Kontrast
Transkript
Kontrast
Afsad’ın ücretsiz yayınıdır. Kontrast Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği SAYI 2 / YIL 2 2 Foto-Haber • 5 İMece İlker Maga • 6 İnce Elek Altan Bal • 7 Söyleşi Ozan Sağdıç • 12 Belgesel Fotoğraf • 13 Bu Fotoğraf Nasıl Çekildi Özer Kanburoğlu • 14 Fotoğrafçı ol(ama)mak • 21 Konuk Yazar Murat Şen • 22 Yorum Şule Tüzül • 22 Kitaplık Yasemin Şenyurt • 23 Söyleşi Şevket Şahintaş • 26 Yol Notları Ceyda Taşdelen • 28 Gelişmeler ve Teknik Bilgiler • 28 Yurt Dışı Haberler ana sponsorluğunda yayımlanmaktadır. Kontrast Başlarken.. Değerli fotoğraf dostları, AFSAD, kurulduğu 1977 yılından bu güne, ülkemiz fotoğraf sanatının eksiklik hissettiği alanlarda, üretkenliğini kullanarak Türkiye fotoğrafına katkılar sunmayı amaç edinmiştir. Fotoğrafçıların örgütlenmesi ve bu alanda dayanışmayı sağlamak için mekân olmanın yanı sıra, kuramsal, bilimsel çalışmaların ilgilileriyle buluşması ve üretilen fotoğrafın günün belgesi sanatsal yaklaşımıyla geniş kitlelerle paylaşılması ve gelecek dönemlere aktarılmasını misyon edinmiştir. Sempozyumların kitaplaşması, yıl sergileri, atölye sergileri ve ulusal yarışmalı sergilerini kataloglaştırarak sabitlenmesi de yine Türkiye fotoğrafına katkı olarak ele alınmış ve bu alanda birçok yayın fotoğraf camiasına sunulmuştur. Yayıncılık alanındaki en önemli üretim ise dergicilik olarak açığa çıkmıştır. 1977 yılında, günün kısıtlı koşullarında hazırlanan, sarı kâğıda basım Fotoğraf Dergisi, sanat başlığındaki fotoğrafa, bugün bile güncelliğini koruyan, katkı sağlayacak bir içeriğe sahiptir. Türkiye’nin en uzun soluklu Fotoğraf Dergisi olan yayınımız, amatör ruh ve profesyonel disiplinle ele alınarak, gerek günün koşulları içerisinde dünya fotoğrafında oluşan tarzlar, üretilen fotoğrafların Türkiyeli fotoğrafçılara tanıtılması, gerekse Türkiye fotoğrafının paylaşmaya değer çalışmalarının diğer fotoğrafçılar ve ilgilileriyle buluşması bakımından önemli bir misyonu yerine getirerek, hissedilen boşluğu doldurmuştur. Bugün ise, ülkemizin yakın tarihindeki fotoğrafın yeni kuşaklarca tanınması ve Türkiye fotoğrafının gelişimini takip etmek için önemli bir kaynaktır. Zaman zaman ekonomik sıkıntıların sonucu olarak yayını aksayan dergimizi Görüntü Duvar Gazetesi olarak sürdürmek ve arşivlemek, Gren başlığında bülteni daha içerikli hâle getirme çabası, sayfa sayısı azaltılarak ve Gazete Kontrast olarak yine geniş kitlelere ulaşma çabası ve genişletilmiş bülten olarak Kontrast’ı yayımlayıp, özellikle dernek içi aktivitelerin geniş tanıtımını sağlayacak bir mecra oluşturmak; aslında derneğimizin dergi yayıncılığı konusunda ne derece motive olduğunun ve ısrarcılığının göstergesidir. Derneğimizin tüm yönetim kadroları, dergi yayıncılığını bırakmamak ve alt yapısını canlı tutmak için çabalarını sürdürmüşlerdir. Elinizde bulunan Kontrast Dergisi, tüm bu sürecin ve alt yapının ürünü olarak; teknolojik değişim ve gelişim sürecinde, geçmiş dönemlere göre çok daha fazla konuşulan, yaygınlaşan fotoğrafın sanat dilini, bu değişim sürecinde yerini bulmaya çalışan yeni fotoğrafçılara ulaştırmak; deneyim ve üretkenliğiyle, Türkiye fotoğrafında sabitlenmiş ustaların yeni nesil fotoğrafçılara rehber olabilmesini sağlamak; fotoğrafın gelişen düşünsel yanını güncellemek, okunurluğunu, tartışılmasını sağlamak; yeni ürün ve tarzları irdelemek, eleştirmek, alkışlamak; günceli yakalamak; fotoğrafı okumak, fotoğrafı okunabilir kılmak için yeniden yayın hayatına başlamıştır. Amatör ruh ve profesyonel disiplinle, dergi yayımcılığında uzmanlaşmış bir kadro ile iki aylık periyotlarla yayımlanacak olan Kontrast Dergi, daha geniş kitlelerle buluşmak üzere yıl boyu ücretsiz olarak ilgilisine ulaştırılacaktır. Dergimizin ana sponsorluğunu üstlenerek, Türkiye fotoğrafı ve sanatına önemli katkı sunan Garanti Emeklilik’e ve reklamlarıyla destekleyen değerli firmalarımıza teşekkür ediyoruz. Günceli değerlendirmek, üretimi desteklemek, değerlendirmek, gelişmek ve geliştirmek üzere; tüm usta fotoğrafçı, yeni fotoğrafçı, fotoğrafçı adayı, yazar, akademisyen, fotoğrafın düşünsel yanına katkı sunan, sunmak isteyen fotoğraf dostlarını, dernek, kulüp yetkililerini, üyelerini, dergi iletişim adreslerinden görüş ve isteklerini derginin yayın kuruluna ulaştırmasını ve katkı sunmalarını beklemekteyiz. AFSAD Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği Adına Sahibi Gökhan BULUT Yayın Yönetmeni (Sorumlu Müdür) Ceyda TAŞDELEN Yayın Yönetmeni Yardımcısı Şule TÜZÜL Görsel Yönetmen Levent ÇAĞIN Editörler Şirin AYDIN Kamuran FEYZİOĞLU Editör Yardımcıları Nergis AKINCI Elçin POLAT Atakan BAYKOÇAK Reklam ve Abone Sorumlusu Ufuk DURUMAN Yayın Kurulu Ceyda Taşdelen, Şule Tüzül, Şirin Aydın Kamuran Feyzioğlu, Atakan Baykoçak, Ufuk Duruman Yönetim Yeri (Dergi İletişim) AFSAD – Büklüm Sok. No: 22/11 Kavaklıdere – Ankara Tel: 0312 4172115 Faks: 0312 4172116 GSM: 0533 7388208 www.kontrastdergi.com www.afsad.org.tr kontrast@afsad.org.tr Baskı: Mattek Matbaacılık Basım Yayın Tanıtım San. Tic. Ltd. Sti. Adres: GMK Bulvarı Akyol İshanı No: 83-23 Maltepe - Ankara Tel: 0312 2291502 Basım Tarihi: 01.01.2010 Yayın Türü: Bölgesel ISSN: 1304-1134 Kapak Fotoğrafı: Ozan Sağdıç “Teknik anlamda bütün dijital kurgularım, heyecan ve güçlü fikir duygularına dayanan rüyasal yapıtlara benzeme iddiası taşırlar. Başından beri bütün kurgularım, unutamadığımız rüya parçacıkları gibi, anlamak veya çözümlenmek için değil, izleyicinin kendini fotoğrafta kaybetmesi için tasarlanmıştır.” ALİ ALIŞIR1978 yılında, İstanbul’da doğdu. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Dost selamlarımla... Gökhan Bulut AFSAD Yönetim Kurulu Başkanı Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan; yazı, makale, fotoğraf, karikatür, illüstürasyon, vb.’nin, elektronik ortamlar da dahil olmak üzere, kullanım hakları AFSAD (Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği)’a ve/veya eser sahiplerine aittir. İzin almaksızın, hangi dilde ve hangi ortamda olursa olsun, materyalin tamamının ya da bir bölümünün kullanılması yasaktır. grafik eğitimi aldıktan sonra, İtalya’ya taşındı ve freelance moda fotoğrafçılığı yapmaya başladı. 2005 yılında Floransa’da Accademia Italiana’da moda fotoğrafçılığı üzerine master yaptı. Eğitimini, “Fotoğrafta Dijital Kurgu” üzerine tamamlayıp, grafik ve illüstrasyon çalışmalarında bulundu. Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde eğitim vermekte ve çalışmalarına, İtalya ve Türkiye’de profesyonel moda fotoğrafçısı ve dijital fotoğraf sanatçısı olarak devam etmektedir. 3 Kontrast Foto-Haber İÇİMİZDEKİ ZAMAN İstanbul Modern 26 Ocak – 16 Mayıs İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi, “İçimizdeki Zaman” isimli uluslararası sergiyle Ocak ayında sanatseverlere kapılarını bir defa daha açacak. İstanbul Foto-Haber Modern’den Engin Özendes, Moskova Fotoğrafevi Müzesi’nden Olga Sviblova ve Selanik Fotoğraf Müzesi’nden Vangelis Ioakimidis’in seçimiyle her ülkeden beşer sanatçının katılacağı sergide toplam 15 fotoğrafçının yapıtlarına yer verilecek. Seçilen fotoğrafçıların 153 fotoğrafının yer alacağı söylenen sergi, üç ülkenin sanatçılarının yapıtlarını her üç ülkede de sergilemesine fırsat tanıyor. Bu doğrultuda, 26 Ocak-16 Mayıs 2010 tarihleri arasında İstanbul Modern’de izlenecek olan sergi, Mart 2010’da Moskova Uluslararası Fotoğraf Bienali’nde ve Nisan 2010’da da Selanik Uluslararası Fotoğraf Bienali’nde sanatseverlerle buluşacak. “İçten Dışa” Fotoğraf Sergisi Çağdaş Sanatlar Merkezi 28 Aralık 2009- 03 Ocak 2010 oluşturduğu ifadenin, yani biçimin yeni bir varlık olarak dışa vurumudur.” diyor. Fotoğrafçı Kadriye Karataş’ın soyut fotoğraflarından oluşan ve izlenime sunulan “İçten Dışa” adlı fotoğraf sergisi, geçtiğimiz ayın sonlarında izleyiciyle buluştu. Büyük ilgi gören sergisiyşe ilgili olarak sanatçı, “Günlük yaşamımda çoğunlukla vaktimi geçirdiğim özel bir mekânın ‘iç’ dünyamda ARA GÜLER’İN HAYATI “FOTO MUHABİRİ” İSİMLİ KİTAPLA RAFLARDA YERİNİ ALDI Nezih Tavlas tarafından kaleme alınan “Foto Muhabiri Ara Güler” isimli kitap, Fotoğrafevi tarafından yayımlandı. Türk fotoğraf dünyasının tartışmasız en çok tanınan ismi Ara Güler’in 80 yıllık heyecan ve fotoğraf dolu yaşamı, Nezih Tavlas’ın kalemiyle İSTANBUL HATIRASI FOTOĞRAF MERKEZİ AÇILDI 24 Ekim 2009 tarihinde, İstanbul’un Anadolu yakasında yeni bir fotoğraf merkezi kuruldu: İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezi. Açılışını Haluk Çobanoğlu’nun “Arabesk” isimli sergisi ile yapan İstanbul Hatırası, fotoğraf eğitim ve seminerleri, atölye çalışmaları, sergi ve gösterilerin 4 FOTOĞRAF GEÇİDİ: İSTANBUL 2010 etkinliklerine damgasını vurmaya hazır. Eylül 2009 itibariyle başlayan proje; fotoğraf sergileri, katalog, bülten yayınları, gösteriler, seminerler, atölye çalışmaları ve çocuk fotoğraf eğitimleri gibi birbirinden ilginç çalışmalarla Eylül 2010’a kadar devam edecek. İstanbul 2010 projesinin amacı, binlerce yıldır önemli bir kültür, sanat, yaşam merkezi olan İstanbul’un, çağımızın en önemli sanatlarından biri olan fotoğraf ile belgelenmesi ve gelecek kuşaklara kalıcı eserler bırakılmasının sağlanması olarak açıklanırken; bu amaç çerçevesinde, Türk ve yabancı fotoğrafçılardan oluşan 12 sergiye ev sahipliği yapmaya hazırlanıyor. Ayrıntılı bilgi ve etkinlik tarihleri için www. fotografgecidi.com adresini kullanabilirsiniz. farklı semtlerinde çekim yaptılar. Katılımcılar arasındaki diyalog ve fikir alışverişini güçlendirme amacıyla yola çıktıklarını açıklayan Istockphoto’nun Operasyondan Sorumlu Müdürü Kelly Thompson, İstanbul’u seçme nedeni olarak da İstanbul’un stock fotoğraftan çok editoryal fotoğraf için uygun bir mekân olmasını ve bu çalışmanın amacının da editoryal fotoğraf olduğunu söyledi. Sanatçılar, verdikleri seminer sonrasında, work shop niteliğindeki çekimleri sırasında çektikleri fotoğrafları da sonraki gün gerçekleştirdikleri seminerlerde değerlendirdiler. 1930’lu yıllarda Ankara’ya gelen yabancı mimarlar, kentin mimari çehresini önemli ölçüde belirlemişlerdir. Pembe Köşk, T.B.M.M., Sümer Bank, Merkez Bankası, Opera Binası gibi birçok okul, elçilik ve üniversite binalarının yer aldığı yaklaşık 50 yapı, Ankara’nın kültür mirasını oluşturmaktadır. Bu sergide, Çetin Ergand’ın, panoramik olarak görüntülediği fotoğrafları bulunacak. Çetin Engard, 1968 İstanbul doğumludur. Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden 1994 yılında mezun olan sanatçı; panoramik görüntüleme, Küresel Sanal Gerçeklik (Virtual Realty -VR) ve peripheral (çepeçevre) panorama ile ilgilenmektedir. Fotoğrafçı ve Yazar Murat Yaykın’ın üçüncü kitabı “Fotoğraf İdeolojisi” çıktı. Murat Yaykın’ın Gökçeada’da kalan Rumları anlattığı fotoğraf projesinin kitabı “Imbros – ‘Burada Yalnız Ölüm Var’” ve “Aze’nin İzi” isimli bir romanı var. Bir kısa film çalışmasına da imza atan Yaykın, yeni kitabında “algıda gerçeğin bozulumu”nu anlatıyor. Görüntü ve fotoğrafın dili, “Avrupa Kültür Başkenti 2010: İstanbul” kapsamında Fototrek tarafından yürütülen “Fotoğraf Geçidi 2010” projesi, Fotoğraf Sanatçısı Gültekin Çizgen’in sanat yönetmenliği ve Cenk Gençdiş’in organizasyonuyla, 2010 yılı fotoğraf İstanbul, 4-8 Kasım tarihleri arasında, Istockphoto’nun en başarılı 30 sanatçısını ağırladı. Sanatçılar, kaldıkları süre içerisinde hem seminer verdiler hem de İstanbul’un “Bir Başkentin Oluşumu: Alman, Avusturya ve İsviçreli Mimarların İzleri” Yrd. Doç. Çetin Ergand Fotoğraf Sergisi 22.01 – 20.02 2010 / GoetheInstitut Ankara yanı sıra, yalnızca fotoğraf değil, yaratıcı ve görsel olan her türlü paylaşıma açık bir mekân olmayı hedefliyor. Altan Bal ve Murat Pulat tarafından kurulan merkezde, fotoğrafseverlerin yararlanabileceği zengin bir fotoğraf kitaplığı ve kafe de bulunuyor. Merkezle ilgili detaylı bilgiye www.istanbulhatirasi.org adresinden ulaşılabilir. Filistinli fotoğrafçı Nayef Hashlamoun, Aralık ayında AFSAD’ın konuğuydu. Hashlamoun AFSAD’da savaş fotoğrafçılığı ile ilgili bir workshop gerçekleştirdikten sonra, yine savaş ve çatışmalarda çektiği fotoğraflardan oluşan bir gösteri ve söyleşi yaptı. Yoğun katılım ve ilgi gören gösterinin ardından yapılan söyleşide fotoğrafseverler, sanatçının fotoğraf geçmişine ve bakış açısına ilişkin merak edilenleri sorma ve cevaplarını alma fırsatını buldular. Fotoğrafçılığın yanı sıra, gazetecilik, eğitmenlik ve yazarlık yapan Hashlamoun, soyutlama, nesnellik ve öznellik, algı ve bellek, toplumsal bellek, gerçek ve kurgu, estetik, etik ve belgesel fotoğraf nedir; sorularına yanıtlar veriyor. Yaykın, kitabında, sistemin bireyi nasıl edilgenleştirdiğini, iktidarın kendi düşüncelerini empoze etmek ve kendi isteklerini uygulatmak için fotoğrafı ve görsel iletişim araçlarını nasıl kullandığını, “algıda gerçeğin bozulumu”nu nasıl sağladığını anlatmaya çalışıyor. İSTANBUL’DAN ISTOCKPHOTO SANATÇILARI GEÇTİ okurla buluşurken, ülkemizin ve dünyanın yakın tarihi de kitabın satır aralarında yer alıyor. Savaşlar, darbeler, facialar, dünyanın kaderini değiştiren insanlar peşinde koşan Ara Güler’in yaşamına ışık tutan kitap, inanılması güç yaşam öyküsünü gözler önüne seriyor. Tüm olayların kronolojik sırayla yer aldığı kitapta, Ara Güler’le yapılan bir söyleşi ve aile albümünden fotoğraflar da bulunuyor. FİLİSTİNLİ FOTOĞRAFÇI NAYEF HASHLAMOUN AFSAD’DAYDI Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Daha önce soyutlama çalışmalarından oluşan “Damla” isimli sergisiyle fotoğrafseverlerin karşısına çıkan Kadriye Karataş’ın soyut fotoğraflarından oluşn “İçten Dışa” isimli yeni sergisini Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde, .... Tarihine kadar izleyebilirsiniz. MURAT YAYKIN’IN YENİ KİTABI FOTOĞRAF İDEOLOJİSİ ÇIKTI pek çok sivil toplum kuruluşunda üye olarak ve yönetim kademelerinde bulundu. Ürdün ve Dubai’de “The Best Photojournalist 2009” ödülünü aldı. Çalışmaları sırasında yedi kez yaralanarak ölümden dönen sanatçı, 1996 yılından beri Reuters muhabiri olarak çalışmaktadır. Ürdün, Almanya, Amerika ve Romanya’da çeşitli eğitimler almış, yaşamış ve çalışmış; Ortadoğu, Afrika ve çeşitli Avrupa ülkelerine, işi gereği sıklıkla seyahat etmiştir. Sivil Eğitim, Çatışma Çözümü ve Şiddetsizlik Bilgi Medyası ismi ile çalışmalar yapan Sivil Toplum Örgütü ALWATAN Center’ın kurucusu ve yöneticisidir. 