Ussuz Kasım 2008 Seyri-II
Transkript
Ussuz Kasım 2008 Seyri-II
Öfke, Bir Adamı Çocuklara Bölen Öfke…, César Vallejo Öfke, bir adamı çocuklara bölen öfke, çocukları benzeş iki kuşa, ve sonra kuşları ufacık yumurtalara: fakir adamın öfkesinde rafine bir yağ iki cins sirkeye karşı. Öfke, ağacı yapraklara bölen öfke, ve yaprakları benzeşmez iki tomurcuğa, ve tomurcukları da alabildiğine küçük saban izlerine: fakir adamın öfkesinde iki nehir denizlere karşı. Öfke, iyiyi şüphelere bölen öfke, ve şüpheyi üç benzer taş kemere, ve kemerleri de beklenmedik lahitlere: fakir adamın öfkesinde bir parça çelik iki hançere karşı. Öfke, ruhu bedenlere bölen öfke, bedenleri benzemez org(an)lara, ve org(an)ları düşüncenin yankılanan oktavlarına: fakir adamın öfkesinde özlü bir ateş iki kratere karşı. Çeviren: Hasan Ağan Kayıp, Erdoğan Kul yenilgim kime yansıyor güneşin mosmor elleri kime taşı sıksam çıkardığım günah bedenim suya insem boğazımdaki kocaman kayık ölüsü dengine ‘avuntum bu’ diyeceğim alnı hep arka sokaklar olan cinnet yüzücüsü kundaklanmış ışıltılarını ararken çocukluğunun nesnelerin dibinde külden, çökkün bir müziğe buna varıyor o müziği ruhumdan binlerce kopan acının üçgenleri döne döne var kılıyor hep aynı çığlık dünya oluş’un tiz avlularında 1. kısık göz ve demir sidikli yargıç eğirirken sabahları ince hüznün lifleri arasında elinde bir şey tutuyor her şeklin özel iblisi kararan denizlerin yaşlılık çillerine bıraktığı anlamın diline çözünerek akan pas gibi beynin kabuklarında bir şey belki dümeni güllerin evlerin bulvarların dümeni ağzımın tadına bir virüs boşluğu açıp yerleşiyor kısık göz ve demir sidikli yargıç söz’ü dalganın uç-yoklarından kendi uç-yoklarına refleksleyerek dönen acının üçgenleri var üstümde dümene karşı 2. ben siyaha çok bakmaktan doğan beyazın ve beyaza çok bakmaktan doğan siyahın güneşini denge oku mu sanmışım son vurulduğum şarkıdan boynumda kalan çiziği heykeltıraş parmaklarında sabırsızlanıp duran sınır sanmışım anlasaydım kırbaçlanmış günlerin yüzümdeki tortusunu neşeyle meme ucuna sürünüp dirilen kızlar gözlerimdeki ışıktan gebe kalmaya ne korkar -gözlerimdeki, felç inmiş köpeksi ayışığındano çiçek kemikli kızları kitaplardan koklamazdım küf kokularındaki ısıdan ruhuma açılan kapı da başıma bekçi olarak dikilmek bilmezdi belki ulu renklerin uğultu kulelerine karşı yörüngesini yitirmiş et çürüme odalarını yavaşça emip içe çekmezdi artık içine girmek yerine anlasaydım bir ırmağın aktığını unutmasından çaldığım künyem taşın taşa bin yıllık mektubu içre nasıl bir çınlamaysa kanın delici siyahıymış en baştan alfabem de taşın ve suyun kalbinde hıçkıran tuz ta zamandan önce yakmış çünkü güneşin gözbebeğini 3. nesnelerin ve putlarımın adını her sabah hoşnutluk’la tütsüleyen bilgeler önümü kesen dünyanın hiçbir kitapta yeri yok soluğumda gerildikçe uçları yitik dünyanın işe yaramaz bir organ yerine geçtiği bile kendim’le sınandığım tepeler ve de kıyılar kimbilir hangi kuşun içinde büzüşür iç içe geçer şimdi gülünce karnındaki sinsi ekrandan kusursuz yılanlar dökülen ey kalabalık kutsadığınız her türlü kibrin önünde ağlamak ve kurtulmak istiyorum her şeye yeniden yeniden doğana kadar ağlamak kılıçkesmez beylerin de gizli beynine sığınak ve dilin uçsuz yaralarından kalbe sızabilen tek şey kurtulmak 4. Beyaz biçim’in küçük kızı taşın ebesi Beyaz rüzgârın sesindeki erimsiz hiza-nesne insanyasak limanlarında noktanın biri dese candan üç mum yanıyor o ayıp seferlerde bir kopukluk çınlıyor biri tutsa nedensizliğini Beyazın ad’ımda soramaz kendi neye inceliyor açılmayan kapanmayan bir yaradan ağaçlar uzaklığın kilidini olarak ne yükseliyor biri kaçsa maddenin ele geçmeyiş göğüne kemiğe eriyen atlardan geri neden hep aynı kırık anahtar sesi kalıyor ne ki dinmez ne ki bitmez yas şiddetinden görünüş kendini mavi sanan bir avda boca 5. görme’nin tadında cedel kış demirin içi gelir odama buzda kan ovacak denli sert yayı kartal ölüleri yüzen uykumdan sunar armağan: akla tutulup çekilen akla karayı iç içe büyüten bir lamba taşımak o lambayla nedensiz yitimin tohumu bir kendilik’i yerdeğilbiryer’e boyuna taşımak aynı nefes üzre yürümek yolsuz köprüsüz çizgisiz adımsız yürümek ne senin adın veriliyor sen söyle yaşamayı gözü oyuk adam yapıp boynuma asan Yaşamak ışık çözerek kendini beyaz bulunacak ne ki buldu dinmez bitmez şiddetinden görünüş 6. izler susmuş zamandan göbeği kesilmiş dalgaların ritmin süreksiz boğum gününde kendine nişan almış kendini vurmuş dalgalar kıyıların kırık ağzında çıldıran rüzgâr şimdi dirimin üvey beyazı martıların ufuk olma beyazı kuğular akşamın gelişinde hoş bir yankı arıyor çökme’nin sahibine sanki geçiyor tüm omurgalılar yüzüme çukurun yanıtı sanki yoğunu hangi perçemden yakalasam saz oluyor dili dökülen alevler kısraklar için soyutluk gidişler için bir dönümsüzlük bulutu salıyor telleri sakınım güneş borcu kimi burukluklarda yağacak om oyunlarda kılmasın diye karar bilinmiyor hep böyle asılı mı kalacak donkişot morluğu havada yoksa geri mi alındı ödül us’tan usa geometri ırmağı yüzeyinden ayrı düşmüş aynaya çöl diyorlar ruhun avuç açması çizgilerin birbirine uçma koyuluğunda serap asla çölde değil insanda 7. çünkü kalbimden kesilmiş bir daldır ufuk 8. bütün seneler beyaz bir kuşmuş ellerimizden girip ruhumuzun yokluğunda yıkanırken kaybolmuş - bizler savaş ölüleri kaç şafaktan kaç karanlıktan önce doğurgan meydanlarda dul çalgılar yuvarladık kolunu kestik kesebildiğimiz kadar uzayın yine de daralamadık karada ak suda dirim budadık kırdık sıvının içini eklemler boyu yüzümüzü aldanışın buruk mumuna adadık -sesini unutanların güne başlama çarkında dönmezlik bizim yüzümüz ancak dumandan görünürtoz duman içinde öyle batırdık gemilerimizi köşelere sevmelere tepeden yuvarlanmalara çocuklar bakarken dalıp içine düşmesin diye sayıklayan çiçeklerin gözkapağını kapattık öldük savaşı yaşattık şimdi sizin sokaklarınızı evinizi duvarlarınızı bacanızı tarih’le mayaladık davul çalın bizi sürmeden leylakların mahmur can sesi camlarda davul çalın davul çalın kuşların da kız gibi sular akıttık yaralarından ben siyaha çok bakmaktan doğan beyazın ve beyaza çok bakmaktan doğan siyahın güneşine kapanıp kalıyorum yani bırakılma’nın sonsuz geniş damarında kendime yol olmaktan sonsuza bölünüyorum 9. kara ve sara her zaman moda katlanıp saçlarımın arasına konulunca kim bilecek mevsimlerin içimdeki bin yıllık leşe post olduğunu erte’lerde yaşamakla kafiyelenmiş ufuklar görecek mi: geçmiş zaman gövdesine işlenmiş bir palyaçodur yüzünü hiç tatmamış yüzünden tanrıyı göğe çalmış çocukların görmenin her türlüsünden şeklalmış bir kartal ışığın zorbası olup çoktan dağıtmış kendi beynini çoktan gücenik sularımda çürümüş memeleri kutsal’ın da daha emilmeden tükürülen bütün atlar küsmüş yitmiş biri öbüründe renkler bütün (tespihleri bademle gözlenmiş kısır kadınlar uçurumun oğlu olarak denir çünkü seni göğün bileklerine doğurmuşlar ortak anlarından) Siyah Beyaza ağlamış Beyaz Siyaha 10. biz belki durmaksızın birbirine açılan uçurumlara uzun uzun fırlatıldık belki de sesimizi mezar edinip kıyamet gözleyen kendini vurmuş dalgaların iskeletine anlam’a yakalandık ya da göğe dürülüp sonsuz bir düşmede kıpırtısız kalış neymiş anladık mumyalanmış saatler midir bunlar kan sayfalarından nabzımı tutar nabzımın çınlattığı kayalardan hangi tanrı bakar mumyalanmış saatlerde aynalar kıvrılıp kendilerine ve burkulup fecre doğru vakti daraltmaktadırlar suya gömük mağaralarca susan zihnin halkaları yarım kalmış kulakları onarmaya mı gidiyor kül kül ey hem ayna hem ışık ey