Bombalardan Sonra
Transkript
Bombalardan Sonra
Birinci Bölüm Bombalardan Sonra Blackbury Caddesi’nde saat akşamın dokuzuydu. Hava kararmıştı, dağınık bulutların arasından zaman zaman dolunayın ışığı görünüyordu. Rüzgâr güneybatıdan esiyordu ve bir fırtına daha patlamış, havayı temizlemişti. Parke taşlarını ıslatıp kayganlaştırmıştı. Bir polis memuru sokakta sakin sakin, yavaşça yürüyordu. Orada burada, karartılmış pencerelerin çevresinde, çok yakından bakan birinin görebileceği incecik ışık çizgileri vardı. İçeriden, hayatlarını yaşayan insanların uzak sesleri geliyordu: biri piyanoda tekrar tekrar gam çalışırken çıkan boğuk notalar, radyo mırıltıları ve arada bir patlayan kahkahalar… 8 Bazı dükkân vitrinlerinin önüne kum torbaları yığılmıştı. Bir dükkânın önündeki afiş, insanları ‘Zafer İçin Kazmaya’ teşvik ediyordu… Zafer bir tür şalgammış gibi. Ufukta, Slate kasabasının olduğu yönde, projektörlerin ince ışıkları bulutların arasında bombardıman uçağı arıyordu. Polis memuru köşeyi dolandı ve sessizliğin içinde çok yüksek gelen ayak sesleriyle, bir sonraki sokakta yürümeye başladı. Rotası onu Methodist Şapeli’ne kadar götürüyordu ve teoride, sonra Cennet Sokağı’ndan geçmesi gerekiyordu, ama bu gece geçmedi, çünkü artık Cennet Sokağı yoktu. Dün geceden beri… Şapelin yanına bir kamyon park edilmişti. Kasasını örten brandadan ışık sızıyordu. Polis memuru kamyona vurdu. “Buraya park edemezsiniz beyler!” dedi. “Size bir bardak çay cezası kesiyorum, ondan sonra bu konuyu bir daha açmayacağız, hı?” Branda geriye itildi ve bir asker dışarı atladı. İçerisi bir anlığına göründü: turuncu ışık dolu sıcak bir çadır, küçük bir sobanın çevresinde oturan birkaç asker ve sigara dumanıyla ağırlaşmış hava. Asker sırıttı. “Komiser muavinine bir kupa çay ve bir sandviç uzatın,” dedi kamyonun içindeki birine. 9 Metal bir kupada kaynar çay ve tuğla kadar kalın bir sandviç uzatıldı. “Çok makbule geçti,” dedi komiser muavini, onları alarak. Kamyona yaslandı. “Ee, nasıl gidiyor? Yeni bir gümleme duymadım,” dedi. “10 kiloluk,” dedi asker. “Mahzen zeminini delip geçmiş. Dün gece iyi bombalandınız ha! Görmek ister misin?” “Güvenli mi?” “Elbette değil,” dedi asker neşeyle. “Biz de bu yüzden buradayız, değil mi? Hadi.” Sigarasını, ucunu kıstırarak söndürdü ve izmariti kulak arkası yaptı. “Sizin onu korumak için burada olduğunuzu sanıyordum,” dedi komiser muavini. “Saat sabahın ikisi ve yağmur yağıyor,” dedi asker. “Patlamamış bir bombayı kim çalar ki?” “Evet, ama…” Komiser muavini harabeye dönmüş sokağa baktı. Kayan tuğlaların sesi duyuldu. “Sese bakılırsa biri çalıyor,” dedi. “Ne? Uyarı levhaları koyduk!” dedi asker. “Yalnızca çay molası vermiştik! Hey!” Botları, yerlere saçılmış molozun üzerinde gıcırdadı. “Güvenli ama, değil mi?” dedi komiser muavini. “Biri üzerine pis bir tuğla yığını düşürürse değil, hayır! Hey! Sen!” Ay bulutların arkasından çıktı. Sokaktan geriye her ne kalmışsa, onun diğer ucunda, turşu fabrikasının duvarının yanında bir şekil seçebiliyorlardı. 