5 Kontrast İlker Maga “TÜMEVARIM” FOTOĞRAF SERGİSİ Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezi – 26-31 Ocak 2010 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği’nin (AFSAD) fotoğraf eğitimi ve üretimi amacıyla oluşturduğu atölyelerden biri olan Cengiz Engin Atölyesi’nin 2009 çalışma dönemi ürünü: “TümeVarım” Fotoğraf Sergisi. Fotoğrafın geleneksel kalıplarını zorlamayı, farklı yaklaşım ve yeni anlatım olanakları keşfetmeyi hedefleyen atölyede katılımcılar son iki dönemdir Kompozit Fotoğraf Teknikleri üzerine çalışmalar yapıyor; ağırlıklı olarak, David Hockney’in öncülüğünü yaptığı Kübik Kolaj ile Duane Michals’ın öncülüğünü yaptığı Seri Anlatımlı Fotoğraf yaklaşımlarında ürünler veriyorlar. Sergide yer alacak olan çalışmalar, yapıları ve ölçekleri itibariyle, fotoğrafa bakan izleyicileri kendisine daha yakından ve daha uzun süre bakmaya davet edecek; ayrıntılardan bütüne (fotoğrafçının yorum bütününe) ulaştırmayı hedefleyecek. Sergi, 26-31Ocak 2010 tarihinde Ankara Çağdaş Sanatlar Merkezinde, 12 Mart – 1 Nisan 2010 tarihinde Salzburg, Bashimi Art House’da fotoğraf severlerle buluşacak. İMece Foto-Haber FOTOĞRAF çıkmasını zorlaştırdı. Tolstoy’un yazarken hangi araçları kullandığını, ancak sınırlı sayıda insan merak eder; araçlarına değil ne yazdığına bakılır. El yazısından daktilo ve bilgisayara geçiş sırasında yazının geçirdiği değişim ile fotoğrafın son otuz yılda yaşadıkları, kuşkusuz karşılaştırılamaz ve tabii ki fotoğraf, teknikle çok ilgili bir alan. Ama öyle ya da böyle, teknik, türü ne olursa olsun anlatılmak istenen için araçtan başka bir şey değildir, olamamıştır. Ve hâlâ nasıl değil, ne üretildiği kilit rolü oynuyor. Bu da hiçbir disiplinde kolay değil. Fotoğrafın üretim sürecinin kolay görünmesine bakıp bunun tuzağına düşenlerin sayısı hiç de az değil; çevremize bakmak ve hafızalarımızı biraz zorlamak yeterli. İnsanın kendine hangi sıfatları yakıştırdığına değil, ürünlerine bakılmalı. Sağlam ürünler, en kaba ifadeyle sağlam bir genel kültür ve yine sağlam bir görsel kültür gerektiriyor. Birkaç yıllık çekim ve karanlık oda tecrübesi edinmekten insanları kurtaran dijital teknik, ne yazık ki çağımızın aceleci insanına bu konuda yardımcı olamıyor. Tesadüf, fotoğrafta çok büyük rol oynar ve tesadüfle birkaç kare “yakalamak” mümkün; ama tesadüfle usta olunamıyor ve bir büyük proje, sadece tesadüfün kaderine terk edilerek hayat bulamıyor. Dijitalleşme çağının, fotoğrafı derinden etkilediği doğru. Önlenemez bu teknik gelişmeye bakıp üzülmenin anlamı yok. Dijitalleşmeye geçiş süreci neredeyse tamamlandığına göre, gelişmeye ilk zamanlar tepkiyle yaklaşanların bu şoku atlattıklarından ve birer dijital makine alıp durumu sindirdiklerinden yola çıkılabilir. Dijitalleşmenin, fotoğrafı yaygınlaştırdığı ve üretim alanlarını genişlettiği oranda bayağılaştırdığı da açık... Sanıldığının tersine, fotoğraf yeni altın çağını yaşıyor. Dünya fotoğraf tarihi boyunca fotoğraf, hiçbir zaman bu oranda üretilmedi. Şimdiye kadar hiç olmadığı kadar çok fotoğraf müzesi, fotoğraf galerisi ve benzer fotoğraf yapılanmalarıyla karşı karşıyayız. Fotoğraf, tıkanan, hatta uzun zamandır yeni bir akım çıkaramayan ve Batı’da bittiği bile öne sürülebilecek “sanat”ın yardımına koşuyor; ona yeni yaratı alanları açıyor. Hemen her alan ve disiplin, öyle ya da böyle fotoğrafla ilgili olduğu için fotoğrafın disiplinlerüstü bir özelliğe kavuştuğu öne sürülebilir. Buna karşılık fotoğraf, belki en güçlü etkisini, sosyal tesirini kaybetti. Fotoğraf, günlük gazetenin önemli ve vazgeçilmez bir parçasıyken günlük siyasete müdahil olabiliyor, böylelikle sosyal tesiri geniş bir alana yayılabiliyordu. Bugün böyle bir tesirden söz edilemez. Yazılı basındaki etkisini yitiren fotoğraf, galeri ve müzelere kayıyor. “Sanat Pazarı”na artık yerleşen ve yerini her geçen gün büyüten fotoğrafta, pazarın sürekli yeni ürün ihtiyacına paralel çok daha düzeysiz, hızlı ve sıradan denemelere sıklıkla tanık olacağız. Avrupa’da, 1970’lerde, her evde en az bir fotoğraf makinesi olduğundan yola çıkılıyordu. Bugün ise her evde, mobil telefonlara eklenenleri de düşünürsek birden çok fotoğraf makinesi var. Bugün herkes, kendine fotoğrafçı diyebilir. Şarkı söylemek, kâğıt üzerine bir şeyler çiziktirmek gibi hemen herkesin üzerinde uzun uzun düşünmeden gösterdiği bir refleks fotoğraf çekmek. Her mırıldanana şarkıcı, her çiziktirene çizer, her yazı yazana yazar, her yemek yapana aşçı denmediğini unutmamalı. Bir de şu: Dijitalleşme, fotoğraf üretimini kolaylaştırdığı ve hızlandırdığı oranda, kalıcı ve tesir eden işlerin ortaya 6 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Her şeye rağmen, hangi teknikle üretilirse üretilsin fotoğrafı fotoğraf yapan ve sıradan insan karşısında güçlü kılan, “an”ı yakalaması ve “siyah-beyaz” olması, olmaya devam ediyor. Her disiplinin asıl güç aldığı noktalar var ve fotoğraf, gücünü “an”ı görüntüleyebiliyor olmasından alıyor. Neden mi? Yaşı ve sosyal düzeyi ne olursa olsun her insan yaşadığı bir olayı, tıpkı fotoğrafta olduğu gibi kare kare hafızasına kaydeder ve bu görüntüler hafızaya siyah-beyaz olarak iz düşerler. Bu nedenle, aslında her insan gizli bir siyahbeyaz an fotoğrafçısıdır. İnsan hafızası ise siyah-beyaz an fotoğraflarından oluşan bir fotoğraf albümüdür. Deneysel fotoğrafın tarihi ve ürünleri, “an” fotoğrafı da demek olan fotojurnalizmden çok daha eskilere dayanmasına rağmen; fotoğraf tarihinde iz bırakmış, birer klasik olmuş görüntülerin sokaktan koparılmış görüntüler olması tesadüf değildir. Bu özellikleriyle fotoğraf, her insanla gizli bir bağ kurmayı başarır. İnsanlar, sosyal konumlarına ve tercihlerine bağlı olarak, kimi disiplinlerden anlamadığını ya da sevmediğini söyleyebilir. Ancak insanın hafızasına iz düşürme eylemi fotoğraf makinesinin işleyişine benzediğinden, her insan hafızasında bir fotoğraf albümü taşır ve her insan, potansiyel bir fotoğrafseverdir. Bu nedenle izleyicisi en geniş yelpazeye sahip disiplin fotoğraftır ve insan karşısında en güçlü görsel disiplin de fotoğraftır. Bunu, an fotoğrafı ustalarının sergilerinde görmek ve yeniden keşfetmek mümkündür. Aslında kolay rastlanmaz bu buluşma noktası, genelde ve özellikle an fotoğrafının pek hoş karşılanmadığı akademilerde atlanmaktadır. Zaman geçer, hem de acımasızca hızla geçer ve geriye sadece anı, yani siyah-beyaz an fotoğraflarından oluşan bir albüm kalır ve bunlar, insanla ilgili anılardır. İnsanlığın hafızasında yer edinmeyi başararak klasikleşmiş görüntülerin neredeyse tamamının insan ve an görüntüleri olması bu nedenle olmasın sakın? 7 Kontrast İNCE ELEK Altan BAL Merhaba, Daha çok tiyatro sanatı için kabul gören bir benzetmedir biliyorum ama ben fotoğrafı da illüzyona benzetiyorum; doğal sonucu olarak, fotoğrafçıyı da illüzyoniste. Yok yok, belgesel fotoğrafçılığı da bu benzetmenin dışında tutmuyor, hatta tam göbeğinde olduğunu düşünüyorum. İllüzyonist de, fotoğrafçı da insanların, dış dünyayı algılamaktaki en çok güvendikleri duyu organlarına, yani “göz”e yönelik bir eylem gerçekleştirmekte. Bir illüzyonistin aslında ne kadar iddialı olduğunu bir düşünsenize: “Hey sen, şu an gözlerini dikmiş bana bakıyorsun, büyü yapmadığımı da biliyorsun. Her şey senin gözünün önünde olup bitecek. Zaten gördüğüne inanmayacaksın da neye inanacaksın değil mi? Ama birazdan, çok da sıradan hareketler yaptığım hâlde, gözlerinin önünde fiziki kanunların dışında bir şeyler olacak. Gözünün içine baka baka ben seni kandıracağım. İstersen gözünü bir saniye bile benden ayırma. Sen ne kadar gözüne güvenirsen, ben seni o kadar kandıracağım.” Aynı fotoğrafçı gibi: “Sana birazdan bir fotoğraf göstereceğim... Saniyenin binde birinde çekilmiş olacak. Öncesini ve sonrasını kesinlikle bilemeyeceksin; illa merak etsen de ne dersem ona inanmak zorundasın. İki boyutlu, kadrajlı ve tabii ki hareketsiz olacak. Buna rağmen sen, benim gayet subjektif seçimlerimden oluşan bir fotoğrafa baktığını unutacaksın. Fotoğrafın içinde gösterileni “gerçekten” görmüş sayacaksın kendini... Zaten gördüğüne inanmayacaksın da neye inanacaksın, değil mi?” Fotoğrafçının, fotoğraf aracılığıyla yaydığı illüzyonlardan en aldatıcısı kesinlikle, fotoğrafçılığın bir “an” sanatı ve fotoğrafçının da “an”ları yakalayan bir avcı olduğu söylemidir. Eğer boş bulunursanız inandırırlar da: 8 RÖPORTAJ: ŞULE TÜZÜL FOTOĞRAFLAR: OZAN SAĞDIÇ Söyleşi Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 “Elimizde fotoğraf makineleriyle gezerken öyle bir anla karşılaşacağız ki fotoğraf makinesini kaldırıp deklanşöre basmamız yeterli olacak. Zaten o an, o kadar çarpıcı bir an olacak ki siz saniyenin iki yüz ellide biri kadar kısa bir zamanda kadrajı da, biçimi de fark etmeden doğru yapmış olacaksınız.” Bu tarife göre bizleri etkileyen fotoğrafların ortaya çıkması, fotoğrafçıların o çok fotografik “an”lara rastlayacak kadar şanslı ve bir fotoğraf makinesine sahip olacak kadar paralı olmalarına bağlı. Yine bu tariften çıkan sonuca göre fotoğraf tarihinin iyi fotoğrafçılarının tek özellikleri, şanslı ve makine sahibi olmaları. Fotoğrafa Adanan Yarım Asır: Ozan Sağdıç Birkaç yıldır aklımdaydı. Her şeyin bir zamanı vardır ya, Ozan Sağdıç ile bir söyleşi yapma zamanım da Kontrast’ın yeni sayısını bekliyormuş. 1934 yılında Balıkesir’de doğan Ozan Sağdıç, ilk defa 1953 yılında fotoğraf makinesi ile tanışmış. Bugün Türkiye fotoğrafından söz etmeye çalışıyorsak, o ve onun kuşağının çok az sayıdaki fotoğrafçıları sayesinde. Beni, en az kendisi kadar güler yüzlü eşi Olcay Hanım ile birlikte evlerine konuk ettiler. Taşıdığı birçok unvana ve sıfata ek olarak, AFSAD Onur Üyesi de olan Ozan Bey ile söyleşi yapmak kolay değil; birkaç kez daha kendisini ziyaret ettim. Bolca sohbet ve o muhteşem arşivinde zaman elverdiğince gezdiğim eşsiz anlar... Benim için tadına doyulmaz bir paylaşım oldu. İşte o paylaşımlardan yansıyanlar... Fotoğrafın fiziki ortaya çıkış zamanı çok çok kısa olsa da (Saliselerle ölçülen bir zaman diliminde deklanşöre basarsınız; obtüratör perdesi, saniyenin belki de üç binde biri kadar açık kalır ve fotoğraf, film veya sensör üzerinde oluşur.) fotoğrafçının herhangi bir fotoğrafı çekmesini sağlayan tüm kararlar, bir sürecin sonucudur. Dış dünyayı, hiçbir zaman durmayan, sürekli birbirine eklenen duyular toplamı şeklinde algılayan insanın her yaptığı hareket, zaten farkında olduğu veya olmadığı bir sürecin sonucudur; tıpkı her fotoğrafın olduğu gibi. Bir fotoğrafın pozlanmasıyla ilgili fiziksel özellikleri göz ardı edersek, akılda kalmasını sağlayan, fotoğrafçının yaptığı seçimlerdir; zaten fiziksel özelliklerinden dolayı akılda kalan çok az fotoğraf vardır. İlk seçim konudur. Fotoğrafçının ne çekeceğine karar vermesi, fotoğrafçının tüm hayatının bir sonucudur. Benim gerçekleştirdiğim iki projenin (Bekâr Odaları ve Kamyoncular), babamın hayatının belirli dönemleri olması, buna örnek olarak verilebilir. İkinci seçim konusu ise malzemedir. Hangi makinenin kullanılacağından çalışmanın renkli mi, siyah-beyaz mı olacağına kadar her malzemeye, bir sürecin sonunda karar verilir. Çekimin yapılacağı yere yolculuktan sonra, o çok anılan çekim ânında da fotoğrafçı birtakım önemli seçimler yapar. Önce açısını belirler, sonra kadrajını. Fotoğrafın içinde ne olacağına ve nasıl olacağına karar vermesi gerekir. Bu seçimleri yaptıktan sonra deklanşöre basar ve saniyenin bilmem kaçta birinde fotoğraf oluşur. Gördüğünüz gibi, bir anda olup biten, yalnızca deklanşöre basıldıktan sonra olanlardır. Bu andan önceki tüm seçimler ki bu seçimler fotoğrafımızın etkileyiciliğini belirler, süreçlerin sonucudur. Hayatında ilk defa evsiz görmüş birinin çektiği “evsiz bir insan” fotoğrafıyla, hayatının bir kısmını evsiz olarak geçiren birisinin ya da uzun zamandır evsizler hakkında romanlar okuyan bir kişinin çekeceği aynı evsiz fotoğrafı kesinlikle benzer olamaz. Siz bakmayın yüz metreyi dokuz küsur saniyede koştuklarına... Onlar o dokuz saniyeyi koşabilmek için bir ömür boyu hazırlanıyorlar... Fotoğraf: Ali Öz “SANATTA ŞÖYLE BİR OLGU VARDIR: SANAT YAPAN İNSANIN YÖNTEMLERİ ÖNEMLİ DEĞİLDİR, SONUÇ ÖNEMLİDİR; SONUÇTA ORTAYA NE ÇIKARMIŞ, İYİ YA DA KÖTÜ, ONA GÖRE DEĞERLENDİRMEK GEREKİR.” Fotoğraf yolculuğunuzda 56 yılı geride bıraktınız. Bu yarım asır içinde fotoğrafçı olmasaydı kim olurdu Ozan Sağdıç? Ortaokul, lise yıllarında kafamda bir düşünce vardı, “Acaba mimar olabilir miyim?” diye. Bunu çok arzu ediyordum. Çünkü küçüklüğümden beri malzeme ile uğraşmayı ve görsel olan her şeyle meşgul olmayı severdim. Kendi oyuncaklarımı kendim yapardım. Daha ilkokuldan itibaren resme karşı da ilgim fazlaydı. Ortaokulu İzmir Buca Ortaokulu’nda okudum. Çok değerli bir resim öğretmenimiz vardı, Âbidin Erderoğlu. Daha sonra kayınpederim oldu. Onun bana büyük etkisi olmuştur; çünkü benim görebildiğim kadarı ile çok değerli bir resim öğretmeni idi. Görsel sanatlara olan ilgim her zaman devam etti. Liseyi bitirdikten sonra, niyetim ya Akademiye gitmekti ya da mimar olmak üzere Mimarlık Fakültesi’ne. Lise son sınıfta, liseleri birdenbire dört sene yaptılar; bir yıl fazladan okuduk. O bir sene, ben haylazlığa vurdum; iki dersten kaldım. Bu arada, ders yılı arasında ilk defa, oyuncak seviyesinde, bir güneş, bir de gölge ayarı olan bir fotoğraf makinesine sahip oldum ve böylece fotoğrafa başladım. O makine elime geçmemiş olsaydı, belki başka yönlere kayardım; ama bunlar gene de sanatla ilgili şeyler olabilirdi sanırım. Peki, fotoğrafa başlamanızdan sonra sizi bu yolda tutan şey ne oldu? Bana fotoğraf makinesini satan, baba dostu olan kişi, İstanbul’dan gelen yedek subaylara, “Bakın