yüz yüze aynaların itiraf meleği Deliler ve Hücre Arkadaşları adlı şiirden seçmeler, Thomas Bernhard Ben, delirene kadar, bir mahkûm olmalıyım. Çünkü mahkûm kıyafeti giydiğim, değil mi? Us, özgür değil. Ama usun içine doğduğu sistem özgür; sistem öylesine özgür ve us da öylesine özgürlük yoksunu ki, sistem ve us bir sona doğru yaklaşıyor. … Vicdanımdaki kahpe musluk, kamburumu ısıran bu kalabalık. Bu ayakkabılar, bu eski püskü ceket çileden çıkarıyor beni. … Kulüp dansçıları, çığırtkanlar, haydutlar, muhbirler kamunun cilalı siyah çizmesinde. … Devlet kadir-i mutlaktır, sen zayıf düşmüşken acıyla. İktidar ve üniforma aynıdır birbirinin. Ağzını kapalı, aklını denetimde tut, Yürü, uğrumuza hiç kimsenin kesmeyeceği ormanlar içinde. … Düşünmeye olan bağımlılığın sonuçlarından hareket edersek, bizi geride bırakmaksızın gerileten anlam sorununa varmış oluruz. … Berraklık, en büyük çaresizliğin en büyük berraksızlığa öykündüğü yerde varlık bulur. … Kendine hükmedebilen insanın her şeye hükmetme hakkı vardır. Yine de hiç kimsenin kendine hükmetme hakkı yoktur. … Ayaklarım düşünür, aklım yürür. Baştan aşağı bu dünya, geçemez ötesine çürümüşlüğün. Ve kentin bizzat kendidir katil. … Gözlerimde yasanın kasırgası çakıyor ısırgan ve keskinliği olan. Ben kendimin köpeğiyim ve sen sadece eşlikçimsin şehvetin hücresine kadar takip ettiğim. Sen ne çeşit bir şarapsın, sidik efendim? Çeviren: Hasan Ağan Enneadlar, Altıncı Deneme (Plotinus), Plotinus GÜZELLİK 1 Güzellik özellikle görme duyusuna hitap eder, ama sözlerin belirli birleşimlerinde ve müziğin her türünde olduğu gibi, işitme için de bir güzellik vardır, çünkü melodiler ve kadanslar güzeldir; kendilerini duyular alemi üzerinde daha yüksek bir düzene taşıyan zihinler, hayatın akışındaki, eylemlerdeki, karakterdeki, zihnin uğraşlarındaki güzelliğin de farkındadırlar; bir de erdemlerin güzelliği vardır. Daha yüce ne gibi güzellikler olabileceğini, tartışmamız ortaya çıkartacaktır. Öyleyse nedir bu maddi biçimlere alımlılık veren ve kulağı seslerde fark edilen tatlılığa çeken şey; ve Ruhtan kaynaklanan her şeyde bulunan bu güzelliğin sırrı nedir? Hepsi güzelliğini bir tek ilkeden mi alır, yoksa cisimli olanla cisimsiz olana özgü başka başka güzellikler mi vardır? Son olarak, bir ya da çok olsun, böyle bir ilke ne olabilir? Bazı şeylerin, örneğin maddi biçimlerin, kendilerinde olan bir şey dolayısıyla değil de aktarılan bir şey dolayısıyla güzel olmasına karşılık, başka bazı şeylerin (örneğin Erdemlerin) kendiliğinden güzel olduğunu göz önünde tutun. Aynı bedenler bazen güzel görünürken bazen güzel görünmezler; demek ki beden olmakla güzel olmak arasında büyük fark vardır. Öyleyse kendini belirli maddi biçimlerde gösteren bu şey nedir? Bu, araştırmamızın doğal başlangıcı. Kendilerine güzel bir nesne sunulan kimselerin gözlerini cezbeden şey nedir ki onları kendisine doğru çağırır, ayartır ve bu görünüşle zevkle doldurur? Biz kendimizi bu bilgiyle donatırsak, daha geniş bir bakış için de bir çıkış noktası edinmiş oluruz. Neredeyse herkes parçaların birbirine ve bütüne karşı simetrisinin, renklerdeki belirli bir çekicikle birlikte, gözle tanınan güzelliği kurduğunu, görünen şeylerde – aslında başka her şeyde olduğu gibi – evrensel olarak güzel olan şeyin esasında simetrik, düzenli olduğunu ifade eder. Ama bunun ne anlama geldiğini bir düşünün. Ancak bir bileşik güzel olabilir, asla parçalardan oluşan bir şey değil ve sadece bir bütün. Çeşitli parçalar kendi içlerinde değil, güzel bir toplamı oluşturmak için birlikte çalışırken güzelliğe sahip olacaklardır. Bununla birlikte, bir topluluktaki güzellik, ayrıntılarda da güzellik talep eder; çirkinlikten kurulamaz. Güzelliğin yasası baştanbaşa işlemelidir. Renklerin ve hatta güneş ışığının bütün güzelliği, parçalardan yoksun olduğu ve böylece simetri bakımından güzel olmadığı için, güzellik aleminin dışına sürülmelidir. Ve nasıl olup da altın güzel bir şey olur? Geceleyin şimşek ve yıldızlar, bunlar neden bu kadar hoştur? Her ne kadar mükemmel bir bestede çoğunlukla her bir aralık kendi içinde hoş da olsa, seslerde de basit olan dışlanmalıdır. Yine, madem ki simetri bakımından sabit olan aynı yüz bazen hoş görünmesine rağmen bazen görünmemektedir, güzelliğin simetriden başka bir şey olduğu, simetrinin de güzelliğini daha uzak bir ilkeye borçlu olduğu konusunda şüphe edebilir miyiz? Yaşam tarzlarında ya da düşüncenin ifadesinde çekici olan şeye dönelim; burada da mı simetriyi yardıma çağıracağız? Yüce davranışlarda ya da mükemmel yasalarda, düşünsel uğraşının herhangi bir biçiminde ne gibi bir simetri bulunabilir? Soyut düşüncenin konularında nasıl bir simetri olabilir? Birbiriyle uyumlu olmanın simetrisi mi? Ama uyum, ya da tümüyle özdeşlik, çirkinlikten başka hiçbir şeyin bulunmadığı yerde de bulunabilir: “Dürüstlük safdilliğin ta kendisidir” önermesi, “Doğruluk irade zayıflığıdır” önermesiyle mükemmel bir uyum içindedir, uyum tamdır. Yine, bütün erdemler ruhun birer güzelliğidir, bütün diğerlerinden daha gerçek bir güzellik, ama simetri buraya nasıl girer? Ruh, gerçekten de, basit bir birlik değildir; yine de ruhun erdemi uzamın ya da sayıların simetrisine sahip olamaz: ruhun yetilerinin ya da ereklerinin uzlaşmaları ya da kaynaşmaları üzerinde geçerli olabilecek ölçü standardı ne olabilir? Son olarak, bu teoriye göre, Zihinsel İlkede, esas olarak yalın olanda, nasıl olup da güzellik olacaktır? 2 Öyleyse, haydi kaynağa geri dönelim ve güzelliği maddi şeylere yerleştiren İlkeyi gösteriverelim. Şüphesiz bu İlke vardır; bu ilk bakışta görülen bir şeydir. Ruhun kadim bir bilgisindenmişçesine adlandırdığı ve fark edince bağrına basıp birlikteliğe girdiği bir şey. Ama ruh bir de Çirkinle karşılaşırsa birden bire kendi içine siner, onu reddeder, ondan yüz çevirir, uyumsuz olduğu için gücenir. Yorumumuz odur ki ruh – doğasının bütün doğruluğuyla, Oluşun hiyerarşisindeki en yüce Varlıklarla yakın ilişkisiyle – o soydan bir şey ya da o soya ait en ufak bir iz gördüğünde, ani bir zevkle titrer, kendisine döner ve böylece yeniden doğasının bilincine, kendi yurduna katılır. Ama bu dünyanın güzelliğiyle Yücedeki eksiksiz güzellik arasında böylesi bir benzerlik var mıdır? Ayrıntılardaki böylesi bir uygunluk, her iki düzeni benzer kılacaktır: ama buradaki güzellikle oradaki güzellik arasında ortak olan nedir? Bizim kabul edip onayladığımız odur ki, bu dünyanın bütün güzelliği İdeal Biçim’deki payından gelir. Türü biçime ve kalıba izin veren bütün biçimsizlik, Akıl ve İdeanın dışında kaldığı müddetçe, işte bu İlk Akıldan yalıtılmışlığı dolayısıyla çirkindir. Ve işte bu Saf Çirkindir: çirkin bir şey, tamamen kalıba dökülmemiş bir şeydir, Akıl Yürütmeyle, bütün noktalarda ve bütün yönleriyle İdeal Biçime teslim olmayan Madde’dir. Ama İdeal Biçim nereye girdiyse, çeşitli parçalardan bir birlik haline gelecek ne varsa onları gruplandırmış ve düzenlemiştir: karmaşayı uyum içinde çalışan bir işbirliğinde toplamıştır: toplamı, uyumlu bir bağdaşım yapmıştır: İdea bir birlik olduğundan, şeklini verdiği şey de, çarpma işleminde olduğu kadar birliğe gelmelidir. Böylece, birliğe katılan şey üzerinde Güzellik tahtını kurar, toplama olduğu kadar parçalara da kendini vererek: doğal bir birliğin, benzer parçalardan oluşan bir şeyin üzerinde ışıdığı zaman, kendini o bütüne verir. Böylece, örneklemek gerekirse, bütün bir eve bütün parçalarıyla sanat erbabınca verilen güzellik ve tek bir taşa doğal bir niteliğin verebileceği güzellik vardır. O halde maddi şeyler işte böyle güzel olur – İlahiden süzülen düşünceyi ileterek. 