Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a
Transkript
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan`a
Dikkat! Değerli okuyucular, Kitapların tüm telif hakları Talat Turhan'a ait olup izinsiz çoğaltılamaz, alıntı yapılamaz, başka sitelerde kullanılamaz. © Copyright 2008 Talat Turhan Önsöz 1999 yılında yayınlanan bir kitabımda1 emperyalizmin gizli örgütlerinden söz etmiştim. O günden bugüne değin yazılan birçok yapıtta bu örgütlere yer verildi. (CFR, Bilderberg Grubu, Trilateral Komisyon) Kuşkusuz, emperyalizmin örgütleri bu kadar değildi. Binlerce legal, illegal oluşum ahtapot gibi dünyayı sarmış, soyup sömürüyordu. Genel Olarak ABD, AB, Japonya’dan oluşan Kuzey ülkeleri -ki ben bu bölgeyi Trilateral Coğrafya olarak tanımlıyorum- yoksul Güneyi soymak için ABD patronajında G-7 ülkeleri diye örgütlenmişlerdi. Küresel soygun için işbirlikçi iktidarlar oluşturuluyor, bu iktidarların egemenleştiği ülkelerde2 koşut örgütlenmeler yaşama geçirilmiş bulunuyordu. “Çağdaş uygar” olduğu varsayılan ABD, ülke düzenlerini kendi çıkarlarına uygar bir yapıya dönüştürmek için seçimlere hile katmaya çalışıyor, darbeler düzenliyordu. Şimdilerde ise hizaya sokacağı ülkelere “demokrasi”(!) getirmek için “özgürleştirme”(!) eylemlerine girişiyor, “şok ve dehşet operasyonu” adı altında kan ve ölüm kusarak ABD imparatorluğunu kurmaya çalışıyor, saldırısına diğer ülkeleri de ortak ederek savaş suçları işletiyor. Şubat 2005’de yayınlanan diğer bir kitabımda3 ise “Küresel Çete”nin kamuoyunca belki de hiç bilinmeyen diğer örgütlerini açıklamaya çalıştım. Sıra bu örgütlerin içyüzünü gözler önüne sermeye gelmişti. Bu zor işi başarmak için desteğe gereksinmem vardı. Tam bu noktada Mehmet Eymen imdadıma yetişti. Sayısız örgütler içinde mercek altına alınması gereken ilk örgütün Mont Pelerin Cemiyeti olduğu konusunda birleşip çalışmaya koyulduk. Mont Pelerin Cemiyeti, kapitalist kuramcıların Prof. Friedrich von Hayek liderliğinde 1947 yılında ilk toplantısısını yaptığı İsviçre’de yerleşim biriminden alıyordu adını. Ekonomiyle az çok ilişkisi olan herkes Prof. Friedrich von Hayek ve yapıtlarını tanır. Ancak onun kurduğu Mont Pelerin Cemiyeti ülkemizde bilinmediği gibi, 1947 yılından bu yana da dünyada yalnızca üç kitap yayınlanmıştır cemiyet hakkında4. Ve bunlardan da yalnızca bir tanesi tümüyle cemiyeti irdelemektedir. Biz, Mont Pelerin Cemiyeti hakkında ilk kez oluşturulan bu ayrıntılı kitapta cemiyeti ve çalışmalarını derinliğine irdelerken, yapıta ek olarak bir de CD hazırladık. Bu etkileşimli ortam ekinde cemiyet Başkanlarından Arthur Shenfield’in ele geçirilmiş bir toplantı video bandını izleyebilir; cemiyetin tüm Başkanlarını, toplantıları takvimlerini, toplantı tutanaklarını, “Children of Satan” kitapçığını, Chattanooga toplantısına sunulan GwartneyLawson tebliğini, 2004 Yılı Hayek Ödülü ikincisi ve üçüncüsü makaleleri okuyabilir; Başkanların fotoğraflarını, çeşitli toplantılarından resimleri ve nihayet Mont Pelerin kasabasını, kasabadaki şatoyu ve toplantılar otelini görebilirsiniz. Gerçekten de Mont Pelerin Cemiyeti dünyayı sözde liberal söylemlerle uyutmuş ama arka elden küreselleşmenin altyapısını oluşturan çalışmalarını karar merkezlerine ulaştırmış, bunların uygulanmasına eylemli katkılarda bulunmuştur. Cemiyetin kuruluşunun soğuk savaşın başlarına denk düştüğünü göz ardı etmememiz gerektiği kadar Citizens Electoral Council of Australia tarafından yayınlanmış Children of Satan kitapçığında da örgütün kurucularının post-nazi olarak değerlendirildiğini de unutmamalıyız. Sonuçta Mont Pelerin Cemiyeti tarafından Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) diktasını temel alan bir anlayış 1947 yılından bu yana adım adım dünyaya dayatılıp Yeni Dünya Düzeni (YDD) kurulmaya çalışılmaktadır. Sıkça vurgulandığı gibi küreselleşme olgusunun 1990’lı yıllardan sonra başladığı söyleminin bir safsatadan başka şey olmadığının bu yapıt okunduktan sonra iyice anlaşılacağını umuyorum. Mustafa Kemal önderliğinde kurtuluş savaşı kazanımları sonucunda tarih sahnesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel şiarları; - Tam bağımsızlık, - Antiemperyalizm, - Antikapitalizm’dir.5 Bugün bu şiarlar 1947’den -ne rastlantıysa Mont Pelerin Cemiyeti’nin kuruluşuna koşut tarihten- bu yana işbirlikçi iktidarlar tarafından bütünüyle ortadan kaldırılmıştır. - Serbest Piyasa Ekonomisi, - Özel Sektör egemenliği, - Özelleştirme, - Sıkı Para Politikası, - Sendikal hakların tümden kısıtlanması vb. gibi uygulamaların topluma dayatılarak yeni ekonomik düzenin yaşama geçirilmesi, Atatürk’ü aşmaktan, onu yadsımaktan geçmektedir. Onun için ABD6 ve AB, yerli işbirlikçileri ile Atatürkçülüğün altını oymaktadırlar. Bu oluşumda Mont Pelerin Cemiyeti’nin katkıları yadsınamaz. Neo-liberalizmi öne çıkaran cemiyet, “devletçilik”e kesinlikle karşı çıkmakta, kamunun iyeliğindeki her şeyin özel sektöre devrini öngörmekte, emperyalist sömürüye kuramsal teçhizat sunmakta ve toplumu yadsıyan kesimlere cephane takviyesini sürdürmektedir. Oysa Mustafa Kemal demektedir ki, “Devletçiliğin bizce anlamı şudur: Kişilerin özel teşebbüslerini ve şahsi faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve çok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk vatanında asırlardan beri kişisel ve özel teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an önce yapmak istedi; ve kısa bir zamanda yapmayı başardı. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi liberalizmden başka bir yoldur.”(1936) Kitapta Mont Pelerin Cemiyeti’ne Türkiye’den katkıda bulunan -ya da onlardan ve bağlısı kuruluşlardan maddi destek alan- kişiler ve örgütlerin bağlantılarını görüp şaşıracaksınız. Hangi örgütler nerelerden arpalanmış hayret edeceksiniz. Peki, “sıra ne zaman bize gelecek” deyip koyun gibi bekleyecek miyiz? Hayır, milyarlarca hayır! Tüm mazlum ulusların Irak’taki direnişe çok şey borçlu olduklarını düşünüyorum. ABD hegemonyasına karşı dünyanın her yanında küresel başkaldırı7 başlamıştır. Kendiliğinden spontane- gelişen bu karşı koyuşu tüm mazlum ülkeler bir araya gelip örgütlemeli, antikapitalist ve anti-emperyalist mücadeleye gün geçirmeden başlanılmalı, “Türkiye’yi haritadan silmek” isteyenlerin günümüzde de devam eden niyetleri kursaklarında bırakılmalı, “ABD tek süper güç” diye sürekli yineleyen işbirlikçilerin çanına ot tıkanmalıdır. Kitabı birlikte yazdığımız Mehmet Eymen’i tanıyanlar çok iyi tanırlar. Tanımayanlar www.katman.info sitesini tıklasınlar… Son olarak, bu çalışmanın yayınlanmasında emeği geçen İleri Yayınları çalışanlarına ve özellikle Özgür Erdem’e teşekkürü borç bilirim. Saygılarımla, Talat Turhan Kuzguncuk, 28 Mart 2005 1. Çeteleşme, Talat Turhan, Akyüz Yayınları, Haziran 1999 2. Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri / Doruk Operasyonu, Talat Turhan, Sorun Yayınları, 1989 3. Küresel Çete, Talat Turhan, İleri Yayınları, Şubat 2005 4. -A History of the Mont Pelerin Society, R. M. Hartwell, The Freeman, Temmuz 1996 -Joys of Freedom: An Economist’s Odyssey, David R. Henderson, Prentice Hall, Ocak 2002 -Children of Satan, Citizens Electoral Council of Australia, Ekim 2004 5. “Bütün vatandaşlarım tarafından da paylaşılan kanaatim şudur ki, zulüm altında tutulan Asya ve Afrika halkları ile Batıdaki işçiler uluslararası kapitalizmin kendilerini, efendilerinin çıkarları için istismar etmek gayesiyle sabırlarını suistimal ettiklerini anladıkları ve çalışan kitleler tarafından sömürgeci siyasetin meşum tesirinin bilincine varıldığı zaman, burjuva sınıfının kuvveti ortadan kalkacaktır…Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün şark milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih olacaktır. Bu milletler bütün güçlüklere ve bütün engellere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklarıdır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerinde milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.” (Mustafa Kemal Atatürk) 6. ABD, Kurtuluş Savaşı’nın başından beri Mustafa Kemal ve Türkiye’ye karşıdır. 5 Ağustos 191’da Başkan Wilson, “Türkiye’yi parça parça ederim” tehditini savurmakta ve “Türkiye haritadan silinmelidir” demektedir. (Bakınız: Yargılayanları Yargılıyorum! Bomba Davası / Savunma - 1; Talat Turhan, Sorun Yayınları, Eylül 2004) 7. Bakınız: -Seattle : Dünyayı Sarsan 5 Gün, Alexander Cockburn - Jeffrey St. Clair, Agora Kitaplığı, Eylül 2003 -Dünya Sosyal Forumu: Aşağıdan Küreselleşme Hareketi ve Küresel Direniş, F. Levent Şensever, Metis Kitap, Ekim 2003 -Küresel Başkaldırı Yirmi Birinci Yüzyıl Tiranlarına Karşı Mücadele, Neva Welton/Linda Wolf, Aykırı Yayınları, Ocak 2004 Önsöz-Ek: 2 Mont Pelerin Cemiyeti’nin Günümüzdeki Yöneticileri: Başkan Victoria Curzon-Price (İsviçre) Kıdemli Başkan Yard. Leonard Liggio (ABD) Genel Sekreter Carl-Johan Westholm (İsveç) Mali İşler Sekreteri Edwin J. Feulner (ABD) Başkan Yardımcıları Charles Baird (ABD) Carlos Cáceres (Şili) Yoshinori Shimizu (Japonya) Jesus Huerto de Soto (İsp.) Direktörler Kurulu Eamonn Butler (İngiltere) Jean-Pierre Centi (Fransa) Peter Kurrild-Klitgaard (Danimarka) Greg Lindsay (Avustralya) Eduardo Mayora (Guatemala) Ruth Richardson (New Zealand) Michael Zoller (Almanya) Önsöz-Ek: 3 Mont Pelerin Cemiyeti’nin Günümüzdeki Yöneticileri: Başkan Victoria Curzon-Price (İsviçre) Kıdemli Başkan Yard. Leonard Liggio (ABD) Genel Sekreter Carl-Johan Westholm (İsveç) Mali İşler Sekreteri Edwin J. Feulner (ABD) Başkan Yardımcıları Charles Baird (ABD) Carlos Cáceres (Şili) Yoshinori Shimizu (Japonya) Jesus Huerto de Soto (İsp.) Direktörler Kurulu Eamonn Butler (İngiltere) Jean-Pierre Centi (Fransa) Peter Kurrild-Klitgaard (Danimarka) Greg Lindsay (Avustralya) Eduardo Mayora (Guatemala) Ruth Richardson (New Zealand) Michael Zoller (Almanya) Mont Pelerin Cemiyeti’nin Başkanları: Prof. Friedrich von Hayek (Avusturya: 1947-1961) Prof. Wilhelm Ropke (İsviçre: 1961-62) Prof. John Jewkes (İngiltere: 1962-64) Prof. Friedrich Lutz (Almanya: 1964-67) Prof. Bruno Leoni (İtalya: 1967-68) Prof.Guenter Schmolders (Almanya: 1968-70) Prof. Milton Friedman (ABD: 1970-72) Prof.Arthur Shenfield (İngiltere: 1972-74) Prof. Gaston Leduc (Fransa: 1974-76) Prof. George Stigler (ABD: 1976-78) Prof. Manuel Ayau (Guatemala: 1978-80) Prof. Chiaki Nishiyama (Japonya: 1980-82) Lord Harris of High Cross (İngiltere: 1982-84) Prof. James Buchanan (ABD: 1984-86) Prof. Herbert Giersch (Almanya: 1986-88) Prof. Antonio Martino (İtalya: 1988-90) Prof. Gary Becker (ABD: 1990-92) Prof. Max Hartwell (İngiltere: 1992-94) Prof. Pascal Salin (Fransa: 1994-96) Dr. Edwin J. Feulner (ABD: 1996-98) Dr. Ramon P. Diaz (Uruguay: 1998-2000) Prof. Christian Watrin (Almanya: 2000-02) Prof. Leonard P. Liggio (ABD: 2002-04) Prof. Victoria Curzon-Price (İsviçre:2004-2006) Önsöz-Ek: 5 Mont Pelerin Cemiyeti’nin Toplantılarının Yapıldığı Yerler: Kuruluş Toplantısı Mont Pelerin, İsviçre 1947 Genel Toplantılar Seelisberg, İsviçre 1949 Bloomendaal, Hollanda 1950 Beauvallon, Fransa 1951 Seelisberg, İsviçre 1953 Venedik, İtalya 1954 Berlin, Almanya 1956 St. Moritz, İsviçre 1957 Princeton, ABD 1958 Oxford, İngiltere 1959 Kassel, Almanya 1960 Torino, İtalya 1961 Knokke, Belçika 1962 Semmering, Avusturya 1964 Stresa, İtalya 1965 Vichy, Fransa 1967 Aviemore, İskoçya 1968 Münih, Almanya 1970 Montreux, İsviçre 1972 Brüksel, Belçika 1974 St. Andrews, İskoçya 1976 Hong Kong 1978 Stanford, ABD 1980 Berlin, Almanya 1982 Cambridge, İngiltere 1984 St. Vincent, İtalya 1986 Tokyo, Kyoto, Japonya 1988 Munich, Almanya 1990 Vancouver, Kanada 1992 Cannes, Fransa 1994 Viyana, Avusturya 1996 Washington, D.C., ABD 1998 Santiago, Şili 2000 Londra, İngiltere 2002 Salt Lake City, ABD 2004 Bölgesel Toplantılar Tokyo, Japonya 1966 Caracas, Venezuela 1969 Rockford, ABD 1971 Salzburg, Avusturya 1973 Guatemala City, Guatemala 1973 Hillsdale, ABD 1975 Paris, Fransa 1977 Amsterdam, Hollanda 1977 Madrid, Spain 1979 Stockholm, İsveç 1981 Vina del Mar, Şili 1981 Vancouver, Kanada 1983 Paris, Fransa 1984 Sidney, Australia 1985 Indianapolis, ABD 1987 Christchurch, Yeni Zelanda 1989 Antigua, Guatemala 1990 Big Sky, Montana, ABD 1991 Prag, Çekoslovakya 1991 Rio de Janeiro, Brezilya 1993 Cape Town, Güney Afrika 1995 Cancun, Meksika 1996 Barcelona, İspanya 1997 Vancouver, Kanada 1999 Potsdam, Almanya 1999 Bratislava, Slovakya 2001 Chattanooga, ABD 2003 Hamburg, Almanya 2004 Özel Toplantılar Taipei, Tayvan 1978 Taipei, Tayvan 1988 Mont Pelerin, İsviçre 1997 Bali, Endonezya 1999 Goa, Hindistan 2002 Sri Lanka 2004 I Giriş 1978 yılı NATO Doruk Toplantısı, Washington’daki Kennedy Merkezi’nde büyük bir gösteriyle başladı. Merkezin ana salonunun sahnesinde upuzun bir masa vardı. Masanın ardında 15 sandalye ve onların ardında da borazanlı askerler. Ansızın borazanlar çalmaya başladı ve sahnenin iki yanındaki kapılardan hükümet başkanları çıktılar. Ağır adımlarla yürüyüp masadaki yerlerini aldılar. Ama aralarında ABD Başkanı Carter yoktu. Derken borazanlar upuzun bir marş çalmaya başladılar ve başladıkları gibi ansızın susuverdiler. Tüm salon sessizliğe gömüldü. Hoparlörlerden bariton bir ses yükseldi ve ABD Başkanının gelmekte olduğunu duyurdu. Masaya oturmuş olan tüm hükümet başkanları ayağa kalktılar. Carter küçük adımlarla sahneye girdi. Herkes tarafından alkışlanmasını kocaman bir gülücükle karşıladı. O sırada Amerikan TV’leri Carter’a değil diğer ülkelerin hükümet başkanlarına odaklanmışlardı. ABD Başkanı önünde ayağa kalkan Batılı liderleri gösteriyorlardı izleyicilerine. Az önce de tüm liderlerin sahneye girdikleri sırada NATO Genel Sekreteri Joseph Luns’a odaklanmışlardı. Luns, protokol yetkilisi sanıp borazancıların başındaki subayın elini sıkmaya kalkışmış, subay da uzun süre elini vermemekte direnmişti çünkü. Ayni anda masa başına da odaklanmıştı kameralar. Lüksemburg Başbakanı Thorn ile Kanada Başbakanı Trudeau yanlışlıkla ayni sandalyeye oturmaya kalkmışlardı. ABD TV’leri, Başkan Carter dışında diğer Batılı liderleri gülünç durumda göstermeye çabalıyorlar, bir hor görme oyunu oynuyorlardı sanki. Bir oyun da masa başında oynanıyordu. Oldukça düşündürücü bir oyun. Başkan Carter çok kısa bir açılış konuşması yaptı ve “Sözü, doruğun onur konuğu Türkiye Başbakanı Bülent Ecevit’e bırakıyorum” dedi. O anda tüm kameralar Ecevit’e döndü. Salondan da başdöndürücü bir alkış yükseldi. Sandalyesinde sürekli devinen ve gergin yüzüyle dikkat çeken Ecevit’in tikleri durdu, bedeni dinginleşti. Masadaki diğer liderler tedirgindi o sırada. İki hafta önce Ecevit, Londra’ydı ve yapılacak NATO doruğunda ABD’nin Sovyetler’e karşı bir güç çıkışı yapmak amacıyla Başkan Carter’ın Ulusal Savunma Danışmanı Zbignew Brzezinski tarafından kotarılan “Genel İlkeler Bildirisi” metnini eleştirmişti. Üstelik metin, “Çok Gizli” kaydıyla tüm üye ülkeler başkentlerine gönderilen bir belgeydi. Ama içeriğinden anlaşılan oydu ki, bu metinle Carter NATO doruğunda bir gövde gösterisi yapmak istiyor ve kendisini “yumuşak başkan” diye niteleyen Cumhuriyetçilere karşı bir iç politika hamlesi hazırlıyordu. Ecevit, Londra’da televizyona çıkmış, gazetecilere özel demeçler vermiş ve bu arada Brzezinski planına da göndermelerde bulunmuştu. “Bu öneri, Türkiye tarafından içinde bulunulan koşullarda kabul edilemez. Bir yandan ambargo sürdürülür öte yandan müttefik ülkeler öncelik vermeleri gerekirken hiçbir ekonomik destekte bulunmadıkları Türkiye’den dayanışmadan söz eden bir bildiriyi imzalamalarını bekleyemezler” demişti. Konuyu Washington’da tartışacaktı. Ecevit bununla da kalmamış, Londra’daki Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nde de konuşmuş ve “Dünya büyük ölçüde değişti, soğuk savaş günleri geride kaldı. Ancak Türkiye’nin savunma düzeni ve yapısı büyük ölçüde soğuk savaş yıllarına dayanıyor. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehditler de son yıllarda oldukça değişti. Örneğin artık Sovyetler Birliği’nin doğrudan, olası tehditi altında değiliz. Fakat başka köşelerden gelen gerçek tehditlerle karşı karşıyayız. Dolayısıyla ulusal savunma kavramımızı ve savunma yapımızı buna göre gerçekleştirmeliyiz” demişti. Bu sözler dinleyiciler üzerinde soğuk duş etkisi yapmıştı. 26 Nisan’da Ankara’ya gelmiş olan SSCB Genelkurmay Başkanı Ogarkov’un “Sovyetler, olanakları ölçüsünde Türkiye’ye yardımcı olma eğilimdedir” demecini anımsayanlar yerlerinde şöyle bir devinmişlerdi. Kimileri ise, Ankara’nın bu ziyaret ertesinde “Batı kampından ayrılmadan dış ilişkilerini çeşitlendirmek” adına Romanya, Bulgaristan ve Yugoslavya ile temas kurduğunu fısıldamışlardı birbirlerinin kulaklarına. Liderler bu nedenle tedirgindiler. Ecevit konuşmaya başlayınca hepsi rahatladı. Londra’daki demecinde NATO’nun gelişen dünya koşullarındaki rolünü irdeleyen sert sözcüklere hiç yer vermeyen bir konuşma yaptı. NATO’nun yalnızca askersel bir örgüt olmadığını, insan haklarına saygılı ve demokrasinin en önemli destekçilerinden biri olduğunu söyledi. Salondan yine büyük alkışlar yükseldi. Ecevit’ten sonra Genel Sekreter Joseph Luns söz aldı. Ecevit’e şöyle bir baktı ve “Ruslar güçleniyor, biz de daha etkin biçimde silahlanmalıyız” diye özetlenecek bir konuşma yaptı. Açılış töreni bitti. Ama Ecevit’in tikleri yeniden belirginleşmişti. Luns’a ve Carter’a kızgın bir bakış yöneltti yerinden kalkarken. O akşam, Amerikan gazetelerinin doruğa ilişkin manşetlerini görünce de dudağını ısırdı. “Doruktaki yönelim: NATO ülkeleri daha da silahlanmalıdır.” 31 Mayıs sabahının ilk saatlerinde, Ecevit ile Carter Beyaz Saray’da görüştüler. Konu, Kıbrıs’a müdahale ertesinde Türkiye’ye konulmuş olan Amerikan ambargosuydu. Carter’ın yanında Dışişleri Bakanı Cyrus Vance, Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Zbignew Brzezinsi, Dışişleri Danışmanı Paul Nimetz, Dışişleri Avrupa İşleri İşleri Müdürü Vest ve Brzezinki’nin yardımcılarından Paul Henze; Ecevit’in yanında da Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün, Savunma Bakanı Hasan Esat Işık, Dışişleri Genel Sekreteri Şükrü Elekdağ ve Washington Büyükelçisi Melih Esenbel vardı. Başlarda havaya bir gerginlik egemendi. Bir yıl önce Londra’da yapılan Demirel-Carter görüşmesinde “Siz bizim dediğimizi yapın, biz de sizin istediğinizi yapalım” şeklindeki ABD yaklaşımına Demirel’in öfkelenerek “Türkiye, Amerikan Federal Devleti’nin elliikinci eyaleti değildir” yanıtını verip masadan kalkmasını kimse unutmamıştı. Şimdi bunun daha ileri düzeyde bir tekrarından çekiniliyordu. Ama umulan olmadı. Görüşme ayrılan süreden daha uzun sürdü ve Carter, “Hiç merak etmeyin. Kongreden ambargonun kaldırılmasını yasallaştıracak tasarının geçmesinde kesin kararlıyım. Hatta kampanyayı yarın ben açacağım. Tüm gücümü kullanacağım. Dış politika gündemimizin bir numaralı sorunu artık ambargodur.” şeklinde konuştu. Ne ki Ecevit’in ambargonun kaldırılmasının Kıbrıs sorununun çözümü koşulana bağlanmamasını isteyen “Bazı koşullar konmamalıdır ama” sözlerini yanıtlamadı. Vance ile Brzezinski bakıştılar yalnızca. Görüşmeden hemen sonra Ecevit gazetecilere, “Başkan Carter ambargonun kalkması konusunda kararlıdır” diye demeç verdi ve ardından NATO toplantısına gidildi. NATO Genel Sekreteri Joseph Luns, “Önümüzdeki en önemli konu Uzun Vadeli Savunma Planlaması bildirisi üzerindeki anlaşmazlıktır.” sözleriyle açtı toplantıyı. Bildirideki çeşitli ülkeler tarafından yapılmış tüm itiraz maddeleri ABD’nin baskısıyla birer birer ortadan kaldırılmış yalnız Türkiye’ninki kalmıştı. Ankara bildiriye, ambargonun getirdiği kısıtlamalar kalkmadıkça ve müttefiklerince gerekli ekonomik yardım yapılmadıkça katılmayacağı notunu koymuş ve itirazında diretmekteydi. Türkiye’nin bu itirazı o ana değin tüm çabalara karşın değiştirilememişti. Ardına diğer 12 ülke liderini almış olan Luns, Ecevit’e döndü ve “Türkiye’nin sorunlarını gayet iyi anlıyoruz. Burada bulunan herkes ambargonun kaldırılmasını destekliyor. Bu itirazınızın bildiriye konulmasının hiçbir yararı olmayacak. Hepimiz bu itirazınızın kaldırılması için size çağrıda bulunuyoruz. Duygularınızı daha başka türlü yansıtma yolları bulunabilir” dedi. Ecevit yanıtladı: “Bizim sizler gibi 15 yıllık yükümlülük getiren bir programa imza atmamız gerçeklerle uyuşmuyor. Siz bunu yapabilirsiniz. Oysa biz içine düşürüldüğümüz durum karşısında bu hakkı kendimizde bulamıyoruz. Bir yandan ambargonun getirdiği kısıntılar öte yandan ekonomimizin gereksinmeleri. Ambargo kalksa bile ekonomik sorunlarımızı halletmeden uzun süreli programlara imza atamayız. Bizden bunu istemeniz gerçekçilik değildir.” Türkiye itirazında direniyordu. Salondaki hava olağanüstü gerginleşmişti. Luns yeniden konuştu. Ecevit yeniden yanıtladı. Tartışma uzadıkça uzadı. Birden, Almanya Başbakanı Helmut Schmidt sert bir devinimle koltuğunda doğruldu ve yüksek sesle konuşmaya başladı. “Sayın Ecevit, sizi yeterince tanıdığımı sanıyorum. Karamanlis’i de tanıyorum. Her ikinizin de iç sorunları var. Ama siz ambargo konusunda burada yeterince destek aldınız. Türkiye’nin savunmasının düzenlenmesi NATO içinde olmalıdır. Başka yerde değil. Ambargo konusunda haklısınız. Ama elinizdeki kartları da değerinden yüksek kullanmamalısınız. Israrınızdan vazgeçin!” Türk heyeti şaşırdı. Herşey bekleniyordu ama -özellikle CHP ve Ecevit iktidarına büyük sempati duyan- Almanya’nın bu denli sert ve katı bir çıkışta bulunabilecegi beklenmiyordu. Schmidt ortaya ağırlığını koymakla kalmamış adeta azarlamıştı Ecevit’i. Tüm heyet susmuş birbirlerine bakıyordu. Ecevit, gözlerini önündeki kağıtlara dikmiş, yüzündeki tikler alabildiğine artmış, baışını hiç kaldırmadan donmuşça duruyor, yutkunuyor ama herhangi bir şey söyleyemiyordu. O anda ABD Başkanı Carter yerinden kalktı ve salon boyunca yürüdü. Herkes Carter’in salonu terkedeceğini beklerken o Ecevit’in sandalyesinin arkasına geldi. Omuzlarını tuttu ve kulağına birşeyler fısıldadı. Ecevit’in tikleri yitti, donuk gözleri canlandı, sararmış yüzüne renk geldi. Carter yerine döndü ve oturdu. Yumuşak bir sesle konuştu: “Sayın Ecevit, size burada, tüm müttefik ülkeler liderleri önünde, ambargonun kaldırılması için yönetim olarak tüm gücümüzü kullanacağımıza güvence veriyorum. Bunun karşılığında da itiraz kaydınızı geri almanızı rica ediyorum.” Ecevit gülümsedi. O sırada Coşkun Kırca önüne bir not uzattı: “Ara isteyin.” Ecevit yine gülümsedi ve Luns’a döndü: “Sayın Başkan, isterseniz ara verelim. Bildiriye girecek olan maddeyi sizinle ben, isterse Başbakan Schmidt ve Başkan Carter’ın katılacakları kısıtlı bir toplantıda tartışalım.” Salonda bir rahatlık havası esti. Ecevit yan odaya geçti. Carter gelmedi. Vance, Schmidt ve Luns geldiler. Dört kişi kafa kafaya verip tartıştılar. 