idi. Karın ağrısı şikayeti olan hastaların 23’üne kusma, 4’üne karın şişliği, 3’üne de kanlı gaita eşlik ediyordu. Hastaların 18’i akut batın, 16’sı obstruksiyonve 3’ü de rektal kanama (sintigrafi ile gösterilmiş MD) nedeniyle ameliyata alındı. Akut batın nedeniyle ameliyata alınan hastaların 5’inde enflamasyon, 4’ünde doku kalınlaşması, 4’ünde bant basısı, 3’ünde perforasyon, 1’inde nekroz ve 1’inde ise adhezyon saptanarak MD eksizyonu yapıldı. İntestinal obstrüksiyon tanısıyla ameliyata alınan hastaların ise 8’inde invaginasyon, 3’ünde bant basısı, 2’sinde bant etrafında intestinal volvulus, 1’inde adhezyon, 1’inde perforasyon ve 1’inde ise nekroz saptandı. Patolojik inceleme sonuçlarında 22 divertikülit, 18ektopik doku (15 mide, 2 pankreas, 1 mide+pankreas), 3 ülserasyon, 2 perforasyon ve/veya 2 nekroz saptandı. Ektopik doku saptanma oranı %49’du. Sonuç: MD’nin ülserasyon, hemoraji, intestinal obstrüksiyon, invaginasyon, perforasyon ve nadiren de veziko-divertiküler fistül ve tümör gibi komplikasyonları mevcuttur. Bu nedenle de hastalar seride de görüldüğü gibi değişik klinik bulgularla başvurabilir. *** Meckel's Diverticulum: 10 -years experience M Çağlar Oskaylı, E Özatman, HM Mutuş, B Aksu, G Gerçel, N Gülçin, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery Objective: Meckel's diverticulum (MD) is the most common congenital malformation of gastrointestinal tract. Patients were admitted with various complaints. 10-years clinical experience was aimed to share in this study. Material and Method: Medical records of patients who admitted to our clinic with several symptoms and diagnosed with MD during surgery was surveyed retrospectively. Incidentally diagnosed cases were excluded from the study. Results: There were 37 patients with MD having an average age of 6 years (6 days - 15 years). 30 patients (81%) were male and 7 patients (19%) were female. Patients consulted with the complaints of abdominal pain (30 patients), bilious vomiting (4 patients) andrectal bleeding (3 patients). 23 patients with abdominal pain had comorbid vomiting, 4 of them had abdominal distension and 3 of them had bloody stools. Patients were taken under operations due to acute abdomen (18 patients), obstruction (16 patients) and rectal bleeding (3 patients MD demonstrated with scintigraphy). Among the patients who underwent surgical procedure due to acute abdomen, inflammation (5 patients), tissue thickening (4 patients), constricting band (4 patients), perforation (3 patients), necrosis (1 patient) and adhesion (1 patient) were detected and MD excision was performed. Among the patients who underwent surgical procedure due to intestinal obstruction, 8 patients had invagination , 4 patients had constricting band, 2 patients had intestinal volvulus, 1 patient had adhesion, 1 patient had perforation, and 1 patient had necrosis. In pathologic examinations, 22 diverticulitis, 18 ectopic tissues (15 stomach, 2 pancreas, 1 stomach + pancreas), 3 ulcerations, 2 perforations and/or 2 necrosis were detected. Rate of detection for ectopic tissue was 49%. Conclusion: MD has complications such as ulceration, hemorrhage, intestinal obstruction, invagination, perforation and rarely vesico-diverticular fistule and tumor. Therefore, patients may refer with a wide variety of clinical symptoms as in this series. SS - 99 Beslenme güçlüğü olan nörolojik engelli çocuklarda gastrostomiye laparoskopik Nissen fundoplikasyonu eklenmelidir. E Çancılar*, İ İnanç**, S Ayvaz**, ÜN Başaran**, M İnan** *Rize Devlet Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği **Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Beslenme güçlüğü olan nörolojik engelli çocuklarda gasrostomiye Nissen fundoplikasyonun eklenmesinin etkili olup olmadığını araştırmak Yöntem: Ocak 2014 ve Temmuz 2015 tarihleri arasında kliniğimizde takip ve tedavi edilen ve Nissen fudoplikasyonu ile gastrostomi yapılan nörolojik engelli hastalar geriye dönük olarak incelendi. Laparoskopik ya da açık Nissen operasyonu yapılanlar, sadece gasrostomi yapılanlar ve gasrostomiyle birlikte Nissen fundoplikasyonu yapılanlar ayrı ayrı incelendi. Sonuçlar: Bu dönemde toplam 13 nörolojik sekelli hasta takip ve tedavi edildi. Bunlardan 6’sına laparoskopik 4’üne açık Nissen fundoplikasonu ile birlikte gastrostomi ameliyatı yapılmıştı. 3 hastaya ise antirefü prosedürü uygulanmadan gastrostomi yapılmıştı. Bu 3 hastanın hepsine daha sonradan antireflü prosedürü eklenmek zorunda kalındı. Gastrostomi yapılan ve yaşanan sorunlar nedeniyle Nissen prosedürü uygulanan hastalardan biri kaybedildi. Tartışma: Nörolojik engelli çocuklarda gastrostomi açılmadan önce gastro-özofageal reflü mutlaka araştırılmalıdır. Gastrostominin antireflü mekanizmalarını olumsuz yönde etkilediği ve sonradan reflü gelişmesine eğilim yarattığı konusu tartışmalıdır. Biz nörolojik engelli çocuklarda gastrostomi prosedürüne Nissen eklenmesi gerektiğini düşünmekteyiz. *** Laparoscopic Nissen fundoplication must be added to gastronomy in neurologically handicapped children with disphagia E Çancılar*, İ İnanç**, S Ayvaz**, ÜN Başaran**, M İnan** *Rize State Hospital, Department of Pediatric Surgery **Trakya University, Faculty of Medicine, Depertment of Pediatric Surgery Aim: To investigate the effectiveness of adding laparoscopic Nissen fundoplication gastronomy in neurologically handicapped children with eshophageal reflux Method: Neurologically d,sabled children were treated and monitored in our clinic from January 2014 to July 2015, who received laparoscopic or open Nissen fundoplication procedure, were reviewed retrospectively. The patients that received open or laparoscopic Nissen fundoplication only and those who received gastronomy along with this procedure were examined separately. Conclusion: A total of 13 patients were hospitalized and treated in our clinic. Of those, 6 patients received laparoscopic and4 open Nissen Fundoplication with gastrostomy. 3 patients received gastronomy without antireflux procedure. It later became necessary to apply antireflux procedure to all of these patients. One of them died. Discussion: Gastro-esophageal reflux must be investigated prior to performing gastrostomy on neurologically disabled children. The possibility that gastronomy negatively affects antireflux mechanisms and later triggers the development of acid reflux must be discussed. We believe Nissen must be added to the gastrostomy procedure in neurologically disabled children. SS - 100 KLİNİĞİMİZDE AKUT BATIN ÖN TANISIYLA OPERE EDİLEN OLGULARIN DEĞERLENDİRİLMESİ B Altan, EB Bulut, YB Bayır, B Çalışkan, C Atabek, A Güven, S Demirbağ, İ Sürer Gülhane Askeri Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD Amaç: Kliniğimizde akut batın ön tanısıyla opere edilen hastaların geriye dönük olarak değerlendirilmesi amaçlandı. Gereç ve yöntem: Ocak 2012 ve Aralık 2014 tarihleri arasında GATA Çocuk Cerrahisi kliniğinde akut batın ön tanısıyla opere edilen 183 olgunun tıbbi kayıtları retrospektif olarak incelendi. Yaş, cinsiyet, tanı yaklaşımları, operasyon bulguları ve histopatolojik rapor sonuçları analiz edildi. Bulgular: 79 kız 104 erkek olmak üzere 183 olgu değerlendirildi. Olguların ortalama yaşı 126 ay olarak bulundu (28-214 ay). 25 i perfore (12 kız,13 erkek) olmak üzere 173 olguda apandisit , 2 kız olguda over kisti, 1 erkek olguda Meckel divertiküliti, 1 erkek olguda intestinal duplikasyon ve 1 erkek olguda da bride bağlı parsiyel obstrüksiyon saptandı. 5 olguda batın içi patoloji izlenmedi. Ayrıca apendektomi yapılan 7 olguda Meckel divertikülü (3 kız,4 erkek) mevcuttu. Preoperatif değerlendirmede tüm olgulara batın usg yapıldı ancak 142 olguda usg sonucunda apandisit (%82) ve 1 olguda divertikülit (%100) lehine bulgu saptandı. 7 olguda ek tetkik olarak Kontrastlı Abdomen BT yapıldı. Histopatolojik değerlendirmeler 162 olguda apandisit, 1 olguda meckel divertiküliti, 1 olguda intestinal duplikasyon ve 2 olguda over kisti ile uyumluydu. 11 olguda apendiks hiperemik olmasına rağmen histopatolojik değerlendirmede normal apendiks olarak tespit edildi. Sonuç: Gelişmiş tıbbi imkanlara rağmen akut batına neden olan patolojileri preoperatif kesin olarak saptamak mümkün değildir. Bu nedenle cerrah karşılaşabileceği problemlere hazırlıklı olmalı ve hastayı da bu yönde bilgilendirmelidir. *** INVESTIGATION OF THE CASES OPERATED WITH A PREDIAGNOSIS OF ACUTE ABDOMEN B Altan, EB Bulut, YB Bayır, B Çalışkan, C Atabek, A Güven, S Demirbağ, İ Sürer Gulhane Military Medical Faculty Department of Pediatric Surgery Aim: We aimed to evaluate the patients who were operated with a prediagnosis of acute abdomen in our clinic. Material and methods: The medical records of 183 patients who were operated with a prediagnosis of acute abdomen in the department of pediatric surgery of GATA between January 2012 and December 2014 were investigated retrospectively. Age, gender, diagnostic approaches, intraoperative findings and histpathological reports were analyzed. Results: The 183 patients, including 104 males and 79 females, with a mean age of 126 months (28-214 months) were recruited in the study. Inraoperatively, we found that the diagnosis was acute appendicitis (173 patients, including 25 perforations (12 girls,13 boys)), ovary cysts ( 2 girls), Meckel's diverticulitis (1 boy), intestinal duplication (1 boy) and partial intestinal obstruction depending on brids (1 boy). There was no pathologic finding in 5 patients. Furthermore, there were 7 patients with Meckel's diverticulum among the patients with appendicitis (3 girls, 4 boys). All patients underwent abdominal USG in the preoperative period. But it has revealed acute appendicitis in 142 of these (82%) and diverticulitis in the one (100%). Contrast enhanced abdominal CT was performed in 7 patients in addition to USG. At the pathological examination, 162 appendicitis, 1 Meckel's diverticulitis, 1 intestinal duplication and 2 ovary cysts were found by pathologists. Though 11 appendixes were seen as hyperemic, they were identified as normal appendixes. Conclusion: To determine pathologies causing acute abdomen is still not possible preoperatively exactly in spite of advanced medical fascilities. Therefore, the surgeon must be prepared to face problems, and patients should be informed in this regard. SS - 101 Yenidoğanlarda batın içi üst gastrointestinal sistem tıkanıklıklarına yaklaşımda laparoskopik ergonomi N Kuas, S Arda, U Alıcı, H İlhan, B Tokar Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Yenidoğanların üst gastrointestinal sistem (GIS) pasaj bozukluklarında, ergonomik prensipleri dikkate alarak laparoskopik yaklaşım planlanmalıdır. Bu yaş grubunda en temel sıkıntı cerrahi çalışma alanının darlığıdır. Bu çalışmada, bölgeye ve yaş grubuna özel laparoskopik yaklaşımda ergonomik prensiplerin belirlenmesi amaçlanmıştır. Yöntem: 2002-2015 yılları arasında laparoskopik olarak tanı ve cerrahi tedavisi tamamlanmış olan 51 hipertrofik pilor stenozu, 1 pilor atrezisi, 4 duodenal atrezi, 1 üst jejunal atrezi, 2 malrotasyon ve 1 kolesistokolik ve pilorik bant obstrükiyonu olguları çalışmaya dâhil edilmiştir. Hastaların kilosu, hasta, cerrah ve port pozisyonları, masa yüksekliği, optik çap ve açısı, gaz basınç ve akımı, enstrüman çap ve uzunlukları ergonomik değerlendirmede dikkate alınmıştır. Bulgular: Kilo aralığı 1800- 3750 gramdır. Tüm hastalar masaya enlemesine, cerrah ve asistanın kol hareketlerine izin vermesi için ayakucuna çekilerek yatırılmıştır. Bazı olgularda anestezinin talebi ile hasta enlemesine ortada yatmıştır. Cerrah ve asistan hastanın ayak tarafına yerleşmiştir. 2500 gramın altında olgularda optik portu suprapubik, diğerlerinde umblikal yerleştirilmiş, tüm hastalarda iki çalışma enstrümanı alt batın kadranlarında girilmiş, 3 olguda tek insizyon (SILS) tercih edilmiştir. Tüm olgularda ilk port Hasson yöntemi ile girilmiştir. Masa yüksekliği cerrahın ön kolunun yere 90 derece olduğu düzeyde tutulmuştur. Optik 4 mm ve 30 derece olarak tercih edilmiş, gaz basıncı ilk port girişinde 10 mmHg, sonrasında 6-8 mmHg, akım hızı 0.5 L/dk olarak ayarlanmıştır. Yenidoğan tipi kısa 3mm’lik enstrümanlar tercih edilmiştir. Hiçbir olguda açık cerrahiye geçiş olmamıştır. Sonuç: Yenidoğanların GIS pasaj bozukluklarında laparoskopi, belirgin batın distansiyonu olmayan üst batın patolojileri için uygundur. Yenidoğanlarda laparoskopi, erişkin ve büyük çocuklardaki laparoskopik cerrahi yaklaşımından tamamen farklı bir yapıdadır. Bu yaş grubunda doğru hasta seçimi ve operasyon öncesi ve sırasındaki ergonomik planlama cerrahi seyri direk olarak etkiler. *** Laparoscopic ergonomics of intraabdominal approach to upper gastrointestinal system obstructions in newborns N Kuas, S Arda, U Alıcı, H İlhan, B Tokar Eskisehir Osmangazi Uiversity, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery Laparoscopy should be planned with consideration of principles of ergonomics in upper gastrointestinal system (GIS) obstructions of newborns. Narrow surgical space is the main drawback in this age. This study presents laparoscopy performed in pylorus, duodenum and upper jejunum and evaluates principles of ergonomics in laparoscopy. Methods: The patients who had laparoscopic surgery for hypertrophic pyloric stenosis (n:51), pyloric atresia (n:1), duodenal atresia (n:4), upper jejunal atresia (n:1), malrotation (n:2) and chelocystocolic and pyloric bands (n:1) between 2002 and 2015 were included into the study. The patient’s weight, patient, surgical team and port positions during surgery, instruments, optics, table length, insufflation pressure and flow were evaluated for ergonomics. Results: Weight range was between 1800-3750 gr. Patients were placed in transverse position. Surgical team was positioned at the foot side of the patient. 