3 Ve ruh, Güzelliğe yönelik garip bir yetiye sahiptir – kendi değerlendirmesinden sonuna dek emindir; güzel bir şey kendisine değerlendirme için sunulduğunda hiçbir zaman şüpheye düşmez. Ya da belki ruhun kendisi anında tepki gösterir, İdeal Biçim ile uyumlu olan bir şeyi içinde barındıran Güzeli onaylarken, İdeayı mihenk taşı gibi kullanır. Ama maddeyle (material) bütün Maddeyi (Matter) önceleyen arasında ne gibi bir uygunluk vardır? İçsel ev fikrine uygun evi karşısında bulan mimar hangi ilkeye göre ona güzel der? Değil mi ki önünde duran ev, taşlar bir yana, içsel ev fikrinin dışsal madde yığını üzerine damgalanmış halidir, çeşitlide ortaya konan bölünmezdir. Böylece, kavrayış yetisiyle: belirli nesnelerde biçimsiz maddeyi bir arada tutan ve kontrol eden İdeal Biçimi ayırt ederek, İdeanın doğasının aksine, bildik biçimlerin üzerine damgalanmış olduğundan daha mükemmel bazı başka biçimler görerek, parçalar halinde kalan başka ne varsa birliğe toplar, yakalar ve içeri taşır; artık parçalardan oluşan bir şey değildir. Ve onu İdeal İlkeye uyumlu, elverişli bir şey, doğal bir dost olarak sunar. Buradaki zevk, bir gençte kendi ruhunun eriştiği mükemmellikle uyumlu bir erdemin ilk işaretlerini gören iyi bir adamınki gibidir. Renklerin güzelliği de bir birleşmenin sonucudur: biçimden çıkar, Maddenin içindeki karanlığın ışık dökülerek fethinden, cisimsizden; ki o bir Zihinsel İlkedir ve bir İdeal Biçim. Bu yüzdendir ki Ateş tüm diğer maddi bedenlerden daha görkemlidir, İdeal İlkenin payesiyle diğer temel öğelerin üzerindedir. Hep yukarı yöneliktir. Bütün bedenlerin en zarifi, en neşelisi, bedensize çok yakınmış gibidir. Yalnızdır ve başkasını kabul etmez, bütün diğerlerine sızar: çünkü onlar ısıyı kabul eder ama beriki asla soğuk değildir. O, renge aslen sahiptir; başka şeyler, rengin Biçimini ondan alırlar. Bu nedenle ışığın parıltısı, İdeaya ait olan parıltıdır. Işığına karşı koyup tamamen alamayanlar, rengin Biçimini bütünüyle emememiş gibi, güzelliğin dışında kalırlar. Ve sesteki duyulmamış armoniler, duyduğumuz armonileri yaratıp, bir başka türdeki asıl özü göstererek, ruhu güzelliğin bilincine uyandırırlar: çünkü duyulur müziğimizin ölçüleri keyfi olmayıp, işi Maddeye hükmedip oluşa düzen getirmek olan İlke tarafından saptanmışlardır. Duyular aleminin, imgelerin ve gölge resimlerin, Maddenin içine girmiş olan kaçakların güzelliği buraya kadardır – görüldükleri yeri süsler ve büyüleyici kılarlar. 4 Ama bunlardan daha önce gelen ve daha yüce güzellikler vardır. Duyu esasına dayalı yaşamımızda artık bunları bilmeye layık görülmeyiz; ama ruh onları organlardan hiçbir yardım almadan görür ve açıklar. Duyuları kendi aşağı yerinde bırakarak, bunların görüşüne yükselmeliyiz. Maddi dünyanın güzel biçimleri hakkında konuşmak nasıl onları hiç görmemiş ya da güzelliklerini bilmemiş olanların harcı değilse – doğuştan kör bir adamı alalım – yüce davranışlar, öğrenme ve bütün bu düzen hakkında da bunlara ilgi göstermemiş olanlar öyle sessiz kalmalıdır. Akşamın ve şafağın güzelliğinin ötesinde güzel olan Adalet ve Hikmetin yüzünü asla bilmemiş olanlar, erdemin görkemini de anlatamazlar. Böylesi bir görüş ancak Ruhun görüşüyle görenler içindir – ve görür görmez sevineceklerdir; üzerlerine bir huşu ve geri kalan her şeyin ancak uyandırabileceği bir dert çökecektir; çünkü onlar şimdi Hakikat aleminde yürümektedirler. İşte güzelliğin neden olması gereken yegane ruh hali budur; hayret ve nefis bir dert, özlem, aşk ve tümüyle zevk olan bir titreme. Görünen için olduğu kadar görünmeyen için de bütün bunlar hissedilebilir ve ruhlar işte bu yüzden bunu hissederler: belli bir derecedeki her ruh, ama bu yüksek sevgiye daha derinden, daha gerçekçe eğilimli olanlar – bedenin güzelliğinden zevk almasına karşın, tümünün öyle kesin bir acı hissetmemesi gibi – ve sadece bu daha keskin yarayı hissedenler Aşıklar diye bilinirler. 5 Öyleyse bu Aşıklar, duyuların dışındaki güzelliğin aşıkları, tutumlarını belli etmeye zorlanmalıdır. Eylemlerdeki, tutumlardaki, güzel ahlaklılıktaki, erdemlerin bütün iş ve meyvelerindeki, ruhların güzelliğindeki inceliğin ayrımına varınca ne hissedersiniz? Siz kendinizin de içinde güzel olduğunuzu görünce ne hissedersiniz? Nedir vücudunuzu bir dalga gibi saran bu Diyonisyak sevinç; bütün Ruhunuzun yukarıya doğru çekilişi, bedenden kurtulup asıl kendiliğine batmış olarak yaşama özlemi? Bunlar, aşkın büyüsü altındaki ruhun eylemlerinden başka bir şey değildir. Ama bütün bu tutkuyu uyandıran şey de nedir? Ne biçim, ne renk, ne kitlenin görkemi: hepsi bir Ruh içindir, güzelliği hiçbir renge dayanmayan bir şey; çünkü ruh, Hikmetin ve erdemlerin bütün diğer renksiz nurlarının mabedidir. İşte sizin içinizde bulduğunuz, ya da bir başkasında saygı duyduğunuz odur: Ruhun yüceliği, hayatın adilliği, terbiye edilmiş saflık, görkemli yüzün cesareti, ağırbaşlılık, korkusuz, sakin ve hırssız bir alçakgönüllülük ve hepsinin üzerinde parlayan tanrısal Zihnin ışığı. Şüphesiz bütün bu yüce nitelikler ululanmalı ve sevilmelidir, ama onlara güzel adını alma yetkisini veren nedir? Vardırlar: kendilerini bize belli ederler: onları gören herkes Oluşun gerçekliğine sahip olduklarını kabul etmelidir ve Gerçek Oluş gerçekten güzel değil midir? Ama henüz hangi nitelikleriyle Ruhu güzelliğe işlemiş olduklarını göstermedik: nedir bütün erdemlerin üzerine yerleşmiş olan bu güzellik, bu ışıktanmışçasına parıldama? Haydi, tersini alalım – Ruhun çirkinliğini – ve güzelliğinin karşısına koyalım: bu çirkinliğin ne olduğunu ve nasıl olup da Ruhta belirdiğini anlayıvermek, önümüzdeki yolu kesin olarak açacaktır. Öyleyse haydi bir Ruh tasarlayalım; sefih, doğruluktan payını almamış, bütün şehvetlerle kaynayan; içsel bozuşmayla yırtılmış; korkaklığı ve bayağılığının özlemleriyle kuşatılmış; sahip olduğu düşünce kırıntısıyla dayanıksız ve aşağılık olanı düşünün; bütün dürtülerinde aksi; kirli zevklerin dostu; bedensel duyumlara terk edilmişliğinde, bozulmuşluğunun zevkini çıkartarak yaşayan. Bütün bu utancın yabancı bir beladan başka ne olduğunu düşünebiliriz: Ruhun çevresinde toplanarak onu sarsan, kirleten, alçakça davranışlarla belini bükerek temiz bir davranıştan ya da duyumdan eser bile bırakmayarak onu kötülüğünün kabuğu altında için için yandığı, çeşit çeşit ölüme battığı, bir ruhun görmesi gereken şeyleri artık göremediği, asıl oluşunda kalamadığı, dışsal olana, aşağı olana, karanlık olan doğru bir şeymişçesine sürgünde bir hayata mahkum eden yabancı bir bela. Şunu söylemeye cüret ediyorum: temiz olmayan bir şey; duyumun nesnelerinin çağrısıyla kararsızca bir şuraya bir buraya salınan, bedenin lekesiyle derinden yaralanmış, daima Maddede yer tutan ve Maddeyi emen bir şey. Alçak olanla alışverişinde asıl İdeasıyla yabancı bir doğayı değiş tokuş etmiştir. Eğer bu adam pisliğe batmışsa ya da çamurla sıvanmışsa, kendine özgü güzelliğini yitirir ve geriye yalnızca onu kirleten iğrenç malzemenin görüntüsü kalır. Çirkin durumu, onu saran yabancı bir madde yüzündendir ve eğer güzelliğini geri kazanacaksa, kendini temizleyip arındırarak bir zamanlar ne idiyse o yapmak, yine kendi işi olmalıdır. Öyleyse kesinlikle söyleyebiliriz ki, bir Ruh çirkinleşir – üzerine yamanan bir şey yüzünden, kendini yabancı olana batırarak, bir düşmeyle, bedene doğru, maddeye doğru bir alçalmayla. Ruhun utancı, temiz ve ayrı olmayı bırakmasındadır. Altın değersiz parçacıklarla karıştırıldığında niteliğini yitirir; bunlar dışarı atılırsa geriye altın kalır ve bütün yabancı olandan yalıtılıp kendisiyle baş başa bırakılan altın, güzeldir. Ruh da böyledir; hele bir bedenle giriştiği içli dışlı sohbetten gelen arzulardan temizlensin, bütün tutkulardan kurtarılsın… Yalıtılmıştır, yine kendisindedir. İşte o anda yabancı olandan gelen çirkinlik sıyrılıp gitmiştir. 