15 dakika için verilen ara bir saate yaklaştı. Sonunda bildiriye konulacak madde “Türkiye’nin Uzun Vadeli Savunma Planlaması’na katılması için müttefiklerin yapacakları yardım ve Türkiye’nin savunma gereksinmeleri üzerindeki mevcut kısıntıların kalkması çok önemlidir” şeklinde geçti. Salondaki tüm hükümet başkanları rahatlamıştı. Türkiye, “beklenildiği” ve “bilindiği” gibi yine “çark etmiş”ti. Beklenilmeyen tek şey Carter’in Ecevit’in omuzlarını okşaması, bilinmeyen tek şey ise kulağına ne fısıldadığıydı. Herkes Ecevit’in yüzüne bakıp bir şeyler algılamaya çalışırken o gözlerini yummuştu. Belki de şu anda, ikibuçuk ay önce, 12 Mart’ta İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında, Alman Sosyal Demokrat Parti Lideri Willy Brandt, İsveç Sosyal Demokrat Parti Lideri Olaf Palme, Şili Eski Cumhurbaşkanı Eduarda Frey, İngiltere eski Başbakanı Edvvard Heath, Endonezya Millet Meclisi Başkanı Adam Malik, Fransa eski Başbakanı Pierre Mendès France ve Portekiz Başbakanı Mario Soarez ile birlikte Le Mirador Otelinde yediği öğle yemeğindeydi. Hani bu yemekten sonra Bern’e geçtiği ve oradaki Türk işçileriyle konuşurken ABD yönetiminin Kıbrıs konusunda Türkiye ve Yunanistan arabulucuğuna soyunduğu tutumu “Gölge etmesinler başka ihsan istemem” şeklinde kınadığı günde. Belki de Mont Pelerin kasabasındaki örgütsel yapılanmanın kökenlerinde ve kendi kişisel bağlantılarındaydı… II Mont Pelerin’in Kuruluşu Mont Pelerin, İsviçre’nin Cenevre Gölü yöresinde ve Vevey’in kuzeyinde küçük bir dağ kasabasıdır. Montreux’ye çok yakındır. Ünü ne Chasselas, Dezaley, Chardonnay, Pinot Gris, Pinot Blanc, Riesling, Gewuerztraminer, Freisamer ve Muscat türü beyaz ya da Pinot Noir türü kırmızı üzümlerden üretilen Freiburg türevi şaraplardan ne de dağcılık faaliyetlerinden gelir. 1959 yılında yeniden örgütlenen papaların kişisel korumasını üstlenen İsviçre’de silah altına alınmışlardan oluşan Vatikan Birliği’nin bir albay komutası altındaki dört subay, yüz kadar astsubay ile teber muhafızlarının büyük çoğunluğunun bu yöreden oluşları da bu ünü fazlaca etkilemez. Midi dağ kesitinin ormanlık alanında ağaçlar arasında gizlenmiş Laclinic estetik cerrahi ve tıp merkezi olağanüstü zenginlerce iyi bilinir ama Mont Pelerin’in ününe katkısı yoktur. 1907 yılında açılmış olan ve gölün tüm görkemine egemen olarak genellikle toplantı ve konferanslar için hizmet veren Mirador oteli çok tanınmış bir tesistir ama yine de kasabanın ününe hizmet etmez. Olağanüstü leziz yerel ürünler ve şaraplar sunan Buvette du Défiran, Hostellerie Chez Chibrac, Hotel du Parc, Le Chalet de kendi çaplarında oldukça tanınmışlardır ama kasabanın ünü bunlarla da teyetlenmez. Kasabanın uluslararası ünü, kendisinin adını taşıyan Mont Pelerin Cemiyeti’nden gelir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Orta ve Doğu Avrupa’da birçok sosyalist devletin oluşmasıyla birlikte “Batı medeniyetinin bir çok değerlerinin risk altına girdiği” savını güden -içlerinde birkaç tarihçi ve çoğunlukla iktisatçılar egemen- 36 meslek grubundan oluşan bir grup başlarında Prof. Friedrich Hayek olmak üzere Mont Pelerin’de gözden uzak bir toplantı yaptılar. 1947 Nisan ayının başından 10. gününe dek süren görüşmelerden sonra bir “Hedef Raporu” hazırlandı. Raporda şu görüşler yer alıyordu: 1- Medeniyetin temel değerleri tehlikededir. O çok bilinen hukuk ve adalet dünya üzerinden silinmiş, haysiyetin temel ilkeleri ve insan hakları kaybolmuştur. Diğer değerler ise siyasetin sürekli ve artan tehdidi altındadır. Hakim güçlerin gelişmesi grubumuzun bireysel ve gönüllü hedefini yıpratıcıdır. 2- Sosyalistlerin- kendilerinki hariç; bir çok görüşü silip yok ederek, sadece kendilerine bir yer ve güç arayışında olarak azınlığın ayrıcalık istemesi ve dinini yayması gibi Batılı insanın elinde tuttuğu mevcut en değerli düşünce ve ifade özgürlükleri bile bugün tehdit altına girmiştir. 3- Giderek yoğunlaşan teorilerle tüm ahlaki normları yadsıyarak yoksayan ve yalanlayan bir tarihi bakış açısının gelişmesi ve desteklenmesi, geçerli kuralların büyüsünü bozmuştur. Bir süre sonra özel mülkiyete ve rekabet pazarına dair inancın terkini koşullayan bu yeni durum, özel mülkiyet ve rekabet kurumlarının kudret ve inisiyatifin olmadığı bir toplumu koşullayacaktır ki bu da özgürlük etkili bir şekilde korunamayacak demektir. 4- Bizler için esas olan ideolojik bir hareketin entelektüel argümanlarla karşılanması ve geçerli fikirlerimizin yeniden iddia haline getirilmesidir. 5- Kendi ilkelerimize inanan (özel mülkiyete ve rekabet pazarına inanç ve sosyalist gelişime karşı olarak azınlıkların ayrıcalık istemek ve dinini yaymak gibi Batılı insanın elinde tuttuğu mevcut en değerli düşünce ve ifade özgürlüklerini savunacak) insanları bir araya getirmek ve birbiriyle bağlantılandırmak için yeryüzünde hazırlık niteliğinde bir tarama yaparak onlarla aşağıdaki düşünceler çerçevesinde çalışmalar yürütmeliyiz. Temel ahlaki ve ekonomik kökenli değerleri geri getirmek için mevcut krizin yapısının araştırma ve analizini yapmak; Totaliter ve liberal düzenin farklarının daha net belirlenmesi için devletin görevlerinin yeniden tanımlanmasını sağlamak; Kişilerin ve grupların başkalarının özel hak ve özgürlüklerine zarar vermesine ve asalak bir güç haline gelmesine neden olacak kanunun kurallarının yeniden düzenlenmesi ve geliştirilmesi metotlarına izin vermemek; Pazarın inisiyatifi ve işlevi amaçlı çalışmalara düşmanlık oluşmasını önleyici asgari normlar düzenlemek; İman özgürlüğünün ilerlemesini önlemek için tarihin suistimal edilmesini de kullanan düşmanca kalkışımlara karşı savaşma metotları geliştirmek; Uluslararası düzeyde barışın ve özgürlüğün yaratılması ve korunmasını sağlamak için armonik (uyumlu) uluslararası ekonomik ilişkiler ve yapılanmalar kurulmasını sağlamak. “Hedef Raporu”nun yayınlanmasından sonra grup, kendi ilkelerine inanan…yeryüzündeki insanların bir kısmına bunun birer kopyasını gönderdi ve kendilerini “Mont Pelerin Society” olarak tanımladı. Her ne denli “Bir ortodoksi kurmak istemiyoruz, herhangi bir partiyi ya da siyasal tarafı desteklemek ve onlar adına propaganda yürütmek istemiyoruz. Tek hedefimiz dünyanın pazar ekonomisi tarafından yönlendirilen bir sisteme özgür toplum ilke ve pratiğiyle kavuşmasıdır” dendiyse de -ileride göreceğimiz üzerecemiyet katı bir ortodoks yapılanma içine girdi. 1947’den bu yana genelde Avrupa’da ama aynı zamanda ABD, Japonya, Avustralya ve Güney Amerika’da 32 genel ve 27 yerel toplantı düzenlendi. Katılımcı sayısı 50’den 500’e çıktı. 40 ülkeden, değişik yaş gruplarından ve neredeyse tümü ünivetsite çevrelerinden bir çok kadın ve erkeği çevresinde topladı. Üyeleri arasında yüksek devlet görevlileri, Nobel ödüllü bilimciler, iş adamları, gazeteciler ve kendi toplumları içinde felsefi açıdan izole olmuş ve cemiyetle ortak menfaat ve düşünceleri paylaşan kişiler dikkat çekti. Cemiyet toplantıları geleneksel olarak Eylül ayı başında ve genel olarak bir hafta süreli yapılır oldu. Zamanla, sivil toplum kuruluşlarının hedef belirleyiciliğine yönelen cemiyet, ille de genel ve yerel sorunlarda ortak bir yorum paylaşımının gerekli olmadığını, başat birlikteliğin devlet egemenliğinin yayılma, sendikal güçlerin tekelleşme ve enflasyonist ortamın sürekliliği konularını tehlike saymada oluşacağını vurguladı. Her ne denli Prof. Hayek cemiyetin adının Acton-Toqueville Society1 olmasını önerip ısrar ettiyse de ilk kuruluş toplantısının yapıldığı kasabanın adıyla anılması oybirliği ile kararlaştırıldı ve günümüze değin sürdü. Friedrich von Hayek Bir üniversite profesörünün oğlu olan Avusturya kökenli İngiliz iktisatçı Hayek, 1899’da Viyana’da doğdu. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Viyana Üniversitesi’nde okudu ve bu üniversiteden hukuk ve siyaset bilimi dallarında doktora ünvanı aldı. Kısa bir dönem kamu hizmetinde çalıştıktan sonra Avusturya İktisadi Araştırmalar Merkezi’nin ilk yöneticisi oldu. 1928 yılında yayınlanan “Konjonktür Dalgalanmalarının Parasal Teorisi” (Monetary Theory of The Trade Cycle) adlı kitabı ile iktisatçıların dikkatini çekti. 1931 yılında Londra Üniversitesi’ne istatistik ve ekonomi bilimleri profesörü olarak atandı. Hayek daha sonra Londra İktisat Okulu’nda görev yaptı ve bu görevini 1950 yılına kadar sürdürdü. 1952 ve 1962 yılları arasında Chicago Üniversitesi’nde sosyal ve ahlak bilimleri profesörü olarak görev yaptı. Hayek, 1930’lu yıllarda Keynezyen ekonomi teorilerini eleştirdi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru (1944) yazdığı “Kölelik Yolu” (The Road to Serfdom) adlı kitabında Amerika ve İngiltere’de sosyalizme doğru olan eğilimi eleştirdi. 1960’da yayınladığı “Özgürlüğün Anayasası” (The Constitution of Liberty) tümüyle ideolojik kitabında da sosyalizme yüklendi. “Kollektivist İktisadi Planlama” (Collectivist Economic Planning), “Saf Sermaye Kuramı” (The Pure Theory of Capital), “Bireycilik ve İktisadi Düzen” (Individualism and Economic Order) ve “Paranın Devlet Denetiminden Çıkarılması” (Denationalisation of Money) kitaplarında da yeni marjinal ve yeni liberal görüşlere ağırlık verdi. 1974 yılında İsveçli Gunnar Myrdal ile birlikte Nobel Ekonomi Ödülü’nü aldı. Thatcher başkanlığındaki İngiliz hükümetlerini en çok etkileyen kişi oldu. 1992 yılında Freiburg’da öldü. Yeni marjinalizm, marjinalciliği izleyen ve adından da anlaşılacağı gibi onu yenileyen bir akımdır. Bunun başını çekenler Ludwig von Mises, Friedrich von Hayek, Joseph Shumpeter, Oskar Morgenstern, Paul Samuelson gibi iktisatçılardır. Bunlar genellikle yarı marjinal yarı Keynesçi düşünceler öne sürmüşlerdir. Nesnel ekonomiye karşı tümüyle öznel bir ekonomi anlayışını öne çıkarmışlardır. Mevcut ekonomik düzenin savunucu ve tutucularıdır. Aralarında çok derin ayrılıklar bulunmasına karşın bunları bir araya getiren temel ölçüt, kapitalizmi savunmak ve büyük tehlike saydıkları sosyalizme karşı mevcut düzeni korumaktır. Örneğin W. Stanley Jevons, The Theory of Political Economy’sinde açıkça şöyle der: “Sayıları gittikçe artan ve örgütlenme güçlerini geliştiren işçi sınıfı…siyasal ekonomik özgürlüğümüzün gelişmesini durdurmaya yönelebilir. Bu yüzden, emeğin hiçbir biçimde değer yatratmadığını ortaya koyan bir kuram geliştirmeliyiz.” (4.Baskı, S.164-5) Yeni marjinalizmden yeni liberalizme sarmalananların önde giden iktisatçısı da Hayek’tir. Bilindiği gibi yeni liberalizm, Walter Lipmann’ın 1938 yılında Paris’te düzenlediği seminerlerle başlamıştır ve toplumculukla savaşmak için geliştirilmiştir. Mülkiyetin kutsal olduğu gibi metafizik savlara yaslanır ve piyasa rekabetinin ekonomik düzeni sağlayacağını savunur. Hayek, ölümünden bir yıl önce, 1991’de Margaret Thatcher Vakfı’nın kuruluşunda eylemli çabalar sarfetti. Thatcher’ın 1970’lerin ortasında başlayan İngiliz politika sahnesinde öne geçişinden 1990’a dek varan Başbakanlığını şekillendirip destekleyen Hayek, onun birçok konuşmasının da fikir babalığını yapmakla tanınır. Bunlardan önde gelenlerini olan “10 Numaranın Merdivenlerinde Dua”yı, “İktisadi Durgunluğun Derinlikleri”ni, “Avrupa Federalizmi Üzerine” Belçika ve İtalya Zirvelerindeki konuşmalarını, “Anglo-Amerikan İlişkileri”, Sovyet Televizyonu söyleşisini, Hoover Vakfı konuşmasını, “Avrupa’nın Hasta Adamı İngiltere” bildirisini ve Avrupa Politikaları Araştırma Merkezi (Centre for European Policy Studies - CEPS) konuşmasını Margaret Thatcher’ın sitesinde bulmak olanaklıdır. İktisat ideolojisinin en dogmatik ve saldırgan mezhebini oluşturan neo-liberalizmin 1980’lerde bir çığ gibi tüm dünyayı kaplamasının ardında Hayek ve denetimindeki liderler vardı. Bu dalga kapitalizmde de ciddi dönüşümlere yol açtı. Sosyal adalet amaçlı büyüme hedeflerinin gündemden kalkmasına, yeni bir Ortaçağ veya vahşi kapitalizm görünümü sunan malî sermaye birikimi rejiminin küreselleşerek toplumlara egemen olmasına vardı. Neoliberal söylem, yeni bir sınıf hegemonyasının küstah diliydi. ‘Hâkim ve düzenleyici piyasalar’ tehdidiyle, toplumun ekonomiyi denetleme ve yönlendirme talepleri bastırılıp, susturulmaya çalışıldı. Bu hegemonyanın oluşumunun önde gelenlerinden -gerçekte başını çeken- Hayek, ayni zamanda Mont Pelerin Cemiyeti üzerinden dünyaya egemenleşen çeşitli örgütlerin de kuruluşunu denetleyen, kuramlaştıran ve destekleyen bir yapılanma oluşturdu. Hayek’in Ardılları Hayek’ten sonra Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığını sırasıyla şunlar yapmıştır: Prof. Wilhelm Ropke (İsviçre: 1961-62) Prof. John Jewkes (İngiltere: 1962-64) Prof. Friedrich Lutz (Almanya: 1964-67) Prof. Bruno Leoni (İtalya: 1967-68) Prof.Guenter Schmolders (Almanya: 1968-70) Prof. Milton Friedman (ABD: 1970-72) Prof.Arthur Shenfield (İngiltere: 1972-74) Prof. Gaston Leduc (Fransa: 1974-76) Prof. George Stigler (ABD: 1976-78) Prof. Manuel Ayau (Guatemala: 1978-80) Prof. Chiaki Nishiyama (Japonya: 1980-82) Lord Harris of High Cross (İngiltere: 1982-84) Prof. James Buchanan (ABD: 1984-86) Prof. Herbert Giersch (Almanya: 1986-88) Prof. Antonio Martino (İtalya: 1988-90) Prof. Gary Becker (ABD: 1990-92) Prof. Max Hartwell (İngiltere: 1992-94) Prof. Pascal Salin (Fransa: 1994-96) Dr. Edwin J. Feulner (ABD: 1996-98) Dr. Ramon P. Diaz (Uruguay: 1998-2000) Prof. Christian Watrin (Almanya: 2000-02) Prof. Leonard P. Liggio (ABD: 2002-04) Bu yöneticiler arasından eylemleriyle en çok dikkat çekenlere lişkin bilgiler aşağıdadır. Wilhelm Röpke 1889’da Hannover’de doğan Alman iktisatçı Freiburg Ünivetsitesi’nde profesörken Nazilerin baskısı sonucunda 1933’de Türkiye’ye geldi ve İstanbul Üniversitesi’nde İktisat ve İçtimaiyat Enstitüsü’nün (bugünkü İktisat Fakültesi) kuruluşunda başat rol oynadı ve ilk yöneticiliğini yaptı. Bu arada “Konjonktür ve Buhranlar” ile “Çağımızın Toplumsal Buhranı” kitaplarını yayınladı. Sonradan İsviçre yurttaşlığına geçti ve 1966 yılında Cenevre’de öldü. (Kapitalizm ve Emperyalizm üzerine Marburg’da başlayıp İstanbul’da tamamladığı çalışmasını internet üzerinde bulmak olanaklıdır.) John Jewkes 1902 - 1988 yılları arasında yaşadı. İktisat profesörlüğü döneminde “Kamu ve Özel Girişim” ile “Keşfin Kaynakları” kitaplarını yazdı. Hayek’in “Kölelik Yolu”nun (The Road to Serfdom)2 en ateşli savunucusu idi. Merton College Oxford’da ders verdiği süreçte tüm çalışmalarını Almanya’nın Freiburg şehrindeki Albert Ludwig Üniversitesi’nde 1930’lu ve 1940’lı yıllarda öne çıkan Alman neo-liberalizmi ya da ORDO liberalizminin (Freiburg Okulu’nun düşünürleri genelde ORDO liberalleri adıyla anılır) teorik temellerini oluşturan Ekonomik Düzen Teorisi’nin (Ordnungstheorie) geliştirilmesine odaklamıştır. 1873 yılında Jardine Matheson firması tarafından kurulan ve en büyük hissesi Rothschild ailesine (İngiliz kraliyet ailesinin de hissesi bulunmaktadır) ait olan Rio Tinto şirketinin Mont Pelerin Cemiyeti’nin önemli finansörlerinden olmasını sağlamıştır. Bilindiği gibi bu şirket Bilderberg, Royal Institute of International Affairs - RIIA ya da Chatham House ve CFR’ yi finanse eden kuruluşlar arasındadır da. Öte yandan, bu şirketin kurucusu Jardine Matheson, 1800’lü yılların başından itibaren Türkiye’den Çin’e “afyon” ticareti yapan bir firmadır. 1837 Paniği’nde diğer afyon tüccarları Russel ve Perkins firmalarının zor duruma düşmeleri ve Rothschild’lara başvurmaları üzerine, Jardine Matheson, Russel Co. ve Perkins Co. birleştirilerek Rothschild ailesine ait J.P. Morgan denetiminde afyon karteli oluşturulmuştur. 1839 yılında Çin ile İngiltere arasındaki Afyon Savaşı’nın Çin’in mağlubiyeti ile sonuçlanması üzerine Hong Kong İngilizlere bırakılmış burada, Rothschildler tarafından kurulan Hong Kong Shangai Bank Corporation (HSBC) afyon ticaretini finanse etmeye başlamıştır. Jardine Matheson firmasının afyon ticaretinden kazanılan parası ile kurulan Rio Tinto, bugün dünyanın en büyük maden firması olup, tek başına dünya maden üretiminde % 12.5’lik pay ile birinci sıradadır. İkinci sırada % 11’lik pay ile yine İngiltere merkezli Anglo American Corp., üçüncü sırada % 8’lik pay ile yine İngiltere merkezli BHP Billiton Ltd. gelmektedir. Türkiye’nin tüm maden üretiminin dünya üretiminde % 0.9’luk bir paya sahip olduğu dikkate alınırsa firmaların büyüklükleri anlaşılır. Billiton/BHP firması Royal Deutch Shell’e ait olup, Shell ise Rothschild ailesinin kontrolündedir. Anglo American Corp.(AAC), Oppenheimer ailesinin kontrolünde olup, Rothschild ailesinin De Beers kanalıyla payı bulunmaktadır. AAC’ nin % 37’si De Beers’e, De Beers’in % 34’ü AAC’ ye aittir. Her üç firmada ayrıca kraliyet ailesinin payları bulunmaktadır. Rio Tinto, 2001 yılında eroinin serbest bırakılması için ciddi miktarda paralar harcamaıştır. Avustralya’da bazı kiliseler bünyesinde oluşturulan Tolerance Room’larda (Hoşgörü Odaları) haftanın belli gün ve saatlerinde isteyenlere düşük miktarda eroin enjekte edilmektedir. T-Room’ların masraflarını karşılayanlar ve lobi çalışmalarını destekleyenler arasında Rio Tinto da vardır. Diğer destekçiler, Westpacbank, ANZBank, NABank gibi Rio Tinto’nun kurumsal yatırımcılarıdır. Allen douglas, Prens Charles’e ait Queen Truest firmasının da bu çalışmayı desteklediği belirtmektedir. Yukarıda sayılan üç firma ve diğer firmalarla birlikte İngiltere dünya madenlerinin yaklaşık % 50’sini tek başına kontrol etmektedir. Bu durum altın, gümüş, elmas gibi kıymetli madenlerde % 100’e yaklaşmaktadır. Özlem Akarsu, Ayşegül Akay, Nermin Aşkın, Zeynep Atalay, Sibel Avgören, Duygu Bayri, Emine Çapar, Sadettin Dikmen, Özlem Dilek, Tarık Eararslan, Abdülkadir Eşsiz, Cem Güden, Bekir Hökelek, Sibel Koç, Borga Küçükkayalar, Nihat Özer3 Aylin Ögzüner, Oğuz Polattaş, Ankhsaikhan Sainjargal, Aykut Sezgin, Umut Tellici, Çiğdem Yalçınkaya ve Nur Nilay Yılmaz tarafından ortaklaşa hazırlanan Bor Madeni Projesi’nde belirtildiği üzere “Türkiye’de altın, gümüş, trona, bakır, çinko, nikel, plütonyum v.s. maden aramaları yapan ve yatırım için MAI, MIGA, Endüstriyel Bölgeler Yasa Tasarısı gibi düzenlemelerin yapılmasını bekleyen firmaların tamamı sonuçta İngiltere’de yerleşik firmaların kontrolündedir. Kanada ve Avustralya’da yerleşik maden firmalarının tamamı da bunların denetimindedir. Owens Corning, Eti Holding’in en büyük müşterisidir. Yıllık bor alımı 200.000 tona kadar çıkmaktadır. Tamamen ham bor almaktadır. Owens Corning aldığı borların bir kısmını kendi ihtiyacında kullanmakta, büyük çoğunluğunu ise Amerika’nın doğusuna ve Uzakdoğu’ya alt kuruluşu American Borate Company (ABC) kanalıyla pazarlamaktadır. ABC aynı zamanda ABD’deki Billie bor madenlerinin sahibidir, ancak Türkiye’den daha ucuza bor temin ettiği için bu madeni işletmediği hususu DPT ihtisas komisyonu raporlarında yer almaktadır. Türkiye’den alınan bor, ABC ürünü gibi pazarlanmaktadır. Owens Corning’in kurumsal ortakları; Goldman Sachs, Credit Suisse First Boston, J.P.Morgan Chase Manathan, First Chicago Capital, Bank America, Citicorp, Merrill Lynch/HSBC firmalarıdır. Owens Corning ile Rio Tinto aynı sermaye grubuna aittir. PPG Industries firması Türkiye’den yıllık 100.000 ton dan fazla ham bor almaktadır. Eti Holding’in Owens Corning ve Degussa’dan sonra üçüncü büyük müşterisidir. Firmanın ortakları, Capital Research and Management Company, Barclays Bank, Morgan Stanley, J.P. Morgan Chase Manhattan, Aim Funds, Putnam/Rothschild Investment, State Street Corp., Mellonbank, Wellington Management, Lazard Freres firmalarıdır. J.P. Morgan Chase aynı zamanda Rio Tinto’nun ortağıdır. Barclaysbank ve Lazard Freres ile Rothschild ailesinin bağları, Putnam’ın doğrudan Rothschildlere ait olduğu dikkate alındığında PPG’ nin de Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna ait olduğu anlaşılır. Ayrıca Chase Manhattan’a ait olan FMC, Eti Holding’den zaman zaman ham bor almaktadır. Rockefeller’e ait Chase Manhattan, Rio Tinto’nun ikinci büyük kurumsal ortağı olduğu gibi Rothschild ailesinin kontrolündeki J.P. Morgan ile birleşerek J.P. Morgan Chase adını almıştır. FMC’ nin alt kuruluşu olan FMC Foret’e bağlı Euromin firması ayrıca bor almaktadır. FMC’ nin kendisi de bor üreticisidir. Türkiye temsilcisi Bortaş firması Rio Tinto birlikte arama yaptıkları ifade edilmektedir. Etibank’ın 1993 yılında açtığı trona ihalesine Rio Tinto ve FMC beraber girmişlerdir. Borade kanalıyla kendisine satış yapılan St.Gobain firmasında Rothschild & Cie.nin hissesi bulunmaktadır. Temmuz 2000’de St. Gobain, Rothschildlerden 1 milyar sterlin kredi kullanmıştır. Bir Rothschild firması olan Suez Lyonnaise des Eaux’in Saint Gobain’de hissesi bulunmaktadır. St. Gobain’in de bu firmada hissesi vardır. US Borax/Rio Tinto tarafından Hindistan’da kurulan Borax Morarjı firması halen Eti Holding’in bu bölgedeki en büyük müşterisidir. Harris Chemical, 1996 yılında zor duruma düşünce, bor ve trona üretim şirketleri olan İtalya’daki Lardarello ve Amerika’daki North American Chemical Company-NACC firmalarını satılığa çıkarır. Rio Tinto, bu firmaları IMC Global aracılığı ile satın alır. Tabii önce IMC Global’e TWX kanalıyla ortak olur. Rio Tinto’nun kontrolündeki Lardarello, kendisinin ürettiği ve Eti Holding’den aldığı ham borlarla Eti Holding’in Asit Borik ve Perborat ürünlerinde rakibi olmaya devam eder. NACC Amerika’daki ikinci büyük bor üreticisidir. NACC ve Lardarello’nun yeni ismi IMC Chemical olmuştur. IMC Chemical’in % 60’ı Citicorp Venture Capital’e (CVC) satılmıştır. CVC, trona üretiminde 4.3 milyon ton kapasite ile ikinci sıradadır ve trona konusunda da Eti Holdingin rakibidir. Rothschild ve Rockefeller ortaklığı olan Citicorp aynı zamanda Rio Tinto’nun kurumsal ortakları arasındadır. Yine Rothschildlerin İtalya ayağı olarak bilinen ve Vatikan’ın parasını birlikte işlettikleri Ferruzzi ailesine ait Montedison gruba dahil Ausimont, Eti Holding’den ham bor almaktadır. Montedison gruba dahil Central Soya firması ile Soros4 kanalıyla Rothschild ailesine bağlı olan Marc Rich arasındaki ilişkinin boyutları oldukça ileri düzeyde ve kara para aklama şeklinde olduğu basına yansımıştır. Marc Rich, (Marc Rich Co., Glencore, Novarco, Clarendon, Stelser ve diğerleri ile) Eti Holding’in bor dışındaki ürünlerinde en büyük müşterisidir. Eti Holding’in ikinci büyük müşterisi, Etimine kanalıyla 150.000 tona yakın ham bor sattığı, Degussa Golschmitd AG firmasıdır. Degussa, Golschmitd ailesinin kontrolündeki E.ON gruba dahil bir firmadır. Degussa’nın % 51 hissesine sahip olduğu Aktivseurtoff firması doğrudan Eti Holding’den 30.000 ton civarında bor almaktadır. Çevre felaketleri ile tanınan Nukem Nuclair firmasına Rio Tinto ve Degussa ortaktır. E.ON gruba dahil Stinnes firmasının alt kuruluşu Frank & Shulte firması Quiborax firmasının dünya çapında yetkili pazarlamacısıdır. Yine bu gruba dahil RAG firması ile Rio Tinto, Glencore, Anglo American Corp., Billiton/BHP kömür karteli oluşturmuşlardır. Rio Tinto ve E.ON iç içe firmalardır. E.ON Almanya’da yerleşik olmasına rağmen Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna dahildir ve ayrıca bir çok ortak yatırımları vardır. Özelleştirme kanalıyla alınan VEBA ile VIAG’ın 2000 yılında birleşmesi ile E.ON doğmuştur. RAG’ın uranyum ihtiyacı Rio Tinto ve İran Devletinin ortak olduğu Rossing Uranium tarafından karşılanmaktadır. İlginç olan, Rio Tinto’nun sahiplerinin İsrail devletini kuranlar olmasıdır. Rio Tinto, Namibya’daki dünyanın en büyük uranyum tesisine İran Devleti ile ortaktır ve halen İran’ın uranyum ihtiyacını karşılamaktadır. İsrail ise Türkiye’ye İran’ın nükleer tehdidine karşı savunma şemsiyesi oluşturmayı teklif etmektedir. Aynı tezgahı 1800’lü yılların sonunda demiryollarının yapımı ile kurmuşlar ve bunda da başarılı olmuşlardı. Şöyle ki; bu yıllarda demir çelik sektörü ile Avrupa’da ve Amerika’da demiryolu işletmeciliği Rothschildlerin kontrolünde idi, demiryolu inşasında kullanılacak demirler bu firmalardan temin ediliyordu. Örneğin Katowiçe Demir Çelik İşletmesi) Rothschildler bir taraftan demir satarken diğer yandan demiryollarının çevresinde başta madenler olmak üzere bir çok imtiyazlar elde ediyorlardı. Ayrıca, demiryollarının finansmanını da sağlıyorlardı. Böylece bir taşla bir çok kuş vuruyorlardı. Bu durum onlara siyasi güç de sağlıyordu. Bir taraftan İran’a uranyum satarken diğer yandan Türkiye’ye silah satmak, hem her iki tarafı kendine bağlamak hem de kendi çıkarlarını maksimize etmek, iyi iş doğrusu. Rio Tinto, aynı zamanda İran’ın Dhakhasan bölgesinde altın bulmuş ve yatırım aşamasına gelmiştir.5 Friedrich A. Lutz Freiburg Üniversitesi’nde Walter Eucken’in asistanı olarak çalışmıştır. 