30 degree, 4 mm optic and small newborn type 3 mm instruments were used. Optic port was placed in suprapubic region in patients less than 2500 gr. Others had umbilical optic port. 3 patients had SILS. The first port was inserted with Hasson technique. Pressure was 10 mmHg at the beginning then dropped to 6-8 mmHg with 0.5 L/min flow rate. The table length was adjusted parallel to 90 degree forearm position of the surgeon. Transition to open surgery was not needed. Conclusion: In newborn, laparoscopy is feasible for upper abdominal GIS obstructions without a significant abdominal distension. Laparoscopic approach in newborn is definitely different from older children and adult laparoscopic surgery. Preference of laparoscopic approach for the right patient and pre/per operative planning with principles of ergonomics significantly influence results of surgical procedure. SS - 102 Gastroözofageal reflü ile uyumlu klinik bulguları olan yenidoğanlarda, besin sıcaklığı ve türünün özofagus motilitesine etkisinin impedans ve pH monitorizasyonu ile değerlendirilmesi S Fettahoğlu*, Ç Ulukaya Durakbaşa*, S Sevük Özumut**, İ Mungan Akın**, G Gerçel*, D Büyükkayhan**, H Okur* *İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Giriş ve Amaç: Yenidoğanlarda gastrointestinal motilite sorunları ve beslenme entoleransı sık görülür. Beslenme sıcaklığı ve besin türünün yenidoğan özofagus motilitesi üzerindeki olası etkileri bugüne kadar araştırılmamıştır. Bu çalışmada çok kanallı intraluminal impedans (ÇKİİ) kullanılarak farklı sıcaklıklardaki anne sütü (AS) ve formül mamanın (FM) yenidoğan özofagus motilitesine etkilerinin değerlendirilmesi amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Çalışmaya gastroözofageal reflü şüpheli 20 yenidoğan alındı. Oda sıcaklığı (22,00-24,00C) ve vücut sıcaklığında (36,00-36,50C) hazırlanan, AS veya FM, toplamda dört beslenmede verildi. Motilite manuel olarak değerlendirildi. Bulgular: Bebeklerin 11’i (%55) erkek, 9’u (%45) kızdı. Ortanca yaş 4,5 (1-28) gün ve vücut ağırlığı 2815 (2100-4150) gr’dı. Değerlendirilen parametreler vücut sıcaklığında oda sıcaklığına göre ve AS’de FM’ye göre motilite açısından daha olumlu iken, istatistiksel fark saptanmadı (Tablo). Bolus Kalış Süresi Ortala ma (ms) *p Segmental Bolus Geçiş Süresi Ortalama (ms) Toplam Bolus Yayılım Hızı Ortalama (ms) Toplam Bolus Geçiş Süresi Ortalama (ms) Z3; 446,0 Z4; 433,6 Oda Z5; Sıcaklığı 421,6 Z6; 847,4 Z3; 316,4 Z4; 329,6 Vücut Z5; Sıcaklığı 403,3 Z6; 473,3 Z3; 343,9 Z4; Formül 353,6 Z5; Mama 391,3 Z6; 469,2 Z3; 418,4 Z4; 409,7 Anne Sütü Z5; 433,5 Z6; 851,5 p>0, 05 Z3-Z4; 589,1 Z4-Z5; 606,2 Z5-Z6; 600,0 250,4 1400,0 p>0, 05 Z3-Z4; 460,9 Z4-Z5; 514,3 Z5-Z6; 567,5 208,3 1141,3 p>0, 05 Z3-Z4; 528,8 Z4-Z5; 525,0 Z5-Z6; 541,1 253,7 1384,7 p>0, 05 Z3-Z4; 521,2 Z4-Z5; 595,5 Z5-Z6; 626,4 205,0 1156,5 Besin sıcaklığı ve türüne ait değerler çaprazlanarak değerlendirildiğinde, en kısa ortalama toplam bolus yayılım hızı, 157,4 ms ile vücut sıcaklığında AS alanlarda görüldü. Benzer şekilde, en kısa ortalama toplam bolus geçiş süresi, 933,3 ms ile vücut sıcaklığında AS alanlarda gerçekleşti. Sonuç: Bu çalışmada yenidoğanların vücut sıcaklığında beslenmesinin peristaltizm üzerinde olumlu etkileri olabileceğine dair veriler elde edildi. Aynı şekilde, vücut sıcaklığındaki AS’nin motilite üzerindeki etkilerinin aynı sıcaklıktaki FM’ye göre daha olumlu olduğu görüldü. Bebek beslenme kılavuzları oluşturulurken bu bulguların göz önüne alınması uygun olacaktır. *** The evaluation of effects of feeding temperature and the food type on esophageal motility in neonates having clinical findings compatible with gastroesophageal reflux by impedance and pH monitoring S Fettahoğlu*, Ç Ulukaya Durakbaşa*, S Sevük Özumut**, İ Mungan Akın**, G Gerçel*, D Büyükkayhan**, H Okur* *Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery **Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatrics Introduction and Aim: Gastrointestinal motility problems and feeding intolerance are commonin newborns. Probable effects of feeding temperature and food type on esophageal motility in newborns have not been studied before.This study aims to assess the effects of breast milk (BM) or formula feeds (FF) at two different temperatures on neonatal esophageal motility by the use of multichannel intraluminal impedance (MCII). Patients and Methods:The study included 20neonateswith clinical findings suggesting gastroesophageal reflux.Babies were fed by BM or FF that is either at room (22.00-24.00C) or body temperature (36.00-36.50C), for a total of four feeds. Motility evaluation was done manually. Results: There were11 males (55%) and 9 females (45%).The median age was 4.5 (1-28) days and the body weight was 2815 (2100-4150) gr. In general, the evaluated parameters were more positive in terms of motility at body temperature compared to room temperature and with breast milk compared to formula feedings, although no statistical significance was detected (Table). Room Temperature Body Temperature Formula Breast Milk Bolus Exposure Time Mean (ms) Z3: 446.0 Z4: 433.6 Z5: 421.6 Z6: 847.4 Z3: 316.4 Z4: 329.6 Z5: 403.3 Z6: 473.3 Z3: 343.9 Z4: 353.6 Z5: 391.3 Z6: 469.2 Z3: 418.4 Z4: 409.7 Z5: 433.5 Z6: 851.5 Segmental Total Bolus Total Bolus Bolus Transit Propagation Transit Time Time Velocity Mean (ms) Mean (ms) Mean (ms) Z3-Z4: 589.1 Z4-Z5: 606.2 Z5-Z6: 600,0 Z3-Z4: 460.9 Z4-Z5: 514.3 Z5-Z6: 567.5 Z3-Z4: 528.8 Z4-Z5: 525.0 Z5-Z6: 541.1 Z3-Z4: 521.2 Z4-Z5: 595.5 Z5-Z6: 626.4 *p p>0.05 250.4 1400.0 p>0.05 208.3 1141.3 p>0.05 253.7 1384.7 p>0.05 205.0 1156.5 When a cross evaluation was done, the shortest mean total bolus propagation velocity was at 157.4 ms with BM feeding at body temperature. Likewise, the shortest total bolus transit time was obtained was 933.3 ms that occurred by feeding with BM at body temperature. Conclusion: The results of the present study suggest that feeding the newborns at body temperature may improve esophageal motility. Moreover, BM at body temperature seemed to induce a better esophageal motility in comparison to FF at the same temperature. Infant feeding guidelines should be formed in the light of these findings. SS - 103 Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde santral venöz kateter yerleştirilmesinde ultrasonografinin etkinliğini değerlendiren prospektif bir çalışma U Ateş*, T Derme**, Y Yılmaz***, H Özkan Ulu***, FE Canpolat** *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Zekai Tahir Burak Kadın Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Yenidoğan Kliniği Ankara ***Zekai Tahir Burak Kadın Hastalıkları Eğitim Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Ankara Amaç Yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde özellikle düşük doğum ağırlıklı prematür ve yenidoğan bebeklerde ultrason klavuzluğunda santral venöz kateter yerleştirilmesinde ultrason kulanılmasının etkinliğini göstermektir. Material and Metod 2014 Ocak 2015 Ocak tarihleri arasında yenidoğan yoğun bakım ünitesinde santral venöz kateter ihtiyacı olan düşük doğum ağırlıklı prematür ve term bebeklerde bir gruba ultrason kılavuzluğunda internal juguler vene santral venöz kateter takılması diğer gruba klasik landmark tekniği ile santral venöz kateter takılması planlandı. İşlem sırasında yaş, cinsiyet, doğum ağırlığı, işlem sırasındaki bebeğin kilosu, giriş bölgesi, girişim sayısı, ilk girişten kateter santral vene yerleştirilip kateter cilde tespit yapılana kadar olan zaman, işlem sırasında ve sonrasında komplikasyonlar kayıt edildi. Results USG kullanılan hastalarda başarılı kanülasyon oranı %93.2, USG kullanılmayan hastalarda başarılı kanülasyon oranı %66.6 idi. USG kullanılan hastalarda ilk girişimde başarı oranı %66.1, USG kullanılmayan hastalarda ilk girişimde başarı oranı %43.6 idi. USG kullanılan hastalarda hastalarda üç ve üzeri girişim oranı %5.1 iken USG kullanılmayan hastalarda %48.7 idi(p<0.05). Ultrasonografi kullanılan hastalarda komplikasyon oranı %6.8 iken USG kullanılmayan hastalarda %35.9 idi (p<0.05). USG kullanılan hastalarda ortalama cerrahi süresi daha kısa idi (p<0.05). Conclusion Yenidoğan yoğum bakım ünitelerinde düşük doğum ağırlıklı prematür ve yenidoğan bebeklerde iki boyutlu ultrason kılavuzluğunda santral venöz kanülasyon kolaylıkla ve güvenli bir şekilde uygulanabilir etkin bir metoddur. *** Efficacy of ultrasonography In placement of central venous catheters In neonatal intensive care unit:a prospective study U Ateş*, T Derme**, Y Yılmaz***, H Özkan Ulu***, FE Canpolat** *Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Neonatal Intensive Care Unit, Zekai Tahir Burak Maternity and Teaching Hospital, Ankara ***Zekai Tahir Burak Maternity and Teaching Hospital, Pediatric Surgery, Ankara Purpose: To demonstrate the efficacy of placement of central venous catheters under guidance of ultrasonography (USG) in neonatal intensive care units and especially in premature and newborn infants with low birth weight. Materials and Methods: Between January 2014 and January 2015, premature and term infant with low birth weight in need of central venous catheter in newborn intensive care unit were divided into one of two groups.In the intervention group, a central venous catheter was placed into the internal jugular vein under guidance of USG, and a central venous catheter was placed by the classical landmark technique in the usual care group. Parameters such as age, gender, birth weight, weight of infant at the time of process, insertion site, number of attempts, time from first insertion to placement of catheter in central vein and fixation of it to skin, and complications during and after the process were all recorded. Results: Successful cannulation rate was 93.2% in patients in whom USG was used, and 66.6% in patients in whom USG was not used. The rate of success at first attempt was 66.1% in patients for whom USG was used and 43.6% in patients for whom USG was not used. The rate of three and more attempts was 5.1% in patients for whom USG was used and 48.7% in patients for whom USG was not used (p<0.05). The rate of complication was 6.8% in patients for whom USG was used and 35.9% in patients for whom USG was not used (p<0.05). The average surgical intervention time was shorter in patients for whom USG was used (p<0.05). Conclusion: Central venous cannulation under guidance of two-dimensional USG is an effective method that can be easily and safely applied in premature and newborn infants with low birth weight in newborn intensive care units. SS - 104 Nekrotizan Enterokolitli Hastalar da Dual-Enerji Bilgisayarlı Tomografi ile bir Ön Çalışma: Yeni bir Cerrahi Belirleyici mi? M Yiğiter*, M Kantarcı**, ME Çelikkaya*, İ Caner***, M Kara***, A Oral*, AB Salman* *Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Erzurum **Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Ana Bilim Dalı, Erzurum ***Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Yenidoğan Ana Bilim Dalı, Erzurum Giriş: NEK yeni doğan dönemin de mortalite ve morbiditenin en önemli nedenlerinden birisidir. Spesifik tanı koydurucu klinik ve laboratuar bulguları olmadığı halde, erken tanı ve tedavi sonucu etkileyen en önemli faktörlerdir. Literatürde, NEK tanı ve tedavisini belirlemek için dopler ultrasonografi ile yapılan çalışmalar vardır. Ancak bu çalışmaların hiç biri intestinal iskemiyi direkt ortaya koyamamaktadır. Bu ön çalışma da biz şüpheli NEK veya NEK olduğu düşünülen yeni doğanlarda, intestinal iskeminin varlığını tespit etme de Dual-Enerji BT (DEBT)’nin önemini vurgulamayı amaçladık. Gereç yöntem: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde yatan ve NEK ön tanısı alan hastalar çalışmaya dahil edildi. Hastalar şüpheli ve kesin NEK grubu olmak üzere iki gruba ayrıldı. Tüm hastalara Dual-Enerji BT çekildi. Ameliyata alınan hastalar ameliyat sonuçları ile alınmayan hastalar ise klinik sonuçlar ile değerlendirildi. Bulgular: Toplam 13 hastanın 9 tanesinde DEBT de nekroz tespit edildi. Bu hastaların tamamı opere edildi ve nekroz nedeni ile ileostomi, kolostomi veya rezeksiyon - anastomoz yapıldı. Bu hastaların yalnızca 4’ünde portal ven de gaz ve sadece 3’ünde makroskobik rektal kanama vardı. 