Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Transkript
Dergimizi pdf formatında indirmek için tıklayınız
Bilgiyurdu Gençlik Dergisi YIL: 2 SAYI: 8 TEMMUZ-AĞUSTOS 2008 İKİ AYDA BİR YAYIMLANIR ÜCRETSİZDİR Oyuna gelmeyelim: “Türkiye halkları” değil “Türk milleti”; “Çok kültürlülük” değil “Millî kültür ”; “Türkiye mozaiği” değil “Türk kültürü”! 2 İÇİNDEKİLER İçindekiler Mustafa ÖZTÜRK Milli Duygudan Milliyetçiliğe ............................................... 3 Yrd.Doç. A. Vehbi ECER Kültürümüzde Atalara Saygı ................................................ 6 Osman KARABABA Cumhuriyet Travması .......................................................... 7 BİLGİYURDU GENÇLİK DERGİSİ YIL: 2 SAYI: 8 TEMMUZ-AĞUSTOS 2008 İKİ AYDA BİR ÇIKAR ÜCRETSİZDİR. SAHİBİ: Bilgiyurdu Gençlik Eğitim ve Kültür Derneği Adına Dernek Başkanı Mustafa ÖZTÜRK YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: Mustafa İLHAN YAZIŞMA ADRESİ: Sahabiye Mahallesi Otağ Sokağı Kamer Apt. A Blok Nu: 4/3 Kocasinan/KAYSERİ TELEFON: (0352) 232 32 67 WEB: www.bilgiyurdu.org.tr E-POSTA: bilgiyurdu@hotmail.com GRAFİK TASARIM: DEĞİŞİM AJANS (0352) 336 08 48 www.degisimajans.net BASKI: ORKA MATBAACILIK SAN. TİC. LTD.ŞTİ. OSB 43. Cad. No: 11 KAYSERİ (0352) 322 17 00 Yazılar yayınlansın ya da yayınlanmasın iade edilmez. Yazılarda kısaltma yapılabilir. Hukuki sorumluluk yazarlara aittir. Röportaj: Hakan BOZDOĞAN Ziraat Yüksek Mühendisi Ali Şükrü TUNCEL İle Söyleşi ........ 8 Prof.Dr. Cihan DURA Bizim Gerçek Sorunlarımız… ............................................. 10 Mustafa YILDIRIM Dilimizi Bizans Türkleri Bozuyor ......................................... 12 Mustafa Aykut AKŞİT Gençliğe Notlar-4 ............................................................. 14 Mustafa İLHAN Marşlarımızda Cumhuriyet ................................................ 17 İbrahim GÜNGÖR Temel Eğitim..................................................................... 19 Özlem AKŞİT Gençliğin Sevdası .............................................................. 22 Yunus Emre ÖZKAN Tarihsel Süreçte Türkçenin Kirlenmesi................................ 24 M. ÖZTÜRK Batı Emperyalizminin Büyük Oyunu .................................. 26 Yavuz Sezer OĞUZHAN Aydınlıklara İnat Yaşasın Karanlıklar .................................. 29 Yusuf BİLTEKİN Enver Paşa ve Basmacılık Hareketi ..................................... 30 Metin ÖZBEK Teknolojinin Seyir Defteri .................................................. 32 Ahmet ALTAY Söz: Müzik ....................................................................... 34 Ayşegül ERDOĞAN Yaşayan Hazinelerimiz ...................................................... 35 Gülay KAPLAN Şairi Tanımak Adına .......................................................... 36 Genç ATSIZ Hunlardan Günümüze Türk Milliyetçiliği ........................... 37 Duran TAMER Tam Bağımsız Türkiye (Şiir) ............................................... 38 3 FUTBOLDAKİ BAŞARI VE COŞKU Mustafa ÖZTÜRK T ürk Millî Futbol Takımı’nın 2008 Avrupa Futbol Şampiyonasındaki başarısını çeşitli yönlerden değerlendirmemiz gerekir: Her şeyden önce, Türk futbolcuları ve teknik adamları yeteneklerini bir kez daha dünyaya ispatladılar. Zekâ, fiziksel güç, taktik ve strateji bakımından Avrupa’nın en iyi takımlarıyla boy ölçüştüler ve üçü dışında hepsini geride bıraktılar. Böylece Türk milletinin kabiliyeti, futbol alanında da kanıtlanmış oldu. Sevindirici bir başka durum da Türkiye’nin futbol başarısının kardeş ülkelerdeki akisleridir. Sadece Türkiye değildi mutluluktan göklere uçan, Balkanlardan Çin’e değin tüm Türk coğrafyasıydı. Asya’nın Afrika’nın Müslüman halkları da Türkiye’yi içtenlikle kutladılar. Bu muhteşem duygu selinin anlamı üzerinde mutlaka durulmalıdır. Şimdilik şunu diyebiliriz: Demek ki bu insanlar arasında bir bağ ve yakınlık mevcuttur. Bunun yanında, Türkiye’ye değer vermekte ve duygu bağla- mında Türkiye’nin yanında yer almaktadırlar. ABD ve AB’nin Türkiye’ye karşı sinsi plan ve projeler yapıp uygulamaya koyduğu bir zamanda kardeş coğrafyalardan Anadolu’ya sevgi namelerinin gönderilmesi ne kadar güzeldir. Bir toplum acı olaylarda beraber ağlıyor ve zaferlerine beraberce seviniyorsa millettir. Vanlı, Edirneli, Trabzonlu, Hataylı, devlet sınırları ötesinden Bakülü, Kerküklü insanımız Marmara depremi üzerine nasıl ağlamış iseler, bu defa da Milli Takımın başarısıyla sevince gark oldular. Çünkü aynı milletin, aynı tarih ve kültürün evlatlarıdırlar. MİLLİ DUYGU Türk insanını bir anda coşturan, meydanlara döken; kimisini sevinçten ağlatan, kimisini havalara zıplatan nedir? Elbette ki millî duygu… Bu duygu, sadece Millî futbol takımının başarısı sonucu İnceleme MİLLÎ DUYGUDAN MİLLİYETÇİLİĞE İnceleme 4 ortaya çıkmış değildir; milletin kaderi ve değerleriyle ilgili her olayda kendini göstermiştir: Dağlıca olayında milletin tepkisidir. Millet, bölücü teröre “artık yeter!” demek için meydanlara yürümüş, ülkeyi yönetenlere görevini hatırlatmıştır. Millî duygu, İstiklâl Marşı okunurken yürekte kabaran gurur; seferberlik türküleri söylenirken gözlerden dökülen yaştır. Millî duygu, mensubu bulunduğumuz millet için faydalı olmamızı fısıldar bize. “Bu toplum güzel ve güçlü olmalı.” diye söyler. Yine o ses bize, felâketlerde ağlamanın, zaferlerde sevinmenin yetmeyeceğini haykırır. Felâketlerden ders almamızı, zaferleri devamlı kılmamızı ister. şünür ve düşüncemizi hayata geçirirsek, yaprağın ağaç kökünü beslediği gibi kendi milletimizi beslemiş oluruz. Futbolda bir yerlere yükselmek güzeldir ve gurur vericidir ama diğer alanlara da bakmamız gerekmez mi? Ne kadar üretiyoruz? Neler üretip satıyoruz? Fert başına düşen millî gelirimiz nedir ve dünyada kaçıncıyız? Millî gelir adil dağıtılıyor mu? Üniversitelerimizde günde kaç ilmî makale yayımlanıyor? Bilimsel çalışmalarda neredeyiz? Millî duygu, toplum hayatının zorunlu kıldığı iş bölümü içinde, her ferdin mesleği en iyi şekilde yapmasını, görevinin bilincinde olmasını emreder. Bir yer ve kurumdaki aksamanın milletin tüm hayatını mahvedeceğini unutmamamızı öğütler. Tarımda kendine yeten bir ülke iken, şimdi pek çok tarım ürününü ithal etmek zorunda kaldık? Önce meslek ahlâkı ve sorumluluk şuuru… Meslekler, ferdî kazanç kapıları olduğu kadar, aynı zamanda toplumsal hizmet alanlarıdır. Böyle dü- AB ve ABD, neden üzerimize üzerimize geli- Başından beri haklı olduğumuz Kıbrıs davasını neden kaybetmek üzereyiz? yor? Millî eğitim sistemi, neden amaçta belirtilen insan tiplerini yetiştiremiyor? Kime, neye faydan dokunur senin? Düşün de bir yol bul kendine. Kulak ver Akif ’e: Bu ve benzeri sorular üzerinde düşünmeli ve neden geri kaldığımızın sebeplerini bulmalıyız. Yüreğinde birazcık millî duygu olan insan “bana ne” der mi? “Nedir üç, beş alın; bir yurdun alnından boşansın ter.” Millî duygu, milliyetçiliğin temelidir. Başka bir ifadeyle, millî duygu harekete geçerse milliyetçilik ortaya çıkar. Dolayısıyla, halkımızda var olduğunu gördüğümüz millî duygunun milliyetçiliğe yükselmesini sağlayacak işler yapılmalıdır. Türkiye’nin geldiği bugünkü yer itibariyle, mecburuz buna. Yapılacak çok işimiz var. Öncelikle geri ve pek çok alanda dışarıya bağımlı bir ülke olmaktan kurtulmalıyız. Millî kültürümüzü ihmal etmemeli, geliştirmeliyiz. Her alana Türk kültürü ve zevkinin damgasını vurmalı, taklitçiliği terk etmeliyiz. Türkçe, bir bilim dili olacak güce sahiptir. Dilimize güvenelim. Mimaride, sanat ve edebiyatta millîlik gerekir. Millî olmadan evrensel olamazsınız. Anadolu’da kentler, genişlemiş köylere benziyor. Kimliği ve kişiliği olan binalar ya Selçukludan ya da Osmanlı’dan kalanlardır. Onlar da birkaç cami ve kümbettir. Düşünüyorum da Çanakkale’yi, Milli Mücadele’yi anlatan roman sayısı, yirmiyi geçmez. Tarihimizde hiç ele alınmamış, şiiri ve romanı yazılmamış binlerce konu var. Kendini gösterecek yiğitleri bekliyor. Ey Türk! Tam bağımsız ve bu nedenle tüm vatandaşların onurlu olduğu bir ülkede yaşamak istemez misin? Eğer kararın bu ise: Bu vatanın dağını, taşını, kurdunu, kuşunu, denizini, ırmağını, tarihini ve insanını seveceksin. Hastane kapısındaki insanın acısını yüreğinde hissedeceksin. Dertlilerin dert ortağı olacaksın. Mazlumların hakkını arayacaksın. Kimsesizler kimsesi, yoksulların umudu olacaksın. Gözyaşlarını dindireceksin. Gece-gündüz çalışacaksın, yorulacaksın, terleyeceksin. Kendi işin, kendi aşın için. Asalak ve mirasyedi olmayacaksın. Gâvura el açmayacaksın. Zalim karşısında eğilmeyeceksin. Hak-hukuk gözetecek, Türk’ün hakkını kimselere yedirmeyeceksin. Bunun için de fikren, bedenen güçlü olacaksın. Bir şey üretmiyorsan; bir güzellik, bir fikir, bir nesne, bir mal, sen neye yarasın? Ne için varsın? Yeteneğin var ise Arda ve Tuncay gibi futbolcu olabilirsin. Bu da bir tercihtir. Mimar, sosyal bilimci, hukukçu da… Gönlünden hangi meslek geçerse geçsin hiç birine çalışmadan, yorulmadan ulaşamayacağını bilmelisin. Yine bilmelisin ki bu toplum içinde doğdun, büyüdün, kimlik ve kişilik sahibi oldun. Bu toplum sana dilini, kimliğini, mutluluğu verdi. Aile verdi. Ona borçlusun. Türk milleti ve devletine borçlusun arkadaş. Sana bir vatan ve devlet bırakan şehit ve gazilere borçlusun arkadaş? Borcunu ne zaman ve nasıl ödeyeceğini düşünmez misin? Vatanını seversin, biliyorum ama vatan nasıl sevilir onu bilmiyorsun. Magandalık yapıyorsun, millî değerleri yaşamıyorsun. Tarihini bilmiyorsun. Tarihini bilmeyen düşmanını tanır mı? Elbette ki mevcut sorunların sorumlusu gençler değildir ama bu sorunları çözme azim ve kararlığını göstermezler ise sorumlu olacaklardır. Bu nedenle, merak edecekler, araştıracaklar, okuyacaklar ve öğrenecekler. Sonra sıra yapmaya ve üretmeye gelecek. “Şu iş ülkem için yararlı, şu da zararlı” diyebileceği bir bilgi birikimi ve bilinç seviyesi kazanamamış bir insan, ülkesine hizmet edebilir mi? Sevgili gençler! Yaz tatiliyle gelen imkânları değerlendirmek hakkınızdır. Tatilinizi bir deniz kıyısında geçirebileceğiniz gibi, tarihimizin derinliklerine dalıp Orta Asya steplerinde, Conkbayırı’nda, Sakarya boylarında da geçirebilir, hatta şehit atalarınızla o kutlu yerlerde sohbet bile edebilirsiniz. Bu mümkün mü? Elbette mümkündür. Atsız’ın “Bozkurtlar”, Turgut Özakman’ın “Diriliş” ve “Şu Çılgın Türkler” adlı kitaplarını okuyarak ben bunu başardım. Siz de başarabilirsiniz. İnceleme 5 6 İnceleme KÜLTÜRÜMÜZDE ATAL A R A S AY GI Yrd.Doç.Dr. A. Vehbi ECER - Erciyes Ü. Emekli Öğr. Üyesi - El. Mek.: avehbiecer@hotmail.com İ slâm öncesi Türk kültürü ve töreleri içinde ata, baba, ecdat (cetler)… sevgi ve saygısı önemli bir yer alır. Bu gelenek atalarımız Müslüman adını aldıktan sonra da devam etmiştir. Dinler tarihi ve Türk kültür tarihi ile ilgili eserlerde Türklerin atalarına karşı saygı duymayla ilgili uygulamalarına “atalar kültü” adı verilmiş. “Kült” kelimesi tapınma, ayin, ibadet… anlamlarına gelmekle birlikte bizim kültür tarihimizde saygı ve atalarla ilgili yapılan eylem ve törenleri ifade etmektedir. Dinler tarihçilerimizden Prof. Dr. Günay Tümer bu kültür unsurunun, insanların soyundan geldiği kimselere karşı doğuştan (fıtrî) ve doğal (tabiî) olarak duyduğu saygı ve sevgiden kaynaklandığını, İslâmî dönemden önce de var olan, sonra da devam eden hasletlerden (huylardan) biri olduğunu ifade eder (Bkz. TDVİA, IV, 42-43). Biz Türkler, büyüklerimize karşı sağ iken saygı gösterdiğimiz gibi öldükleri zaman da onları hayırla anarız. Bütün Türk tarihi boyunca milletimiz atalarına karşı saygı göstermiş, onların ruhları için kurbanlar kesmiş, atalarının deneyimlerinden sonra vardıkları sonuçların özlü söz haline getirilişine atasözü demiş ve kulaklarımıza küpe yapmışız. Gene aynı saygı anlayışından dolayı ölen büyüklerimizi dualarla defnetmişiz, mezar ve türbeler yaptırarak unutulmalarını engellemiş, onları ata yadigârı olarak korumuş ve sık sık ziyaret ederek de yeni kuşaklara hatırlatmışızdır. Atalarımızın mezar ve türbeleri atalarımıza karşı bir vefa (bağlılık) belgeleridir. Bunlar yeni kuşaklarımızı tarihimize bağlayan, millî duygularımızı ve vatanı sahiplenmemizi sağlayan, kültür tarihimize ışık tutan abidelerimizdir (Bu konu için bak. A.V. Ecer, “Mezarlarımız Tarihimizdir”, Kayseri Türk Ocağı Dergisi, Ekim 2006, Sayı 70). Bu sebeple olmalı ki ölüm yıldönümlerinde, dinî bayram ve kutsal günlerde (kandillerde) atalarımızı ziyaret ediyor ve onlar için hem dualar, hem de hayırlar yapıyor, yemekler yediriyor ve bu geleneğin devamını diliyoruz. Atalarımıza ait eşyaların hatıra olarak saklanması, doğan çocuklara atalardan birinin adının konması geleneği de aynı anlayıştan gelmektedir. Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu bir eserinde (Bk. Türk Millî Kültürü, Ankara 1977, 255-258) eski Türklerin ölülerini silahları, kıymetli eşyaları, teçhizatları, hanımlarının cenazeleri ise takıları ile gömüldüğünü ve bunların ahirette rahat edecekleri düşüncesine sahip olduklarını yazar. Su anlayış atalara saygıyı gösterir. Hun hükümdar ailesinin mezarlarının Bizanslı bir Piskopos tarafından açılması, Attilâ’nın İkinci Balkan Savaşını açmasoyulması Attilâ sına sebep olmuştur (Bkz. Kafesoğlu, 256). Ata kelimesi tarihimizde toplumda saygı kazanmış kimselere unvan olarak verilmiştir, Korkut Ata, Zengi Ata, Sahip Ata… gibi Cumhuriyet döneminde de aynı geleneğin devamı olarak Mustafa Kemal Paşa’ya Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından Atatürk unvanı verilmiştir. İslâm Ansiklopedisinde “Ata” maddesini yazan M. Fuad Köprülü ata kelimesinin “halk arasında büyük bir hürmet, hattâ kutsiyet kazanmış halk bilginleri, şairleri ve hekimlerine) unvan (Bk. İA, II, 711-718) olarak verildiğini yazar. Gene Köprülü Yesevîlikte de büyük saygıdeğer şeyhlere ata lakabının verildiğini anlatır. Atalara saygı insanları tarihini öğrenmeye yönlendirir, özellikle yeni kuşakların kendilerine güvenlerini artırmayı sağlar. Atalarımızın hataları olabilir, ancak onların hangi psikoloji, hangi şartlar altında olduğunu incelersek doğruya ulaşırız. Onların yanılgı ve başarılarından ibret alarak onlardan daha insancıl, sevecen, çalışkan, ahlâklı, yiğit… olmanın yollarını araştırmalıyız. Ata yadigârı eserleri, güzel gelenekleri, abideleri… korumalıyız. Atalarımızın, büyüklerimizin deneyimlerinden yararlanmalı, atalarımızın bizlere emanet ettiği yurdumuzu, bayrağımızı, kültürel zenginliklerimizi korumalıyız. CUMHURİYET TRAVMA MI?... Osman KARABABA C umhuriyet nimetleriyle en yüksek mevkie gelirler, kuyrukları kapıya sıkışınca da “Cumhuriyet devrimleri toplum üzerinde travma yaratmıştır. Bir gecede kıyafetlerini, dillerini değiştirmeleri istenmiştir. Dini yaşama biçimleri ortadan kaldırılmıştır “ diyerek ABD’den himmet dilenirler… Bu sözler o travmanın bir tezahürü… “Cumhuriyetin doğuşu”, “onlar”a travma yaratmıştır. İşte kara taassubun karnındaki üzüm aşı... “Bir gecede yaşananlar travmadır” diyen bu zevatların nedir asıl telaşı? Bilir misiniz onlar neyin hesabında? * * Peygamber Efendimiz(a.s.a)’in dünyaya teşrifiyle Kisra Sarayı da travma geçirmişti. Yıkıldı! Ardından Mecusilerin bin yıllık ateşi de travma yaşadı. Söndü! Ebu Cehil de o travmadan nasibini aldı. Kendi gitti, putları kaldı. Yalan mı? “Kutlu doğum”, Müslümanlar için travma olarak nitelendirilebilir mi? Asla! Bunu ancak insanlığını yitirmiş olanlar söyleyebilir. Öyleyse “İnsanlığa gelen müjde” travma mıdır? Bu nasıl olur? Türk’ü; kula kulluktan, esirine köle olmaktan, ABD-İngiliz mandacılığından kurtaran “Cumhuriyet”, Türk için travma mıdır? “İslamiyet’in doğuşu” kime travma yaratmıştır sizce? İslam olanlara mı gayri Müslim’e mi? Kime? Söylesene! Hürriyeti olmayanın dini olur mu? “Türkiye Cumhuriyeti” kimlere travma yaratmıştır öyleyse? İslamiyet kime travma yaratmışsa onlara! Yani yobazlığa, hurafeye, kara taassuba… * “Travma” var, beşer onunla destanlaşır, ‘insan’ onunla kutsallaşır. “Travma” var, insanın içinde 85 yıl, 1385 yıl yaşattığı ihanetin, kinin, nankörlüğün sebebidir. Bu söylemler, 85 yıldır Cumhuriyeti hazmedemeyenlerin kuyruk acısı… * * “Travma:1. Sarsıntı 2. Bir doku veya organın yapısını veya biçimini bozan ve dıştan mekanik bir tepki sonucu oluşan yerel yara.” O halde “Cumhuriyet”; kimlerin dokusunu bozar, “sosyal demokrasi” kimlerin işine gelmez? Seksen beş yıllık travmadan söz etmek ancak o zihniyetin itirafı olabilirdi.. Aydınlığı istemeyenlerin.. İnsanca yaşamayı hazmedemeyenlerin… Karanlıktan medet uman, dumandan hayat bulan yarasa düşüncelerin… Bir tarikat şeyhinin abdest suyunu içenlerin, içirenlerin… Din ile Allah ile aldatanların… Takiyeli takkelerin… Şeytan evliyalarının… Asıl travma yaşayan işte o zihniyet… * * O zihniyet değil mi “Atatürk’ü sevmiyorum, Humeyni’yi seviyorum. Atatürk olmasaydı, İngilizler olsaydı, haklarım daha geniş olacaktı.” diyerek tarihi katleden, nankörlüğün, ihanetin, mandacılığın sembolü? İşte bunlar kula kulluk edenlerin “eşref-i mahluk” yerine konmasıyla doğan sıkıntıların dışa vurumudur ne yazık ki… Kölelik zihniyetinin, cumhuriyet ışığıyla su yüzüne çıkmış fosilleri bunlar… Yarasa düşünceler ışıktan niye rahatsızlık duyarlar, gözleri olmadığı için değil mi? Beyinsizler cumhuriyeti anlayamazlar bu yüzden… Din düşmanları, cumhuriyet düşmanları… İşte o zihniyet… İnceleme 7 8 Röportaj Ziraat Yüksek Mühendisi Ali Şükrü TUNCEL İle Söyleşi Röportaj: Hakan BOZDOĞAN İ nsanlık tarihinin en eski konularından olan insanların en temel gereksinimlerinin karşılandığı tarım son yıllarda tehlike çanları çalmaya başlamıştır. Tarımsal hayatın şekillendiği topraklar gerek bilinçsiz kullanılması, gerekse de aşırı talepten kaynaklanan tahribata maruz kalmaktadır. Bu maksatla hayatı toprak ve tarım alanlarındaki sorunlarla geçen Ziraat Yüksek Mühendisi Ali Şükrü TUNCEL ile bu röportajı yapmaya karar verdik. Sayın Tunçel, kendinizi tanıtır mısınız? Bolu ili Mudurnu İlçesi Esenkaya Köyü’ndenim. İlkokulu Mudurnu ilçesinde, orta ve liseyi Adapazarı İmam Hatip Lisesi’nde, üniversite ve yüksek lisans eğitimimi de Erzurum Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nde 1978 yılında tamamladım. 