1968’de Chicago’da yayınladığı The Theory of Interest kitabı Milton Friedman’ın övgüyle andığı yapıt olmuştur. Ancak Lutz, hiçbir zaman ön plana çıkmayı yeğlememiştir. 1964-67 yılları arasındaki Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığı sürecinde Herbert Marcuse6 ile yakın ilişkisi olmuştur. Yine Lutz’un örgütün desteğiyle Amerika’da oluşturulmasını sağladığı Christendom College kurumu, ABD içindeki en uç dinci grup olan Virginia Piskoposluk bölgesi grubunu denetlemektedir. Lyndon LaRouche’un deyişiyle “Bu pisliğin başında eskiden FBI’ın başında bulunmuş iki aynı Sienalı Azize Catherine’ler (14. y.y. İtalyan mistiği ve Hıristiyan birliği eylemcisi) var. Bunlar ABD Yüksek Mahkeme Yargıcı Antonin Scalia ve şimdi suçlanan eski FBI ajanı Robert Hanssen. Bu grubun ideolojisi açıkça Carlist (18.-19. y.y.larda İspanya’daki taht kavgalarında ortaya çıkan aşırı muhafazakar ve kiliseci akım) türü bir faşizm ve Hıristiyan teolojisinin Gnostik sapkınlık dediği türden dini görüşlerle küresel egemenliktir. Bu hizbin en sıkı müttefiki “Hıristiyan Siyonistler” (yani George W. Bush’un da tarikatdaşı olduğu Evanjelistler) denen bir seri grup olup, bunlar siyasi olarak Profesör William Yandell Elliott’un Nashville Çiftçileri’nin etrafında toplanmışlardır. Bu “Hıristiyan Siyonistler” birliği ve Christendom College ittifakı tek konularda birlik temelinde örgütlenmiştir. Her ikisi de ABD hükümetinin derin unsurlarıyla ilişkileri açısından dikkat çeker; örneğin genelde adalet Bakanlığı ya da özelde FBI gibi. Bu dini kurumlar hükümet içindeki ilgili fraksiyonların siyasi kapatmalarıdır.” Bruno Leoni 1913-1967 yılları arasında yaşadı. Pavia Ünivetsitesi Profesörüydü. Parasal özgürlük ve yasal olarak güvenceye alınması konusunda çalışmalar yaptı. “Libertar toplum” konusundaki çalışmaları ve bireyin topluma üstünlü tezini Amerika’da Indianapolis’te verdiği bir dizi konferansla geliştirdi. “Devletin Parasal Alandaki Güç ve Yetkilerinin Sınırlandırılması” konusundaki görüşlerini “Parasal rejim, öncelikle kamunun beklentilerini yöneten bir sistemdir. İkinci olarak ise, bu rejim parasal otoritelerin kamunun beklentilerini karşılayacak şekilde davranmasını sağlar. Kısaca, bu politika kamunun ihtiyaçlarını karşılayacak uygulamaların yapılması amacını güder. Bu kapsamda nominal toplam talep miktarında meydana gelecek yığılmayı engelleyecek bir politika dizayn edilir. Örneğin; enflasyon üzerinde bir etki yapmaksızın büyük oranlarda artış gösteren işsizlik veya daha farklı beklentilere bağlı olarak, işsizlik üzerinde bir etki yaratmaksızın enflasyonu düşürebilen bir politika söz konusu olabilir. Rejimlere göre ekonomik davranışlar değiştiğinden, her bir rejim için farklı bir makro-model seçilir. Farklı parasal rejimler farklı makro-ekonomik davranış yolları gösterecektir. Farklı parasal rejimler açısından mali ve parasal otorite için davranış kurallarını da seçmemiz mümkündür. Bu seçimin, gerçekleşmesi istenilenden daha fazla veya daha az makro-ekonomik performans gösteren sistemleri içermesi de mümkündür. Anayasal rejim, karar birimlerinin diğer rejimlere göre daha kısa vadede uyguladıkları bir rejimdir. Bu rejimi aşmak çok önemlidir. Anayasal yaptırım sabit kambiyo oranını korumak için gereklidir. Örneğin dış kaynaklar yeterli olduğunda, çok fazla geniş kapsamlı bir politika uygulanmaz Parasal anayasaların birçoğunda gözden kaçan hükümler bulunur. Mesela altın standardı uygulamasında, konvertibilitenin geçici olarak bir süre için uygulanmadığı bankaların kriz anında veya bir savaş durumunda bu durum aynı şartlar altında tahmin edilen sonuçları paradoksal olarak birbirinden ayırabilir. Fakat mevcut politikanın sonuçları kamunun bu konudaki tepkisine ve yorumuna bağlıdır. ABD Anayasası burada tartışılan önerilerin gerçekleştirilmesi bakımından çok büyük bir engel teşkil etmez. Fakat kısa dönemde kişisel karar verme yetkisine getirilen sınırlamanın derecesi, genel seçimle belirlenen ve iki kısma ayrılan sözleşme ile kanun koyucunun arka arkaya belirlediği iki kısım oy çoğunluğu yoluyla - Avrupa Anayasalarında olduğu gibi - davranışlar anayasal metinlerde düzenlenip değiştirilmelidir. Yapısal yönetim para piyasasına bırakılmalıdır” şeklinde formüle etti. Leoni, 1960’ların ortasında Çin üzerine geliştirdiği bir tezinde de, ülkenin “komünist baskıdan kurtulma ve yeniden gelişmeye açılması için izlenecek temel yol Taoizmin antiotoriter mistisizmine geri dönüşe bağlı” olduğunu öne sürüyordu. Bugün İtalya Torino’da bir Bruno Leoni Enstitüsü kurulmuştur. Enstitü 1981’de Antony Fisher tarafından kurulmuş görünen Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı tarafından desteklenmektedir. Sloganı “Dünyaya Özgürlük Getirir” olan ABD Arlington merkezli Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı (Atlas Economic Research Foundation) Türkiye’ye hiç de yabancı değildir. Son süreçte hızla bitiveren “Liberal Düşünce” kuruluşları bu vakıfla iç içedir. Örneğin Liberal Düşünce Topluluğu bunlardan en önde gelenidir. Bu dernek, kendi tanımlamaları ile “26 Aralık 1992’de Ankara’da informel bir şekilde tesis edildi. Kuruluşunu ise 1 Nisan 1994’te tamamladı ve bu tarihten itibaren faaliyetlerine resmen başladı. Topluluğun amacı, çağdaş medeniyetin temelinde yatan fikri geleneklerin Türkiye’de tanıtılmasını temin etmek; piyasa ekonomisi, etik, özgürlük, insan hakları, adalet, barış, eşitlik, hoşgörü, hürriyetçi demokrasi gibi, insanların güven, düzen ve refah içerisinde yaşamasını sağlayan değerlerin ve kurumların anlaşılmasına ve benimsenmesine yardımcı olacak çalışmalar yapmak; vatandaşlarımızın düşünme ve muhakeme kabiliyetlerini geliştirmek için başvurabilecekleri fikrî, felsefî, emprik kaynakların oluşumuna katkıda bulunmak; dernek amaçlarına uygun araştırma ve inceleme faaliyetlerinde bulunan kimselere maddî ve manevî destek sağlamak ve buna benzer faaliyetlerde bulunmaktır. Topluluk, ayrıca bu doğrultuda Türkiye’nin temel problemlerine liberal ilkelerle bağdaşan çözüm yolları bulmayı ve kamu politikasının oluşturulmasında etkili ve yetkili odakları yeniden eğitmeyi ve bilgilendirmeyi hedeflemektedir.” Ankara Maltepe’de kurulu derneğin Başkanı Gazi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Atilla Yayla’dır. Yayla, Zaman gazetesine de yazmaktadır. Liberal Düşünce Topluluğu, 15-17 Eylül 1996’da İstanbul’da 28. Uluslararası Atlas Toplantısı’nı gerçekleştirmiştir. Bu toplantıya Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı ve Friedrich Naumann Vakfı katılmıştır. Toplantı katılımcıları arasında Atlas Ekonomik Araştırma Vakfı Başkanı Alejandro Chafuen, Friedrich Naumann Vakfı’ndan Wilhelm Humman, Hardy Bouillon, Dan Peters, Dr. Fred Singer, Imad Ahmad, Antony Sullivan, Judge Ricardo Rojas, Detmar Doering, Deepak Lal, Zef Preci, Claudio Doltu, Barun Mitra, Beyong Ho Gong, Maria Ghersi, Cüneyt Ülsever, Prof. Vural Fuat Savaş, Eser Karakaş, Osman Okyar, Mehmet Aydın, Serdar Aktan, Burhan Ghalioun, Hüseyin Sak, Orhan Morgil, Özlem Çağlar, Sibel Yaman, Gözde Ergözen ve Ataç Ünlü de vardır. Bu toplantıdan bir süre sonra Prof.Dr. Atilla Yayla’ya, Mont Pelerin Cemiyeti’nin 3-6 Nisan 2004’te Hamburg-Almanya’da düzenlenen Bölgesel Toplantısına katılıp “Süper Devletler, Küçük Devletler ve Özgürlük - Super States, Small States an Freedom” başlıklı bir tebliğ sunarken rastlarız. (Bu tebliğin geniş bir özetini Ekler Bölümü’ne aldık.) Liberal Düşünce Derneği’nin yöneticileri arasında ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. İhsan Dağı ve Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Mustafa Erdoğan da vardır. “Liberal Düşünce Topluluğu aktif politikayla ilgilenmemektedir. Partilere karşı bağımsızdır. Bir fikir grubu olarak faaliyet göstermektedir. Topluluk bu çerçevede özgürlüğe, piyasa ekonomisine, insan haklarına, liberal demokrasiye inanan, bunu fikrî veya meslekî çalışmalarıyla kanıtlamış, bu değerlerin ve kurumların gelişmesi ve yaygınlaşması için entellektüel düzlemde mücadele etmeye istekli, kabiliyetli ve verimli insanları bünyesinde toplamaya yönelmektedir” ama yukarıda adı sayılan yöneticilerinin bir diğer ortak noktaları ise yazı ve çalışmalarında AKP hükümetini desteklemeleridir. Topluluk, Avrupa Komisyonu’nun katkısı ile “Dinlerarası İlişkiler: Seküler ve Demokratik Bir Sistemde Barış İçinde Varoluş”, “Yasal ve Sosyal Çerçevede Türkiye’de İfade Hürriyeti: Sınırlamalar, Tavsiyeler ve Teşvikler”; Uluslararası Serbest Teşebbüs Merkezi (Center for International Private Enterprise) CIPE’nin katkısı ile “Yasama Danışmanlığı Hizmeti” ve “İslam, Sivil Toplum ve Piyasa Ekonomisi”; Merkezi Hollanda Den Haag’da Postbus 16440 - 2500 BK adresinde bulunan ve amacı 3.dünya ülkelerindeki sosyal amaçlı projelere destek vermek olan, finansmanı Avrupa Birliği tarafından sağlanan CORDAID’in katkısı ile “Dernekleşme Özgürlüğü” gibi projeler yürütmektedir. Son olarak liberalist düşüncenin önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Hans Herman Hoppe’yi 13-23 Mart 2005 tarihleri arasında Türkiye’ye getiren topluluk, Ankara, İstanbul ve İzmir’de hem Bahçeşehir, Yaşar, Fatih ve İstanbul Üniversitelerinde konferanslar verdirdi ve hem de danışma ve tartışma toplantılarına katılımı sağladı. Öte yandan topluluk, yine bu yıl, iktisatçılar ile siyaset bilimciler ve hukukçular kongreleri birleştirerek 14-15 Mayıs 2005 tarihinde Ankara’da -Demokrat Parti’nin iktidara gelişinin 55. yılı nedeniyle- “Özgürlük ve Demokrasi” başlıklı ortak bir kongre toplayacaktır. Milton Friedman 1976 yılı Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Friedman, New York’ta doğdu. Babası ve annesi, ABD’ye göç etmiş ve orada konfeksiyon işçisi olmuşlardı. Ailesi ona, Rutgers Üniversitesi’nde okuma olanağı verdi. Bu üniversitede, Friedman en fazla Arthur Burns’un etkisi altında kaldı ve ondan ampirik çalışmayı öğrendi. Hayatının daha sonraki dönemlerinde her teoriyi ve her iktisat politikası önerisini istatistiki teste tabi tuttu. Friedman, master derecesini Chicago Üniversitesi’nden, doktorasını 1946’da Columbia Üniversitesi’nden aldı. Ardından, hocalığa başladı ve kısa zamanda “Chicago Okulu”nun en önemli üyesi oldu. “A Monetary History of the United States” adlı kitabıyla dikkat çekti. Kitabın en önemli konusu, özellikle, müdahale edilmediği koşullarda piyasa ekonomisinin çok iyi işlediğiydi. Burada Keynesçi iktisadın iki önemli ilesine de karşı çıktı. Birinci ilke, devletin yol gösterici eli olmadan piyasa ekonomisinin istikrarsız olduğu, ikincisi ise, para politikasının Büyük Depresyon’da uygulanmış olmasına rağmen, olumlu bir sonuç vermediğiydi. Friedman, devletin para politikasına karışmamasını savundu. Ona göre, devletin ulaştırma, gelir vergisi, eğitim ve tarımsal sübvansiyonlarda, konut programları yolu ile yaptığı müdahaleler, olumlu sonuçlardan çok olumsuz sonuçlar yaratmıştı. Serbest rekabet piyasası çok daha olumlu sonuçlar verirdi. Friedman’ın da üyesi olduğu Chicago Okulu, adını üyelerinin çoğunun Chicago Üniversitesi’nden olmasından dolayı almış ve 1930’lardan bu yana.... bir liberal iktisat ekolü olmuştur. Monolitik bir bütün olmamakla beraber iktisat düşüncesinde iz bırakmış ve Nobel ödüllü iktisatçılar yetiştirmiştir. En önemli isimleri F. Knight, M. Friedman ve R. Posner’dır. Knight, ekonomi çalışmalarında teknik hususlarda yoğunlaşmak yerine felsefi ilkeleri kavramanın önemine dikkat çekmiştir. Ona göre toplumdaki grupların çıkarları kaçınılmaz olarak bir ölçüde çatışma içindedir ve Marksizmin öngördüğü tümüyle ahenkli bir sosyal düzen projesi sadece felaket yaratır. (Tabii sermaye düzeni bakımından.) Değer, tamamen bir sübjektif sorundur. Kaynağın çeşidi insanların tercihleridir. Bu nokta üzerinde odaklanan James Buchanan -Knight’ın öğrencisi- 1986’da iktisatta Nobel ödülü kazanmış ve daha sonra Mont Pelerin Cemiyeti yöneticiliği yapmıştır. Chicago Okulu’nun en ünlü ismi Friedman’dır. Knight gibi o da kapitalizmi savunurken doğal haklara müracaat etmez. Ona göre, özgürlük ve refah istemede sorun ahlaki değil, olgusal bir sorundur. Bu sorunun yanıtı serbest piyasanın işleyişinde yatmaktadır. Keyfi müdahaleye maruz bırakılmamış bir piyasa ekonomisi özgürlük ve refahı sağlayacaktır. Piyasaya müdahale ise özgürlük ve refahı geriletecektir. Friedman, asgari ücret yasalarının işçilerin refahını geliştirmeyeceğini işsizliği arttıracağını da savunmuştur. Keynes’e soğuktur. Para arzının sabit bir kurala göre daimi olarak genişletilmesini destekler. Friedman’ın bir diğer yanı da, 1950’lerde başlayan ve 1960’lı yıllarda kendi öncülüğünde Chicago Okulu tarafından geliştirilen ve kaynağını Klasik Miktar Kuramı’ndan alan anti-Keynes’çi bir tepki olan Monetarizm’i öne çıkarmasındadır. Klasik görüşün yeni bir ifadesini oluşturur ve paraya, kişilerin mal varlıkları içinde diğer varlıklar gibi yer verir. Parasal varlıklar ile diğer menkul ve gayrimenkul varlıklar arasında kurulmuş olan dengenin sürdürülmesi için çaba harcandığını varsayan Monetaristlere göre, eğer bu denge bozulursa, yani ekonomik birimlerin portföyleri içinde yer alan para miktarı, arzulanan para miktarından farklı olursa, ekonomik birimler, reel ya da finansal aktifler satarak veya satın alarak bu duruma tepki gösterirler. Böylece bütün portföyün ya da malvarlığının yeniden dengeye gelmesi (optimum aktif dağılımının gerçekleşmesi) sağlanırken, ekonomide reel aktiflerin talebinde ve dolayısıyla nominal gelirde değişme olur. Monetarizm, faiz oranlarının parasal ve reel kesimlerin ilişkilendirilmesinde oynadığı rolü reddetmemekle beraber, bu değişkenin öneminin ikinci derecede olduğunu ve dikkatlerin asıl para stokundaki artış hızı üzerinde toplanması gerektiğini ileri sürmektedir. Bu nedenle, Keynes’çi para politikasından farklı olarak, monetarist bir para politikası, faiz oranları üzerindeki eylemi değil, para hacminin genişlemesi üzerindeki bir eylemi ifade etmektedir. Emperyalizmin 70’li yıllardan itibaren içine girdiği krizden çıkış yolu olarak belirlediği ve 80’lerde temelleri atılmakla birlikte esas olarak 90’ların başında yaygın uygulama şartlarına sahip olduğu yeni sömürü modelinin adı neo-liberalizmdir. Geçmişin liberal ekonomi modelinden esinlenerek tanımlanan bu politikalar, teorik kuruluşu bakımından daha eskilere gitse de yaygın biçimde Milton Friedman’a bağlanır. Gerçekten de, Friedman’a Nobel Ekonomi Ödülü’nün verildiği yıllar aynı zamanda sermayenin dizginsiz saldırılarının ekonomik ve toplumsal bedelinin halklara ödetildiği bir dönem olmuştur. Emperyalizmin özellikle askerileştirilmiş ekonomi ve ithal-ikameci yeni-sömürgecilik çerçevesinde yoğunlaştığı Üçüncü Bunalım Dönemi’nin belli bir aşamasında gelişen tıkanma, kapitalist dünyayı yeni arayışlara yöneltmiş, eski Keynesçi “refah toplumu” ve “sosyal devlet” demagojisine bulaşmış politikalar, terkedilmeye başlanmıştır. Kapitalizmin yeni ideologlarından Milton Friedman’ın piyasaya sürülmesi de bu döneme denk düşer. Yaşanan krizlerin ve eşitsizliklerin kaynağı olarak yanlış devlet müdahalelerini hedef gösteren Friedman çözüm olarak “serbest piyasa”yı tekrar gündeme getirir. Ekonomik etkinliğin örgütlenmesinin devletin kontrolünden alindığında piyasanın bu baskı gücünün kaynağını ortadan kaldıracağını iddia eden Firedman aslında Reagan’ın vahşi kapitalizmi tarif eden “devlet çözüm değil, sorundur” tanımlamasının bir benzerini yapar. Neoliberalizmin mantığı içersinde, devlet oyunu kurallarına göre oynağı müddetçe egemen sınıfın gereksinimlerini (siyasi, askeri müdahalelerle) de karşılar. “Firma yöneticileri, sermaye sahipleri tarafından kârı maksimize etmek için istihdam edilmişlerdir. Toplumdaki sosyal sorunları hafifletmek amacına yönelirlerse, sözleşmelerine aykırı davranmış olurlar” diyen Friedman’ın kastettiği, aslında devlet yöneticileridir. Böylece teorize edilen vahşi kapitalizm koşullarında gelişen neoliberalizm, daha sonra salt “serbest piyasacılık” gibi bir noktayı aşmış, 80’lerin restorasyonu 90’lara ulaştığında emperyalizmin temel sömürü modelinin adı olmuştur. Mali sermayenin her alanda serbestçe dolaşımının sağlanması ve mali sermaye içinde para sermayenin öne çıkarılması, bütün kamusal alanların ve özel firmaların dışına kalan üretimin tamamen özelleştirilerek genel kapitalist döngü içine dahil edilmesi neoliberal ekonominin başlıca yönleridir. Kamusal harcamaların (sağlik, eğitim, barınma, vb.) devletler için bir yük olduğundan hareketle çıkış yolu olarak tüm toplumsal yatırımların özelleştirilmesi sürecinin önü açılmıştır. Mali sermayenin aşırı ölçüde yaygınlaştığı 80’li yıllarla birlikte kamu yatırımlarının lanetlenmesi çok uluslu şirketlerin çıkarları açısından doğal bir seyir izlemiş NAFTA (North Americas Free Trade Agreement - Kuzey Amerika Ülkeleri Serbest Ticaret Anlaşması), MAI (Multilateral Agreement on Investment - Çok Taraflı Yatırım Anlaşması) gibi çok taraflı bölgesel serbest ticaret anlaşmalarıyla devlet-piyasa ilişkileri yeni bir boyut kazanmıştır. Bu aslında, neoliberal yalanın tersine, devletin çok daha uzun vadeli ve kapsamlı fonksiyonlarla iş görmesi anlamına denk düşer. Aynı biçimde kapitalist iş örgütlenmesinin yeniden biçimlendirilmesi de bu döneme denk düşmüş, her şeyi “kârın maksimize edilmesi” üzerine kuran sistem, üretim sürecini parçalara ayırarak hem işletmeleri bölmüş hem de uluslararası alanda sermayenin son derece riskli ve kaygan akışının yolunu açmıştır. Politik alanda da emperyalist güçlerin en gerici dönemine denk düşen neo-liberal politikalar, uluslararası alanda azgın bir saldırganlık anlamına gelmiş, sermayenin akışını önleyebilecek her türlü engelin ezilmesi bu dönemin temel kuralı olmuştur. Tarihi izlemek bize bu konuda epey ders verecektir. 1929 Büyük Bunalımı, bu dönemdeki tek sosyalist planlı ekonomiye sahip olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği dışındaki bütün emperyalist kapitalist ülkeleri ve bunun yanında bağımlı ülkeleri de etkisi altına almıştı. Bu bunalım, kapitalizmin tarihi boyunca yaşadığı bunalımların en şiddetlisi, en sancılısı olma özelliğini taşıyordu. Dünya kapitalizminin bu sancısı, 1933 yılına kadar sürecekti. Bu bunalım dönemi boyunca tüm kapitalist dünyada sanayi üretimi olağanüstü derecede düştü, ticaret neredeyse durma noktasına geldi, kapitalist, emperyalist ülkelerin maliyeleri şiddetli sarsıntılar geçirdi. Sanayi üretimindeki bu büyük düşüş, bunalımın atlatılmasını alabildiğince zorlaştırdı. Bunalımdan zorlu, sancılı çıkışın ardından çok geçmeden, yeni bir bunalım dönemi daha başladı. 1937 yılı, bunun başlangıcıydı. Şüphe yok ki peş peşe yaşanan bu bunalımlar, burjuva ekonomi politiğini de çukura düşürecekti. Belki de daha sonra yeniden diriltilecek olan vülger ekonomi, Keynes’in tekelci burjuvazi tarafından göklere çıkarılmasıyla birlikte gömülüverdi. Keynes, liberal iktisatçılardan farklı olarak, adını hiçbir zaman anmamaya gayret etmiş olsa bile, kapitalizmde bunalımların olabilirliğini kabul etmektedir. O, “bırakınız yapsınlar”cılardan farklı olarak, ekonominin kendi başına bırakıldığında kendiliğinden ve otomatik olarak dengeye ve tam istihdam noktasına gelemeyeceğini söylemektedir. Ya da bir başka ifadeyle, ekonominin bunalımlardan, ancak devletin çeşitli müdahaleleriyle kurtulabileceği, Keynes’in başlıca teorik tezini oluşturmaktadır. Keynes’in genel teorisinin temelinde, bireylerin yaşantısında, geleceğin belirsizliğinin ve bu belirsizlik ortamından beklentilerinin yadsınamaz bir rolü vardır. Talep yetersizliğinden kaynaklanan eksik istihdam, buradan doğar. Bu durumda, politikacıların doğru ve akıllı bir yol izlemeleri, iktisatçıların doğru görüşlerine ikna olmaları gerekir. Eğer bu başarılırsa sorunlar çözümlenebilecek, aksi takdirde sorunlar yaşanmaya devam edecektir. Keynes’in düşüncelerinin kapitalizmin çağdaş bunalımlarını açıklayamamasında, onun soruna yaklaşımındaki yöntemsel yanlışlık yatıyor. O, kapitalizmin bunalımını açıklamaya çalışırken, üretim süreci ve bu süreçte ortaya çıkan çelişkileri değil ama, dolaşım sürecini ve bu süreçte kişilerin psikolojik durumlarıyla, devletin müdahaleleri arasındaki ilişkiyi temel alıyor. Bunda, bu dönemde dünyanın birçok ülkesinde gerçekleşen halkların devrimci kalkışmalarının ve sosyalizmin dünya halkları üzerindeki o muazzam etkisinin önemli bir payı olduğunu özellikle vurgulamaya gerek bile yoktur. Keynes’in öncülüğünü yaptığı düşünce siteminin, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde, burjuva ekonomi politiğinin resmi görüşü haline geldiği, bilinen bir gerçektir. Ama bir başka gerçek ise, tam da Keynesçi politikaların uygulandığı bir dönemde, 1970’li yıllarda, emperyalist dünyanın yeniden bir bunalım dönemine girmesidir. Artık, o da, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt vermez duruma gelmiştir. Ve burjuvazi, onu da terk edecek, burjuva ekonomi politikçilerinin sırayla gömüldükleri mezara, şimdilik vazifesini tamamlamış olarak, o da gömülecektir. Kuşkusuz ki, emperyalist burjuvazi, ihtiyaçlarına uygun yeni iktisadi düşünceler arayışı içine girecek ve onun bu çağrısına “bırakınız yapsınlar”cılar yeni kıyafetleriyle yetişeceklerdir. Yeni-liberalizm, tarih sahnesine böylece çıktı. Uzunca bir süre sonra kapitalizm, 1974’te yeni bir bunalım dönemine girdi. Bu tarihten itibaren, uluslararası düzeyde üretimin gerilemeye başlamasının ilk verileri ortaya çıktı. Artık, daha önceki canlanma ve sanayi birikimi döneminin kapandığı, saklanamaz bir hale geldi. 