1 hasta operasyon öncesi genel durum bozukluğu nedeni ile öldü. 3 hastada DEBT de iskemi veya nekroz lehine bulgu izlenmedi. Takip edilen bu hastaların kliniği medikal tedavi ile düzeldi. Sonuç: Yeni doğan hastalar da intestinal iskeminin klinik olarak tespit edilmesi, diğer akut abdominal durumlar ile benzer bulgulara sahip olmasından dolayı zordur. Zamanın da yapılan acil cerrahi son derece etkili olduğu halde geç tanı almış hastalar da cerrahinin başarısı da düşüktür. Çalışmamız göstermiştir ki, DEBT doku intetstinal perfüzyonunu değerlendirmede ve NEK tanısının konulmasında son derece etkilidir. Portal ven de gaz ve makroskobik rektal kanama gibi cerrahi belirleyici kriterlerin bile yetersiz kaldığı vakalarda DEBT son derece etkilidir. Ayrıca klinik olarak şüpheli hastalarda iskemi tanısının konulabilmesi erken cerrahi açısından son derece önemlidir. *** First Experience with Dual-Energy Computed Tomography in Patients with NEC: Is It a New Surgical Decisive? M Yiğiter*, M Kantarcı**, ME Çelikkaya*, İ Caner***, M Kara***, A Oral*, AB Salman* *Ataturk University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Erzurum **Ataturk University Medical Faculty Department of Radiology, Erzurum ***Ataturk University Medical Faculty Department of Pediatri, Clinic of Neonatal Intensive Care, Erzurum Abstract: NEC is one of the most important mortality and morbidity causes of newborns. Despite the failure of specific clinic and labaratory diagnostic findings, early diagnosis and treatment are the most important factors that influence the result. In the literature, a few studies have focused on arterial Doppler ultrasonography features for management of the disease; however, these studies are not able to reveal intestinal ischemia directly. In this preliminary report, we emphasized the importance of Dual-Energy CT (DECT) to determining presence of intestinal ischemia in patients with NEC. Material and Methods: Newborns with suspected or confirmed NEC were included in this study. All patients were scanned with DECT. Patients who received surgery were evaluated with surgical outcomes while non-surgical patients evaluating with clinical results. Findings: Necrosis was observed in 9 out of 13 patients on DECT. All of these patients were operated and ileostomy, colostomy or resection-anastomosis was made because of necrosis. Only four of these patients had gas in the portal vein and only three of them had macroscopic rectal bleeding. One patient died due to impaired general condition before surgery. Evidence of necrosis or ischemia was not seen on DECT in three patients. Clinics of these followed patients were recovered by medical treatment. Conclusion: Clinical identification of intestinal ischemia in new borns is difficult due to having similar signs of other acute abdominal situations. Although emergency surgery extremely effective performed on time, the successes of surgery in patients diagnosed late were also lower. Our study showed that DECT is extremely effective for evaluating intestinal tissue perfusion and diagnosing NEC. Even if a surgical decisive criterion such as portal venous gas and macroscopic rectal bleeding remains inefficient, DECT is extremely effective in these cases. Additionally, diagnosing ischemia in clinically suspected patients is extremely important in terms of early surgery. SS - 105 Nekrotizan Enterokolit olan yenidoğanlarda Cerrahi Kararı KK Cerit*, T Abdullayev*, R Ergelen**, ZA Ünkar***, G Kıyan*, T Dağlı* *Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Radyoloji Anabilim Dalı ***Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim dalı Amaç: Nekrotizan enterokolit (NEK), yenidoğan döneminde en sık karşılaşılan cerrahi acildir. Bu çalışmada, NEK şüphesi olan infantlarda cerrahi müdahale kararı vermede klinik bulgular ve radyolojik bulguların etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Gereç ve yöntem: 15.07.2013-15.07.2015 tarihleri arasında yenidoğan yoğun bakım ünitesinde NEK tanısıyla cerrahi girişim uyguladığımız hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelenmiştir. Hastaların gestasyonel haftaları, doğum kiloları, cinsiyetleri, semptomların başlama zamanı, abdominal eritem, hipotansiyon, asidoz, trombositopeni, direkt grafide bell klasifikasyonu, ultrasonografik bulguları, cerrahi yaklaşım şekli incelendi. Bulgular: Bu tarihler arasında toplam 10 yenidoğana NEK tanısyla cerrahi yaklaşım uygulanmıştır. Hastaların gestasyonel haftaları ortalama 27 hafta(22-37), doğum kiloları ortalama 1190 gr(400-3750) idi. 3’ü kız, 7’si erkek idi. Semptomların başlama zamanı ortalama postnatal 8,1 gün(2-30) idi. 3 hastada abdominal eritem, 4 hastada hipotansiyon, 7 hastada asidoz, 6 hastada trombositopeni izlendi. Hastaların hepsinde eşlik eden kardiak patoloji mevcuttu. Hastaların direkt grafileri Bell klasifikasyonuna göre değerlendirildi. Grade I (1), Grade II (5), Grade III (4) hastada izlendi. Hastalara aynı zamanda yapılan ultrasonografik değerlendirme portal vende gaz(1), intestinal anslarda duvar kalınlaşması(3), serbest sıvı(4), intramural hava kabarcıkları(1) izlendi. 5 hastaya yatak başında dren yerleştirildi, 3 hastaya dren konulduktan sonra bulguların devam etmesi üzerine cerrahi kararı alındı. 5 hastada ise ilk planda cerrahi uygulandı. 2 hastaya yatak başında mini laparotomi ile ileal perforasyon nedeniyle ileal rezeksiyon ve ileostomi açıldı. 5 hastaya ameliyathane koşullarında ileal rezeksiyon ve ileostomi açıldı. 1 hastaya NEK’e sekonder gelişmiş darlık nedeniyle sigmoid kolostomi açıldı. 2 hasta kaybedildi. Sonuç: NEK tedavisinde verilecek cerrahi kararda US bulguları yol gösterici olsa da, klinik bulgular ve laboratuar değerlerinin daha etkili olduğu düşünülebilir. *** Surgical Decision for newborns with necrotisan enterocolitis KK Cerit*, T Abdullayev*, R Ergelen**, ZA Ünkar***, G Kıyan*, T Dağlı* *Marmara University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Marmara University School of Medicine, Deparment of Radiology ***Marmara University School of Medicine, Department of Pediatrics Aim: Necrotizing enterocolitis (NEC) is one of the most common surgical emergencies encountered in the neonatal period. The aim of the study was to evaluate usefulness of clinical and radiological signs for operative intervention decision in infants with suspected necrotizing enterocolitis (NEC). Material and methods: The data of ten neonates diagnosed with NEC, followed in neonatal intensive care unit in the period of 15.07.2013-15.07.2015 was retrospectively analyzed. Gestational week, birth weight, gender, beginning of the symptoms, abdominal hyperemia, hypotension, acidosis, thrombocytopenia, bell classification on x-ray, ultrasonographic findings were analyzed. Results: The study included 10 newborns. The avarage gestationel age was 27 weeks(22-37), birth weight 1190 gr(400-3750). Patients were 3 girls, 7 boys. Beginning of the symptoms were postnatally 8,1 days (2-30). 3 patients had abdominal hyperemia, 4 hypotension, 7 acidosis, 6 thrombocytopenia. X-Rays were evaluated according to Bell classification. Grade I (1), Grade II (5), Grade III (4) were seen. Ultrasonographic findings were: portal venous gas(1), thickening of the intestinal wall (3), free peritoneal fluid (4), intramural air bubbles (1). Bedside drain placement were performed in 5 patients, surgery planned after drain in 3 patients. Surgery was planned as the first step of treatment in 5 patients. 2 patients was operated bedside and ileostomy was performed. İleal resection and ileostomy were performed in 5 patients in the operating room. Colostomy was performed in 1 patient for stricture seconder to NEC. 2 patients died after surgery. Discussion: Although US findings are guiding, clinical and labaratory findings can be more effective on surgical decision. SS - 106 Anorektal Malformasyonlu Hastalardaki Deneyimimiz Hİ Tanrıverdi, U Şenel Gaziosmanpaşa Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Tokat Amaç: Anorektal malformasyonlar (ARM), Çocuk Cerrahları’ nın yenidoğan döneminde çok sık karşılaştıkları konjenital anomalilerdir. Çok farklı tiplerde karşımıza çıkarlar. Tedavileri de buna göre düzenlenir. Bu çalışmada kliniğimizde ARM nedeniyle takip ettiğimiz olgular sunulmuştur. Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde 2012-2015 yılları arasında ARM nedeniyle izlenen 16 olgunun kayıtları geriye yönelik olarak incelenmiştir. Bulgular: Kliniğimizde toplam 16 olgu (kız/erkek=8/8) izlenmiştir. Olguların 11’ i doğum sonrası izleme alınırken diğer olgular daha geç dönemlerde başvurmuşlardır (5-24 ay). Olguların fistül yerleri, kolostomi durumları ve yapılan operasyonlar Tablo 1’ de verilmiştir. Fistül saptanmayan 3 olgunun tamanında da rektum alçak yerleşimliydi ve kolostomiye gerek duyulmadan doğum sonrası opere edildiler. Rektumu yüksek yerleşimli olarak sonlanan olguların tamamına ise kolostomi yapıldı. Kolostomi sonrası düzeltici ameliyatlar 3 ile 6. aylar arasında yapıldı ve tüm olgularda da fistül vardı. Düzeltici ameliyatlardan 3 ile 5 ay sonra da olguların kolostomileri kapatıldı. Kloaka saptanan ve perineal fistülü olan iki olgunun düzeltici operasyonları henüz yapılmadı. Tüm hastaların takipleri devam etmektedir (1-44 ay). İki olgu spina bifida nedeniyle izlenmekte, ayrıca iki olguda VUR, bir olguda da hipotirioidi saptanmıştır. Sonuç: ARM’ li hastalarda önce anomalinin tipi ve eşlik eden patolojiler ayrıntılı olarak ortaya konmalı, daha sonra anomalinin yerleşimine göre tedavi planlanmalıdır. Tablo 1. Hastaların fistül yerleri, kolostomi durumları ve yapılan operasyonlar Perineal fistül n Kolostomi (n) Operasyon (n) 3 - Perineal operasyon (2) Vestibuler fistül 2 - Perineal operasyon (2) Fistülsüz 3 - Perineal operasyon (3) Rektovezikal fistül 2 2 PSARP (1) Laparoskopik pull through (1) Rektoüretral fistül 3 3 PSARP (2) Laparoskopik pull through (1) Rektovaginal fistül 2 2 Anterior sagittal yaklaşım (2) Kloaka 1 1 - Toplam 16 8 14 *** Our Experience at the Patients with Anorectal Malformation Hİ Tanrıverdi, U Şenel Gaziosmanpasa University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Tokat, Turkey Aim: Anorectal malformations (ARM) are the congenital anomalies which Pediatric Surgeons see mostly. There are different types of this anomalies. Treatment is managed to type. In this study, we presented our patients with ARM. Materials and Methods: The hospital records of 16 patients who were followed for ARM at our clinic between 2012-2015, were reviewed retrospectively. Results: Sixteen patients (female/male=8/8) were treated at our clinic. Eleven of them were followed since the birth. The others were referred to us at late period (5-24 months). The place of fistulas, colostomy conditions and the operation types were presented at Table 1. The three patients without fistula had lower placement rectum and they were operated without colostomy after birth. Colostomy is performed to all patients with high placement rectum. Corrective operations were done after 3 to 6 months than colostomy and all of the patients had fistula. Colostomies were closed after 3 to 5 months than corrective operations. Corrective operations of two patients with cloaca and perineal fistula aren’t done yet. Following of the all patients are going on (1-44 months). There are two patients with spina bifida. Also VUR determined at two patients and hypothyroidy at one patient. Conclusion: Anomaly type and accompanied pathologies must be stated particularly and than treatment must be planned to placement of anomaly at the patients with ARM. Table 1. The place of fistulas, colostomy conditions and the operation types n Colostomy Operation types (n) (n) Perineal fistula 3 - Perineal operation (2) Vestibular fistula 2 - Perineal operation (2) No fistula 3 - Perineal operation (3) Rectovesical fistula 2 2 PSARP (1) Laparoscopic pullthrough (1) Rectourethral fistula 3 3 PSARP (2) Laparoscopic pullthrough (1) Rectovaginal fistula 2 2 Anterior sagittal approach (2) Cloaca 1 1 - Total 16 8 14 SS - 107 Karın duvar defektlerinde on yıllık deneyim E Özatman, N Gülçin, M Çağlar Oskaylı, A Bayar, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Giriş ve Amaç Karın ön