1979–1992 yılları arasında bir Devlet Kamu İktisadi Teşebbüsü olan Türkiye Şeker Fabrikaları’nda tarım teknik personeli olarak on üç yıl çalıştıktan sonra, 1992 yılında o zamanki yönetim kurulu başkanı olan Sayın Rıza Kozanoğlu’nun daveti üzerine Kayseri Şeker Şirketi’ne geldim. Sarıoğlan ilçemizde Pancar Bölge Teşkilatı’nı kurdum ve görevlendiğim bölgede 16000 ton plan pancar rekoltesini Boğazlıyan Bölge Müdürlüğü’ne tayinim nedeniyle ayrıldığım 2001 yılına kadar 80000 ton’a çıkarmıştım. Boğazlıyan’da iki yıl görev yaptıktan sonra Kayseri Şeker Ziraat Müdürlüğü’ne getirildim. 2005 yılında Kayseri Şeker’den ayrıldığımda ziraattan sorumlu genel müdür yardımcılığı görevini yürütmekteydim. Halen enerji tarımı anlamına gelen aspir ve kanola gibi yağ bitkileri tarımı ve milli bir yakıt olan biyodizel üretimini hedefleyen bir şirketin tarım koordinatörlüğünü yürütmekteyim. İnsan hayatının şekillendiği canlı doku olan toprak sizce nedir? Toprak, ana kayanın gerek ısı farklılıkları etkisiyle, gerekse yağmur ve kar gibi yağışlar sonucunda parçalanması sonucu oluşmaktadır. Organik maddece zengin olup tarımsal faaliyette en büyük işleve sahip olan bölümü, toprağın yüzeyden tabana devam eden 5 cm.lik bölümüdür. Toprak, Âşık Veysel’in sadık yâri olduğu gibi kıvamının insandan insana farklılıklar gösterdiğine inanılan yaradılışımızın da kaynağıdır aynı zamanda. Tarımsal hayatın ana kaynağı olan toprakların Türk tarımındaki yeri ve önemi nedir? Ülkemiz topraklarının tınlı ya da tınlı kumlu yapıya sahip olan % 36’sında tarımsal üretim yapılabilmekte, % 28’i çayır ve mera, % 30’u ise fundalık, maki ve ormanla kaplı bir yapıdadır. Ekilebilir arazinin ise ancak % 11’i sulanabilmektedir. Genellikle kalker kayalardan ve kalsiyum karbonat kayaların parçalanması sonucu oluşan topraklarımızda kireç miktarı yüksektir. Nüfusumuzun % 65 civarı tarımla uğraşmakta ancak kişi başına düşen tarım arazisinin 10 dekar civarında olması, tarımsal altyapı yatırımlarında büyük maliyetleri gerektirdiğinden, tarımsal sanayiden istediğimiz getiriyi ne yazık ki sağlayamamaktayız. Tarımsal ürünlerin beslenme ihtiyaçlarını karşılamada yeterlilik düzeyi ne durumdadır? Tarım arazilerimiz ve iklimimiz, birçok ürünün üretimine fırsat verdiği halde toprak ve tarım reformundaki gecikmeler, ülkemize ağır bir maliyet getirmektedir. Artan dünya nüfusu, insanlığı gıda savaşlarına doğru götürmektedir. Dünyamızın bir bölümü açlık ve yetersiz beslenme ile karşı karşıya kalmışken, bir diğer kısmı ise güvenli gıda üretimi gibi konulara yönelmiş durumdadır. Dünya gıda pazarlarında satışa çıkan tarım ürünlerinde günümüzde “organik tarım” ya da “globalgap (iyi tarım) belgeleri aranmaktadır. Tarım ürünlerimizde ise organik ya da iyi tarım belgeleri henüz yeterince yaygınlaşamamıştır. Bu konularda yeter- li ve ciddi adımlar atıldığı takdirde gıda maddeleri ihracatımız, her yıl oluşan bütçe açıklarını fazlasıyla kapatabilecek miktarlara ulaşabilir. Bunun için gereken reformlar yapılarak tarımsal üretim ve pazarlamada planlama dönemine girilmelidir. Ancak; üretim ve pazar planlaması yapmadan önce, tarım ve toprak reformunun gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Tarımsal üretim kapasitesinin arttırılması için ne gibi önlemler alınmalıdır? Tarımsal üretimimizde maliyetlerin düşürülerek kalitenin artırılması için yapılması gereken reformların bir an önce gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Bunları mutlak gereklilik sırasına göre sıralamamız gerekirse; 1. Gerekli yasal düzenlemeler yapılarak topraklarımızdaki çok parçalı yapıdan bir an önce vaz geçilerek, bir an önce toplulaştırmaya geçilmelidir. Örneğin toplam olarak 80 dönüm tarlası olan bir çiftçinin tarlaları 8 veya 10 parça yerine 2 veya 3 parça olması halinde üretim maliyetleri düşecek ve tarımsal alt yapı yatırımları da mümkün olabilecektir. Toplulaştırma yapılırken, istenmeyen eğimler, teraslama ile düzeltilebilecek, suyun daha iyi kullanımı için yağmurlama ve damla sulama metotlarına yönelik alt yapı yatırımları da gerçekleştirilebilecektir. Toplulaştırma ile birlikte yapılacak olan toprak ıslahının milli ekonomiye olan yükü, artan verim artışının getireceği kazanç ile kısa sürede geri kazanılmış olacaktır. Yapılacak olan toprak ıslahı ve toplulaştırmanın korunabilmesi için, miras hukuku gözden geçirilerek, birleştirilmiş olan parselleri yeniden bölüşüme uğramaması için gerekli yasal tedbirler alınmalıdır. 2. Köy, kasaba ve ilçelerden başlanarak bölgeler bazında üretim planlamasına gidilmelidir. Bu planlamada bölge, ülke ve uluslararası pazar araştırmaları yapılarak en ekonomik ekim nöbeti oluşturulmalı, gereksiz üretim fazlalıkları ile ekonomik kayıpların önüne geçilerek aynı zamanda da ekim nöbeti ile bu toprakların korunarak çok daha uzun yıllar yüksek kazançlı bir tarımsal üretime imkân vermesi sağlanmalıdır. Pazar ve üretim planlamasının yapılamaması sonucunda, bazı ürünler bazı yıllarda arz düşüklüğü sonucu çok yüksek fiyatlara satıldığından tüketicinin alım gücü yetersiz kalmakta, bazı yıllarda ise arz fazlalığı sonucu maliyetinin de altında çok düşük fiyatlara satıldığından üreticiler ürünlerini tarlada terk etmektedirler. Pazar ve üretim planlamasına ek olarak üretici birlikleri yaygınlaştırılmalı ve dev- let tarafından her türlü denetimin yapılabileceği yasal düzenlemeler yapılmalıdır. Özellikle üretici kooperatif ve birliklerin iştiraki olan şirketlerde yöneticilerin suç işlemeleri halinde, kooperatiflerde olduğu gibi memurin muhakemata göre yargılanabilmelidirler. 3. Toplulaştırma ve toprak ıslahı yapılan köy ve kasabalardaki çiftçiler, kredi ve muafiyetlerle desteklenmelidir. Bu desteklerle ilgili düzenlemeler yapılırken tembelliğe değil ürüne, hatta kaliteye ve yüksek verime destek verilmelidir. İktisaden gelişmiş ülkelerde 100 birim tarımsal ürüne 25 ila 35 birim destek verilirken ülkemizde bu oran ne yazık ki sıfıra yakın bir noktadadır. Türk çiftçisi, bu oranlarda destek gören AB ve Amerika kıta ülkeleri karşısında haksız bir rekabetle karşı karşıyadır. Bu ülkeler tarımsal üretime verdikleri destekleri farklı girdilerde, farklı miktarda uyguladıklarından hem üretimleri artmakta hem de maliyetleri düşmektedir. Doğrudan ürüne destek yapmayıp girdilere destek verdiklerinden % 30 civarındaki destek göze görünmemektedir. Hâlbuki AB üyeliğine giriş ön şartı olarak da bizden tarımsal destekleri kaldırmamızı istemektedirler. Türk tarımını ve çiftçisini bekleyen tehlikeler nelerdir? Yüzyıllardır vatan edindiğimiz bu topraklarda yaşamak için ağır bedeller ödemekteyiz, yüzyıllardır şehit verdik, hala da vermekteyiz. Emperyalist güçlerin bu topraklarda yaşamamıza asla tahammülleri yoktur. Savaşlarla yapamadıklarını barış ortamında yapmanın çabası içindedirler. Bizi bu topraklarda mankurtlaştırmaktan öte, Asya bozkırlarına sürmenin hesaplarını yapmaktadırlar. Bu güçler, satın almış oldukları bankalar vasıtasıyla özellikle tarım kesimimize tarla ipotekleri karşılığı süslü kredi kampanyaları düzenlemekte, ödeme güçlüğüne düşen büyük miktarda çiftçimizin tarlasına ipotek koyarak sahiplenmeye çalışmaktadırlar. Bu oyunların bozulabilmesi için yukarda iki madde halinde özetlediğimiz önlemlerin bir an önce alınması gerekmektedir. Tarımı güçlü, çiftçisi zengin olan ülkenin tüm sektörleri zengin olur. Çünkü tarım, iktisaden gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, tüm sektörlerin motorudur. Değerli görüşlerinden dolayı Sayın TUNCEL’e Bilgiyurdu Derneği olarak teşekkür ediyoruz. Umarız tarım konusunda okuyucularımızın daha duyarlı olmalarına vesile oluruz. Röportaj 9 10 İnceleme BİZİM GERÇEK SORUNLARIMIZ… Prof.Dr. Cihan DURA - www.cihandura.com Sorunlar soyut hak ve özgürlüklerle en azından yan yana tartışılmalı, arka plana atılmamalı, üzerine şal örtülmemelidir. Temel sorunlar çok iyi öğrenilmeli, onların çözümünde sağladığı başarıya göre siyasi parti tutulmalı, seçimlerde oyunu ona göre vermelidir. T ürkiye’de her akşam TV kanallarında, gazetelerde, toplantılarda demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü, … tartışmalar yapılır. Bunlar güzel şeylerdir, yapılmalıdır; ancak yeterli değildir. Çünkü soyuttur, gerçekçi değildir, bir de bir “öncelik hatâsı” ile maluldür. Neden? Çünkü asıl sorunlar, hakikî sorunlar ikinci plana atılmaktadır; başka bir deyişle üretim, istihdam, verimlilik, tüketim, refah sorunları mı dediniz? Hak getire. Medyada yer alan ekonomi programlarına bakıyorum; devlet televizyonu TRT dahil hemen hepsi, onlar da -başka bir açıdan- aynı yolun yolcusu, realiteden uzaklar: Varsa yoksa İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Ulusal 100 Endeksi; varsa yoksa Dolar kuru, faiz haddi… Tarımın, sanayi üretiminin, verimliliğin, işçi ücretlerinin, gelir bölüşümünün… adı bile anılmıyor. Oysa -dediğim gibi- asıl problemler başka, özellikle bizimki gibi ülkelerde… Asıl sorun üretimdir, çalışmadır, verimliliktir, kaynakları adam gibi kullanmadır, kaynakları artırma, hakça bölüşmedir. Ben bu temel önceliği her düşündüğümde, bir kanıt olarak aklıma hep “İhtiyaçlar Hiyerarşisi Teorisi” gelir. Kısaca açıklamam gerekiyor o zaman bu teoriyi. Abraham H. Maslow’un “ihtiyaçlar hiyerarşisi teorisi”ne göre, insan davranışlarını yönlendiren en önemli etken, insan ihtiyaçlarıdır. İnsan ihtiyaçları üst üste beş basamak halinde sıralanabilir. En aşağıdan yukarıya doğru bir hiyerarşi söz konusudur. Bu, şu anlama gelmektedir: İnsanlar yüksek seviyeli ihtiyaçları ortaya çıkmadan önce alt seviyede bulunan ihtiyaçlarını tatmin etmeye yönelir. İnsanın belli bir andaki davranışını “motive” eden, güdüleyen ihtiyaç; o anda duymakta olduğu, henüz tatmin edilmemiş olan ihti- yaçtır. Bu ihtiyaç giderilmedikçe, üst düzeyde olana ilgisiz kalır. Biraz kabaca ama, şu atasözümüz çok iyi anlatıyor teorinin ana fikrini: Aç ayı oynamaz. Maslow’a göre en alttan en yükseğe doğru beş ihtiyaç seviyesi (basamağı) şunlardır: - Fizyolojik ihtiyaçlar (Beslenme, giyim, dinlenme, barınma-konut, ,…) - Güvenlik ihtiyacı (Fizikî güvenlik, gelecek garantisi, düzen ve istikrar, tasarruf, sağlık, sigorta, eğ itim ve öğretim.,…) - Sosyal ihtiyaçlar (Sevme-sevilme, arkadaşlık, ilgi görme, bir gruba üyelik, bağlanma,…) - Benliğe yönelik ihtiyaçlar (Kendi kendini sayma, başkaları tarafından sayılma, güçlülük, takdir görme, başarı, prestij, ün,…) - Kendini gerçekleştirme ihtiyacı (Öz potansiyelini eyleme dönüştürme, yaratıcı gücünü ortaya koyma, büyük işler yapma). Bu teoriden konumuz bakımından çıkarabileceğimiz önemli bir sonuç şudur: İnsanın önce zorunlu ihtiyaçları ile güvenlik ihtiyaçları tatmin edilmelidir. Her şeyden önce karnı doyurulmalı, sırtı pek olmalı, güvenli bir yerde barınmalı, geleceğe güvenle bakmalıdır. Eğer insan açsa, çıplaksa, barınacağı bir konutu yoksa; insan hakları, özgürlükler, hele hele düşünce özgürlüğü lafta kalır. Birey gerçek özgürlüğe, düşünce özgürlüğüne, haklarının bilincine üst basamaklara tırmandıkça, özellikle son basamakta ulaşır. Aç ve çıplak olan, yurtsuz olan, özgür olamaz; istediğin kadar düşünce özgürlüğü tanı, düşünemez bile. Öyleyse insan haklarını, düşünme öz- gürlüğünü, … tam olarak gerçekleştirmek için önce insanın zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak, güvenliğini sağlamak gerekir. Peki bu berikiler, yani temel ihtiyaçlar nasıl karşılanacak? Tabiî önce gündeme getirilecekler, ön plana çıkarılacaklar; ardından, çözümleri için sürekli çaba harcanacak! Aydınlar, bilim adamları, politikacılar kürsülerde, mecliste, açık oturumlarda, üniversitelerde,… bunları tartışacaklar. Ne var ki böyle bir açılım, AKP gibi hükümetlerin işine gelmez. Çünkü söz konusu değişiklik, sofraya halkın da oturtulmasını gerektirir ki AKP’nin, destekçisi iç ve dış zengin kesimlerin işine gelmez. Bundan dolayıdır ki ABD de, onun dümen suyunda olan Avrupa Birliği de, bu ikisinin yerli işbirlikçileri de, Atatürk’ün tanımıyla “dahilî bedhahlar” da halkımızın gerçek sorunlarından hep uzak dururlar; varsa yoksa özgürlükler, varsa yoksa insan hakları, varsa yoksa düşünce özgürlüğü… İnsanları bu soyut tartışmalarla avutur ve uyuturlar. Adı geçen odaklara sormak lazım: Kardeşim insan gibi karnını doyurup -onun bunun sadakasına muhtaç olmadan- iş sahibi olmak, şerefiyle hayatını kazanmak da insan hakkı değil midir? Peki nedir bizim gerçek sorunlarımız, tam olarak? Bizim gerçek sorunlarımız, “temel ekonomik sorunlarımız”dır. Çünkü diğer sorunlarımızın çözümü; örneğin özgürlük, gerçek demokrasi, insan hakları,… çok büyük ölçüde bunların, temel sorunların çözümüne bağlıdır. Kısaca açıklayayım öyleyse ne olduklarını. Her ekonominin bir “ana sorun”u vardır ki o da şudur: İnsan ihtiyaçları sonsuz, kaynaklar ise kıttır. Öyleyse kaynakları kullanırken, en rasyonel (akıllıca) kararları almak gerekir. Rasyonel karar ekonomik kaynakların ihtiyaçlara tahsisi durumunda, mümkün olan en yüksek tatmini (faydayı, kârı, geliri,…) sağlamamızı mümkün kılan, dolayısıyla herhangi bir israfa meydan vermeyen karardır. Karar alacak olanlar bireyler, firma sahipleri, kurum yöneticileri, belediyeler, âmirler, müdürler, rektörler, başbakan, bakanlardır. Ana sorun üç ayrı şekilde karşımıza çıkar: Kaynakların tam kullanılması, kaynakların etkin kullanılması, kaynakların artırılması. -Kaynaklar, yani üretim faktörleri (sermaye, doğal kaynaklar, emek, teknoloji) ve diğer mallar tam kullanılmalıdır. Başka bir deyişle mevcut kaynakların tümünden yararlanılmalı, insanlar işsiz, diğer kaynaklar âtıl olmamalıdır. Bu soruna kaynakların tam kullanılması sorunu denir. -Ana ilkenin bir gereği de “kaynakların etkin kullanılması”dır. Buna kısaca etkinlik sorunu denir ki anlamı şudur: Ekonomik özne kıt kaynaklarını mümkün olan en yüksek tatmini sağlayacak şekilde kullanmalıdır. Örneğin ülkenin kaynakları mümkün olan en iyi amaçlara yönlendirilmeli, hiçbir şekilde israf edilmemelidir. En yararlı mallar üretilmelidir. Önemsiz mallara kaynak ayrılmamalıdır. Kaynaklar dikkatle ve en tasarruflu şekilde kullanılmalıdır. Üretim en uygun tekniklerle gerçekleştirilmeli, o ülke insanları arasında âdil bir şekilde paylaşılmalıdır; öyle ki bir tek bile aç, çıplak, yurtsuz insan olmamalıdır. -Ana ilkenin bir gereği de “kaynakların miktar ve kalitesinin artırılması”dır. Buna da büyüme sorunu denir. Büyüme bir ülkenin, elindeki kıt kaynak miktarını artırması, onların kalitesini iyileştirmesi, bu yoldan üretim kapasitesini artırması demektir. Özetle söylemem gerekirse asıl sorunlarımız şunlardır: İnsanına iş bulacaksın, kimsenin sadakasına muhtaç etmeyeceksin. Kaynaklarını boş bırakmayacaksın, adam gibi kullanacaksın, israf etmeyeceksin. Çalışıp, fedakârlık edip kaynaklarını artıracaksın. Günümüzün hükümetleri bunlardan yalnızca üçüncü sorunla ilgileniyor, diğerlerini, hele hele birincisini ihmal ediyorlar. Öyleyse bu sorunlar soyut hak ve özgürlüklerle en azından yan