Ozan’ın fotoğrafları ileride Avrupa mecmualarında yayımlanacak.” dedi, daha ilk fotoğrafımı görür görmez. Bu bana hem bir cesaret verdi, hem yön göstermiş oldu; fotoğrafa iyice sarıldım. Fotoğraf aşkı, bana her şeyden önce İstanbul gibi büyük bir yerde yaşama arzusu verdi. Bu da bana bir kapı açtı. Hayat mecmuası çıkar çıkmaz, beni foto muhabiri olarak kadroya aldılar. O dergi hem benim vitrinimim oldu, fotoğraflarımı orada gösterme şansına sahip oldum, hem de ben iş başında eğitim almış oldum. Hayat mecmuası başladığı zaman on tane Alman uzman vardı her seksiyonun başında. Almanlar kurmuştu tifturuk matbaasını, yeni elemanlar yetiştiriyorlardı. Çok yönlü merak sahibi olduğum için boş zamanlarımda her seksiyonu dolaştım. Sırf öğrenmek için kolları sıvayıp çalıştım, matbaanın her köşesinde. Örneğin mizanpaj, sayfa düzeni nasıl yapılır, bunları öğrendim. Görsel deneyimim çoğaldı. Bu arada dış basında çıkan pek çok fotoğrafı izledim. Fotoğraf yıllıkları çıkardı; “Photography Year Book”lar, “Photography Annual”lar falan... Onları hep alırdım. Amerikan ve Alman fotoğraf dergilerini satın alır, biriktirirdim. Onlara bakardım hiç durmadan. Başka fotoğrafçıların çektiği fotoğraflardaki güzellik ve başarı sırlarını çözmeye çalışırdım. Niçin bu fotoğraf iyi, değerli, anlamaya çalışırdım. Kendi fotoğraflarımı da kritik ederdim. Böyle böyle kendi kendimi yaratmış, geliştirmiş oldum. Pek çok başarılı fotoğrafçı gibi siz de çok yönlü bir insansınız; aslında fotoğraf sizin ilgi alanlarınıza, yaşamdaki duruşunuza ve tercihlerinize çok uydu diyebiliriz sanırım? Evet, doğru. O yıllarda, yazı yazmaya ve şiire de ilgim vardı. Sonra karikatürler de çizdim. Bunlar Akbaba mizah dergisinde yayımlanmıştı. Yani birçok dala yönelebilirdim. Hayat mecmuasına ilk girdiğim sene, İstanbul’a tayin edilmiş, Köy Enstitüsü çıkışlı iki öğretmen, eşlerinden uzakta bir sene geçirmek zorundaydılar. Birlikte bir oda tutmuşlardı. Ben de öğrenci yurtlarında falan kalıyordum. Benim de böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Onların odasına üçüncü kişi olarak ortak oldum. Bunlardan biri Ressam Selahattin Taran, bir tanesi de Edremit’te uzun yıllar gezici başöğretmenlik yapmış olan Şair Mehmet Başaran’dı. Bir 9 Kontrast Söyleşi “Bir fotoğraf, hem dış estetiği bakımından hem iç estetiği bakımından bir bütünlük arz etmelidir. O bütünlük içinde de bir bitmişlik, ‘artık bunun üzerine bir fırça daha atılamaz’, duygusu uyandıran sanat eseri saygındır, değerlidir.” sene boyunca, üçümüz bir odayı paylaştık. Ben o ara Hayat mecmuasında çalışırken askere gittim. Askerliğimin acemilik dönemini Burdur’da yapıyordum. Eşe dosta acemi askerliğimi hicveden mektuplar yazıyordum. Eski oda arkadaşım Mehmet Başaran’dan bir yanıt geldi: “Ozan kardeşim, sen her şeye yetenekli bir insansın. Ama böyle her yöne çaba harcarsan kendini dağıtırsın. Bir tek uğraşıyı kendine hedef seç, diğerlerini kısmen unut.” diyen bir mektup. Bu beni düşündürdü. Ben en iyisi fotoğrafta karar kılayım, dedim. Hatta askerden döner dönmez, zamanla birikmiş bir yığın şiir kitabım vardı; onları topladım ve eski bir kitapçıya bıraktım. 40 yaşıma kadar elime şiir kitabı almadım desem yeridir. Babam şairdi. Hatta büyük şairler yetiştirmiş bir şiir öğretmeniydi. Ama eğer benim içimde bir şair ruhu, şiirsel bir dürtü varsa, bu benim fotoğraflarıma yansısın dedim. Fotoğrafı, yaşamın fotoğrafçının sözcükleri ile dile gelişi olarak tanımlarsak, fotoğrafın da resim, şiir ya da beste gibi bir yaratım olduğunu söyleyebilir miyiz? Yaratı sözüne pek katılamayacağım. Benim fotoğraf dünyama bakacak olursak, iki türlü çalışma var. Bunlardan bir bölümü soyutlamalardır. Biçim üzerine bugüne kadar ortaya çıkarmadığım fotoğraflardır. Bunlarda bir sanat yapma endişesi vardır. Bunları bir akademik eğitim gibi görsel bakımdan kendimi yetiştirmek için kullandım. Daha amatörce bir ruhla uğraştım. Sunduğum fotoğraflar ise, daha çok fotojurnalizm esprisinde insanı içeren, insanın insanla, insanın doğayla, insanın çevresi ile ilişkilerini konu alan, biraz iyimser mutlu bir hava içinde ironi taşıyan fotoğraflardır. Yani insan ilişkileri ve insan manzaraları, 10 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 insanın psikolojisini dışa vuran ve hafifçe bıyık altından gülen fotoğraflardır ortaya çıkardıklarım. Ama bu fotoğrafları Ozan Sağdıç’tan başkası böyle çekemez, öyleyse bunlar da yaratı olmuyor mu? Ben bir öykü kurmuyorum, öykü anlatmıyorum; bir durum tespiti yapıyorum. Benim fotoğrafıma bakan her insan, kendi öyküsünü kendisi yazsın isterim. O fotoğraf ne demek istiyor, o fotoğrafların arkasında neler var; yani izleyen kendisini bir takım yerlere götürsün o fotoğrafla. Her bakanın yorumu farklı olabilir. Ama genelde insana yakışır bir biçimde, hümanist bir görüş açısı altında izleyici ile iletişim kurduğumu düşünüyorum. Bir de şu var: Neşe ve hüzün, sanatın tuzu biberidir, hayatın da tuzu biberidir. Bunlar paranın iki yüzü gibi aynı insanın ayrılmaz iki zıt parçasıdır. Ben, fotoğraflarıma bir dakika bakan kişi gülümsesin ama beş dakika dikkatle bakarsa, içini bir hüzün kaplasın isterim. Hangi mevkide olursa olsun, her insanın kendine göre bir dramı vardır, öyküsü vardır. Fotoğraftaki ve fotoğrafı izleyen iki insan arasında, o iletişimden doğan bir şey, yani insani duygular var. Fotoğraflarımı üretirken, bu düşünceleri taşırım ve gerisini izleyene bırakırım. Özetle, benim fotoğraflarım yaratı sayılmaz, durum tespitidir. Elbette sanatsal kaygı, estetik görüş, işlevsellik, kişisel üslup ve etik duruşu göz ardı etmeden. Her fotoğrafın, yaşamın bir parçasının kadrajlanması ve dolayısıyla fotoğrafçının tercihleri sonucu ortaya çıkmasından ötürü, fotoğrafçının düşüncelerinin bir yansıması olduğu ve objektif olamayacağı düşüncesine katılıyor musunuz? Fotoğraf taraf mıdır, tarafsız mıdır? Fotoğraf, benim görüşüme göre bir tanıklık olayıdır. Yani bir olayı, bir durumu saptıyorsunuz ama bunu yaparken, kendi ruhunuzdan ve bakış açınızdan bir şeyler ister istemez katılıyor. Tanıklık da böyle bir şeydir. Bir insana çok sempati duyarsınız; o bir suç işlemişse bile onu hafif göstermeye çalışırsınız. Ya da bir insana gareziniz vardır; çok iyi bir iş yapmıştır herkese göre ama siz onda bir kasıt arar, ona göre tanıklık yaparsınız. Yani kendi dünya görüşünüz, ister istemez fotoğrafınıza aksediyor. Fotoğrafın taraf olup olmaması, insanın içsel yapısına bağlı bir şey... Bunu kasıtlı olarak insanın gözüne soka soka yapan da olabilir ama çok masumane bir şekilde ortaya koyup, “hâl durum böyle” diyen de. Her türlüsü olabilir. Her türlü düşünce ve görüşe fırsat tanıyor ve saygı duyuyorsunuz; bazı insanlar kendinden farklı olanı reddeder, siz de tam aksine... Sanatta şöyle bir olgu vardır: Sanat yapan insanın yöntemleri önemli değildir, sonuç önemlidir; sonuçta ortaya ne çıkarmış, iyi ya da kötü, ona göre değerlendirmek gerekir. Fotoğraf ve siyaset ilişkisi sizin için nasıl, fotoğraf siyasetten bağımsız mı olmalıdır? Fotoğraf bir iletişim olayı olduğu için, gizli kapaklı veya açık olarak bir siyaset vardır; ama siyasetten ne anladığımıza bağlı. Ben şahsen, insani değerlerin ortaya çıkması için çaba gösteren bir uğraş adamıyım. Ama ne yaptığımı tam tespit etmek çok zordur. Örneğin, seneler önce, o 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinden önce bir sergi açmıştım. Bir de defter koydum. O zaman sağcılığı ile ünlü “Sanat tarihi, ustayı taklitle yazılmamıştır. Ustayı reddetmekle, yeni bir şey ortaya koymakla yazılmıştır. Sanat tarihi, kaideleri yıkan insanların tarihidir.” bir milletvekili vardı, onun adına bir yazı yazılmış. “Siz” diyor, “sanatınızı aşırı güçlerin hizmetine vermişsiniz”. Başka birisi, siyasal bilgilerden bir öğrenci imzası ile “Arkadaş, bu fotoğrafların hiçbir sosyal ağırlığı yok; ancak Hayat mecmuasının sosyete sayfalarına yakışır.” diyor. Yani, hiçbirine yaranamadım. Hâlbuki ortada bir insanım, bir durum tespiti yapıyorum. Yalnız o günlerde sanatı sloganlaştırmak merakı çok yaygındı. Belgesel fotoğrafta fotoğraf belgedir, propaganda aracıdır; böyle bir anlayış vardı. Ben ne oradayım ne buradayım. şanssız insanlar var. Ortam da çok önemli. Batıda sanırım bu işler daha organize; sanatı yapanla onu değerlendiren, satan kişiler farklı insanlar. Sanatı üreten kişiler eğer biraz farfara değilse, işini satmasını bilmiyorsa, onun değeri iyi anlaşılamıyor veya yok sayılıyor. Sanatı yapanla sanatı satan insanların ayrı bir organizasyon içinde olmaları gerekiyor. Türkiye maalesef sanata, dolayısıyla fotoğrafa hak ettiği değeri veren bir ülke değil. Fotoğrafçılar da bundan payını alıyor. Bu konudaki beklentileriniz ve varsa kırgınlıklarınız nelerdir? Ben fotoğrafta 50. yılıma yaklaşırken, Gültekin Çizgen ile konuşmuştuk. Arkadaşımız beceriklidir. Dedim ki “Benim 50. senem geliyor, ne yapsam?” Çizgen, “Bunu sen yapmayacaksın arkadaş!” dedi. “E peki kim yapacak?” “Sanat eğitimi veren üniversiteler var. Dernekler var.” Tabii ki kimseden ses yok. Bekliyorsun, çevrenden hiçbir hareket yok. Sen bir şey yapıyorsun, “Aman işte 50 senesini doldurmuş; doldurmuş da n’olmuş yani” diyorlar. Türkiye’de insanlarımızın genel tutumu bakımından, sanat insanlarına ve üreten kişilere karşı pek duyarlı olmaması, başlıca sorunumuz. İnsanların kıymetini pek bilemiyoruz, takdir edemiyoruz. İnsan sadece yiyip içip, sosyal davranan bir yaratık değil. Şu dünyadan gelip geçerken, ortaya bir şeyler koyması gereken; aklı, becerisi olan üstün bir yaratık. Bunu cömertçe ortaya koyan insanlara, lâyık oldukları saygıyı göstermek ve onları yüceltmek gerekir. Bizse, yaşadıkları sürece, bu kabil insanlardan gerekli ilgiyi esirgiyoruz ne yazık ki. Hatta görmezden geliyoruz, yok sayıyoruz. Cenazesi kalkarken biraz ah vah ederiz, kıymeti anlaşılır gibi olur ama çok çabuk da unutulur. Bir de propagandası iyi yapılmış magazinsel kişileri yüceltiriz, ama ondan çok daha değerli insanlarımızı görmezden geliriz. Medyatik olmak başka, değerli sanat adamı olmak çok başka bir şey. Dahası tabii ortamı bakımından şanslı insanlar var, Türkiye’de fotoğrafçı sanatını satmak da dâhil her işini kendi yapmak zorunda kalıyor değil mi? 55. yıl serginizi de siz kendi olanaklarınızla mı yaptınız? Nurol Galeri’nin yöneticisi benden bir-iki yıldır sergi bekliyordu. “Biz hiç fotoğraf sergisi açmadık; bir de fotoğraf sergisi açalım.” diyordu. Ben de “55. yıl için değerlendirelim” dedim. Tabii, kendi çabamla oldu. Galeri de sağ olsun teşhir bakımından sahiplendi, kataloğumu bastı. sınırlıyız. Ben de, şimdikinden çok daha yetenekli bir insan olmayı arzu ederdim. Ne kadar eğitim alırsak alalım, bu eğitimle insan gelişebiliyor; ama temelde, dipte bir yetenek kırıntısı olması gerek. Örneğin müziği ele alalım. Müzik yeteneği olmayan bir insana ne kadar nota öğretirseniz öğretin, ona bırakın beste falan yaptırmayı, doğru dürüst bir şarkı bile söyletemezsiniz. Bunun gibi fotoğrafçı olmak isteyen birinde de temelde gözünde canlandırdığı, baktığı dünyada bir takım armoniler, uyumlar falan keşfetmesi, bir çerçeveleme yeteneğinin olması gerek. Yeteneksiz bir insana bir şey öğretmek mümkün değil. Az buçuk yetenekle ve çok çalışmayla bir yere kadar gelebilir insan. Fotoğrafçı fotoğrafa ne katar? Kişiliğini katması lâzım. Şimdi profesör olmuş eski öğrencilerimden biri aradı 2-3 gün önce, “Hocam, siz Türk insanını Türk gibi fotoğraflıyorsunuz; bu ülkenin insanısınız, bu ülkenin fotoğrafçısınız.” dedi. Doğru bir tespit; çünkü ben oryantalist değilim. Elbette, insan bir fotoğrafı meydana getirirken, kendi içinden soyutlanıp, biraz yabancılaşması, uzaktan gözlem yapması lâzım; ama bu bir Batılı gibi, onun görmek istediği, onun beğeneceği gibi fotoğraflamak değildir. Ben bu ülkenin insanını, bu ülkenin insanı olarak fotoğraflıyorum. Becerebildiğim kadar... Herkes fotoğrafçı olabilir mi? Bir fotoğrafa iyi ya da kötü demenin herkes tarafından genel kabul görmüş kriterleri olduğunu düşünüyor musunuz? Sizin için iyi fotoğraf ve kötü fotoğraf nedir? Bir dereceye kadar olur da, şuna karar vermek gerek ki çok zor! Biz, hayatımızı bu işe vakfetmiş olanlar bile yeteneklerimizle Sanatı iyi icra eden ya da edemeyen kişiler arasındaki fark, bu şekilde ortaya çıkıyor. İyi fotoğrafın ortaya çıkması nasıl olabilir? 