duvarı defektlerinde ameliyat sonrası prognozu etkileyen birçok faktör mevcuttur. Bu çalışmada karın ön duvarı defekti nedeniyle ameliyat edilen olguların değerlendirilmesi amaçlandı. Hasta ve Yöntemler Ocak 2005- Temmuz 2015 tarihlerine ait ameliyat ve dosya kayıtları geriye dönük incelendi. Hastaların cinsiyeti, doğum haftası, doğum ağırlığı, tanısı, defekt çapı, kese içeriği, eşlik eden anomalileri ve prognozu kaydedildi. Bulgular Karın ön duvarı defekti nedeniyle ameliyat edilen 25 hastanın 14’u (%56) kız ve 11’i (%44) erkekti. Sekiz hastanın gestasyonel yaşı 38 haftanın altındaydı (%33). Ortalama doğum ağırlığı 3147 (±290) gramdı. Hastaların 11’inde (%44) umbilikal kord hernisi, 9’unda (%36) omfalosel ve 5’inde (%20) gastroşizis vardı. Omfaloselli bebeklerin 5’inde (%55) defekt çapı 10 cm’nin üzerindeydi ve 8’inde (%89) kese içinde karaciğer yer almaktaydı. Gastroşizis ve umbilikal kord hernili hastaların tümüne ve omfaloselli hastaların 3’üne primer onarım yapıldı. Kalan 6 omfaloselli bebekte meş ile evreli onarım yapıldı. Kayıtlarına ulaşılabilen hastalarda en sık kardiyak (%32) ve kromozomal (%28) anomaliler eşlik etmekteydi. Gastroşizisli 1 hastada tip IIIa ileal atrezi mevcuttu ve redüksiyon sırasında onarımı yapıldı. Bu seride mortalite oranı %16 idi (4 hasta). Mortalite 2 umbilikal kord hernisi, 1 omfalosel ve 1 gastroşizisli hastada gerçekleşti. Mortalite sebepleri; abdominal kompartman sendromu, multikistik displastik böbrek hastalığı, sepsis ve kardiyopulmoner arresttir. Sonuç Literatürde bahsedilenin aksine defektin büyüklüğü ve karaciğerin içeride veya dışarıda olmasının bizim çalışmamızda mortaliteyle ilişkisi saptanmamıştır. Eşlik eden anomaliler ve primer onarım sonrası erken dönemde gelişen solunumsal, kardiyak ve renal problemler prognozun belirleyicileridir. Evreli onarımda ise geç dönemde sepsis açısından dikkatli olunmalıdır. *** 10-year experience in abdominal wall defects E Özatman, N Gülçin, M Çağlar Oskaylı, A Bayar, Ç Ulukaya Durakbaşa, H Okur Istanbul Medeniyet University Göztepe Training and Research Hospital, Department of Pediatric Surgery Introduction There are many factors playing role in postoperative prognosis of abdominal wall defects. This study aims to evaluate the results of cases that were operated for anterior abdominal wall defects. Patients and Methods Medical records between January 2005 and July 2015 were retrospectively reviewed. Sex, age at birth, birth weights, diagnoses, defect diameters, sac contents, coexisting anomalies, and prognoses were recorded. Results Out of 25 patients, 14 (56%) were females and 11 (44%) were males. Gestational age of eight patients were below 38 weeks (33%). Average birth weight was 3147 (±290) grams. 11 patients (44%) had umbilical cord hernia, 9 (36%) had omphalocele, and 5 (20%) had gastroschisis. Defect diameters of 5 (55%) infants with omphalocele were above 10 cm, and in 8 (89%) of them liver was contained in sacs. Primary repair was performed in all patients with gastroschisis and umbilical cord hernia, and in 3 patients with omphalocele. Staged mesh repair was performed in remaining 6 infants with omphalocele. The most common comorbidities in the patients whose records could be obtained were cardiac (32%) and (28%) chromosomal anomalies. 1 patient with gastroschisis had type IIIa ileal atresia and repaired during reduction. Mortality ratio in this series was 16% (4 patients): 2 patients with umbilical cord hernia, 1 patient with omphalocele and 1 patient with gastroschisis. Causes of mortality are abdominal compartment syndrome, multicystic dysplastic renal disease, sepsis and cardiopulmanory arrest. Conclusion In contrast to reported series in literature, our study revealed no relevance between mortality rate and size of the defect, or if liver is contained in sac or not. Coexisting anomalies and respiratory, cardiac, or renal issues developing in early stages of primary repair are determinants of prognosis. In patients treated by staged repair, attention must be given for septic consequences in long term management. SS - 108 İntestinal perforasyon ve barsak obstüksiyonu nedeni ile cerrahi girişim uygulanan yenidoğanlarda rektal biyopsi gerekli mi? O Uzunlu*, M Hüseynov*, R Özcan*, N Çomunoğlu**, E Erdoğan*, G Topuzlu Tekant*, S Celayir* *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD **İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Patoloji AD Amaç: Yenidoğan döneminde intestinal perforasyon ve barsak tıkanıklığı nedeni ile opere edilen olguların rektal biyopsi sonuçlarının geriye donük irdelenmesi. Yöntem: Kliniğimizde 2005-2015 yılları arasında intestinal perforasyon ve barsak obstüksiyonu nedeni ile cerrahi girişim yapılan yenidoğanlar; yaş, cinsiyet, doğum haftaları, doğum kiloları, intestinal tıkanıklık ve perforasyon sebepleri, cerrahi yöntem, rektal biyopsi alınma yaşları ve rektal biyopsi sonuçları açısından değerlendirildi. Bulgular: 10 yıllık sürede intestinal tıkanıklık ve perforasyon nedeniyle opere edilen 17 olguda rektal biyopsi yapıldı. 12 kız, 5 erkek olgunun ortalama doğum kilosu 2148 gr (7902710 gr), ortalama gestasyonel yaşları 36.2 hafta (27-38 hafta) idi. Primer cerrahi zamanı ortalama 20 gün (2 gün-3.5 ay) olan olguların cerrahi girişim nedenleri; 10 nekrotizan enterokolit (NEK), 3 ince barsak atrezisi, 3 mekonyum ileusu, 1 kolonik darlık idi. NEK’li 9 olguda perforasyon, 1’olguda darlık mevcuttu. İntestinal perforasyonlu olguların ortalama doğum ağırlığı 1670 gr (790-2660 gr) olup, bir olgu dışında tümü preterm yenidoğanlardı (Ortalama gestasyonel yaş 32 hafta). Perforasyon 7’sinde ileumda, 2’sinde kolonda olup tümüne stoma açıldı, 7’sinde barsak rezeksiyonu gerekti. Mekonyum ileusu ve kolonik darlık nedeni ile cerrahi müdahale yapılan 4 olguda stoma açıldı. İnce barsak atrezisi nedeni ile girişim yapılan 3 olguya barsak rezeksiyonu ve anastomozu yapıldı. Stomalı 14 olguda stoma kapatılması öncesi ve rezeksiyon anastomozlu stomasız 3 olguda ise medikal tedaviye yanıtsız inatçı kabızlık nedeni ile ortalama 8. ayda (1ay-3,5 yaş) tam kat rektal biyopsi yapıldı. İşleme bağlı komplikasyon görülmedi. Olguların tümünde ganglion hücresi mevcuttu. Sonuç: Yenidoğan döneminde intestinal perforasyon sebeplerinden biri de Hirschsprung hastalığıdır. İntestinal perforasyon ve barsak obstrüksiyonu nedeni ile cerrahi müdahale uygulanıp stoma açılan tüm olgularda stoma kapatılması öncesi Hirschsprung hastalığını dışlamak için rektal biyopsi yapılmıştır; ancak serimizde hiçbir olguda eşlik eden Hirschsprung hastalığı saptanmamıştır. Bu sonuçlar özellikle NEK perforayonlu yenidoğanlarda tam kat rektal biyopsi gerekliliğİni sorgulatmaktadır. *** Is rectal biopsy necessary for newborn who underwent surgery for intestinal obstruction or perforation? O Uzunlu*, M Hüseynov*, R Özcan*, N Çomunoğlu**, E Erdoğan*, G Topuzlu Tekant*, S Celayir* *Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery **Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pathology Aim: Aim of this study is to evaluate pathological findings in rectal biopsy specimens of patients who were operated for intestinal obstruction and perforation in newborn period. Material and Methods: The records of cases surgically treated for intestinal perforation and obstruction were evaluated retrospectively and age, gender, gestational week, birth weight, aetiology of intestinal obstruction, surgical technique, age of rectal biopsy and reports of histological examination of rectal biopsy were noted. Results: Rectal biopsy performed in 17 patients who were operated for intestinal obstruction or perforation in 10 years of period. Mean value of birth weight of 17 cases (F:12 M:5) was 2148 gram (790-2710gr), gestational age was 36.2 weeks (27-38 weeks) and age of primary operation time was 20 days (2 days-3.5 month). Aetiology of surgical abdomen were necrotizing enterocolitis (NEC) in 10, intestinal atresia in 3, meconium ileus in 3 and colonic stenosis in 1 patient. Indications of the surgery are intestinal perforation in 9, stenosis in 1 patient. Mean weight of patients with intestinal perforation was 1610 gram (790-2660gram). All patients were preterm except one (mean 32 weeks). Site of perforation secondary to NEC located ileum in 7, colon in 2 patients. .The mean age of rectal biopsy is 8 month (1 ay-3.5 age). Any of complication occurred related to the full thickness rectal biopsy procedure. Ganglion cells were seen in mucosa and muscular layer in all patients. Result: Hirschprung disease is an aetiological factor for intestinal perforation. In our study did not define a Hirschprung disease accompanying to NEC, meconium ileus or intestinal atresia, which were cause to intestinal obstruction or perforation and need for surgery. In the light of this result the necessity of rectal biopsy in newborn with intestinal obstruction and perforation should be interrogated. SS - 109 Gastroşizis onarım sonuçları: Tek merkez deneyimi E İnce, A Temiz, SS Ezer, HÖ Gezer, A Hiçsönmez Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Gastrişizis onarımındaki öncelikli amaçlar visseral organların abdomen içine güvenli bir şekilde yerleştirilerek fonksiyonlarının devamlılığını sağlamak ve iyi bir kozmetik sonuç elde etmektir. Bu temel hedeflere yönelik çeşitli cerrahi teknikler uygulanmaktadır. Çalışmanın amacı, tek bir merkez olarak deneyimlerimizi sunmak ve sonuçlarını değerlendirmektir. Gereç ve Yöntemler: On yıl da gastroşizis tanılı 15 olgu çalışmaya alındı. Olguların parametreleri retrospektif olarak gebelik yaşı, doğum ağırlığı, ilişkili anomaliler, kullanılan cerrahi teknik, parenteral beslenme, mekanik ventilasyon, hastanede kalış süresi ve kozmetik sonuçlar değerlendirildi. Bulgular: Gestasyonel yaşları 34 ile 40 hafta arasında değişmekteydi. Doğum ağırlığı 1700 g ve 3200 g arasındaydı. 15 olgunun 11’i antenatal ultrasonografi ile teşhis edilmişti. 4 hasta takipsiz gebelikler idi. Ek anomali olarak atriyal septal defekt (n=5), meningosel (n=1), yarık damak ve microglottis (n=1) tespit edildi. 3 olgu komplike gastroşizis olgusuydu. Bu hastalarda, nekroz (n=1), perforasyon (n=2), jejunal atrezi (n=1) ve volvulus (n=1) tespit edildi. Cerrahi olarak primer kapatma (n = 12) ve aşamalı silo prosedürü (n = 3) gerçekleştirildi. Mekanik ventilasyon ve total parenteral beslenme (TPN) süresi sırasıyla, ortalama 3.7 ± 1.0 gün ve 24.3 ± 9.7 gün idi. Enteral beslemeleri ortalama 35. (35.9 ± 4.6) günde başlandı. Hastanede kalış süreleri ortalama 36.7 ± 13.3 gün idi. İki hasta tedavi sürecinde kaybedildi. Silo prosedurü uygulanan bir hasta sepsis ve çoklu organ yetmezliğinden postoperatif ilk hafta içinde, midgut volvulusu olan bir diğer hasta 5. ayın sonunda kısa bağırsak sendromu ve çoklu organ yetmezliği nedeniyle kaybedildi. Sonuç: Merkezimize başvuran 15 olgudan 13’ünde uyguladığımız cerrahi yaklaşım ile iyi bir visseral fonksiyon ve kabul edilebilir kozmetik sonuç elde ettik. Literatür verileri ile karşılaştırıldığına benzer sonuçlar olduğunu gördük. *** Outcome of gastroschisis repair: Single center experience E İnce, A Temiz, SS Ezer, HÖ Gezer, A Hiçsönmez Baskent University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Aim: The initial principle of gastroschisis treatment is to replace the visceral organs to the abdominal cavity safely for good functional maintenence and achieve a good cosmetic result for the patient. For this fundamental purpose, there are several surgical techniques. The aim of our study is to to present a single center experience and evaluate the outcomes of our patients. Materials and Methods: We enrolled 15 infants with gastroschisis in the last ten years. The following clinical features which are the gestational age, birth weight, associated congenital malformations, surgical techniques, parenteral nutrition, mechanical ventilation and length of hospitalization were retrospectively evaluated. Results: The gestational age ranged from 34 to 40 weeks. Birth weight ranged from 1700 g to 3200 gr. 11 patients were diagnosed by antenatal ultrasound. Atrial septal defect (n=5), meningocel (n=1), cleft palate and microglottis (n=1) were dteceted as other congenital anomalies. Of 15 patients, 3 patients had complex gastroschisis; gangrene (n=1), perforation (n=2), jejunal atresia (n=1) and volvulus (n=1). Operative primary closure was preferred in 12 patients. Staged closure with silo procedure was performed in 3 patients. Duration of mechanical ventilation and total parenteral nutrition (TPN) was 3.7 ± 1.0 days and 24.3 ± 9.7 days, respectively. Enteral feding was started at 35.9 ± 4.6 days. The duration of hospitalization was 36.7 ± 13.3 days. Two patients died in the hospital. Sepsis with multiorgan failure and