10 Komiser muavini kayarak durdu. “Ah, olamaz!” diye fısıldadı. “Bu Bayan Tachyon.” Asker molozun içinde bir tür el arabası sürmekte olan ufak tefek şekle baktı. “O kim?” “Bu işi sessizce halledelim, olmaz mı?” dedi komiser muavini, onun kolunu tutarak. Fenerini açtı ve yüzüne bir tür çılgın, dost canlısı sırıtış oturttu. “Siz misiniz, Bayan Tachyon?” dedi. “Benim, Komiser Muavini Burke. Gecenin bu saatinde dışarıda olmak için biraz soğuk değil mi? Karakolda güzel, sıcacık bir koğuş var, hı? Benimle gelirsen eminim koca bir fincan sıcak kakao da bulunur, buna ne dersin?” “Onca uyarı levhasını okuyamıyor mu? Kafayı mı yemiş bu?” dedi asker alçak sesle. “Mahzenine bomba düşen evin tam yanında!” “Evet… hayır… o yalnızca farklı,” dedi polis memuru. “Biraz… çatlak.” Sesini yükseltti. “Sen olduğun yerde dur tatlım, biz gelip seni alırız. Bunca döküntünün üzerinde bir yerini yaralamanı istemeyiz, değil mi?” “Hey, yağma mı yapıyor?” dedi asker. “Bombalanmış evlerden bir şeyler yürütüyorsa bunun için vurulabilir!” “Kimse Bayan Tachyon’u vurmayacak,” dedi komiser muavini. “Onu tanıyoruz, anlıyor musun? Geçen geceyi koğuşta geçirdi.” “Ne yaptı ki?” 11 “Hiçbir şey… Soğuk gecelerde karakoldaki boş hücrelerden birinde kalmasına izin veriyoruz. Daha dün ona altı peni ve annemin eski botlarını verdim. Eh, ona bir baksana. Ninen yaşında, zavallı ihtiyarcık.” Onlar ihtiyatla ona doğru yürürken Bayan Tachyon durup dalgın dalgın onlara baktı. Asker, parti elbisesine benzer bir elbise ve üzerine kat kat başka giysiler giymiş, püsküllü yün bere takmış, ufak tefek, kırışık bir kadın gördü. Telden yapılmış, tekerlekli bir alışveriş arabası itiyordu. Arabanın üzerinde metal bir etiket vardı. “Tes-co,” dedi. “O ne?” “Eşyalarının yarısını nereden bulduğunu bilmiyorum,” diye mırıldandı komiser muavini. Alışveriş arabası siyah torbalarla doluydu. Ama ay ışığında parıldayan başka şeyler de vardı. “Onu nereden bulduğunu ben biliyorum,” diye mırıldandı asker. “Turşu fabrikasından aşırmış!” “Ah, bu sabah kasabanın yarısı oradaydı,” dedi komiser muavini. “Birkaç kavanoz salatalık turşusunun kimseye zararı dokunmaz.” “Evet ama bu tür şeylere izin veremeyiz. Hey, sen! Hanımefendi! Dur da bir bakayım o…” Alışveriş arabasına uzandı. Arabadan, tamamen dişler ve parlayan gözlerden oluşmuş bir tür iblis fırladı ve askerin elini tırmaladı. “Lanet olsun! Hey, şunu yakalamama izin ver…” 12 Ama komiser muavini gerilemişti. “Bu, Suçlu. Senin yerinde olsam uzaklaşırdım!” dedi. Bayan Tachyon bet bir sesle güldü. “Fırtınakuşları ileri!” dedi. “Ne, muz yok mu? Sen öyle san, benim ihtiyar bebeğim!” Arabayı çevirdi ve arkasında çeke çeke, koşarak uzaklaştı. “Hey, oraya girme…” diye bağırdı asker. Yaşlı kadın arabayı bir tuğla yığınının üzerinde sürükledi. O geçtikten sonra bir duvar parçası yıkıldı. Son tuğla, boing diye, çok aşağıda bir şeye çarptı. Bayan Tachyon’un peşinden koşmakta olan asker ve komiser muavini donakaldılar. Ay yine bir bulutun arkasına girdi. Karanlıkta, bir tıkırtı duyuldu. Çok uzaktan geliyordu ve biraz boğuktu, ama o sessizlikte iki adam da onu ta iliklerinde hissetti... Komiser muavininin havadaki ayağı yavaşça indi. “Tıkırdamaya başlarsa ne kadar zamanın kalıyor?” diye fısıldadı. Ama orada kimse yoktu. Asker tabana kuvvet kaçmaktaydı. Komiser muavini onun arkasından koştu ve Cennet Sokağı’ndaki moloz yığınlarına tırmanmaya başlamıştı ki, arkasındaki dünya birden heyecanla doldu. Blackbury Caddesi’nde saat akşamın dokuzuydu. 