1974’ten 4 yıl sonra 1978’de yayımlanan ve yeni-liberalizmin Milton Friedman’dan H. G. Johnson’a kadar en önemli sözcülerinin yazılarını bir araya getiren bir kitaba konulan başlık bu açıdan çarpıcıydı: “Müreffeh Bir Ekonominin Rahatsızlıkları”. Emperyalist dünyanın yaşadığı bu sancılı dönemde, burjuvazinin ihtiyaçlarına yanıt verecek, dertlerine deva olabilecek bir akım olarak yeni-liberalizmin yıldızı parlatıldı. Kitaba konulan başlık gerçekten de son derece çarpıcıdır. Ekonomi müreffehtir, ama, birtakım rahatsızlıkları vardır! Bu rahatsızlıkların hangi nedenlerden kaynaklandığını, biçimsel olarak birbirinden farklı nedenlerle açıklayan yeni-liberalizmin farklı kolları, görünüşte birbirinden ayrı durmakta, ama, önünde sonunda aynı noktada birleşmektedirler. Bu nokta, esas olarak, serbest piyasa ekonomisinin özgür işleyişinin önündeki engeller kaldırıldığı anda, ekonominin rahatsızlıklarının da ortadan kalkacağı yönündedir. Başlıca temsilciliğini Milton Friedman’ın yaptığı ve monetarizm adıyla ünlenen yeni-libralizmin bir kolu, bu engelin esas olarak, devletin ekonomiye müdahale ve diğer şeyler için gerçekleştirdiği aşırı harcamaların, ekonominin rahatsızlıklarının başlıca sebebi olduğunu ortaya koyuyor. Böylece, para arzındaki artış, ekonomide bir şişkinlik yaratacak ve birtakım sorunlara yol açacaktır. Yeniliberalizmin bir başka kolu olan ve arz yanı iktisat olarak adlandırılan akım ise, ekonominin temel sorunlarının, kapitalist girişimlerin önündeki başlıca engel olan aşırı vergiler olduğunu iddia etmektedir. Kapitalist girişimlerin önündeki bu önemli engel kaldırıldığında ya da önemli oranda hafifletildiğinde, ekonominin temel problemlerinin ortadan kalkacağını açıklamaktadır. Artık iyice yıpranana kadar emperyalist dünyanın çıkarlarına sonuna kadar hizmet eden ve emperyalizmin dünya halklarına yönelik saldırılarının ayrılmaz bir parçası ve önemli bir silahı olarak işlev gören yeni-liberalizmin gelip dayandığı nokta burasıdır. Eğer, doğru iktisat politikaları izlenirse, ne ekonomide rahatsızlıklar meydana gelecek, ne de bunalımlar yaşanacaktır. Bu bakımdan, yeni-liberalizm ve Keynesçilik, özünde aynı noktada birleşir. Sonuçta, yeni-liberallerin Keynes’e açtıkları ateş, onun artık kütüphanelerin raflarında tozlanan Genel Teori’sine çarpıp yine kendilerini vuracaktır. Çünkü artık yeni-liberal burjuva iktisatçılarının hepsi, emperyalist dünyanın bunalımının hızla yol aldığı yeni bir evresine girilirken, umutsuzluk içinde kıvranmaktadırlar. Kapitalizmin bunalımı, onları da baştan başa sarmış bulunmaktadır. Burjuva ekonomi politiğinin başından beri çabaları, kapitalizmin insan doğası ve aklına en uygun sistem olduğunu kanıtlamaya çalışmak olmuştur. Eğer ekonomide birtakım sorunlar yaşanıyorsa, bunun temel sebepleri ya iktisat politikalarının yanlışlığındadır ya da çeşitli rastlantılar nedeniyle ortaya çıkmaktadır. Ama mutlak olan, kapitalizmin kendi sorunlarını çözmeye her zaman kudretli ve müreffeh bir sistem olduğudur. Onun ötesi yoktur. Eğer birtakım sorunlar yaşanıyorsa, çözüleceği yer de yine aynı alandır. Ve neresinden bakılırsa bakılsın, burjuva ekonomi politiğinin kutsal vazifesi, egemen sınıfların hizmetkarlığıdır. Burjuva ekonomi politiği, tarihi boyunca bu hizmetkarlığını en iyi biçimde gerçekleştirmek için fasit daireler çizip durmaktadır. Onun tarihinde her zaman “ölü, diriyi yakalar.” Friedman’ın kapitalizm için önemi onun terorik olduğu denli pratik çalışmalarında da öne çıkar. Onun, gazeteciler William F.Buckley ve George Will ile Heritage Vakfı benzeri araştırma kuruluşlarının entelektüel gücünden yararlanan Yeni Sağ, 1980’lerin sorunlarının tanımlanmasında önemli bir rol oynar. ABD’de Carter döneminde son yirmi yıldır sergilenen, pek çok kent merkezinde işlenen suçlardan ve ırksal kutuplaşmadan ekonomik gerileme ve enflasyona kadar yayılan ekonomik, toplumsal ve siyasal eğilimler ülkede bir düş kırıklığı havası yaratmıştı. Anılan eğilim, hükümete ve onun ülkedeki kökleşmiş toplumsal ve siyasal sorunlarla etkin bir biçimde başa çıkmaktaki becerisine karşı duyulan kuşkuları da yeniden güçlendirmişti. Uzun süredir ulusal düzeyde iktidarda olamayan muhafazakarlar bu yeni duyguları istismar etmek için hazır durumdaydılar. Şimdi pek çok Amerikalı onların, yetkileri sınırlanmış bir hükümete yönelinmesi, güçlü bir ulusal savunma yaratılması ve hoşgörülü ve çok kez karışıklıklarla dolu bir modern toplumun saldırısı olarak algılanan gelişmelere karşı geleneksel değerlerin korunması yolundaki görüşlerini benimsemeye hazırdı. Bu muhafazakar gelişmenin pek çok kaynağı vardı. İncil’i Tanrı’nın doğrudan ve yanılmaz buyruğu olarak gören büyük bir köktenci Hıristiyan grup, özellikle suçlardaki ve cinsel ahlaksızlıktaki artıştan endişeleniyordu. 1980’lerin başlarında politik alandaki en etkili guruplardan biri Ahlaki Çoğunluk adını almıştı ve -George W. Bush’un adeta tapındığı- Baptist rahip Jerry Falwell tarafından yönetiliyordu. Pat Robertson’un önderlik ettiği bir başka gurup ta Hristiyan Koalisyonu adında bir örgüt kurmuştu ve 1990’larda Cumhuriyetçi Parti içinde etkin bir güç konumuna gelmişti. Diğer pek çok gurup gibi onlar da, Amerikalıların yaşamında dinin önemli bir güç olmasını istiyorlardı. Mont Pelerin Cemiyeti eski Başkanı Friedrich Lutz’un örgütün katkısıyla Amerika’da oluşturulmasını sağladığı Christendom College kurumu ve desteklediği ABD içindeki en uç dinci grup olan Virginia Piskoposluk bölgesi grubu da dinin Amerikan toplumunda temel yol gösterici olması çağrılarında bulunuyordu. Falwell ve Robertson gibi televizyon İncilcilerinin de çok sayıda izleyicisi vardı. Muhafazakarları güçlendiren bir başka sorun da, o günlerin en bölücü ve duygusal konusu olan kürtajdı. Yüksek Mahkeme’nin 1973’te Roe-Wade davasında, kadınların hamileliklerinin ilk aylarında kürtaj yaptırmaya hakları olduğu yolundaki kararına karşı oluşan muhalefet pek çok bireyi ve örgütü bir araya getirdi. Bunlar arasında, hemen hemen her koşulda yapılan kürtajı cinayetle eşdeğerli gören çok sayıda Hristiyan, siyasal muhafazakar ve kökten dinci vardı ve muhalefet onlarla da sınırlı kalmıyordu. Anılan kişiler, görüşlerini kabul eden ve bu görüşü benimsemeyenlere karşı çıkan tüm politikacıları desteklemek amacıyla örgütlenmeye hazır bulunuyorlardı. Kürtajın desteklendiği ve ona karşı çıkıldığı gösteriler politik yaşamın vazgeçilmez bir parçası olmuştu. Cumhuriyetçi Parti’de sağ kanat yeniden başat konuma geldi. Sağ kanat 1964’te Barry Goldwater’in başkan adaylığı sırasında kısa bir süre için Parti’de kontrolü ele geçirmiş ve sonra da giderek sahneden çekilmişti. Buna karşın, 1980’e gelindiğinde, çağdaş bağış toplama yöntemleri kullanan sağ kanat Parti’deki ılımlılara yetişti. Friedman, bu noktada Yeni Sağ’a büyük destek topladı. Diğer muhafazakarlar ya da “Eski Sağ” gibi Yeni Sağ da hükümetin ekonomiye müdahalesine önemli sınırlamalar getirilmesinden yanaydı; fakat, aileye yönelik değer yargılarını teşvik etmek, eşcinsel davranışları yasaklamak ve pornografiyi engellemek için hükümetin gücünü kullanmaya da hevesliydi. Yeni Sağ genelde suçlara karşı sert önlemler alınmasını, güçlü bir ulusal savunma yaratılmasını, devlet okullarında dua okunmasına izin verecek bir anayasa değişikliği yapılmasını, kürtaja karşı çıkılmasını ve kadınlara Eşit Haklar sağlayan Anayasa Değişikliği’nin engellenmesini de istiyordu. Friedman, tüm bu değişik eğilimleri birleştiren kişi olarak Ronald Reagan’ın öne çıkarılmasına çalıştı. Illinois doğumlu Reagan, politikaya atılmadan önce Hollywood filmlerinde ve televizyonda yıldızlığa yükselmişti. 1964’te ülke genelinde yayınlanan bir televizyon programında Barry Goldwater’i destekleyen bir konuşma yaparak ilk kez siyasal ün kazandı. Reagan 1966’da, seçmenlerin Berkeley’deki California Üniversitesi’nde patlak veren öğrenci ayaklanmasına karşı tepkisi sayesinde California valiliğine seçildi ve 1975’e kadar bu görevde kaldı. 1976’da Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adaylığını kıl payı kaçırdıktan sonra 1980’de Parti’nin adaylığını ve sonra da Jimmy Carter’e karşı başkanlığı kazandı. Reagan 1984’te de, Carter’in başkan yardımcısı Walter Mondale karşısında büyük bir seçim zaferi yaşadı. Reagan birdenbire pek çok Amerikalının gözünde bir güvence ve istikrar simgesi haline getirildi. İlk çıkışını da Amerikalıların yaşamına hükümet tarafından çok fazla karışıldığına inandığını söyleyerek -Friedman’ın öğretisini savunarak- yaptı. Başkanlığı süresince kapsamlı bir yasal kontrolleri azaltma programı izledi. Tüketiciyi, işyerini ve çevreyi ilgilendiren düzenlemelerin kaldırılmasına çalıştı ve bunların yetersiz, pahalı ve ekonomik büyümeyi engelleyici olduğunu iddia etti. Ülke içi programı, özel sektörün gücü rahat bırakılırsa ülke ekonomisinin gelişeceği yolundaki Friedman öğretisinden kaynak aldı. Daha büyük tüketici harcamalarını, tasarrufları ve yatırımları teşvik etmek için büyük vergi kesintilerine gitti. Cumhuriyetçilerin Senato’da küçük bir çoğunluğa sahip bulunmalarına ve Temsilciler Meclisi’nin de Demokratların kontrolünde olmasına karşın Friedman ekibinin büyük propagandalarıyla kafaları karıştırdı ve daha ilk görev yılında ekonomik programının önemli kesimlerine ilişkin yasaları çıkarttırdı. Bunlar arasında, bireysel vergilerin üç yıla yayılan bir sürede yüzde 25 azaltılması da vardı. Reagan yönetimi ayrıca, silahlı kuvvetlerin modernleştirilmesine ve Sovyetler Birliği’nden geldiğini düşündüğü sürekli ve giderek yoğunlaşan tehditlere karşı konulmasına yönelik harcamaların arttırılmasını istedi ve bunu da başardı. Onun başkanlığında geçen ilk yıllarda, ülkedeki hemen hemen tüm sektörleri etkileyen bir ekonomik gerileme görüldü. Gerçek gayrı safi milli hasıla (GNP) 1982’de yüzde 2,5 azaldı, işsizlik oranı yüzde 10’u aştı ve Amerika’daki fabrikaların yaklaşık üçte biri üretimi durdurdu. Ortabatı’da, General Electric ve International Harvester gibi belli başlı şirketler işçi çıkarmaya başladı. Petrol bunalımı da gerilemeye katkıda bulundu. ABD’nin üretkenliği yavaşlayınca, Almanya ve Japonya gibi ekonomik rakipleri dünya ticaretinde daha büyük pay sahibi oldular. Amerika’da yabancı kaynaklı mal tüketimi büyük bir hızla arttı. Çiftçiler de zor günler yaşadılar. Üretim daha az kişinin elinde toplandıkça çiftçi sayısı azaldı. Amerikan çiftçileri 1970’lerde Hindistan’a, Çin’e, Sovyetler Birliği’ne ve ürün sıkıntısı çeken diğer ülkelere yardım etmişler ve yeni arazi almak ve üretimi attırmak için büyük ölçüde borçlanmışlardı. Bundan bir süre sonra, petrol fiyatlarındaki yükseliş çiftlik giderlerini arttırdı ve 1980’de ortaya çıkan dünya çapındaki ekonomik bunalım tarım ürünlerine olan talebi daralttı. Çiftçiler geçimlerini sağlayabilmekte büyük zorluklarla karşılaştılar. Buna karşın, 1982’deki büyük gerilemeye petrol fiyatlarının düşmesi de eklenince büyük bir yarar elde edildi ve Carter döneminde başlamış olan aşırı enflasyon durduruldu. 1983 sonlarında ekonominin belirli kesimlerinde koşullar düzeldi; 1984 başlarında ekonomi yeniden canlandı ve Birleşik Devletler İkinci Dünya Savaşı’ndan beri yaşanmış olan en uzun süreli ekonomik büyüme dönemlerinden birine girdi. Japonya, Birleşik Devletlar’e yönelik otomobil ihracatına gönüllü olarak kota koymayı kabul etti. Federal vergi kesintileri sonucu tüketici harcamaları çoğaldı. İyimser bir satın alma dalgası yakalayan menkul kıymetler borsasında fiyatlar yükseldi. Buna karşın bahis konusu büyüme, korkutucu bir oranda karşılıksız harcamalardan kaynaklanıyordu. Reagan döneminde ulusal borç yaklaşık üç katına çıktı. Ayrıca, ulusal gönençteki yükselişin hemen hemen tümü en yüksek gelir kesiminde oldu. Ekonomideki az ve yarı nitelikli işçilere yönelik istihdam olanakları ortadan kalkınca, yoksul ve orta sınıfa mensup ailelerin konumu kötüleşti ya da toplumun geri kalan kesimlerine ayak uyduramaz duruma düştüler. Vergileri düşürme sözünü yerine getirmekte kararlı olan Reagan, ikinci görev döneminde, 75 yıldır görülen en yaygın federal vergi reformunu gerçekleştirdi. Demokratlar kadar Cumhuriyetçilerin de geniş desteğine sahip olan bu önleme uygun olarak gelir vergisi oranları düşürüldü, vergi dilimlerinin saptanması basitleştirildi, yasal boşluklar dolduruldu ve böylelikle düşük gelirli Amerikalıların daha eşit işlem görmeleri yolunda önemli bir adım atıldı. Yine de ciddi sorunlar giderilemedi, tersine daha da arttı. Ekonomi düzelmiş görünse de sürekli yoksulluk çekenler bundan yararlanamadılar. Çiftçilerin sıkıntıları sürdü ve 1986 ve 1988’de yaşanan ciddi kuraklıklar onların çektiklerini daha da arttırdı. Savunma bütçesindeki yükselme, vergi kesintileri ve hükümetin sağlık yardımlarındaki artışlarla birleşince, federal hükümetin her yıl elde ettiği gelirden fazlasını harcaması sonucu doğdu. Bazı uzmanların iddiasına göre, Demokratların istediği gibi halka yönelik daha fazla harcama yapılmasını önlemek için yönetim tarafından yürütülen stratejinin bir parçası olarak bu açıklara da göz yumuluyordu. Buna karşın, Kongre’deki Demokratlar da Cumhuriyetçiler de anılan harcamaların azaltılmasını kabul etmediler. 1980’de 74 milyar dolar olan açık 1986’da 221 milyara yükseldi, 1987’de ise 150 milyara düştü. 1987’de menkul kıymetler borsasında karşılaşılan çöküntü, ekonomideki istikrara yönelik endişeleri arttırdı. Bunun üzerine Reagan dış politikada daha iddialı bir rol oynamaya çalıştı ve bu yaklaşım ilk kez Orta Amerika’da denendi. El Salvador’da bir gerilla isyanı hükümeti düşme tehdidiyle karşı karşıya bırakınca, anılan ülkeye yönelik bir ekonomik yardım ve askeri eğitim programı başlatıldı. Ayrıca, seçilmiş bir demokratik hükümete geçilmesi için etkin destek verildiyse de, sağ kanattaki ölüm mangalarının7 faaliyetini önleme çabalarında ancak sınırlı bir başarı sağlanabildi. ABD yardımı hükümette istikrar sağlanmasna yardımcı oldu; fakat, El Salvador’daki şiddet olayları azalmadı, aksine 1989 istikrar sağlanmasına yardımcı oldu; fakat, El Salvador’daki şiddet olayları azalmadı, aksine 1989 sonlarında daha da arttı. Buna karşın 1992 başlarında bir barış anlaşması sağlanabildi. ABD’nin Nikaragua’ya yönelik politikası daha da çelişkiliydi. Kendilerine “Sandinista”lar adı veren isyancılar 1979’da Somoza’nın sağcı baskı rejimini sona erdirdiler. Sandinista hükümeti, Küba ve Sovyetler Birliği ile olan askeri ilişkilerini kesmesi ve siyasal yapısını demokratik reformlara açması yolundaki ABD taleplerini reddetti. Bölgesel barış girişimleri sonuçsuz kaldı ve yönetimin çabaları “kontralar” (contras) diye bilinen Sandinista karşıtı direnişçilere destek vermeye yöneldi. Bahis konusu politikaya ilişkin yoğun tartışmalardan sonra Kongre Ekim 1984’te kontralara yapılan tüm askeri yardımı durdurdu ama insancıl yardımları sürdürdü. Kongre, yönetimin baskısı üzerine, 1986’da bu kararından döndü ve kontralara 100 milyon dolar tutarında askeri yardım yapılmasını onayladı. Buna karşın, savaş alanındaki başarısızlıklar, insan hakları ihlalleri ve İran’a gizlice yapılan silah satışından elde edilen paraların kontralara gönderildiğinin ortaya çıkması, Sandinista karşıtı gerillalara askeri yardımın sürdürülmesine ilişkin politik Kongre desteğini baltaladı. Başkan Reagan, Sovyetler Birliği ile ilişkilerde izlenecek politikanın, güce dayanarak barışın sağlanması olacağını açıklamıştı. Soğuk Savaş geleneklerine bağlı olan Reagan, Friedman’ın “kötülük imparatorluğu” diye tanımladığı Sovyetler ile ilişkilerde katı davranmaya kararlıydı. Daha birinci görev döneminde bile o güne kadar görülmemiş ölçüde büyük askeri harcamalar yaptı; Sovyetlerin orta menzilli nükleer füzelerine karşılık Avrupa’ya benzeri füzelerin yerleştirilmesi de bunlar arasındaydı. Reagan 23 Mart 1983’te de başkanlık döneminin en çok tartışılan siyasal kararını alarak, kıtalararası balistik füzelere karşı savunma amacıyla lazer ve diğer yüksek enerjili mermiler gibi gelişmiş teknoloji ürünleri konusunda araştırma yapılmasına yönelik bir program olan Stratejik Savunma Girişimi’ni (SSG) açıkladı. Çok sayıda bilim adamının SSG’nin teknolojik yapılabilirliğini şüpheyle karşılamasına ve ekonomistlerin de bu amaçla çok büyük harcamalar yapılması gerektiğini belirtmesine karşın yönetim projeyi sürdürdü. 1984’te ikinci kez seçilen Reagan silah kontrolü konusundaki katı tutumundan vazgeçti. Çünki bir süre sonra Sovyetler’de sahneye Gorbaçov çıkacaktı ve kısa sürede Reagan ile bir gurup nükleer silahın tümüyle yokedilmesine yönelik Orta Menzilli Nükleer Silahların Ortadan Kaldırılması Antlaşması’nı imzalayacaktı. O Aralık 1987 gününde Friedman, Gorbaçov için “dostum” diyecekti ve bir süre sonra “kötülük imparatorluğu” dediği Sovyetler Birliği, bizzat Gorbaçov eliyle dağıtılacaktı.8 Arthur Shenfield 1909-1990 yılları arasında yaşayan Shenfield, Mont Pelerin Cemiyeti’nin en ilginç yöneticilerinden biri idi. Hem iktisatçı hem hukukçuydu. California ve Dallas Üniversitelerinde ekonomi, San Diego’da hukuk dersleri verdi. Liberalizm üzerine çeşitli çalışmalar yaptı. Bunların çoğu Pennsylvania’da Intercollegiate Studies Institute tarafından yayınlandı. Bunlar arasında “Limited Government, Individual Liberty” adlı çalışması sınırlı hükümet gücü ve bireysel özgürlük istemini uç noktalara taşıdı. Women’s Royal Voluntary Service’de (WRVS) çalışan sosyal bilimci eşi Barbara (1919-2004) ile Ayn Rand’ı destekleyen yoğun çaba gösterdi. Bilindiği gibi Ayn Rand (1905-1982) -asıl adıyla Alişya Rosenbaum- Rusya’da doğan ABD’li bir romancıdır. Leningrad Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra 1926 yılında ABD’ye yerleşmiş ve yıllarca sinema yazarlığı yapmıştır. Laissez-Faire (Bırakınız Yapsınlar) anlayışını ve bireyciliği öven uzun romanları ile tanınmıştır. Shenfield, onun için “tarihin en önemli objektivisti” demiştir. Rand, altı yaşında kendi kendine okumayı öğrendi ve iki yıl sonra bir Fransız çocuk dergisinde ilk hayali kahramanını keşfetti. Bu ona hayatı boyunca örnek olacak başlıca kişiydi. Dokuz yaşında roman yazarı olmaya karar verdi. Kollektivist Rus kültürüne karşı çıktı. Walter Scott ve özellikle beğendiği yazar olan Victor Hugo ile tanıştıktan sonra kendisini Avrupalı bir yazar olarak görmeye başladı. Yüksek öğrenim yıllarında desteklediği Kerensky’nin iktidara gelişine ve başından beri yanlış ve tehlikeli gördüğü Bolşevik Devrimi’ne tanık oldu. Savaştan kaçarak ailesiyle birlikte Kırım’a yerleşti ve orada yüksek öğrenimini tamamladı. Ailesi Kırım’dan döndüğünde, o felsefe ve tarih üzerinde araştırma yapmak üzere Petrograd Üniversitesi’ne girdi. 1924’te mezun olurken, sosyalizm ve komünizm aleyhine konuşmaları nedeniyle hakkında soruşturma başlatıldı. Hayatının giderek kötüleşmesine rağmen onun en çok hoşlandığı şey Batı film ve oyunlarıydı. Filmlere olan hayranlığı sebebiyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema Sanatları Enstitüsü’ne girdi. 1925’lerin sonuna doğru Birleşik Devletleri ziyaret etmek için Sovyetler Birliği’nden ayrılmaya karar verdi. Sovyet makamlarına ziyaretinin kısa olacağını söylemesine rağmen Rusya’ya bir daha asla dönmemeye kararlıydı. 1926’nın Şubat ayında New York’a vardı. Chicago’da altı hafta geçirdi. Burada tanıştığı Chicago okulu profesörlerinden yardım alarak vizesini uzattırdı ve oyun yazarı olarak kariyerine devam etmek üzere Hollywood’a gitti. Hollywood’daki ikinci gününde DeMill onu stüdyosunun kapısında beklerken gördü ve Kralların Kralı film setindeki işleri yürütmeyi teklif ederek iş ve avans verdi. Böylece Ayn Rand metin okuyucusu oldu. Bir sonraki hafta stüdyoda 1929 yılında evlendiği aktör Frank O’Connor’la tanıştı. Frank’ın ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürdü. Oyun yazarlığı dışında çeşitli işlerde birkaç yıl çalıştıktan sonra Kırmızı Piyon adlı oyun metnini 1932 yılında Universal Stüdyolarına sattı. İlk romanı olan “We The Living” (Yaşamak İstiyorum) 1933’te tamamladı. Romanda, Sovyetler Birliği’ndeki komünist rejimin baskılarını ve insanların sıkıntılı yıllarını anlattı. Amerika’da Macmillian ve İngiltere’de Cassell adlı yayımcılar tarafından (1936) yayınlandı. Rand kendisini aslında roman yazarı olarak görmesine rağmen, hayali roman kahramanları yaratarak, bireyci felsefenin ilkelerini tanıtmayı amaçlıyordu. Zamanla Objektivizm felsefesi hakkında yazmaya ve ders vermeye başladı. Bir röportajda Ayn Rand’a objektivizmin önkabulleri nelerdir ve nereden başlar diye sorulduğunda şöyle demişti: “Objektivizm mevcudiyetin varolduğu aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir gerçekliğin duygularımızdan, hislerimizden, dileklerimizden, umutlarımızdan veya korkularımızdan bağımsız olarak varolduğunu belirtir.” Neo-liberal saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte Ayn Rand’ın kitapları arka arkaya ısıtılıp yeniden basılmaya ve yayınlanmaya başladı. Onun insana bakış açısı ve felsefesi binlerce okuyucunun yaşamına bireyci yön verdi. Son dönemde ülkemizde de birçok kitabı raflara çıktı. Bunlardan “Hayatın Kaynağı”nda “Kollektif beyin diye bir şey yoktur. Kolektif düşünce diye bir şey de yoktur. Bir grup insanın vardığı anlaşma, ya bir uzlaşma, ödün verme sürecidir, ya da birçok bireysel düşüncelerin bir ortalamasıdır. İkincil önem taşıyan bir şeydir. Birincil eylem mantık yürütme sürecidir ve bu da bir tek kişinin tek başına yapması gereken bir şeydir. Yemekleri bir sürü insana paylaştırabiliriz. Ama kolektif bir midede sindiremeyiz. Hiç kimse kendi ciğerlerini, başkasının yerine solumak için kullanamaz. Hiç kimse kendi beynini, başka birinin yerine düşünmek için de kullanamaz. Vücudun ve ruhun bütün işlevleri bireysel ve özeldir. Paylaşılamazlar ve devredilemezler” fikrini işlemektedir. Bir başka kitabında, “16 Ocak Gecesi”nde, kapitalizmin özgürlük felsefesi olduğunu öne sürmüştür. Her iki kitap da Sinan Çetin’in Plato Film Yayınları tarafından basılmıştır. Ayn Rand, ABD’ de İncil’ den sonra en çok okunan kitapların yazarı olarak tanınmaktadır. Türkiye’de basılan bir diğer kitabı da “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” adını taşımaktadır. Kitap, Liberal Düşünce Topluluğu Başkanı ve Mont Pelerin Cemiyeti’nin 3-6 Nisan 2004’te Hamburg-Almanya’da düzenlenen Bölgesel Toplantısına katılıp tebliğ sunan Prof. Atilla Yayla’nın önsözü ile yayımlanmıştır. Mont Pelerin Cemiyeti eski başkanlarından Arthur Shenfield’in onu “tarihin en önemli objektivisti” gördüğü için Ayn Rand’a yakınlık duyup desteklediği varsayılır. Objektivim yani nesnelcilik- bir yansızlık anlayışı olarak öne sürülür. Metafizik felsefedeki öncülü Kant’tır. Giderek, metafizik olgucu etkilerle bilimi dışlayan bir anlam kazanan akım, “insandan bağımsız”ı dile getiren “nesnel” deyimine “insanlarüstü” bir metafizik anlama bürünmüştür. Soyut mantıksallığı somut gerçekliğe indirgeyen bu bakış açısına göre örneğin ekonomi ekonomidir, politika da politika. Bu ikisi arasında hiçbir bağıntı kurulamaz. Bu noktadan bakınca açık olarak görülür ki, kapitalizm nesnelciliği pek sever. Çünkü yansızlık maskesi altında apaçık bir yanlılık güder. her şeyi kendiyle sınırlar ve birbirleriyle bağıntılarını saklar. Burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet eder ve yoksul halkın sömürülmesini sağlar. Nesnelcilik, nesnel gerçeği ya tümüyle yadsıyan ya da çarpıtan ve tek yanlı yargılara götüren öznelcilik gibi bilimdışı ve kandırıcı bir eğilimdir. Bu da Ayn Rand’ın neden neoliberaller tarafından çok desteklenip öne çıkarıldığının anlaşılmasını sağlar.9 George Stigler Göçmen bir ailenin tek çoçuğu olarak 1911’de Washington-Renton’da doğan ve Nobel ödülü sahibi olan bir iktisatçıdır. Annesi Macaristan’da, babası ise Bavyera’da doğup Amerika’ya göçmüşlerdi. 1931’de Washington Üniversitesi’nden mezun oldu ve 1938 yılında Chicago Üniversitesi’nde doktor ünvanını aldı. 1936 yılında Iowa State Üniversitesi’nde ders verdi ve 1958 yılında Chicago Üniversitesi’ne geçmeden önce Minnesota, Brown ve Colombia Üniversitelerinde görev yaptı. 1946’da lineer programlama hakkındaki ilk yayınını gerçekleştirdi. 1940’lı yıllar boyunca fiyat teorisi üzerine ampirik incelemelerde bulundu. 1950’lerde işletmelerin etkin büyüklüklerinin tayininde bir metod önerdi ve serbest fiyat sistemleri, dikey entegrasyon ve benzer konular üzerinde incelemeler yaptı. Tek piyasa fiyatlarının yanında fiyatlardaki dağılma durumunu “Enformasyon Ekonomisi” (The Economics of Information-1961) adlı makalesinde inceledi. 