11 Kontrast Söyleşi duygusu uyandıran sanat eseri saygındır, değerlidir. “Fotoğraftan anlamak” diye bir kavram var. Fotoğraftan anlamak için teknik ve kuramsal fotoğraf eğitimi almak bu işin olmazsa olmazı mıdır; herhangi bir fotoğraf izleyicisi fotoğraftan anlayabilir diyebilir miyiz? Eşyaya ve çevreye karşı, insanlara karşı her insanın duyarlılıkları çok farklıdır; değerlendirmeleri de çok farklı. Bu sadece fotoğrafa bakış ile ilgili değil; dünyaya, çevreye bakış ile ilgili. Yani hiçbir şeye ilgi duymayan bir insan, fotoğrafa da ilgi duymayabilir. İlgiler de farklıdır; bir konuya çok ilgi duyan insan başka bir konuya kördür, görmez; onu da mazur görmek gerek. Elbette her insanın duyarlılık derecesi farklıdır. Ben buna “fotoğrafı koklamak” diyorum; onun kokusunu alabilmek. Fotoğrafın mesela seçicileri, editörleri, fotoğrafı koklayan insandır. Fotoğrafı koklamak, her insana nasip olmuyor. Deneyim çok önemli. Binlerce fotoğraf görmüş bir insan ama bunları değerlendirerek, yani bunlardaki estetik unsurları tahlil ederek beynine yerleştirmiş bir insanın deneyimi ile iki üç tane fotoğraf görmüş bir insanın deneyimi bir olmaz gayet tabii. Fotoğraf, her şeyden önce ilk bakışta leke değerleri ile kabataslak bizi kendisine çekmeli. Bu bir dış estetiktir. Burada insanın algılamakta kolayca uyum sağladığı, doğanın kendi uyum kurallarıdır. Bunları formüle de etmişler; işte simetri, kompozisyon, form, çizgi, biçim, doku falan gibi estetik kurallar hâline getirmişler. Bu estetik kurallarını matematiksel olarak öğrenir sanatçı; ama yüzde yüz tatbik eder mi, etmez mi? Artık 12 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 içinden geldiği biçimde onu uygular veya ona karşı da olur. Çünkü sanat tarihi, ustayı taklitle yazılmamıştır. Ustayı reddetmekle, yeni bir şey ortaya koymakla yazılmıştır. Sanat tarihi, kaideleri yıkan insanların tarihidir. Yoksa ustasıyla aynı işi yapan insanı sanat tarihine almazlar. Bu filâncanın taklididir, derler geçerler. Yani yeni bir üslup, yeni bir görüş, yeni bir anlayış getiren, sanat bakımından kıymetlidir. Diğerlerinden farklı olan, kendi üslubunu yaratan insan, sanat için kıymetlidir. Dış estetik ile fotoğraf bizi ilk aşamada kendine çeker; sonra benim iç estetik dediğim ifadeye gelir sıra. Her fotoğrafın bir ifadesi vardır. İnsandan insana iletişimi vardır. Benim fotoğrafım sizde ne kadar titreşim yapıyor? Sanatı uygulayan, meydana getirenle izleyen arasında bir iletişim doğuyor. O titreşim ne derece şiddetli? Size ne derece hitap edebilmişim? İşte orada benim gücüm meydana geliyor. Tabii bu insandan insana, görüşten görüşe farklı olabilir. Yani izleyicinin eğitim seviyesi de, görüş açısı da, sanat görüşü de, hisleri de, hatta zaman içinde değişen duyguları bile işin içine girer; çok yönlü bir şey. Bir fotoğraf, hem dış estetiği bakımından hem iç estetiği bakımından bir bütünlük arz etmelidir. O bütünlük içinde de bir bitmişlik, “artık bunun üzerine bir fırça daha atılamaz” Murathan Mungan, “Asıl başarı, bunca şeyin sahte olduğu bir toplumda sahici kalmaktır” der. Yarım asrı geride bıraktıktan sonra biz hâlâ Ozan Sağdıç diyebiliyoruz; çünkü sahici kalan azınlıktan birisiniz. Bunca zaman sahici kalmayı nasıl başardınız? bunun kaçış yolu yok ki. Bir de içten olmak gerek, samimi olmak gerek, için ne ise dışın da o olacak. Bir takım insanlardan ruhunu, düşüncelerini gizlemek, içten pazarlıklı olmak, bence çok kötü bir şey. Ben öğrenim hayatımda olsun, daha sonraki hayatımda da “doğrucu Davut” olmakla suçlanmışımdır. “İnsanları kırıyorsun” derler ama böyle bir niyetim yok. Kibarlık olsun diye de gerçekleri saklamayı doğru bulmuyorum; her şeyden önce ahlâki bulmuyorum. Kim olursa olsun, ister sanatçı olsun ister olmasın, insanın her şeyden önce ahlâk sahibi olması, diğer insanlara karşı dürüst davranması gerek. Sanırım pek çok fotoğrafçı gibi, sizin için de fotoğraf, yaşamınızda birincil öncelikli. Eşinizle fotoğraf arasında kaldığınız durumlar oldu mu? Kim, nasıl galip geldi? Fotoğraf çekme aşkı nasıl gerçekleşiyor? Çok seyahat ederek, dışarılarda kalarak, yani gece gündüz evden uzak bir uğraş. Bu nedenle benim evden uzak yaşamışlığım, eşim Olcay Hanım için şikâyet konusu olmuştur. Haklı olarak eşimin benden şikâyeti çok oldu; çünkü doğal olarak eve katkım az olmuştur. Ben bu hayat tantanası içinde ne yaptığımın farkında olamıyorum ki; bir aşkla koşturup duruyorum. Bunu şimdi şimdi idrak ediyorum; onu da fotoğraflarımı ortaya döktükçe görüyorum. “Yahu” diyorum “ben ne çok çaba harcamışım, ne çok koşturmuşum, ne çok yerde bulunmuşum, ne işler yapmışım...” diye, şimdi değerlendiriyorum ancak. Benim fotoğraf tutkumun çilesini Olcay Hanım benden fazla çekmiştir; ama işime karşı saygısı pek güçlü olduğundan, ciddi sorunlarımız olmadı. Sahici olmaya, buna karar vermekle başladım tabii. Bence sahtecilikten uzak durmak gerek. Gayet tabii sahici olacağız; 13 Kontrast Belgesel Fotoğraf TARİHİN SEYİR DEFTERİ! Fotoğraf çekme edimi kimine göre hobi, kimine göre meslek, kimisi için sanat ya da iletişim aracı, yani bir dil... Kendini fotoğrafçı olarak tanımlayan/gören birey, bu şıklardan birini tercih etmiştir. Fotoğrafçı hangi tercihi yaparsa yapsın, fotoğrafını toplumla buluşturmaya başladığı andan itibaren artık sorumluluk üstlenmiş demektir. Hobiyi bu sorumluluğun dışında tutuyorum; çünkü hobi Yazı: Murat Yaykın Bu Fotoğraf Nasıl Çekildi? ÖZER KANBUROĞLU rol biçilmez, onların kendi rollerini üstlenmesine izin verir. Ama bunu yaparken kendi gerçeğinin (öznelinin) izini de sürmez demek istemiyorum. Ancak burada etik sorun devreye girer. Yani belgesel fotoğrafçının kendi gerçeği, etik değerlerden bağımsız değildir. Sanat fotoğrafında ya da fotoğrafın sanat için kullanımında malzeme, fotoğrafçıya göre konumlanır. Belgeselde ise fotoğrafçı malzemeye göre konumlanır. Sanat fotoğrafında ve belgeseldeki bu konumlanma, etik ve estetik ilişkilerine de yansır. Sanat fotoğrafında estetik önce gelirken etiği belirler, yönlendirir, hatta değiştirebilir de. Belgeselde ise etik önce gelir ve estetiği belirler, yönlendirir. Sanat fotoğrafında, fotoğrafçının gerçeği öncedir. Belgeselde malzemenin gerçeği önce gelir. Belgesel fotoğrafçı, nesnelerin gerçeği/nesnel gerçeklik için kendini aracı kılar. Sanat fotoğrafında, fotoğrafçı kendi fotoğrafını öznel olarak kurar (öznel öncelikli ve estetik öncelikli). Belgesel fotoğrafçı ise “nesnel”dir; fotoğraftan yararlanarak, nesnelerin dünyasını anlatır (nesnel öncelikli ve tabii ki etik öncelikli). sahibi kendine üretim yapmaktadır. Reklam sektöründe mesleğini yürüten fotoğrafçı ise tüketim ideolojisinin bir faktörü olarak tercihini kapitalist sistem içinde konumlandırmıştır. Fotoğrafı meslek olarak seçmiş foto-muhabirlere gelince, ürettikleri haber fotoğraflarını iletişim alanına sundukları için sorumluluklarının da bilincinde olmaları gerekir. Belgesel fotoğrafçı için de bu durum farklı değildir. Sanat fotoğraflarına gelince, toplumla iletişimin önemli bir parçasıdır. Bu alanda üretim yapan fotoğrafçının, kendine ya da bireyin değişimine / dönüşümüne verdiği savaşı toplumsalla buluşturması, eleştirel üsluptan uzaklaşmaması önemlidir. Fotoğrafçı, fotoğrafın bu farklı üretim biçimlerinden birini seçerken, aslında kendisini de ifade etme biçimiyle, hayatta bir yolu da seçmiş olur. O hâlde bu disiplinler hakkında da bilgi sahibi olması gerekir. Bu yazımda belgesel fotoğrafın ne olduğunu, sayfanın yeterliliği çerçevesinde aktarmaya çalışacağım. Bunu sanat fotoğrafı ile karşılaştırarak yaparsam, iki ifade biçimine de değinmiş olurum. Fotoğraftaki görüntünün gerçeği yansıtıp yansıtmadığı sorusu, belgesel fotoğrafı daha fazla ilgilendirir. Belgeselcinin çalıştığı konunun gerçekliği, kendi gerçeğinden daha önce gelir. Sanat fotoğrafında ise fotoğrafçının gerçeği ön plandadır. Bir fotoğrafçının üretirken yaratıcılığına en uygun alan kurmaca, deneysel ya da kavramsal fotoğraftır. Bu alanda fotoğrafçı kendine özgü, kişisel fotoğrafını yaratabilir. Fotoğrafçı, her türlü malzemeyi bir kurguya göre şekillendirir, onları kendi fotoğraf öznelinin nesnesi yapabilir. Bir kavramdan yola çıkarak kendi gerçeğine, oradan da izleyene ulaşmayı hedefler. Belgeselde durum böyle değildir; ya da böyle olmamalıdır. Belgeselde, fotoğrafçı ondan bağımsız olarak, kendi gerçekliği içinde var olan malzemeyle çalışır. Burada her malzeme, olduğu gibi ele alınmalıdır. İnsanı da olduğu gibi kabul eder. Görüntü fotoğrafçının isteğine, keyfine, öznelliğine, dünyasına göre kurgulanmaz; belgesel, malzemesine göre tasarlanır ve malzemeye 14 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Buradan belgeselci için “estetik gereksizdir” sonucu ortaya çıkmaz. Nesnelerin dünyasını anlatırken, amaca ulaşmak için nesnenin gerçekliğine bağlı kalarak estetik bir dünya oluşturabilir. Bu da bir etik duruştur aslında. Belgeselci de eninde sonunda fotoğrafçıdır ve kendi gerçeğinin, öznelinin peşindedir. Ancak fark kişisel olarak peşinde olduğu gerçeğin, gerçekliğin aranmasında, irdelenmesinde, yansıtılmasında tutulan yol ve benimsenen yöntemdir. Gerçekliğin görülmesinde, algılanmasında, onların kendi gerçeklerini, kendi ”rollerini” yansıtmalarında aracı olur. Burada sorun, belgesel fotoğrafçının öznel yorumuyla, nesnel dünyanın gerçeğinin çelişmemesi, ters düşmemesidir. Belgesel fotoğrafta “kurmaca” ölçüsünün, “nesnel” duruşu gölgelememesi, ona baskın çıkmaması gerekir. Ancak, nesnenin bir sembol değil, “gerçek” olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca, etik kavramının her şeyden önce insan hakları alanıyla bağlantılı olduğu unutulmamalıdır. Belgesel, önemli bir alandır. İnsanın tarihi süregittikçe belgesel fotoğrafçı, tarihin seyir defterine hep yazacak bir şeyler bulacaktır. Belgesel Fotoğrafçının Çantasında Olması Gerekenler: Elbette bir fotoğraf makinesi, yedeği ile birlikte; ucuz, pahalı önemi yok. Tanıklığını gerçekleştirebilecek cep telefonu kamerası ile de kayıt altına alabilir. Örnek, son Ebu - Graib fotoğraflarının bir kısmı. Not defteri ve kalem: Çalıştığı konunun bilgisi, ayrıntıları ve fotoğrafçının belleği için. Ses kayıt cihazı: Fotografik tanıklığı destekleyici bir unsur olarak, sözlü kayıtlar kanıt olarak kullanılabilir. Sunum biçimlerini -sergi ya da gösteri- kuvvetlendirir. Yedek pil, dijital çekimler için hafıza kartı, yedek çamaşır, kişisel temizlik malzemeleri, su. Ters ışık fotoğraflarının temel özelliklerinden biri, kadraj içerisinde işe yaramayan birçok objeyi detaysız vermesidir. Böylece kadraj daha da yalınlaşır; verilmek istenen mesaj daha etkin hâle gelir. Çünkü ters ışık çekimlerinde, pozlandırma dengesini (-) tarafa doğru sürüklerseniz, opak yani ışık geçirmeyen objeler daha az pozlanır ve bu objelerin size bakan tarafları normalden daha karanlık, detaysız çıkar. Ben de bu çekimde, yukarıda anlattıklarımı uygulayarak bir çekim yapmak istedim. Ama öncelikle burada bu sahnenin çok önemli olduğunu anlatmalıyım. Çünkü böyle bir sahne her fotoğrafçıya nasip olmaz; böyle bir sahneyi ancak prodüksiyonla gerçekleştirebilirsiniz. noktada çalışmasını sürdürmeye başlayınca, benim de kadrajım nerdeyse oluşmuş oldu. Artık yapmam gereken, hızlı bir şekilde fotoğraf makinesi ayarlarımı yapıp bu görüntüyü çekmekti. Ortamda güneş ışığı olduğu için fotoğraf makinemin beyaz ayarını “güneş” ayarına aldım. Ortamdaki ışığın yoğunluğu çok iyi olduğu için ASA ayarımı 100’de bıraktım. Ardından, daha dramatik ve iyi bir ters ışık etkisi istediğim için pozlandırma dengesini - 0.7’ye ayarladım. Kadrajımda hareket olduğu için pozlandırmayı da örtücü hızı önceliğine aldım. Değeri 1/125’e getirdim. Deklanşöre yarım bastığımda, fotoğraf makinesi pozometresi bana 20 diyafram değeri verdi. Bu değerlerle torakçının uygun anlarını fotoğraflayarak çekimi tamamladım. Çekimi, torakçıların köyünde yaptım. Alana öğleden sonra geldiğim için burada mükemmel sayılabilecek bir ters ışık yoktu. O nedenle ışık istediğim seviyeye ininceye kadar, diğer çekimlerimi yaparak zaman kazandım. Eğer çekimi gittiğim saatte yapmış olsaydım, bu görüntüyü elde etme şansım olmazdı. İstemiş olduğum açıya yaklaşık üç saat sonra gelen ışık, ters ışık çekimi için gerekli bütün öğeleri bana sunmaktaydı. Hemen etrafıma bakıp, bu duman içerisinde neler çekebileceğimi araştırdım. Çekim Yeri Fotoğraf Makinesi Objektif Odak Uzaklığı Örtücü Hızı Diyafram Değeri Kullanılan Filtre Film / Sensör Beyaz Ayarı ISO (ASA) Pozlandırma Dengesi Ölçüm Modu Işık Kaynağı ve Yönü Az ileride, ters ışığın tam önündeki torak ocağı üzerinden dumanlar çıkmaktaydı. Aynı zamanda bu ocağın dibinde bir torakçı da ocağın hava alabilmesi için elindeki aletle delikler açmaya çalışmaktaydı. Sonra bu işlemini merdiven dayayarak ocağın tepesine kadar sürdürmeye başladı. Bu aşamada, ocağın tepesinde dumanlar içerisindeki bu torakçı, çok iyi bir leke değeri vermeye başladı. Özellikle ocağın tam ortasında, merkezi kompozisyona oturduğu ÇEKİM DEĞERLERİ : İstanbul : Nikon D200 : 85 mm. : 1/125 : 20 : UV : Sensör : Güneş : 100 : - 0,7 : Merkez Ağırlıklı : Güneş / Ters Işık 15 Kontrast Hazırlayanlar: ŞULE TÜZÜL, ELÇİN POLAT, ŞİRİN AYDIN Eskiden, “sahilde gitar çalan çocuk” klişesi vardı; yaz aşklarının baş aktörleri idi onlar. Şimdi ise fotoğrafçı çocuklarımız var... Kimin ne kadar büyük bir fotoğrafçı olduğu, fotoğraf makinelerinin büyüklüğü ile ölçülür oldu. Şimdiki kızlar sahildeki gitarcı çocuğun değil, koca koca objektifleri ile sokakları arşınlayan çocukların hastası. Fotoğrafçı kızlar daha çekici. Köpeklerini dolaştırır gibi yanlarında fotoğraf makinelerini dolaştıran onlarca insanla karşılaşıyoruz sokaklarda. Hepsi mi fotoğrafçı bu insanların? Fotoğraf makinesi üreticileri, bu durumdan memnun... Ama madem bu kadar çok fotoğrafçı var, neden bu kadar az fotoğraf sergisi oluyor; neden bu kadar az fotoğraf dergisi var ve var olanlar da satış yapamadıklarından kapatmak zorunda kalabiliyorlar; fotoğrafa dair neden bu kadar az kitap yayımlanıyor ve yayımlananlara bu kadar az talep oluyor? Sergi yok, okumak yok, yazmak yok... Ne yapıyor sokaklarda karşılaştığımız o fotoğrafçılar? Fotoğrafçı olmak ya da olamamak... Usta-çırak, fotoğraf çeken-izleyen herkesin kendince bir fotoğraf ve fotoğrafçı tanımı var. Fotoğraf ortaya çıktığından beri de “Fotoğraf nedir?” ve “Fotoğrafçı kimdir?” sorularına dair pek çok şey söylendi, söyleniyor; elbette daha da söylenecek. Fotoğrafın bu kadar yaygınlaşması çok güzel ama fotoğrafa yıllarını vermiş fotoğrafın emekçileri bu durumdan o kadar da memnun değiller. Örneğin Çerkez Karadağ, kitaplarında bir parça sitemle, “Günümüzde deklanşör herkesi sanatçı yapmıştır!”1 diyor. Sahi, deklanşöre kaçıncı basışımızda fotoğrafçı olunuyor? Fotoğrafla ilgilenmeye başlayanların büyük çoğunluğu, fotoğrafçı olmak için yola çıkıyor. Peki, “fotoğrafçı olmak” ne demek? “Hadi ben fotoğrafçı olayım bari” dendiğinde olunabiliyor mu; nasıl fotoğrafçı olunuyor; var mı bu işin kaidesi kuralı? Derneklerdeki fotoğraf eğitimlerini bitirmek ya da üniversitelerin fotoğraf bölümlerinden mezun olmak, fotoğrafçı kimliği edinmek için yeterli mi? Fotoğrafçı kim? Hangi kriterlere ve belki de daha önemlisi, kime göre? Konu ile ilgili birçok fotoğrafçıya görüşlerini sorduk. Onlardan birisi de Vahşi Doğa Fotoğrafçısı Süha Derbent. Derbent, 25 yıldır profesyonel fotoğrafçılık yapıyor. Fotoğraf çekmek için 60 ülkeye gitmiş; yeryüzünde yaşayan yedi büyük kediyi, doğal ortamlarında fotoğraflamayı başaran dünyanın sayılı vahşi doğa fotoğrafçılarından biri. Derbent diyor ki: “Fotoğrafçı olmak, fazla kolay... Her fotoğraf çeken değilse bile, çoğu olabilir. Zor olan ise fotoğrafçı