yana tartışılmalı, arka plana atılmamalı, üzerine şal örtülmemelidir. Temel sorunlar çok iyi öğrenilmeli, onların çözümünde sağladığı başarıya göre siyasi parti tutulmalı, seçimlerde oyunu ona göre vermelidir. Bakın, Atatürk ne demiş: Bireyler düşünür olmadıkça, haklarını bilmedikçe, halk yığınları istenilen yöne, iyi ya da kötü yöne herkesçe sevk edilebilir. Unutmayalım: insanları aç, çıplak, yurtsuz, sadakaya muhtaç bırakıyorlar ki köle kalsınlar, düşünemesinler; güdülsünler, istenilen yöne kolayca sevk edilsinler; özgürlük, hak, hukuk aramak nedir bilmesinler. AKP’ye ve benzeri partilere son seçimde oy vermiş olanlar, yaptıkları tercihin muhasebesini bir de yukarda verdiğim ölçütleri kullanarak yapsınlar. İnceleme 11 12 İnceleme DİLİMİZİ BİZANS TÜRKLERİ BOZUYOR Mustafa YILDIRIM Olan, beyindeki düşünce üretim merkezlerine olacak; çünkü düşünce üretimi ve yaratıcılık, sular, seller gibi akan bir dil gerektirir. O akıcılık olmazsa mağara devrine doğru yol alınırken dilleri yetkinleşen toplumların dilsiz köleleri olunur. M ankenlerin ağzıyla televizyon dizilerinde başladı: İngilizce “incredible” sözcüğünden çevirerek olur olmaz yerde “inanılmaz” ya da “Ay inanmıyorum” dediler. Bozulma yayıldıkça yayıldı. Anadilde ‘yardımcı fiil’ pek az kullanılırdı. Çoğunlukla yabancı dilden aktarılan fiillere “mek” ya da “mak” eklenemeyince “etmek” ve “yapmak” yardımcıları işe yarardı. Kökü Türkçe olan fiillerin tümü binlerce yıldır anadan öğrenilen dile uygun olarak çekim ekleriyle yaşıyordu. Derken Türkçeyi bozmakta üstüne olmayan Bizans İstanbul’u ağzıyla “telaş yapmak” dediler; sonra daha da ileri gidip “panik oldum” ekleniverdi. Ne ki, bozgunun en büyüğü kök fiillerin neredeyse tümüne “yapmak” fiilinin eklenmesiyle dilin ana dizgesi (sistematiği), tümce yapısı kökten bozuldu. Görüntülü yayınları bile kesintisiz bağırarak anlatan ayaktopu anlatıcısının “yitirmek” ya da “kaybetmek” fiillerini kısa görerek, hiçbir gerekçesi olmadan “kayıp yapmak” demesiyle yeni bir kokuşturma dönemi başladı. Gerisini yeni kuşak gazeteciler getirdiler. Haber yazma kuralı olarak en anlaşılırı ve en yalınını yazmak varken onlar uzattıkça uzatmayı büyük yazarlık sanmaya başladılar ve ne yazık ki kökten bozulma devlet yazışmalarına, bilimsel yazılara sızdı. me yaptı), korudu (koruma yaptı) yorumladı (yorum yaptı), açıkladı (açıklama yaptı) yere indi (iniş yaptı), niteledi (nitelemesini yaptı), etkilendi (maruz kaldı) ve daha yüzlercesi. Eylem amacını belirtirken bağlantı kuran güzelim “için” sözcüğü günlük sözlükten silindi. Yerine bir başka dilden sözcük koysalar neyse; ama bir başka güzel “adına” sözcüğümüzü onun yerine kullanarak yozlaştırdılar. “İçin” de öldü; “adına” da. “Adına” sözcüğü bir kurum, bir öbek, bir tekil kişi yerine belirli bir eylemde bulunurken kullanılırdı: Devlet adına gitmek, Ayşe adına imzalamak, aile adına konuşmak vb. Kim başlattı, ilk kez nerede kullanıldı anımsamıyorum; ama şu kısa saçmalık listesi yeterince can yakıcı: Yenmek için (yenmek adına), yapmak için (yapmak adına), şarkı söylemek için (söylemek adına), gözünü çıkarmak için (gözünü çıkarmak adına), dönmek için (dönüş yapmak adına), kazanmak için (kazanmak adına)… sakatlanmak adına; göstermek adına; sevişmek adına… Zırvalık En yaygın kullanılan geçmiş zaman kipiyle vereceğimiz kısa liste yozlaşmanın, dili kökten bitirmenin boyutunu gösteriyor: Gerekçe tümcelerinin başında yer alan “çünkü” nün durumu daha da kötü. Yabancı, ses uyumsuz “zira” sözcüğünü dilimize yeniden yapıştırdılar. Küçük çocuklar bile daha “çünkü’’yü öğrenemeden “zira” diyerek ilk adımlarını atar oldular. Daldı (dalış yaptı), Türkiye’ye girdi (Türkiye’ye giriş yaptı), döndü (dönüş yaptı ya da geri dönüş yaptı), eleştirdi (eleştiri yaptı), geçti (geçiş yaptı), vurguladı (vurgu yaptı), değerlendirdi (değerlendir- Bu tür kullanımda yalnızca sözcük yer değiştiriyor; hiç olmazsa anlam aynı; ama şu “şans” zırvalığı her türlü hoşgörü sınırını zorluyor. ‘Piyango’ ile dilimize yapışan ‘şans’ sözcüğü, iyi sonuçları anlatmakta kullanılırdı. Her ne olduysa, ‘olasılık’ ya da ‘olanak’ ve hatta ‘ihtimal’ , ‘imkân’ bile, bir yana atılarak gelenekselleşen kullanımın tam tersine ‘şans’ kötü durumları da karşılar oluverdi: Top kaybı yapma adına şansımız; sakatlanma şansı; yaralanma şansı; başaramama şansımız; maçta (karşılaşmada) yenilme şansımız; savaşta ölme şansımız… Şu “lazım” sorunu Arı Türkçeye karşı duranların bile diline yapışan Türkçe sözcüklerin yerini yeniden Arapça, Farsça, Ermenice, Rumca sözcükler alıyor: “Sorun” ya da “konu” gidiyor, yerlerine kendisi bir sorun olan “mesele” geliyor; olay, olgu uçup gidiyor ve “vakıa”, “vak’a” yerleşiyor. “Gerekli” sözcüğü birden buharlaşıyor, söylenişi de Türkçeye o denli aykırı olan “lazım” diziden diziye gezerken dillere yapışıyor. Sökebilene aşk olsun. Kendilerini gerilemeye adayanlar, Cumhuriyet devletinin yeminli düşmanları, Türkçeden kaçınmak için ellerinden geleni yaparlardı. Bu tutum siyasal olduğundan anlaşılabilir; ama şu cumhuriyet savunucularının da sözünü ettiğimiz (ama bahis etmediğimiz) yozlaştırmaya kapılıp gitmelerini nasıl açıklayacağız? Dil korumacısına yakışmayacağını bile bile bu davranışa “densizlik” demekten kendimi alamıyorum. Bu arada “Türkçülüğü kimselere bırakmayanlara ne demeli? Hem Türkleri kökenlerine inmeye çağırıyorlar hem de Arapçaya, Farsçaya gösterdikleri dostluğu, korumacılığı, kendi anadil köklerinden türemiş ya da dili geliştirmek için anadil kurallarına uygun olarak türetilmiş sözcüklere “uydurma” diyerek aşağılamadan edemiyorlar. Hem Arapça-Farsça-Ermenice-Rumca karmaşası Kürtçeye karşı çıkıyorlar; hem de Kürtçe karmaşasından daha beter olan “Arapça-Farsça-ErmeniceRumca” karmaşası olan Osmanlıcayı canlandırmaya çalışıyorlar. Oysa Osmanlıcadaki Türkçe sözcük oranı Kürtçeden yalnızca yüzde iki-üç daha azdır. Dilin korunmasını ve geliştirilmesini ana dava edinen gazete yazarları da bu yolun yolcusu oldular. Dilin en önemli korumacıları olan gazeteler, dergiler bugün dili bozmayı iş edinmiş gibiler. Türkçenin zenginleşmesine, güçlenmesine katkıda bulunan, doğru kullanıma özen gösteren yayıncılar, bırakınız kitap dosyası değerlendirmelerinde Türkçe kullanımını birinci koşul olarak öne sürmelerini, yayın tanıtımlarında yoz kullanıma sapıyorlar. Yaşam öykülerini okuduğumuz çok ünlü usta yazarların, örneğin Rifat Ilgaz’ın gazetelerde düzeltmen (çok eskilerde ‘mürettiplik’) olarak çalıştığını okudukça şaşardık. Onca değerli yapıtları ortaya koyan bu kişilerin daha iyi işleri olsaydı, derdik. Oysa şimdilerde gazetelerde öyle haberler, öyle yazılar okuyoruz ki dili-anlatımı düzeltmek için değil de bozmak için uğraşmışlar gibi. ‘Yeni çıkanlar’ raflarına her gün ortalama elli kitap konuluyor. Bu kitapların çoğundaki Türkçe düşmanlığından söz etmek bile yersiz. Aslına bakarsanız günümüzde yayınlanan kitapların dilini-anlatımını düzeltecek yetkinlikte dil-yazın emekçisi bulmak da çok güçleşti. Bu arada bazı iyi niyetli gençler anadili korumak için girişimlerde bulunuyorlar; ancak yabancı sözcük karşıtlığı deyince İngilizce sözcüklerle uğraşıyorlar. Dilimizi yüzyıllarca tutsak alan yabancı sözlüklerden kurtarma ve ölüp gitmekte olan Türkçeyi canlandırmak için uğraşan yazarların ve eğitimcilerin yarım yüz yıllık kazanımlarını bir anda yıkıyorlar. Yakında bu dertlerden kurtulacağız, Osmanlıcaİngilizce karmaşasında ne dil bozukluğunu, ne de anlatım saçmalığını denetlemek gerekecek; çünkü adı üstünde ‘karmaşa’ ve karmaşanın düzeni olmadığından bozulacak bir yeri de yoktur. Olan beyindeki düşünce üretim merkezlerine olacak; çünkü düşünce üretimi ve yaratıcılık, sular, seller gibi akan bir dil gerektirir. O akıcılık olmazsa mağara devrine doğru yol alınırken dilleri yetkinleşen toplumların dilsiz köleleri olunur. İşin aslı; özellikle dil dernekleri bozulmaya karşı günlük sert eleştiriler yöneltmedikçe kimsenin de uyanacağı yok! Ne var ki, iş bununla kalmıyor. Lise öğrencisi kızım birkaç yıl önce diyordu ki: “Edebiyat öğretmenimizin sözlerini anlayamıyoruz; çünkü Türkçe konuşmuyor!” Zeynep şimdi o öğretmeni gibi “zikretmek”, “zira”, muhtemelen” demekle kalmıyor; “hakketen” diyerek dilini “gerçekten” unutuyor. Not: Hakkını yememeli; Türkiye Radyoları ve daha sonraları TRT Türkçeyi doğru kullanma ordusunun başkumandanıydı. Son yirmi yıldır da Türkçe karşıtı saldırının başkumandanı oldu. 16.6.2008 *Mustafa Yıldırım, Ulus Dağı’na Düşen Ateş (Samim Kocagöz 2002 Edebiyat Ödülü), 58 Gün Mustafa Kemal ile Filistin’den Anayurdun Dağlarına, Sivil Örümceğin Ağında, Meczup Yaratmak, Azerbaycan’da Proje Demokratiya, Yü-rekler Kör (şiir) kitaplarının yazarıdır. İnceleme 13 14 Gençliğe Notlar: 4 İnceleme HUKUK DEVLETİ ve POLİTİK CİDDİYET Mustafa Aykut AKŞİT P olitikacılar toplumu idare edebilmek için seçtikleri kolaycı yolda yürümeye devam ediyorlar. Birbirlerinden hiç farkları olmadığı halde her biri kendini ötekinden farklıymış gibi göstermek için ülke sorunlarının en alt sıralarında yer alan konuları gündeme taşıyarak insanların dikkatlerini ana sorunlardan uzaklaştırma gibi yararsız çabaların peşine çekiyorlar. Sorunlar bütün tehlikesi ile ortada dururken onlar milleti avutmak, daha acısı da kendilerini ciddi bir iş yapan adamlar olarak göstermek gibi bir tavra kapılmış gidiyorlar. Ego-manyaklığın en üst düzeylerinde geziniyorlar. Dış politikada atılan adımlar ham meyvelerini vermeye başladı. İçerden ve dışardan beslenen terör olgusunu çözmek için attıkları adımlar terörü daha da azdırıyor ama onlar birbirlerinin açığını yakalayıp, bu açığı günlük politika malzemesi yapma oyununa o kadar kapılmışlar ki gelişmeleri izlemek ve hızla tedbir almak gerekliliğini unutuyorlar. Devlet idaresi bürokratlara, çene yarışı onlara kalmış durumda. Toplum, her gün televizyon kanallarına çıkarak adeta birbirleriyle dır dır yarışı yapan liderler komedyası görmeye alıştı. Öncelikle konu, Ergenekon hikâyesi oldu. Ardından türban konusu geldi. Türban dini inançlarının emri olan örtünmeyi isteyenlerin derdidir. Başörtüsünü siyasi bir simge ve bölücü bir amaç için kullananlar ise iç güvenlik kuvvetlerinin, savcıların ve adalet organlarının derdi olmalıdır. Laiklik; dinsel ilkeleri öne sürerek diğer dinlere inanan vatandaşların ve din özgürlüğünün korunması için bir mekanizmadır. Dini inançların sömürülüyor olması, haklarını korumayı bilmeyen bir zümrenin eylemidir. Dini inançların başka din mensuplarının üzerinde baskı unsuru olarak kullanılması yasalar karşısında suçtur. Onu da engellemek gene savcılarının ve hükümetlerin görevidir. Bu suçu işleyenler iktidar partisi mensupları dahi olsa, kurallar değişmez ve yasaların gereği yapılır. Ülkemizin siyasileri öteden beri, sürekli olarak askeri darbe korkusu yaşarlar. Hepsinin bilinçaltına işlemiştir bu duygu. Ancak hiç bir zaman da kendi eylem ve söylemlerine kulak verip “ben ne dedim” diye sormazlar. Ağızlarından çıkanı kulağı duymayan bu cahil politikacı güruhu ülkeyi meçhule doğru sürüklemekte olduklarını, tanklar sokaklara çıktığında bile anlamazlar. Yalnız kendilerinin “doğru işler yaptığına” iman ettiklerinden anlayamazlar, “mağdur edebiyatı” üretmeye başlarlar. Ülkemiz siyasi tarihinde gerçekte mağdur olmayan, ama “mağdur” rolünü başarı ile oynamış siyasi sayısı bir düzineye yakındır. 15 Ne siyasi partiler ne de milletvekilleri, en son seçim dahil olmak üzere hiçbir seçimde millete şöyle bir söz söylemediler: “Milletvekili olursak – iktidara gelirsek- her gün laf dalaşı yapıp, geziler düzenleyip, meclis lokantasından üç beş lira vererek aşiretin karnını doyurmak, eş dost ağırlamak, seçim bölgelerimizdeki toplantılarda aklımızın erdiği, ermediği her türlü konuda nutuk atmaktan vakit kalırsa sizlerin temel sorunlarıyla ilgilenmeye söz veriyoruz.” Rakı niyetine içtikleri yemin metninde de böyle laflar bulunmamaktadır. Halk artık bu tip politikacılardan usandı, bıktı. Derdimiz onların derdi değil galiba. Oysa milletin derdi geçim derdi. Bunu anlamak o kadar mı zor ki, cebinde yüz lirası olmayan insanlara 10 bin dolarlardan bahsediyorsunuz? Acaba sizin baş derdiniz, toplumu bu yöntem ile uyutmak mı? İngiliz orijinli liberaller ile USA orijinli yeni muhafazakâr demokratların Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldırı üstüne saldırı yapmalarından ve yazılı tuzak kurmalarından bıktık usandık. Onlar saldırma amaçlı fikir hürriyetlerini kullanıyorlar ise biz de TSK’yı her halükarda savunma gerektiği inancıyla savunuyoruz, savunmaya da devam edeceğiz. Türk subaylarını muz cumhuriyetlerinin subayları ile karıştıran liboş aydınlara bir tek sorumuz var: Sizler askerlik yaptınız mı? Hangi gazinoda? İçinde bulunduğumuz yıla kadar 58, 59, 60 sıra numaralı üç hükümet kuran muhafazakar liberal demokratların – demokratlıkları şüpheli – anladıkları ve izledikleri ekonomik çizgilerin kalın ve yalın görüntüsü şöyle görünüyor: Seçim başarısının arkasındaki gizli destek olan tarikat sermayesini, yastık altı edilmiş ve yıllarca biriktirilmiş olan sermayeyi piyasaya sürerek göreceli bir rahatlama yarattılar. Enflasyon rakamları böylece aşağılara çekildi. Adına sıkı para politikaları dedikleri işçi ve memurların maaşlarına zam yapmama, esnafların vergilendirilmesini maksimuma dayama ve tahsili yoluna gitme gibi yöntemlerle nakit para topladılar. Çarklar iki yıl bu yöntemlerle döndürüldü. Bir süre sonra dış borçlanma yolları kullanıldı. 202 milyar dolarla aldıkları borç stoğunu 450 milyar dolara çıkardılar. Yabancı sermayeyi (yatırım amacı ile büyük tavizler ve faizler vererek) çağırdılar; ama yabancılar yatırım yapmak yerine borsaya girerek % 33 oranında kar sağlayıp “paşalar” gibi ülkelerine transfer ettiler. Ülkenin kâr eden etmeyen, stratejik maden yerlerini ve fabrikalar da dâhil olmak üzere her şeyi sattılar. Resmi rakamlara göre 100 milyar dolar dış kaynak, 38 milyar dolar özelleştirme geliri elde edilmiş durumda. Aradan geçen altı yıl içinde 370 milyar dolar sıcak paradan bahseden hükümetlerin şu ana kadar istihdam yaratan yatırımı olmamıştır. Çok büyük bir bölümü hizmetler sektörüne harcanmış olan bu paraların kalkınma görüntüsünü belediyelerin hizmetleri ile sağlamayı yeğledikleri anlaşılmaktadır. Vergileri artırıp tahsilâtını sağlamak, dış borçlar almak, devlet mallarını satarak para kaynağı yaratmak ana politikaları oldu. Elde edilen gelirlerin nerelere harcandığı açık şekilde belli olmamakla beraber, üç aşağı beş yukarı, yapılan işler şöyle: Büyük metropolleri süslemek, göze hoş gelen inşaat işlerine ve yol kaldırım yapımlarına ağırlık vermek, demiryolu onarımlarına para harcamak… Yapılmış olanları beğenmeyip yıkmak ve yerine şehrin bir başka bölgesine yenisi yapmak… Bilerek kaynak israfı anlamına gelen ancak geri kalmış ülkelerde görülen bu ekonomi anlayışı da 2008 yılında tıkandı. Moda sloganlarla ifade edilen “YIK- YAP” lara İnceleme 301. maddenin temel içeriğini “bir milleti aşağılayıcı ifadeler kullanmak, fikirlerini bölücü amaçla yazıp yaymak” eylemi oluşturur. Bu fikir özgürlüğü değildir. Bu eylemi işleyenlerin tavırları “eleştiri” sınırlarını çok çok aşmakta, resmen Türk milletine hakaret edilmektedir. Dünyanın hiçbir devletinin anayasasında veya yasalarında “devlet yıkma hürriyeti” diye bir hürriyet yoktur. Yeni çıkan ve 301. maddede değişiklikler getiren hükümleri heveslerine göre yorumlamak gafletinde bulunacak olanlar hakaret etmek istedikleri insanları fikren karşılarında bulacaklardır. Liberal hakaret etme dedikleri düşünce tarzlarını “Toplumu ağır tahrik etme sonucu isyana sebep olmak da” kamu huzurunu bozma suçu olur ki; Türk Ceza Kanunu’nun ilgili maddesine çarpılabilirler. Türk milletini aşağılamayı “aydın olmak” sanan ego manyak aydın bozuntuları şimdi daha çok dikkatli olmak zorundadır. Sövme hürriyeti elde ettiklerini sanırken dövme hürriyetleri olduğuna inanan insanlar yaratmasınlar. Şu 301. maddeyi dillerine dolayan siyasiler, sahibinin sesi aydın (cık) lara ve dahi hariçten gazel okuyan Avrupalı akıl danelere sormak gerekmiyor mu, hangi Avrupa devletinde vatanı bölmeye uğraşanlara kaç lira maaş ödeniyor? İnceleme 16 örnekler verelim: Şehrimizde yüz yıllık bir eğitim kurumu yıkılarak yeri otopark yapıldı. Uzun yıllar hastane olarak hizmet veren bir kurum yıkıldı. Şehrin dışına yenisinin yapılacağı söyleniyor. Terminal binası yıkıldı, yenisi yapılıyor. Terminalin başka bir amaçla kullanılması düşünülmedi. Yeni bir stadyum yapılıyor. Eskisinin kime ve hangi hizmet alanı için verileceği söylenti