13 Elektrikli eşya satan bir mağazanın vitrininde dokuz televizyon aynı resmi gösteriyordu. Dokuz televizyon, titreşen ekranlarındaki imgeleri boş havaya yansıtıyordu. Bir gazete ıssız kaldırımda savruldu ve bir çiçek tarhındaki saplara dolanarak durdu. Rüzgâr boş bir bira kutusunu yakaladı ve onu teker meker sürükleyerek, bir kanala düşürdü. Cadde, Blackbury Belediye Kurulu’nun Yaya Yolu ve Konfor Alanı dediği yerdi, ama söz konusu konforların ne olduğundan, hatta bir konforun ne olduğundan kimse emin değildi. Belki de, insanların uzun süre oturup mekânı dağıtmaması için sinsice tasarlanmış, rahatsız banklardı. Ya da belki, her tür hava koşuluna dayanıklı, her sene düzenli olarak cips paketi mahsulü veren çiçek tarhlarıydı. Süs ağaçları olamazdı. Onlar birkaç sene önceki orijinal çizimlerde oldukça büyük ve yeşil görünüyorlardı, ama bütçe kesintileri yüzünden kimse ağaç ekmeye fırsat bulamamıştı. Sodyum ışıkları gecenin buz kadar soğuk görünmesine sebep oluyordu. Gazete yine uçtu ve ağzı açık, şişman bir köpek biçimindeki sarı çöp tenekesine sarıldı. Ara sokaklardan birine bir şey düştü ve inledi. “Tık tık tık! Tıkıdı Buum! Of! Devlet… Hastanesi…” Bir şeyler hakkında endişelenmenin ilginç tarafı, diye düşündü Johnny Maxwell, her zaman endişelenebilecek yeni şeyler çıkması. 14 Arkadaşı Kirsty bunu, Johnny’nin endişeli bir mizaca sahip olmasına bağlıyordu. Çünkü bu kızın en büyük özelliği, hiçbir şey hakkında endişelenmemesiydi. O endişelenmek yerine öfkeleniyordu ve konu ne olursa olsun, o konuda bir şeyler yapıyordu. Johnny, onun konunun ne olduğuna ve o konuda tam olarak ne yapacağına hemen karar verebiliyor olmasını gerçekten kıskanıyordu. Kirsty o günlerde, akşamları gezegeni, hafta sonlarında tilkileri kurtarıyordu. Johnny ise yalnızca endişeleniyordu. Genelde hep aynı endişelerdi: okul, para, televizyon izleyerek AIDS olup olunamayacağı... Ama bazen de, tıpkı Noel’e Birinci Giren Şarkı gibi yok yerden ortaya çıkıyor, tüm diğerlerini geriye itiyordu. Şu anda endişe konusu aklıydı. “Tam olarak hastalanmakla aynı şey değil,” dedi Yoyok. Annesinin tıp ansiklopedilerini sayfa sayfa okumuştu. “Hastalanmakla hiç ilgisi yok. Eğer başına bir sürü kötü şey gelmişse, moralinin bozulması sağlıklı bir tepkidir,” dedi Johnny. “Mantıklı, değil mi? Ekonomi kötüye gidiyor, babam bizden uzaklaşıyor, annem bütün gün oturup sigara içiyor falan. Demek istediğim, durmaksızın gülümsemek ve ‘Ah, o kadar da kötü değil’ demek; işte bu kaçıkça olurdu.” “Bu doğru,” dedi, psikoloji hakkında da bir şeyler okumuş olan Yo-yok. “Benim ninem kafayı yedi,” dedi Bigmac. “Ooff!” “Pardon,” dedi Yo-yok. “Bastığım yere bakmıyordum, ama doğrusu, sen de bakmıyordun.”