olarak, yani çektiği fotoğraflarla hatırlanmaktır. ‘Oldum’ diyen veya demeyip olduğunu sanan çok olabilir. Bu yanılgıya düşmek için ego yardımcıdır fazlasıyla. Oysa yaşamda ‘sahip olmak’ hep kolay olmuş, ‘olmak’ ise genellikle mümkün olmamıştır.” Fotoğrafla ilgili ilgisiz herkesin “fotoğrafçı” dendiğinde ilk aklına gelen isim Ara Güler, Nezih Tavlaş’ın son kitabında, “Bir patlama olduğunda, olay yerine doğru koşan kişi foto muhabiridir, oradan kaçan ise fotoğrafçı...”2 diyerek, fotoğrafçı değil foto muhabiri olduğunu bir kez daha ısrarla dile getiriyordu. İyi ama foto muhabiri de fotoğrafçı değil mi? Peki ya bu aralar işleri iyice kesatlaşan vesikalıkçılar, reklâm fotoğrafı çekenler, düğünleri çekenler; fotoğrafçı mı, zanaatçı mı? Mesleği fotoğrafçılık olan herkes fotoğrafçı mı? Eline 16 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 17 Kontrast edilmez; çünkü grup içinde bir yazar, tarihçi olması ihtimali daha zayıftır. Fotoğrafın bu ‘basit’ ve ‘çoğulcu’ yanını sevdiğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Fotoğrafçının / fotoğrafçılığın bizim toplumda çok ciddiye alınmamasının en önemli nedeni ise fotoğrafçılığın coğrafyamızda icat edilmemesi, kimyasalların, kâğıtların bizde üretilmemesi, dijital teknolojinin bizim topraklarda geliştirilmemesi diye düşünüyorum. Ticaret her toplumda kendiliğinden gelişebilir, kuralları belirlenebilirken fotoğraf gibi özel alanlar ileri düzey teknoloji, vizyon üretebilme yetisi gerektiriyor. Siz bu sürece hiçbir aşamada katkıda bulunmayıp, sadece gerekli teknolojiyi ithal yoluyla tüketici konumuna düşerseniz, ortaya çıkan ürünü de olması gerektiği kadar önemsemeyebilirsiniz...” Orhan Cem Çetin de Murat Germen’e katıldığını belirterek bazı eklemelerde bulunuyor: diplomasını ya da sertifikasını alan herkes fotoğrafçı mı? Fotoğraf çekerek hayatını kazanan profesyonel her fotoğrafçıya fotoğrafçı diyebilir miyiz? Geçmişteki eğitim ve birikimleri fotoğrafla ilgili olmadığından, isimleri fotoğrafçı olsa da fotoğrafçı olmadıklarını ifade eden fotoğrafçılar da var. Örneğin, dijital yaratıları ile adını duyuran fotoğrafçılarımızdan Ali Alışır, aslında resim kökenli bir sanatçımız. O da kendini fotoğrafçı olarak tanımlamaktan kaçınıyor. Fotoğraf ile bir şeyleri anlatmayı değil, bir şeyleri anlatmak için fotoğrafı malzeme olarak kullanmayı tercih ettiğini belirtiyor: çok kısa bir sürede bizlere karanlık odanın en karmaşık müdahalelerinden bile daha ileri bir boyutta çalışma imkânı ve hızı sağladı. Bu noktada kimlerin usta seviyesinde anılacağını ya da kimlerin bu çark içinde yutulacağını gene zaman gösterecektir.” Konu ile ilgili görüşlerine başvurduğumuz Orhan Cem Çetin ve Murat Germen, kendisine “fotoğrafçıyım” diyen herkesin fotoğrafçı kabul edilmesi görüşündeler. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Modern’de “ana malzemesi fotoğraf olan ancak fotoğrafçı kimliğini reddeden çağdaş sanatçılar” konulu bir söyleşi gerçekleştirdiler. Hem söyleşiden biraz söz etmelerini hem de “Fotoğrafçı kimdir?” sorumuza cevap vermelerini istediğimizde Murat Germen bizi ‘sahİp olmak’ şöyle cevapladı: “Bence sanatın hangi dalıyla uğraşıyor “Yaşamda, olursanız olun, bu kriterler ve sorular hep kolay olmuş, ‘olmak’ her zaman olacaktır. Kendimden örnek “Bu tanımı, olabildiğince geniş İse genellİkle mümkün vermek gerekirse, ben hiçbir zaman tutmakta fayda var sanıyorum; bir kendimi bir fotoğrafçı olarak görmedim; olmamıştır.” Süha Derbent fotoğraf makinesi kullanarak fotoğraf moda sektörünün dışında. Resim kökenli çeken/üreten herkes, fotoğrafçı olarak bir geçmişimin olması, beni fotoğrafın tanımlanabilir. Bu genel tanımın da bir malzeme olarak kullanılabileceği sonucuna götürdü. içinde ise birçok alt ayrım yapılabilir: fotoğrafı sadece meslek Burada kriter ne plastik sanatlarda o güne kadar yapılan çalışmalar, ne de çekilen fotoğraflardı. Kriter sadece teknoloji ve bendim. Benim için amaç fotoğraf çekmek değil, çekilen fotoğraflardan farklı daha başka neler yapılabileceği fikriydi. Kübist döneminde gazete parçalarını çalışmalarında kullanırken Picasso’nun amacının gazete yapmak olmadığını bilirsiniz. Amaç etrafımızı çevreleyen bu malzemeleri yorumlama biçimimizde saklıdır. Bu yüzden ben de sanatımın zaman içinde hep farklı ve yaratıcı düşünce kalıpları içinde oluşmasına dikkat ettim. Bence dijital fotoğrafın gelişmesi (özellikle son beş ile yedi yıl içinde) fotoğrafın ve fotoğrafçı olmanın tanımını da kökten değiştirdi. Günümüzde fotoğrafçı artık bir ânı çeken ve belgeleyen kişi değil, bizzat üreten kişi konumunda olmaya başladı. Bu 18 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 olarak yapan kişi (ki bunun içinde moda, belge, mimari, editoryal, röportaj vb. alt ayrımlar var), fotoğrafı hobi olarak icra eden ve amatör olarak adlandırılan kişi, fotoğrafı sanatsal ifade aracı olarak kullanan kişi, fotoğraf çekiyor olmanın ötesinde fotoğraf yazınına katkıda bulunan kişi, stok fotoğraf ajanslarında fotoğrafı olan kişi, anı fotoğrafı çeken bir kişi, tatilde manzara fotoğrafı çeken kişi, vb... Bu tanımı kısıtlamak, darlaştırmak çok fayda sağlamayacaktır. Amatör olarak fotoğraf üreten kişinin de bir şekilde fotoğrafçı olarak tanımlanması beni hiç rahatsız etmez; çünkü ‘ancak bazı insanlar fotoğrafçı olabilir’ gibi dışlayıcı bir tavır içinde değilim. Bir örnek vermek gerekirse; arkadaşlar arasında toplu bir fotoğraf çekileceği zaman gönüllü bulmak için ‘eee fotoğrafçımız nerede?’ diye bir çağrı ortaya atılabilirken, gene dost meclisinde gelişen herhangi bir tarih, politika, aktüalite sohbetinde kimse ‘eee yazarımız, tarihçimiz nerede?’ diye davet “İstanbul Modern söyleşisinden önce araştırma yaparken, bu konunun tüm dünyada birçok forumda, yazışma gruplarında vs. enine boyuna tartışılmakta olduğunu gördük. Birisi şöyle bir şey yazmış, özellikle dikkatimi çekti: Eline fotoğraf makinesi alıp fotoğraf çekmeye başlayan herhangi birisi, ‘teknik olarak’ fotoğrafçı kabul edilebilir, tıpkı sürücü / otomobil ilişkisinde olduğu gibi. Fotoğrafla yüzeysel ilişkisi olanların nezdinde ise fotoğrafçı sözcüğünün ne yazık ki kirli bir sözcük olduğunu, çakmak gazcısı, işportacı, selpakçı, ayakkabı boyacısı gibi -hadi bilemedin bir gömlek daha iyi-algılandığını görüyoruz. Yani birileri yerlere göklere sığdıramıyor, kimileri yerin dibine sokuyor. Oysa fotoğrafçılık orta yerde duruyor. Yerini belli etmek için ‘fotoğraf sanatçısı’ gibi ucube tamlamalara hele hiç gerek yok. Ben bir fotoğrafçıyım ve meslekte geldiğim noktada, arkamdaki arşivle, artık bu sıfatı istesem de, yani mesleği bıraksam bile değiştiremem; zaten niyetim de yok.” Altan Bal, “Kamyocular” ve “Bekâr Odaları” gibi önemli belgesel fotoğraf projelerine imza attı. Ayrıca bir grup arkadaşı ile kurdukları “fotoroportaj. org” ile birçok belgesel fotoğraf projesini bizlere ulaştırarak, fotoğraf ortamımızın bu alandaki ihtiyacına bir nebze olsun cevap vermiş oldular. Altan Bal da konumuzla ilgili olarak Orhan Cem Çetin ve Murat Germen’in düşüncelerine yakın bakış açısıyla dikkat çekiyor: “Yıllar önce bir arkadaşımla, yarım bırakacağımız bir projeye başlamıştık. Fotoğraflarını çektiğimiz insanlara ses kayıt cihazı uzatıp ‘Bu fotoğrafları izleyenlere ne demek istersiniz?’ diyorduk. Hemen hemen kimse teklifimizi reddetmedi. Ta ki 22-23 yaşlarında, üzerinde Supermen tişörtü olan arkadaşa kadar. Bu arkadaşımız bizim teklifimizi, gözlerinde ‘Ben sizin ne dolaplar çevirdiğinizi biliyorum!’ bakışlarıyla, ‘Olmaz, ben de fotoğrafçıyım’ diye cevaplamıştı... ‘Sanatçı’ sözcüğünün bir mertebe, ulaşılması neredeyse imkânsız bir vasıfmış gibi algılanması yüzünden bu sıfatı kendine yakıştıranlara kamuoyu genellikle öfkelenir, ‘Bırak buna başkaları karar versin, Fotoğraf çeken herkes, tarih gösterecek’ gibi sözler fotoğrafçıdır benim için. Tıpkı söylenir. Oysa sanatçılık “Sorun fotoğrafçı olmakta değİl, İyİ film çeken herkesin sinemacı sadece toplumda bir rol, bir fotoğrafçı olmakta... Her konuda olduğu olması gibi... Ya da belirli duruş, bir var oluş stratejisi, gİbİ fotoğrafta da ‘İyİ’ fotoğrafçı sayısı sıklıklarla resim yapan herkes bir davranış biçimidir. Bunu azdır. Kaç İyİ doktor, kaç İyİ avukat, kaç ressamdır benim sözlüğümde. iyi becerenler de var, yüzüne Biliyorum, son günlerde, gözüne bulaştıranlar da var. İyİ marangoz, kaç İyİ ressam bİlİyorsunuz? ‘ben fotoğrafçıyım’ cümlesi Ama ‘teknik olarak’ hepsi Fotoğrafçı sayısı da bu dallardan daha diğerlerinden daha çok geliyor de sanatçı. Fotoğrafçılık fazla olmayacaktır.” Merİh Akoğul kulağımıza. Bu da fotoğrafın da tıpatıp böyle. Bu sıfatta ne kadar demokratik bir sakınılacak bir taraf yok. iletişim aracı olduğunun Birisine fotoğrafçı dendiğinde kanıtı olarak görülmeli. ne peşinen muazzam birisi olduğu söylenmiş oluyor ne de uydurma bir iş yapan, iki paralık bir Ben kendimi nasıl mı adlandırıyorum? Benim fotoğrafçılığımın iki adı kişi olduğu. Sadece hayatının merkezinde, hatta merkezinde de olması var galiba: bazen fotoğraflarla belgesel projeler yapıyorum, bazen de gerekmez, bir yerlerinde bu zanaatın bulunduğu söylenmiş oluyor. ticari fotoğraflar çekiyorum.” Fotoğrafçı olmak, bir iltifat ya da asla ulaşılamayacak bir seviye değil. İnternet ortamındaki fotoğraf paylaşım siteleri, hem çok eleştiriliyor Bu işi tanımladığınız ölçüler içinde yapıyorsanız, hele meslek olarak hem de üye sayıları her gün hızla çoğalıyor. Bu ortamların, fotoğrafın dar sınırlar içinde bile olsa icra edip zanaatınızı insanları memnun bu kadar sevilmesinde ve yaygınlaşmasındaki rolü büyük. Ayrıca, ederek paraya tahvil ediyorsanız, siz bir fotoğrafçısınız. Bu ne bir iltifat bu ortamlar sayesinde fotoğrafa yeni başlayanlar, kafalarındaki ne de bir küçümseme, basit, gerçekçi bir tanım; duygusal olmaya da sorulara hemen cevap bulabiliyorlar; teknik ve anlatım açısından, gerek yok. 19 Kontrast fotoğraflarına gelen farklı yorumları değerlendirebiliyorlar. Bu açıdan bakıldığında, fotoğraf paylaşım sitelerinin olumlu yanları yadsınamaz. Ancak, internette bu ortamlarda şöyle biraz dolaştığınızda görüyorsunuz ki herkes fotoğrafçı, herkes ahkâm kesiyor. Aman o ne yorumlar, aman o ne kavga gürültüler; bir yanda alkışlar, bir yanda yerden yere vuranlar; herkes uzman, herkes her şeyi biliyor. Günün fotoğrafçısı oldunuz mu tamam, artık sırtınız yere gelmez. Fotoğrafçı olmak böyle bir şey mi? Bir kaç senede fotoğrafçı oluverenler, fotoğrafın ustalarına karşı pek sitemli; yeri geldiğinde de bayağı afili eleştiriyorlar onları. “İyi de bu fotoğrafı ben de çekebilirim” diyenlerin sayısı hiç de az değil. Ama birçok fotoğrafçı kabul etmiyor günün ya da ayın fotoğrafçısı gibi sıfatları; pek prim vermiyorlar böyle fotoğraf ortamlarına. Günün fotoğrafçısı olmak iyi hoş ama birilerinin gözünde fotoğrafçı ol(ama)mak da var işin ucunda... Merih Akoğul, hem akademik kimliği, hem de dur durak bilmez üretkenliği ile fotoğraf dünyamızın önemli isimlerinden. Fotoğrafçı kimliğine sanatın tüm dallarına olan yoğun ilgisi ve edebiyat yazıları da eşlik ediyor. Akoğul, fotoğraf söyleşileri ve fotoğraf yazılarında her zaman okumanın, araştırmanın, çok yönlü ilgi alanlarına sahip olmanın, fotoğraf çekmek kadar ve hatta daha fazla önemli olduğunu vurgulamaktadır. Fotoğrafçı olmak konusunda diyor ki: “Bence herkes fotoğrafçı olabilir. Çünkü kendini fotoğrafçı hissediyordur. Çevresi de ona fotoğrafçı gibi davranıyordur. Zira, hepimizin çevresinde kendisini -olmadığı kadar- iyi hissettiren insanlar vardır. Bu durumda, kişi fotoğrafçı davranışları göstermek durumundadır. Üstelik var olan güzel işini de fotoğraf adına ihmal etmiştir. Bu arada iyi bir dijital makine almış, iki dönem kursa gitmiş, son günlerde fotoğraf adına önemli adımlar atmıştır. Emekli olunca bir fotoğraf stüdyosu açmak, nü ve reklâm fotoğrafları çekmek istiyordur. Fotoğraf makinesi alacak ve hangi fotoğrafının daha iyi olduğuna karar veremeyen dostları hep ona gelmektedirler. Hatta geçtiğimiz günlerde ders vermesi için teklifte bile bulunulmuştur. Belki bir dershane / fotoğraf merkezi bile açabilir. Babadan kalma daireden kiracıyı çıkartır, dersleri de kendi verir; böylece giderler azalır. Neden olmasın... Bence sorun fotoğrafçı olmakta değil, iyi fotoğrafçı olmakta... Her konuda olduğu gibi fotoğrafta da ‘iyi’ fotoğrafçı sayısı azdır. Kaç iyi doktor, kaç iyi avukat, kaç iyi marangoz, kaç iyi ressam biliyorsunuz? Fotoğrafçı sayısı da bu dallardan daha fazla olmayacaktır. Ah, bir de ben kendimi; halı sahada gol attığımda meşhur bir futbolcu, bir desen çiziktirdiğimde büyük bir ressam, gitarı tıngırdattığımda pop star, iki fotoğraf sattığımda da büyük bir işadamı gibi hissedebilseydim çok daha mutlu olabilirdim. 