1960’larda kamu düzeni üzerinde ayrıntılı incelemelere bulundu. Yakın zamanlarda ise enformasyon iktisadının siyasal davranışlara etkisini incelemeye başladı. Kamusal düzenlemelerin etkileri ve nedenleri, piyasanın işlemesi ve endrüstriyel yapılar üzerinde yeni ufuklar açan ve 1982’de kendisine Nobel Ekonomi Ödülü kazandıran çalışmalara başladı. Fiyat teorisinde bir uzman olmakla birlikte, Stigler, kariyeri boyunca ekonomi tarihine ve siyasete de yoğun bir ilgi duymuştur. “İnsan faydasını maksimize eden bir hayvandır. İnsan evinde, işinde- kendi özel işinde yada devlet işinde- kilisede, bilimsel çalışmalarında, kısaca her yerde fayda maksimize etmeye çalışan birisidir” sözüyle tanınan Stigler, Mont Pelerin Cemiyeti’ni yönettiği 1976-78 yılları arasında, 1980’lerde tüm dünyaya dayatılacak neo-liberal politikaların ve piyasalara devlet müdahalesinin kaldırılmasının perde arkasındaki mimarlığını yapmıştır. O, Chicago Üniversitesi’nden arkadaşı ve Mont Pelerin Cemiyeti yönetiminde seleflerinden olan Milton Friedman’ın aksine, ışıkların kendi üzerine çevrilmesinden hiç de hoşlanmayan biriydi. Neoliberalizm adına savunduğu tezler arasında öne çıkanlar, “Doğal tekellerin özelleştirilmesi ile bankacılık ve rekabet konularında çeşitli yeni regülasyon otoritelerinin doğması, özelleştirmenin aksine kamu sektöründe bir genişlemeyi gündeme getirmekte bulunup; bunun bir çare olmadığı akılda tutulmalıdır. Ayrıca regülasyon ve regülasyon kurumları uzun vadede yolsuzluk ve israf demektir. Doğal tekeller alanında çözüm, teknolojiye ve pazarın örgütlenmesine paralel olarak; rekabetin bu piyasalara sokulması ve teşvikidir”, “Yasal kamu monopollerinin varlığına son verilerek her piyasaya talep eden özel teşebbüsün girmesine ve kamu teşebbüsleri rekabetine izin verilmelidir: Örneğin özel teşebbüsün üniversiteler kurmasının, kamu kolaylıkları/doğal tekeller alanlarına girmesinesinin vb. izine bağlanmasına son verilmelidir”, “ Devletin bir optimal ekonomik hacmi tespit olunarak, bir takvim dahilinde “özelleştirme+kayıt dışı devletin tasfiyesi+devlet müdahalelerinden vazgeçilmesi” üçlüsü ile Konsolide Kamu Sektörü bu hacme doğru küçültülmelidir. Ancak Konsolide Kamu Sektörü hacminin GSMH’nın % 20’si civarında tespiti hedef alınmalı ve mevcut % 70’i aşan hacmi kademeli surette; kısmen özelleştirme + kayıt dışı devletin tasfiyesi + devlet müdahalelerinden vazgeçilmesi + kısmen de kayıt dışı ekonominin, kayıtlı olmaya özendirilmesi yani GSMH’nın büyütülmesi ile dolaylı olarak küçültülmelidir”, “Konsolide kamu sektörünün ekonomik hacmi yanında, yapısı da değiştirilmelidir. Özelleştirme + kayıt dışı devletin tasfiyesi + devletin piyasaya müdahalesinden vazgeçilmesine paralel şekilde nicel olarak küçülen kamu sektörü yanında, kamu bütçeleri dağılımının yapısı da değiştirilmelidir”, “Konsolide kamu sektörünün hacmi ve malî disiplin açısından; salt sosyal mallar, karma ve erdemli mallar ile kişisel mallar ayrımı yanında alt yapı yatırımları ile kamu kolaylıkları ayrımına da dikkat edilmelidir. Kamu kolaylıklarının/doğal tekellerin özelleştirilmemeleri veya yenilerinin kurulması işlevinin piyasaya bırakılmaması için bir neden yoktur. Alt yapı yatırımlarından hizmetleri fiyatlandırılabilenler; otobanlar, limanlar ve hava meydanları, köprüler, otoparklar vs. ‘yapişlet- kirala’ modeli ile finanse edilmelidir”, “ Müşterek/kamu mülkiyeti konusu olan, ormanlar, meralar, göller, dağlar ve kayak alanları, kumsallar ve plajlar, maden yatakları, sit alanları; özel mülkiyete/özel teşeşebbüse devredilerek, kamu sektörü dışına çıkartılmalı ancak yapılacak sözleşmeler ile çevre ve koruma hükümlerine maliklerin uyması, tüketicilerin yararlanması denetlenerek sağlanmalıdır. Özel mülkiyetin alanı mutlak olarak genişletilip piyasa büyütülmeli ve devletin hacmi küçültülmelidir” gibi olanlarıdır. Stigler’in Mont Pelerin’deki Başkanlığı süreci, çok önemli gelişmelerin de başlangıç noktası olmuştur. O, ABD, Avustralya, Yeni Zelanda ve Kanada gibi ülkelerin içlerinde birçok etnik gurubu barındırmalarına karşın temelde Britanya adaları (İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda) kökenli kişilerden oluştuğu fikrini -1911 Emperyal Konferansı’ndan bu yana ilk kez- yeniden ısıtıp ortaya sürmüştü. Altmış kusur yıl önce Geoffrey Dawson (The Times gazetesi editörü) Lionel Curtis (Royal Institute of International Affairs’in -RIAA ya da diğer adıyla- Chatham House’un kurucusu) ve Philip Kerr (İngiltere’nin Washington Büyükelçisi) tarafından ortaya atılan bu fikrin yeniden gündemlenmesi, “Anglo-Amerikan Birliği” çabalarının da daha sıkıca şekillenmesine yol açacaktı. Bir süre sonra İngiltere Başkabakanı Margaret Thatcher’in danışmanı ve Daily Telegraph yazarı olacak John O’Sullivan da “İngilizce Konuşan Ülkeler Birliği” (The English Speaking Union) konusunda kalem oynatmaya başlayacak, siyasal çevreyi etkilemeye koyulacaktı. (Bunun günümüzdeki yansıması Irak saldırısı ve işgali sırasında İngiltere Başbakanı Tony Blair’in hiçbir şeyi sorgulamadan ABD’nin yanında yer almasıdır. Hatta Blair’e bu tutumundan dolayı “İngiliz aksanlı Amerikalı” adı takılmış, Amerika ile ilişkileri bağlamında konumu -İkinci Dünya Savaşı günlerindeki- eski İngiliz Başbakanı Churchill ile kıyaslanmıştır.) Kapitalist dünyanın o günlerdeki ekonomik ve toplumsal kriz ortamı içinde, Amerika ve İngiltere’de sağcılar için yeni bir “Anglo-Amerikan Birliği” projesi tam da zamanında yetişen bir imdat yardımı işlevi görmüş ve sağa yeniden hayat verecek bir çare olarak görülmüştür. Washington’ın muhafazakar düşünce kuruluşları ise bunu yeni bir pazar alanı olarak algıladılar ve kamuoyuna pompalamaya başladılar. Friedman’ın Thatcher’e yaklaşmasının, Thatcher’ın Reagan’la sıkı fıkılığının arka planında hep Stigler’in yeniden ısıtıp ortaya sürdüğü bu tezin etkisi oldu. Bunun bir diğer boyutu da, “Anglo-Amerikan Birliği” alanında etkinleşen AngloSakson kökenlilerin büyük çoğunluğunun Yahudi oluşuyla somutlaştı. Hiçbir komplo kuramına yer vermeye gerek olmaksızın bu durumun açıklaması -en azından- birçok Yahudin İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kıta Avrupasını (Almanya, Fransa, Polonya ve diğerleri) terk ederek başta ABD ve İngiltere olmak üzere Anglo-Sakson dünyasına kaçmalarıyla irdelenebilir. Ancak hiç kuşkusuz, bu ülkelerde İkinci Dünya Savaşı’ndan çok daha önce de Yahudi nüfusu hem etkindi, hem de diğer ülkelere göre daha fazlaydı. Savaştan sonra yeni gelenlerle tümleşmeleri ve onları etkinlik ağına sokmaları zor olmadı. Bu nedenle, Yahudilerin “Anglo-Amerikan Birliği”nden rahatsız olmak bir yana, kendilerini bu dünyanın temel ve doğal bir üyesi olarak yansıtmalarına şaşmamak gerekir. Zaten Stigler’in ailesi de Yahudi idi. Mont Pelerin Cemiyeti’nde Stigler dönemi gelişmeleri bu “Anglo-Amerikan Birliği” tezinin yeniden ısıtılmasıyla da kalmadı. Başkanlığa geldiğinin ertesi yılı Haziran ayında RTZ Corporation, Rio Tinto PLC ve CRA Limited de Rio Tinto Limited şekline dönüştüler. (Yukarıda Mont Pelerin’in 1962-64 yılları arasında başkanlığını yapan John Jewkes’e ait bölümde Rio Tinto şirketi ile ilgili anlatılanları anımsayınız.) St. James Square’deki bu yeni yapılanma üzerinden Mont Pelerin Cemiyeti, hem Chatham House (RIIA) ile hem de CFR (ABD’deki Dış İlişkiler Konseyi) ve Bilderberg Grubu ile çok daha sıkı temasa geçti. Stigler’in Başkanlığı dönemi Mont Pelerin’in en çok -ve en çeşitli- toplantılar düzenlediği dönemlerden oldu. 1976’da İskoçya’da St. Andrews’da ve 1978’de Hong Kong’da Genel, 1977’de Fransa’da Paris’te ve Hollanda’da Amsterdam’da Bölgesel ve 1978’de Tayvan’da Özel toplantılar yapıldı. 22-28 Ağustos 1976 tarihleri arasında St. Andrews’da yapılan Genel Toplantı’ya A.A. Alchian, D.C. Peterson, E. Streissler, E.C. Banfield, G. Leduc, G.Stigler, G.W. Nutter, M. Friedman, P. Gottfried, P.E. Kinkel, P.J. Stanlis, R. Diaz, R.H. Coase, R.M. Hartwell, S. Ricossa ve W. Letwin; 3-9 Eylül 1978 tarihleri arasında Hong Kong’da yapılan Genel Toplantı’ya ise A. Harberger, A. Rabushka, A.A. Shenfield, A.J. Meigs, B. Shenfield, C.P. HaddonCave, Ch. Nishiyama, D. Henderson, E. van den Haag, F.A. Hayek, G. Becker, G. Haberler, G. Leduc, G. Stigler, H. Demsetz, H. Giersch, H. Lepage, H. Maksoud, H.G. Manne, J. Cowperthwaite, J. Exter, J. O’Sullivan, J. Reig, J. Van Offelen, J.G. Greenwood, J.P. Hamilius, M. Friedman, N. Kiuchi, N. Zuloaga, O.J. Hoff, P. Duignan, P. Schwartz, R. Boyson, R. Diaz, R. Haris, R. Vaubel, S. Chung, S. Mulholland, S. Rydenfelt, M.L. Newman, T.J. Courchene ve V. Smith katıldılar. 1977 yılında Paris’te yapılan Bölgesel Toplantı’ya katılan çağrılılar arasında Fransa’dan B. Collomb, R. Barre, M. Debatisse; Federal Almanya’dan H. Ehrenberg, O.G. Lambsdorff; Belçika’dan E. Davignon, M. Eyskens; İsviçre’den D. De Pury vardı. Bunlardan Bertrand Collomb, Etienne Davignon ve David de Pury, Bilderberg Grubu’nun Avrupalı temsilcileriydi. Raymond Barre (Fransa eski Başbakanı), Michel Debatisse (Fransa eski Gıda ve Tarım Bakanı), Herbert Ehrenberg (Almanya eski Çalışma ve Sosyal İşler Bakanı), Kont Otto Graf Lambsdorff (Almanya eski Ekonomi Bakanı), Marc Eyskens (Belçika eski Flaman Bölgesi Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı) ise Trilateral Komisyon üyeleriydi. Yine aynı yıl Amsterdam’da yapılan Bölgesel Toplantı’nın çağrılıları arasında Jimmy Carter hükümetinin Maliye Bakanı Werner Blumenthal, Dışişleri Bakan Yardımcısı Warren Christopher, Ulusal Güvenlik Koordinatörü Samuel Huntington, BM Deniz Hukuku Konferansı ABD Sorumlusu -ve Gerald Ford hükümetinin Ticaret Bakanı- Eliot Richardson, Ulusal Güvenlik İşlerinden Sorumlu Başkan Yardımcısı Zbignew Brzezinski’nin yardımcısı Charles Heck de vardır. Bunların tümünün ortak özelliği Trilateral Komisyon üyesi olmalarıdır. 1978’de Tayvan’da yapılan Özel Toplantı’nın çağrılıları ise daha da ilginçtir. Aralarında İngiltere’den Henry Keswick, Roderick MacFarquhar ve Reginald Maudling; Almanya’dan Kurt Birrenbach ve Theo Sommer; Fransa’dan Claudio Sergé; Japonya’dan Nobuhiko Ushiba ve Saburo Kita ile -şimdi sıkı durun- Türkiye’den Em. Org. Turgut Sunalp ve Dr. Fethi Tevetoğlu da vardır. Henry Keswick, Matherson and Ltd.’in Başkanıdır. Büyük Britanya Çin Komitesi üyesi olup ayni zamanda Çin Birliği’nin de Başkanıdır. British Bank of Middle East (Orta Doğu İngiliz Bankası), Sun Alliance ve London Assurance sigorta şirketleri ile Robert Fleming Holdings Ltd. Bankası’nın (11 Nisan 2000’de Chase Manhattan tarafından satın alındı) Yönetim Kurulu Üyesidir. Ayni zamanda Trilateral Komisyon üyesidir. Roderick MacFarquhar, China Q yazarıdır. Saygın siyasal dergi New Statesman’in Yazı İşleri Kurulu üyesi ve BBC Yapımcısıdır. Ve ayni zamanda Trilateral Komisyon üyesidir ve komisyonda 1974-79 tarihleri arasında Medya Başkanıdır. Reginald Maudling, İngiltere’de Koloniler Sekreterliği, İkmal Bakanlığı, Maliye Bakanlığı yapmış ve Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) Delegesi olarak çalışmıştır. Hem Trilateral Komisyon hem de Bilderberg üyesidir. Kurt Birrenbach, Alman Dış Politika Teşkilâtı Başkanı, Thyssen Vakfı Başkanı, Thyssen-Hutte AG Başkan Yardımcı, Atlantik Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başkan Yardımcısı, Avrupa Birliği Başkan Yardımcısıdır. Trilateral Komisyon üyesidir. Theo Sommer, Die Zeit Başyazarıdır. Hamburg Üniversitesi Ekonomik İşler Okutmanlığı ve Savunma Bakanlığı Planlama Personel Şefliği yapmıştır. Trilateral Komisyon üyesi, Bilderberg İdare Komitesi üyesi ve Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü (IISS) görevlisidir. Claudio Sergé, Lazard SA Bankası Genel Müdürü ve Avrupa Topluluğu görevlisidir. Trilateral Komisyon’un Daimi Olmayan Avrupalı üyelerindendir. Nabuhiko Ushiba, Japonya’da Çok Taraflı Ticaret Müzakereleri temsilcisi, Dışişleri Bakanlığı Danışmanı ve Dış Ekonomik İlişkiler Bakanı oldu. 1 Ocak 1995’te kurulan Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) ön çalışmalarında bulundu. Trilateral Komisyon üyesidir. Saburo Okita ise Japonya Dışişleri Bakanlığı yaptı ve o da üyesidir. “Dış çağrılı” statüsündekiler arasındaki iki Türk’e, Em. Org. Turgut Sunalp ve Dr. Fethi Tevetoğlu’na gelince… Sanırız ki onları tanımayan yoktur. Turgut Sunalp, 1917 yılında İstanbul’da doğmuş, 1924’de Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne girmiş ve 1945’de İstanbul’da Harp Akademileri’nden mezun olmuştur. 1962 yılında tuğgeneralliğe, 1968’de korgeneralliğe getirilmiş ve 1972 yılında orgeneralliğe yükselerek, Genelkurmay 2. Başkanlığı’na, daha sonra da Harp Akademileri Komutanlığı’na atanmıştır. 12 Mart öncesi ve sürecinde sol kesime karşı işkenceci ve kıyıcı olmuştur.10 “9 Martçı” diye nitelenen ve 12 Mart’ın Silahlı Kuvvetler’den uzaklaştırdığı silah arkadaşlarını bile tutuklayıp işkencehanelere göndermiştir. (Bkz. Aksiyon Dergisi, Sayı 459, Amiral Vedii Bilget: “Sunalp beni de gözaltına alacaktı”) Sunalp emekli olduktan sonra Kanada’da büyükelçilik görevinde bulundu. 12 Eylül 1980 darbesinden sonra siyasi parti çalışmalarına izin verilmesiyle Milliyetçi Demokrasi Partisi’ni (MDP) kurdu ve partinin Genel Başkanlığı’na seçildi. Seçimlerde hezimete uğradı. Sunalp’in solcu düşmanlığı ve sapkınlık ölçüsündeki anti-komünizmi, aile kökeninden gelmiştir. Annesi Macide hanım, Nazım Hikmet’in babası Hikmet Bey’in Ressam Celile Hanım’dan sonra evlendiği eşi Cavide Hanım’ın kızkardeşiydi. Hikmet Bey ile Cavide hanımın kızları Melda Kalyoncu’dan (Refik Erduran’ın ilk eşi - Kemal Tahir Vakfı Başkanı) da nefret ederdi. Ailesinin “sol eğilimi”ne karşı kini derin bir ruhsal hastalık boyutundaydı. Bu kin ve nefretini, daha sonra ele geçirdiği askersel etkinliğiyle ülkenin solcularına yöneltti. 12 Mart dönemindeki işkenceleri ve tutuklulara copla tecavüz edildiğini yadsırken kullandığı “Niye cop kullansınlar, taş gibi delikanlılarımız var!” ifadesi hastalıklı yapısının en dışa yansımış ölçütlerindendi. Mont Pelerin Cemiyeti toplantısına çağrılı olduğu dönemde emekli ve Ottawa’da Büyükelçiydi. (Turgut Sunalp’le ilgili kimi notlar için Ek.12’ye bakınız.) Dr. Fethi Tevetoğlu ilk, orta ve lise eğitimini yurdun çeşitli illerinde yaptıktan sonra Askeri Tıbbiye’ye girdi. Mezuniyeti ertesinde Gülhane Askeri Tıbbiye’ye atandı ve uzmanlığını Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamlayarak çocuk hastalıkları uzmanı oldu. Bir süre sonra askerlik görevinden ayrıldı ve Amerika’ya giderek Teksas ve Baylor Üniversitelerinde başasistan ve öğretim görevlisi olarak çalıştı. Dönüşünde Samsun’a yerleşerek serbest hekimlik yapmaya başladı. Aynı yıl Demokrat Parti Samsun İl Başkanı oldu. 27 Mayıs devriminden sonra Adalet Partisi Samsun örgütünü kurarak il başkanı oldu ve aynı yıl Samsun’dan senatör seçildi. Bu görevde aralıksız 12 yıl kaldı. Tevetoğlu, Dünya Antikomünist Teşkilatı’nın Orta Doğu ülkeleri temsilciliğini üstlenmiş ve ölümüne kadar bütün yıllık kongrelerine katılmıştır. Ayrıca Türk Ansiklopedisi yayın kurulu başkanlığı da yapmıştır. 1987’de yayıma başlayan Yeni Orkun dergisine de çeşitli makaleler, dizi yazılar yazmış, son gününe kadar da derginin başyazarlığını yapmıştır. İstanbul’da Askeri Tıbbıye öğrencisi iken Atsız’la tanışarak ona hayranlık duymuş ve en yakın dostlarından biri olmuştur. Daha Askeri Tıbbiye öğrencisi iken, bir arkadaşının adına aldırdığı imtiyazla Kopuz Dergisini yayınlamaya başlamış ancak haberi alan Ankara’daki yetkililer eğer dergiyi kapatmazsa er olarak alaya çıkaracaklarını bildirmişlerdir. Daha sonra Samsun’a atanmış ve burada da Kopuz’u eşi üzerine aldığı imtiyazla yayınlamayı sürdürmesi üzerine bu kez Ankara’dan bir heyet gönderilmiş ve ifadesi alınmış ama Kopuz’a dokunulmamış ama kısa süre sonra “tabutluk” olayından dolayı tutuklanmıştır. Derginin bu döneminde yazarları arasında Atsız, Zeki Velidi Togan, İsmet Tümtürk, Hüseyin Namık Orkun, Nejdet Sançar, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Orhan Şaik Gökyay, Peyami Safa, Remzi Oğuz Arık, Z. Fahri Fındıkoğlu, Dr. Hakkı Akansel de vardı. Tevetoğlu’nun yazdığı kitaplar arasında “Yarın Turan Benimdir”, “Türklüğe Kurban”, “Faşist Yok Komünist Var”, “Kıbrıs ve Komünizm”, “Türkiye’de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler”, “Mukaddes Topraklardan Geçen Yol” gibileri sola ve sosyalizme karşı düşmanlığını açıkça dile getirdiklerindendir. Dikkati çeken diğer bir yanı da, askerlikten ayrılıp Amerika’ya gittiği dönemde özellikle Teksas Üniversitesi çevresinde gelişmiş ırkçı kuruluşlarla ve Dünya Antikomünist Teşkilatı’yla iç içe yaşantısı sürecidir. Bu süreçte, Amerikan biyolojik ırkçılığının önderi R.B. Bean’in izdaşlarıyla ve özellikle “iki ırkın karışmasının aşağı türden ilkel bir ırkın ortaya çıkmasına yol açacağını” yazıp zencilerle beyazların evliliklerin yasaklanmasını isteyen Madison Grant’çılarla birlikte Austin’deki zenci Müslümanlara karşı düzenlenen eylemlere katılımı dikkati çekti. Çünkü bu “zenci Müslümanlar”ın komünist olduklarına inanmıştı. Tevetoğlu, Mont Pelerin Cemiyeti toplantısına çağrılı olduğu dönemde ise İslam Kalkınma Bankası Müşaviri ve İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları Konferansı Genel Sekreter Yardımcısı idi. 1. Acton-Toqueville, iki ayrı kişinin John Acton (1834-1902) ve Alexis de Toqueville’in (1805-1859) adlarının birleşiminden esinlenerek oluşturulmuş bir isimdi. Bunlardan ilki dinsel özgürlüğü, ikincisi ise Amerikan demokrasisini inatla savunan düşünürlerdi. 2. Ek-1’e bakınız. 3. Em. Korgeneral Nihat Özer değildir. 4. Soros için ayrıntılı bilgi için bkz: Nokta dergisi, sayı 1086, 26 Nisan 2004 5. İnternet üzerinden Rio Tinto Iran, Iran Rossing kelimeleri ile yapılacak aramada fazlası ile bilgi elde edilebilir. Rio Tinto’yu 1900’lü yılların ilk çeyreğinde Lord Denbigh kanalıyla İngiltere’nin çıkarları için Osmanlı yetkililerine Glascow projesini kabul ettirmeye çalışırken bulmaktayız. Bu dönem Chester/ABD, Glascow/UK gibi projeler ile Fransız ve Almanların demiryolu imtiyaz kavgalarının yoğun bir şekilde yapıldığı dönemdir. Osmanlı ilk dış borcunu 1854’de Palmer ve Goldshmildt’den almıştır. Kırım savaşını ise Rothschildler finanse etmiştir. Osmanlıyı yeteri kadar borçlandırdıktan sonra Rothschildler, Herzl’i Abdulhamid Han’a göndererek, borçları silme karşılığında Filistin topraklarının yahudilere bırakılmasını teklif etmiştir. Bu teklif rağbet görmez. Chester projesinin arkasında ABD’de yerleşik, Rothschild ve Warburg ortaklığı olan Kuhn Loeb & Co. (şimdiki American Express) firması vardır. Ayrıca, Chester projesi kapsamında kurulan Ottoman American Development Company firmasının yönetiminde bir Rothschilds kuruluşu olan Wickers Armstrong firmasının Washington temsilcisi de bulunmakta idi. Bu proje daha sonra Atatürk tarafından çöpe atıldı. Yine bir Rothschilds kuruluşu olan Osmanlı Bankası, Almanlarla birlikte Bağdat demiryolunu finanse etmekte ve yeni imtiyazlar peşinde koşmaktaydı. Bir Rothschilds ajanı olan Gülbenkyan, Shell adına Osmanlı petrol alanlarının peşinde idi. Gülbenkyan başarılı oldu. Petrol imtiyazı daha sonra Irak Petrol Şirketi adını alan Türkiye Petrol Şirketine verildi. Amerika % 23.5, İngiltere % 23.5, Fransa % 23.5, Shell % 23.5 ve Gülbenkyan % 5 hisse aldılar. Bölge BM tarafından İngiltere’nin nüfuz alanı olarak ilan edildi. Projeler ve imtiyazların temeli demiryolu inşasına dayanmakta ve yapılacak demiryolunun 20 km sağı ve solu demiryolunu yapacak firmalara imtiyaz bölgesi olarak verilmekteydi. İmtiyaz bölgesindeki madenler, petrol, orman envali, tarım alanları, tarihi eserler ve ören yerleri bu firmaların tasarrufuna bırakılıyordu. Amerikan misyonerler Anadolu ve Ortadoğu’yu karış karış taramışlar ve demiryollarının güzergahlarını belirlemişlerdi. Bor madenlerinin devletleştirildiği 1978 yılından önce Türkiye’deki bor madenlerinin % 80’ine Türk Borax adlı firması ile hakim olan Rio Tinto, Anatolia Mineral Development Ltd isimli firması ile bu günlerde ülkemizde altın, gümüş, bakır, çinko v.s. araması yapmaktadır. Bu firmaya Cominco’da ortaktır. Zengin altın rezervi buldukları belirtilmektedir. Ancak bu bilgilere ihtiyatlı yaklaşmakta fayda vardır. Rio Tinto ve diğer altın arayıcılar, ülkemizin içinde bulunduğu ve patronu olan bankalarca körüklenen krizden faydalanarak; krize çare olarak “işte altın, altın çıkarmak için yerli sermayenin gücü yetersiz, o halde yabancı sermayenin önünü açalım” şeklinde bir yaklaşımla önemli imtiyazlar elde etmek isteyebilirler. Bu manada Endüstri Bölgeleri Kanun Tasarısı, manda yönetimini aratacak kadar önemli tavizler içermektedir. Nitekim, halen Kütahya’da faaliyet gösteren 100.Yıl Gümüş Tesisleri 120 ton/yıl altın işleme kapasitesine sahip iken bu durum kimsenin aklına gelmemekte, tek çözüm yabancı sermayenin önünün açılması olarak gösterilmektedir. Önü açılmış yabancı sermaye aslında en çok yerli sermayeyi tehdit etmektedir. Bu onların başka ülkelerde oynadıkları oyunlara benzemektedir. Rio Tinto lobisi şimdilerde bu tezi ısrarla işlemekte ve toplumun önüne altın haritaları sermektedir. Rio Tur firması ile de trona aramaları yaptığı ve Ankara/Kazan’da trona rezervi tespit ettiği belirtilmektedir. Bu, doğru ise, Eti Holding - Park Holding ortaklığı ile Beypazarı’nda yapılacak tesisin açılmadan kapanması demektir. Türkiye’de önemli miktarda altın sahası kapatan Eldorado Gold firması Anglo American Corp’a (AAC) aittir. Fransız Mines d’Or SA firmasına ait iken Eurogold firmasının üretim yapmasını engelleyenlerin arkasında AAC olduğu ifade edilmektedir. Eurogold isim değiştirerek Normandy olmuştur. Ana firma Normandy Posseidon’un kontrolü Rio Tinto ve AAC’ dedir. Altın fiyatları, her gün, iki kez İngiltere’de bulunan Rothschild Bank tarafından belirlenmektedir. Hammadde temin ettikleri ülkelerden hiç birisi gelişmişlik seviyesini yakalayamamıştır. Rio Tinto’nun GAP projesi kapsamında yapılan Ilısu barajında da hissesi bulunmaktadır. Buradaki hissesi kendi faaliyet alanı ile ilgili olmayıp İngiltere’nin Ortadoğu politikaları muvacehesindedir. Rio Tinto’nun kendi açıkladığı bilgilere göre elinde en fazla 20 yıllık bor rezervi kalmıştır. Yataklarda açık ocak işletmeciliği yapma imkanı kalmadığı, kapalı ocaklardan yapılacak üretimin de oldukça pahalı olduğu bilinmektedir. Rio Tinto Arjantin’deki bor yataklarından üretimi durdurmuştur. ABD ise üretime en fazla 10 yıl daha müsaade eder ve kalan bor rezervini stratejik rezerv ilan ederek üretimi durdurur. Bu durumda Rio Tinto/US Borax’ın önünde iki çözüm bulunmaktadır. Ya yeni bir bor rezervine sahip olacak ya da bor madenine alternatif bulacaktır. Yeni bir bor rezervine sahip olabilmesinin en kestirme ve etkili yolu Türk bor madenlerine sahip olmaktır ya da pazarlamasını tamamen kontrol altına almaktır. Rio Tinto ile aynı sermaye grubuna dahil olup, Eti Holding’den bu güne kadar hiç bor almamış ya da çok az bor ürünü almış diğer şirketlerin ihtiyaçlarının çok üzerinde taleplerle gelmesi sürpriz olmayacaktır. Yüksek miktarda ve uzun süreli bağlantılarla ürün talep eden yeni aracılar ortaya çıkacaktır. Böylece US Borax/Rio Tinto’nun üretimden çekilmesi ile doğacak boşluk kendi çıkarlarına uygun olarak doldurulacaktır. Bu uğurda nasıl mücadele ettiği, lobisinin nasıl çalıştığı kamuoyu tarafından bilinmektedir. Bor madenlerinin özelleştirilmesi için yeniden girişimlerde bulunacaklardır. Bunun için akla hayale gelmedik yollara başvurmaktan çekinmeyeceklerdir. Bor madenine alternatif ürün geliştirme hususunda yoğun bir çalışma yürütülmektedir. Trona madeninin bor yerine kullanılması için çalışmaları halen devam etmektedir. Owens Corning’in borsuz fiberglas üretme çabaları ve deterjan üretiminde borun trona ile ikame edilmesine yönelik gayretler ancak bu şekilde anlamlı hale gelmektedir. Rio Tinto son yıllarda ABD’de trona işletmeciliğine başlamıştır. US Borax firması Owens Lake Operation adlı kuruluşa ortak olarak trona üretimine girmiştir. IMC Chemical kanalıyla dünyanın ikinci büyük trona üreticisi olmuştur. 1993 yılından bu yana Beypazarı trona madenlerinin işletmeye açılmasını engelleme gayreti içinde olmuştur. Bu yatırımı engelleyemez ise kendisi kontrol altına almak istemektedir. Trona’nın en çok tüketildiği Avrupa’ya en yakındaki tek doğal soda yatağının Türkiye’de olması bu cevheri stratejik hale getirmektedir.”) 