6 Çünkü kadim öğretide olduğu gibi, ahlaki disiplin, cesaret, her bir erdem, Bilgeliğin kendisi bile, hepsi arınmadır. Şu andan itibaren Sırlar üzerinde iyi bir akıl yürütme, arındırılmış olanın pisliğe batışı hakkında aşağı yukarı bir fikir verir. Öte Dünyada bile böyledir çünkü temiz olmayan, pisliği şimdiki pisliği yüzünden sever ve bedenin hınzır kusuru, kusurlu olmaktan zevk duyar. Basiret, doğru olarak adlandırıldığı gibi, bedenin zevklerinden pay almamaktan, temiz olmadıkları ve değersiz oldukları için onlardan ayrılmaktan başka nedir? Cesaret de, Ruhun bedenden ayrılmasından başka bir şey olmayan, zevki saf kendiliği olmak olan, hiç kimseyi dehşete düşürmeyecek olan ölümden korkmamaktan başka bir şey değildir. Böylece temizlenen Ruh bütünüyle İdea ve Akıl olur. Bedenden tamamen kurtulmuş, zihinsel, bütünüyle Güzelliğin tükenmez kaynağının ve Güzellik ırkının yükseldiği o ilahi düzendedir. Böylelikle Zihinsel İlkeye yükseltilen Ruh, bütün gücüyle güzeldir. Çünkü Zihin ve Zihinden kaynaklanan her şey Ruhun güzelliğidir – kendi doğasından ve ona yabancı olmayan bir güzellik – çünkü yalnız bunlarla o gerçekten Ruhtur. Ve Ruhun iyi ve güzel bir şeye dönüşmesinde Tanrıya benzer hale gelmesi olduğunu söylemek uygundur, çünkü bütün Güzellik ve varlıklardaki bütün İyi, İlahiden gelir. Şunu bile söyleyebiliriz ki Güzellik, Asıl Varolandır ve Çirkinlik, Varlığın zıddı olan İlkedir. Çirkin, aynı zamanda İlk Kötüdür; bu yüzden de zıddı kendiliğinden iyi ve güzel ya da İyilik ve Güzelliktir. Böyle bir model bize “Güzellik-İyi” ve “Çirkinlik-Kötü”yü bulduracaktır. Ve Güzellik, aynı zamanda İyi olan Güzellik, İlk olan olarak ortaya konmalıdır: Doğrudan bu İlkten türeyen Güzelliğin başlıca göstergesi olan, Zihinsel İlkedir: Ruh, Zihinsel İlkeden doğru güzeldir. Daha aşağı bir düzenin şeylerinin güzelliği – eylemlerin ve uğraşların örneğin – aynı zamanda duyumlar dünyasındaki güzelliğin yaratıcısı olan Ruhun işlemlerinden gelir. Çünkü ilahi bir şey, İlk Güzelliğin bir parçacığı olmakla ruh, yakaladığı ve biçimlendirdiği her şeyi kapasitelerinin alabildiğince güzelleştirir. 7 Bu yüzden tekrar İyiye, her Ruhun arzuladığına doğru tırmanmalıyız. Bunu gören herkes, ‘bu güzeldir’ dediğimde neyi kastettiğimi bilir. Onun bile arzusu, bir İyi olarak arzulanmaktır. Ona ulaşmak, yukarıya doğru olan yolu izleyenler içindir; bütün güçlerini ona doğru seferber edenler için, düşüşümüzde üzerimize aldıklarımızdan kendilerini sıyıranlar için: Böylelikle Sırların Yüce Kutlamalarına yaklaşanlar için kararlaştırılmış arınmalar, daha önce giyilmiş elbiselerin bir kenara bırakılması ve çıplaklığa giriş vardır – Tanrıdan başka her şeyden, yukarıya doğru olan yola geçinceye kadar, yalıtılmışlığındaki her kimse o yalıtılmış meskeni, Varlığı görecektir. Ayrı olanı, Karışmamış olanı, Saf olanı, her şeyin muhtaç olduğu Şeyi, Hayatın, Zihnin ve Oluşun kaynağını. Ve biri bu görünüşü bilecek olursa, nasıl bir aşk tutkusuyla sarılacaktır, nasıl bir arzu sancısıyla, nasıl bir eriyerek Bununla bir olma özlemiyle, nasıl hayret verici bir zevkle! Eğer bu Varlığı hiç görmemiş olan Onun için bütün mutluluğuymuşçasına açlık çekmeliyse, Onu bilen asıl Güzellik olarak sevmeli ve ululamalıdır; olumlu bir korkuya tutularak, huşu ve mutlulukla kaplanacaktır; hakiki bir aşkla, keskin arzuyla sever; bundan başka bütün aşkları hor görmeli ve bir zamanlar hoş görülen her şeye küçümseyerek bakmalıdır. İşte, gerçekten de Tanrıların ya da Göksel Olanların açıkça ortaya konulmasına tanık olarak maddi biçimlerin alımlılığında bir daha asla o zevki bulamayanların bile hali budur. Peki ya Saf Güzelliği asıl bütünlüğünde seyreden birisi için ne düşünmeliyiz? Et ve madde birikmesi olmadan, dünyada ya da cennete yerleşik olmayan bir şey – saflığı o kadar mükemmel ki – asli olmayan, bileşik olmayan, ilkel olmayıp da Bundan çıkan her şeyin çok üzerinde. Bu Varlığı gördüğünde – bütün Varlığın yöneticisini, her zaman yayılan, hiç içine almayan Kendi Amaç’ı – çok yüce bir güzelliğin görünümünde ve sahipliğinde, duran, vecde gelmiş, kendi gibiliğine büyüyen bu varlığı gördüğünde, ruh daha ne gibi bir Güzellikten yoksundur? Çünkü Bu (İlahi Güzellik, mükemmel olan, asıl olan) aşıklarını Güzelliğe biçimlendirir ve onları da sevilmeye değer hale getirir. Ve Bunun için Ruhları pek şiddetli ve büyük bir mücadele beklemektedir; bütün bu çalışmamız Bunun içindir. Ulaşmayı başarmanın bu yüce manzarada kutsanmak, başaramamanın ise kesin olarak yenik düşmek olduğu bu en yüce görünümde yer almaktan yoksun kalmayalım diye. Renklerdeki ya da görünür biçimlerdeki zevkten yoksun kalan için değil, güçten, şereften ya da krallıktan yoksun kalan için değil - Onu kazanmak için krallıklardan, dünya, okyanus ve gökyüzü hakimiyetinden vazgeçmelidir. Ve sadece duyumlar dünyasını ayağının altına itip, Buna yaslanırsa görebilecektir. 8 Ama ne yapmalıyız? Yol nerededir? Gizlenmiş bölgelerde yerleşmişçesine herkesin, saygısızlık edenlerin bile görebileceği olağan yollardan ayrı duran bu erişilmez Güzelliğin görünüşüne nasıl ulaşılacaktır? Gücü olan ortaya çıksın ve kendi içine geri çekilsin; gözlerin bildiği her şeyden vazgeçerek, bir zamanlar mutluluğunu oluşturan maddi güzellikten sonsuza kadar yüz çevirerek. Bedende görünen güzelliğin izlerini algılayınca peşini bırakmasın: onları suretler, işaretler, gölgeler olarak bilmeli ve bunların hatırlattıkları Ona doğru aceleyle uzaklaşmalıdır. Su üzerinde oynayan güzel bir şekle benzeyeni izleyen aldatılmış bir kimseden ve onun akıntının derinliklerine batıp nasıl hiçliğe sürüklendiğinden bahseden bir mit yok mudur? Aynı şekilde, maddi güzelliğe kapılan birisi de, beden olarak değil ama, Ruh olarak, Zihinsel Oluştan iğrenilen karanlık derinliklere batırılacak ve Aşağı Dünyada bile, burada olduğu gibi orada da kör olacak, sadece gölgelerle alışverişi olacaktır. “Öyleyse haydi, sevgili Baba Yurduna uçalım”: bu en sağlam öğüttür. Ama nedir bu uçuş? Nasıl olup da açık denize ulaşacağız? Odissesus’un, Kirki’nin ya da Kalipso’nun büyücülüklerinden öteye uçuş emrini vermesi bizim için gerçek bir derstir – gözlerine sunulan onca zevk ve günlerini dolduran duyumsal mutluluk sebebiyle gidişini geciktirmekten hoşnut değildir. Bizim için Baba Yurdu, Oradadır. Öyleyse rotamız nedir, nedir uçuşumuzun yöntemi? Bu yolculuk ayaklar için değildir; ayaklar bizi sadece bir yerden başka bir yere götürür; ne de sizi taşıyıp götürecek bir gemi ya da araba düşünebilirsiniz. Bütün bu şeyler düzenini bir yana bırakmalı ve görmeyi reddetmelisiniz: gözlerinizi kapatmalı ve yerine içinizde uyandırılmayı bekleyen bir başka görüşü yardıma çağırmalısınız, herkesin doğuştan hakkı olan, pek azının kullanmaya yeltendiği bir görüş. 