20 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Eskiden herkes amatördü. Şimdi fotoğraf makinelerinin 3 inch’lik ekranlarında fotoğraflarını gören kimse ben amatörüm demiyor. Şimdi herkes büyük usta, herkes erbap, herkes hoca... Ne diyelim ‘Uğurlar ola!’” Kimi “tekniği iyi bilmeyen fotoğrafçı olamaz” diyor, kimi “fotoğrafçı aynı zamanda sanatçıdır” diyor. Birinin “fotoğrafçı” dediğine, diğeri “hadi oradan” diyor. Öyle fotoğraf tarihi kitaplarına falan geçmek de fayda etmiyor. Robert Capa’yı mezarında rahat bırakmadık; “Düşen Asker” isimli fotoğrafı kurgu mu, gerçek mi; o büyük fotoğrafçı dediğimiz adam, üçkâğıtçı mı değil mi diye bir grup tartışırken; bir başkası “Yahu bırakın bunları; fotoğrafın ardındaki ideoloji, hangi amaçla çekildiği, neyi anlattığı önemli” diyor. Bir grup fotoğrafçı İstanbul’un Balat’ında, başka bir grup Ankara’nın Ulus’unda çocukların peşinde... Elinde fotoğraf makinesi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya giden herkes 3-5 ayda proje üretirken, o koca objektifleri sokaktaki tanımadıkları insanların üstüne sorgusuz sualsiz doğrulturken, bir başka grup, etik, sorumluluk, ideoloji, insana saygı gibi birçok kavramı arkasına almayan fotoğrafın, fotoğraf olamayacağını savunuyor. Fotoğraf amaç mı, araç mı? Fotoğraf pek çok kişi için amaç iken, kimileri için sadece bir araç. Farkında mısınız, bizi kendisine on saniyeden fazla baktıran, hatta dinlenip dinlenip tekrar baktığımız, hafızamızın derinlerinde demlendikçe anlamı derinleşen fotoğrafların ardındaki fotoğrafçılar, fotoğrafa gelene kadar zaten söyleyecek sözü olan kişiler. Fotoğraf, onların söylemek istediklerini söylemek için seçtikleri yöntemlerden sadece birisi. İlker Maga’nın deyişiyle “Sadece fotoğraftan anladığını ya da sadece fotoğrafla ilgilendiğini söyleyen insan, aslında hiçbir şeyden anlamıyor demektir.”3 “Neden fotoğraf çekiyorsunuz?” sorusuna verdiğiniz cevaplar sizi tatmin ediyor mu gerçekten? Çevremizde birbirinin aynı olan ne çok fotoğrafla karşılaşıyoruz, değil mi? Belgesel fotoğraf alanındaki çalışmalarının yanı sıra, “Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj” isimli kitabı ile belgesel fotoğrafın ne olduğu tartışmalarını sağlam bir zemine oturtan Özcan Yurdalan’a göre, fotoğraf anlatmaktan çok anlama aracı; fotoğrafçının da anlatmak için önce anlaması gerekiyor.4 Fotoğrafçının anlatacak bir şeyleri olması da yetmiyor, anlatabilmesi de önemli. Çünkü anlatmak istediklerimizi anlatamadığımızda “aynı” oluyor fotoğraf. Üstelik birkaç fotoğrafla anlatmak da yetmiyor. Fotoğraf, var oluşumuzun, dile getirmek istediklerimizin, hayatı anlamlandırma ve daha güzel bir dünya düşümüzün araçlarından biri olabilir; ama tek başına tüm bunları başarmasını da bekleyemeyiz ondan. Özcan Yurdalan, fotoğrafçıların sorumlulukları konusunda, “Ele alınmasını istediğimiz konularda yaşanacak değişimin, iki fotoğraf ile üç fotoğrafçının işi olmadığını keşke hepimiz bilsek. Kamusal alanda sorumluluk almadan, siyasal faaliyetten uzak durarak, toplumsal eylemlere katılmadan, örgütlü mücadele vermeden, fotoğraf makinesiyle mucizeler yaratma, ne problem varsa hepsini bir çırpıda çözüverme hevesine kapılmasak keşke; fotoğrafı da şişirmesek.” diyor. Teknoloji, fotoğrafın da doğasını değiştirdi; ezber bozan bazı gelişmeler, fotoğrafçı tanımını tekrar tekrar masaya yatırmamıza neden oldu. Neredeyse çekilmeden, aydınlık odada yeniden yaratılıyor fotoğraflar. Hani hep derler ya “Müthiş fotoğrafçı; çünkü iyi göz var adamda.” diye; ama şimdilerde körler, Evgen Bavcar gibi hiç görmeyen insanlar, fotoğrafçı olabiliyor. “Fotoğraf sanat mı, değil mi?”, “Filmli makine mi, dijital mi?” tartışmaları önemini yitirdi. Bugün, “Fotoğrafla ne yapabiliriz?”, “Fotoğrafla nasıl sanat yapılır?”, “Fotoğrafın işlevi”, “Fotoğrafla neyi, nasıl anlatabiliriz?” konularını tartışıyoruz. Fotoğrafçının kim olduğu, kimliği bugün çok daha önemli bir hâle geldi. Murat Pulat, 1992 yılından beri fotoğraf ile ilgileniyor. Bu süreçte farklı mesleklerde hayatını sürdürürken, yakın zamanda meslek yaşamını da fotoğrafa odakladı. Genç fotoğrafçılarımızdan Altan Bal ile fotoğraf eğitimi ve atölye çalışmalarının yer alacağı bir ortaklık kurdular. “Nefes” ve “Dikkat İnşaat Var” belgesel projeleri ile ismini duyuran Pulat, değişen fotoğraf ve fotoğrafçı tanımlarını şöyle değerlendirdi: “Olumlu tarafından bakarsak; fotoğraf makinesinin bulunuşuyla resim nasıl özgürleştiyse, dijital çağla da fotoğrafın özgürleştiğini söyleyebiliriz. Fotoğraf (neredeyse Tanrı’ya eş tutulan ve Tanrı’nın yarattığını birebir kopyaladığı düşünülerek çarmıha gerilen) gerçeğin birebir kopyası olarak tartışılmaz güvenilirliği olan bir araçtan (ki hâlâ hâkim ideoloji insanların zihnindeki görüntünün gerçekliği yanılsamasını kullanmakta), bugün kitleler için inandırıcı itibarını kaybetmiş başka bir araca dönüştü. Ama sırtındaki gerçeklik yükünü de yere bıraktı ve özgürleşti. Bu aslında fotoğrafçı olarak algımızı zorlayabilir (bugüne kadar çok inandırıcı olan bizlere olan güvenin kaybolması adına), kötü olan nasıl iyi olabilir ki diyebiliriz; bunun yanıtı da bir hayli eleştirdiğimiz teknoloji sayesinde. Ne kitle iletişim araçları üzerindeki kontrol ve baskı, ne de ‘embedded’laştırılan imgeler, özgür üretimi durduramıyor. Hâlâ bir yerlerde, suçlunun gözden ırak işlediğini düşündüğü suçunu ifşa eden fotoğraflar kendilerine yer bulabiliyorlar; en uç noktada fotoğraftan sayılmayan dijital çağın nimeti cep telefonu görüntüleri bile bize görünen / gösterilenden daha fazlası olduğuna işaret ediyor. Bundan bir adım daha ötesinde ise ansal hiçbir gerçekliği olmayan, bence ileride eleştiri mekanizmasında önemli bir yere oturacak, oluşturanın zihninin bir yansıması ve bize yine dijital dünyanın hediyesi Fine-Art fotoğraf var. Tüm bunlar bize ‘fotoğrafın’ gerçekliği, dijital olup olmaması, hangi ekipmanla çekildiğinden çok fotoğrafın ya da daha önemlisi onu sunanın bakış açısı, fotoğrafçının kimin tarafında olduğunun önem kazandığını söylüyor. Fotoğraf, biz istesek de istemesek de dönüşüyor, değişmeyen tek şey sesini duyuramayanların sesini duyurma ihtiyaçları. Peki, çalışma yöntemi ne olursa olsun fotoğrafçı bu ihtiyaca cevap verebiliyor mu? Gerçekte esas soru bu değil mi?” Fotoğrafçının kimliği ve sorumluluğu Kitapları ve yarım asırlık fotoğraf geçmişi ile bugünün Türkiye fotoğrafında önemli yere sahip olan Gültekin Çizgen, tüm kitaplarında, fotoğrafçının kimliğinin önemini vurgularken sık sık şu ifadeye yer verir: “Fotoğraf, adeta tek başına kimliksizdir. Ona kimlik kazandıran fotoğrafçının duruşudur, birikimidir.”5 Evet, belki dünyada fotoğrafı çekilebilecek her şeyin fotoğrafı çekildi, belki Ara Güler’in İstanbul’u bittiği için o artık fotoğraf makinesi ile dolaşmak istemiyor olabilir; ama şimdiki fotoğrafçılar için yeni bir İstanbul, yeni bir dünya, yeni yaşamlar var. Kentler ve insanlar dönüşürken, söylenecek şeyler de dönüşüyor. Bu dönüşümün olumlu olduğu kadar toplumları körleştiren, onları bir örnekliğe dönüştüren olumsuz yanları da olabilir. Nazif Topçuoğlu “Fotoğraf Gösterir Ama...” isimli kitabında bu konuya değinirken, Martha Rösler’in şu sözüne yer verir: “Görüntülerin manipülasyonundan değil, kitlelerin manipülasyonundan korkun”.6 Dünyanın toplumları uyutacak değil, uyandıracak, farkına vardıracak, hatırlatacak fotoğraflara; dolayısıyla bunları söyleyebilecek fotoğrafçılara ihtiyacı var. Bu anlamda fotoğrafçının kimliği de bu dönüşümlerden payını alıyor. Fotoğrafı, fotoğrafçının kimliğini arkasına alan bir yaratım olarak düşündüğümüzde, fotoğrafçıların farklı bir konumda görülmeleri kaçınılmaz. Bu mânâda fotoğrafçılara bir yandan sorumluluk yüklüyoruz, bir yandan da onları belki de hiç istemedikleri yüksek makamlara oturtmaya çalışıyoruz. Bu, aynı zamanda pek çok fotoğrafçının egolarını da besleyen bir durum. Ego, fotoğrafçı olmak konusunda önemli bir yere sahip, azı da çoğu da zarar. Çünkü yarın, egoları ile yaptıkları savaşın galibi olan fotoğrafçılar fotoğrafları ile hatırlanacaklar, egolarına yenilenler ise egoları ile... 21 Kontrast Fotoğrafçılardan, çoğu zaman toplumun birkaç adım önünde olmalarını, topluma yol göstermelerini, dünyayı değiştirme yönünde adımlar atmalarını bekliyoruz. Omuzlarına sorumluluk yüklerken, anlatabilmek için her şeyi yapabilecekleri özgürlüğünü de veriyoruz onlara. Hele ki söz konusu sanatsa, adı “sanatçı” olan fotoğrafçı ne isterse yapar, diyoruz. Öyle mi geçekten? Fotoğrafçı, anlatabilmek için her şeyi yapabilir mi? İyi ama nereye kadar? Milan Kundera’nın “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” isimli romanında, roman kahramanı Tereza, Rusların Çekoslavakya’yı işgali sırasında, kendini bir foto muhabiri olarak buluverir ve işgalin çarpıcı fotoğraflarını dünya basınına gönderirken, Ruslara karşı yapılan direnişe katkıda bulunmanın, bunu dünyaya duyuruyor olmanın gururunu yaşar. Ancak, bir zaman sonra, gün gelir devran döner ve Ruslar, bu fotoğraflardan faydalanarak direnişçileri tek tek yakalarlar; mahkemede suçlarının kanıtı olarak bu fotoğrafları kullanırlar. Tereza bir daha eline fotoğraf makinesi almak istemez.7 Çerkes Karadağ, “Fotoğrafçı ile Diyaloglar” isimli kitabında, fotoğrafçının ve fotoğrafın durduğu yeri şu cümleleri ile ifade eder; “Fotoğrafçı, kesinlikle yalnızların, temsil edilmeyenlerin, sömürülenlerin veya kendini ifade etmekten yoksun olanların saflarında yer almalıdır! Her fotoğrafçı, genellikle bu hedefi göz ardı etmeden yola çıksa da kötü amaçlı kullanımlar, onun taraflı ve haklı bu çabasında zaman zaman başarılı olmasını engellemiştir. Uğruna savaştığımız birçok şeyin sözcüsü olmayı üstlenen fotoğrafı, sınırsız bir paylaşıma taşıyan da işte bu evrensel duruşudur.”9 Fotoğraf çekerken amacımız ne kadar iyi niyetli olsa da, iyi niyet yetmeyebilir. Fotoğrafçının sorumluluğuna dair Süha Derbent de bir söyleşisinde şunları söylüyor; “Aslında her fotoğraf, içinde bir taciz içeriyor. Fotoğrafa konu olan kişi, fotoğrafının çekilmesine izin versin ya da vermesin, fotoğrafta gösterildiği şekilde olmaktan memnun olsun olmasın, bu değişmez. Ben gördüğümü çekiyorum, izleyen de görmek istediği şekilde görüyor ya da anlıyor o fotoğrafı. Ben ne kadar duyarlılık göstersem de fotoğrafını çektiğim canlılar, örneğin bir kaplan, bakalım öyle görünmek istiyor mu? Bunu illa ki olumsuz anlamda algılama. Ama bunun tanımı tacizdir; çünkü bu eylemde fotoğrafçı hükmedendir, onun gördüğü ve göstermek istediği olur, fotoğraftakinin buna müdahale etme şansı yoktur.”10 Richard Avedon, Saigon’da yedi hafta geçirir; Amerikan bombaları tarafından zarar gören Vietnamlıları fotoğraflar. Çekimlerin sonunda, kaldığı otel odasında, çektiği fotoğrafları gözden geçirirken, hiç ummadığı duyguların içinde bulur kendini: Evet, Saigon’a savaşın çirkinliğini göstermeye, orada Fotoğraf deklanşöre basmakla çekilmiyor zarar gören insanların sesini duyurmaya gelmiştir. Hedeflediği fotoğrafları çekmiştir, fotoğraflar çok iyidir; ama bir o kadar Çok soru sorduk, bir kısmını kendimiz cevapladık, bir kısmını da acı vericidir, görüntüler korkunçtur. O fotoğrafları çekerken fotoğrafın ustalarına yaşadıklarını, hissettiklerini Fotoğraf, var oluşumuzun, dİle cevaplandırdık; ama asıl fotoğraflara bakarken tekrar getİrmek İstedİklerİmİzİn, hayatı cevaplar her fotoğrafçının yaşar. Dünyaya bu fotoğrafları anlamlandırma ve daha güzel bİr kendisinde. Çünkü anladığımız vermekle vermemek arasında çelişkiye düşer. Orada dünya düşümüzün araçlarından bİrİ kadarı ile fotoğrafçı olmak öyle öğretilebilir bir şey değil, bizzat bulunmadığı sürece olabİlİr; ama tek başına tüm bunları yaşayarak öğrenilebilecek hiç kimse, ne o dehşeti ve başarmasını da bekleyemeyİz ondan. bir şey. Üstelik bir ömür o insanları, ne de Richard veriliyor da yine de fotoğrafçı Avedon’ı, fotoğraflara bakarak olunmuyor, olunamıyor. “Olma” yolunda bir ömür harcanıyor; anlayamayacaktır ki! Fotoğraflar, dünya basınına malzeme sonucun değil sürecin önemli olduğu bir deneyim... Fotoğrafçı olmaktan öteye geçebilecek midir? Arkadaşı Susan Sontag’ı tanımı da sınırları net çizilebilen bir tanım değil. Deklanşöre arar ve ona danışır; “Ben bunlarla ne yapacağım?” der. Sontag basmakla fotoğraf çekilmiyor demek ki? Soru sorduğumuz ona, onunla aynı çelişkileri yaşadığını, cevabın kendisinde de olmadığını söyler ve ekler: “İşte fotoğrafın gerçek ahlaki ve estetik herkesin hemfikir olduğu nokta, çok çalışmak gerektiği; ama yanı budur, yani bu sorulardır; cevabı yoktur, görecelidir.”8 Fotoğraf daha da önemlisi, fotoğrafçı dediğimiz kişinin öncelikle bir kimliğe sahip olmasının gerekliliği. Bu kimlik de fotoğraf tarihi, fotoğrafçıların bu türde hikâyeleri ile doludur. 22 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 makinesi sahibi olmakla değil, sanat ve bilimin farklı dallarında yıllarca kazanılan birikim ve deneyimle ediniliyor. Fotoğrafçı, en başta “kendi olmak” zorunda; çünkü fotoğraf ancak fotoğrafçısı kadar gerçek olabiliyor. Arto Tunç Boyacıyan’ın dediği gibi, “Kendinize karşı dürüstseniz, fotoğrafınız gerçek olur.”11 Fotoğrafçı, farklı bir şeyler söyleyebilmek için zaten farklı olmak zorunda; içinde yaşadığı dünya ve topluma yeni bir şeyler söyleyebilmeli. Öyle sorumluluk sahibi olmalı ki fotoğraflarına konu olan insanların, nesnelerin ve olayların bir gün bu fotoğraflardan umulmadık biçimde zarar görebileceğini asla unutmamalı. Tüm bunlara sahip olan fotoğrafçıyı şıp diye gözünden tanımamız da mümkün değil. Çünkü onlar zaten pek ortalıkta görünmüyorlar; “buradayım” diye bağırmıyorlar; işlerini yapıp kenara çekiliyorlar ve takdiri izleyiciye bırakıyorlar. Konuk Yazar İlker Maga’nın dediği gibi; “Klasikler bağırmazlar. Klasikler insanı ısırmazlar. Ustalar insana yavaş yavaş nüfuz ederler..”12 Dipnotlar 1 Çerkes Karadağ, Görme Kültürü, sf. 18 2 Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri Ara Güler, sf. II 3 Fotoğrafçıya Fısıltılar, İlker Maga, sf. 9 5 Gültekin Çizgen, 101 Kompozisyon 101 Yorum, sf.16 6 Nazif Topçuoğlu, Fotoğraf Gösterir Ama..., sf.43 9 Çerkes Karadağ, Fotoğrafçı ile Diyaloglar, sf.19 10 www.fotoritim.com/yazi/sule-tuzul--fotografin-sessiz-ve-tavizsiz-kedisi-suha-derbent-ilesoylesi 11 Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj, sf. 43 12 Henri Cartier Bresson, Karar Anı, Hazırlayan: İlker Maga, sf.138 Kaynakça: 4 Özcan Yurdalan, Belgesel Fotoğraf ve Fotoröportaj 7 Milan Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği 8 Liz Wells, The Photography Reader Murat ŞEN Geçmiş zaman olur ki... Okula başladığımdaydı ilk resmi tokadı yemem. Sınavlar, ödevler, vazifeler, otorite, belgeler, belgeler, belgeler... Kafa kâğıdımı kaybetmiştim bir sınav öncesi; yenisine sahip olmak, ne büyük bir çaba gerektirmişti. Sonra ehliyet. Sağlığım, sabıkam, bilgim, yeteneklerim... Hepsi itina ile kontrol edildi. İktisat okumuştum; gönlüm gazetecilikten yanaydı. Birkaç toplumsal olay, mekân fotoğrafı çekeyim dedim. Basın kartım olmadığından gözaltına alındım. Makinemi de kendimi de zor kurtardım. En iyi becerdiğim şey, fotoğraf çekmekti; askere, polise bulaşmayıp, bazı yerlerden uzak durunca kimse karışmıyor, ehliyet sormuyordu. Birkaç para getirecek iş yapmıştım; tabii sonuç