halinde… Kentin tarihi dokuları param parça ediliyor. Şehir planlama uzmanlarının en başarılı olduğu işlerin süsleme olduğunu kabul ediyor, onlara haklarını teslim ediyoruz. Bir zamanlar şehrin ana caddelerini süsleyen reklâm panolarında, raylı sistemin 2008 yılı başında hizmete gireceği duyurulmuştu; ama bu yatırım kaynak tüketmeye devam ediyor. İsraf ekonomisi “Şehrimiz güzelleşiyor.” sloganları ile gizlense dahi açlığa, yokluğa çare olmadığı gözlemledik. Şantiyeciliğin kaymağını büyük inşaatçılar yiyormuş. Vebali onların boyunlarına; ama cicim aylarında çok sık söylenen “Devr-i Erdoğan’da hiç zam yapılmıyor.” safsatası bitmiş durumda. “Küçük- Orta Esnaflar” ekonomik ve psikolojik olarak çökmek üzere. Birçoğu da tıkanmış vaziyette akıbetini bekliyor. Seçim bölgelerine giden milletvekillerine esnafın sorunlarının duyurulup duyurulmadığını araştırdığımızda “Söylüyoruz; ama aldırış eden yok.” sözlerini duyduk. Türk milleti politikacıların sözlerine aldırış etmediğini yavaş yavaş öğreniyor. Sosyal patlama ve tepkilerin polis copları ile bastırılamayacağı günlere doğru gittiğimizi siyasi partiler fark ettikleri gün çok geç olabilir. Ispanak alır, satar gibi ticaret ve çıkar metaı haline getirdiğimiz demokrasi, güzelliğini ve büyüsünü kaybedebilir. Ülkemizde dolar milyoneri olan insan sayısı 52 000 kişiye ulaşmış. Demek ki Türkiye yukardan aşağı doğru zenginleşiyor. Millet ise aşağıdan yukarıya doğru yoksullaşıyor. Her iki yükselişin kesiştiği günü düşünmek bile istemiyoruz. sırtarmaya devam ediyor. Tarihi mahalleleri “yık, sat, yap” politikaları bir gün gelecek tıkanacak. O zaman gelince ne yapılacağını ömrümüz olursa göreceğiz; ama bir tahminde bulunacağız. Üç beş katlı binalar yıkılarak yenisi yapılacak. Şehir, caddeleri sökülüp yeniden asfaltlanan şantiye görüntülerinden hiçbir zaman kurtulamayacak. Her yıl bir milyon gence iş bulmak zorunda olan bir ülke için iç açıcı bir gelecek değil bu durum. “Sat-Yap, Borç Al- Yap” diye özetleyebileceğimiz bu eylemler zinciri ekonomik deha değil klasik tüccar anlayışı ve ticaretidir. Yapılan her işte bir mantık vardır ve bu saçmalıkların kendilerince de bir mantığı olabilir. Ancak bu mantık ve yapılan iş ülke kaynaklarının heba edildiği egomanizmin doyurulmasından öteye geçemediği gerçeğini gözden kaçıramaz. Her tarafı süslenmiş ve hatta Lale Devrini hatırlatan “Laleler Çağı” görüntüsü İstanbul’un aç yoksul insanlarını doyuruyor mu? Bu, birkaç milyon romantik ve tuzu kuru insanın gözünü okşar, o kadar. “Türkiye şantiyeye döndü” sözleri bayındırlıktan sorumlu bakanın sözüdür. Bayındır yapma işiyle uğraşan dostlar ile görüşmemizde hiç birinin şantiyecilik işlerinden memnun olmadığını Devlet gibi devletlerde hukuk egemendir. Yasalar, iktidara gelen siyasi parti mensuplarının hevâ ve hevesine göre değiştirilmez. Küçük bir azınlığın talebidir diye anayasa değişikliklerine gidilmesi ciddiyetsiz bir eylemdir. Bu tür tavır ve eylemler devletin düzenini “hukuk devleti” olmaktan çıkarır, yerini “polis devleti” alır ki, böyle bir rejime “demokrasi” denemez. Onun adı oligarşik diktatörlüktür. Diğer bir adı ise “Örtülü Faşizm”dir. Böyle yönetim biçimleri kol gücü ile gelir, omuz gücü ile giderler. Ülkemizin siyasileri öteden beri, sürekli olarak askeri darbe korkusu yaşarlar. Hepsinin bilinçaltına işlemiştir bu duygu. Ancak hiç bir zaman da kendi eylem ve söylemlerine kulak verip “ben ne dedim” diye sormazlar. Ağızlarından çıkanı kulağı duymayan bu cahil politikacı güruhu ülkeyi meçhule doğru sürüklemekte olduklarını, tanklar sokaklara çıktığında bile anlamazlar. Yalnız kendilerinin “doğru işler yaptığına” iman ettiklerinden anlayamazlar, “mağdur edebiyatı” üretmeye başlarlar. Ülkemiz siyasi tarihinde gerçekte mağdur olmayan, ama “mağdur” rolünü başarı ile oynamış siyasi sayısı bir düzineye yakındır. Siyasi olgunluktan ve ciddiyetten uzak politikacılar oldukça, hukuk devleti her zaman tehlikede olacaktır. Bu ülke bunu hak etmiyor, yazık oluyor kaybedilen zamana. MARŞLARIMIZDA CUMHURİYET Mustafa İLHAN M illetlerin nasıl yönetilecekleri, yukarıdan aşağıya veya zorlama sonucu ortaya çıkmaz. Tarih içerisinde yaşadıkları acılar, üstün teşkilatçılık, sıkıntılı dönemler yönetimlerinin şekillenmesinde esas teşkil eder. Dünyanın en eski milletlerinden olan Türkler, tarih sahnesine çıkışlarıyla birlikte hak, hürriyet, özgür yaşama ve bağımsızlık gibi üstün teşkilat ve toplumsal değerleri temsil etmişlerdir. Türkler tarihlerinde “kölelik kurumu” gibi sosyal aşağılamayı kabul etmemiş; bireyi bireye, sosyal sınıfları sosyal üstün bir sınıfa, tabi kılmamıştır. Aksine bireyi ve toplumu yücelten, onun çağdaş toplumlardaki haklarına en erken ulaşmış bir milletleşmeyi gerçekleştirmiştir. Üstün teşkilatçılıkları gereği, kendilerinin nasıl yönetileceğine de kendileri karar vermiştir. Bunu bağımsız yaşama arzusuyla bütünleştirmeyi bilmiştir. Cumhuriyet yönetiminin gereği olan seçimle yöneticiyi belirleme, insan hak ve hürriyetlerini temsil etmede ilk olmuşlardır. Zannedildiği ve başkalarına mal edildiği gibi, çağdaş Türkiye başka coğrafyaların değerleriyle değil, iç toplumsal dinamiklerin hareketlendirilmesi ve keşfiyle kurulmuştur. Bunun içindir ki üstün Türk devlet geleneği ve milli kültüründen yoksun yetişmiş elitler (seçkinler), çağdaş hukuk ve insan haklarını içlerine sindiremezler ve yaşama tarzı yapamazlar. Çağdaş Türkiye, Türk milletinin sadece dirilişi değil, tarih misyon ve şuurunun galebesidir. Onun içindir ki Atatürk, cumhuriyet, vatan gibi kavramlar üzerinde yazılan marş, şiir, türküler antoloji ve ansiklopedilere sığmayacak kadar çoktur. Türkiye Cumhuriyeti, yeni devlet heyecanını yaşatmış olmasından dolayı bir kahramanlık terennümüne dönüşmüştür. Mehmet Zati Arça’nın (1863-1943) Cumhuriyet Marşı bu terennüme öncülük etmiştir. Cumhuriyet, cumhuriyet, en güzel şey hürriyet Nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet! Gazimin sen en büyük yadigârısın bana Nice zahmet, nice emek verdi sana bu millet! Dalgalansın her tarafta şanlı Türk’ün bayrağı Korumaktır ve yüceltmek azmimiz bu toprağı! Bu vatan hiç sensiz olmaz, ey güzel cumhuriyet Milletim öyle demiştir; ya ölüm, ya hürriyet! “Türk milletinin karakterine en uygun idare cumhuriyettir.” ATATÜRK CUMHURİYET MARŞI Beste: Zeki Üngör (1880-1958) Güfte: Celâl Ermem Yurdun tanyerinden doğdu Gün ışıkları ülkünün Ey genç karanlıklar Savaşı var atıl ileri Türk’ten yok ulu bir millet Türk’e açıktır şan yolu Hayat yolu cumhuriyet Tarih gördü yine Hür doğar ve hür yaşar Türkiye Yaşa zaferinle Ey güzel memleket Türkiye Sardı yarasını millet Yaşa, yaşa cumhuriyet 10. YIL MARŞI Son yıllarda, her kesimden seçkinlerin de söylemek ve söyletmek hevesi içinde olduğu bir marştır. Bütün milli ve ülkü dolu heyecanlarımızda, bu toprak- İnceleme 17 18 İnceleme lar için verdiğimiz şehitler adına adeta “yaşatma andı” gibi söylenir. Söz: Behçet Kemal Çağlar-Faruk Nafiz Çamlıbel Müzik: Cemal Resit Bey Çıktık açık alınla on yılda her savaştan, On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan; Başta bütün dünyanın saydığı Başkumandan; Demir ağlarla ördük Anayurdu dört baştan. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! Bir hızla kötülüğü, geriliği boğarız; Karanlığın üstüne güneş gibi doğarız. Türk’üz, bütün başlardan üstün olan başlarız; Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını, Dindirdik memleketin yıllar süren yasını. Bütünledik her yönden İstiklal kavgasını; Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi, Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! Örnektir uluslara açtığımız yeni iz; İmtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitleyiz. Uyduk görüşte bilgi, gidişte ülküye biz; Tersine dönse dünya yolumuzdan dönmeyiz. Türk’üz, Cumhuriyetin göğsümüz tunç siperi , Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde, Türk ileri! CUMHURİYETİMİZİN 50. YIL MARŞI Genç Cumhuriyetimizin 50. yılında kendimizden emin marşlarla gerçek heyecanlarımızı sözlere döktük. Söz: B. Sıtkı ERDOĞAN Müzik: N. Kâzım AKSES Müjdeler var yurdumun toprağına taşına. Erdi Cumhuriyetim elli şeref yaşına. Bu rüzgârla şahlanmış dalga dalga bayrağım. Başka bir tuğ yaraşmaz Türk’ün özgür başına. Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu. Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu. Yılları bir çığ gibi aşarak hafta hafta Koşuyoruz durmadan kadın - erkek bir safta... Elimizde meşale, ilke Atatürk, Işıklarla donattık ülkeyi her tarafta... Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu. Aynı kandan feyz alır bunca toprak, bunca taş. Kılıç tutan bilekler, verdi sabanla savaş. Tekniğin dev nabzında her adım, her dakika, Çarklarda aynı tempo, yüreklerde aynı marş. Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu. Biz yürekten bağlıyız elli yıldır bu yola. “Yurtta barış” ilk hedef. “Cihanda sulh” parola! Koparamaz hiçbir güç bizi millî birlikten, Ata’mızın izinde koşuyoruz kol kola... Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu. Yaşasın hür ulusum, soylu gencim, benliğim, Yaşasın şanlı ordum, sarsılmaz güvenliğim. Ersin elli yıllarım nice mutlu çağlara. Örnek olsun cihana devletim, düzenliğim. Cumhuriyet, özgürlük, insanca varlık yolu, Atatürk’ün çizdiği çağdaş uygarlık yolu. Cumhuriyetimiz 75. yılında yeni bir marşla karşılanmıştır. Yüce Türk Milleti, aziz ve kahraman orduyu selamlayan, inanç ve hürriyet dolu duyguları dile getirmektedir. CUMHURİYETİMİZİN 75. YIL MARŞI Selam yüce milletim Selam ebedi yurdum selam selam Selam şanlı bayrağım Selam kahraman ordum selam selam Bin yaşasın milletim Bin yaşasın devletim Yetmiş beşinci yıla erdi Cumhuriyetim Yüceltir Türk milleti Atatürk’üm seninle Atam bıraktığın En büyük eserinle Güneş gibi parlıyor Yurdumuza hürriyet İnanç oldu bizlere Ulu Cumhuriyet Senin sonsuz hakkın var Minnetle anacağız Senin eserlerini her an yaşatacağız Bizler Cumhuriyetin Sahibi bekçisiyiz İşte 65 milyon Atatürk’ün sesiyiz. 19 TEMEL EĞİTİM İbrahim GÜNGÖR Ö nceki yazımızda “Okulöncesi Eğitim” üzerinde durarak önemini vurgulamaya çalışmıştık. Bu yazıda ise “Temel Eğitim” konusu tartışılacaktır. Eğitimin tanımını hatırlayacak olursak, eğitim bir kültürlenme sürecidir. Eğitim, bireyde istendik davranışlar geliştirme sürecidir. Daha açık tanımı yapılacak olursa, eğitim bireyin davranışında, kendi yaşantısı yoluyla ve kasıtlı olarak istenilen yönde (eğitimin amaçlarına uygun) değişme meydana getirme sürecidir. Bu tanıma göre; eğitim bir süreçtir. Eğitim sürecinde, bireyin davranışlarının istenilen yönde değiştirilmesi amaçlanmaktadır. Davranışlarındaki değişme kasıtlı olarak gerçekleştirilmektedir. Eğitim sürecinde bireyin kendi yaşantıları esastır. Temel eğitim (ilköğretim) ise okulöncesi eğitimi ile ortaöğretim arasında kalan ve ülkemizde ücretsiz, devletin bütün vatandaşlarına götürmek zorunda olduğu zorunlu ve 8 yıllık eğitimi ifade etmektedir. Bazı ülkelerde okulöncesi eğitim, ba- zılarında ise ortaöğretim de zorunlu eğitim bünyesine girmekle birlikte temel eğitim dendiğinde belirli bir yaş grubu (6–14) öğrencilerinin devam ettiği eğitim kurumları anlaşılmaktadır. Temel eğitim Türkiye’de ilköğretim olarak da adlandırıldığı için ilköğretim birinci kademe denildiğinde ilk beş sınıf anlaşılır. İlköğretim ikinci kademede ise eski sistemin ortaokuluna denk gelen 6–7 ve 8. sınıflardan oluşan üç yıllık eğitim akla gelir. Türkiye’de eğitimin eksikleri, yanlışlıkları olduğu yaygın bir görüş olmakla birlikte, bu görüşlerin tamamının doğru olduğu da şüphelidir. Ancak eğitim, amaçları göz önünde bulundurarak değerlendirildiğinde ciddi bir eleştiri yapılmış olur. Onun dışındaki ve özellikle belirli bir veriye dayanmayan eleştiriler keyfidir ve sohbet havasından öteye geçememektedir. Bu durumda öncelikle temel eğitimin amaçlarının bilinmesi gerekmektedir. Bu yazının eleştirileri de büyük oranda amaçlar etrafında olacaktır. O halde nedir Türk Temel Eğitimi’nin amaçları? İnceleme TÜRK MİLLİ EĞİTİM SİSTEMİ ÜZERİNE DÜŞÜNCELER (2) 20 İnceleme toplantılarda yapılarak bilimin verileri ışığında süreç yeniden ele alınmalıdır. Ancak eğitimde güzel uygulamalar da olmuyor değil. Konunun anlaşılması açısından olumlu gelişmeler ve olumsuzluklar başlıkları altında maddeler halinde verilecek olursa; OLUMLU GELİŞMELER Türk eğitim sistemi içinde temel eğitimin amaçları genel amaçlar doğrultusunda üç ana başlık altında toplanmıştır. Bunlar; kişisel bakımdan gerçekleşmesi beklenen amaçlar, insanlık ilişkileri bakımından gerçekleşmesi gereken amaçlar ve ekonomik hayat bakımından gerçekleşmesi gereken amaçlardır. Bu amaçlar maddeler halinde uzunca yer alacağından özet olarak verilmiştir. Bunlar; A.Kişisel bakımdan İlköğretim, çocuğa karşılanması gereken beden, ruh ve toplumla ilgili birtakım ihtiyaçları geliştirecek çeşitli istidat ve kabiliyetleri bulunan değerli bir varlık olduğunu kavratmayı; onu, kişilik ve ahlaki karakter sahibi iyi bir yurttaş olarak yetiştirmeyi amaç bilir. B.İnsanlık ilişkileri bakımından İlköğretim, çocuğa aile içinde ve toplumun diğer üyeleri ile olumlu bağlar kurabildiği ölçüde mutlu bir kişilik geliştirebileceğini, çevresindeki insanlarla iyi işbirliği yapabildiği ölçüde başarıya ulaşabileceğini duyurmayı ve benimsetmeyi amaç bilir. C.Ekonomik hayat bakımından İlköğretim, çocuğa yurdun kalkınmasında insan gücünün en değerli zenginlik kaynağı olduğunu ve bu kaynağı iyi şekilde geliştirmenin en verimli yatırım olacağını kavratmayı amaç edinmiştir. İlköğretim, çocuğa Türkiye Cumhuriyeti’nin insan haklarına dayanan milli, demokratik, laik ve sosyal bir devlet olduğunu, Türkiye Devleti’nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün teşkil ettiğini ve dünya milletleri ailesinin şerefli ve yapıcı bir üyesi olduğunu kavratmayı amaç bilir. Yukarıda sıralanan amaçlara ne denli ulaşılabildiği tartışılmalıdır. Bu tartışmalar bilimsel 1. Şüphesiz en olumlu gelişme son yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesinin en büyük bütçe oluşudur. Ancak yine de yetersizdir, çünkü nitelikli eğitim için bu bütçe de yetmemektedir. Bu duruma rağmen bütçenin bakanlıklar içinde en büyük bütçe oluşu sevindiricidir. 2. Öğretim programlarında davranışçı yaklaşımdan yapılandırmacı yaklaşıma geçilmesi ve değişikliğin sonucu olarak etkinlik temelli öğretimin, öğrencinin merkeze alındığı yaşantıya dayalı yeni bir öğretim anlayışına göre düzenlenmesi çok yararlı olmuştur. Çoklu Zekâ Kuramı gibi yeni anlayışlar doğrultusunda etkinlikler planlanmıştır. Bu değişiklik; araştıran, sorgulayan, hakkını arayan bir neslin yetişmesi açısından iyi olmuştur. Ancak her şey problemsiz bir şekilde gitmemektedir. Aşılması gereken sorunlar vardır. 3. Temel eğitimdeki yaygınlaştırma çabası, kız çocuklarının okullu olmaları yönündeki çabalar da olumlu gelişmeler olarak karşımıza çıkmaktadır. Eğitime yüzde yüz destek kampanyası gibi kampanyalar milletin eğitime sahip çıkmasına yardım etmiştir. OLUMSUZLUKLAR 1. Yukarıda özetlenen amaçlara ulaşılamamaktadır. Bunun önündeki en büyük engel, eğitimin eleyici fonksiyonunun işlememesi, eleme işlemini OKS, SBS ve OSS gibi merkezi sınavların yapmasıdır. Merkezi sınavlar yine olmalıdır, ama eğitim kurumlarında başarısız olanların sürekli bir üst sınıfa devam etmesi de doğru değildir. Meseleye sadece ekonomik açıdan yaklaşıp, maliyet meselesi olarak görmek doğru sonuçlara götürmemektedir. Eğitim kurumları olarak okullar ve öğretmenler yıpranmaktadır. Özetle, sınav odaklı bir eğitim Milli Eğitimin amaçlarına ulaşılmasına engel olmaktadır. Çünkü öğrencinin sadece akademik, zihinsel gelişimine önem vermek zorunda kalıyoruz. Sosyal, duygusal, insani ve ahlaki gelişimine yeterince önem verilemiyor. Bu durum belirli (zihinsel) yönde gelişmiş ama diğer yönleri gelişmemiş insanlar yetiştirmemize neden olmaktadır. Kısaca insan bütün yönleriyle eğitilmelidir. 2. Öğretim programlarında esas alınan anlayışı değiştirmenin beklenen düzeyde faydası sağlanamamıştır. Bunun nedeni olarak öğretmenlerimizin yeni anlayış konusunda yeterince bilgilendirilememesi gösterilebilir. Bir başka neden ise programlardaki kimi etkinliklerin öğrencilerin zihinsel ve bedensel gelişimlerine uygun olmamasıdır. Örneğin; 3. sınıf öğrencisinden maket bıçağı ile maket ev ya da bir yapı yapması beklenmektedir ancak 9 yaşındaki bir çocuk maket bıçağını ayrıntılı işlerde kullanamaz. Çünkü küçük kaslarının gelişimi bu tür işlere henüz hazır değildir. Bu ve bunun gibi bazı etkinliklerin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bakanlığımızın bu yönde çalışmaları olduğu bilinmektedir. 