9 Ve bu içsel görüş, nedir bunun işlevi? Yeni uyandırılmışlığıyla o, en büyük parıltıyı kaldırmak için çok zayıftır. Bu nedenle Ruh eğitilmelidir – öncelikle bütün yüce uğraşları, sonra da sanatlar tarafından değil de iyilikleriyle bilinen insanların erdemleriyle üretilen güzellik yapıtlarını fark etme alışkanlığını edinmek için. Son olarak da, bu güzel biçimleri biçimlendirmiş olanların ruhlarını araştırmalısınız. Ama nasıl olup da erdemli bir ruhu ayırt edip, onun güzelliğini bileceksiniz? Dönüp kendi içinize bakın. Hala kendinizi güzel bulmuyorsanız, güzel olmak için yapılmakta olan bir heykelin yaratıcısı gibi davranın: burayı keser, şurayı düzeltir, bu çizgiyi hafifletir, diğerini saflaştırır, ta ki çalışmada güzel bir yüz belirinceye kadar. Siz de aynısını yapın: fazlalığın hepsini kesip atın, çarpık olan ne varsa düzeltin, kapalı olan her yere ışık götürün, hepsini tek bir güzellik parıltısına dönüştürmek için çalışın ve heykelinizi yontmayı hiç kesmeyin, ta ki ondan size erdemin tanrısal parıltısı yansıyıncaya, lekesiz muhafazasında kurulmuş mükemmel İyiliği görünceye kadar. Bu mükemmel yapıta dönüşmüş olduğunuzu bildiğinizde, varlığınızın saflığında toplandığınızda, içsel birliği parçalayabilecek bir şey kalmadığında, asıl insana ilişkin olandan başka bir şey kalmadığında, kendinizi tamamen esas doğanıza uygun bulduğunuzda, tamamen uzamla ölçülemeyen o esas Işık olduğunuzda, herhangi bir kısıtlı biçime sıkışmadığınız ya da vadeden yoksun bir şeymiş gibi dağılmadığınızda, bütün ölçülerden daha büyük ve bütün çokluklardan daha çok bir ölçülemezliğe geldiğinizde – bu hale geldiğinizi fark ettiğinizde, işte tam o anda asıl görüş olmuşsunuzdur. Şimdi bütün gücünüzü çağırın ve ileriye doğru bir adım savurun – artık bir kılavuza ihtiyacınız yok – gayret edin ve görün. Bu, muazzam Güzelliği görebilecek tek gözdür. Eğer görüşü temaşa eden göz kepazelikle, iffetsizlikle ya da zayıflıkla bulandırılıp da en yüce parlaklığı görmekten korkakça pısırıklığı sebebiyle mahrum olursa, bir başka noktadan her şey görüşe açık olarak uzanmasına rağmen, hiçbir şey göremez. Her görüşe, görülecek olan her şeye uyumlulaştırılmış ve onun gibi olan bir göz gereklidir. Önce kendisi güneşe benzememiş olsaydı, göz güneşi göremeyecekti. Ve eğer kendisi güzel olmazsa, ruh da İlk Güzelliğin görüşüne sahip olamayacaktır. Bu yüzden Tanrıyı ve Güzelliği görmek isteyen herkes önce kendisi Tanrıya ve Güzele benzemeye çalışmalıdır. Böylece Ruh tırmanarak, önce Zihinsel İlkeye gelecektir. Yücedeki bütün güzel İdeaları ele alacak ve bunun Güzellik olduğunu beyan edecektir, İdeaların Güzellik olduğunu. Çünkü Güzellik olan ne varsa onların, Zihinsel Oluşun yavrusunun ve özünün etkisiyle gelecektir. Zihinsel İlkenin ötesinde ne varsa onu, Güzelliği ışıyan İyinin doğası olarak doğrularız. Yine Zihinsel Kozmosu bir olarak alırsak, ilk olan Güzeldir: eğer orada bir ayrım yaparsak, Zihinsel Kürenin Güzelliğini, İdealar Alemi kurar. Önümüzde uzanan İyi, Kaynaktır ve Güzelliğin İlkesidir: Asıl İyi ve Asıl Güzellik aynı yerde yerleşiktirler ve böylece her zaman, Güzelliğin tahtı oradadır. Çeviren: Şerif Yıldırım Tatay Claudio Monteverdi’nin “Sexto Libro dei Madrigali (1614)” Kitabından Üç Şiir, Lasciatemi morire (Ottavio Rinuccini) Bırakın öleyim; avutmak ister mi beni, bu zalim kader, bu yüce ermişlik? Dove, dov’è la fede (Ottavio Rinuccini) Nerede, nerede vefan, üzerine ezele dek yemin ettiğin? Bana dönecek değil misin ceddinin tahtından? Değil mi bu taç, saçlarımla süslediğin? Değil mi bu âsâ, yakut ve altın ile bezediğim: vahşice bıraktın mahvoluşuma, parçaladın ve yıktın! Teseo, ah Teseo’m, bırak ölmeye beni, ümitsizce ağlayıp inleyişime, zavallı Arianna da, vefakârlığından vermemiş miydi, şerefini ve hayatını? Addio Florida bella (Giambattista Marino) Elveda güzel Çiçeğim, sana kalbimi bırakıyorum, beni terk edişinle kırılmış, hatıralarınla benden alınmış, bir ceylanın bildiği rüzgarlı bir ok ucunun açtığı yarasında kalan, Sevgili Çiçeğim elveda, belki çektiğim elem teskin eder aşkımızı karanlık kaderimizde, kalbin benimle, uçup gidiyorum küçük bir kuş gibi günün ganimetine. Uzakta Tiber boyunca yükseliyor güneş, burada ve şimdi işitiyorum zarif ve müphem sesi ah edişin, öpüşmenin ve kelimelerin: Rahat ol aşkım, söylüyorum rahat, belki cennetin ödülüdür bu, aldırmadan gitmek, Elveda Çiçeğim (söylüyorum işte), Çiçeğim Elveda. Not: İngilizce ve Almanca çevirisinden İtalyanca aslıyla karşılaştırılarak Türkçeleştirilmiştir. Çeviren: Metehan Karaduman Ezra, Nalân Karaduman Karşılaşmalar I / OYUNCAKÇI DEDE VE AZRAİL İşte tam burası. Tam burada Ezra geldi. Konuşulmuşun ötesinde her yana yayılarak ve zaman içinde açılarak Ezra geldi. Aylardır açılmayan tahta kapımdan sanki bunu daha dün de yapmış gibi, kapının kolunu çevirdi ve geldi. O sırada, kolları bacakları iple hareket eden tahta adamlardan yontuyordum. Birkaç tane tahta adamın kolunu bacağını, bedeninin parçalarını hazırlayınca renkli naylon iplikleri geçiriyor, birleştirip boyuyor, camın önüne kurumaya bırakıyordum. İnce bıyıklı zabitler, palabıyıklı külhanbeyler, palyaçolar, köylü kızlar, çeşit çeşit, boy boy oyuncaklar. Kapı gıcırdadı ve o sanki bir insanmış gibi, arkadaşımmış ya da bir müşteriymiş gibi geldi. Kapının üzerindeki minik çıngırakları şıngırdattı. Kalın yün paltosuna sarınmış, soğuktan yüzü kızarmış halde geldi. Kaç geceler yüreğim katılarak çağırmıştım adını: "Ezra, Ezra… Ellerim tutmuyor artık: Gel! Kütükleri kaldırmaz oldu belim: Gel! Elim, ayağım, kolum. Görmez oldu gözüm. Nice zamandır taranmadı bu saçlar, nice zamandır kesilmedi bu ak sakal. Bir lokma ekmeğim suyum, su verenim bulunmaz oldu, gel! Ben bu yaşa yetmişim. Kaç baharlar, kaç güzler görmüşüm. Yüreğimi dökülen yapraklar, kıpırdayamayan bedenimi rüzgârlar sardı. Al beni, yıllardır yalvarışıma bir yanıt yok. Ezra can yoldaşım. Gözümden bakan göz, elimden kopan tahta, ağzımdan çıkan duasın sen. Nesin sen ey kara bahtlı melek! Nesin sen? Neredesin? Kolum kanadım tutarken istedim seni. Şimdi geldin, neyleyim. Bu bir solukluk canımla seni nasıl eğleyim? Yapan elim, beş parmak ve bir aya, gören gözüm ışığı güneşin, anlatan ağzım şimdi yalnız hasret sayıklamalarıyla sarhoş, toprağa bakan bedenim. Toprağa yakın nasıl serin, nasıl ılık, nasıl kabarmış bereketli toprak. İçimde, içinde, içerlerde bir yerde seninle söyleşen, seninle birleşen yüreğim. Ellerim titriyor bak. Bir bardak su vereyim sana. Otur gözüm. Otur beyim, otur. İşte böyle. Buraya kadar geldik madem. Son bir kez bakayım bahçeye, ıtıra elimi süreyim, mor çizgili beyaz karanfili koklayayım. Ne alayım bu dünyadan, kendimi değil, kokuyu bile. Bunca sene, her daim sual ediyor insan. Yemek yedin mi diyor, üşüdün mü, yorgun musun bu gün, şu öte diyarlardaki koca koca adamlar da sıkılır mı, can nerede durur, beden nedir bunca hizmetine koştuğum, acı nedir, ahu gözlü o yarin konuştuğu nedir? Sen nedir, ben nedir, o nerededir? Bunca yıl, bunca kıymık kıymık tamlara bölünmüş tahtalar gibi dizili, insana, hayvana, ota dönüşlü bunca yıl. Açmadı yüreğimi. Açmadı gözümü. Yalnız var kıldı beni. Varlığını olandan bildim. Açmadı kalbimi. Suallerin cevaplarını bulamıyordum madem, uygun değildim o zaman. Alınsındı bu varlık benden. İşte öyle dedim, öyle çağırdım seni Ezra. Bütün bu yıllar boyunca kullandığım onca sözden, baktığım onca yaşamdan, karşıdaki dağların zaman zaman tüten buğusundan, koyunların melemelerinden ve en çok da geceleri, bir alçalıp bir yükselen yıldızlardan sordum. Sordukça bir başka şeyi anladım. Yaşlandıkça ve anladıkça daha azaldım. Şimdi sen geldin. Cevap sendin. Ezra’ydı. Vardı. Gelmiştin. Dünyadaki hiçbir şey, bu ömürde görüp duyduğum hiçbir şey, ellerimle yonttuğum hiçbir oyuncak senin kadar yakın, senin kadar güzel değildi Ezra. Sıcak, dost bakışınla geldin. Al bir bardak dumanı üstünde çay sana. Hadi, beraber içelim çaylarımızı. Üşümüşsün. Sonra ne yapacaksın bilmiyorum. Sormuyorum da sana. Ezra diyorum. Arkadaşım. Karşılaşmalar II / BALKON Bir balkon. Üç oda. Balkonda begonyalar, karanfiller. Karanfiller; incecik yaprakları kendi içlerine