pek iyi değildi ama hızlı öğreniyordum. Işıklar, makineler, yeni müşteriler... Artık fotoğrafçı olmuştum. Şahane bir şeydi bu; hemen daha büyük ve yeni işler yapmalı, büyümeli, büyümeli, büyümeliydim. Kendisi için fotoğraf çekmeyi çok istediğim bir kurum benden portfolyomu isteyinceye kadar, o sabun köpüğünün içinde mutlu günler, haftalar geçirdim. İşte o zaman anladım diploma, karne, ehliyet sahibi olmanın, rüştünü ispatın en kolay yolu olduğunu. Önümdeki sistem, tüm denetim makamlarından daha acımasızdı. “Hani nerede portfolyo?” diyordu. Elbette durum ümitsiz değildi; her konuda olduğu gibi çalışma, imkânlar, zaman ve şans ile bu sorun da çözülebilirdi. Satranca çok benzettiğim hayatı da sondan başa doğru öğreniyordum. Virtüözite ve portfolyo zamanla olgunlaşırken, bir şeylerin eksik olduğunu anladım. Fotoğrafa dair neredeyse hiçbir şey bilmiyordum ve hatta neden fotoğraf çektiğimi... Neden fotoğrafın da bir felsefesi olmasındı? Vardı da... Daha iyi bir fotoğrafçı olmak için sadece makine ve filmler ile boğuşmak, bir köpeğin kuyruğunu deli gibi kovalamasından farksızdı. Okumalı, yeni bakış açıları kazanmalı, üretmeli, üretmeliydi. Gün geldi fotoğrafçılığımı sorgulamaktan vazgeçtim. Bakıyor, görüyor, istediğim gibi kaydedip, hayatımı bu işten kazandığım para ile idame ettirebiliyordum. Kısacası, artık ehliyet sahibiydim. İnsan, aydınlandığını zannettiğinde başkalarını irşat etmeye de heves ediyor; ben de ettim tabii. Herkesin bir doktora, avukata ve fotoğrafçıya soracak sorusu vardır bu ülkede. Bana da herkes fotoğraf, fotoğrafçılık ve malzemeler ile ilgili soru soruyordu. Çevremdeki pek çok insan, kısa zamanda makine sahibi olup kendini sokaklara vurdu. Şehrin tüm sümüklü bebelerini, sarman, tekir, benekli, boz kedilerini belgelediler. İçlerinden bir teki bile fotoğrafa dair bir şeyler okumadı ama kedileri ve bebeleri çekmeye devam ettiler. Hiç bıkmadan, usanmadan... En uzun ve geniş objektifleri aldılar. Zaman zaman kıskanmadım değil. En hafif tripodları, en pahalı çantaları aldılar; fotoğraf kitabı almadılar ama. Kediler çok sıkılmıştı ve içlerinden bazıları bu kameralı insanları tırmalamak istiyordu. Çocuklar büyüyordu ama arkadan yenileri geliyordu. Tarih tekerrür ediyordu. İcat edildiği tarihte, bir bakıma selefi resim zanaatının seri üretimi olan fotoğraf ürünü, önce film ve makine enflasyonu, daha sonra dijital evrim ile seri ötesi bir hızda üretiliyordu artık. Bir firmanın 19. yüzyıldaki “Siz düğmeye basın, gerisinibiz hallederiz” sloganı gerçek olmuş; her şeyi halleden, sahibinden hızlı ve yetenekli makineler ile kuşatılmıştık. Ben hâlâ, başka başka insanların aynı kedileri ve çocukları çektiğini görüp hiç şaşıramıyordum. Beni şaşırtsınlar diye kitaplar önerip, o kitapları okumadıklarını görüp şaşırıyordum. Maymunların 1-0 gerisindeydik. Teorik olarak çok sayıda maymunu, bir o kadar daktilonun başına oturtup, rastgele tuşlara basmalarını beklersek, bir gün elimizde Nobel Ödüllü bir romanın kopyası olması işten bile değildi. Oysa bir şehrin yarısı, her hafta sonu, eski ustaların en iyi fotoğraflarını çektiği mekânlarda, oldukça uzun bir zamanı, fotoğraf makinelerinin deklanşörüne basarak geçiriyorlardı. Bazıları kedilerden ve sümüklü bebelerden sıkıldı. Kediler onlardan sıkılalı çok olmuş, çocuklar ise büyümüştü. O kadar zaman boş yere kurslara, toplantılara gitmiş olmamak için kendilerine sevgililer, eşler buldular; belki de aradıkları hep buydu. Önemli bir müzik adamı, müzik endüstrisinden bahsederken, “İçerik, tarihin hiç bir döneminde tekniğin bu kadar gerisinde kalmadı.” demişti. Aynı şeyin bugün fotoğraf için de gerçek olduğunu görmek çok üzücü. Ben bu kadar ehliyetsiz fotoğrafçının arasında şimdilik, trafiğe çıkmadan yoluma devam ediyorum. 23 Kontrast Yorum Röportaj: Yasemİn Şenyurt Fotoğraflar: Şevket Şahİntaş Söyleşi Şule Tüzül UZAK FOTOĞRAFLA DUYARLILIĞI ANLATAN BİR İSİM: “Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkilerde başlar, iki insan arasındaki ilişkide başlar...” Ingeborg Bachmann ŞEVKET ŞAHİNTAŞ Bir fotoğrafta bir kedi ne anlatabilir ki insana? Üstelik vahşi ve umarsız... Evet güzel ama orada kalırsınız, ilerisi yok... Sabah evden çıktığınız anda başlıyor... Trafikte şu, elini kornasından çekmeyen adam, otobüslerin mutsuz kalabalıkları, işyerlerinde günaydın demeye mecali olmayan yüzler... Eksik “merhaba”larla dolu günler... Hırslar, birinin üstüne basmadan yukarı ulaşamayan kişilikler, içindeki nefreti karşısındaki ile çözümlemeye kalkan kimlikler... Hani aşka taparsınız ya, biricik inancınızdır, her sevgilide biraz daha eksilmiştir. Akşam eve vardığınızda neden yorgunsunuz ki? Sahi bugün kaç saat bilgisayar başındaydınız? Parasızlık mı, sevgisizlik mi, seviyesizlik mi en katlanılmaz olan? Yaşam değil, insan kendi kendini yoruyor. Hiç farketmediniz mi? Sonra klişe manşetler... Savaşlar ve ardında büyük adam sandığımız politikacılar... Kim, neyi, neden paylaşamıyor? Sonra işkenceler, katliamlar, tutsaklıklar... Gülümseyen Kitaplık “Benim merak ettiğim şey, hayatlar ama asıl amaç onları göstererek, hayatlarını düzeltecek bir şeyler yaptırabilmek.” yüzlerde kocaman yalanlar... Birileri hâlâ annelerinin margarinini kullanırken, hâlâ açlıktan ölen çocuklar var. Çocuklardan yaratılan katiller var. Felaketlerin değil, cahilliğin can aldığı coğrafyalar... Hangi kaçışın bedeli televizyon dizilerine tutsak milyonlar... Sonra bir an, hani fotoğrafların o biricik “an”ları gibi bir an, bir fotoğrafta bir kedi çıkar karşınıza. Siz o âna kadar onu sadece vahşi ve güzel sanırdınız. Ama işte o anda ona vahşi demeye utanırsınız. Öylece bakar, Felsefe eğitimi gören Susan Sontag; deneme ve roman yazarı, kuramcı, eleştirmen, insan hakları savunucusu ve aktivisttir. Fotoğraf üzerindeki görüntülerin, gerçeklik minyatürleri olarak tanımlanabileceğini söyleyen Sontag’ın “Fotoğraf Üzerine” adlı kitabı, fotoğrafla ilgilenmeye başlayanların 24 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Oysa o, sadece fotoğrafta bir kedi... Vahşi, umarsız ve güzel... Yasemİn Şenyurt FARKINDALIK İÇİN BİR KİTAP ÖNERİSİ Neden fotoğraf çekme eylemi ile ilgiliyiz? Bu eylemi diğer eylemlere tercih etmemizin sebebi nedir? Kendi içimize dönüp, bu soruların cevaplarını arayabiliriz. Bu sorulara cevap ararken de bizi aydınlatmasını istediğimiz bir kitap aramaya başlarız. Bu arayış aslında kendimizle, hayatla ve fotoğrafla ilişkimizi değiştirecek, önemli adımlardan biridir. Fotoğraf çekme eylemi üzerine bizden önce düşünmüş, araştırmış ve sorgulamış bir insanın sözcüklerinin rehberliğine ihtiyaç duyarız. umarsızdır; ama sanki sözcükleri olmayan içinizdeki her şeyi önceden biliyordur; sizi anlıyordur. Sanki sırf bu yüzden o an, oradadır. O an; acılar, yalanlar, hüzünler, pişmanlıklar, ağır gelen her şey, hepsi geride, çok uzaklarda... Ama o an ta derinde bir sızı, bir farkına varış; insan ne kadar uzak kalabiliyor kendine, tüm mesafelerden daha uzak... Fotoğrafın sanat olup olmadığını tartışmanın yanıltıcı olduğunu söyleyen yazar, fotoğrafın aslında bir dil olduğunu ve aynı zamanda tüm konuları sanat eserine dönüştürme gibi bir kapasitesi olduğunu da belirtir. Fotoğrafın en kalıcı zaferinin ise anlamsız ve yıpranmış olandaki güzelliği keşfetme yetisi olduğunu söyleyen Sontag, güzelin standardının dünya değil fotoğraflar olduğunu da söyler. Fotoğraf tarihinin, güzelleştirme ve doğruyu söyleme arasındaki mücadeleden meydana geldiği üzerinde düşünmemizi sağlayan kitap, fotoğraf ve ölüm ilişkisini de irdeliyor. yanlarından ayırmamaları gereken bir kitap. Kitabı yazma fikri, aslında tek bir denemeyle başlamış. Bu denemede estetik ve ahlaki sorunlara değinmeyi düşünen Sontag, fotoğrafların ne olduklarını düşünmeye başlayınca, denemelerin de birbirini kovaladığını belirtir. Bizi yoğun bir düşünme ve okuma etkinliğine çağıran ”Fotoğraf Üzerine”, görünüş ve gerçeklik sorununu vurgulayan, sarsıcı bir kitap... Sontag’ın kitabını okurken, kendinize sorduğunuz soruları da çoğaltarak fotoğraf çekme eyleminizi farkındalıkla donatabilirsiniz. “ÇOK GÜZEL KALEME ALINMIŞ BİR ROMANIN ANLATTIĞI YÜZLERCE SAYFALIK SAVAŞI, YİNE O SAVAŞTA ÇEKİLMİŞ TEK KARE FOTOĞRAFLA ANLATABİLİRSİNİZ. YÜZLERCE SAYFA AKILDA KALMAZ AMA O KARE KALIR.” “Başka insanların hayatını ve yaşamı değiştirebilmek, güzelleştirebilmek ve anlamlandırabilmek bizim elimizde” dersek, havada kalan bir cümle kurmuş oluruz. Şevket Şahintaş’ın hayatını kendi cümlelerinden dinleyip, aslında başkalarının hayatını olumlu anlamda nasıl değiştirdiğini anlarsak ve bunu avuç içi kadar makinesiyle yaptığını bilirsek, belki bizler de yaşamın seyrini değiştirebileceğimize inanır ve mücadele ederiz. Şevket Şahintaş, İstanbul’da yaşıyor ve taksi şoförü olarak çalışıyor. Sizi kısaca tanıyabilir miyiz? Sizin için yaşam ne zaman başladı? Doğum tarihinizi ve doğum yerinizi de öğrenmek isteriz ama daha da önemli olan yaşamın sizin için başladığı an... O anda neler oldu? 1966 İstanbul doğumluyum. 18 yaşında bir oğlum ve 14 yaşında bir kızım var. Plakası kendimize ait taksimizde, 23 yıldır aralıklarla çalışıyorum. Aralıklarla diyorum; çünkü bazen başka işler yapmaya da kalktım ama yürümedi, tekrar taksiye çıktım. Yaşamın benim için başladığı an olarak, beni bu fotoğraflara iten andan bahsediyorsanız, sekiz yaşlarındayken ağabeyimin annem ve babam hakkında konuşurken, babamın daha anlayışlı olduğunu, kendini bizim yerimize koyarak bize yaklaştığından bahsettiği an diyebilirim. Hayatımda duyduğum ilk felsefi sözlerdi, kendini başkasının yerine koymak... Sizin fotoğraflarınızda, meraktan öte; yaşamları anlama, yakalama ve onları insanlarla yüzleştirme isteği seziliyor. Bunu yaparken amacınız onların yaşamına dikkat çekmek mi, ufak da olsa onların yaşamlarını düzeltebilecek bir şey yapabilme ihtiyacı mı? Kısacası, sizi bu fotoğrafları çekmeye iten güdü nedir? Aslında ikisi de var. Benim merak ettiğim şey, hayatlar ama asıl amaç onları göstererek, hayatlarını düzeltecek bir şeyler yaptırabilmek. Özellikle kışın soğuk havalarda, sıcak bir ortamda toplanmalarını, bakılmalarını sağlamak istiyorum. Televizyonlarda görüyoruz ama yeterli olmadığını biliyorum; sadece kar yağarken görüyoruz onları televizyonlarda. Ancak ayaz kış günlerinde ve şiddetli yağmurlarda da dışarıdalar. Günlerce süren yağmurlar oluyor ve hepsi ıslanıyor. Kışın elbiseleri ıslak bir insanın yerine kendinizi koyun, çok zor bir durum değil mi? Sizce, “Gecenin Öteki Yüzünü” tanımayan bizler bu derin uykumuzdan ne zaman uyanacağız? Ne zaman gecenin öteki yüzündeki yaşamların değerini fark edeceğiz? İnanın ben de bilmiyorum. Fotoğraflarla elimden geleni yaptım. Duyuru olarak ülkemin en çok satan gazetelerinde, dergilerinde defalarca çoğu tam sayfa röportajlar verdim. Fotoğraflarımla birlikte Der Spiegel’de oldukça geniş bir röportajım yayımlandı. CNN Türk’te bu konuyla ilgili belgeselim yayımlandı. Başka kanallarda canlı yayınlara katıldım. Fotoğraf sergimi açtım. Bu günlerde sinema belgeselim çekiliyor. Bu yaşamları insanlara anlatabilmek için başka ne yapılabilir ki? Belki de uzun zamandır iç içe olduğunuz insanların ya da uzaktan da olsa yakalamaya başladığınız bu hayatların fotoğraflarını çekmeye karar vermenizin bir öyküsü var mı? Tabii ki var. Çok soğuk kış şartlarında uyumaya çalışan insanlar gördüm. Daha sonra makine aldım ve fotoğraflamaya başladım. Fotoğraf çekmek için yanlarına gittiğimde, soğuktan inleyerek uyumaya çalışan insanlar olduğunu duydum. Evet, gözleri kapalı, hem titriyor hem inliyorlardı. Siz gecenin öteki yüzündeki insanların fotoğraflarını çekerken, onlar kendilerini nasıl hissettiler? Karşı çıkanlar oldu mu? Ben, makine cebimde giderim yanlarına. 25 Kontrast özel anımız bu oluyor sanırım. Yaşamı olumlu anlamda değiştirmek isteyen insanlara ne önerirsiniz? Sadece istememelerini, mücadele etmelerini önerebilirim. Fotoğrafla ilgilenmek isteyenlere ya da ilgilenenlere söylemek istedikleriniz var mı? Sadece fotoğraf değil, sanatın herhangi bir dalıyla, hatta bir kaçıyla iç içe olmalı, izleyici olarak değil etkin olarak uğraşmalı insanlar. Dünyadaki gelişmiş bütün ülkelerin sanatla paralel geliştiği biliniyor. Ülkemizde ise “Hangi makineyle çekiyorsunuz dendiğinde, avuç içi kadar makineyi cebimden çıkarınca, oldukça şaşıran insanlar oluyor.” Önce bir sigara ikram eder, oradan buradan konuşur ve “Haydi bir de fotoğrafını çekeyim”e getiririm konuyu. Bu yüzden kendilerini hiçbir zaman kötü hissetmiyorlar. Gene de istemeyenler olabiliyor ama makineyi doğrudan yüzlerine dayamadığım için sadece kibarca reddediyorlar. Bu fotoğrafları çekerken böylesine bir beğeni ve ilgi yakalayacağınızı düşünüyor muydunuz? Bu kadarını hayal etmek zor... Yurt dışından da takip ediliyor artık. Yine yurt dışından önemli televizyon kanalları görüşmek istiyor. Gerçekten gördüğüm ilgiyi hayal bile edemezdim ama umarım bu ilgi, amacıma ulaşmamı sağlayan güçlü bir unsur olur. 26 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Gelecekteki projeleriniz ya da hayallerinizden bahseder misiniz? Şu an bir kitap projem var; en kısa zamanda başlayacağım. Fotoğraflarını çektiğim insanlara nasıl yaklaştığım, neler gördüğüm, neler hissettiğim gibi konular olacak. Buna benzer fotoğraflar çekmeyi düşünen genç belgesel fotoğrafçıların işine çok yarayacağını düşünüyorum. Aklımda bazı projeler var; ama zamanım olacak mı bilmiyorum. Fotoğraf gerçekten zaman gerektiren bir uğraş. Bizim gibi günlük para kazanması gereken insanlar için de oldukça lüks. Fotoğraf çekerken nasıl bir ruh hâli içinde oluyorsunuz? Fotoğrafa ilk başladığım yıllarda gelseydi bu soru, açıkça depresyona girdiğimi ve gözlerimin dolduğunu söylerdim. Zamanla yaralar kabuk bağlıyor. Herhalde mutlu insanların fotoğraflarını çekmediğim için de mutlu olmuyorum. Yıllarca fotoğraf heykellere tahammül edemeyen belediye başkanları var... Kendinizi fotoğrafla ifade etmeyi seçtiğinize göre, sizin için fotoğrafı önemli kılan bir şeyler olsa gerek. Sizce