3. Sekiz yıllık zorunlu eğitim gelişmiş ülkelerde 12 yıla çıkarılmış ve bu şekilde uygulanmaktadır. Türkiye’deki sekiz yıllık eğitim yetersiz kalmaktadır, çünkü Türkiye’nin hedefleri vardır, iddiası vardır. Büyük millet olmanın yolu artık iyi eğitimli, donanımlı vatandaşa sahip olmaktan geçmektedir. Bu nedenle 12 yıllık zorunlu eğitime geçememek bir eksikliktir. Aslında Türkiye koşullarında 4–18 yaş arasındaki eğitim zorunlu olmalıdır. Yani okulöncesi eğitim de zorunlu hale gelmelidir. Çünkü okulöncesi eğitim stratejik öneme sahip bir konudur. eksiklik aramak değil, genel sorunlar üzerinde durmak ve temel eğitimin önemine vurgu yapmaktır. Şüphesiz sorunlar bunlarla sınırlı değildir ancak burada sıralanan problemler temel problemlerdir. “Bir zincirin gücü en zayıf halkasının gücü kadardır” diye bir söz vardır. Türk milleti de bir örgüt olarak düşünüldüğünde Türk milletinin gücü en zayıf ferdinin gücü kadardır dense yanlış olmaz. Bu durumda Türk milletinin bütün fertlerini ilgilendiren temel eğitimdeki nicelik ve nitelik artışının doğrudan Türk milletinin gücünü artıracağı da açıktır. Ayrıca temel eğitimdeki kalite artışının ortaöğretime de katkı sağlayacağı unutulmamalıdır. Bu durumda temel eğitimin önemi aşikârdır. Dünyada gelişmiş ülkelerin eğitimde de gelişmiş olduğu gerçeğinden hareketle temel eğitimin hak ettiği değeri görmesi, daha çok yatırım yapılması bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Saygı ve sevgilerimle... GEÇMİŞ OLSUN Dernek Başkanımız Mustafa ÖZTÜRK’ün torunu ameliyat olmuştur. Geçmiş olsun der, acil şifalar dileriz. TEBRİK 4. Eğitimin finansmanı Türkiye için hala büyük bir sorundur. Okul yönetimleri eksiklerini tamamlamak için okul aile birliğine yani velilere başvurmak zorunda kalmaktadırlar. Öğrenciden toplanan aidatlar öğretmen öğrenci ilişkisini zedelemektedir. Üyemiz Bilgehan PINARBAŞI evlenmiştir. Genç çifti kutlar, ömür boyu mutluluklar dileriz. 5. İlköğretimin sonunda etkili bir yönlendirme yapılamamaktadır. Burada sorun okulların yaptığı yönlendirmenin bir müeyyidesinin olmamasıdır. Bu yönlendirme (daha doğrusu sıralama ve yerleştirme) OKS ile yapılmaktaydı, artık SBS’ler ile yapılacaktır. Bu da sağlıklı bir yönlendirme değildir. Üyemiz Erol IRMAK evlenmiştir. Genç çifti kutlar, ömür boyu mutluluklar dileriz. Sonuç olarak burada amaç kusur ya da İnceleme 21 İnceleme 22 GENÇLİĞİN “SEVDASI” Özlem AKŞİT Gençler unutmamalılar ki; “Aşk eski kafalı bir düşüncedir”. Gücünü gönül denen derin bir kaynaktan alır ve o kaynağın özünü de ruhun kendisi var eder. “Uzanmışım kumsala, güneş damlar içime, düşlerimle baş başa tatildeyim…” psikolojisinin gamsız kollarına ruhunu alabildiğine bırakmış genç insanlarımızın bu yazıyı okuyacağına pek ihtimal vermiyorum. Zira onlar, zaten Türk toplumunun şu son yirmi yılda (Ya da başlangıç süreci ilk Dallas dizisinin Türk toplumunu esir aldığı makûs tarihten itibaren de olabilir) içine girdiği büyük yapısal değişim ve dönüşümün çoktan birer parçası olarak yerlerini aldılar. Ancak bu yazının düşündürücü yolculuğuna çıkmak isteyenler yaz rehavetinden ve toplumsal bilinç uykusuna bir türlü yatırılamamış olan gece ya da gündüz uyanıklılık halinden aldıkları yüksek değerler yüzünden bir türlü kurtulamayanlar, daha doğrusu “insomnia” yani bir türlü uyuyamama hastalığına toplumun tümü adına bilerek ve isteyerek muzdarip olmuş, Türk toplumunun götürülmekte olduğu gri ufkun yolculuğunu berrak bir perdeden izleyebilen, yazdan, yalancı düşlerden nasibini alamayanlar olacaktır 68’li kuşaklar farklı, 70’li kuşaklar farklı ve 80’li kuşaklar farklı farklı olaylara imzalarını atmışlar, onlarla birlikte bazı kavramlar da yeniden tanımlanır ve farklı şekillerde yaşanır olmuştur. Örneğin “sevda”, ”sevgi”, ”aşk”, ”bağlılık”, ”aile”... gibi kavramlar şimdilerde iyice tartışılır ve toptan bir yeni tanımlamaya ihtiyaç duyacak biçimde günümüz gençlerince farklı yaşanır haldedir. Elbette değişim kaçınılmazdır, hatta gereklidir de… Ancak bahsetmek istediğim değişim Türk toplumu aile yapısında sarsıcı etkileri olan bir değişimdir. Konu, adı üstünde, toplumun dinamik beyinleri gençler, onların sevdayı algılayışları, sevgi ve aile anlayışları ve bu anlayışların modern Türk toplumu içinde kentlerden köylere değin ne denli değişimlere uğramakta olduğu üzerine bir gözlem. Son yıllarda kozmetik sanayinin devasa gücünün ülkemizle buluşmasıyla kadınlarımız daha çok ve daha farklı kavramlarla da buluştular. Güzelleşmenin gitgide ikonlaştırıldığı ortamda uygun şartlara kavuşan her genç, kız bedensel güzelliği yakalamaktan başka bir şey düşünemez oldu. Moda ve reklâmlar da genç kız ve erkeklerin tüm kavramlarını belirleyici roller üstlendiler. Yaratılan her slogan, gençlerin bedensellik, sevgi, aşk, beraberlik, sadakat gibi kavramlarında öğretmenden öte öğretici etki yarattı. Bir cep telefonu reklâmındaki tek söz, gencin hayatında anne babasından daha güçlü bir etkiye ve yönlendiriciliğe muktedir oldu. Daha genç, daha güzel, daha çekici, daha etkileyici olmak üzerine yapılan her hesap, plastik cerrahi alanının gelişmesine katkıda bulunurken sevgi üzerine yapılan her yatırımın çehresi değişti. Bedenselliğin bu kadar önemsendiği bu çağda aşk ve aile kavramları ters yüz oldu. Kadınımız kabuğundan sıyrılıp yeni bir görüntü sergilemeye başladı. Cinsel gücünün farkına varan, taşralı olsun, şehirli olsun, pek çok kadın bu gücünü daha rahat kullanabileceği rahatlığını içinde taşımaya başladı; tümü için söylenemese de özgür kadınlar çoğaldı, Küreselleşme rüzgârlarının toplumlara getirdiği toz bulutlarının en kumullu olanlarından biri de popüler kültür adı altında gençliğin taşıdığı değerlerin belli istendik yönde değiştirilmesi ve istendik davranışlar, eğilimler yaratılması artık herkesçe bilinen gerçeklerden biri değil midir? Müzik, sanat, spor, moda gibi tüm alanların içine sinmiş olan bu ortak şifrede ele alınan “özgürlük, farklılık, isyan, reddedicilik, kendi rüzgârlarında yol alma, hayatını sil baştan tanımlama” gibi normalde gençlerin içinde potansiyel olarak mevcut olan kavramlar sloganlaştırılarak yeni bir gençlik türü biçimlendirilmiyor mu? Bu, yıllarca başarılı olmuş bir yöntem olarak her nesli istendik biçimde şekillendirmiş, toplumsal çehreler değiştirilmiştir. Toplumumuz bir çok alanda buhranlı geçişlerden birini yaşamaktadır. Türk kadını, Anadolu kadını olmak merkezli taşıdığı misyon ve değeri modern çağın getirdiği zihniyetler doğrultusunda yeni anlayışlarla değiştirmektedir.21’inci yüzyıl Türk kadını daha bağımsız, irade olarak daha güçlü, ama kendini geçmişle günümüz arasında bir yerde daha doğru tanımlama yetisinden yoksundur. doğal olarak da bu özgür kadınların peşinden giden ve servet avcısı kadınlara yem olan erkeklerin artışıyla özellikle metropol kültürü içinde yaşanmaya başlayan ilişkilerin Amerika’nın New York şehrinde yaşanan tek gecelik ilişkilerden farkı kalmadı. Yalnızlığın buruk-tatlı gücüne sahip olan her insan, aile kavramından uzaklaşmaya, yeni ama devamlılığı olmayan ikili ilişkilerin peşinde yaşamaya başladı. Modern Türk insanı aşkın şifrelerini değiştirerek aşk anlayışını bozmaya devam ediyor. Libido aşkını gönül aşkına tercih eden erkekler ya da kadınlar birlikteliklerini sürdürdükleri sevgili yerine koydukları kadının ya da erkeğin gerçek gönüllerinin leylası ve mecnunu olmadığının ayrımına yeni yeni varmaktalar ya da cinsel açlıkları bittiği gün bu farkı çok şeyi yıktıktan sonra fark edecekler. Erkekler için de bu dönemde kavramlar değişti. Böyle baş döndürücü et pazarı görüntüsü içinde erkek, gönlüne hitap edeni değil gözüne hitap edeni seçme tutkusuna girdi. “Allah çirkin şansı versin” sözünün hükmü ve çirkinin şansı hemen hemen hiç kalmadı. Ne yazık ki bu trajikomik insan yaşamları ve ailelerin git gide çözülmesi, sosyologlar ve psikiyatrların git gide daha sıklıkla dile getirdikleri bir gerçek. Gerçek aşkın gönül denen soyut kafeste yaşamasını yeniden umut ettiklerinde beyinlerindeki mânâ gücüne yeniden kavuşacak ve aşk kavramı siyah beyaz filmlerin,”Hatırla Sevgili” gibi dizilerin nostaljisi ile sınırlı kalmayıp layık olduğu yere geri dönecektir. Türk kadını pek çok açıdan dünyadaki değişimleri takip edebiliyor ve belli bir yaşam standardına ulaşmış kadın profillerinin günümüz dünya yaşantılarını taklit edebildiği de gözlemleniyor. Daha düne kadar Hollywood kadın film sanatçılarının sergilediği tavır ve davranışlar şimdilerde görülen tanıdık manzaralar şeklinde ortaya dökülüyor. Örneğin genç erkeklerle hayatını kurma düşünce tarzı, üçlü ilişkiler ya da kimin kimin sevdiği olduğu çözülemeyen kısa soluklu karışık ilişkiler, televizyonlar sayesinde daha meşru sergileniyor ve kadın programlarında akla hayale gelmedik, daha başka çarpıklıklar sanki doğal bir yaşam formuymuş, herkes yapıyormuş gibi sunularak toplumda yaygınlık kazanması sağlanıyor. Maalesef gerçek olan şu ki bu sonuç da getiriyor; çünkü çekim yasasına göre bir olumsuz olay birçok olumsuzluğu da beraberinde getiriyor ve ataların dediği üzere “üzüm üzüme baka baka kararıyor”. Toplum iyileri taklit edebildiği kadar kötüleri de taklit ediyor ve medya, reklamlar, billboard afişleri, duraklardaki ticari sloganlar sayesinde toplum özellikle de gençlik ciddi bir dönüşüme giriyor. Peki, bu iç bulandırıcı hızlı dönüşümün bizzat içinde yaşayan gençler neler kaybediyor? Tabii ki onlar sevebilme, severken güvenebilme, sırtını dayayabilme, hayata doğru güvenle yürürken yanında güvenilir bir hayat arkadaşı taşıma ve her şeyiyle inanabileceği, sevip yüceltebileceği uğruna ölünebilecek değerde bir insana sahip olma umudunu kaybediyorlar. Evliliği en son anlara ertelenmesi gerekli bir iş olarak görüyorlar ve gelip geçici ilişkiler içinde doğru insanı tanıma ihtiyacına giriyorlar. Bunları yerine getirirken de toplumsal değerler ve sınırlarını göz ardı etme yoluna gidiyorlar. Tüm bunlar vıcık vıcık ilişkileri ve yozlaşmayı beraberinde getirirken en önemli duyguyu “ gerçek aşkı” kaybediyorlar ya da yaşadıklarını aşk zannederek kendilerini aldatıyorlar. Gençler unutmamalılar ki; “Aşk eski kafalı bir düşüncedir”. Gücünü gönül denen derin bir kaynaktan alır ve o kaynağın özünü de ruhun kendisi var eder. Öyle görünüyor ki tıpkı zengin öze ulaşmak için meyvenin kabuklarını tek tek kaldırıp çürüttükten sonra öze doğru hızla ilerleyen kurtçuklar gibi küresel toplum mühendislerinin değer katmanlarımıza tek tek nüfuz eden özde de pırıl pırıl sağlam duran Türk toplumunun en bozulmamış ayakta duran gücü olan aile yapımıza gençliğin sevdasıyla oynayarak nasıl ulaşabileceklerini, uyku ile uyanıklık arasında, bir süre daha izleyeceğiz. Köylerden kentlere dek sosyal yapımızı çok derinden değiştirecek olan etik bozulmalara karşı çözüm üretebilmemiz ise kapitalizmin moda, reklâm, medya ve ticaret gibi hırsla dönen dev çarklarının arasında imkânsız gibi görünüyor. Ancak bizi biz yapan değerlerimizi ve insanlarımızı sıklıkla hatırlayabilir ve hatırlatabilirsek kendimizi sağlıklı bir biçimde düze çıkarırız diye düşünüyorum. Bunlardan bir tanesi, bugün aile değerlerini ve fertlerini bir arada ve ayakta tutmaya çalışan ABD’nin bazı kanallarında Türk filmlerinin gösterilmekte olduğunu bilmektir. Diğeri de sevgili ulu önderimizin şu sözlerini tekrar tekrar hatırlamaktan yorulmamaktır: “Biz her açıdan medeni insan olmalıyız. Çok acılar gördük, bunun sebebi dünyanın durumunu anlayamayışımızdır. Fikrimiz, zihniyetimiz tepeden tırnağa medeni olacaktır. Şunun bunun sözüne önem vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslam âlemine bakın. Zihniyetlerini fikirlerini medeniyetin emrettiği değişim ve yükselişe uydurmadıklarından(burada değişimi algılayarak çözümler üretebilme kabiliyetinden yoksunluğu ima etmiştir, birebir taklitçiliği değil!) ne büyük bir felaket ve ızdırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız ve en nihayet son felaket çamuruna batışımız bundandır” Türk gençliği medeniyet ve modernlik anlayışının dıştan gelen akımlarla ve küresel reklâmlarla ve rüzgârlarla oluşamayacağının ayrımına vararak kendi sevdasını, kendi sevgi, aşk sadakat, aile gibi temel değerlerini yine kendi türkülerinden, kültüründen, edebiyatından, şiirlerinden, Anadolu felsefesinin içinden çıkarmaya çalışmalı; kendi modern yaşantısını kendi temellerinin üzerine bina etmelidir. İnceleme 23 24 İnceleme TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKÇE’NİN KİRLENMESİ D il milli varlığın, birliğin ve kültürün temelidir. Dil bir milletin en değerli varlığıdır. Milleti millet yapan, kültürü oluşturan bütün değerler dilde saklıdır. Peyami Safa bir sözünde: “Bir milletin bütün zekası, bilgisi, hassasiyeti dilinde toplanır. Dil onun varlığıdır, müdafaasıdır, başka millet üzerindeki tesirinin en güçlü silahıdır.” diyerek dilin önemini ortaya koymuştur. Dünyanın en zengin, en köklü ve en güzel dillerinden biri olan Türkçe’miz tarih boyunca birçok dille ilişkiye girmiş ve bu dillerle sözcük alışverişinde bulunmuştur. Fakat son yıllarda Türkçe’miz, diğer dillerle girdiği iletişim neticesinde öz değerlerinden ve öz soluğundan uzaklaşmış ve yatağını yabancı sözcüklere bırakmıştır. Bu durum Türkçe’nin kirlenmesine ve yanlış kullanılmasına yol açmıştır. Milletin en değerli varlığı olan dilin kirlenmesi doğal olarak kültürümüze de zarar vermiştir. Bugün dilimizde gözlemlediğimiz yabancılılaşma ya da kirlenme aslında yeni bir durum sayılmaz. Türkçe tarihi gelişimi içerisinde değişik kirlenme dönemleri yaşamıştır. 13. yüzyılda Yunus Emre ile öz sesini ve soluğunu bütün yönleriyle ortaya koyan Türkçe bu yüzyıldan sonra hor görülmeye, aşağılanmaya ve kirlenmeye başlamıştır. Dilimizi ilk olarak Arapça ve Farsça’ya köle ettik. Selçuklu-Osmanlı İmparatorluğu döneminde dilimize ilk giren yabancı sözcükler Arapça’dan ve Farsça’dan gelenlerdir. Dilbilgisi kurallarını da beraberinde getiren bu sözcükler zamanla çoğalmış ve Türkçe’nin önüne geçmiştir. Arapça, Farsça ve Türkçe’nin karışımıyla oluşan ve karma bir dil olan Osmanlıca bu dönemde ortaya çıkmıştır. 16. yüzyıldan sonra Arapça ve Farsça’ya yöneliş daha da güçlenmiştir. Bu iki dilin Türkçe üzerindeki etkisi büsbütün artmış ve Osmanlıca ile halkın konuşma dili arasında büyük bir uçurum oluşmuştur. Bir zamandan sonra kendilerini Arapça’nın ve Farsça’nın büyüsüne kaptıran Türkler öz dilleri- Yunus Emre ÖZKAN - yemreozkan@hotmail.com ni hor görmeye ve aşağılamaya başlamıştır. Milli bilincin yetersiz olduğu Osmanlı İmparatorluğu’nda Türkçe anlatım gücü olmayan kaba bir dil, çadır dili ve avam dili olarak nitelendirilmiştir. Böylece Türkçe’nin ilk problemi başlamıştır. O dönemlerde Türkçe’nin içinde bulunduğu bu sıkıcı durum atasözlerimizde de dile getirilmiştir: “Türk’ün iti kente inicek Farisice ürür.” Bugünkü söyleyişiyle: Türk’ün köpeği şehre indiği zaman Farsça havlar. Söylemek bile fazla, atasözleri, uzun gözlem ve deneyimlerin ürünüdür. Âşık Paşa’nın şu yakınması da durumun ciddiyetini ortaya koyan başka bir örnektir: “Türk’ün diline kimseler bakmaz idi, Türklere asla gönül akmaz idi.” Bu sözler hiçbir açıklama ve yorum gerektirmeyecek biçimde, insanımızın ana dili duyarlılığındaki yozlaşmayı ve yabancılaşmayı çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyor. 13. yüzyılda başlayan Arapça ve Farsça’nın dilimize etkisi 19. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu yüzyıldan sonra dilimizi kurtarmaya çalıştığımız Arapça ve Farsça sözcüklerin arasına Fransızca sözcüklerin de girmeye başladığı görülür. Batı ile ilişkilerimizin Fransa ile başlaması, yapılan ilk çevirilerin Fransız yazarlardan yapılması, gençlerin öğrenim için Fransa’ya gönderilmesi, doğal olarak Fransızca sözcüklerin dilimize girmeye başlamasına yol açmıştır. Önce Arapça ve Farsça’ya teslim olan Türkçe’miz, Tanzimat’tan sonra Fransızca’ya teslim olmuştur. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra, Atatürk sayesinde öz sesini ve soluğunu tekrar kazanmaya başlayan Türkçe’miz, Atatürk’ün ölümünden ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra ise Amerika’nın yani İngilizce’nin boyunduruğuna girmiştir. Türkçe’mize son yıllarda Batı dillerinden özellikle İngilizce’den bir kelime akını başlamıştır. Başlangıçta birkaç kelime ile sınırlı olan bu kelime girişi zamanla Türkçe’mizi istila şekline dönüşmüştür. Türkçe’miz son yılarda içten ve dıştan ağır saldırılara uğramış, ölümcül yaralar almıştır. Özellikle günümüzde, İngilizce Türkçe’nin önüne geç- miştir. Çocuklarımızın ve gençlerimizin beyinleri, “yabancı dille eğitim” ile birileri tarafından İngiliz dili ve edebiyatının seçkin örnekleriyle İngiliz kültür ve medeniyeti lehinde yıkanmaktadır. Bu durum, günlük hayatımızda hem Türkçe’de karşılığı olduğu halde yabancı sözcüklerin kullanımı hem de Türkçe’nin yanlış kullanımı şeklinde karşımıza çıkmıştır. Türkçe’mize gereken önemi vermediğimiz ve onu koruyamadığımız için bugün yanlış yazılan, bozuk okunan, hatalı konuşulan bir Türkçe ortaya çıktı. Dilimiz bozuldukça siyasi ve sosyal ahlakımız da bozuldu. Artık Türk’ün köpeği şehre indiği zaman İngilizce havlıyor. Bugün de Türk’ün diline kimseler bakmıyor. Yabancı dillerin havasını soluyarak yetişen gençlik kendi toplumuna, kendi öz değerlerine yabancılaşıyor. Ne kendisi kalabiliyor ne başkası olabiliyor. Türk milleti olarak bu korkunç durumun önüne geçmeli, Türkçe’mizi sevmeli ve korumalıyız. Çünkü dilimizi kaybedersek her şeyimizi kaybederiz. Kıymetli Bilgiyurdu okurları sözlerimi büyük Türkçü Hüseyin Nihal Atsız’ın bir sözüyle tamamlamak istiyorum: “Ordusunu kaybeden bir millet tehlikededir. İstiklâlini kaybeden bir millet korkunç bir felakete düşmüştür. Dilini kaybeden bir milletse yok olmuş demektir.” Türkçe konuşun, Türkçe düşünün, Türkçe sevin, umudunuz Türkçe olsun. Saygı ve sevgilerimle esen kalın. UNUTMADIK! UNUTMAYACAĞIZ! SREBRENİTSA (11 TEMMUZ 1995) KARABAĞ - HOCALI (25 ŞUBAT 1992) İnceleme 25 26 BATI EMPERYALİZMİNİN İnceleme BÜYÜK OYUNU M. ÖZTÜRK Oyuna gelmeyelim: “Türkiye halkları” değil “Türk halkı”, “Türk milleti”; “Çok kültürlülük” değil “millî kültür”; “Türkiye mozaiği” değil “Türk kültürü” diyelim. Ç ağımızda en çok kullanılan ve önem verilen kavramlar: Demokrasi, insan hakları ve barış… Düşünürler tezlerini bunlar üzerine bina ederler, siyasetçiler dillerinden düşürmezler, hükümetler programlarında en geniş bölümleri bunlara ayırırlar. Kısacası herkes, bu evrensel değerlerin yanında ve hizmetinde görünür. Birleşmiş Milletler (BM) adlı örgüt, milletler ve devletler arasındaki anlaşmazlıkları çözüp dünyaya barış getirmek amacıyla kurulmuştur. Hemen hemen her ülkede “demokrasi, insan hakları, barış” sözcüklerini kendilerine ad yapan dernekler, vakıflar vardır. Görünüşe ve söze bakılırsa, bu kadar gayret ve uğraş karşısında dünyamızda barışın egemen olması, zulmün de ortadan kalkması gerekirdi. Oysa bugün, bu saatte eski çağlarda bile yaşanmamış zulümler, katliamlar birbirini izlemektedir. ABD’nin işgali altındaki Irak’ta bir günde öldürülen sivil insan sayısı 50’nin altına düşmüyor. Irak’ta 5 yılı aşan ABD işgalinin faturası çok ağır ve korkunç… 22 milyon nüfusa sahip bu İslam ülkesinin tüm zenginliklerini vahşice sömürdükleri yetmiyormuş gibi, 1 milyon 30 bin kişinin ölümüne, 6 milyon çocuğun yetim ve öksüz kalmasına, 2 milyon kadının dul kalmasına, 1 milyonu aşkın kişinin engelli olarak yaşama mecburiyetinde kalmasına, 4 milyon kişinin ülkesini terk etmesine sebep olmuşlardır. Bu korkunç insanlık trajedisini yazanlar, Irak’a barış ve özgürlük getirecekleri savıyla yola çıkmışlar asıl niyetlerini bu güzel iki sözcüğün arkasına gizlemişlerdi. Irak halkı emperyalizmin yalanına inanmış olmalı ki işgalcileri çiçeklerle karşıladı. Kendi mezarını kazdığının bilincinde değildi. Halbuki, daha dün gibi kısa bir zaman önce, Batı emperyalizmi 850 bin Cezayirli’yi, 200 bin Bosnalı’yı katletmişti. İnsanlık suçlarından sabıkalı olanlara güvenenlerin sonu, hep böyle hüsran ve ölüm olmuştur. Demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış, Batı’da gerçekten üstün tutulan değerler midir? Bu soruya, “evet” diyebiliriz; ancak kendi coğrafyalarıyla sınırlı olarak. Diğer ülkeler için, meselâ İslâm ülkeleri için demokrasinin olup olmaması çok da önemli değildir. İster demokrasi olsun ister mutlakıyet, onlar sömürebilecekleri bir yapı ve ortam isterler. Suudi Arabistan, Ürdün, Kuveyt, krallıkla yönetiliyor ama Batı’nın bu ülkelerle bir sorunu yoktur. Demek ki söz konusu kavramlar, Batı emperyalizminin ekonomik ve siyasî çıkarları için kullanılmaktadır. Napolyon, Mısır’ı işgal etmeden önce, Hıristiyanlığı terk ettiği ve Müslümanlığı seçtiği yalanını yaydı. Müslüman halkın Fransız ordusuna direncini bu yalanla kırdıktan sonra kolayca Mısır’ı aldı. Düşman, zayıf yanımızı biliyor ve bizi oradan vuruyor. ABD, Irak’a nasıl demokrasi ve özgürlük getirmediyse Büyük Ortadoğu Projesi kapsamındaki hiçbir Müslüman ülkesine de getirmeyecektir. Onun amacı, küresel üstünlüğünü sürdürebilmek için petrol ve doğalgaz ulaşım hatlarının geçtiği Ortadoğu’da birinci aktör olmaktır. Bu amaca ulaşabilmek için millî devletleri etnik ve dini farklılıkları körükleyerek bölmeye çalışmaktadır. Yeni Dünya Düzeni’nin 27 İnceleme bir gereği olarak, millî devletlerin küçük birimlere bölünmesini istiyorlar. Amerikan Dış Politika Araştırmaları Enstitüsü Başkanı R. Strausz Hope, bu arzularını şu sözlerle ifade ediyor: “Amerikan halkının misyonu, Millî devletleri tarihe gömmek, onların kalan halklarını daha küçük birimlerde birleştirmek ve elindeki güç ile düzenin muhtemel sabotörlerini caydırmaktır.”(1) İşte bu anlayış doğrultusunda yeni Ortadoğu haritaları çizdiler, bunları NATO toplantılarına kadar taşıdılar. ABD’nin Ortadoğu politikasını bilenler, Kürtçü bölücülüğün ve PKK terörünün de kendiliğinden ve iç etmenler sebebiyle çıkmadığını çok iyi bileceklerdir. Batı emperyalizminin Ermenistan ve Kürdistan hedefi, uzun zamandır vardır ve saklanmamaktadır. Mustafa Kemal olmasaydı ve Türk İstiklâl Savaşı yapılmasaydı, iş çoktan bitmişti. Atatürk, Türk kültürüne, Türk diline, Türk egemenliğine dayanan millî devleti kurarak oyunlarını bozdu, Türklüğü tüm değerleriyle egemen kıldı. Bu yüzden Atatürk’e düşmandırlar ve Cumhuriyet öncesi kozmopolit yapının yeniden tesisine ve Türkiye’nin sömürge yapılmasına çalışmaktadırlar. Bunun için: 1. “Türklük” yerine “Türkiyelilik” kavramını, 2. “Türk kültürü” yerine “çok kültürlülüğü” savunurlar. üzücüdür. Bunlar, Cengiz Aytmatov’un “mankurt” diye isimlendirdiği, kim olduklarını unutmuş, değerlerini kaybetmiş hafızasız kimselere benziyorlar. Anasını öldüren mankurt gibi bunlar da Türklüğü öldürecekler. “Türkiye bir mozaiktir.” sözü dillerinden düşmez. Bu kullanımlarda iyi niyetin zerresi yoktur. Çünkü millî birlik ve bütünlüğe temelden vurulan darbelerdir. Saldırıları, Anadolu’da Türk milletini inkâra, yok noktasına getirecek kadar ileri götürüyorlar. Anadolu’da Türk milleti ve Türk kültürü yoksa mutlaka birileri vardır ve onların savunulması da ABD ve AB’ye düşmektedir. Türklerin 1915’te bir buçuk milyon Ermeni’yi katlettiğini iddia eden yazarın ABD’nin Irak’ta işlediği cinayetleri kınadığını hiç duydunuz mu? Asırlarca bir arada yaşayan, çoğunluğu aynı kökten gelen, aynı dine inanan, tarih içinde dış saldırılara beraberce karşı koyan, birleşip bütünleşmiş bir toplumu sömürgeci emeller uğruna etnik ayrışmaya sürüklemek, asla bir demokrasi ve insan hakları meselesi olamaz. Bu, insanlar ve toplumlar arasına fitne ve fesat tohumu ekmektir, kan ve savaşa davetiye çıkarmaktır. Sözde İslâmcıların ve sözde İslâmcı medyanın hâli, tam bir çürümüşlük arz ediyor. Vıcık vıcık ABD ve AB yandaşlığı sergilerken İslâm âlemine ihanet ettiklerini hiç düşünmezler mi? Gözleri düşman olarak milliyetçi-ulusalcılardan başkasını görmüyor. Batı emperyalizminin İslâm âlemini ezmesine, sömürmesine, siyasi haritalarını değiştirmesine karşı koyacakları yerde ona yaltaklanmayı çıkarlarına uygun bulmuşlardır. Nasıl da yaltaklanıyorlar? ABD’nin düşmanlarını kendi düşmanları bilerek… ABD Türk milliyetçiliğine karşı olduğu için bunlar da karşıdırlar. Doğrusu bunu da çok iyi yapıyorlar: Türkiye’de bazı devlet adamı, yazar, gazeteci ve politikacının “çok kültürlülük”, “Türkiyelilik” gibi Batı’nın sinsi politikalarını savunuyor olmaları çok Aynı şekilde, ABD ve AB ile ortak projeler üzerinde çalışan sivil toplum örgütlerinin Irak, Afganistan ve Filistin’deki insanlık trajedisine eğildiğini ve canilere karşı çıktıklarını gördünüz mü? 28 TCK’nın 301’inci maddesindeki değişikliği, İnceleme Vakıflar Yasası’nı Annan Planı’nı ABD ve AB talep ediyor diye ülke çıkarlarına uyup uymadığına bakmaksızın savunmuşlardır. Hem de bölücülerle ve eski komünistlerle işbirliği yaparak… Türklük, Atatürk, milliyetçilik ve ordu-asker düşmanlığı ABD ve AB’ye ne kazandırır, Müslümanlara ve İslâm âlemine ne kaybettirir? Bu sorunun cevabını kendini Müslüman olarak adlandıran herkesin düşünmesi gerekir. Yüreğinde zerre kadar imanı olan, İslâm dünyasını düşman ilân ederek 21’inci asrın Haçlı seferini başlatan ABD’nin yanında asla olmayacaktır. İslâm ve imân şairi Mehmet Akif, ömrü boyunca Batı’nın “hayasız akını”na karşı durdu. Onun gibisi bir daha gelmez. Bugün hayatta olsaydı, İslâmcı geçinen ABD-AB yandaşlarının yüzlerine tükürürdü. Batı emperyalizmi, Irak’ta, Afganistan’da, Bosna’da dökülen kanlardan sorumludur. PKK terörünü açık ve gizli yollardan beslediğinden, PKK’yı silahlandırdığından dolayı on binlerce Türk insanının ölümünden de sorumludur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını da üstünlük ve sömürgecilik yarışına girerek onlar çıkarmışlardı. Onlar milyonlarca masum insanın katilleridirler. Şimdi karşımıza geçerek masum, demokrat, hümanist rolü oynamasın ve bize insan hakları dersi vermeye kalkmasınlar, çünkü bu güzel kavramları hangi amaçlar için kullandıklarını biliyoruz. Onlar yayılmacı, sömürgeci emellerine demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış kavramlarını alet ediyorlar diye biz bu değerlere sırt mı çevireceğiz? Elbette ki hayır! Biz Türk milleti olarak hep bu değerlerle yoğrulduk, insanı yaratılmışların en üstün ve değerlisi bildik. Değil adam öldürmeyi kalp kırmayı bile günah kabul ettik. Türk devletleri “Açları doyurur ve çıplakları giydirirdi.”; vatandaşlar istedikleri dini seçmekte özgürdü. İnsanın haysiyet ve onuru yüce tutulurdu. Türk vatanı sanki “bir iyilikler adası” idi. Bugün de Türkiye Cumhuriyeti aynı değerleri benimsemiştir. Anayasa’nın 2’nci maddesinde bu değerler, demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti şeklinde belirtilmiştir. Bu vasıflar, Türk kültürüne, Türk tarihinin ana çizgisine yüzde yüz uymaktadır. Sözde kalmayıp hayata geçirilmesi ise iktidarların irade ve ferasetlerine kalmıştır. İktidarların irade ve feraseti diyoruz ama bu konuda ciddi sıkıntılarımız olduğunu da biliyoruz. Atatürk’ten bu yana Türkiye, bir türlü aradığı yönetimi bulamadı. Buna, iktidarlar Batı emperyalizmi karşısında dik duramadılar, desek daha doğru olur. Bütün Müslüman Doğu gibi, Batı emperyalizminin baskı ve tehditleri altında yaşamaya çalışıyoruz. Dünya Bankası ve IMF denetiminde, AB Gümrük Birliği sarmalında ancak ölmeyecek kadar nefes alabiliyoruz. Müslüman Asya, Müslüman Afrika her geçen gün daha da yoksullaşıyor. Batı’nın büyük şirketleri Asya ve Afrika’nın tüm nimetlerini paylaşıyor. Özelleştirme, toprak satışı, misyonerliğin serbest bırakılması küreselleşmenin gereği olarak takdim ediliyor. Devletler şirketlere dönüştürülüyor. Böyle giderse dünyamız, şirket başkanlarının yönettiği binlerce devletçiğe bölünecektir. Bunları da küresel büyük bir gücün yöneteceği hesaplanmıştır. Bilderberg yapılmaktadır. toplantıları, işte bunun için Bugün küreselleşme adıyla uygulanan büyük oyunun farkına varmaz ve bu oyunu ezilen mazlum milletler olarak bozamaz isek, insanlığın bugüne kadar ürettiği bütün güzellikler sona erecektir. Çünkü Batı, madde hırsı uğruna en öldürücü silahları üretmek ve kullanmakta kararlı görünmektedir. Ya mankurtlaşıp köleleri olacağız; ya da özümüze dönerek, millî varlığımızı kuvvetlendirerek, millî devlet yapısını sağlamlaştırarak, demokrasiyi gerçekten tesis ederek karşılarına dikileceğiz. Oyuna gelmeyelim: “Türkiye halkları” değil “Türk halkı”, “Türk milleti”; “Çok kültürlülük” değil “millî kültür”; “Türkiye mozaiği” değil “Türk kültürü” diyelim. Etnik bölücülüğün gelişmesine fırsat vermeyelim. Ekonomik bağımlılık siyasî bağımlılığa yol açtığı için millî ekonomiyi nasıl kuracağımızın, ekonomik istiklâle nasıl ulaşacağımızın yollarını araştıralım. Dip Not: 1- Ali Tayyar ÖNDER, Türkiye’nin Etnik Yapısı, 41.Baskı,sf=335 29 YAŞASIN KARANLIKLAR Yavuz Sezer OĞUZHAN S ultan 3. Selim, Osmanlı’nın Batı’ya dönmesinde çok büyük pay sahibidir. 3. Selim döneminde Avrupa, padişahın gözünde çıkış için en büyük kılavuzdu. Ardından Tanzimat, Islahat derken Türk, çoktan Avrupalılaşmaya başlamıştı. Bu noktada Türkü ikiye ayırmamız mümkün: Biri avam, diğeri aydın. Yenilik diye bahsedilenler, her zaman Batı’ya endeksli olmuştur o dönemde (Bu dönemde farklı mı sanki?). Bize ait ne varsa geriliğin alameti idi. Tanzimatçılar takımı, Osmanlı’nın kurtuluşunu Avrupalı olmakla, milletinin medenileşmesini(!) de Batı kültürünü yaşamakla mümkün kılınacağını düşünüyordu. Ne vahim, ne gafil bir durum. Hangi medeniyet? Türk’ün en önemli özelliği; silahla, topla, tüfekle kolay kolay yenilmemesi değil mi? Vaziyet bu kadar aleni olunca, çare de elbette kaleyi içeriden fethetmede vücut buldu. Fakat şu da bir hakikattir ki Türk, milli ve manevi değerlerine hassasiyet üstü bir imanla bağlı. O zaman devreye soydaşlarının icraatı girmeliydi. Bu soydaşlar, şartlar olgunluğa erdiği zaman piyasaya “aydın” sıfatı ile çıkacaktı. Onlar ki memleketin kurtuluşu için çaba sarf ediliyor görünecekti halkın gözüne. Bir nevi sahte kahramanlık. Ancak çok ilginçtir ki her dönemde ortaya çıkan aydınlar, hep aynı kelime- leri sarf ediyorlardı. “Medeniyet demek, Avrupa demek.” Gün geldi “Tanzimat!” diye haykırdılar, gün geldi “Meşrutiyet!” diye, gün geldi “İngiliz ya da Amerikan mandası” Şimdi de “insan hakları, özgürlük” O kadar büyük vahamet okyanusuna batırılmışız ki Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı geleneksel unsur oluşturduğu için Nurullah Ataç danışmanlığında (Ataç, İnönü’nün kültür danışmanıdır.), Yunan edebiyatı ve felsefesi halka benimsetilmek istenmiştir. Ne aydın ama! Ne kültür siyaseti ama! Hatta isimlerini duyduğunuzda şaşıracağınız kimseler, Hıristiyanlık’a geçme düşüncesinde olmakla kalmayıp, bu düşünceyi ciddi bir dilek ve çözüm olarak Meclis’e sunmuşlardır. Halktan kopuk bir aydın düşünülebilir mi? Aydın, kimi ve neyi aydınlatacak halktan başka? Kendisini üst makamda görmek sadece o insanların gurur hislerini ve ceplerini tatmin eder. “Sözcülük” sıfatının varlığı tartışılmaz tabi. “Aydın” diye itibar ettiğimiz, sözlerini tabulaştırdığımız kimseler Batı’nın yılmaz ve sadık sözcüleridirler. Onlar ki her şeyi ile milli kültürü, milli şuuru; lüzumsuz, eskimiş ve en mühimi geri kalmamızın sebebi olarak telakki ederler. Etmekle kalmayıp bunun hakikat olduğunu milletin mantık ve his damarlarına enjekte ederler. O milleti çok büyük bir alçaklık kompleksine iterler. Sonra da çıkış yolu olarak Batı’yı gösterirler. Bir kişi iyi bir düşünceye sahip olduğunda “Batılı gibi düşünüyor”; üstüne-başına önem gösterdiğinde “Avrupalı gibi giyinmiş” denir. Milli geleneğe ve mukaddesata dil uzattığınızda, “çağdaş” sıfatını çoktan hak etmişsinizdir… Çağdaş yani Batılı. Ne yazık ki Doğu, hiçbir şekilde iyiyi, olumluyu düşünemez! Hiçbir şekilde kendine itina göstermez! Şimdiki aydınlarımızda “globalleşme/küreselleşme” lafı, kurtuluş marşı niyetiyle söylenmiyor mu? Küreselleşme dediğimiz sistem, emperyalizmin diğer ismi değil de nedir? Yüzyılımızın emperyalizm canavarından korkanlar için çıkarttığı yeni isim. Madem bu sistem bütün dünyaya hâkim olacak o zaman bu millet milli-manevi değerlerinden kurtulmalı! Bunları savunmak çağın gerisinde kalmakla eşdeğer ne de olsa! Ne lüzumu var Türkçe, Hintçe, Farsça konuşmanın! Nasıl olsa herkes İngilizce kullanıyor! Bütün dünyayı kuşatmış vaziyette bu dil. Ve ne gereği var bir Türk gibi, bir Hint gibi, bir Fars gibi yaşamanın! Medeniyetin tek sembolü(!) Batı gibi yaşasak ya! Batılı olsak ya! Ne de olsa aydınlarımız da bunu istiyor. İstiyor ki biliyor. Biliyor ki istiyor. Boşa okumadı ya adamlar! Aydınlarımıza ve bizi aydınlatmalarına inat yaşasın karanlıklar ve selam olsun karanlıkta yaşayanlara... İnceleme AYDINLIKLARA İNAT 30 İnceleme ENVER PAŞA VE BASMACILIK HAREKETİ Yusuf BİLTEKİN B irinci Cihan Harbi’nden sonra Enver Paşa’nın düşüncelerinde bazı değişiklikler olmuştur. İlk önce Orta Asya’da Rusya’yı destekler gibi davranmış; ama daha sonra “Basmacılarla” bir olup, Ruslara karşı savaşmıştır. Enver Paşa’nın aklından geçen, Pan-Türkçülük ile Panİslamcılık arasında bağlantı kurup yıkılan Osmanlı Devleti’nin yerine yeni bir Türk devleti kurmaktır. 