short gut syndrome were death causes. Conclusion: Good visceral function and acceptable cosmetic results have been achieved by our surgical techniques in 13 of 15 patients who admitted to our center. We have seen that our experience was similar with the data in the literature. SS - 110 Umblikal Kord Hernisi E İnce, A Temiz, SS Ezer, HÖ Gezer, A Hiçsönmez Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Umblikal kord hernisi az anlaşılmış ve sık sık 'omfalosel minör "olarak yanlış kategorize edilmiş anomalidir. Iyi tarif edilmiş olan omfalosel anomalilerinin aksine umblikal kord hernisi ilgili literatür sınırlıdır. Bu çalışmanın amacı, Umblikal kord hernisinin karakteristik özelliklerini ve sonuçlarını açıklamak. Gereç ve Yöntemler: On yıllık sürede umblikal kord herni tanısı alan 14 olguyu çalışmamıza dahil ettik. Olguların verileri retrospektif olarak incelendi ve yenidoğanın ameliyat öncesi hazırlığı, gebelik yaşı, doğum ağırlığı, diğer ilgili malformasyonlar, kullanılan cerrahi teknik, enteral beslenme, mekanik ventilasyon, postoperatif skar iyileşmesi ve hastanede kalış süresi kaydedildi. Bulgular: Bu çalışmaya umblikal kord hernili 14 olgu dahil edildi. Olguların gebelik yaşı 32 ile 40 hafta arasında değişmektedir. Doğum ağırlığı 2270-4840 g (median:2700g) arasındaydı. Umblikal kord hernili olguların sadece 6’sı antenatal ultrasonografi ile teşhis edildi, gerikalan takipsiz gebelikler idi. Dört olguda sağ böbrek agenezisi, sol böbrekte çift toplayıcı sistem, aort koarktasyonu, ventriküler septal defekt, meningosel, çarpık ayak ve koanal atrezi eşlik eden malformasyonlardı. Tüm olgulara abdominal ultrasonografi yapıldı. Olguların 12’sinde herninin boyutları 20-35mm arasında değişmekteydi. İki olguda ise herninin boyutu yaklaşık 40mm’di. Bu iki olguda karın duvarı katmanları, tabanına bağırsak herniasyou olan göbek kordonu doğru anatomik yerleşimliydi. Tüm olgulara yaşamlarının ilk gününde eksplorasyon ve iyi sonuçları olan düzeltici cerrahi uygulandı. İki olgumuz öldü. Major ek anomalileri olan iki hasta postoperetif 2. Ve 3. günlerde sepsis, interstisyel pnömoni nedeniyle öldü. Olgular 6-8 gün arasında hastaneden taburcu oldu. Sonuç: Umblikal kord hernisinde vücut kıvrımlarının ve göbek halkasının gelişimi normaldir. Eşlik eden anomali olmadığında cerrahi sonuçlar tamin edici düzeydedir. *** Umbilical Cord Hernia E İnce, A Temiz, SS Ezer, HÖ Gezer, A Hiçsönmez Baskent University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Aim: Hernia into the umbilical cord is an entity, has been poorly understood and often miscategorized as ‘omphalocele minor’. As opposed to omphaloceles, which are well described anomalies, the literature on umbilical cord hernias is limited. The purpose of this study was to describe the characteristics and outcomes of umbilical cord hernias. Materials and Methods: We enrolled 14 cases with umbilical cord hernias for ten years. The patients' data were retrospectively reviewed, and preoperative preparation of the newborn, gestational age, birth weight, other associated malformations, the surgical technique used, enteral nutrition, mechanical ventilation, postoperative scar healing, and length of hospitalization were recorded. Results: This study includes 14 infants with umbilical cord hernias. The gestational age of these infants ranged from 32 to 40 weeks. Birth weight ranged between 2270 g and 4840 g. Only 6 of 14 cases with umbilical cord hernias were diagnosed by antenatal ultrasound, the rest were unscreened pregnancies. There were four cases with associated malformations, namely agenesis of the right kidney, left kidney with duplex system, coarctation of the aorta, ventricular septal defect, meningocel, club foot and choanal atresia. All cases underwent abdominal ultrasonography. The sizes of the hernias at the time of diagnosis ranged from 20 to 35 mm in twelve of the cases. In two cases, the size of the hernia 40mm. The abdominal wall layers in the two cases were all in their correct anatomical locations, in which the bowel herniates into the base of a normally inserted umbilical cord. Surgery was performed on the first day of life and included immediate exploration of the cord and repositioning of the intestines into the abdomen. Surgical exploration was done in all cases and the neonates underwent corrective surgery with good outcomes. 2 patients with major congenital anomalies died due to sepsis, respiratory distress, interstitial pneumonia postoperative 2nd and 3th days. Patients were discharged between 6 to 8 days after surgery. Conclusions: In an umbilical cord hernia, the body folds develop normally and form the umbilical ring. Surgical outcome is excellent due to lack of association with other congenital. SS - 111 Hemanjiom tedavisinde oral propranolol kullanımı sonuçlarımız: güncelleme R Özcan*, S Aktemur*, Ş Emre*, İ Adaletli**, E Erdoğan*, GT Tekant* *İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi AD **İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Radyoloji AD AMAÇ:Hemanjiomda propranolol tedavisinin sonuçlarının değerlendirilmesidir. OLGULAR VE YÖNTEM:2009-2015 arasında propranolol tedavisi alan olguların kayıtları geriye dönük olarak incelendi. Olgular yaş, cins, lezyon lokalizasyonu, propranolol kullanım endikasyonu, tedaviye başlama yaşı, komplikasyonlar ve tedavi sonuçlarına göre değerlendirildi. İlaca yanıtın değerlendirilmesi lezyonun renk, boyutunda değişiklik ve radyolojik incelemelere göre yapıldı. BULGULAR: Otuz olgunun(K:22,E:8) yaş ortalaması 13.6 ay(2 ay-10 yaş) idi. Propranolol kullanım endikasyonları; yaşamı tehdidi, lokal komplikasyon yada kötü kozmetik görünüme neden olan hemanjiomlardı. Üçü kanama, 1 olgu dış merkez cerrahi sonrası nüks eden batın içi hemanjiom nedeni ile başvurdu. Tedaviye başlama yaşı 10 olguda < 6 ay, 17’sinde 6-12 ay, 3’ünde > 1yaş olarak saptandı. Tedavi değerlendirilmesinde 14’ünde(%46,7) regresyon, 11’inde(%36,7) parsiyel regresyon saptandı. Beşi(%16,7) tedavisiye yanıtsızdı. Regresyon saptanan 14 olguda ilaca başlama yaşı 13,3 ay(2-96 ay), ortalama ilaç kullanım süresi 14.3 ay(2-24 ay)dı. Takip zamanı ortalama 28,5 ay (3-48 ay)dı. Parsiyel regresyon olan 11 olguda ilaca başlama yaşı 16,5 ay(2-120 ay), ortalama ilaç kullanım süresi 8,1 ay(3-24 ay) idi. Takip süresi 24,1 ay(0,5-48 ay)dı. Tedaviye yanıtsız 5 olguda propranolol 6,4 ay(2-9 ay) kullanıldı. Tekrar yapılan radyolojik değerlendirmede 2 olgunun lenfanjiom ile uyumlu olduğu izlendi ve 1’ine bleomisin enjeksiyonu yapıldı. Bir olguya dış merkezde cerrahi eksizyon yapıldı. 2 olgu takip edilmektedir. Tedavi yanıtları ve ilaç kullanım süreleri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark bulundu. Regresyon olanların ilaç kullanım süre ortalaması yanıt alınamayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı yüksekti. Tedaviye başlama yaşı ile yanıt arasında anlamlı fark saptanmadı. SONUÇ: Hemanjiom tedavisinde propranolol kullanımı güvenilir ve etkili bir yöntemdir. İlk tedavi seçeneği olarak kullanılabileceği gibi nüks olgularda da kullanılabilir. Tedaviye yanıtsız olgularda mutlaka tekrar radyolojik değerlendirme yapılmalıdır. Tedavi süresi ilaca yanıtı değiştirmektedir. *** Results of oral propranolol use in haemangioma therapy: update R Özcan*, S Aktemur*, Ş Emre*, İ Adaletli**, E Erdoğan*, GT Tekant* *Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Pediatric Surgery **Istanbul University Cerrahpasa Medical Faculty Department of Radiology AIM: Evaluating the results of propranolol therapy used for complicated haemangioma . CASES and METHOD: Records of complicated haemangioma patients who were given Propranolol between 2009-2015 are investigated retrospectively. Cases were evaluated based on age, gender, location of the lesion, Propranolol indication, age at the therapy beginning, complications due to Propranolol use and the final results of the therapy. Each patient underwent echocardiographic investigation before initiation of the therapy. Changing in colour, size and radiological appearance of the lesion were used as response criterions for drug therapy. RESULTS: Thirty patients records were evaluated retrospectively. Mean age was 13.6 months. Indications of Propranolol use were life-threatening haemangiomas and haemangiomas that cause local complications or bad cosmetic results. Three patients admitted to our unit with the complaint of intralesional haemorrhage and one patient who had multiple operations for intrabadominal haemangioma, with a complaint of recurrence. Age at the therapy initiation was <6months in 10 patients, 6-12months in 17 and >1 year in 3. Six patients received therapy for <6months, 9 patients had 6-12months and 5 of them had >1year. Fourteen of the cases had 46.7% regression and partial (36.7%) regression was determined in eleven. Five cases were non-responsive to Propranolol therapy. Duration and response to drug therapy are statistically correlated (p=0.004). Duration of drug therapy is longer in patients with total regression when compare with nonresponsive patients. Statistically there is any correlation with regression and the age of initiation to therapy. CONCLUSION: Propranolol use in haemangioma therapy is a safe and effective method. Cardiovascular examination before the treatment and frequent follow-ups during treatment are necessary. It should be the first choice in complicated or recurrent haemangioma therapy in children. Lesions which are unresponsive to drug therapy needs radiological re-evaluation. SS - 112 “Percutaneous internal ring suturing” tekniğiyle laparoskopik inguinal herni onarmı yapılan kız hastaların değerlendirilmesi M Akın*, A Yıldız**, B Erginel*, ÇA Karadağ*, N Sever*, M Kaba*, M Demir*, T Kamacı*, H Barhoom*, Aİ Dokucu* *Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Cerrahisi Kliniği,İstanbul **Şişli Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi Amaç: “Percutaneous internal ring suturing” (PIRS) tekniğiyle laparoskopik inguinal herni onarmı yapılan kız hastaların operatif bulgularının ve klinik sonuçlarının geriye dönük değerlendirilmesi ve sunulması.Yöntem: 2010-2014 yılları arasında kliğimizde, Patkowski’nin tanımladığı PIRS tekniği ile opere edilen hastaların demografik, preoperative, operatif bulguları ve komplikasyonlar değerlendirildi. Bulgular: 148 kız hasta opere edildi. Yaş ortanca değeri 5.83 (1 ay-16 yaş) ‘di. 57’inde (%27.8) kontralateral herni mevcuttu. 3 hastada over,2 hastada tuba uterina,1 hastada omentum fıtık kesesine sliding yapıyordu. 4 hastada umblikal herni mevcuttu. 2 hastada iç delik ağzının çevresinde hematom gelişti. 1 hastada epigastrik damarlardan kanama oldu PIRS tekniğinde kullanılan loop ile kanama durduruldu. Bilateral nuck kisti eksize edildi. 2 hastada apendektomi birinde de splenektomi esnasında tespit edilen inguinal fıtıklar onarıldı. 2 hastamıza nüks şüphesi ile ikinci laparoskopi yapıldı ama nüks mevcut değildi. 1 hastamızda nüks geliştiği görüldü ve bu hasta yine laparoskopik PIRS yöntemi ile opere edildi. 