dönüp kıvrılmış. Sessiz balkon. Sessiz gece. Uzakta siren sesleri. Bir canı yetiştiriyor sirenler; ona can vermeye.. Yoksa almaya? Ezra bunu dedi. Ezra’nın pelerini geceydi. İçinden çıkmış yıldız taneleri. Sigaranın közü. Uzaklara dökülen külü ateşin. Ezra yanımdaydı. Karanfilin, begonyanın, fesleğenin yapraklarına dokundu geçti. İnsana gelene kadar çiçeklere süründü pelerini. Daha bir neşeyle başlarını dikti havaya çiçekler. Cana gelinceye kadar. Ta.. ki cana gelinceye kadar. Ezra durdu karşısında adamın. Adam baktı. Bildi. Ezra baktı, aldı. Geride kalırken beden, o çiçekli balkonda, kim bilir kim, kim bilir ne aldı Ezra. Yedeğinde çekti götürdü. Ben balkondan baktım. Kırmızı, beyaz, pembe begonyalar. Ve karanfiller. Fesleğen kokusu. Yitip giden canın göz boşluğu. Kaçan soluğun kokusu. Ezra’nın eli. Benim elim. Ezra bende. Karşılaşmalar III / SARA VE KEDİ Evin içinde kıpırdayan bir şey vardı. Sakınımlı sesler. Karanlıkta pırıl pırıl yanan iki yeşil göz. Bir yastıktan diğerine, oradan kanepeye geçti. Söndü sonra. Karanlıkta hareket etmeyen şeyler ise ağırdılar. Yerden yükselen dört köşe çizgiler. Sanki yükseldikçe hacimlerini bir parça daha her santimde dışarıya vermişlerdi. Bütün köşeler görülemiyordu. Bütün kenarlara bakılamıyordu. Soğuran yüzeyler geceyi. Birbiri ardından küçüklü büyüklü bin bir cisim odada, bir noktadan baktığında şekilleri eğilip bükülmüş, bazı hatları karanlığa karışmış, yokolmuş. Bir eliyle sanki karanlığı dolduruyor, Sara. Eline alıp evirip çeviriyor biçimleri, sonra bir yüzeyini yere uygun buluyor ve koyuyor. Dolabı böyle koymuştu. Şimdi kanepeyi çevirdi koydu Sara ayaklarının bulunduğunu düşündüğü yere. Çay bardağını sehpanın üzerine koydu. Sehpanın üzerine bir de örtü koydu kenarı tırtıklı, dantelinin tersi yüzü belirsiz oldu karanlıkta. Küllüğü koydu. Sigaranın közünü, üstüne. Sara ordan bir kitap aldı, kitaplığa koydu. Bir daha aldı, koydu. Sara kitaplığa birbiri ardına tersi, düzü, yazarı, türü belirsiz bir sürü kitap, biraz da resim koydu. Cansever’in masasını koydu, ayaklarının yere iyice temas ettiğini hissederek. Sonra onun koyduklarını düşündü. Uzaktan bakıldığında bir eşya dengi görünümünde parçaların bilgisayar olduğunu düşündü. Ekranın olması gereken yerde geceye doğru uzuyordu boş karanlık. Neydi bu parça parça nesneler? Yaşadığına tanıklık etmişler miydi? Elleri değmişti üzerlerine evet. Ama onun muydu tüm bunlar? Kendisi miydi Saranın oda, oda ve içindeki şeyler ? Sara’nın elleri titriyordu. Bu kadar karanlık. Bu boş karanlık. Odada yeniden bir tıkırtı duyuldu. Cam yeşilleri bir yerden bir yere geçti. Açtı, çaktı, söndü. Sonra titreyerek Sara arkasını döndü. Gövdesinin bir an önce bulunduğu yere baktı. Sırtı kendine dönüktü şimdi. Karanlığa alıştıkça gözleri, hacimler toparlanır gibiydi. Orada burada, rengini, ismini belirlediği eşyalar koyuluklarıyla renkliydiler. Sara renkleri hatırlıyor fakat göremiyordu. Ucu kalktı ufuktan gecenin. O bir ışık huzmesi oldu. Düştü odanın içine. Kahverengiler geldi. Yüzeyler parladı. Camlar yeşile durdu. Sara bir sigara daha yaktı. O bir anda bir kıvılcım çakımında kırmızılar çıktı meydana, söndüğünde kibrit, kayboldular. Sabah oluyor, kuşlar çığlık çığlığa bağırıyordu. Mavi. Vitrinin camında, kristalin üzerinde, bilgisayarın ekranında parladı. Tek tek zerrelerini dünyanın şimdi odanın içine taşıdı mavi. Sonra kedinin tüylerine baktı. Beyaz-mavi. Kedi mırladı. Gözlerini açtı. Ayaklarını uzattı olduğu yerde. Mırıltılarla gerindi, gerindi. Odaya sarının gölgesi düştü. Ardından turuncular, kırmızılar, eflatun. Her bir ışık huzmesiyle gökkuşağından bir renk düşüyordu. Sara soluğunu tutmuş bekliyordu. Ezra’nın gölgesi sessizce çekildi perdenin arkasından. Sabah oldu. Karşılaşmalar IV / AHMET Gece sabaha doğruydu. Pencereden giren ilk ışık huzmesi çocuğun pembe yanaklarında gezindi. Yere oturmuş, yatağın başucuna kafasını dayayıp uyuya kalmış Derya’nın gözkapaklarına düştü. Kıpkırmızı ve şiştiler ve yavaşça aralandılar. Derya ışığın rengini gördü önce. Kalbi kıpırdamasına izin vermedi ama; burkuldu, sımsıkı olmuş, taş olmuş durmaktaydı göğsündeki yerinde. Yatağın üzerindeki çocuğa baktı. Kıpkırmızıydı yanakları yavrucağın; üzerinde bir atletiyle öylece yatıyordu. Gece ateşi otuzdokuzun üzerine çıktıkça yanmış, yanmış, halsizleşmiş gözkapakları, yüzüne düşmüş kirpikleri. Komodinin üzerinde, yerlerde bez parçaları. Islatıp ıslatıp silmişti Ahmet’i Derya. Bileklerine, koltukaltlarına ıslak bezleri koydukça yanaklarından yaşlar süzülüyordu Ahmet’in. O ağladıkça her yanı ağrıyordu Derya’nın. Taş olmuştu kalbi, içini oyuyordu. Dereceyi salladı, koltukaltına koydu. Saatine baktı. Bekliyor. Pırıl pırıl bir yaz sabahında etraf ışığa boğulurken, açık pencereden deniz kokusu, kuş cıvıltıları doluşurken, Ahmet öylece yatıyor. Hiç bu kadar uzun bir gece olmamıştı hayatında. Hiç bu kadar salınmamıştı karanlık. İçinde bir ses, sabah olursa her şeyin geçeceğini söylüyordu. Oysa geçmemişti. Dereceye baktı Derya, 39,2. Ah! Şuruba uzandı eli tekrar. Okşaya seve sesleniyor oğlana ; "Ahmet’im canım. Aç ağzını yavrum, aç kuzum, belki bu sefer düşer, hadi yavrum". Ahmet öylece yatıyor. Yanına düşüyor eli. Yeniden hadi gayret. Güç bela ağzını açtırıp içiriyor ilacı. Hiç umudu yok bundan da. Doktordan geleli beri yirmi dört saat oldu. Daha 39′un altına düşmedi ateş. Ahmet uykusunda başını çevirdi. Hâlâ kırmızı yanakları. "Allahım ne olur bir şey olmasın yavruma. Benim ömrümden al Allahım. Beni al. Yavrum minicik. Minicik kalbi onun. Daha elleri yeni öğreniyor herşeyi. Ne olur bir şey olmasın yavruma." Geceden beri kimbilir kaçıncı kez, bu yeni anladığı duayı tekrarlıyor Derya. Çırpınıyor yatağın başucunda. Gölgesi gelmesin diye yavrucağının üzerine, çırpınıyor. Ezra gördü onu. Ona seslenen sesini duydu. O sırada başka bir iş yapıyordu. Derya’nın sesini duydu. Döndü baktı yaşlı gözlerine, titreyen ellerine. Başını okşadı usulcacık Derya’nın. Isındı melek göğsü. Başını salladı, işine kaldığı yerden devam etti. Karşılaşmalar V / MEZARTAŞLARI Öyle upuzun, kavuklu, sıra sıra dizilmiş mezartaşları. Onları her gördüğümde ufacık ufacık kıpırdıyor kalbim. Dilim, tanımadığım kemiklerin bir zaman olduğu şeye, ya da belki onların toplamına dua ediyor. Dizilmiş kemikler; öyle sıra sıra, insan insan, eski eski; taşların altında. Bir avuç toprak bile kalmamış üzerlerinde, öyle beyaz. Deniz kokusundan sonra geliyor mezartaşları. Daracık alanlarda, eski cami avlularında, kafesli bölmelerde dizilmişler. Bir zamanlar koyu selvilerin arasından geçilerek yanlarına varıldığı muhakkak. Şimdi ise otoyolun gürültüsünden azıcık uzakta, ışıklı reklam tabelalarının kıyısında, çocuklar için oyuncakları sokağa sermiş dükkanların az ötesinde. Duruyorlar işte. Şehir bu mezarlarla şehir oluyor. Orada doğulduğu, orada yaşandığı,.. orada ölündüğü yaşamın. Ama yenileri ve parsel numarası almışları değil; eski semtlerin arasına sıkışmışları, türbeleri, hazretleri,.. Kavuğunu kaşına yıkmış, önündeki rahleden okuyor mermer ölümün adını. Daha önce yaşamın adını. Orada olmayı. Olup durmayı. Az ötede on iki yaşlarındaki erkek çocuklar, tesbihlerin, dua kitaplarının, yazmaların, tülbentlerin durduğu, gülsuyu kokan dükkânlara çırak olmuşlar okuldan sonra. Sokağın başındaki lokantadan yemek kokuları, minarelerden ezan sesleri geliyor. Uzuyor uzuyor vakit namazları. Minareler birbirinin sesini dinliyor. Parkın sırasına oturmuş sigaranın dumanını çekiyorsun. Bir simitçi geçiyor önünden. Kuşlara yem satan kadın, sünnet elbiselerini giyinip asalarını