16 Eylül 1918 tarihinde Türkistan’dan Osmanlı Devleti’ne bir heyet gelmiş ve bir rapor sunmuştur. Rapor şöyle başlıyordu: “Biz Türkistan Türkleri, şimdi evvelkinden belki daha çok hırpalanıyoruz, eziliyoruz. Gerçi şimdiki şekle göre, bugün memleketimizin idaresinde bir değişiklik oldu gibi görünür; ama bu değişiklik, milli ve siyasi hukukumuzu tamamen kendi elimize teslim etmiş, bizleri de hâkim unsur ile müsavi hukukta görmüş, eski ve koyu Hıristiyanlık taassubundan sıyrılıp temizlenmiş, hür bir Rusya şeklinde tecelli etmiyor. Bilakis, Demokrasi ve halkların müsavatı bayrağının, sürükleyici himayesine sığınmış, cahil ve yağmacı bir idarenin, biz şimdi her gün, biraz daha keyif ve heveslerin kurbanı bulunuyoruz. …….. Şimdi bizim kalbimiz, tamamıyla, Büyük Türkiye’ye iltihak ihtirası ile çarpıyor. Bütün Türklüğün birleşmesi, ancak bizim ulvi maksatlarımıza uyan yoldur. Bugün arzumuz, emelimiz budur…” Enver Paşa’nın Türkistan’a gitme nedeni belki de bu raporun verdiği ilhamdır . Enver Paşa’nın amacı Türkistan’da yaşayan 12 milyon Türk’ü bir bayrak altında toplamak idi . Basmacılık Hareketi: “25 Haziran 1916’ da, o güne kadar askerlik yaptırılmayan Orta Asyalıların orduya alınması buyruğu verilmişti. Orta Asyalılar çarpışmalara girmeyecekler ancak çarpışanların içinde saklanacakları koruma çukurları kazacaklardır. Bu buyruk üzerine Orta Asyalı Müslüman Türkler, “Milli Kıyam” adı verilen Türkistan Bağımsızlık Savaşını başlattılar. Çarlık yönetimi kendi menfaati için bu oluşumu bağımsızlık hareketi değilmiş gibi göstererek adını Basmacılık koydular . Bu ad Ruslar tarafından baskıncı, yağmacı, zarar veren, eşkıya manalarında yakıştırmış bir yafta olup, ilk zamanlar Basmacılar tarafından kullanılmamış ama daha sonra benimsenmiştir . Basmacılığın ilk yeri Kokand şehri idi. Kızıl Ordu’nun Kokand şehrini işgal ettiği zaman şehri himaye eden Küçük-Ergeş 27 Şubat 1918’de şehit olmuştur.1918 senesinin Mart’ında 40 Korbaşılar Kokand şehrindeki Baçır köyünde toplanıp KattErgeş’i Emirul Müslüman olarak seçtiler. Mücadele yaza kadar Fergana’nın her tarafına yayıldı . Sovyet yöneticileri bunun üzerine tedbir almak isterler, ama başarısız olurlar. Fergana’da Ruslar tarafından askeri yönetim oluşturulur. Bu bölgeden sonra Buhara ve Hive’de hızla yayılan Basmacılık Hareketini Ruslar kolayca bastırabileceklerini sanırlar ama başarısız olurlar. Bu hareketler Türkistan’da Rus varlığını tehlikeye sokmuştur. Silah sayısının az olmasından dolayı Türkler ağır kayıplar verir. Silah yardımı almak için İngiltere ve Afganistan’la irtibata geçilse de bir sonuç alınamaz. Bu kötü gidişat sonunda Enver Paşa’nın liderliğe oturması 31 Enver Paşa, 19 Mayıs 1922 tarihinde Sovyet hükümetine bir uyarı göndererek Kızıl Ordunun Türkistan’dan çekilmesini ister. Sovyetler Türkistan’dan çekilmeyince savaş başlar ve Enver Paşa’nın ilk zaferi Duşanbe’yi kurtarmak olur. Üstün Rus Ordusu 15 Haziran 1922’de Enver Paşa’yı yenilgiye uğratır. Enver Paşa Duşanbe yakınlarında Belcevan köyüne çekilir . Takvimler 4 Ağustos 1922 tarihini göstermektedir. Bugün Kurban Bayramıdır. Enver Paşa Belcevan Köyünde dava arkadaşlarıyla bayramlaşırken doğudan, Çegan Tepesi istikametinden silah sesleri duyulur. Enver Paşa hemen atına atlar, aralarında Osmanlı Türkü nün bulunduğu 25 civarında atlı, hemen onu takip ederler. Çegan Tepsine yönelirler. Burada mevzilenmiş, elinde makineli tüfekleri olan bir düşman müfrezesine saldırıya geçerler. En önde Enver Paşa Atını yıldırım gibi sürer. Ateş saçan mitralyözlerin üzerine kılıçlarla hücuma geçen bu 25 kadar süvarinin akıllara zarar saldırısı düşmanda şaşkınlık yaratır. Düşmandan teslim olanlar yaralananlar bile olur. Öndeki mitralyöz susturulmuştur. Arkadaki mitralyöz Enver Paşa’yı hedef almıştır. Enver Paşa vurulup atından düşer ve şehit olur. Enver Paşa’nın atı “Derviş” de vurulmuştur ve iki ayağı üzerine çökerek can vermiştir. Enver Paşa’nın şehit oluşunun ardından onun yiğit arkadaşı Devlement Bey saldırıya geçer ama kendisi de şehit olur. 42 yaşında şehit düşen Enver Paşa, Türkistan topraklarında, Abîderya suyu kenarında ve vadisindeki Abîderya köyüne defnedilir. Daha sonra Enver Paşa’nın naaşı İstanbul’a getirilir. Naaşı yeniden toprağa vermek için mezara inen Ayvaz Gökdemir naşın 70 yıldır hiç bozulmadan kaldığını görür. Enver Paşa’nın ölümünden sonra Kızıl Ordu, Basmacıları yok edene kadar mücadeleyi sürdürür . Mustafa Kemal Anadolu’da batı emperyalizmine karşı başarılı olup Milli Mücadeleyi zaferle sonuçlandırırken Enver Paşa Türkistan’da neden Ruslara yenilmiştir? Türkistan’daki “millî kıyam” neden sonuçsuz kalmıştır? Bu soruların cevabı, sadece Türkistan için değil Anadolu için de çok önemlidir. Enver Paşa’yı jeopolitik şartlar, devrin gelişmeleri ve hiç görmediği bir coğrafyanın sosyal şartları yendi . Bu yüzden Enver Paşa başarısız oldu. Basmacılık Hareketi de başarıya ulaşamadı, çünkü silahları yoktu, karşı taraf güçlüydü, dışarıdan destek alamamışlardı. Enver Paşa’nın Türkleri birleştirme fikrini daha önce de düşünenler oldu. Hala da bu kutlu düşünce devam etmektedir. 3 Mayıs 1944’te bu düşünce fikir olarak yeniden alevlendi. Bu düşünce hiç yok olmayacak, düşünenleri hapse atsalar bile. Dipnotlar: 1- Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Orta Asya’ya Enver Paşa,3.cilt,4.Basım,Remzi Kitabevi,İstanbul,1992,s.432-433. 2- Mehmet Yılmaz, Feridun Ata, www.turkiyat.selçuk.edu.tr/pdfdergi/s15/yilmaz.pdf. 3- Kenan Aksu, İngiliz Gizli Belgelerinde Enver Paşa, Çatı Yayınları,İstanbul 2007, s. 103-129. 4- Yılmaz,Ata, www.turkiyat.selçuk.edu.tr/pdfdergi/s15/yilmaz.pdf. 5- İrfan Ülkü, Baymirza Hayıt ,KGB Arşivlerinde Enver Paşa, Kamer Yayınları, İstanbul 1996, s.61. 6- www.milliyetçiler.de/Forums-file-viewtopic-+-4071, “Basmacılık Harekatı” 5 Haziran 2008 7- Aydemir.a.g.e.s.648-649. 8- Ülkü,a.g.e. , s.67. 9- Aksu,a.g.e.,s.138-141. 10- Aydemir.a.g.e.s.652. Ergenekoncu diye tutukladılar. Hapishaneye koydular. İddianame yüzüne okunmadı. Cürmünün ne olduğunu bilemedi. Kansere yakalandı. On iki ay sonra, ceset haline gelince tahliye edildi. Altı gün sonra öldü. İnsan hakları savunucuları nerede? AB komiserleri nerede? İkinci Cumhuriyetçi zevat nerede? Vicdanınız nerede? İnceleme savaşçılar tarafından sevinçle karşılanır. 32 Teknolojinin Seyir Defteri İnceleme YENİ AR-GE TEŞVİKLERİ Metin ÖZBEK - metinozbek1907@hotmail.com Y enilikçilik ve Ar-Ge ihtiyacı, günümüzde rekabetin sürdürülebilmesi için vazgeçilmez iki unsur haline gelmiştir. Ancak bu güce erişebilmek için firmalarımızın yatırımlarının planlanmasından, projelere gerekli desteğin sağlanabilmesine kadar geçen süreçte desteklenmeleri başarı oranını ciddi şekilde artırmaktadır. Şirketlere önemli kazanımlar getirmesi beklenen “Ar-Ge Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkındaki Kanun” 01.04.2008 tarihinde yürürlüğe girdi. Yapılan yasal düzenleme gereği, ürünler sosyal ve ekonomik gereksinimlere cevap verebilen mevcut pazarlara başarı ile sunulabilecektir. Yapılan yeni düzenlemeler çerçevesinde ArGe faaliyetlerine önemli maddi olanaklar ve vergisel teşvikler sağlanmış bulunmaktadır. Bunlar kısaca; • Gelir ve Kurumlar Vergisi matrahları üzerinden indirim olanağı; • Gelir vergisi stopajı teşviki, • Damga vergisi istisnası, • Tekno girişim sermayesi desteği, • Özel proje hesapları oluşturulması, • Özel nitelikteki fon hesaplarının kullanımı, • Gelir ve Kurumlar vergisi yasalarında yer alan Ar-Ge indirimi oranının yüzde 40’dan yüzde 100’e çıkarılması olarak belirlenmiştir. Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklemesi Hakkındaki Yasa ile Ar-Ge faaliyetlerine tanınan bu olanaklar, diğer ülkeler dikkate alındığında ülkemizde Ar-Ge çalışmalarına, benzer ülkelere göre çok daha farklı bir teşvik ve özendirme sisteminin uygulamaya konulduğu ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de Ar-Ge faaliyetlerine 2006’da 4 milyar 400 milyon YTL harcandı. 2005’te bu rakam 3 milyar 835 milyon YTL idi. GSYİH içindeki payı binde 7.6. AB ülkelerinde bu oran yüzde 2-3 civarındadır. 54 bin 444 tam zamanlı Ar-Ge personeli çalışmaktadır. Ar-Ge faaliyetleri ve bunun sonucu olarak inovasyon, maliyetlerin gelişmekte olan ülkeler arasında yüksek olduğu ve verimliliğin belirli bir seviyeye ulaştığı Türkiye’de hem makro hem de mikro düzeyde büyümek için tek garantili yoldur. Ayrıca Avrupa Birliği ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) normlarının sanayiye verilen teşvikleri kısıtladığı, hatta yasakladığı bir ortamda inovasyon, çevre ve güvenlik ile birlikte devlet teşviklerinin meşru olduğu seyrek alanlardan biridir. Sanayi Politikaları Özel İhtisas Komisyonu’nun 9. Beş Yıllık Kalkınma Planı çerçevesinde hazırladığı raporda küresel ekonomide rekabet edebilen bir sanayi tabanının oluşturulabilmesi için teşvik sistemi reformu gerekli görülmektedir. Türkiye’nin sanayi politikaları ile ilgili en geçerli belge olma niteliği taşıyan raporda, teşvik sisteminin; rekabetçi yapıya zarar vermeden, ekonomideki yenilikçi faaliyet, toplam faktör verimliliği, istihdam ve yatırım miktarında artış yaratacak şekilde tasarlanması gereğini vurgulamakta, aksi takdirde, teşviklere dağıtılan kaynakların israfı sonucunun ortaya çıkacağı uyarısını getirmektedir. Rapor, teşviklerin ekonomide verimliliği arttıracak yenilikçi faaliyetlere verilmesini temel ilke olarak benimsenmiştir. Burada faaliyetler yeni bir ürünün geliştirilmesi olabileceği gibi mevcut ürünlerin daha verimli üretilmesini sağlayacak organizasyonel yapılar ya da teknolojiler geliştirilmesi de olabileceği belirtilmiştir. Mevcut sektörlerin verimliliğinin hızla arttırılması ve girişimcilerin daha önce var olmayan yeni alanlara yeni yatırımlar yapması, Türk sanayinin rekabet edebilmesi dolayısıyla 33 Ar-Ge teşviklerini gerekli kılan diğer önemli bir husus ise yurt içi ithalat bağımlılığının ve dolayısıyla cari açığın azaltılması amacıyla sanayide kullanılan ithal ara girdilerin yurtiçinde üretilmesini sağlayacak mekanizmaların geliştirilmesidir. Bu çerçevede çıkarılan kanun, imalat sanayisinin Ar-Ge faaliyetlerinin yaygınlaştırılması sağlanarak, özellikle yüksek teknolojili ara girdilerin yurtiçinde üretilmesinin mümkün hale getirilmesini amaçlamaktadır. Bu bağlamda 5746 numaralı kanun şirketler düzeyinde reel sektörde başarılı uygulamalar geliştirildiğinde Rekabet Gücü açısından önemli sonuçlar doğurabilecektir. Yeni Ar-Ge Teşviki Yasası ile: • Teşvik ve destekler sektör ayrımı yapılmaksızın 2024’e kadar verilecek. • En az 50 Ar-Ge personeli çalıştırma şartı aranacak • Ar-Ge harcamalarına yüzde 100 matrah indirimi sağlanacak • Ar-Ge personelinin ücreti üzerinden hesaplanan Gelir Vergisi’nin yüzde 80’i, doktoralı personelde ise yüzde 90’ı alınmayacak. • Personelin işveren tarafından ödenmesi gereken sigorta priminin yarısı 5 yıl süreyle bütçeden karşılanacak. • Ar-Ge projeleri ile rekabet öncesi işbirliği projelerine ilişkin harcamaların tamamı ile 500’den fazla Ar-Ge personeli çalıştıran işletmelerde bir önceki yıla göre ek olarak yapılan harcamaların yarısı vergi matrahından düşülecek. • Giderler amortisman yoluyla sonraki yıllarda vergi matrahından düşülecek. Kanunun amaçları içeren birinci maddesinde desteklenen ve teşvik edilen faaliyetler şöyle sıralanmıştır: • Teknolojilik bilgi üretimi • Üründe ve üretim süreçlerinde yapılacak yenilikler • Ürün kalitesi ve standardının yükseltilmesi çalışmaları • Verimliliğin artırılması çabaları • Üretim maliyetlerinin düşürülmesi çalışmaları • Teknolojik bilginin ticarileştirilmesi amacıyla yapılan faaliyetler • Rekabet öncesi işbirliklerinin geliştirilmesi • Teknoloji yoğun üretime geçiş girişimleri • Girişimcilik ve bu alanlara yönelik yatırımlar • Ar-Ge’ye ve yeniliğe yönelik doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının ülkeye girişinin hızlandırılması • Ar-Ge personeli ve nitelikli işgücü istihdamının artırılması Gelecek sayıda teşviklerden yararlanma koşulları ve yasaya yönelik eleştirileri anlatan bir yazı ile konuya devam etmeyi planlıyorum. Gelecek sayıda görüşmek ümidiyle… İnceleme da ülke ekonomisinin sürdürülebilir ve tempolu şekilde büyüyebilmesi için en önemli koşuldur. Türkiye’nin teknolojik açıdan ilerlemesi, yenilik yapabilmeleri(inovasyon) ve kendi teknolojik yenilenmelerini gerçekleştirebilmeleri ile mümkündür. Küçük ve orta ölçekli işletmelerden, komşusunun faaliyetlerini kopyalamak yerine, verimlilik ve karlılığını arttırmak amacıyla yenilik yapanlar ve sonucunda daha yüksek katma değer üretebilenler desteklenmelidir. Bunun mantığı şöyle açıklanabilir: Bu firmaların başarısız olmaları durumunda bu durumun maliyetini sadece kendileri karşılamaktadır. Ancak başarılı olmaları durumundaysa, bu yeni faaliyetlerin başarılı olduğunu gören diğer şirketler benzer girişimi tekrarlamaya başlayacak ve yeniliği ilk yapmış olan şirketin karlılığını azaltacak, hatta rekabet ortamını durumuna göre belki de sıfıra indirebilecektir. Başarısızlık halinde zararının tamamının kendisi tarafından karşılanacağını, başarı halinde ise karın sadece bir kısmının kendisine kalacağını kestiren potansiyel yenilikçi girişimciler doğal olarak, getirisi belli olan faaliyetlerle sınırlı kalmaktadırlar. Yenilikçilik faaliyetlerine normal piyasa şartlarında giremeyen yenilikçilerin, yani bir ürünün veya sürecin geliştirilmesinde ilk adımı atanların, teşvik edilmesi, küçük şirketlerin büyüyebilmesi, diğer şirketlere örnek olabilmesi ve ekonominin gelişebilmesi için son derece önemlidir. 34 İnceleme Söz: Müzik ABDAL, OZAN, AŞIK KAVRAMLARI ve NEŞET ERTAŞ ÜZERİNE (1) Ahmet ALTAY - ahmetaltay_004@hotmail.com M üzik olgusu, bir milletin kültürünü oluşturan unsurların en başında gelenlerindendir. Bir başka ifadeyle; kültür kavramının temel öğelerindendir. İnsan toplulukları yerleşik yaşamaya başladığı andan itibaren yaşam şartlarını iyileştirmeye çalışmış, beraberinde de farkında olmadan yine yerleşik davranışlar sergilemiştir. Bu davranışlar bütünü, hayatın içerisinde var olan her şeyle “kültür” kavramını oluşturmaya yöneliktir. Öyle ki göçebe toplulukların ya da yersiz yurtsuz insan kalabalıklarının sağlıklı ve örnek alınacak bir kültür birikiminden bahsedilemez. Değişen şartlara bağlı olarak davranış biçimi de değişmektedir ve hayatta kalma mücadelesi her türlü davranışı meşru kılmaktadır. Dünyada en az 3500 yıldır var olan ve kültürmedeniyet kurabilmiş bir kavim olarak en eski insan kalabalıkları arasındayız. Hint, İran, Çin, Mısır, Antik Yunan... gibi. Öyle ki resmi araştırmalara göre Türkçe’miz dünyada halen konuşulan diller arasında 4. sıradadır. Dünyanın toplam nüfusu göz önüne alındığında bu rakamın gerçekliği görülecektir. Ayrıca çok geniş bir coğrafyada konuşulduğu da gözardı edilmemelidir. Yerleşik ve biriken Türk kültürünün başlangıcını Türk tarihinin başlangıcıyla eş zamanlı olarak düşünebiliriz. Akıp giden zamanın ve coğrafi değişikliklerin insanların ve toplumların yaşamını değiştirdiği, geliştirdiği ve etki altına aldığı bilinen bir gerçektir. Ama kimi kavramlar var ki üzerinden akıp giden zaman onu aşındırmayıp değerine değer katmıştır. “Orta Asya Türk Kültürüne bağladığımız âşıklık ve ozanlık geleneğimiz hiç şüphesiz zamanın tahribatına uğramadan süregelmiş eşsiz kültür hazinelerimizden biridir.” Mehmet Özbek, Türk Halk Müziği sözlüğünde “abdal” maddesi için şunları yazmıştır: “Eskiden bazı gezgin dervişlere verilen sıfat”, “Tasavvufta, dünyanın manevi düzenine yön vermeleri için Tanrı’nın görevlendirdiğine inanılan kişiler”; “ abdal davulcuları” için ise: “Anadolu’ nun çeşitli yörelerinde eskiden göçebe, şimdi kısmen yerleşik olarak yaşayan, Türkmen olan ve daha çok müzikle uğraşan halk” ifadesini kullanmıştır. “Ozan” için: “Sazlı şair. Kopuz eşliğinde hece ölçüsüyle yazılmış şiirler söyleyen saz şairlerine Oğuz Türkleri’ nin verdiği ad” demiştir. “Âşık” için ise: “Sözlü şiir geleneğine bağlı olarak düzüp koştuğu şiirlerini saz eşliğinde söyleyen halk şairi” ifadesini kullanmıştır. Türk varlığının Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmesiyle beraber bu kültür Anadolu’ya taşınmıştır. Yüzyıllar boyunca halk dilinde, âşıkların ve ozanların gönlünde hayat bulmuştur. Öyle ki bu kaynaktan beslendiğini düşündüğümüz Muharrem Ertaş, Neşet Ertaş, Hacı Taşan, Çekiç Ali vs. gibi ustalar bu kültürün önemli temsilcilerindendir. Bugün Kırşehir dolaylarında yaşayan bu topluluğun günümüzde göz önünde olan temsilcilerinin sayıca az olmasına rağmen özellikle 1995’li yıllardan bu tarafa adı daha çok duyulan ve varlığının farkına varılan “Neşet Ertaş”, yaktığı ve dile getirdiği türkülerle toplumun beğenisini kazanmıştır. Türkü söyleme, türkü dinleme kültürümüze canlılık katmış Anadolu bozkırının öz sedalarını sazıyla ve yüreğiyle haykırmıştır. Kendi ifadesine göre 1955 yılında taş plağa türkü okumuştur. Böylece daha geniş halk kitlelerine sesini duyurmaya çalışan usta, TRT kurumu bünyesinde de yer almış, ardından kendi hayat şartlarına bağlı olarak Almanya’ya yerleşmiştir. Bu sıralarda yine plak, kaset gibi kayıt çalışmalarına devam etse de bugünkü anladığımız manada popülaritesi ülkemizde oldukça geç kalmıştır. Türkü dinleme, türkü söyleme, ülkemizde sanki belirli bir sosyal zümreye ve sınıfa aitmiş gibi çeşitli zümreler tarafından sahiplenilmiş ve ideolojik olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Oysaki sanatın her türlüsü siyasetin üzerinde olmalıdır. Siyasetin etkisi altında kalan, siyasetin tekelinde olan bir sanat anlayışı yerine siyasetin üzerinde olan ve siyasilere hükmeden bir sanat gerçek varlığını ortaya koyacaktır…(Devam edecek) KAYNAKÇA 1- ATAMAN, Sadi Yaver, “Eski Trük Düğünleri”, 152 s., Kültür Bak.Yay. No:1425, Ank., 1992 2- NUTKU, Özdemir, “4. Mehmet’in Edirne Şenliği”, 158 s.