3 yıllık takibinde nüks gelişmedi. İnguinal bölgede granulom dışında başka ek komplikasyon oluşmadı. Sonuç: Laparoskopik PIRS tekniği, hernili kız hastalarda güvenli kolay uygulanabilen ve etkili bir yöntemdir. Kozmetik sonuçları çok iyi nüks oranı düşüktür. Kendi deneyimlerimize dayanarak, laparoskopi deneyimi olan kliniklerde, kız hastalarda herni onarımında başlıca tedavi PIRS yöntemi olabilir *** Assesment of the girls operated by laparoscopic inguinal hernia repair with percutaneous internal ring suturing M Akın*, A Yıldız**, B Erginel*, ÇA Karadağ*, N Sever*, M Kaba*, M Demir*, T Kamacı*, H Barhoom*, Aİ Dokucu* *Department of Pediatric Surgery, Sisli Etfal Training and Research Hospital, Istanbul, Turkey **Sisli Etfal Training And Research Hospital Aim: We sought to assess retrospectively operative findings and clinical outcomes in 148 girls who underwent laparoscopic inguinal hernia repair with the percutaneous internal ring suturing (PIRS) technique.Methods: Between 2010 and 2014, girls with inguinal hernia were operated on using the laparoscopic PIRS technique described by Patkowski. Mean demographic and peroperative findings, operative time, complications were evaluated. Results: 148 girls with a mean age 5.83 years (1 month-16 years). Fifty-seven(27.8%) contralateral hernias repaired. Three patients’ ovaries, 2 patients’ tuba uterina and 1 patient’s omentum were sliding into hernia sacs as viewed laparoscopically. Four umbilical hernia repairs were performed simultaneously. In two patients, haematomas developed near the internal inguinal ring, but the operation was still completed laparoscopically. In one patient, an epigastric vessels bled during the PIRS technique and was tied laparoscopically. Bilateral nuck cysts were operated on, at the same time, using this method. One of the hernias was repaired during a laparoscopic splenectomy and two during appendectomies. Two patients were operated on due to suspicions of recurrence. However, closed internal inguinal rings were observed in a second laparoscopy, and these were not counted as recurrences. In one of the patients operated on for a unilateral hernia, a bilateral hernia was diagnosed during the laparoscopy. One patient who had a recurrent hernia was repaired using PIRS, with no recurrence for three years. No serious complications or recurrence was noted. Granuloma on the inguinal region occurred in one patient. Conclusion: The PIRS technique is a safe, simple and effective procedure for girls. Excellent cosmetic results and reduced recurrence rates are associated with this method. Based on our experience, the PIRS procedure might be considered a mainly standard for inguinal hernia operations on girls in laparoscopyexperienced clinics. SS - 113 Çocukluk çağı orofaringeal ve özofageal yabancı cisimlerde yönetim: bir çocuk hastanesi deneyimi İ Genişol, VS Erikci, A Şencan, G Temir, B Uçan, D Özbilek, A Karkıner, Ö Atacan, Ş Öztürk, M Hoşgör, KU Özkan Dr. Behçet Uz Çocuk Hastalıkları ve Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Çocuk Cerrahisi Kliniği Yabancı cisim (YC) yutmalarına çocuklarda sık karşılaşılmaktadır. Mideye ulaşan YC’lerin çoğu girişim gerekmeksizin kendiliğinden çıkabilse de, gastrointestinal sistemin belirli lokalizasyonlarında girişimsel işlemler gerekebilmektedir. Bu olguların değerlendirilmesinde yutulan cismin tipi, yerleşim yeri ve birlikteki komplikasyonlar önemlidir. Bu geriye dönük çalışmada Ocak 2010-Mayıs 2015 tarihleri arasında YC yutma tanısı ile kurumumuz acil servisine başvuran 1891 olgudan yapılan radyolojik incelemeler ve öyküye göre orofarinks veya özofagusta YC olan ve kliniğimize yatırılarak tedavi edilen 71 hastaya ait kayıtlar gözden geçirilmiştir. Olguların çoğu 4 yaşın altındadır, yaş ortalaması 3,2±2.5 yıl olup %49,3’ü erkektir. Sıklıkla opak maddeler yutulmuş olup (66) 5 olgu nonopak madde yutma ile kliniğe yansımıştır. En sık saptanan nesneler metal para (50), pil (8), çengelli iğne (4), meyve çekirdeği (4) ve diğer cisimlerdir (5). Semptomlar arasında disfaji-kusma-öksürük üçlüsü (59) ve solunum sıkıntısı (12) ön plandadır. YC yutulması ile hastaneye başvuru arasındaki süre çoğunlukla (59) 6 saatten az olup, yatış ile girişim arasındaki süre ortalama 1,5 saattir. Kliniğimize yatış sonrası girişim öncesi yapılan kontrol radyolojik incelemelerde YC’lerin yerleşim yerlerinin özofagus (47), orofarenks (14), mide (3) ve distal intestinal sistem olduğu saptanmıştır (7). Tedavide orofarenks YC’lerinde Magill forsepsi ile (14), özofagus YC’lerinde rijit endoskopi ile çıkarım (37) veya çıkarılamayan YC’lerin mideye itilmesi (7), midedeki YC’lerde fleksibl gastroskop ile çıkarım (3) uygulanmıştır. Yedi olguda YC’in gaita ile spontan çıktığı izlenmiştir. Çocukluk yaş grubu YC yutmalarında YC’in doğası ve yerleşim yeri terapötik yaklaşım için önemlidir. Emin olması ve yüksek başarı oranı göz önüne alındığında, YC‘in endoskopik olarak çıkarılması en sık tercih edilen yöntemdir. Mideye ulaşan YC’lerin çoğu gastrointestinal sistemden sorunsuz olarak çıkmaktadır. Çocuk bakımında görevli kişilerin YC yutmaları açısından eğitimi ile çocuklarımızın incinmesinin önüne geçilebilecektir. *** Management of oropharyngeal and esophageal foreign bodies in children: a children’s hospital experience İ Genişol, VS Erikci, A Şencan, G Temir, B Uçan, D Özbilek, A Karkıner, Ö Atacan, Ş Öztürk, M Hoşgör, KU Özkan Dr. Behçet Uz Children's Hospital, Department of Pediatric Surgery Foreign body (FB) ingestion is common in children. Although majority of FBs that reach stomach pass uneventfully without intervention, certain FBs in particular areas of the gastrointestinal tract require removal. The goals of assessment are to identify the type and location of FB and the presence of complications. In this retrospective study, between January 2000-May 2015, 1891 patients with FB ingestion were admitted to emergency department. Out of these, according to history or radiological studies, 71 cases with oropharyngeal or esophageal FBs were admitted to our clinic. Most patients were <4 years old with an average age of 3.2±2.5 years and 49.3% were male. Most objects were radiopaque (66), 5 children ingested nonopaque FBs. Common objects swallowed include coins (50), batteries (8), safety pins (4), fruit seeds (4) and others (5). Symptoms include triad of dysphagia-vomitingcoughing (59) and respiratory distress (12). The time interval between ingestion of FB and admission to hospital is <6 hours in most patients (59) and average intervention time after admission is 1.5 hours. Pre-interventional control radiological studies revealed that locations of FBs were as esophagus (47), oropharynx (14), stomach (3) and gastrointestinal tract distal to stomach (7). Treatment included removal with Magill forceps in 14 with oropharyngeal FB, rigid endoscopic removal in 47 with esophageal FB or pushing it into stomach (7), retrieval of FB with flexibl gastroscope in 3 with FB in stomach. Spontaneous passage of FBs was observed in 7. FB ingestion is common in childhood. The nature and location of FB is important for therapeutic measures. Due to its safety and success rate, endoscopic removal is still the most preferred method in treatment of esophageal FBs. Once in the stomach, most of the FBs pass through the gastrointestinal tract uneventfully. Education of caretakers is important to prevent future harm to our offsprings. SS - 114 Çocukluk Çağında Malignite Şüpheli Tiroid Nodülüne Yaklaşım H Taşkınlar*, A Naycı*, B Bahadır*, C Erdoğan*, R Bozboğan**, D Avlan* *Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi AD, Mersin, Türkiye **Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi, Patoloji AD, Mersin, Türkiye Giriş: Çocukluk çağı tiroid nodülleri nadir görülmekle birlikte erişkin yaş grubuna göre malignite olasılıkları daha yüksektir. Malignite şüpheli tiroid nodülü nedeniyle ameliyat edilen çocuk hastalardaki deneyimlerin paylaşılması amaçlandı. Hastalar ve Yöntem: Ocak 2012 – Mayıs 2015 tarihleri arasında malignite şüpheli tiroid nodülü nedeniyle ameliyat edilen hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların yaşları, cinsiyetleri, ince iğne aspirasyon biyopsileri (İİAB), sintigrafi ve ultrasonografi (USG) incelemeleri, tiroid patolojileri, yapılan cerrahi işlemleri ve komplikasyonlar değerlendirildi. Sonuçlar: Ortanca yaş 14 (8-17) olup, on bir kız (%91), biri erkek (%9) idi. Tüm hastalarda boyunda şişlik yakınması, birinde terleme, birinde yutma güçlüğü vardı. Bir hastada lenfoma nedeniyle boyuna radyoterapi uygulaması yapıldığı öğrenildi. USG’de solid ağırlıklı, farklı ekojenitelerde heterojen lezyonlar görüldü. Tiroid sintigrafisinde 8’inde hipoaktif nodül, 2’sinde hiper ve hipoaktif nodüller, 2’sinde özellik saptanmadı. İİAB’nde 7’sinde foliküler neoplazi, 2’sinde malignite şüphesi, 1’inde benign görünüm ve 2’sinde yetersiz materyal olarak değerlendirildi. Hastalara hemitiroidektomi (n=3); subtotal tiroidektomi (n=3); tamamlayıcı tiroidektomi (n=3); total tiroidektomi (n=3) yapıldı. Papiller tiroid karsinomlarında modifiye radikal boyun disseksiyonu yapıldı. Histopatolojik incelemede papiller tiroid karsinomu (n=5), foliküler adenom (n=3), foliküler karsinom (n=2), adenomatöz multiple nodül (n=1) ve nodüler hiperplazi (n=1) saptandı. Ortalama izlem süresi 15,7 ay (4-28) idi. Bir hastada geçici hipokalsemi gelişmesi dışında per-postop komplikasyon görülmedi. Tartışma: Malignite şüpheli tiroid nodüllerinde öncelikle hemitiroidektomi, frozen ve/veya patoloji sonucuna göre subtotal tiroidektomi veya tamamlayıcı tiroidektomi yapmak güvenli ve etkindir. *** Management of suspected malignant thyroid nodules in childhood H Taşkınlar*, A Naycı*, B Bahadır*, C Erdoğan*, R Bozboğan**, D Avlan* *Mersin University School of Medicine, Department of Pediatric Surgery , Mersin, Turkey **Mersin University School of Medicine, Department of Pathology, Mersin, Turkey Introduction: Although thyroid nodules are rare in children and they are more likely to be malignant rather than in adults. The aim of this study was to present clinical experiences with thyroid surgery undergone for suspected malignant thyroid nodules. Patients and methods: Clinical records of the patients undergone for thyroid surgery with suspected malignant thyroid nodules were retrospectively reviewed. Data for age, gender, fine needle aspiration (FNAB) biopsy, thyroid scintigraphy and ultrasonography (USG), surgical management and complications and pathology results were evaluated. Results: Of the 12 patients 11(91%) were female, 1 was male (9%) with a median age of 14 (8-17). All patients had a complaint of neck mass, over sweating in one and difficulty in swallowing in one. USG revealed different echogenic heterogeneity nodules and scintigraphy revealed hypoactive nodule in 8, non-specific findings in 2 and hypo/hyperactive, nodules in 2 patients with multiple nodules. Totally, 6 patients had hemithyroidectomy and 3 had completion thyroidectomy (1 follicular and 2 papillary carcinoma). 3 patients had total thyroidectomy (1 adenomatous multiple nodules and 2 papillary carcinoma).3 patient had subtotal thyroidectomy (2 adenomatous nodules and 1 nodular hyperplasia). Histopathological examinations revealed papillary carcinoma (5), follicular adenoma (3), nodular hyperplasia (1) and multiple adenomatous nodules (1). Mean follow-up period was 15.7 (4-28 months). 11 patients had neither peroperative nor postoperative complication except 1 had transient hypocalcemia. Conclusion: Performing a primary hemithyroidectomy to a suspected malignant thyroid nodule and converting to subtotal or completion thyroidectomy according to the frozen biopsy and pathology result is safe and effective. SS - 115 İnfant, çocuk ve adolesanlarda over kitleleri: Gelişmekte olan bir çocuk cerrahisi kliniğinde 51 over kitlesinin gözden geçirilmesi MY Özdamar Bozok Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Çocuk Cerrahisi A.D, Yozgat Giriş:Literatürde infant, çocuk ve adolesanlardaki over patolojilerinde malignensi insidansı bening lezyonlara göre çok düşüktür. Çocuklarda over kitleleri kistler ve tümörler şeklinde iki ana sınıfa ayrılmaktadır. Kistler basit ve kompleks olarak ikiye ayrılırken, tümörler bening ve malign olarak ikiye ayrılır. Malign over kitlesine yaklaşım deneyimli kliniklerde gelişmekte olan kliniklere göre daha başarılıdır. Biz burada Haziran 2009- Haziran 2015 tarihleri arasında karşılaştığımız malign kitleler hariç, benign over kitle ve kistleri olan vakalarla ilgili deneyimlerimizi sunmayı amaçladık. Gereç ve Yöntemler:Çocuk Cerrahisi bölümünde(Tokat,Kayseri,Yozgat) over kist ve kitlesi tanısı alıp, tedavi edilen hastalara yönelik geriye dönük bir araştırma yaptık. Hastaların %80'i dış merkezlerden polikliniğimize sevk edilen vakalardı. Olguların yaş aralığı 27 gün-16 yaş idi. Çalışmada toplam 51 over kist ve kitlesi vardı.Ultrason ana teşhis aracı idi nadiren BT ve MR kullanıldı. Gerektiğinde sadece teratom şüphesi olan10 hastada tümör belirteçleri olan örneğin HCG,AFP,CEA v.b belirteçler ölçüldü. Sol kompleks kistle birlikte geçmeyen masif asiti olan bir infanta 72 günlükken salpingooferektomi(SO) yapıldı. Dev matür kistik teratomu(MKT)(ortalama çap 25 cm) olan 2 hastaya SO yapıldı. MCT(ortalama çap 6,5 cm) olan 3 hastaya kistektomi yapıldı.Başka merkezlerden apandisit nedeniyle kabul edilen 3 hastaya aynı seansta kistektomi(ortalama 3,5 cm) yapıldı.51 hastadan 42'si asemptomatik basit kistli(ortalama çap 1.1 cm) takip edildi.Majör problem üreme organında olduğundan ebeveynlerin tutumlarını değerlendirmek için basit bir anksiete skalası kullanıldı. Sonuçlar:Cerrahi yapılan hastalarda en sık görülen bulgu karın ağrısı (% 72), palpe edilebilen mobil kitle(% 36), sıklığı artmış üriner semptomlar(% 18) ve dizüri(% 18) idi. Bir yenidoğanda CT ve US'de belirlenen kopleks bir over kisti(3x2 cm düzensiz yüzeyli, septalı,kalın duvarlı,solid kompenentli,hemorajik) ile birlikte distansiyon olmadan yoğun asit vardı( Şekil-1). SO sonrası postopertif 2.gün yapılan US'de asit neredeyse tamamen kayboldu. 