ellerine almış çocuklar. Ezra başını kaldırıp karşı sırta bakıyor. Domino taşları gibiler. Kim anlar Ezra’nın çaresizliğini? Karşılaşmalar VI / GÖĞE UZANAN SERVİLER "Uzun günlerden ve gecelerden sonra, kış bırakırken ardında birtakım esintileri, bahar ses vermeye başlamıştı tomurcuklarından nihayet. Bu hayatın işlerini hiç anlamayan ben, hiç anlamadığım gidişine bakıyorum günlerin. "Bir" yazısıyla toplanıp dağılıyor sanki yaşadığım her şey. Hayatın, geçmişte yaşayıp yaşayıp dağıttığım her zerresi, hiç aklımda değilken, gelip bugüne eklemleniyor. Nedir dağılan her zerreden, şu adını ezberleyemediğim yerler, kimliğini bilmediğim insanlar ve haller arasına? Hani duvarlar vardı "başka"ya dönüşen şeyler arasında. Başkanın savrulup gidişi ötelere gidişti ve paraleller kesişmezdi hiçbir zaman. İşte o uzayda bir zaman, uzayda bir ana giden o çizgiler,… o uzay mıdır yoksa "bu" dediğimiz. Yalnız ve biricik sandığın, o kendi varlığın, bir kendilik yanılması mıdır?" Nuriye bunları dedi ve baktı karşısında duran kadına. Mavisinde gölgeleri, yeşil çakımlarıyla bu tanıdık gözler. Sigara yakan, çay içen, konuşan, bakan bu karşıdaki başka. Uzaktaki o yolun başında gittikçe silikleşen gölgeye baktı. O gölge, yolun başında bıraktığı yerden yürümüş gelmiş, bu ulu servilerin koyulttukça koyulttuğu, o bitimsiz taşlı yoldan, gölgelerden, sonra arınmış koyuluklarından, yiten güneşin ardında bıraktığı son kımıltılardan, ses olup gelmiş, oturmuştu yanındaki banka. Uzaktan yürüyüp gelirken o canlı devinimi bedenin, öğleden sonrasının saat dördünde, ardında bırakmış geçtiği her bir taşı. Arasından otlar fışkırmış taşı. Gölgeli olmuş her bir servi, boylu boyunca. Bu, yeşillikleri ürküten. Bu siyaha doğru, bu ipil ipil kımıldanan. Nisan rüzgarı. Akşamüstüne dönerken bu noktasında yeryüzünün. Bu her şey olamayan, bu kımıldanan… Ferda durup, kendine doğru gelen bu Nuriye’ye baktı. O muydu, değil miydi? Saçları bildik kumral. Gözleri bildik mavi. Ama bakarken çekilip gidişi başka gölgesinin. Bu pantolon, bu boğazlı kazak. Sesiydi en çok Nuriye olan. Gözlerinin açılışı, havaya bıraktığı tütün kokusuydu. Birbirlerinin yaşamlarından çekilip gitmişlerdi, neredeyse bir çeyrek yüzyıl önce. Nuriye’ydi bu ve sıkıldı biraz. Sokaktan geçip gidişinin, bir alışveriş çantasına akacak yolculuğuna birden gençliği doluşmuştu. Okul yıllarının hatıraları, ders notları, gece geç saatlere kadar gülüşmeler, her birinin ayrı sıkıntıları, şunlar, bunlar… Nuriye yaşlanmıştı, hantallaşmıştı. Yürürken ağırlığını iki yanına dağıtıyordu. "Ferda sen misin" diyen sesi Nuriye’ydi. Saçı biraz, gözleri; bakarken hep bir yerlerde unutup, dağıtıp gelen bugünü ve şu anı açıp duran, genişleten, düşünceli gözleri. Gördüğü an, bir kıvılcımdı. Duraksamış, tereddüt etmişti bu Nuriye bakan gözlere. Sonra, onun adını seslenişiyle dağılmıştı. Nuriye’nin biraz önce kalktığı banka, bu kez birlikte oturmuşlardı. Gülüşler ve o yirmi küsur yıl usul usul akmıştı aralarından. Çay bahçesinde dumanı tüten çaylar, sönmeden yanıp duran sigaralara gitmişti o akşamüstü. Her şey biraz, her şeyden biraz. Bu başka bir yerdi. Ve emin değildi Nuriye bir zemin olduğundan. Ayakları değmiyor gibiydi. Bu her şey, bu olup duran, bu açılıp duran evren yok gibiydi. Nuriye agorada taş merdivenlere, izleyici yerlerine oturmuştu. Ve akıp gidiyordu sahnede "yaşam" denen şey. Bu sözcükler, bu havada savrulup, dağılıp giden tirad, Nuriye’nin izleri miydi? Dönüp dönüp geri gelen, bir başka günün başka gözlerine, başka kulaklarına söylenen bu tirad? Kimdi orada devinip duran kişiler, burada oturan kimdi, bakan kim ? Nuriye mi demişti, ne demişti? Akıp geçen, ağır akan ritmi bu nehrin. Kıyılarda menevişlenen, ılım ılım toprağa vuran bu nehir. Yitip giderken akşamın kızıllığı, bu servili yolda.. Koyu gölgeleriyle her biri tek ve bitimsizce gökyüzüne uzanan, bu ömrün yolu.. Var mıydı? Dönüp arkasında duran Ezra’ya gülümsedi Nuriye. Nicedir biliyordu Ezra’yı. Sormadı ona. Ezra varsa vardı servi. Yoksa yok muydu? Karşılaşmalar VII / EZRA’NIN GÖZÜ Gölgeler içinde, her biri gökyüzüne tek tek uzanan serviler altında, dar patikalardayım. Sırtımda çantam, içinde kalemler, defter, bir şişe su, bir hırka, kitap var. Yürüyorum. Yürüyorum, bir yere gitmeyen patikalarda, ucu bucağı belirsiz taşlar arasında kimi eski, kavuklu Arap harfleri üzerlerinde, sülüs yazıyla ince uzun, narin boyunlarını bükmüşler bir yana, okur gibiler topraktan fışkıranı, toprağı. Bir yanda ucuz, mermer lahitler, başlarında mermer çanaklar, su içmeye gelecek kuşlar için. Serviler içindeyim. Ezra gülümsüyor her yanda, Ezra burada. Onun mülk sahibi olduğunu düşündüğüm bu yerde mezarlar arasında, ne arıyorum ? Ezra bana yol gösterecek. Bu mekan, bu servileriyle bu lahitler onun. Henüz dirilerin değil. Patikanın kenarında, yüksekçe bir yerde çeşme başındaki kayaya oturdum. Uzakta, o uzakta, bir görünüp bir kaybolurken, çevrede mezarlara dikilmiş gül fidanlarından yükselen ağır gül kokusu, belli belirsiz bir esinti. Uzun, usul soluklarla bekliyor, bekliyorum. Yanımda çeşmeye gelip gidenlerin ağır saygılı adımları, duraklamaları, doldurulan şişeler. Sonra ağzını dayayıp bu aktıkça tatlanmış sudan içen insanlar. Geri geri ve boynu bükük adımları onların. Ezra burada ve bu insanlara bakıyor. Bakışından, akar gibi yer değiştirişinden tanıyorum artık onu. Nice zamandır bir yoldaşlık var aramızda. Yanımda gezindiğini, bir gelip bir yittiğini görüyorum. Bakış denen şey "olmamıştır" aslında insan bedeninde. Bu bir hâl değildir. Ezra’yı görmeyen, bakışın ne olduğunu bilmez. Diriler ancak bir saniye ve gözbebeklerinin gelgitleriyle dururlar nesneler üzerinde. Gözbebekleri an be an örtülmektedir olanın üzerine. Her kırpıştan sonra açıldığında bir başkadır artık olan. Bir an öncesi yitmiştir ve yoktur. Bağlanamaz hâle. Ben kendi gözbebeklerimden bakarken Ezra’ya, daha, diriydim. Iskat oluyordu bir şey, kaçan gözbebeklerim ve kapanan gözkapaklarım. Gözüm tüm aksamıyla bir makineydi ve ânın fotoğrafını çekiyordu tek, tek, tek.. Sonra hatırlarken ve anlarken bir de, ardarda geçiyordu resimler. Ama yoktu. Aradaki boşluklar diriliğimdendi ve boşluk olduğunu yadsıyordu idrak. Ezra bakınca, ben ona bakınca, bir parça köz hapsetti bakışı. Tutuyor ve bırakmıyor Ezra. Boşluklar şimdi utandırıyor beni. Ve Ezra ne olduğunu bilmediğim bir salınımla nesneler üzerinde ondan ona, ondan ona, ona. Her şey çekiliyor dirilikten. İçe doğru dönüp, içine yanan madenin kaynamasıyla, kendi içinde kaynamasıyla göz, bir siyah, bir siyah hale. Ezra’nın gözü köz. Kendi içinde kıvılcımıyla içten içe yanan, yanan, yanan, kararan ve parıldayan, yüze sığmayan o çukur. Bir andı bakışım diriliğimle. Ve aldı beni Ezra. Hayy..! Yeksan ! Şimdi bir biçâreyim, pâre pâreyim. Bir yanda bir elim su doldururken, diğer yanda elim kaçar ve ağlarken kendi hiçliğine. Azım, daha azım, an be an, gün be gün tükeniyorum. Serviler çağırıyor beni sonra. Bilmezken ben beni, sanmıştım Ezra burada. Oysa değil. Gelip geçiyor Ezra her şeyden, her yerden. Alıp bırakıp esip geçiyor. Bir ben-i âdem, bir fani, bir zavallı düşkün, biçare ben. Ezra servilerden, o her yerde olduğu gibi geçer. Mezartaşları değil onun. Onlar bizim hatıratımız. Kendi yurdu değil bu uzun serviler, herhangi bir yer, herhangi bir zaman. Uzun ve ince, kavuklu başlarıyla toprağa eğilmiş, topraktan gelmiş, üzerinde bizim kara izlerimizle bu taşlar, bizim kendi hatıratımız. Ezra’nın değil. Almıştı beni. Kaçmıştı gözbebeklerim. Onu görüyordum. Alacağı canın kokusunu, yüreğin o telaşlı tanıma anındaki