+levhalar, Türk Tarih Kur.,Ank.,1972 YAŞAYAN HAZİNELERİMİZ Ayşegül ERDOĞAN S evgiye, ilgiye ve şefkate muhtaç açılmamış birer goncadır çocuklarımız. Bu minik çiçeklerin açılıp etraflarına mis kokular yaymaları da kuruyup yapraklarını dökmeleri de çocuklarımızın anne ve babalarının elindedir. Annenin ve babanın çocuğa yaklaşımı, davranışları, çocuğun ahlak gelişimini, özgüvenini, bağımsızlık duygusunu yani kişilik yapısını büyük ölçüde etkileyecektir. Çünkü anneler ve babalar çocukları için birer örnektir. İnsan, gelişim sürecinin ilk aşamalarından itibaren çevresiyle iletişim kurmaya başlar. Göz temasıyla başlayan iletişim, diğer duyu organlarının devreye girmesiyle gelişerek artmaya devam eder. Bu iletişimde ilk ve en önemli ortam ailedir. Anne- babaların çocukları ile olan iletişimlerindeki tutumları, çocuğun zihinsel, duygusal ve sosyal gelişiminde rol oynayan en temel etkendir. Çocuk kimliğini aile ortamında oluşturmaya başladığı için hal ve hareketleriyle içinde bulunduğu ailenin bir yansımasıdır. Her anne ve baba çocuğunun kusursuz olmasını ister ve bunu sağlamak için de var gücüyle çalışır. Anne ve babaların bazıları bu amaç doğrultusunda açılmış kurslara gider. Bazıları bu konu hakkında yazılmış kitapları okur. Bazıları da görmüş geçirmiş büyüklerimizden bu konuda yardım alır. Yani bu süreçte anne ve baba yeni bilgiler edinir. Aslında anne ve babayı eğiten de geliştiren de çocuklarıdır. Çocuklarına bir şeyler öğretmek için çaba harcayan anne ve babaların bazı hususlara dikkat etmeleri gerekir. Bunların başında yapacakları her işin temeline sevgiyi koymak gelir ki bu çok önemlidir. Sonra çocukların önünde kavga etmemek, karşılıklı konuşmalarında düzgün cümleler kurmak, hal, hareket ve söylemleriyle birlik ve beraberliğin önemini vurgulamak, sevgi ve saygı çerçevesini hiç terk etmemek, aile olmanın önemini çocuğa hissettirmek... Aile, çocuk için koruyucu bir kalkandır. Aile çocuğa hayat karşısında dimdik durmayı, hayata karşı mücadele etmeyi, sorunlarla savaşmayı, onların üstesinden gelmeyi öğretir. Çocuklar birer tarladır aileler bu tarlaya ne ekerse ileride onu biçer. Anneler ve babalar şunu çok iyi bilmeli ve idrak etmeli: Çocuklarınızın duygularını ve aklını biz beslemeliyiz, biz beslemezsek çocuk başka beslenme kaynakları bulmak zorunda kalabilir. Bu ülkenin geleceği çocuklarımıza emanettir. Bunun içindir ki aileler çocuklarını eğitirken milli değerleri göz önünde bulundurmalı, çocukların gönüllerine vatan, millet, dil ve bayarak sevgisini koymalı. Sadece karınlarını değil aynı zamanda beyinlerini de doyurmalı. Çocuklar, mantıklı ve yaradılışlarına uygun olarak eğitilmeli ve yetiştirilmelidirler. Çünkü Türk milleti aydınlık geleceğine ancak iyi eğitimli genç nesiller sayesinde ulaşacaktır. Nasıl ki bir gül goncası açmak için gün ışığını beklerse çocuklarımız da bizim ilgimizi, sevgimizi, saygımızı ve şefkatimizi beklemektedir. Sevgimizi, ilgimizi gün ışığı niyetine sunmalıyız çocuklarımıza. Unutmayalım ki çocuklarımıza verdiğimiz doğru eğitimle geleceğimize yatırım yapıyoruz. Bizi ömür boyu gönüllerinde yaşatacak, baş tacı yapacak, sözlerimizi dinleyecek, bizimle ilgilenecek çiçeklerimize en doğru eğitimi vermeliyiz Unutmayalım ki doğru eğitim doğru gelecektir. İyi bir çocuk yetiştirmek, kasalar dolusu servetten daha iyidir. Çünkü çocuklarınız yaşayan hazinelerimizdir. Tevfik Fikret’in de söylediği gibi: “ Kim demiş çocuğa küçük şeydir Belki çocuk en büyük şeydir.” İnceleme 35 36 İnceleme ŞAİRİ TANIMAK ADINA Gülay KAPLAN K kitabını. ısa bir süre önce okudum “Âşık Ziya” mahlası ile tanıdığımız ozan Ziya ŞAHİN’in “Dağlara Döneceğim” adlı Kendisiyle tanışmak da nasip oldu. Öyle uzun uzadıya oturup sohbet etme fırsatını yakalayamadım, sadece birkaç dakika konuşabildim. Çok önceden başlayıp da çoktan sonuna gelinmiş bir sohbetin içinde tanıdım kendisini. Sorduğum sorulara cevap verirken kurduğu cümleler çok samimi bir kişiliği olduğunu düşünmeme neden oldu. Keşke diyorum kendime, birkaç dakika değil de şöyle içime sine sine birkaç saat konuşabilme imkânı bulabilseydim. Kim bilir neler öğrenirdim, nerelere gider, nerelerden geçer, kimlerle tanışırdım o sohbet esnasında. Âşık Ziya’yı daha yakından tanıyabilmek için, şiirleri hayatının parçalarını ele verir düşüncesiyle kitabının sayfalarını çevirmeye başladım. Ozanın yüreğinin çok geniş olduğunu düşündüğüm için şiirlerindeki çeşitlilik beni hiç şaşırtmadı. Hayatın dört bir yanından topladığı mutlulukları, beklentileri, özlemleri, kaybetmişlikleri, düş kırıklıklarını ve umutları ince ince işlemiş satırlarına. Hem de sözü hiç dönderip dolaştırmadan, içinden geldiği gibi, dupduru bir dille döküvermiş kaleminde biriktirdiklerini sayfalara. Ozanın vatan için sunduğu sözcüklerin yüreği coşturan ahengine kapılıp gittiğim oldu sayfalar boyunca. Heyecan vardı vatan şiirlerinde kahramanlık, vefa, vatan topraklarına koşulsuz bağlılık vardı. Bir de her şeyden çok Türk olmanın gururu doldurmuştu mısralarını. O vatanını adıyla değil sadece, taşıyla, toprağıyla, kuşuyla, çiçeğiyle ve insanıyla birlikte sevmişti. Ailesini sevmeyen kişi insanları, insanları sevmeyen kişi ise vatanını sevebilir mi? Âşık Ziya da ailesine olan düşkünlüğünü damla damla akıtmış şiir deryasına. Sevgisini tane tane işlemiş harfler arasına. Ozanın annesine duyduğu bir özlem var ki onu yüreğinizde hissetmemeniz imkânsız. Dağlara ve sılaya duyduğu hasreti ise ayrı bir tat katmış kitaba. Ozanın şiirlerinin yüreğime fısıldadıkları bunlar, daha fazlası da var ama onlar satırlarda gizli. 37 TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ Genç ATSIZ ürk Milliyetçiliği fikir, yöntem, sistem, anlayış ve uygulanış bakımından Batı milliyetçiliğinden Kaf Dağı kadar uzak ve apayrı bir yapı arz etmektedir. Her açıdan Batı medeniyetine göre daha erken gelişen Doğu medeniyetinin öncüsü olan Türklerde, milliyetçilik anlayışının çok eskiden beri var olduğunu ve uygulandığını görmekteyiz. Aşağıda verdiğimiz örnekler, Türk milliyetçiliğinin Hunlar ile başladığının kanıtlarıdır: T Mete’nin oğlu Loişang: “Yabancı kültüre girmek demek, onun egemenliğini kabul etmek demektir... Öteden beri Hunlar kuvvetliyi takdir eder, ona veya kuvvetliye tabi olmayı hakir görürler. Savaşçı, süvari hayatımız sayesinde, adı yabancıları titreten bir millet olduk. Zira, bilirler ki savaşta muhariplerin (savaşcı) kaderi ölümdür. Biz ölsek de kahramanlığımızın şöhreti kalacak, çocuklarımız ve torunlarımız, diğer kavimlerin efendisi olacaklardır.” Çiçi Kağan: “Çinlilere tabi olmayınız. Çünkü bu, şanlı ve şerefli yaşamı olan cetlerimize karşı yapılması mümkün hiyanetlerin en büyüğüdür. Atalarımız bize en geniş ülkelerle birlikte hürriyet ve istiklal emanet ettiler. Korumakla sorumlu olduğumuz bu emanetleri, adi bir ömür uğruna feda edemeyiz. Hiç bir Türk’ün, alnında esaret damgasını taşımaya tahammül edebileceğini tahmin etmem.” Kaşgarlı Mahmut: “Gördüm ki, Yüce Tanrı, devlet güneşini Türklerin burçlarında doğurmuş, göklerdeki burçları, onların devletleri çevresinde döndürmüş. Onlara Türk adını kendisi vermiş. Mülk ve saltanatı onlara vererek, onları asrın hükümdarı kılmış. Cihan halkının dizginlerini onların ellerine bırakmış ve onları bütün insanlardan üstün eylemiş. Doğrulukta onlara her zaman yardımcı olmuş; onlara intisap edenleri, onların nimetinde bulunanları hep aziz kılmış ve bütün dileklerine erdirmiş, kötülerin şerlerinden korumuş. Milliyetçiliğin meyvelerinden en güzeli bağımsızlık ateşidir. Bağımsız ve hür olma istediğidir. Hürriyet duygusunun asırlar önceden Kürşad Ata’nın 40 neferle Çin’de yaptığı ihtilalle biz Türklerde var olduğunu görmekteyiz. Yine milliyetçilik duygusu milletlerin refahını, yaşam kalitesini arttırmayı hedefleyen sosyal devlet anlayışının temelidir. “Açı doyurdum, çıplağı giydirdim” diyen Bilge Kağan’ın hitabelerinde sosyal devlet anlayışının güçlü örneklerine rastlamaktayız. Milliyetçilikte dile sahip çıkmak ve onu muhafaza etmek, son derece önemlidir. Ali Şir Nevai’nin ve Kaşgarlı Mahmut’un Türk dilinin güzelliklerini, inceliklerini ve gücünü belirtmeleri milliyetçilik duygularının ne kadar gelişmiş olduğunu göstermektedir. Ayrıca Karamanoğlu Mehmet’in: “Bugünden sonra divanda, dergahta, bargahta, mecliste ve meydanda Türkçe’den başka dil kullanılmayacaktır.” sözü Türk dili ve Türk milliyetçiliği bilinci açısından en güzel örneği teşkil etmektedir. Milliyetçilik duygusunun teşkilatlanma ürünü olan milli devlet ve milli ordu; diğer toplumlardan çok önce Hunlar çağında gerçekleştirilmiştir. Osmanlı’nın son demlerine rastlayan milliyetçilik kasırgası, elemdir ki büyük Türk İmparatorluğunun yıkılma sürecine ivme kazandıran olgulardan biri olmuştur. O dönemde ortaya çıkan aydın takım ve onların imparatorluğu kurtarma adına yürüttükleri fikir akımları dahi bu gidişe engel olamamıştır. Islahat Fermanı’yla (1856) kabul edilen Osmanlı vatandaşlığı olgusu imparatorlukta Namık Kemal’in başını çektiği “Osmanlıcılık” akımını filizlendirmiştir. Bu akıma göre dil, din, ırk, mezhep, renk ayırımı olmaksızın bütün halk Osmanlıdır ve Osmanlılık kimliğine sahiptir. Burada “Osmanlı milleti” yaratma gayreti, Osmanlıca’nın yaygınlaştırılması, imparatorluğun birlik ve bütünlüğü için önlem olsa da cılız kalmıştır. Eşya’nın tabiatına aykırı olan bu fikir, Yunan, Bulgar, Arnavut, Sırp isyanlarının başlamasıyla geçerliliğini ve manasını yitirmiştir. Bu arada Kavalalı Mehmet Ali Paşa denen gözü dönmüş Mısır Valisi’nin Osmanlı’dan ağır talepleri imparatorluğun bütün tebaasıyla birlik ve bütünlük arz etmesine güneyden sekte vurmuştur. Devamını izleyen süreçte “İslamcılık” akımı imparatorlukta ağır basmıştır ki o dönemde Meşrutiyetin ilanıyla birçok gayrimüslim azınlığın ve sömürücü ayan takımının meclise dolması ve de batıda gayrimüslim isyanların hızlı artışı Gök Sultan İkinci Abdulhamid Han’ı bu düşünceye sevk etmiştir. Lakin Müslüman Arnavutların isyanı, yine güneyde rahat durmayan Arapların ihaneti , “İslamcılık” fikrinin geçerliliğini bitirmiştir. Böylece güçlü milliyetçilik şuurunun kol gezdiği dünyada, din olgusu milletleri bir arada tutabilecek tutkal olmaktan çıkmıştır. Osmancılık ve İslâmcılık akımları da Türk Milletinin vatanperverliğinin göstergesidir. Çünkü ne olursa olsun bu iki akım imparatorluğu ayakta tutmak ülküsüyle ortaya çıkmış, yalnız bazı noktalarda eksik kalmıştır. İşte o dönemde Türk milliyetçiliğinin adı olan Türkçülük fikrini Alp Er Tunga’dan gelen yoğun duygusuyla beraber sistemleştiren büyük Türkçü aydınlar, düşünceleri ile Türk Milleti’nin kararan mukadderatına ışık olmuşlardır. Yusuf Akçura “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı esriyle Türkçülükten başka tutunacak dalın kalmadığını ve Türk Milleti’nin temel ülküsünün Türkçülük olduğunu İnceleme HUNLARDAN GÜNÜMÜZE İnceleme 38 ortaya koyarken, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Ziya Gökalp gibi Türkçüler de şiir ve makaleleriyle Türkçülük ülküsünü coşturuyor, yüreklere nakış nakış işliyorlardı. O dönemde Kurtuluş Savaşına önderlik eden Türk Ocakları (1912) kurulmuş, Türk Yurdu dergisi çıkartılmıştır. Türkçülük, Batı milliyetçiliğinden farklı olarak hem duygusal olarak yoğunlaşmaya hem de sistemleşmeye başlamıştır. Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları” kitabıyla Türkçülüğün sosyolojik izahını yapmış ve fikrî temellerini atmıştır. Başbuğ Mustafa Kemal’le Türk Milleti Türkçülük ülküsüne sarılmış ve Türk ülküsünü benimsemiştir. Atatürk’ün ölümünden sonra komünizmin Türkiye için bir tehlike oluşturması, İsmet Paşa ve yönetiminin buna tolerans göstermesi, bazı kişilerin komünizme methiyeler düzmeleri, Türkçülük ülküsüne inanmış Türkçüleri harekete geçirmiştir. Türklüğün ölümsüz güneşi, 20 yüzyılın Kürşad’ı Hüseyin Nihal Atsız ve Türkçüler komünizme karşı büyük bir direniş göstermeye başladılar ve kısa sürede bu fitneci fikri çürütmeyi başardılar. Bununla birlikte gerek devlet erkânı gerekse sözde aydınlar tarafından yoğun suçlamalara maruz kaldılar. Lakin yürekleri Türklük ateşiyle alev alev yanan Türkçüler bu isnatlara da gereken cevabı tokat gibi yapıştırdılar. Türkçü Başbakan Şükrü Saraçoğlu’nun mecliste yaptığı konuşmadan sonra, Hüseyin Nihal Atsız dönemin başbakanına hitaben iki açık mektup yayınladı. Bu mektuplarda artan komünizm tehlikesini, yerli komünistlerin faaliyetleri ortaya koydu ve dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i istifaya davet etti. Atsız, Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in de kışkırtması ile Sabahattin Ali tarafından mahkemeye verildi. Atsız ve Sabahattin Ali arasında başlayan bu dava zamanla Türkçülük ile komünizmin mücadelesi haline dönüştü. 3 Mayıs 1944’te yapılan ve tarihe Türkçülük Turancılık Davası olarak geçen ilk duruşma ve bunu takip eden diğer duruşmalar, Türkçülere uygulanan işkence ve zulümler Türkçülük ülküsüne bağlı gençleri sokaklara döktü. Ülke genelinde “Türkçülüğe evet komünizme hayır!” diyen gösteriler yapıldı. Bu gösteriler ihanete atılan tokattı. Türklüğün üzerine doğan güneş, Türkçülüğün soysuzlaşma ile gördüğü hesaptı. O dönemde İkinci Dünya Savaşı’nın Rusya lehine dönmesi ve Milli Şef İnönü ve takımının Sovyetlere kur yaparcasına Türkçüleri hapsetmesi, Atatürk’ten sonra Türkçülükten kopuşun, acizliğin, korkaklığın en büyük göstergesi olmuştur. Türkçüleri faşizmle suçladılar. Atsız’ın faşist lider Mussoliniye hitaben yazdığı “Davetiye” adlı şiiri gözardı ettiler. Türkçülerin yalnızca Türk özünden gelen fikirlerle, Türk’e ait ideolojilerle beslendiğini anlamadılar. Turan’a hayal, Turancılara hayalperestler dediler. 3 Mayıs günü mahkeme salonunda “Sovyet Rusya çökecek.” sözüne katıla katıla güldüler. İkinci Cihan Harbi’den sonra Sovyetlerin Selim Sarper’e Rus ülküsü olan sıcak denizlere inme sevdası namına verdiği Kars, Ardahan ve boğazları içeren notayı içlerine sindirdiler de tarih sahnesinde Mete Han ve Timur Han ile gerçekleşmiş Türk Birliğini Türk dünyasına uzak gördüler. Şimdi Sovyetlerin dağıldığını ve o topraklarda 5 Türk Cumhuriyetinin bayraklarının dalgalandığını görüp hatalarını anlamışlar mıdır? Ne dersiniz? TAM BAĞIMSIZ TÜRKİYE Türk’e gaflet yakışmaz kaldırın başınızı Yedi düvele karşı çatalım kaşımızı Vermeyelim düşmana bir çakıl taşımızı Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye! Dönelim aslımıza bu millet ezilmeden Bu yurdun haritası yeniden çizilmeden Yürüyelim el ele şehitler üzülmeden Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye! Çözelim hainlerin bize isyanlarını Ne çabuk unuttular Türk’ün aslanlarını Yazmadık mı Kıbrıs’ta mertlik destanlarını? Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye! Benim asil soyuma melezler katılmasın Erenler diyarında destursuz yatılmasın Elin yabancısına toprağım satılmasın Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye! Duran’ım bu birliğe davet eder herkesi İçimizdeki volkan Atatürk’ün ilkesi Ebediyen var olsun şehitlerin ülkesi Bir olak, birlik olak, sahip çıkak ülkeye Parolamız bellidir: Tam Bağımsız Türkiye! Duran TAMER İnceleme 39 İnceleme 40