6. Bilindiği gibi 1968’lerde ABD içinde sıradan bir düşünür olan Alman kökenli Herbert Marcuse’ün görüşleri, “yeni sol” etiketi ile Avrupa’ya salındı. “İşçi sınıfı, devrimci bir sınıf değildir artık” diyordu Marcuse. “Kapitalist sistem, artık değerden önemli paylar vererek işçi sınıfını burjuvaziye ortak kılmıştır. Devrime öncülük edecek tek kesit kalmıştır: Sınıfsal özüne henüz yabancılaşmamış gençlik.” İşte bu noktadan sonra, Berlin’den başlayıp Paris’e sıçrayan ve Sorbonne’da doruğuna ulaşan öğrenci eylemleri başladı ve tüm dünyaya sıçradı. “Yeni sol” kavramı da, işçi sınıfı varlığını yadsıyan bir boyutta, Marksizmle uzlaşmaz çelişkiler belirleyen bir yapılanmaya yöneldi. Sonuçta Marcuse’ün tetiklediği olaylar, Fransız politikacı Duclos’un da belirttiği gibi, “Özerk Avrupa tasarısına karşı tümüyle ABD’nin kışkırttığı bir sabotaj eylemi” oldu. Bu apaçık olgudan çıkarılması gereken ders bir sınıf olarak örgütlenmemiş her kesimin eylemi, başka güçlerce kışkırtılıp denetlenebilir; gençlik bir toplumun varoluş çekirdeğidir ama, bir sınıf değildir; ne siyasal ne ekonomik bir eyleme öncülük edebilir olmasına karşın bu ders bir türlü alınamadı ve sonraki yıllarda toplumcu devrimci hareketin tüm dünyada güdükleşmesine neden oldu. Marcuse’ün CIA hesabına çalıştığı öldükten sonra dünya kamuoyu tarafından iyice anlaşıldı. 7. Ölüm Mangaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: Emperyalizmin Bataklığında İstihbarat Örgütleri - Doruk Operasyonu, Talat Turhan, Sorun Yayınları. 8. Friedman ekonomisi için Ek.6’daki Susan George’un “Neoliberalizmin Kısa Tarihçesi” başlıklı makalelerine de bakınız. 9. Ayrıntılar için Bkz. Ek.7, Ek.8 ve Ek.9’da Ayn Rand’ın “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal”ına Prof.Atilla Yayla’nın yazdığı önsöz, Sinan Çetin’in kitaba ilişkin görüşü ve Yayla’nın Çetin ile bu konuda yaptığı ve Liberal Düşünce Dergisi’nin 2004 Kış’ına ait 33. sayısında yayınlanan söyleşi. 10. Bu konuda Bkz. Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, Talat Turhan, 2. Kitap, Sorun Yayınları, Ocak 2005, S.111-128 ve Marmara Brifingi: Devletin Gözüyle Sol ve Sağ Örgütler, Kaynak Yayınları, Nisan 1995 III 1978 Türkiyesi Ecevit, o 1978 yılının Washington’daki NATO Doruk Toplantısı’ndan ülkeye döndüğünde aylardır siyasal olaylarda ölenlerin sayısının Mayıs ayında katlanarak arttığını gördü. Haziran ayının ilk günü, 1 Ocak - 31 Mayıs tarihleri arasında aralarında Savcı Doğan Öz ve Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu’nun da bulunduğu 224 kişinin öldürülmüş olduğu liste konulmuştu önüne: Abbas Lüle, Abdullah Akgül, Abdullah Celep, Abdullah Gülbahar, Abdullah Şimşek, Abdullah Turgut, Abdurrahman Alagöz, Abdülaziz Akbay, Abdülgani Bozarslan, Adem Daniş, Adem Güler, Adem Hepgüler, Adil Demiröz, Adil Keçedereli, Adnan Onk, Adnan Sevik, Adnan Yüzgün, Ahmet Avlamaz, Ahmet Güzel, Ahmet Şakir Gülgüner, Ahmet Şerif Satilmiş, Ahmet Yetiş, Ahmet Yücelkaya, Alaattin Akay, Ali Baltekin, Ali Çakır, Ali Çiftçi, Ali Karakaya, Ali Koca, Ali Osman Beydilli, Ali Rıza Koşar, Ali Sevinç Şeker, Ali Şahin, Ali Yahya Özkuyucu, Anket Turan Ören, Atilla Acartürk, Aydın Efetürk, Bahri Bilge, Baki Bostan, Baki Ekiz, Barış Yıldırım, Bayram Akçay, Bayram Turan, Bekir Erdoğan, Bekir Kayısı, Bilgin Girgin, Bozkurt Fendoğlu, Cavit Güdücü, Celal Duru, Celal Özkan, Cemil Sönmez, Cevat Balcı, Cevat Koca, Coşkun Erdağ, Coşkun Keskin, Çetin Bay, Çetin Ergül, Davut Yağmur, Doğan Gül, Doğan Öz, Emin Kutan, Emine Küçükkılıç, Emir Akmaner, Emir Çınaroğlu, Enver Dağcı, Erdal Nuhoğlu, Erhan Bitlisli, Erhan Genişhan, Erhan Tekel, Eyüp Gökçen, Fethi Apaydın, Firdevs Daniş, Galip Sevinç, Gökhan Yüksel, Gürsel Kahraman, Güven Bilgili, Güzelaga Biçici, Hacibey Ercan, Halil Çavgür, Halil Özdemir, Halil Ülker, Halit Namlı, Hamit Fendoğlu, Hamit Şahin, Hanefi Bender, Hanife Fendoğlu, Hasan Çaylı, Hasan Okut, Hasan Sürel, Hasan Yasin, Hasan Yaşar Avşar, Hatice Özen, Hatip Bozkurt, Hayati Dagaslan, Haydar Ceritli, Haydar Karababa, Haydar Kök, Hayrettin Akpınar, Hayri Kürüş, Hikmet Akın, Hülya Tekin, Hüseyin Cankatar, Hüseyin Ergin, Hüsnü Kayıhan, İbrahim Bozkurt, İbrahim Çiçek, İbrahim Hürbaş, İbrahim Tınaz, İdris Ekinci, İhsan Vuraloğlu, İsmail Güzel, İsmail Keskin, İsmet Erdem, Kazım Turhan, Kemal Eren, Kemalettin Erdoğan, Kenan Yüzgül, Kısmet Doğan, Kudret Uybaş, Levent Özyürük, Mahmut Kocaoğlu, Mahmut Yıldırım, Mehmet Ali Kocatepe, Mehmet Alkut, Mehmet Bal, Mehmet Çakan, Mehmet Çelik, Mehmet Çetin, Mehmet Doğruyol, Mehmet Fendoğlu, Mehmet İhsan Savaş, Mehmet Karadan, Mehmet Korkmaz, Mehmet Nuri Ayyıldız, Mehmet Taşdemir, Metin Koca, Metin Yılmaz, Muharrem Çöllü, Murat Kurt, Mustafa Bal, Mustafa Çelebi, Mustafa Deniz, Mustafa Gönül, Mustafa Kahraman, Mustafa Sari, Mücahid Güleç, Müjdat Çelikyay, Naci Erguvanlı, Naci Has, Naver Ergin, Nazım Kuru, Necip Bulut, Nejat Gökpınar, Nevruz Koç, Nevzat Gökçen, Nihat Kaymakel, Nurettin İl, Orhan Bilici, Orhan Küçükkaya, Orhan Öztorun, Osman Ataç, Osman Demir, Osman Doğan, Osman Sağlak, Osman Topak, Ömer Aydoğdu, Ömer Bayraktar, Ömer Semiz, Ömer Toy, Özcan Demirtaş, Özcan Yurtsever, Rafet Temizkök, Rahmi Şahin, Ramazan Demiröz, Ramazan Doğan, Renan Eriş, Rıfat Genç, Sabri Özkan, Sabri Taşdemir, Sadettin Manga, Sadık Önal, Sait Hazar, Sait Ulusoy, Salih Uluğ, Savaş Eryetiş, Sedat Yalnızcan, Sefer Aktaş, Selahattin Akkaya, Selahattin Aslan, Selahattin Doğan, Selahattin Doğu, Selahattin Öndek, Selçuk Sarıdoğan, Selma Keçeli, Semih Erke, Seyfettin Erkılıç, Sinan Koca, Süleyman Erim, Şaban Demiral, Şadi Yılmaz, Şahin Buyrukbilen, Şeref Özçubukçu, Şeref Şahin, Şerif Neydim, Şevki Demir, Tahir Kökçü, Talat Temel, Tekin Ersöz, Teslim Temel, Uğur Selvi, Ünal Kabakçı, Vakkas Nergis, Vedat Gökdemir, Veli Saka, Yaşar Temiz, Yavuz Kahraman, Yıldırım Coşar, Yılmaz Derebaşı, Yunus Bedel, Yusuf Pakır, Zafer Boz, Zafer Üstünöz, Zeynel Adıgüzel, Zeynep Göğüs. Ertesi gün ise Madrit’te Büyükelçimiz Zeki Kuneralp’in eşi Necla Kuneralp ve emekli Büyükelçi Beşir Balcıoğlu’nun katledildikleri haberi ulaştı Ankara’ya. 8 Haziran 1978 sabahı Carter, 13 Senatörü Beyaz Saray’a çağırdı. Türkiye’ye uygulanan ambargonun kaldırılması için kampanyanın resmen açıldığını bildirdi. Toplantıdan çıkanlardan biri de Senatör Frank Church idi. Amerikan kamuoyunun Watergate’deki ve kimi Kongre üyelerinin rüşvet soruşturmalarındaki tutumundan dolayı yakından tanıdığı Chuch gazetecilere, “Ambargonun kaldırılması için oyumu değiştirmeyi kararlaştırdım. Bunu sadece vatanımın güvenlik çıkarları için yapıyorum” dedi. Kampanya, kamuoyuna pazarlanmaya başlanmıştı. 14 Haziran’da Carter bir basın toplantısı düzenledi. Toplantı NBC tarafından tüm Amerika’ya canlı yayınlandı. Başkan burada, “Türkiye’ye uygulanan ambargonun kaldırılması, dış politikada yönetimin bir numaralı öncelik sorunudur. Konulan ambargo, Kıbrıs uzlaşmasına olumlu katkıda bulunmadığı gibi ABD’nin Türkiye ve Yunanistan ile ilişkilerindeki gerginliği arttırmış ve NATO’yu olumsuz biçimde etkilemiştir. Doğu Akdeniz, ABD’nin kendi güvenlik çıkarları ve Orta Doğu ile Güney Avrupa’nın savunması için çok önemlidir. Bu bölgede güvenliğin sağlanması için şu üç unsur gerçekleştirilmelidir: 1- Amerika, NATO, Türkiye ve Yunanistan’ın güvenlik çıkarlarına hizmet edilmeli; 2- Türkiye ile Yunanistan arasındaki ilişkiler geliştirilmeli; 3- Kıbrıs uzlaşması girişimlerine yardımcı olunmalı. Bunlar için Kongre’den Türkiye’ye konulmuş ambargonun kaldırılması önerimizi onaylamasını istiyorum” şeklinde konuştu. Ecevit, 12 Mart’ta Bern’de, Kıbrıs sorununu irdelerken Amerika için “Gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz!” demişti. Ama üç ay sonra, ABD doğrudan tüm ağırlığını Kıbrıs konusuna kaydırmış oluyordu. Bunda etken Ecevit’in NATO doruğunda Carter ile yaptığı görüşmeydi. Ecevit’in kendi kendisini tekzip edişiydi Derken salt ABD değil tüm önde gelen Avrupa ülkeleri -ve hatta Çin ile Japonya bileKıbrıs’ta ivedi çözüm istediklerini açıklamaya başladılar. Gerçekte, her emperyalist gücün Kıbrıs için acil bir çözüm istemesinin ardında kendine özgü nedenler bulunuyordu. Acele etmeyen tek taraf, Kıbrıs Türk egemen sınıfıydı. Amerikalılar, İngilizler ve Avrupalılar, bütün bölgenin (Kıbrıs, Türkiye, Ortadoğu ve Arap dünyası) bir mayalanma içinde olduğunu bildikleri için acele ediyorlardı. İsrail tarafından Filistinlilere uygulanan ulusal baskı patlamalı bir durum yaratmak üzereydi. Arap Körfezi ve Güneydoğu Asya rotasında sorunları arttıracak ve önceden kestirilemez durumlara yol açacak gelişmeler gözlenmekteydi. Bölge halkları zaten yoksulluk içinde kıvranmaktaydı. ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin etkinleşemedikleri koşulda bütün bölgeyi istikrarsızlığa itecek olan büyük bir ayaklanmanın kıvılcımı her an parlayabilir ve Sovyetler’in bölgede başat rol oynaması kaçınılmaz olurdu. Bu nedenle Amerikan emperyalistleri, adadaki İngiliz üslerini kullanabilmek için, sakin, sorunsuz, istikrarlı bir Kıbrıs istiyorlardı. Ayrıca Türkiye’nin mutlak denetimleri altında kalmasını istiyorlar, böylece Türkiye’yi çevresindeki ülkelere ve Sovyetler’e karşı askeri bir makine ve bölgedeki çıkarlarını güvence altına almak için jandarma olarak kullanabilmeyi sürdürmeyi planlıyorlardı. Bölgedeki petrol üreticisi ülkeleri denetleyebilmek için Türkiye, Kıbrıs ve Yunanistan’ın Amerikan etkinlik alanında sistemle bütünleşmiş istikrarlı ve uslu ülkeler olmasını istiyorlardı. Öte yandan, Yunan sermayesi kendisi için büyük bir dert haline gelmiş olan bu soruna geçici bir çözümü bile kabul edeceğinin ipuçlarını veriyordu. Yunan egemen sınıfı, mallarını Türk pazarına sokmak istiyordu. Bu noktada Yunan hükümeti ile egemen sınıfı arasında sürtüşmeler de olmuyor değildi. Hatta Yunanlı General Richard Capellos, “Yunan sermayesi ödüllendirileceğini umarak ve sadakatinin bir kanıtı olarak Kıbrıs’ı Amerikalı ve Avrupalı emperyalistlere satmak istiyor” diyordu. Türk egemen sınıfı ise olağanüstü sıkıntıda olan ekonominin dışarıdan gelecek “sıcak para” ile rahatlaması ve bankacılık sisteminin içine düştüğü açmazdan çıkabilmesi için Kıbrıs sorununu şu ya da bu biçimde aşmak, ambargonun kaldırılmasını sağlamak yanlısıydı. Hükümet de çökmüş ekonomiyi kurtarmak için gereksinim duyduğu uluslararası kuruluşlardan daha büyük mali yardımlar almayı umuyordu. Silahlı Kuvvetler’in kimi yöneticileri de ambargonun kalkması için somut adımlar atılmasını savunurken, sınırlı sayıda asker “ulusal savunma sanayi”ne yönelmeyi öne çıkarıyordu. Kıbrıs’ta ise durum farklıydı ama çok değişik değildi. Denktaş muhalifleri, çöken Kıbrıs Türk ekonomisini ve mevcut mali kanamayı durdurmak için artık bir çözüm bulunmasını istiyorlardı. Rum burjuvazisi ise, hem adanın Kıbrıs Türk tarafını kendi denetimine almak ve hem de Kıbrıslı Türk işçileri ucuz emek gücü olarak kullanıp Kıbrıslı Rum işçilerin yaşam standartlarını düşürmek için bir acil çözümden yanaydı. Kıbrıs Türk toplumu adada çözüm konusunda ortadan ikiye bölünmüş durumdaydı. Kıbrıs Türk egemen burjuvazisi çözüm istemiyor, çünkü Kıbrıs Rum burjuvazisi tarafından yok edilip yutulacağını gayet iyi biliyordu. Adaya sonradan giden göçmenler de çözüme karşıydılar, çünkü eninde sonunda Kıbrıs’ı terk etmek zorunda kalacaklardı. Fakat bunların aksine, yoksul ve acımasızca ezilen Kıbrıslı Türk emekçiler, ada konusunda varılacak bir anlaşmayı, onları yasasız kuralsız burjuvazi baskısından, göçmenlerin tacizlerinden ve apaçık sömürülmekten kurtaracak bir çözüm olarak görüyorlardı. İşin ilginç yanı, emekçilerin partisi AKEL, bu aşamada ABD denetiminde bir anlaşma zemini kotarılmasının işçilerin yaşam standartlarına yapılan saldırıların bir sonucu olarak Kıbrıs Rum burjuvazisi ile işçiler arasındaki çelişkiyi yoğunlaştıracağı gibi, Kıbrıs Rum burjuvazisi ile Kıbrıs Türk burjuvazisi arasındaki çelişkiyi de keskinleştireceğinin ve olasılıkla aynı şeyin Kıbrıslı Türk ve Rum işçiler arasında da yaşanacağının ayrımında değildi. AKEL, çözüme karşı tavır takınmış görünüyordu çünkü yeniden birlikte yaşama olasılığı doğarsa Kıbrıslı Rum işçilerin yaşam standartlarının düşeceğini çünkü varsıllığı Kıbrıslı Türk işçilerle paylaşacağını varsayan popülist ve sendikalist politikaların baskısı altındaydı. Oysa Kıbrıs Rum burjuvazisi tam tersini düşünüyor, çözüm sağlanması durumunda Kuzey kesiminden çok daha ucuz işgücü sağlayabileceğini varsayıyordu. Bir yandan kapitalizm Türk ve Yunan işçileri yoksulluk ve işsizliğe iterken, bir yandan da her iki kesimdeki burjuvazi sömürüyü ve kendi kârlarını artırmanın yollarını arayıp savunuyordu. Türkiye solu ise, Kıbrıs’ta gerçekçi çözümün emperyalizmin soruna müdahalesinden değil, tarafların emekçi kitlelerinin kotaracağı barış içinde birarada yaşama ilkeleri ve mücadelelerini birleştirmeden geçtiği anlaşılmadıkça adada esenliğin hayal olduğunu savunuyordu. Ortadaki manzara, Kuzey ve Güney’deki egemen burjuvazilerin de, emekçi kesimlerinin de olguya bakışlarında tam bir karşıtlık içinde olduklarını yansıtıyordu. İşin en ilginç yanı, adada asla çözüm istemeyen Türk “milliyetçi”leri ile Rum komünistlerinin ayni cephede, çözüm isteyen Türk emekçileri ile Rum burjuvazisinin de bir başka ayni cephede buluşmuş olmalarındaydı. Belki de ortada böyle büyük bir kaos olduğu için Ecevit, birkaç ay önce ABD için söylediği için “Gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz!” sözlerini “hayal” bile ettiremeyecek bir çark ediş içine girmiş, Başkan Carter’in bölgede tüm insiyatifi ele geçirecek atılımına boyun eğmişti. Çünkü o siyasal yaşamının hiçbir sürecinde sorun aşacak, kaos giderecek bir yaratıcılık ve siyaset ustalığına sahip olamamıştı. Nasıl ki Demirel askeri darbelerde “şapkasını alıp gider”di, Ecevit de “küstüm” der köşesine çekilir, yurtdışı bağlantılarıyla zaman öldürürdü. Bu nedenle de, Türkiye’nin sorunlarını gidermek için yurtdışındaki çeşitli örgütlerde, emperyalist yapılanmalarda kendi çıkar ve istemleri yolunda planlar yapılır, bu planları uygulayacak bir gölge lider yaratılırdı. Planları uygulamada -kendi inisiyatifini kullanma hatasına düşüp- yanlış yapan kenara itilir, yerine inisyatif kullanacak değil aldığı emri uygulayacak eğitimden gelmiş bir askersel cunta lideri kotarılırdı. 16 Haziran 1978 günü Beyaz Saray’da bir toplantı daha yapıldı. Türkiye’ye konulmuş ambargonun kaldırılmasından yana çalışan grup Temsilciler Meclisi’nde ne sonuç alınabileceğini irdeledi. Frank Moore, henüz yeterli sayıya ulaşılamadığını, oylamanın tatil sonrasına ertelenmesinin gerekli olduğunu öne çıkardı. Öte yandan, eğer ambargonun koşulsuz kaldırılması istenmezse, yeterli sayıda oy bulunabileceği görüşü de ağırlık kazandı. Bu arada Türkiye’de yatırım ya da iş yapan 24 Amerikan şirketi de eyleme girişmişti. Ford ve Harvester şirketleri yetkilileri ambargonun kalkmaması durumunda yatırımlarının tehlikeye gireceğinden çekindiklerini açıklayarak aralarında görev ayrımı yaptılar. Çeşitli milletvekili ve senatörlere ulaşıp ambargonun kaldırılmasından yana oy kullanmalarını istediler. John Deere şirketi bir halkla ilişkiler firmasıyla anlaşıp Türkiye lehine kamuoyu oluşturmaya girişti. Ancak bu girişimler “ambargo kalksın da nasıl kalkarsa kalksın” havası yarattı. Gelişmeler ve ambargonun koşullu kaldırılma eğilimi Ankara’nın hiç hoşuna gitmemişti. Bu arada Ecevit, 21-25 Haziran tarihleri arasında Moskova’ya gideceğini duyurdu. Ecevit’in Moskova gezisi bir “şantaj” ya da “tehdit” değildi. Ama öyle algılandı Washington’daki kimilerince. Moskova gezisi, Amerikan basını tarafından Türk basınından çok daha yoğun bir ilgiyle, çok daha geniş bir gazeteci kadrosuyla ve anında yayınlarla izleniyordu. Ecevit durumun ABD’de kaygı yaratıp ambargonun kaldırılması yönündeki eğilimlere sekte vuracağını düşündüğü için olsa gerek, “Türkiye ambargo kalkmasa da NATO’dan ayrılmayacaktır. Bölgedeki barışı bozma amacımız yoktur” dedi. Bu sözler en büyük tepkiyi dışişlerindeki önde gelen diplomatlarımızdan aldı. Ecevit’in “elindeki kozları açığa vurup gereksiz bir yaklaşım içine girdiği” eleştirileri yapıldı. Ne ki AP lideri Demirel, düzenledigi “Bayrağa Saygı” mitinginde “Ecevit Türkiye’yi Batı’dan koparmayı planlıyor” diyerek kitleleri galeyana getirmekte sakınca görmüyordu. Sovyetler Birliği ile Türkiye tarihinin en önemli ekonomik ve teknolojik anlaşmalarını yapmış Demirel, Ecevit’in Moskova gezisini Türkiye’nin “Sovyet uydusu” olmaya yönelmesi gibi gösterince, MHP ve Ülkü Ocakları büyük ölçüde sokak terörüne yöneliyorlar, “solcu avı” baskınları düzenlemeye başlıyorlardı. Yalnızca o Haziran günleri sürecinde aralarında Abdullah Akçay, Ahmet Türkgenç, Akif Bekiroğlu, Ali Kemal Turgutoğlu, Bilal Öztoprak, Birol Yüceloğlu, Celil Yıldırım, Cezmi Yürekli, Cihandir Erdeniz, Davut Turan, Ersoy Yıldız, Feyzullah Ekşioğlu, Fikret Çağan, Fikret Derim, Hakan Özenç, Hatice Sefer, Hüdaverdi Polat, Hürcan Gürsoytrak, İbrahim Güngör, İclal Akın, İsmail Caymaz, Kemal Durmazpınar, Mahmut Özmen, Mehmet Ayık, Mehmet Eren, Mehmet Gürkan, Mehmet Karabulut, Mehmet Palas, Murat Tuncay, Murtaza İçen, Mustafa Baykal, Mustafa Erdem, Mustafa Kuşçu, Muzaffer Mutlu, Nazan Çalışkan, Nuri Karamürsel, Özer Üstüntaş, Sabri Aykurt, Süleyman Aslan, Şakir Karataş, Şakir Saka, Tevfik Farisli, Turgay Yetkin, Yaşar Bahçeli, Yaşar Şentürk, Yavuz Pilot, Yusuf Keskin, Zakir Alkan, Ziya Duru ve Ziya Sorak’ın da bulunduğu 50 kişi terörist saldırılarda can verdi. Ecevit Moskova’da, Kıbrıs konusunu hem Brejnev hem de Kosigin ile uzun uzun tartıştı. Türk tarafının önerilerini en ince ayrıntısıyla anlattı, görüşmelerin başlamasını Rumların engellediğini kanıtlamaya çalıştı. Moskova’nın ta ilk günden bu yana Kıbrıs konusunda tek kaygısı vardı. O da adanın çifte Enosis ile iki NATO üyesi Türkiye ve Yunanistan arasında taksim edilmesi. Taraflar arasındaki görüşmelerden herhangi bir sonuç alınmadığı ve çözümsüzlük giderek somutlaştığı ölçüde Moskova’nın bu konudaki kaygısı da giderek artmaktaydı. Bu nedenle sorunun “taraflar arası” değil “çok taraflı” bir konferansla çözümlenmesi önerisini ortaya atmışlar ve bunda direniyorlardı. 23 Haziran 1978 günü yapılan görüşmede Ecevit, Sovyet liderlerini adanın bağımsızlığına verdiği önem ve taksim fikrine karşı oluşunu konusunda inandırmıştı. Sonunda Türk-Sovyet ortak bildirisi yayınlandı ve “Toplumlararası görüşmelerde egemenlik, bağımsızlık, toprak bütünlüğü ve bağlantısızlığa saygı gösterilmesi” istendi. Moskova ilk kez Kıbrıs konusunda “çok taraflı bir konferans” gerekirliğinden söz etmemişti. Sorunu “uluslararasılaştırmamış”tı. Hiç kuşkusuz bu, Sovyetlerin politika değiştirdiği anlamına gelmiyordu. Adanın bölünmesine yol açacak gelişmelerin önlenmesi için bir an önce görüşmelerin başlatılmasını teşvik amacını içeriyordu. Ne ki, ne Ankara, ne Atina ne de Washington durumu böyle algılamadı. Ankara’da, “Ecevit, Moskova’ya politika değiştirtti” havası egemenleşirken Atina durumdan derin kaygı ve korku duydu. Washington ise “Moskova, Ankara’yı ele geçiriyor” paniğine düştü. O gün Brüksel’de, Türkiye Daimi Delegesi Coşkun Kırca, NATO Başkomutanı General Alexander Haig ile görüşüyordu. Haig, 28 Haziran’da ABD Senatosu Silahlı Kuvvetler Alt Komisyonunda - Savunma Bakanı Brown, Dişişleri Bakanı Vance ve Genelkuurmay Başkanı Jones’un da katılacağı bir toplantıda - ambargo konusunda konuşma yapacaktı. Amaç, senatörleri Türkiye’ye konulmuş ambargonun kaldırılması konusunda ikna etmekti. Kırca, Haig’e açıkça vurguladı: “General, şunu iyi biliniz ki ambargo kalkmazsa Türkiye vetosunu kullanır, Yunanistan NATO’nun askeri kanadına geri dönemez.” Haig, irkildi. Görüşme sonunda oldukça rahatsızdı. Washington’a geçtiği notta “Bu bilinen bir durumdu. Ama Türkler bunu resmen hiç dile getirmiyorlardı. Ecevit’in Moskova gezisiyle birlikte açıkça söylediler işte” dedi. Günün ileri saatlerinde, Washington’da hemen bir Beyaz Saray bildirisi hazırladı. Basına açıklanan 750 kelimelik bildiri, Başkan Carter’ın imzasıyla tüm Kongre üyelerine yollanmış bir mektubu içeriyordu. Carter, “Toplumlar arası görüşmeler derhal başlamazsa tarihi bir fırsat kaçırılmış olur ve ada bölünür” diyordu. Bir anda Washington, Moskova’nın kaygısını paylaşmaya başlamıştı. “Moskova, Ankara’yı ele geçiriyor” paniğine düşenler, şimdi Sovyetler ile ayni tezi savunup Moskova’yı kendi yanlarına çekmeye çalışıyorlardı sanki. Gerçi Washington ambargonun kaldırılması için çaba harcıyordu ama, bir yandan da Ankara’yı tamamen yalnızlaştırma politikası güdüyordu. O süreçte Türkiye’de terörist saldırılar yeniden ve yoğun bir ivme kazandı. Yurtdışında da Türkiye’ye yönelik saldırılar yeniden sahnelenmeye başlandı. 9 Temmuz’da Paris Büyükelçiliğimiz Çalışma Ataşeliğine ve Turizm Büromuza patlayıcı maddeler atıldı. Saldırıyı Ermeni Soykırım Adalet Komandoları üstlendi. 11 Temmuz’da ise Hacettepe Ünüversitesi öğretim üyesi Bedrettin Cömert öldürüldü. Bu arada Türkiye’de herkes, Temmuz ayında ambargonun kaldırılacağına kesin gözüyle bakıyordu. Daha da ötesi, herkeste sanki ambargo kalkınca Türkiye’nin tüm sorunlarının giderileceği gibi bir kanı egemendi. Bundan daha da ilginci, ambargonun kalkmasıyla birlikte Silahlı Kuvvetlerimizin bir anda modern silahlara kavuşup yeniden güçleneceği görüşü de yaygınlaşıyordu. Oysa bunların hiç biri gerçek değildi. Ambargo TSK için salt psikolojik bir etkendi. Ambargonun kalkması ancak 5 Şubat 1975 öncesinde parasını ödediğimiz ama buna karşılık ABD’nin vermediği 80 milyon dolarlık yedek parçayı almamızı ve belki de 50 milyon dolarlık hibe silah elde etmemizi sağlayacaktı. Bundan başka parasını ödeyerek kimi uçak ve gemilerimizin tamirini de yaptırtabilecektik. Oysa TSK’nın yıllık silah ve parça gereksinmesi 900 milyon dolardan az değildi. Üstelik ordumuzun modernleşme programının uygulanabilirliği için de 15 milyar dolar gerekiyordu. Ne ki bunlara dikkat eden yok gibiydi. O günlerde, 12 Mart muhtıracısı eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Celal Eyiceoğlu bile bu nedenle “Ambargonun kalkmaması belki de çok daha iyidir. Gerçeklerle yüzleşmemizi sağlar ve eski derin uykumuzdan uyanırız” diyordu belki de... Temmuz ayının ikinci yarısında Ankara dingindi. Esas hareketlilik Washington’daydı. Beyaz Saray Kongre üyelerine yüklenmeye başlamıştı. Sürekli toplantılar, konuşmalar, brifingler, telefonlaşmalar, oy pazarlıkları gündemdeydi artık. Ne ki, Beyaz Saray kimi Kongre üyeleriyle oy pazarlığı yaptığı konularda Ankara üzerinde de baskı kurmaya girişmişti. Türkiye’de çeşitli suçlardan tutuklu bulunan Amerikalıların serbest bırakılmaları, Lefkoşa Havaalanının hemen açılması, adadan yeni asker çekimi, Magosa yolunun Rum tarafına devri... Baskılar bir anda öylesine arttı ki, Kıbrıs harekâtının yıldönümü olan 20 Temmuz’da Rauf Denktaş bir konuşma yaparak Maraş’ın açılacağı konusunda değinmek zorunda kaldı. Ardından da 35 bin Rum’un toplumlar arası görüşmelerin başlamasıyla geri dönebileceklerini ve BM gözetiminde geçici bir yönetim kurulabileceğini açıkladı. Türkiye’de “milliyetçi” ya da “yurtsever” geçinen büyük bir kesim Denktaş’ı “ihanet” ile suçladılar o gün. Köşeye sıkışmışlığını fark edemediler.1 25 Temmuz 1978 günü, Türkiye’ye uygulanan ambargonun kaldırılmasının oylanma günüydü ABD Senatosu’nda. Ambargo konusu gündemin 14. sırasında bulunmasına karşın ilk sıraya çıkarılmıştı. Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Sparkman’ın sunuş konuşmasıyla tartışmalar başladı. 100 kişilik Senato salonunda yalnızca 15-20 kişi vardı. Diğerleri salon dışında hararetli konuşmalar yapıyorlar, oy pazarlığını sürdürüyorlardı. Sonunda Senatör McGovern’in hazırladığı, ambargonun “koşullu” kaldırılmasına ilişkin önerge oylamaya konuldu. “Koşullar”, Amerikan yardımını “iyi niyetli tutumun sürmesi”ne bağlıyor ve Başkan’ın her 60 günde bir Kıbrıs konusundaki gelişmler hakkında “Kongre’ye rapor yollaması”nı da içeriyordu. Ad okunarak yapılan oylamaya bir Senatör katılmadı ve 99 Senatörün 57’si ambargonun kaldırılması lehine 42’si de aleyhine oy kullandı. Başkan Carter yayınladığı bildiriyle sonuçtan hoşnut olduğunu ve “Senatörlerin kararının övgüye değer” bulunduğunu açıkladı. Aslında herşey bitmiş değildi. Bir de Temsilciler Meclisi’nde oylama yapılacaktı. Ankara hemen Maraş’ı BM gözetiminde geçici bir statü ile açma önerisini yolladı Genel Sekreter Waldheim’a. Washington, Bonn’u aradı. Alman Dışişleri Bakanı Genscher, Türkiye’nin girişimini desteklediğini açıkladı. Uluslararası bir hareketlenme Temsilciler Meclisi üyelerini etkileme uğraşındaydı. Senato’dan çıkan karar Türkiye’de her şey olup bitmiş, ambargo kalkmış gibi algılanıyordu. Bu ilk sonuçtan pek de hoşnut değildi Ecevit. Ama önemli bir karar olduğunu vurguluyordu. Demirel, geçen yıl ayni koşullarla çıkarılmasına çalıştığı kararı bugün sert dille yeriyor ve “Şartlı olunca ambargo devam ediyor demektir” diyordu. Erbakan, “Ambargo koşulları ültimatom niteliği taşıyor” demecini veriyordu. İşin en ilginç yanı CHP içindeki dalgalanmalardı ama. “Kendi elimizle kapattığımız üsleri şimdi yine kendi elimizle mi açacağız?” diye homurdananların sayısı giderek artıyordu. Düne değin ambargonun kalkmasından yana olanlar sanki şimdi kalkmakta olduğu sinyali gelince birdenbire şaşırıvermişlerdi. Tam da bu sırada Hindistan ve Yugoslavya liderliğindeki Bağlantısızlar Hareketi bir bildiri yayınladı. Kıbrıs’taki Türk işgalinin sona erdirilmesini istedi. Oysa 13 Temmuz’da Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün Hindistan’a gitmiş ve bu ülkenin desteğini aldığını açıklamıştı. Ankara şok içindeydi. Dahası, Ecevit de Belgrad gezisinde Yugoslavya’nın Türk önerilerini kesin desteklediğini söylemişti. Ama görünen, bu yargıların asılsızlığıydı. Çünkü Ankara’nın terminolojisi, Bağlantısızların terminolojisini algılamaya yetmiyordu. Ökçün ve Ecevit’e verilen yanıtlar “BM kararlarının uygulanmasını destek” yönündeydi. Dahası, Türkiye’nin Bağlantısızlar toplantılarına gözlemci olarak katılma istemi de soğuk karşılanmıştı. Sonunda ABD Temsilciler Meclisi’ndeki toplantı 31 Temmuz günü açıldı ve oylama 1 Ağustos’a bırakıldı. Brademas, Derwinski, Emery, Fascell, Findley, Rosenthal, Solarz, Wright ve Zablocki saatlerce karşılıklı tartıştılar. Kimse kimseyi ikna edemiyordu. Birden Musevi asıllı üyeleri kullanmak fikri canlandı. Tennesse Milletvekili ayağa kalktı ve “Bırakın Yunanistan ve Kıbrıs’ı bir yana. NATO’nun Güney kanadı neden önemli ona bakın. Son İsrail-Arap savaşında karşılaşılan güçlüklere bakın. İsrail’e yardımı sadece Akdeniz’deki uçak gemilerinden ve Azor’daki üslerimizden yollayabildik. Orta Doğu’da, Tanrı korusun, yeni bir güçlükle karşılaşırsak, yanımıza Türkiye’yi almadan İsrail’i destekleyemeyiz. Bir de Batı uygarlığının dayandığı büyük petrol kaynaklarını elinde tutan İran körfezindeki gelişmelere bakın. Afganistan gitti. Kuzey ve Güney Yemen malum. Öte yanda Irak var. Tanrı bilir, Rusya’nın Güneye inmesini durdurabilmek için Türkiye gereklidir” diye avaz avaz bir nutuk attı. Sonunda oylamaya geçildi. Ne ki tüm oylar verildiğinde salondaki panoda görünen 206206 eşitlikti. Birden bir dalgalanma oldu. Cumhuriyetçi bayan Milletvekili Fenwick, Başkanlık kürsüsü önünde oylamayı bu şekilde kapattırmak için çabalayan Rum yanlısı Milletvekili John Brademas’ı ceketinin yakalarından tutup bir kenara sürükledi. O sırada Başkan “Oy değiştirmek isteyenler var” anonsunu yaptı. Milletvekilleri Richard Schulze ve Butler Derrick yeniden oy kullandılar. Sonuç yeniden açıklandı: Lehte 208, aleyhte 204. “Türkiye’ye uygulanan ambargo” kaldırılmıştı! Washington olayı “Başkan Carter’in Kongre karşisindaki büyük başarisi” olarak gazete sütunlarına yansıtırken, Ankara bu “koşullu kaldırılış”ı “büyük başarısızlık” havasında karşıladı. Demirel, “Neticeyi çok incitici buluyoruz. Yunanlılar da bu kadar çok sevindiklerine göre mutlaka birşey vardır işin içinde. Ambargo kalkmamıştır” diyordu. Oysa, “ambargo kalkmıştı”. Artık ülkenin büyük çoğunluğu Türk Silahları Kuvvetlerinin gereksinmelerinin anında giderileceğini ve Türkiye’ye yönelik dış kredi musluklarının ivedilikle açılacağı beklentisindeydi. Ve işin en ilginç yanı, Ecevit hükümetinin de bu beklentide olmasıydı. Ambargonun kaldırılması ve IMF ile anlaşma imzalanması ile birlikte mali, ekonomik ve siyasal sorunlarımızın rayına gireceği varsaymasıydı. Bir hafta önce olan biteni anımsayan yok gibiydi... 23 Ağustos 1978 günü -herkesin dikkati ambargo oylamasına dönükken- Ankara’ya Woodward başkanlığında bir IMF heyeti gelmişti. Amaçları, Mart-Nisan döneminde yapılmış stand-by anlaşmasının ikinci dilimi olan 48.5 milyon dolarlık kredinin serbest bırakılması için Türkiye’nin verdiği Niyet Mektubu koşullarına uyup uymadığını denetlemekti. Hükümetin beklentisi olumluydu. Ancak Woodward, olumlu beklentiyi yanıtlamak yerine hükümeti azarlıyordu: “Niyet mektubuna uyduğunuz yok. Enflasyon yüzde 40’ı aştı. Ücret artışlarını engelleyemediniz. Hemen yüzde 30-40 dolaylarında bir devalüasyon yapmalısınız. Petrol zammını hâlâ çıkaramadınız. KİT’lerin açığı giderek artıyor. Merkez Bankası kredilerinin hacmi kısıtlanacağına büyüyor. Bu durumda hiçbir şey yapamayız.” IMF Heyeti, ambargonun kaldırılması önerisinin Temsilciler Meclisi’ne getirildiği 30 Ağustos günü Ankara’dan Washington’a dönmüştü. Hükümetin anlayamadığı, Türkiye’nin siyasal görüntülü ambargo sultasından ekonomik görüntülü IMF sultasına kaymışlığıydı. Ve bu ikisinin de birbiriyle göbekten bağlı oluşuydu. Hiç kuşkusuz, o sırada bunu anlayan -belki de anlayamayan ama yalnızca algılayabileniki kişi vardı yalnızca: Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel. Üçbuçuk yıl önce (25-27 Nisan 1975) elele kolkola katıldıkları Bilderberg Grubu Türkiye Çeşme toplantısında Zbignew Brzezinski’nin, Margaret Thatcher, Olaf Palme ve NATO Genel Sekreteri Joseph Luns’un gözlerinin içine baka baka “Konsantrik Dış Çizgiler yerli yerine oturmalı” deyişini anımsıyorlardı herhalde.2 Belki de onların katılmadığı alınmadığı- bir oturumda konuşulmuştu bu. Hani şu Mont Pelerin Cemiyeti’nin bugünlerde Tayvan’da yapılan Özel Toplantı’sının da çağrılılarından olan Alman gazeteci Theo Sommer’in3 Çeşme’de her ikisiyle de çene yarıştırdığı kahve molasında… 1. Yeri gelmişken belirtelim ki, yurdu olmayan tek sınıf anamalcı sınıftır. Sermayenin yurdu yoktur. Ama buna karşın, anamalcı egemen sınıf, fabrikasında emekçi sınıfa ürettirdiği gazozu bile yurt hizmeti sayar. Yurdu kalkındırma ve geliştirme edebiyatı, gerçekte sermayeyi kalkındırma ve geliştirmeyi dile getirir. Bu anlamda, gerçek yurtseverlik, sermayenin dilediğince at koşturmasına karşı gelmede billurlaşır. Sınıf bakışımından yoksun yurtseverlik, sermayenin o yurt topraklarında giderek daha pekişmesine ve kapitalizmle emperyalizmin daha da egemen kılınmasına hizmet eder. Emekçiler ve anamalcılar yurttaşlık ilişkisiyle ayni yurt parçası üzerinde yaşar görünebilirler ama, her yurttaş yurtsever değildir. Yurtseverlik, tek yurdu üzerinde yaşadığı toprak parçası olan emekçilere özgü bir tutumdur. Ve bu tutum ancak onu yurduna egemen olup onu “yurt çıkarları” için değil salt kendi “parasal çıkarları” adına kullanan sermayeye karşı alınan tavırla gönenir. Kapitalizme ve emperyalizme karşı tavır almayan, sınıfsal tutumdan uzak bir yurtseverlik, eninde sonunda sermaye sınıfının ve emperyal güçlerin yedeğine düşer, aracı haline gelir. 2. “Konsantrik Dış Çizgiler” konusunda Ekler Bölümüne bakınız. 3. Bilderberg Örgütü üyesi. IV Mont Pelerin (1978-2004) Manuel Ayau Mont Pelerin Cemiyeti’nin Başkanlığı’na George Stigler’lerden sonra Guatemala’lı Dr. Manuel Ayau getirilmiştir. ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Orta Amerika’da olup bitenler hakkında en üst düzeyde siyasal bilinci olan birkaç kişiden biri” olarak övdüğü Ayau, Guatemala’nın ilk özel Üniversitesi olan Universidad Francisco Marroquin’in de kurucusudur. Cemiyet Başkanlığı’na geldiği dönemde, ülkesinde 25 yıldır süren kanlı olaylar doruk noktasındaydı. Guatemala topraklarının yaklaşık hepsini elinde tutan ve yerli halkı yok pahasına köle gibi çalıştırarak Amerikalılara ucuza muz yedirten ve kolayca milyarları kazanan United Furit Company’nin elindeki toprakların bir kısmını millileştirip yoksul köylülere dağıtan idealist cumhurbaşkanı Jakobo Arbenez, Başkan Eisenhover’in 15 haziran 1954 günü onayladığı kararla, CIA Direktörü Allen Dulles ve kardeşi Dışişleri bakanı John Foster Dulles tarafından örgütlenen bir darbe sonucu devrilmişti. (Dulles biraderlerin aynen Bush ailesi gibi Hitler’i destekleyen mali- sermaye çevreleri ve Nazilerle Hitler’in iktidarının başlangıç yıllarından beri ortaklıkları olduğu bilinmektedir.) Abenez’in devrimesinin ardından, önce, yedi sendika lideri öldürülmüş ve sonra tüm sendikalar yasaklanmıştı. 1980’lere gelindiğinde ülkede 100’den fazla kişi öldürülmüştü ve 50 bin kişi de kayıptı. Birleşmiş Milletler Gerçeği Ortaya Çıkartma Komisyonu, -daha sonra- tüm katliam ve işkence olaylarının yüzde 93’ünün sorumluluğunun CIA tarafından örgütlenen hükümet güçlerine ait olduğunu kanıtlamıştı. Öte yandan, evden kaçmalar, ortaya çıkarılamayan cinayetler ve kendiliğinden oluşan ortadan yok olmalar dışında, siyasi gerekçelerle oluşan kayıp olayları, dünyada ilk olarak Guatemala’da isimlendirildi. Kişi, güvenlik güçlerince yakalandığı ya da tutuklandığı halde, devlet bunu kabul etmezse ve kişiden de haber alınamazsa artık “kayıp”tır dendi. Artık “kayıp” dendiği zaman, dünyada ilk akla gelen Latin Amerika ülkeleri arasında Guatemala idi. 1980’lere gelindiğinde ülkede 30 bini aşkın “kayıp” vardı. Hükümet güçleri tarafından alındıktan sonra kaybolanlar arasında profesörler, aydınlar, sendika liderleri vardı. Başkentte 1980 yılında 27 sendika lideri güpegündüz aynı anda kaçırılıp katletmişlerdi. Hiçbir demokratik örgütlenmeye izin verilmeyen, demokrasinin tamamen rafa kaldırıldığı ülkede devlet terörü nedeniyle “Guatemala İnsan Hakları Komisyonu” ve “Adalet ve Barış Komisyonu” ülke dışında, Meksika City’de çalışmak zorunda kalmıştı. Kayıpları araştıran örgütlenmelerin oluşturulması, kayıp politikasının uygulanmaya başlandığı 1966-67 yıllarına dayanıyordu. 1966 ve 1967’de başta Komünist Parti liderleri olmak üzere pekçok devrimci, ilerici kaçırılarak kaybedildikten sonar bu kayıpları aramak için gruplar kurulmaya başlanmıştı. 1978 yılında General Lucas Garcia’nın yönetiminde “Resmi Terör Devrimi” başlatılmasından sonar hükümetin teşvik ettiği, desteklediği ve yönlendirdiği kontrgerilla terörü, aktif sendikacıları, siyasetçileri, köylü liderlerini suçlamış ve daha sonra çerçeveyi genişleterek “tehlikeli” fikirlere sahip olduklarından kuşkulanılanlar “ayıklanmaya” başlanmıştı. Kontrgerilla 1980 yılı boyunca 320’ye yakın köylü liderini, San Carlos Üniversitesi’nin öğrenci ve öğretim üyelerinden 400’ün üzerinde bir grubu katletmişti. Ama ABD Başkanı Ronald Reagan’ın “Orta Amerika’da olup bitenler hakkında en üst düzeyde siyasal bilinci olan birkaç kişiden biri” olarak övdüğü Ayau, Mont Pelerin Cemiyeti’ndeki Başkanlığı sürecinde ülkesinde “olup bitenler hakkında en üst düzeyde” değil en alt düzeyde bile bilinci olmayan biri gibi davranmıştı. Onu ne Guatemala’daki diktatörlük ne de “kayıp”lar ilgilendiriyordu. Kapitalizm üretici güçleri geliştiren bir araç olmaktan çıkıp, ekonomik ve toplumsal gelişmenin önünde muazzam bir engele dönüşmüştü. İnsanlığın Üçüncü Dünyada yaşayan üçte ikisi için, kitlesel işsizlik, yoksulluk, savaşlar ve eşi görülmemiş bir sömürü tablosu hakimdi. Kapitalizmin kendini dengede tutma dönemi 1973-74 sözde “petrol krizi” ile son bulmuştu. O günden bu yana, savaş sonrası dönemde erişmiş olduğu türden bir büyümeyi ve istihdam düzeyini geri getirmeyi başaramamıştı. 1979’daki yeni “petrol krizi” de durağan dengeyi daha sorunlu hale getirmişti. Kapitalist sistemin dünkü başarıları bugün kendi karşıtına dönüşüyordu. Afrika, Asya ve Latin Amerika’daki yüz milyonlarca işsizi ve yarıişsizi hesaba katılmasa bile yalnızca OECD’nin ileri kapitalist ülkelerinde resmi olarak 15 milyona yakın işsiz vardı. Üstelik bu, geçmişteki geçici döngüsel işsizlik gibi de değildi. Bu işsizlik, toplumun bağırsaklarındaki kronik bir kemirici ülserdi. Korkutucu bir salgın gibi işsizlik de, geçmişte kendilerini güvende hisseden toplum kesimlerini bile vurmaktaydı bugün. Bilim ve teknolojideki tüm ilerlemelere rağmen toplum, kontrol edemediği güçlerin insafına terk edilmiş durumdaydı. Geleceğe artan bir kaygıyla bakıyorlardı. Eski kesinliğin yerini hiçbir şeyin kesin olmayışı almış durumdaydı. Genel rahatsızlık ilkin ve her şeyden çok egemen sınıfı ve gitgide sistemlerinin ciddi zorluklarla karşı karşıya olduğunun farkında olan bu egemenlerin stratejistlerini etkiliyordu. Sistemin krizi kendi yansımasını ideolojinin krizinde buluyor, politik partilerde, resmi kiliselerde, ahlâkta, bilimde ve hatta felsefede kendisini yansıtıyordu. 1948’den 1973’e dek süren uzun ekonomik büyüme dönemi bitmişti artık. Tam istihdam, yükselen yaşam standartları ve refah devleti geçmişte kalmıştı. Büyümenin yerini artık ekonomik stagnasyon [tıkanma], resesyon [durgunluk] ve üretici güçlerin krizi almıştı. Sermaye sahipleri artık üretici faaliyete yatırım yapmakla ilgilenmiyorlardı. ABD’de, tüm faaliyetlerin dörtte üçü hizmet sektörüne yönelirken, imalat faaliyetinin yarısı yok olmuştu. Manuel Ayau, işte kapitalizmin bu tepetakla gidişine çareler aramakla ilgileniyordu Mont Pelerin’deki Başkanlığı’nda. 1980 yılında Amerika’da Stanford Üniversitesi Hoover Kurumu’nda yapılan Cemiyet Genel Toplantısı’nı; Milton Friedman ve Friedrich von Hayek’in de dahil oldukları derinliğine bir araştırma ve çözümleme ertesi “krizden çıkış formülasyonu” toplantısına dönüştürdü. İlk kez bir Genel Toplantı’ya çok sayıda dış katılımcı çağrıldı. Artık Cemiyet’in denetimine girmiş İngiltere’deki IEA’den (Institute of Economic Affairs) neredeyse tüm Westminster kadrosu da oradaydı. “Beyin Takımı” arasında şunlar yer alıyordu: Prof. Armen A. Alchian (ABD) Prof. Michael Beenstock (İsrail) Sir Samuel Brittan (İngiltere) Prof. James M. Buchanan (ABD) Prof. Ronald H. Coase (ABD) Dr. R. M. Hartwell (İngiltere) Prof. Terence Hutchinson (İngiltere) Prof. David Laidler (Kanada) Prof. Dennis S. Lees (İngiltere) Prof. Chiaki Nishiyama (Japonya) Prof. Sir Alan Peacock (İngiltere) Prof. Ben Roberts (İngiltere) Prof. Anna J. Schwartz (ABD) Prof. Vernon L. Smith (ABD) Prof. Gordon Tullock (ABD) Prof. Sir Alan Walters (İngiltere) Prof. Basil S. Yamey (İngiltere) Toplantı sonunda tam istihdamın sağlanması, iktisadi büyüme hızının arttırılması, fiyat istikrarının güvenceye alınması, döviz kuru istikrarının sağlanması, faiz oranı istikrarının sağlamlaştırılması ve mali sistemin istikrarının güçlendirilmesi hedeflerine varmak için “küresel çapta bir para politikası” uygulanması görüşünde birleşildi. Bir ülkede para politikasının uygulayıcısı Merkez Bankaları olduğuna göre, bu bankaların tamamen yönetimlerden özerkleştirilmesi, özerkleştirilemediği koşulda da yönetimlerin değişikliği gerekliliği de vurgulandı. Toplantı en mutlu kişisi, hiç kuşku yok ki Milton Friedman’ındı. Nihayet hayalleri gerçek olmuştu: Monetarizm, sistemin tek kurtarıcısı olarak kabullenilmişti. Artık Ayau’da düşen uzun zamandır yazmakta olduğu kitabı yayınlamaktı: “İktisadi Özgürlük”. (Bu kitaptan alınan ve Ayau’nun Wolfgang Kasper, Barun Mitra ve James Shikwati ile birlikte kaleme aldıkları “İktisadi Özgürlük: Sahip Olanlar ve Sahip Olmayanlar” adlı makale, Liberal Düşünce Derneği’nin Liberte Yayınları tarafından çıkarılan Piyasa Dergisi’nin 6-7 Sayısında yayınlanmıştır.) Bu toplantının bir diğer ilginç yanı da, Ayau’dan sonra Mont Pelerin’in başına geçecek kişinin önceden saptanmış olmasıydı: Japonyalı Profesör Chiaki Nishiyama. Dünyaya dayatılacak monetarist süreçteki karmaşayı göğüsleyecek bir samuray arandığından belki de… High Cross Lordu Harris 1982 yılında Mont Pelerin Cemiyeti Başkanı olan İngiliz Lord Harris, o yıl İspanya’da düzenlenen dünya futbol şampiyonasıyla işlerinden çok daha fazla ilgilenmesiyle ün kazadı. Almanya’nın gruplarındaki Cezayir’i saf dışı bırakmak için Avusturya ile anlaşmalı ve iğrenç bir maç yapması onu pek şaşırtmamıştı. Irk, din, dil ve kültürel benzerlikleri olan iki koskoca ülke takımının herkesin gözünün önünde göstere göstere şike yapmalarını, “hayat aslında göründüğünden daha çirkindir” diye yorumlamıştı yalnızca Lord Stoddart of Swindon’un yanında. Macaristan’ın El Salvador’u 10-1 yenerek kupa tarihinin en farklı skorunu elde etmesi çok daha önemliydi. Önem verdiği bir başka şey ise, Falkland savaşıydı. 1832’ de İngilizlerin sahiplendiği bu adalar üzerinde Arjantin hak iddia ediyordu ve hatta 1961 yılında Birleşmiş Milletler’e dahi başvurmuştu. Ancak İngiltere’nin ödünsüz tutumu karşısında herhangi bir sonuç elde edememişti. 19 Mart 1982’ de Güney Georgia adasına çıkan Arjantin kuvvetleri adayı işgal etti. İngiltere derhal savaş filosunu bölgeye yolladı ve böylece Falkland Savaşı olarak bilinen çatışma başladı. İngilizlerin Arjantin denizaltısı Santa Fe’ yi batırmaları üzerine, Arjantin misilleme olarak uçaklarıyla Fransız yapımı Exocet füzelerini kullanarak İngilizlerin Sheffield destroyerini batırdı. İngilizlerin kaybı bununla da bitmedi, birkaç gün içinde 4 gemi; 2 füze-atar fırkateyn (Ardent ve Antilope), 1 yük gemisi (Atlantic Conveyer) ve 1 destroyer (Conventry), kaybettiler. Sonra ne olduysa oldu ve İngilizler üstünlüğü ele geçirip, Arjantin ordusunu yenilgiye uğrattılar ve Arjantin teslim oldu. Savaşın galibi İngiltere Falkland Adaları üzerindeki egemenliğini korudu. İşte bu “ne olduysa oldu” kısmı önemliydi Lord Harris için. 1979 yılında başlayan ve İngiltere tarihine damgasını vuran Thatcher iktidarı, İngiltere-ABD ilişkileri açısından da özel bir yere sahip olmuştu. ABD Başkanı Reagan ile Sovyetler’e yönelik politikalar ve ekonomiye bakışları bakımından tam bir uyuma sahip olan Thatcher, zaman zaman sorunlar olsa da İngiltere ve ABD’nin her zaman birbirinin yanında olan iki ülke olduğuna sürekli vurgu yapıyordu. Mont Pelerin’in -daha önce gördüğümüz- George Stigler dönemi çabalarıyla yeniden ortaya çıkarılan “Anglo-Amerikan Birliği” etkilenmesinin sonucuydu bu. ABD’ni ziyareti sırasında, İngiltere’nin her zaman ABD’nin yanında yer alacağını söyleyen Thatcher, ABD’nin problemlerinin aynı zamanda İngiltere’nin de problemi olduğunu belirtmişti. ABD’nin İngiltere ile olan yakınlaşması 1982 Falkland Savaşı sırasında en belirgin biçimde ortaya çıktı. Amerika, Ascension adasındaki üssün İngiltere tarafından kullanılmasına izin verdi. Ayrıca, Arjantin birliklerinin hareketleri konusunda da istihbarat yardımında bulundu. Amerikan Senatosu, Arjantin’in Falkland’dan tamamen çekilmesine yönelik bir kara tasarısını kabul etti. Kuşkusuz, “ne olduysa oldu” kısmının bir başka arka planı daha vardı. İngiltere savaşın başında 5 gemisini Exocet füzelerinin tahribatı sonucu kaybetmişken, nasıl olup da üstün duruma geçmişti acaba? Gemi kayıplarının böyle sürüp gitmesi durumunda savaşın kaybedileceğini anlayan İngiliz yetkililerinin öngörüsüyle, İngiliz dış istihbarat servisi MI6, Fransız muadili DGSE’yle irtibat kurdu. Sağlanan anlaşma sonucunda Fransızlar büyük para karşılığında Exocet füzelerinin kaynak kodlarını İngilizlere sattılar. Kaynak kodunu ele geçiren İngilizler, füzenin güdüm yazılımını çözdüler ve böylece Arjantin Exocet’leri İngiliz gemilerini vuracak yerde bir bir okyanusun sularına gömüldüler. İşte savaşın başında İngiliz gemilerini çok büyük bir başarı ile savaş dışı bırakabilen Arjantin Hava Kuvvetlerinin, savaşın ilerleyen günlerindeki başarısızlığının nedeni buydu. Fransızların, Exocet füzelerinin kaynak kodlarını İngilizlere satması Arjantin’ in Falkland Savaşı’ nı kaybetmesinde önde gelen etkendi. Çünkü İngiltere, savaş bölgesine çok uzaktı ve gemi kayıplarını İkinci Dünya Savaşında olduğu denli çabuk karşılayabilecek durumda değildi asla. Lord Harris şimdilerde Londra’nın Tufton caddesinde konuşlanan Global Britain adlı kuruluşu yönetiyor. Bu kuruluş, İngiltere’de AB Anayasası’nın kabulüne red oyu verilmesi için büyük bir kampanya düzenliyor. Harris’in yanında Lordlar Kamarası’ndan Swindo Lordu Stoddart ve Rannoch Lordu Pearson da var. Bunları destekleyenler ise Prof. Tim Congdon, Prof. Kenneth Minogue, Prof. Christie Davies, Prof. Norman Stone, Dr. Richard Howarth, Prof. Patrick Minford, Ruth LeaAndrew, Roberts Martin Howe, John O’Sullivan, Brian Kingham, Eddie Addison, Oliver Marriott, Jamie Borwick, Robert Boyd, Ian Butler, Thomas Griffin, Michael Fisher gibi gibi isimler. Kuşkusuz Lord Harris’in eylemliliği bununla sınırlı değil. 5 milyar sterlin değerindeki Harrods Mağazalarının sahibi Mısırlı Muhammed Al Fayed’in yakın dostu. Muhammed, Leydi Diana’nın sevgilisi olup araba kazasında birlikte öldüğü Dodi Al Fayed’in babası. Son dönemde Londra’nın en eski kulübü Fulham’ı satın alarak Premier Lig’e taşıdı. Al Fayed, Libya lideri Kaddafi’nin oğlu Al Saadi’nin de İtalyan futbol takımları Juventus ve Triestina’nın ardından Lazio’ya el atmasının ardındaki adam. Ayni Al Fayed, İngiltere’de 161 yıldır yayımlanan eleştiri dergisi Punch’u kapatan adam. Süreli yayınlar arasında önemli bir yere sahip olan dergi, 1841 yılından bu yana yayımlanmaktaydı. Elbet işler bununla sınırlı değil. İngiltere bir süredir önemli bir rüşvet skandalı ile çalkanıp duruyor. Bir zamanlar bakanlık görevinde de bulunmuş olan Muhafazakâr Parti (Tory) üyesi Neil Hamilton’ın Muhammed Al Fayed’den rüşvet aldığı saptandı. İşin ilginç yanı, Neil Hamilton’un şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı’nın Lord Harris oluşu. Bu arada Lordumuzun bir de başka etkinliği var. Q Forest adlı Sigara İçiciler Vakfı Başkanı da ayni zamanda. http://www.forestonline.org/output/Page124.asp adresindeki web sitesini ziyaret edenler tütün üreticisi firmalarının bol bol reklamlarıyla karşılaşırlar. Lord Harris’in bizce daha da dikkat çekici bir yanı var. O da, 16 Eylül 2004 tarihinde İngiltere’deki Kürt kurum temsilcileri ile yaptığı görüşme. Basına yansıdığı kadarıyla “DEHAP Avrupa temsilcisi Faik Yağızay ile Londra Halkevi Başkanı İbrahim Doğuş, Lordlar Kamarası üyesi Harris’e Türkiye’deki son dönemlerde artan çatışma ortamı hakkında bilgi verdiler. Türk ordusunun çatışmalı ortama zemin yaratan operasyonlarına dikkat çeken Yağızay ve Doğuş, Kürt sorununda barışçıl ve demokratik çözümün önemine vurgu yaptı. AB’ye uyum kapsamında çıkartılan yasaların “göstermelik” olmanın ötesine geçmediğini kaydeden yetkililer, demokratikleşmeye karşı bir direncin olduğunu belirttiler. İngiltere’nin Kürt sorunu başta olmak üzere Ortadoğu’nun bugünkü durumundan tarihsel olarak önemli sorumlulukları olduğunun altını çizen temsilciler, Lord Harris’ten ilgili kurumlara mektuplar yazmasını da istedi. Lord Harris ise sorunun demokratik kriterler içerisinde barışçıl yollarla çözülmesinin önemli olduğunu belirterek, konuyu ilgili bakanlıklar ve kurumlar nezdinde gündemleştirmeye çalışacağını dile getirdi.” James Buchanan James Buchanan, 1919 yılında ABD’nin Tennessee eyaletindeki küçük bir kasabada, Murfreeboro’da doğdu. Üniversite eğitimini aynı eyalette Middle Tennessee State Teachers College’de tamamladı (1940). Daha sonra, Tennessee Üniversitesi’nden master (1941) ve Chicago Üniversitesi’nden doktora (1948) derecelerini aldı. Virginia Üniversitesi’nde, Virginia Polytechnic Institute ve Virginia State Üniversitesi’nde ve son zamanlarda George Mason Üniversitesi’nde görev aldı. 1969’da Virginia Polytechnic Institute’da Gordon Tulluck ile birlikte Kamu Tercihi Araştırma Merkezi’ni kurdu ve ilk yöneticisi oldu. Buchanan, Chicago Universitesi lisans üstü ekonomi programına girdiği zaman libertarian (anarko-kapitalist eğilimli) bir “solcu” idi. Buchanan’ın fikri değişimindeki en önemli olay İsveç’li bir ekonomist olan Knut Wicksell’in bir makalesini okuması ile gündeme geldi. 