ilk çırpınışlarını içine çekiyor Ezra. Diri şefkati bilmez. Kendi karşıtıdır Ezra’nın eli onun için. Oysa gördüm o mezar başında elli küsur yaşlarındaki adam kalbini tutarak yığılırken, eli başının üzerindeydi Ezra’nın, yumuşacıktı. Sarıp sarmalıyordu bedeni. Kımıldadığında akıp gidiverecekmiş bir şeymişçesine bu elleri arasında tuttuğu beden, incecik sarmalıyordu onu. Göz çukurlarında kaynayan o siyah maden akıp gidiyordu toprağa. Ezra ağlıyordu. Ağlıyordu Ezra. Bu nasıl bir şeydi Allahım? Üç beş adam kadın çırpınırken faninin başında, ezikti Ezra, titriyordu. Ve bir yandan ne görkemli, ne uluydu. Yağıyordu ellerinden toprağa. Aldığı şey, o neyse, yoksa verdiği mi demeliyim? Açıyor ve akıyorlardı birlikte, içe doğru çekilişiyle kendinin. Kendi oluyordu Ezra ve sonsuz bir pınar yağıyordu üzerinden. Ölüm merhametiydi onun. Ondan alıp ona veriyordu. Yalnız bu geçiş anıydı Ezra. Ondan gelen ona giderken Ezra’nın bedeni titriyor, titriyor, fâni geçiyor içinden, dirim geçiyor içinden. Hâlsiz, bakışsız bırakıyordu onu. Açamaz Ezra, ah açamaz siyah örtüsünü zamanın. Yeşerirken çimenler, onlar üzerinde çiğ damlalarıyla, an be an yeniden dirilen, yeniden ölen, yokolan, yoktan gelen, ona giden. Yüzyıllardan kalmış, ağır, aşınmış taşlarıyla, bir taş köprü Ezra. Üzerinde yürünmüş, yürünmüş, yürünmüş. Bir hıçkırık, hıçkırık, kalbim. Elim kolum kanadım. Buralarda kalakalıyorum. Çeşme dîvane, akıyor, akıyor zaman. Kendi içinde bükülen, genişleyen, açılan, sarılan, kaybolan, giden zaman. Beni neden bıraktın? Ezra. Sessiz Şehirler, Şerif Yıldırım Tatay Bir tamdan eksilttiğim bedenimde parmak uçlarımda ve yüz yüze kurduğumuz şehirlerde gümüş sessizliği bırakışlarımızdan kurulmuş her şey sokaklar, evler, ev hayvanları… dilsizliğimizin ay vezninde suskun hayvanların gölge sirkleri Özür Dilerim!, Şerif Yıldırım Tatay Bildirge okunduğunda orada değildim, bilemiyorum. Ama etkisi sezgilere yer bırakmayacak kadar somut, havada asılı. Herkes biliyor, bir ben bilmiyorum. Bana söylenmemesini doğal buluyorum. Yüzlerden okumaya çalışıyorum; ama değişiyorlar. Bildirge kaderlerini çizmiş tabii, onlara da hak vermek lazım; hem pano değil ki bunlar, yüz! Ellere, ayaklara ve onların birliğine bakıyorum, elbiselerin içine kaçıyor, ayakkabıların içine giriyorlar. “Bildirge okunurken orada değildin!” ifadesi her yerde. Pek de umursamıyor muyum ne! Ama çaresizim; çaresizliğim benliğimi de aştığı için belli olmuyor. Belki de kimse orada değildi! Öyle olmalı. O zaman çaresizlikle mi yaklaşmalıyım onlara? Ama ah! O da olmuyor. En iyisi bir kurumsal sağaltıcıya mı, psikiyatra mı gitmek? Doğru hareketleri ondan öğrenebilir miyim? Yürümek ya da koşmak fayda etmeyecek; durduğun yerden birden mi sıçramalı? “Herkes yok etmek istediğini çağırıyor!” Utanıyorum birden. “Özür dilerim!” diyorum, “Herkesten özür dilerim!” “Ve kendimden.” Mezareren, Hasan Ağan I. bulduğunda bir ağacı gölgenin yalnız kılışıyla düşünen ellerin daha da yoklayabilir yürürlüğe kandığın belkili adımı adımlamak kurusudur gömülen ağacın tek dikimlik yeryüzüne II. ve ilk harfinde özgürdür bütün alfabeler kekelerken kurdeleden bozma çizgilerini uzarlar kırık bir dalı III. ki en güzel uykuya yumuşak bir rüya girer gibi son tekerleğini çevirmek dünyanın IV. kim beraber uyanır yattığı geceyle Sana Olmaz Pasavan, Erdoğan Kul ona boşa yürümekmiş… bulunmak. bilmiyordum ki -bilme yüzüm yok. ağustos ve toprak arasında, umut ve maske arasında bir bezbebek salınacak kadarlık vadem tanınmış: bellediğim tüm. ara sıra anahtarlarını yere çarpıp başında üzülen adamın böylesi zil havalarda ikizi kesilmek, süt kesilmesinin aynıdır hayatbilgimde. kıyılar, kenarsılıklardır ten rengim bu yüzden. ve de elbet solucan gibi (Beyaz Solucan) bir ağrı bulmak kapı önlerini. yaşlılardan kesintisiz bakaduranı, yanık izlerinden dönük olanı akyuvarıma, yeni yıkanıp asılmış çamaşır sanacak kadarlık vademde. belki dişlerin gittikçe ayrışmasından yayılan o loğusalık peşimi bir bıraksa aynaları dönüştürebilirdim tanıdıklara da oradan derilere yani yüzyıllara geçer, saati bile söylemesini öğrenebilirdim. bağışlanmazdı böylece çok şey, örneğin tam tutacakken treni ellerimin ondan daha büyük kalması, bana. caddelerin vampir hızı, ışığın saç diplerinden edindiği kıyıcılık… derken, anlayagelmezdim: bir işaretti vatanım, sonra kalmadı. Kule, Metehan Karaduman üç çizgi çekilir altı yön gidilir iki göz bakar tek biçim görünür kahrolan tek bedendir acı bin biçim görünür her şeyi gören kim her yeri gören yolun iki ucuna tek yürüyüşte varan kulenin son taşını koyan yitirmediğini bulan kim aklımda kalan iskele kuran biridir çivilere vurdukça kendi çarmıhında çakılan aklımda kalan harç karan biridir kum çektiğinde tanışan çölleriyle aklımda kalan ip salar uçurumuna kurşun bir dalış kuşudur inerken salınır mesafenin sınırında bitimine dönen merdiven boşluğu kiminle yürüdüğünü bilmeyen gölge taştanrıdır kapıda küle yazmak için yazılır iki yüz tek isimle bilinir kahrolan tek bedendir acı bin biçim görünür Günün Boşlukları, Şerif Yıldırım Tatay günün boşluklarında hayatım-aşkım-cehennemim kül değirmenleri kuruyor, uçurum resimleri yapıyorum güz, bir mevsim adı olmaktan çıkmış ellerimden başka kimse bilmez bunu göğsümde olup bitiyor bunlar ve tanrı bir kez daha doğuruyor bildik yaratıklarını geri dönmeyen adamlar biliyorum bir tek yüzlerinin bir tek suyu olduğu için *** sesimdeki ölüyü her öptüğümde kuşların uçuşu oluyorum çaldığım her şey aklımda kalmış yazık sessizliğimize Gün Gece Gölge, Nalân Karaduman Üstümde gölgelerin ağırlığıyla oturdum bütün gün yumuşak koltuk üzerinde. Seçemiyordum. Eşya mıdır karşıdaki, insan mıdır, köşede saksıda çiçek mi var, masa üstünde lâmba… Gözlerimin önünde dağılıp açılıyor, sisleniyor görüntüler. Sesim bedenimden ayrı. Bu konuşan kim? Güneş doğarken elimde kahveyle oturmuşken koltuğuma ve gün ilerlerken, arkamdaki pencereden renkleri ve şeyler üzerinde bıraktığı gölgeleriyle; işte gün yavaş yavaş ilerlerken, bir kelime etmiş miydim ben? Demiş miydim ev içinde sesimi duyabilecek herhangi birine, ya da duyan varsa başka bir âlemde başka bir şeye, canlıya eşyaya ya da? Demiş miydim? Yorgunum. Bedenimden ve şeylerin seyrinden kopmuşum. Beklemiyordum da hiç; zaman geçsin. Geçsin, geçsin; olmamış gibi olayım. Beklemiyordum. Tıkırtılarıyla geldi akşam. Ağır ağır başımın üstündeki pencereden karardı, ışık azaldı. Loş odada gün ışığından daha mı çoktu gölgeler ne? Şeyler şekil mi değiştiriyorlardı daha bir hızla? Başım döndü koltukta otururken birbirine karışan nesneleri izlemekten. Alt kattan üst kattan, pencerelerden, yan odalardan, komşu apartmanlardan insan sesleri geliyor. Birbirine karışıyor sesleri onların. Susuyorum sesler içinde. Dinliyorum. Birbiriyle ilgisiz onlarca cümle birbirine ekleniyor. Karardı gün. Bitti ezan sesleri, tabak çatal tıkırtıları, televizyonun gür çağrısı bitti. Yavaş yavaş ayaklarımı birer külçe gibi kaldırıp koydum koltuğun önündeki tabureye. Gece çıtırtılarla geldi. Kim serdi yatakları, yorganları açtı, kim? İyice kararmış etraf. Uyuşuyor her yanım. Benim bedenim var, sesim var. Var mı? Benim hiçbir şeyim yok, ses…, ne…, ne beden…, eşya…. ne cisim… Seyir halindeyim akmasa da bulutlar, kıpırdamasa koyulan şeyler yerinden, köklerinden solumasa, büyümese ağaç, kırpılmasa göz. Gece. Çıtırtı. Diğer her şeyden biraz daha tanıdık ve sessiz. Derin sanki, derin değil, ıssız sanki, değil, değil. Akıp giderken an. Açılıp kendine kapanırken çiçekler. Koltukta oturmuştum bütün gün. Uyandı biri evde. Yaktı ışığı. Oturmuştum bütün gün.