14 yaşında bir hastada sol overdeki dev MKT'nin sebep olduğu sağ proksimal üreter obstrüksiyonu ile birlikte renal pelvik ektazi(3.5 cm) vardı ve parankim incelmişti(MR bulgusu,şekil-2). SO sonrası pelvis çapı 3 mm idi ama DTPA da fonksiyon sadece %18 idi. Bu iki hasta dışında olağan dışı bir durum yada komplikasyon olmadı. Diğer takip hastalarında da problem olmayıp, 42 hastadan 30'unda kistler tamamen kayboldu( fonksiyonel kist)(Tablo-1). Ebeveynlerde ölçülen anksiyete skalasına göre; çocuklarının infertil kalma ihtimali korkusu ilk başvuruda %80 iken son takiplerinde %5 idi(p<0.05). Tartışma: *Hidronefroz ve masif asit malign over tümörlerinde görülebilir. Bildiğimiz kadarıyla, bu iki durum literatürde daha önce olgularımızdaki gibi MKT ve kompleks over kistinde komplikasyon olarak bildirilmemiştir. *Çocuklarda malign over tümörleri tecrübeli ve donanımlı merkezlerde tedavi edilirse daha efektif sonuçlar elde edilecektir. *Çocuklarda over lezyonları ebeveynleri endişelendirdiği için, onlara ayrıntılı bilgi verilmelidir. *** Ovarian masses in infants, children, and adolescents: A review of 51 cases of ovarian masses in a developing pediatric surgery department MY Özdamar Bozok University, Faculty Of Medicine, Department Of Pediatric Surgery, Yozgat,Turkey Introduction: In the literature, malignancy incidence in ovarian pathology with infants, children and adolescents are very low compared to benign lesions.Ovarian masses in children are divided into two main classes in the form of cysts and tumors.While cysts are split into two class of simple and complex, tumors are divided into classes of malignant and benign tumors.Approach to the malignant ovarian tumor in a developed, and experienced clinics are more successful than a developing clinic.We herein aimed to present our experiences between June 2009- June 2015 related to cases with benign ovarian mass and cyst, except for malign. Materials and Methods: We carried out a retrospective review of all cases of the ovarian cysts and masses diagnosed and managed at the Department of Pediatric Surgery(Tokat, Kayseri, Yozgat). 80% cases had been referred to our outpatient clinic from other centers. Ages of cases were between 27 days and 16 years.The study included 51 cases diagnosed as ovarian cysts and mass.Ultrasonography was the main diagnostic tool and rarely CT or MRI was.When required, tumor markers were measured such as hCG, AFP, CEA e.g. in only 10 patients of suspected teratoma.An infant with left complex cyst together with persistent ascites was performed salpingo-oophorectomy(SO) at the age of 72 days.Two adolescent with huge mature cystic teratoma(MCT)(25 cm of main diameter) was done SO.Three patients with MCT(6,5 cm of main diameter) was done cystectomy.Three patient with diagnosed apandisit admitted from other hospitals were concomitantly operated together with cystectomy(3.5 cm of main diameter).Of 51 patients, 42 was followed with USG as the asymptomatic patient with simple cyst(1,1cm of main diameter)(Table 1).Because the major problem was in the organ of fertilisation, a simple anxiety scale for evaluating attitudes of parents were used. Results: The most common finding in the patient to underwent surgery were abdominal pain (72%), palpable mobile abdominal lump(36%), urinary symptoms in the form of increased frequency(18%) and dysuria(18%). A newborn was determined complex cyst(3x2 cm, irregular surface, septal, thick-walled, solid component, hemorrhagic) together without distention and with intense ascites on the US and CTexamination(Figure 1).After SO, postoperative day 2, ascites in the US was almost absent. A 14 years old patient had in the right proximal ureteral obstruction caused by the giant MCT of the left ovary with renal pelvic ectasia (3.5 cm), and had had thinned parenchyma (MR findings, figure 2).After SO,the pelvic diameter was 3 mm, but its function was only 18% in DTPA. Unusual situations or complications were absent except for these two patients. The problem was not detected in other followed patients; cysts completely disappeared in 30 out of 42 patients (functional cysts)(Table 1). According to the anxiety scale measured in the parents; parents' fear relating to the possibility of infertility in their children was 80% in the first application, while 5% in the last follow-up (p <0.05). Discussion: * Hydronephrosis and massive ascites can be seen in malignant ovarian tumors. As far as we know, these two situations were present in our cases, was previously not reported in the literature as complications of MKT and complex ovarian cyst. * If children with malignant ovarian tumors are treated by experienced and well-equipped centers, it will be obtained more effective results. * Because ovarian lesions of children distress parents, detailed information to parents should be given. SS - 116 Çocukluk Çağında Sinir Monitorizasyonu Eşliğinde Tiroidektomi F Khanmmammadov*, B Türedi*, E Ergün*, U Ateş*, G Göllü*, ÖS Can**, A Yağmurlu* *Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı **Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Anesteziyoloji Ve Reanimasyon Anabilim Dalı Amaç: Tiroidektomi çocuk yaş grubunda az uygulanan ve ancak morbiditesi yüksek cerrahi girişimlerdendir. Rekürrenlarengeal sinir yaralanması, en sık görülen komplikasyonlardır biridir. Tiroidektomi sırasında sinirin rutin olarak ortaya konması ve korunması rutin bir prosedürdür. Teknolojinin ilerlemesi ile sinir monitorizasyonu erişkin cerrahlar tarafından rutin kullanıma girmiştir. Tiroid kanseri ve nüksGraves hastalığı nedeniyle sinir monitorizasyonu kullanarak tiroidektomi yapılan üç çocuğun sunulması amaçlandı. Hastalar ve yöntem: Tiroidektomi planlanan ikisi papillertiroid kanseri, biri Graves üç hasta değerlendirildi. Çocukların ikisi kız biri erkekti, ortanca yaş 5,5(14-17), ortalama vücut ağırlıkları 64,5(43-106)kg idi. Özel olarak dizayn edilmiş, içindeki tel elektrodlarglottis düzeyinde vokal kordlara temas edecek şekilde yerleştirilen endotrakeal tüp kullanıldı. Entubasyon sırasında vokal kordların durumu truview ile değerlendirildi. Sonra kaydedici ve topraklama subdermal iğne elektrodlarsternum üzerinde yerleşitirildi. İşlem sırasında rekurrenlarengeal sinir monopolarprobla uyarılarak korundu. Ameliyatların süresi ortalama 48(40-60)dk olarak saptandı. İşlem sonrası komplikasyon gelişmeyen çocuklar birinci gün taburcu edildi. Sonuç: Tiroidektomi işlemi sırasında sinir monitorizasyonunun en önemli yararı, yöntemin operasyon sırasında sinirin diğer dokulardan net olarak ayırt edilerek korunmasına imkan vermesidir. Anatomik varyasyonlar varlığında ve komplike olgularda olası komplikasyonları önceden belirlemek ve önlemini almak açısından, sistemin hazırda bulunması oldukça avantajlıdır. Hızlı ve güvenli bir cerrahi girişime olanak sağlayarak cerrahın konforunu arttırmaktadır. *** Nerve Monitoring Thyroidectomy In Pediatric Patients F Khanmmammadov*, B Türedi*, E Ergün*, U Ateş*, G Göllü*, ÖS Can**, A Yağmurlu* *Ankara University, School of Medicine, Department of Pediatric Surgery **Ankara University School Of Medicine Department Of Anesthesiology And Reanimation Aim Thyroidectomy is a rarely performed surgicalprocedure with high morbidity in pediatric population. The most frequent complication is recurrent laryngeal nevre injury. To see and protect the nerve is a routine step of the procedure.. With technologicaldevelopment, nevre monitoring is commonly used in adult thyroid surgery .The aim is to present three pediatric patients operated with intraoperative nevre monitoring for thyroid cancer and recurrent Graves disease. Patients and method Two patients with papillary thyroid cancer and one patient with Graves disease were analysed. Two of the patients were female and one of them was male. The median age was 15,5 (14-17) and median body weight was 64,5 (43-106) kilograms. The endotracheal tube which is specially designed with a wire that contacts vocal cord above glottis was used. The function of vocal cord was controlled in all children during entubation before surgery. Infradermal needle electrodes for recording and grounding were replaced on the sternum. Recurrent laryngeal nevre was protected with monopolar probe during the operation. Mean operation time was 48 (40-60) minutes. There was no complication after operation and patients were discharged postoperative first day. Conclusion The most important benefit of nevre monitoring is to distinguish and protect the nerves from other tissues during operation. The advantage of this system is to predict and avoid possible complications in complicated patients with anatomical variations. It enhances surgeon’s comfort with a fast and safe surgical approach. SS - 117 Çocuklarda lenf düğümü biyopsileri G Şalcı, T Soyer, S Ekinci, F Andıran, İ Karnak, AÖ Çiftçi, FC Tanyel Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı Amaç: Çocuklarda yapılan lenf düğümü (LD) biyopsilerinin tanısal özellikleri ve cerrahi sonuçlarını incelemek.Gereç ve yöntem: Son 3 yıl içinde tanısal LD biyopsisi yapılan olgular yaş, cinsiyet, LD yerleşim yeri, histopatolojik tanıları ve cerrahi eksizyon özellikleri açısından geriye dönük incelenmiştir. Bulgular: Çalışmaya 90 hasta alınmıştır. Olguların yaş ortalaması 9,94 yıl (1-18 yıl) olup erkek kız oranı 59:31’dir. LD yerleşim yerleri sırasıyla; servikal (n=57, %63,3), aksiller (n=13, %14,4), abdominal (n=10, %11,1), torakal (n=8, %7,8), inguinal (n=3, %3,3)’dür. LD boyutları 2,49±1,14cmx2,0±1,12cm’dir. Olguların %25,6’sına biyopsi öncesi4,25ay (15gün–12ay) özgül olmayan infeksiyon tedavisi verilmiştir. Trakeaya bası yapan mediastinal LD nedeniyle 3 olguda (%3,3) lokal anestezi ile, diğer olgularda ise genel anestezi ile biyopsi yapılmıştır. Olguların hepsinde eksizyonel biyopsi yapılmış olup, hiçbir olguda peroperatif veya postoperatif komplikasyon gelişmemiştir. Histopatolojik tanılar; lenfoma (n=36, %40), reaktif LD (n=19, %21,1), infeksiyon (n=12, %13,3), histiyositoz ve diğer benign nedenler (n=10, %11,1), malign tümör metastazı (n=7, %7,8) ve LD’nün foliküler hiperplazisidir (n=6, %6,7). Lenfoma olgularında LD %66,8 servikal, %16,7 abdominal, %11,1aksiller, %5,6 ise mediastinal yerleşimlidir. Servikal yerleşim yerleri incelendiğinde; supraklaviküler (%30,6) ve boyun ön üçgeninde (%27,8) yer alan LD’de lenfoma tanısı daha sıktır. Supraklaviküler yerleşimli LD’nin %61,1’i, boyun ön üçgendeki LD’nin %35,7’si lenfomadır. Malign tümör metastazları en sık mediastinal (n=3, %27,3), servikal (n=3, %27,3) ve abdominal (n=1, %9,1) yerleşimlidir. Sonuç: Çocuklarda yapılan LD biyopsilerinin yaklaşık yarısında malignite tanısı koyulmaktadır. Yaygın LD olan çocuklarda özellikle supraklaviküler ve boyun ön üçgenindeki LD, lenfoma açısından tanısaldır. Çocuklarda ayrıntılı preoperatif değerlendirme ile gereksiz LD eksizyonlarından kaçınılmak olasıdır. *** Lymph node biopsy in children G Şalcı, T Soyer, S Ekinci, F Andıran, İ Karnak, AÖ Çiftçi, FC Tanyel Hacettepe University Faculty of Medicine Department of Pediatric Surgery Aim: To evaluate the diagnostic features and results of surgical excision of lymph node (LN) biopsy in children. Methods: Children, who underwent LN biopsy for the last 3 years, were evaluated for age, sex, localization of LN, histopathology and results of surgical excision retrospectively. Results: Ninety patients were included in the study. The mean age of the patients was 9.94 years (1-18 years) and male female ratio was 59:31. The localization of LN were cervical (n:57, 63.3%), axillary (n:13, 14.4%), abdominal (n:10, 11.1%), thoracic (n:8, 7.8%) and inguinal (n:3, 3.3%). The mean size of the LN was 2.49±1.14 cm x 2.0±1.12 cm. In 25.6% of cases, patients were followed with infection treatment without an excisional biopsy for a mean period of 4.25 months (15 days-12 months). Since 3 of patients had thoracic LN compressing trachea, biopsies were performed with local anesthesia. All of the patients underwent excisional biopsy and none of the patients had no peroperative and postoperative complications. When histopathologic findings were evaluated, the most common diagnosis were lymphoma (n:36, 40%), reactive LN (n:19, 21.1%), infection (n:12, 13.3%), histiocyotosis and other benign conditions (n:10,11.1%), metastasis of malign tumor (n:7,7.8%) and follicular hyperplasia of LN (n:6, 6.7%). Patients who diagnosed lymphoma had LN localized at cervical (66.8%), abdominal (16.7%), axillary (11.1%) and thoracic (5.6%). In cervical region the most common localizations of lymphoma were supraclavicular (30.6%) and anterior triangle (27.8%). On the other hand, 61.1% of supraclavicular and 35.7% of anterior triangle LN were lymphoma. Malign tumor metastasis was localized at thorax and cervical region (n:3,27.3%) and abdomen (n:1 9.1%). Conclusion: Half of the LN biopsies revealed malign tumor in children. In children with disseminated LN, especially supraclavicular and anterior triangle were most common localizations for lymphoma. Detailed preoperative evaluation and appropriate decision making avoids unnecessary LN biopsies in children. SS - 118 ÇOCUKLARDA OVER PATOLOJİLERİ, YAKLAŞIM VE PROGNOZU ETKİLEYEN FAKTÖRLER M Günaydın, B Tander, E Gün, Ü Bıçakcı, E Arıtürk, F Bernay Ondokuz Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi A.D Samsun -Türkiye AMAÇ: Cerrahi gerektiren over patolojilerinde yaklaşım ile prognozu etkileyen faktörler irdelendi. HASTALAR VE YÖNTEM: 2005-2015 arasında over patolojisi nedeniyle opere edilen 109 hastanın kayıtları; yaş, yakınma, yön, boyut, erişim yöntemi, ameliyat, torsiyon ve histopatolojik tanı açısından değerlendirildi. BULGULAR: Ortalama 12,45±0,4 yaşındaydılar. Kitleler ortalama 8,7±0,65 cm’di. Yakınma 96’sında karın ağrısı, 13’ünde karında kitleydi. 