fotoğrafın başardığı fakat diğer görsel sanatların başaramadığı şey nedir? Fotoğraf tamamen gerçeği yansıtıyor. Diğer sanat dallarından onu ayıran en büyük özelliği bu. Çok güzel kaleme alınmış bir romanın anlattığı yüzlerce sayfalık savaşı, yine o savaşta çekilmiş tek kare fotoğrafla anlatabilirsiniz. Yüzlerce sayfa akılda kalmaz ama o kare kalır. Çocuğun ölümünü bekleyen akbaba fotoğrafı, Afrika’daki yoksulluğu en iyi anlatan belge olmuştur çekildiği günden beri. Nasıl bir dünyada yaşamak isterdiniz? Aslında dünyadaki kime sorsanız cevaplarının birbirinin benzeri olacak tek soru bu sanırım. Problem o dünyayı nasıl elde edeceğimizde? çekiyorsunuz, evinizin duvarına asacak güzel bir fotoğrafınız yok. Konuyu en iyi anlatan fotoğraf, hâliyle en iyi fotoğrafınız oluyor; en iyi fotoğrafınızsa, perişan bir insan oluyor. Siz de ona, benim iyi fotoğrafım, diyemiyorsunuz hâliyle. Yani çektiğiniz iyi fotoğraf sizi mutlu etmiyor. Yaşamda karşılaştığınız en büyük zorluktan bahseder misiniz ve onu nasıl aştınız? İnsan hayatında birbirinin benzeri o kadar çok zorlukla karşılaşıyor ki... Hangisini ön sıraya koyacağını bile düşünemiyor. Ben hiçbirini aşamadım aslında ama hayat devam ediyor. Fotoğraf makinenizle yaşadığınız en özel anlardan birini anlatır mısınız? Gittiğim gösterimlerde hayli ilgi görüyor fotoğraflar. Söyleşi bölümünde, hangi makineyle çekiyorsunuz dendiğinde, avuç içi kadar makineyi cebimden çıkarınca, oldukça şaşıran insanlar oluyor. Makinemle benim en 27 Yol Notları Kontrast Yazı ve Fotoğraflar Ceyda Taşdelen Çekim Önerisi: YOLDA OLMAK Doğumla başlar insanın yolculuğu. Her yaşam bir yolculuk, her yolculuk da bir keşiftir. Özünde olanı yaşar gezgin; genlerine, oluşumunda işlenmiş olanı keşfe çıkar. Ana rahmindeki güvenli alanı terk ettiği andan itibaren başlar gezginin meraklı serüveni. O nedenledir ki yolculuk, insanın özüne, varlığına, kendine doğru yaptığı içsel seyahatler olduğu kadar; var olana, dışında gelişene, merak edilene doğru yapılandır aynı zamanda. Gezgin her yolculuğunda, hem kendisine hem de merak ettiklerine doğru bir keşfe çıkar. Hiç bitmeyen bu merak dolu serüvene katılmış olanın, çemberin dışında olmaktan başka şansı yoktur artık. Uzun süre aynı yerde kalmak, kapalı ofislerde güvenli bir yaşam sürdürmek, bildiktanıdık, “bizden” olanlarla yaşayıp gitmek ona göre değildir asla. “Ötekine”, “bilinmeyene”, “merak uyandırana”, “keşfedilmemişe” ve zaman zaman da “tehlikeli”ye doğru, bir yolda olma hâlidir artık onun hayatı. Keşfetmekle güdülenmiş, gördükleriyle kendi olmayı, “kendini bilmeyi” öğrenmiş, kendini büyütebilmek için başka yollara, insanlara, kültürlere ihtiyaç duyar olmuştur. “Öteki” ile “biz” olmayı, önyargısızca kültürleri anlamayı, içinde soluk alıp verdiği, üzerinde yürüdüğü, “memleketim” dediği toprakları ve dünyayı tanımayı, doğanın sunduğu bin bir çeşit güzelliğin değerini anlamayı öğrenmiştir bir kere; artık iflah olmaz, bitmek tükenmek bilmez bir keşfin tam ortasındadır o... Anadolu’da atılan her adım bir keşif; gidilen her yol, kişinin içsel yolculuğunda bir ilerlemedir. Karlı Fotoğraflar: Karın ışık yansıtıcılığının yüksek olması, kar fotoğraflarının doğru pozlama ile çekilmesini engelleyen bir faktördür. Bu nedenle, fotoğraf makineniz ne kadar üst seviye olursa olsun, karlı fotoğraflar çekeceğiniz zaman doğru pozlama değerleri için insan teni ya da hiç kimse yoksa kendi avuç içinizin değerini kullanmayı tercih edebilirsiniz. Karlı fotoğraflar söz konusu olunca, farklı tarzlarda çekimler yapabileceğinizi de unutmayın. Sade, detay, hareket, makro ya da genel manzara çekimleri için son derece uygundur karlı havalar. Çekim yaptığınız alanda kar yağmaya devam ediyorsa flaşlı çekim yaparak taneleri belirginleştirmeyi deneyebilir; gölgede karlı fotoğraf çekiyorsanız makinenizin beyaz ayarını değiştirerek gölgeli çekim moduna geçirebilirseniz, soğan kabuğu renginde filtre kullanımında olduğu gibi mavi tonlar almak yerine beyaz rengi yakalayabilirsiniz. Anadolu... Övgü dolu onlarca sözcükle kafalarımıza kazınmış olan memleketimizi hangimiz tanıdık yeterince? Kaçımız kültürlerin beşiği olan ülkemizde geçmişten bugüne kimlerin yaşadığını, bugünlere hangi kültürel değerlerin miras kaldığını biliyoruz; şimdi bu mozaik denilen coğrafyada, bu kırılgan cam parçalarının nasıl yaşadığını kaçımız biliyoruz? Kaçımız doğumla miras kalan gezginlik genlerimizi bastırmak yerine yaşama fırsatı bulduk? İçsel yolculuğumuzu yapabilmek, “öteki”ni olduğu kadar “kendimizi” keşfetmek için de yolda olmak gerektiğini kaçımız fark ettik? Bir düşler coğrafyasıdır Anadolu; gezgin yazara açar kapılarını, davet eder, duymayı bilen kulaklara seslenir ve anlatır kendini, yaşadıklarını, gerçekleri. Gezgin fotoğrafçının objektifine göz kırpar usulca; her buluşmasında bambaşka kadrajlarla karşılar onu, keşfedilmeyi beklediğini haykırır. Duymayı bilen kulakların, görmeyi bilen gözlerin ve gezgin ruhların keşfini bekler Anadolu. Yolda olacağız sizlerle... Anadolu’nun sesini, sözünü, objektiflerimize yansıyan güzelliklerini aktaracağız bu satırlarda. Yazdığımız, gösterdiğimiz yerlerde kendi keşfinizin peşinden koşabilmenizi dileyerek çıkacağız her sayıda yeni yolculuklarımıza... 28 Dolayısıyla Ocak-Şubat ayları dendi mi karlı, sisli, bulutlu fotoğrafların bizleri beklediğini söyleyebiliriz. Karlı, sisli ya da bulutlu fotoğraflar çekeceksek de bazı noktalara dikkat etmenin, bazı püf noktalarını bilmenin faydası olabilir diye düşünüyorum. *** Anadolu’da atılan her adım bir keşif; gidilen her yol, kişinin içsel yolculuğunda bir ilerlemedir. Anadolu, beklenmeyeni sunar her daim. Tüm yazılanlardan, rehberlerden, programlardan başka bir dünya çıkar karşısına Anadolu’yu keşfetmeye çıkanın. Her şeyi altüst eder bir anda; ne kadar bilgisiz, ne kadar eksik, ne kadar çok şeyi öğrenmek zorunda olduğunu hissettirir insana. Günlerce yapılan tüm planları, programları bir anda yıkar geçer Anadolu ve kendiliğinden düzenlenmiş bir programın içinde bulur gezgin kendini bu topraklarda. Artık tek bir rehberi vardır gezginin, Anadolu’nun ta kendisi. Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 Ocak ayı gibi, kış döneminin en zorlu aylarından birisine girince, genellikle zorunlu olmadığı sürece evden çıkmamayı tercih eder insanlar. Ancak fotoğrafçıysanız, gezginseniz veya olmaya niyetliyseniz, sizin için yollara düşmenin ve sürprizlere kucak açmanın zamanı gelmiş demektir. Bugüne kadar gezdiğiniz sokaklar, ağaçlar, göller, dağ-tepe ve diğer şehirler sizlere verdiklerinden çok farklı pozlar vermeye, bambaşka bir güzelliğe bürünmeye başlamıştır artık. Dağlar yolunu tutmuş, bembeyaz giysisini kuşanmış, sokaklar her farklı gün farklı bir ışıkla sizleri karşılar olmuştur. Sisli Fotoğraflar: Işık yansıtıcılığı kar kadar olmasa da yine yüksek olan sisli hava şartlarında fotoğraf çekmek için de fotoğrafçı makinesine ne kadar ve ne zaman müdahale etmesi gerektiğini bilmek zorundadır. Yine avuç içi ışık ölçüm yöntemi ile ya da 1 stopluk poz artışı ile çekimimizi yapabiliriz. Bulut ve sis hareketlerini en iyi gözlemleyebileceğiniz ve çekebileceğiniz yerler elbette ki dağlardır. Çekim amaçlı geldiğiniz bir dağlık alanda uykunuzdan da fedakârlık yapabilir ve erken kalkabilirseniz en güzel sis hareketlerine tanıklık edebilirsiniz. Unutmayın ki alçak dağlık alanlarda sis günün en erken saatlerinde izlenebilmektedir. Bulutlu (Kapalı) Havalar: İçinde bulunduğumuz aylarda çoğunlukla kapalı-bulutlu havalara maruz kalacağımız düşünülürse, bu tip havalar için kimi önerilerde bulunmamız, özellikle fotoğrafa yeni başlayanlar için faydalı olabilir diye düşünmekteyim. Bu tip havalarda genellikle fotoğraflarımızda soğuk renkler hâkim olduğundan, renk doygunluğunun ve objelerde form olmamasından yakınırız. Fotoğrafımızdaki renklerin soğuk olmasının ve renk doygunluğunun olmamasının başlıca nedeni ışığın Kelvin derecesindeki yüksekliktir. Analog makinelerimizde bu sıkıntıyı ancak amber rengi (soğan kabuğu) filtreler yardımı ile aşabilirken, günümüz teknolojisi dijital makinelerde beyaz ayarımızı bulutlu çekim moduna getirmemiz yeterli olacaktır. Kapalı havalarda ışığın homojen yapısı objelerin boyutlarını yitirmemize neden olduğu için genel çekimlerden kaçınarak, özellikle yakın portre çekimleri yapmayı ya da yapay ışık desteği almayı denemeliyiz. 29 Kontrast Gelişmeler ve Teknik Bilgiler Atakan Baykoçak • FOTOĞRAFLARLA “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ” Teknoloji, fotoğraf dünyamızı da her gün ödüllendiriyor. Yetişmesi neredeyse imkânsıza yaklaşan teknolojik gelişmeleri paylaşırken, fotoğrafın değişmeyen gerçeklerini içeren küçük önerileri de burada bulacaksınız. New York’ta Kasım 2009- Mart 2010 tarihleri arasında görülebilecek olan “Dünyamızdaki İklim Değişikliği” isimli sergi, Ansel Adams Ödülü de bulunan Çevreci Fotojurnalist Gary Braasch’ın fotoğraflarından oluşuyor. * daha iyi fotoğraf için öneri: Makineniz, görüntüyü belli bir açıdan görür. Bu yüzden, gözünüzün gördüğünü değil, objektiften görünen görüntüyü dikkate alın. * teknik: Sensör, yüzeyine çarpan ışığa tepki verir ve makineden geçen elektrik akımını etkiler. Makinenin devreleri, elektrik gücündeki değişkenleri belirleyerek onları çip üzerinde belli noktalara haritalar. Bu veriler fotoğrafa dönüştürülür. Fotoğraf kalitesi, yalnızca sensöre bağlı değildir. Objektif kalitesi ve nasıl işlediği de kaliteyi etkiler. Sensör parazitlenmesi, çipin çeşitli nedenlerle dışarı attığı rastgele verilerdir ve fotoğrafta gren olarak görünür. Verinin işlenmesi ile belli oranlarda giderilmesi mümkündür. Yurt Dışı Haberler başka avantaj olduğunu söyleyebiliriz. A850, 24.6 efektif mp’li full-frame Exmor CMOS sensörü, çift BIONZ görüntü işleme motoru ile ISO 6400’e kadar çıkabilen yüksek hassasiyetli, detaylı ve düşük grenli fotoğrafları kullanıcıları için keyifli bir hâle getiriyor. A850, dokuz noktaya AF otomatik netleme sistemi ve 10 yardımcı netlik noktası desteğinde mükemmel bir odaklama performansı getiriyor. Canon PowerShot G11 G11, genişletilmiş dinamik alanı, yeni çift noise azaltma sistemi, 10 mp görüntü sensörü ve DIGIC 4 görüntü işlemcisi ile dikkatleri üzerine çekiyor. G10 modeline kıyasla kullanıcılara fazladan 2 stop Bazı makineler, yüksek ışık duyarlılığında (ISO ayarında) çekilmiş fotoğraflarda maksimum çözünürlük sağlamayabilir. ISO ayarını her değiştirdiğinizde makinenizin çözünürlüğünü kontrol edin. Sorularınız için: kontrast@afsad.org.tr * yeni: Son 10 yıllık iklim değişikliğini fotoğraflarla belgelemek amacıyla yola çıkan serginin bulunduğu mekânda, çocuklar ve öğrenci grupları için de bir etkinlik yer alacak. Bu etkinlikte çocuklara konuyla ilgili video enstalasyonları izletilecek. Birlikte yürütülen bu iki çalışma, iklim değişikliği konusunda tüm yaş gruplarına bilim ve sanatı birlikte kullanarak bir duyarlılık kazandırmayı hedefliyor. Detaylı bilgi için www. earthunderfire.com/pages/exhibit adresini kullanabilirsiniz. • FOTOĞRAF MAKİNENİZ DE UÇABİLİR! Fotoğraf dünyası, geçtiğimiz aylarda yeni bir ürünle tanıştı. Fotoğrafçılara, yüksek mesafelerden de görüntü yakalamayı sağlayacak bu yeni ürünün adı “skyshutter”. Bu küçük helikoptere fotoğraf makinenizi yerleştirerek, 360 derece pan-tilt ve dönüş hareketi yaparak görüntüler elde etmek mümkün. Onu, havadan görüntü almayı sağlayan diğer araçlardan farklı kılan, güvenli ve hafif oluşunun yanı sıra, kısa bir hazırlık sürecine olanak sağlaması. 13kg. ağırlığı bulunan skyshutter, 7kg. taşıma kapasitesine sahip. Ayrıntılı bilgi için www.skyshutter.com adresini kullanabilirsiniz. • TV’DE FOTOĞRAF YAYINI Nikon D300S: Saniyede yedi kare seri çekim, 51 noktaya AF otomatik netleme, D-Movie fonksiyonu, stereo ses kaydı için harici mikrofon kullanımı, video kayıt ve Live View; makinenin başlıca özellikleri. Kullanıcıların, kameranın aynası hareket ettiğinde ortaya çıkan sesi kapatmalarına imkân tanıyan “Q” (Quiet Shutter-release) sessiz deklanşör ile çekim modu ise ilgi çekici. Sony A850: Sony bu üründe yalnızca kullanım kolaylığı, pratik seçenekleri ve görüntüleme kalitesi ile değil, cazip fiyatıyla da ilgi çekeceğe benziyor. Ayrıca, kullanıcılara, full-frame dünyasının kapılarını sonuna kadar açmasının da bir 30 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010 avantajı tanıyan G11 fotoğraf makinesinde ayrıca zayıf ışıklı ortamlardaki çekimlerde ışık patlamalarını ve gölgeli alanlarda detay kayıplarını engelleyen i-Contrast teknolojisi bulunuyor. 2.8” PureColor II VA hareketli LCD ekranı ile daha hızlı ve hassas menü kullanımı için ergonomik olarak geliştirilen G11, analog yapıdaki ISO ve pozlama telafi ayarları ile fotoğrafseverlerin genel çekim ayarlarına ve özelliklerine direkt olarak müdahale etmelerine imkân tanıyor. Loş ışık modu, ISO 12.800 hassasiyetinde, 2.5 mp. çözünürlükte ve saniyede 2.4 kare hız ile flaş kullanmaya gerek kalmadan çekim yapabilmelerine olanak veriyor. Ayrıca kameranın entegre ND filtresi ışığı 3 stop düşürerek parlak ışık altında yaratıcı çekim kontrolü sağlıyor. Sanat, kültür ve kişisel yaratıcılık konularında programlar yayımlayarak izleyicinin içindeki sanatçıyı ortaya çıkarmayı hedefleyen Amerikan televizyon kanalı Ovation TV; 2324 Kasım 2009 tarihleri arasındaki yayınlarını yalnızca fotoğraf konusuna ayırdı. Yayın Kuruluşu, iki gün boyunca; David LaChapelle, Edward Weston, Sally Mann, Shelby Lee Adams, William Claxton gibi tanınmış Amerikan fotoğrafçılarını tanıtan programların yanı sıra fotoğraf ve fotoğrafçılık üzerine belgeseller yayımlarken, farklı konularda yarışmalar da düzenledi. Sahne sanatları, müzik, sinema, fotoğraf, edebiyat, mimarlık gibi farklı dallara yer veren Ovation TV, kablolu yayın, uydu ve internet sitesi üzerinden yaklaşık 30 milyon izleyiciye ulaşmaktadır. Ayrıntılı bilgi ve fotoğrafla ilgili yayınlarının bir kısmına ulaşmak için: www.ovationtv.com 31 Kontrast 32 Ankara Fotoğraf Sanatçıları Derneği OCAK 2010