58’inde sağ, 43’ünde sol, 8’inde bilateral tutulum saptandı. Preoperatif incelemelerde 87 over kisti, 14 over kitlesi, 8 hastada akut karın tablosu saptandı. 76’sına laparoskopi, 24’üne laparotomi, 9’una laparoskopi yardımlı erişim yapıldı. 63’üne over kist/tümör eksizyonu veya deepitelizasyon uygulanırken, 45’ine ooferektomi yapıldı. Histopatolojisinde 76 benign kist (follikül, korpus luteum, seröz kist), 13’ünde benign tümörler (adenom, teratom), 7’sinde juvenil granulosa hücreli, müsinöz kistadenom gibi malign tümörler saptandı. 62’sinde torsiyon vardı (% 56,9). Torsiyon varlığına; öntanının, semptomların, yönün ve histopatolojik tanının etkisinin olmadığı görüldü (p>0,05). Torsiyon olgularına daha fazla açık ya da laparoskopi yardımlı ameliyat yapılmıştı (p<0,05). Cerrahi erişim yöntemine; öntanının, yönün, histopatolojik tanının ve semptomların etkisi olmadığı izlenirken (p>0,05) preoperatif tanı ile histopatoloji korelasyon gösteriyordu. Histopatolojisinde malign saptanan tümörlerin beşi preoperatif kitle olarak, ikisi kist olarak değerlendirilmişti. Histopatolojisinde benign saptanan 13 tümörün 11’i, preoperatif olarak kist olarak değerlendirilmişti. Benign kist rapor edilen 76 hastanın 64’ünde preoperatif kist tanısı konulmuştu. Histopatolojisinde tümör belirlenen hastaların daha yüksek oranda ilk semptomları karında kitle idi (p<0,05). Preoperatif tanının, semptomların, yönün; yaş ve kitlenin boyutları üzerine etkisinin olmadığı belirlendi (p>0,05). Yaşın, erişim yöntemi üzerine etkisi yoktu (p>0,05). Açık ve laparoskopi yardımlı opere edilen kitlelerin boyutları laparoskopi ile opere edilenlerden daha büyüktü. Ooferektomi yapılanların kitle boyutu, diğerlerinden daha fazlaydı (p>0,05). Malignlerin boyutu benignlere göre daha yüksekti (p<0,05). Torsiyon olan ve olmayan hastalar arasında yaş ve boyut açısından farklılık yoktu. SONUÇLAR: Çocuklarda over kitlelerinin büyük çoğunluğu benign kistlerdir. Çoğunda over koruyucu cerrahi yapılabilir. Malign ve büyük kitleler karında kitle ile başvurmakta, açık cerrahi gereksinimi daha fazla olmaktadır. *** OVARY PATHOLOGIES IN CHILDREN, MANAGEMENT AND FACTORS AFFECTING THE OUTCOME M Günaydın, B Tander, E Gün, Ü Bıçakcı, E Arıtürk, F Bernay Ondokuz Mayıs University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Samsun Turkey AIM: Ovarian pathologies in children requiring surgery are evaluated according to factors affecting the outcome. PATIENTS AND METHOD: 109 patients’ records whom operated for ovary pathologies in 2005-2015 were reviewed according to age, symptoms, sides, size of lesions, access method, surgery type, presence of torsion and histopathological diagnosis . RESULTS: Mean age 12,45±0,4 (1day-18year). Size of mass was 8,7±0,65 cm (1-35cm). Main symptoms were abdominal pain (96) and abdominal mass (13). Localizations were right ovary (58), left ovary (43), bilateral (8). Imaging studies revealed ovary cyst (87), ovarian mass (14), acute abdomen (8). Laparoscopy was performed in 76, laparotomy in 24, laparoscopy assisted surgery in 9 patients. The gonad was protected in 63 patients (mass excision , deepitelisation), in 45, ooferectomy was necessary. Histopathologic analysis revealed benign cyst in 76 (folicul cyst, corpus luteum cycts etc) , various benign tumors (adenoma, teratom)(13), different malign tumors (musinous cystadenoma, juvenil granulosa cell)(7), 12 patients had no material for histopathological study. Torsion was present in 62 (56.9%). Diagnosis, symptoms, side, histopathological diagnosis have no significant effect on torsion (p>0.05). In torsion, open surgery or laparoscopy asisted surgery are significantly more (p<0.05). Diagnosis, side, histopathological diagnosis and symptoms have no significant effect on surgical method (p>0.05). Preoperative diagnosis correlated histopathological diagnosis significantly. Eleven of 13 benign tumors were determined cyst preoperatively. 64 of 76 histopathological benign cyst were diagnosed as cyst preoperatively. It was determined that preoperative diagnosis, symptoms, side have no significant effect upon age and size (p>0.05). Age had no effect upon surgical method (p>0.05). Open and laparoscopy asisted cases’ sizes were larger than those with laparoscopy. Ooferectomy mass sizes were bigger than others (p>0,05). Malign tumor sizes were higher than benign cysts (p< 0.05). There was no difference between torsion positive and negative cases according to age and size. CONCLUSION: Most ovarian masses are benign in children, whom ovaries mostly protected. Malign and large masses’ symptom is mostly abdominal mass and open surgery is required. SS - 119 Çocuklarda Ultrasonografi ve floroskopi eşliğinde perkutanöz Hickman kateteri yerleştirilme M Çevik*, S Deniz**, C Çalışkan** *Acıbadem Universitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, İstanbul **Acıbadem Universitesi Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı, İstanbul Amaç: Kalıcı santral kateter bir çok çocuk hastada gereklidir. Ultrason ve/veya floroskopi eşliğinde perkütanöz Hickman kateteri yerleştirilmesi kullanılmaktadır. Bu çalışmada bu teknikle santral vene kateter taktiğimiz hastaları değerlendirdik. Yöntem: Bu işlem için ekibimiz bir cerrah ve girişimsel radyologdan oluşmaktaydı. Santral venöz kateterler floroskopi ve ultrason eşliğinde takıldı. Bu çalışmada hasta verileri retrospective olarak değerlendirildi. Bulgular: Yüz üç hastaya Ağustos 2014 ile Temmuz 2015 arasında Hickman kateteri takıldı. Hastaların yaşları 3 ay ile 19 yaş (ortalama, 9,6yaş)arasındaydı. Hastaların kiloları 5 kg ve 70 kg dan fazlaydı. Kateter silikon tünelli ve Dacron cuff mevcuttu. (7F-12F, iki lümenli), bunların %60’ına 12F çift lümenli 12f kateter takıldı. Kateterizasyon başarısı %100. Perioperatif komplikasyon (ilk 30 gün) 3 hastada (%2,91) ve hepside kan transfüzyonu ve göğüs dreni ihtiyacı olmadan konservatif olarak tedavi edildi. Katetere ilişkin sepsis oranı %1,9 ilk 100 gündeki kateter takılmasında. Sonuç; Ultrasonografi ve floroskopi eşliğinde Hickman kateterinin yerleştirilmesi çocuk yaş, boyut ve tanı göz önünde bulundurulmadan güvenli olarak takılabilmektedir. *** Ultrasound and fluoroscopy guided percutaneous placement of Hickman catheter in children M Çevik*, S Deniz**, C Çalışkan** *Acibadem University School of Medicine Department of Pediatric Surgery **Acibadem University School of Medicine Department of Radiology Background: Permanent central vascular access is necessary for many pediatric patients.The ultrasound and floroscopy guided percutaneous technique of Hickman line insertion has been used . The aim of this study was to evaluate the using this technique for insertion into the central vascular access. Methods: Our team consists of a surgeon and a intensive radiologist. The data were collected retrospectively from database of patients Results: One hundred consecutive Hickman lines were inserted between August 2014 and July 2015. Patients' ages ranged from 3 months to 19 years (median, 9,6 yaş). Patients weighed between 5 kg to more than 70 kg. Lines inserted were all tunneled silicone Hickman lines with a Dacron cuff (size 7F-12F, with 2 lumens), of which 60% were 12F double-lumen lines. Successful cannulation occurred in 100%. Perioperative complications (within 30 days) occurred in 3 patients (2.91%) and were all treated conservatively with no need for either blood transfusion or chest drain. Catheter-related sepsis rate was 1.9% in 100 line days. Conclusion:The technique of floroscopy and ultrasound-guided percutaneous insertion of Hickman line to the central venos accessis safe and is applicable to all children regardless of size, age, or diagnosis. SS - 120 Postoperatif Peritoneal Adezyonların Önlenmesinde Saf Zeytinyağının Etkinliği F Yurdadoğan*, H Sarıhan*, M İmamoğlu*, D Altıntaş Ural*, İ Saygın**, B Çekiç*** *Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Anabilim Dalı, Trabzon **Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı ***Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Anestezi Anabilim Dalı Amaç: Postoperatif peritoneal adhezyona (PPA) bağlı gelişen brit ileusları hala ciddi sorun oluşturmaya devam etmektedir. PPA’ları önlemek için birçok teknik ve madde denenmiş kısmi fayda sağlanmış olmasına rağmen tam bir başarı elde edilememiştir. Bu deneysel çalışmada; antiinflamatuar, doku rejenerasyonunu artırıcı ve hidroflatasyon etkinliğinden dolayı saf zeytinyağının PPA’ları önleyici etkinliğini araştırmayı planladık. Materyal ve Metod: Çalışmada 32 adet dişi rat 4 gruba ayrıldı. Grup 1: 22 french çapındaki iğne ile perkütan olarak 1 ml saf zeytinyağı peritoneal kaviteye enjekte edildi. Grup 2: Laparatomi yapılarak çekum üzerine standart adhezyon modeli oluşturuldu. Grup 3: Standart adhezyon modelinden sonra çekum üzeri 1 ml saf zeytinyağı ile kaplandı. Grup 4: Standart adhezyon modeli oluşturulacak alan üzeri önce 1 ml zeytinyağı ile kaplandı daha sonra adhezyon modeli oluşturuldu. Ratlar 10. gün sakrifiye edildi. Makroskopik olarak Evans’ın adhezyon skorlaması ile morfolojik olarak değerlendirildi. Sonuçların istatistiksel analizinde Kruskal Wallis ve Man Whitney testi kullanıldı. Bulgular: Uygulanan adhezyon modeliyle kontrol grubunda Evans skorlamasına göre 3-4’e ulaşan ciddi adhezyonlar tespit edildi. Grup 3 ve 4’ün makroskopik Evans skorlaması kontrol grubuyla karşılaştırıldığında PPA’ların istatistiksel olarak anlamlı düzeyde azaldığını (p<0,001) aynı şekilde morfolojik olarak da grup 3 ve 4’ün kontrol grubuna göre istatistiksel olarak anlamlı olarak PPA’ları azalmış olarak bulduk. Sonuç: Elde ettiğimiz bu sonuçlarla tıpta çeşitli amaçlarla kullanılan zeytinyağının antiinflamatuar doku yenileyici ve kaydırıcı etkisiyle PPA’ları anlamlı derecede azalttığını gördük. Ayrıca zeytinyağının peritonda inflamatuar reaksiyona yol açmadığını gözlemledik. Ucuz olması ve kolay elde edilmesi ile zeytinyağının PPA’ları önlemede kullanılabileceğini düşünmekteyiz. *** The Efficiacy of Virgin Olive Oil To Prevent Postoperative Peritoneal Adhesions F Yurdadoğan*, H Sarıhan*, M İmamoğlu*, D Altıntaş Ural*, İ Saygın**, B Çekiç*** *Karadeniz Technical University, Faculty of Medicine, Department of Pediatric Surgery, Trabzon **Karadeniz Technical University Faculty of Medicine Department of Pathology ***Karadeniz Technical University, Faculty of Medicine, Department of Anesthesia Aim: Brid ileus which was caused by postoperative peritoneal adhesions (PPA) is still serious proceeing problem. Many techniques and materials were attempted to prevent formation of PPA’s. But there is no absolute success. Here we planned to research the efficiacy of virgin olive oil’s anti-inflammatory, high tissue regeneration and hydroflotation qualities to prevent PPA in this study. Materials and methods: In this study thirty-two female rats were divided into four groups. Group 1: Virgin olive oil was injected percutaneous through peritoneal cavity by 22 french diameter needle. Group 2 : Standart adhesion model was formed on caecum by laparotomy. Group 3: After adhesion model was formed, caecum is covered with 1 ml virgin olive oil. Group 4: After covering caecum with virgin olive oil, the adhesion model was formed. Rats were sacrificed at day 10. Macroscopic evalutions were performed with Evans adhesion scor system. The results were statistically analyzed using Kruskal-Wallis and Man Whitney U tests. Results: We found serious grade 3-4 adhesions in control gruop according to Evans scor system by adhesion model. Compared with control gruop there was an statisticaly significant decline in PPA’s in Group-3 and Group-4 with macroscopic and histopathological evaluation (p<0.001). Conclusion: We found significant decline in PPA by using the efficiacy of virgin olive oil’s anti-inflammatory tissue newer that mostly used in medicine. Also we observed that it did not prompt inflammatory reaction in peritoneum. We believed that virgin olive oil can be used to prevent PPA by being cheap and easy procuring.