1896 tarihli tanınmamış bu makale, mükelleflerin ödedikleri vergiler ile bu vergi karşısında elde edecekleri çıkarlar arasında bir bağlantının olduğunu belirtmekteydi. Buchanan bu makaleyi İngilizceye çevirdi. Buchanan, G. Tullock ile birlikte yazdığı “Oybirliği Hesabı” (The Calculus of Consent) adlı kitabında, oybirliği şartının pratikte uygulanabilir olduğunu göstermeye çalıştı. Bu kitap Anthony Downs’ın Demokrasinin Ekonomik Teorisi (An Economic Theory of Democracy) kitabı ile birlikte kamu tercihi alanının başlamasına yardımcı oldu. Daha sonra Buchanan ve Tullock, Kamu Tercihi adlı akademik bir dergi yayınlamaya başladılar. Aıni zamanda anayasal kuralların oluşturulması alanında çalışmalar yapmak üzere Anayasal iktisat (Constitutional Economics) adlı bir dergi yayınına başladı. Buchanan’ın diğer önemli bir eseri “Maliyet ve Tercih” (Cost and Choice)’dir. Mont Pelerin Cemiyeti’ndeki başkanlık süresinin sonunda Kamu Tercihi alanındaki çalışmaları ile Nobel Ekonomi Ödülü aldı. Buchanan, 1986 yılında yayınladığı “Better Than Plowing” adlı otobiyografisinde şunları yazmaktadır: “Chicago Üniversitesi’nin eğitiminde ideolojinin ağır bastığını bildiğim için başka bir üniversitede doktora yapmayı düşündüm. O yıllarda biraz da geldiğim kırsal bölgenin etkisiyle halkçı ve barışsever bir insandım. Chicago Üniversitesi’ne kaydolduğum ilk yıllardaki konumumu “libertarian sosyalist” olarak tanımlıyorum. Chicago Üniversitesi’nde Frank Knight’ın Fiyat Teorisi dersini altı hafta okuduktan sonra, piyasa düzenini savunan birisi olup çıkıvermiştim. Frank Knight bir ideolog değildi ve kimseyi fikrinden vazgeçirmeye gayret etmiyordu. Fakat ben, ondan ekonomi dersini iyice kavrayacak durumdaydım... Frank Knight, Chicago Üniversitesi’nde benim en çok etkilendiğim insan oldu. Knight benim için adeta bir örnek insandı. Chicago’da benim yaşamımı biçimlendiren ikinci olay ise, 1948 yılının yazında gerçekleşti. Harper Kütüphanesi’nin raflarında Knut Wicksell’in Vergileme üzerine yazdığı ve İngilizce’ye tercüme edilmemiş Almanca bir tezini buldum. Tezi okuduktan sonra oldukça ilginç ve önemli bir çalışma olduğunu anladım. Wicksell, eğer kamu sektöründe etkinlik isteniyorsa; karar alma sürecinde oybirliği ilkesinin gereğine işaret ediyordu. Yine Wicksell, iktisat politikalarında reform isteniyorsa, kuralları değiştirmemiz gerektiği mesajını veriyordu. Daha sonra Wicksell’in bu tezinin bir bölümünü İngilizce’ye çevirdim... Beni ziyarete gelenler odamda asılı iki fotoğraf görürler: Birisi Frank Knight, diğeri ise Knut Wickslell’in fotoğrafıdır. Knight benim dünya fikirlerini kavramama yardımcı olmuştur. Wicksell ise benim daha sonraki Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat alanlarındaki çalışmalarıma temel teşkil etmiştir.” Buchanan 1948 yılı ortalarında Chicago Üniversitesi’nde eğitimini tamamladıktan sonra Tennessee Üniversitesi’de akademisyen olarak görev yaptı. 1951 yılında ise Florida Devlet Üniversitesi’ne geçti. 1954 yılına kadar bu üniversitede çalıştı. Fulbright bursunu kazanarak 1955-1956 akademik yılında İtalya’da araştırmalarda bulundu. ABD’ye döndükten sonra G. Warren Nutter ile birlikte Virginia Üniversitesi’nde Thomas Jefferson Politik İktisat Araştırmalar Merkezi (Thomas Jefferson Center for Studies in Political Economy)’ni kurdu. 1956-1968 yılları arasında bu merkezde çalıştı. 1969 yılında Virginia Politeknik Enstitüsü’ne geçti ve 1983 yılına kadar bu üniversitede görev yaptı. Bu üniversitede Gordon Tullock ile birlikte 1969 yılı içerisinde Kamu Tercihi Araştırma Merkezi’ni kurdu. 1983 yılında merkez, tüm çalışanlar ile birlikte George Mason Üniversitesi’ne nakledildi. Buchanan da ertesi yıl Mont Pelerin Cemiyeti’ne başkan seçildi. Belki de otobiyografisinde de işaret ettiği “Chicago Üniversitesi’nin eğitiminde ideolojinin ağır bastığı” nedeniyle, Mont Pelerin’deki öncüllerinden Friedman ile arası en açık başkan oldu. Fakat neo-liberalizmin önde gelen ideologlarından biri de oldu. Cemiyetin 1984’de İngiltere Cambridge’de ve 1986’da İtalya Sint-Vincent’te yapılan genel; yine 1984’de Fransa Paris’te ve 1985’de Avustralya Sidney’de yapılan bölgesel toplantılarında Buchanan’ın çeşitli fikir ve önerileri masaya yatırılarak tarşıldı ve genel ilkeler içerisine alındı. Kamu maliyesi alanındaki vergilemede fayda yaklaşımı ve tahsis (earmarking) ilkesi kamu sektöründe etkinlik için gereklilik olarak saptandı. Onun kamu tercihi alanında Devletin Başarısızlığı Teorisi (The Theory of Governmentel Failure) cemiyetin tüm bağlılarınca kabul gördü. Anayasal İktisat konusunda daha da ileri aşamalara sıçrandı ve devletin ekonomik alandaki güç ve yetkilerinin anayasal normlarla belirlenmesi ve sınırlandırılması istendi. Cambridge toplantısında Buchanan, Keynezyenlerin telafi edici bütçe yaklaşımına şiddetle karşı çıkıp klasik iktisatçılar gibi denk bütçe ilkesini savundu. “Günümüzde çağdaş demokrasilerin içinde yaşadığı kronik bütçe açıkları Keynezyenlerin bize bıraktığı bir mirastır” dedi. Bu yaklaşımı Friedman tarafından ilk kez hoşgörüyle karşılandı. Devletin borçlanma yetkilerinin anayasal normlarla saptanması ve hükümetlerin keyfi borçlanmalarına sınırlar getirilmesini ısrarla savunusu aralarındaki soğuk havayı giderdi. Buchanan, Mont Pelerin’deki yönetim yıllarında, günümün en saldırgan ve toplumsal hakları yok edici serbest piyasa ekonomisi arka planının mimarı oldu. Zaten bu çabası sonunda da, Nobel aldı. Turgut Özal, Buchanan’dan çok fazla etkilenenlerin başında geliyordu. Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı sırada1 danışmanlığını yapmış bulunan Prof. Dr. Ahmet Kılıçbay, anılarını “Çankaya’dan Ekonomiye Bakış” adlı kitabında toplamıştır. Kılıçbay, kitabında James Buchanan’ın öncülüğünde geliştirilen Kamu Tercihi ve Anayasal İktisat teorisinin bir toplantıda Cumhurbaşkanı’na aktarıldığını ve Özal’ın da konuya büyük ilgi gösterdiğini yazmaktadır. Kılıçbay kitabında “Prof. J.Buchanan Ekonomik Durum Toplantısında” başlığını taşıyan yazısında şöyle demektedir: “Bu başlığı görenlerin Çankaya’da Ekonomik Durum Toplantısı’nda Prof.Buchanan’ın bizzat ve fiilen katıldıkları sonucunu çıkarmaları doğaldır. Şimdiden böyle bir şey olmadığını, Buchanan’ın kendisinin değil, fikirlerinin, görüşlerinin toplantıda ele alındığı belirtmek isterim....Anayasal iktisat ekolünün temsilcisi özellikle Nobel Ödülü sahibi Prof.Buchanan’ın görüşlerinin tahlil edildiği Amerika’nın ünlü fikir dergisi olan “Dialogue”u ekonomik durum toplantısından önce Cumhurbaşkanı’na takdim ettim, tanıttım ve toplantıda bu konuya da yer vereceğimi ifade ettim. Cumhurbaşkanı isteğimi kabul ettiği gibi dergideki bu önemli makalenin tercüme edilerek kendisine verilmesi için ilgililere talimat verdi.” Türkiye’de Özalizm, hep böbürlendiği fırsatçılık, “büyük düşünmek” adı altında pazarladığı spekülatif yayılmacılık, güçlü ve zenginin arkasında durarak edindiği güç ile liberalizmin siyaseten kaypak, iktisadi olarak da spekülatif bir alt versiyonu idi. 12 Eylül’ün aşırı boğucu ortamında, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” yöneliminin, siyasaldüşünsel planda göreli bir nefes alış olarak varsayılması, Özalizmin geniş bir çevre tarafından özgürlükçü olarak algılanmasına neden oldu. 12 Eylül buzullaşmasını temsil eden güç odaklarına oranla Özalizm, serbest girişimciydi. Güçlü ve zenginin girişim emellerini kısıtlamayan, ona gölge düşürmeyen her türlü girişimin yandaşıydı. Girişim özgürlüğünün, sendikalar, toplu sözleşme ve kamu yararı gibi karşı girişimlerle sınırlanmasını(!) önleme görevi edinmişti. Özalizm dış politikada da fırsatçıydı ve bunu en tiksindirici biçimde övünç konusu yapabiliyordu. Özal’ın Körfez savaşında -ki artık tarihe Birinci Irak Savaşı olarak da geçebilir- paldır küldür Irak’a girme hevesini, o dönemin Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay istifa ederek önlemişti. Özal’ın zihniyetini somutça yansıtan “bir koyup beş almak” deyişi de bu konuda ortaya çıktı. Kimilerine göre bu, iktisadi fırsatçılıkla milliyetçi muhafazakârlığın “bölgede büyük düşünmek” etiketi altında sunduğu bastırılmış emperyal heveslerin dışa vurumuydu. Böyle düşünenler, sanıyorlardı ki Özal’ın “bir yanda Türkî cumhuriyetlerin, diğer yandan Müslüman Ortadoğu’nun, bu yeni türedi Osmanlı’yı kucak açarak beklediklerine inanmamızı istiyordu.” Oysa kendi kafalarında kurdukları derme çatma “vizyonlar”a hayran kapılıp, kendi seslerinin yankısını dinleyerek, kendi söylediklerine kendileri inanan Özal kadrosunun böyle bir eğilimi yoktu. Onlar için “emperyal hevesler beslemek” bile son derece yabancı bir eğilimdi. Çünkü kendileri, bizzat emperyal odaklarca besleniyorlar, gerisine fikir bile yürütmüyorlardı. Bu nedenle, belki de Kılıçbay, Özal’ın Prof. Buchanan ve Anayasal İktisat yaklaşımı ile ilk tanışması varsaymıştı o toplantıyı. Ama Özal’ın yaptığı birçok konuşmanın satır aralarında anayasal demokrasi ve anayasal iktisat ile ilgili olarak birçok mesajlar vermişti zaten. Örneğin 24 Aralık 1992 tarihinde İzmir Ticaret Odası’nın davetlisi olarak yaptığı konuşmada çok açık olarak Anayasal Demokrasi ve Anayasal İktisat yaklaşımı ile ilgili sözler söyledi. Özetle şöyle konuştu: Meclisin ve sizin rolünüz ayrıdır. Bunların arasındaki ayrım nerededir, bu konu çok iyi bilinmiyor ülkemizde. Bir kısım insanlarımız, devleti baba olarak görmeye devam ediyor. Çok yanlış. Modern bir ülkede artık devlet, baba olarak görülmüyor. Bu iş geçmiştir. Çünkü baba olarak gördüğünüz zaman benim bir tabirim var, eline bir gün sopayı alır sizi döver; bir şey diyemezsiniz. Eğer baba olarak görüyorsanız, bu bitmiştir. Devlet netice itibariyle, milletin ortaya koyduğu müesseselerden ibarettir. İkinci bir şey daha var, acaba yönetime seçtiğiniz insanlara bütün yetkiyi verecek misiniz? Bugünkü kafamızda olan suallerden birisi budur. Acaba gerek meclislerde sizin seçtiğiniz insanlara biz bütün yetkiyi verdik mi yoksa başka bir mukavele mi düşünmemiz lazım? 2000’li yıllara giderken acaba bu yönetimlere geçirdiğimiz insanlara, biz sana bütün yetkiyi vermeyiz, sen ancak şu sahada oynayabilirsin mi diyeceğiz? Ben tahmin ediyorum ki, bu ikinci söylediğimiz önem kazanacak. Her konunun yönetim tarafından düzenlenmesi diye bir yoruma gittiğiniz zaman, serbestlikle ilişkinizi kesersiniz. Yönetimler … her konuyu düzenlemeye kalkarlarsa… oradaki serbestlik, gelişme imkanları, tıkanma noktasına gelir. Bakınız misal vereyim; dışardan pamuk ipliği getiriyordunuz; yarın hükümet karar verdi, pamuk ipliğine kocaman bir fon koydu, ondan sonra siz bu pamuk ipliğini getiremezsiniz, birçok yerlerden çok yüksek fiyatla pamuk ipliği almaya mecbur olursunuz. Ondan sonra da bu yaptığınız bezi satamazsınız. Şimdi bu yetkiyi verecek misiniz? … Acaba hükümetlerin bu kadar yetki alması gerekli midir? Bunları hep düşünmek mecburiyetindeyiz. Yani seçtiğimiz insanlara sonsuz yetki veremezsiniz. Onu söylemek istiyorum. Eğer bir ülkede serbest bir fikir ortamı, serbest bir pazar varsa, bu yetkilerin sınırlı olması lazımdır. Eninde sonunda, o noktaya doğru bütün ülkelerin gideceğini tahmin ediyorum. Çünkü bu türlü düşünce her şeyin sizin seçtiğiniz insanlar tarafından yönetilmesi sonucunu getirir ki, ben şunu düşünüyorum; sizin işinizi onlar sizden daha mı iyi yapıyor? Siz işinizi herkesten daha iyi biliyorsunuz. O vakit de serbestlik meselesini çok iyi düşünmek lazım. Serbestlik sadece lafta kalmamalıdır. Sistem de öyle olmalıdır. Sistem onun dışına götürülmemelidir. Sonuç olarak, belki ileride münakaşa edilecektir. Bazı meseleleri ben münakaşa edilsin diye ortaya atıyorum. Mümkün olduğu kadar yetkilerin sınırlandırılması lazımdır. İster bu, parlamenter sistem olsun, ister başkanlık sistemi olsun, ne sistem olursa olsun, her şey, her konu, kanunla halledilemez. Halledilmesi de doğru değildir. Prof. Dr. Ahmet Kılıçbay, Özal’a James Buchanan’ı tanıttığını ve onun “kamu tercihi” ve “anayasal iktisat” kuramlarından etkilenmesini sağladığını söylerken içtendir büyük olasılıkla. Ne ki, Özal’ı etkileyenlerin başında Öz yeğeni olan Hüsnü Doğan ve prenslerinden Rüşdü Saraçoğlu gelir. Hüsnü Doğan Hüsnü Doğan, 1944 yılında Malatya’da doğup liseyi kentinde bitirdikten sonra 1969’da ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümünden mezun oldu. 1973 yılına kadar Devlet Planlama Teşkilatı’nda araştırmacı olarak çalıştı. 1975’den 1977 sonuna kadar Tarım Bakanlığında Planlama Genel Müdürü olarak görev yaptı. 1978 yılında kamudan ayrılarak özel sektörde çalışmaya başladı. 1979’dan itibaren de Turgut Özal’la birlikte yürüdü. 1980’de Yabancı Sermaye Kurulu Başkanı oldu. “24 Ocak Kararları”nın alınmasına eylemli olarak katkıda bulundu, görevini 1983 yılında ANAP kurucusu olana kadar sürdürdü. ANAP’ın programını yazdı. Partinin Özal’dan sonra iki numaralı kurucusu oldu. Birinci Özal Hükümetinde parlamento dışından Tarım Orman ve Köyişleri Bakanlığına getirildi. Bu görevi aralıksız beş buçuk yıl sürdürdü. 1986 ara seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili seçildi. Yıldırım Akbulut Hükümetinde Devlet Bakanı, Körfez Krizi sırasında da Savunma Bakanı oldu. Semra Özal’ın İstanbul il Başkanlığına getirilmesine karşı çıktığı için 22 Şubat 1991’de bakanlıktan azledildi. Mesut Yılmaz’ın ANAP içinde egemenlik kazanmasından sonra partiden istifa etti. Türkiye Kalkınma Vakfı Mütevelli Heyet Başkanlığını üstlendi, bu görevini 2001 yılı sonuna kadar sürdürdü. Önce Yusuf Bozkurt Özal ile birlikte Yeni Parti’yi ardından da Avrasya Partisi’ni kurdu. Halen özel şirketlerde genel koordinatörlük yapmaktadır. Doğan’ın Savunma Bakanlığı görevinden azledilmesi, “Semra Özal’ın ANAP İstanbul İl Başkanlığına getirilmesine karşı çıktığı” gerekçesine bağlanmıştır hep. Eğer bu “gerekçe” doğru olmuş olsa, Turgut Özal, ölümünden iki hafta önce Çankaya’da bir toplantı yaparak görevini bırakıp yeni kurulacak bir partide siyaset yapmak istemini açıklarken; Aydın Menderes, Hüsnü doğan ve Yusuf Bozkurt Özal ve Ali Coşkun’un yanında Hüsnü Doğan’la görüşmezdi. Üstelik, hemen kurulmasını istediği partinin başına “emanetçi” lider olarak Aydın Menderes’e öneride bulunurken, Doğan’ı “emanetçilik” mevkiine koymaktan imtina etmezdi. Doğan’ın bakanlıktan azlinden hemen önceki günler, Zonguldak’ta, grevde bulunan 70.000 maden işçisinin Ankara’ya yürüyüşe geçtiği, ABD Dışişleri Bakanı James Baker’in alelacele Türkiye’ye geldiği, Türkiye’nin Irak sınırındaki askeri sığınak bölgesinde bulunan askerlerin terhislerinin durdurulduğu, Güneydoğu halkının Batıya doğru yoğun bir şekilde göç etmeye başladığı, SHP’nin İstanbul’da geniş katılımlı ‘Savaşa Hayır’ mitingi düzenlediği, İncirlik Hava Üssü’nden kalkan Amerikan uçaklarının Irak’a sürekli saldırılar düzenlediği, CNN televizyonunun Irak’ın bombalanışını naklen bütün dünyaya duyurduğu, olası bir Irak saldırısına karşı Türkiye’nin belirli noktalarına Patriot savunma füzeleri yerleştirildiği, Kürtçe konuşmayı ve şarkı söylemeyi yasaklayan 2932 sayılı yasanın yürürlükten kaldırıldığı, Özal’ın sigara reklamını yasaklayan ve hayali ihracatçılara hapis cezasını öngören yasaları veto ettiği, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’nin “Körfez Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle Türkiye’nin cezalandırılması gerekir” dediği günlerdi. Bir süre önce de Özal’ın Irak’a girme hevesi nedeniyle Genelkurmay Başkanı Org. Necip Torumtay istifa etmişti. Hüsnü Doğan’ın hem Savunma Bakanı olarak gelişmelerin dışında kalması hem de Irak’a saldırı konusunda “emanetçi başbakan” Yıldırım Akbulut ve hükümetin diğer üyelerinden kimileriyle ters düştüğü biliniyordu. Daha sonraları “Ben zaferle değil seferle mükellefim” diyecek olan Doğan, 13 Aralık 1983 tarihinde 12 Eylül cuntası lideri Kenan Evren’in onayladığı ilk Özal kabinesine Tarım ve Orman Bakanı olarak girmeden önce de oldukça eylemli bir isimdi. Ama 7 Mayıs 1987 günü Federal Almanya Devleti tarafından kendisine “Büyük Liyakat Nişanı” verilinceye değin uluslararası etkinliği pek dikkat çekmemişti. Oysa bu nişanın ona verilmesini, Mont Pelerin Camiyeti Başkanı James Buchanan’ın kendisinden sonra gelen Alman asıllı Başkan Herbert Giersch’e ve onun da Almanya hükümetine önerdiği, bunun da cemiyetin 1987 yılında Amerika’nın Indianapolis’inde yapılan toplantıda fısıldandığı artık biliniyor. İlk kez 1951 yılında Federal Almanya Cumhurbaşkanı Theodor Heuss tarafından tesis edilip verilmeye başlanan “Üstün Hizmet Liyakat Nişanı”, bu ülkede federal çapta verilen tek nişan nişan, devletin verdiği en yüksek madalyadır. Yasa gereği, “Bu nişan ile, toplum yararına siyasi, ekonomik, sosyal veya kültürel alanlarda üstün hizmetlerde bulunmuş Alman veya yabancı uyruklu kişiler onurlandırılmaktadır”. Bu nişanın verildiği diğer kişilerden Ord. Prof. Dr. Sedat Alp, Prof. Dr. Ahmet Mumcu, İlahiyatçı Prof. Beyza Bilgin, Prof. Dr. Faruk Şen, Prof. Dr. Ramazan Aydın, Dr. Hikmet Ulus, işadamı Feyyaz Tokar ve TÜSİAD Berlin Bürosu Direktörü Mehpare Bozyiğit-Kirchmann’ın “onurlandırılma” öykülerini pek bilmeyiz. Ama bundan iki yıl önce Ankara Cumhuriyet Savcısı Özgen Özalp tarafından haklarında “kaçakçılık” ve “özel evrakta sahtecilik” suçlarından dava açılan Türkiye Kalkınma Vakfı’nın beş yöneticisi arasında bulunan Hüsnü Doğan’ın öyküsüne yabancı sayılmayız. Zaten 1987 yılında Federal Almanya’dan “üstün hizmetlerde bulunmuş Alman veya yabancı uyruklu kişiler”den sayılarak aldığı “Üstün Hizmet Liyakat Nişanı”ndan sonra, uluslararası örgütlerde adına sanına rastlanır bir kişi olup çıkmıştır. Trilateral Komisyon’un 2002 yılına ilişkin Triennum (Üç Yıllık) üyeler listesi arasında -Tayvan’lı Morris Chang’dan hemen sonra- beşinci sırada Hüsnü Doğan adı vardır. 53. Hükümetteki Enerji Bakanlığı döneminde elektrik santralı kurma ve işletme imtiyazı verdiği UniMar A.Ş’nin hisedarlarından Unit International, Unit Investment, Marubeni, Entes, National Power ve MarubeniEuro’nun bu işte ne denli katkıları olduğu bilinmez ama sonuncu ortağın merkez yönetimdeki başkanı Tohru Tsuji’nin Trilateral Komisyon’un o dönemdeki Pasifik Asya Başkanı -ve Xerox’un Yönetim Kurulu Başkanı- Yotaro Kobayashi ile Başkan Vekili -ve Güney Kore eski Dışişleri Bakanı- Han Sung-Joo’ya olan yakınlığı çok iyi bilinir. Rüşdü Saraçoğlu Diğer kahramanımız Rüşdü Saraçoğlu, 1948 Ankara doğumludur. Yüksek öğrenimini Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde tamamlamış ve ABD-Minnesota Üniversitesi’nde yüksek lisans ve ekonomi alanında doktora yapmıştır. Minnesota Üniversitesindeki döneminde Ekonomi Bölümünde doçent olarak çalışmış ve 1975 yılında Minneapolis’de Federal Rezerv Bankası Araştırma Departmanı’na katılmış, 1977 yılına kadar orada araştırmacı olarak kalmıştır 1977-79 yılları arasında ise Massachusetts, Newton, Boston Koleji’nde asistanlık yapmıştır. 1979 yılında IMF’ye ekonomist olarak katılmış ve ilk olarak Orta Doğu Bölümünde çalışıp daha sonrasında görevine Araştırma Bölümünde devam etmiştir. Turgut Özal’dan aldığı çağrı üzerine 1984 yılında Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Araştırma, Planlama ve Uygulama Genel Direktörü pozisyonunu alarak Ankara’ya geri dönmüştür. Saraçoğlu, 1986 yılında araştırma, para politikası ve uluslararası organizasyon ilişkileri alanlarında çalışmak üzere Merkez Bankası Yönetici Yardımcılığına getirildi. 30 Temmuz 1987’de Merkez Bankası Başkanı oldu. Altı yıl süren başkanlığından 2 Ağustos 1993 tarihinde emekli oldu ve Merkez Bankası Yönetici Yardımcısı Dr. Erkan Kumcu ile birlikte Makro Danışmanlık ve Eğitim Hizmetleri şirketi’ni kurdu. Aynı zamanda Londra’da Goldman Sachs International Ltd.’nin Uluslararası Danışma Kurulu üyesi, İstanbul Tefken Kongre Yatırımları Ltd’nin kurul başkanı, İstanbul İsviçre Hayat Sigortası Ltd, Türk Büyüme Fonu, Lüxemburg Alliance Capital Ltd’nin kurul üyesi olarak faaliyetlerde bulundu. 1995’in 24 Aralık’ında İzmir’den milletvekili seçildi ve Mesut Yılmaz Başbakanlığındaki 53. Hükümetin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı oldu. Ayni hükümetin bir diğer üyesi de, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olarak Hüsnü Doğan’dı. Türkiye’de çıkar gruplarının yönlendirmesinin en etkili ve egemen olduğu süreçlerdendir o kısacık 53. hükümet dönemi. (6 Mart 1996-28 Haziran 1996) Kimler yoktu ki o hükümette. Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Nahit Menteşe Devlet Bakanları Rüşdü Saraçoğlu, Cemil Çiçek, Mehmet Ağar, Ünal Erkan, Ayfer Yılmaz, Abdülkadir Aksu, Ufuk Söylemez, Eyüp Aşık, Yaman Törüner, İmren Aykut, Ayvaz Gökdemir, İbrahim Yaşar Dedelek, Ali Talip Özdemir, Ersin Taranoğlu ve Halit Dağlı Milli Savunma Bakanı Mahmut Oltan Sungurlu İçişleri Bakanı Ülkü Güney Dışişleri Bakanı Emre Gönensay Maliye Bakanı Lütfullah Kayalar; Milli Eğitim Bakanı Turhan Tayan; Bayındırlık ve İskan Bakanı Mehmet Keçeciler; Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna; Ulaştırma Bakanı Ömer Barutçu; Tarım ve Köyişleri Bakanı İsmet Attila; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Emin Kul; Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Hüsnü Doğan; Kültür Bakanı Agah Oktay Güner; Turizm Bakanı Işılay Saygın; Orman Bakanı Nevzat Ercan ve Çevre Bakanı Mustafa Taşar. Bu kadar çok “Devlet Bakanı” olan hükümetin devlete çok iyi bakacağı düşünülür belki de. Ama tersi oldu o dönemde. Bir kez bu bakanlardan biri, 1988 yılında “Para Programı”nı devreye sokan Rüşdü Saraçoğlu’ydu. Bu program Amerika’da 1970’lerde uygulanan programın birebir kopyasıydı. Esası şöyleydi: Hazine borçlanmasını, Merkez Bankası’ndan yapmayacak piyasadan borç alacak; yani, Merkez Bankası artık hazine kağıtları almayacak. Bu politika faizleri yükseltti. Faiz haddini yükseltmenin amacı da, dışardan para çekmekti. Çünkü Özal’ın “ihracat seferberliği” tutmamış, önüne gelen hayali ihracat ile devlet kasasını soymuştu ve Türkiye’nin dövize ihtiyacı vardı. Böylece meşhur “sıcak para operasyonu” başlatılmış oldu. Bu uygulama, Türkiye ekonomisinin bugünkü açmazlarına gelmesinin en katmerli etkeni oldu. Döviz üzerinden yüksek faiz ödenmesi nedeniyle ülke sonu belirsiz bir borç sarmalına girdi. Öte yandan, devlet de özel sektörün maliyetlerini, zararlarını vergi avantajı olarak, onlara sağladığı kredilerle, bir anlamda yüklenmiş oldu. Yani devlet özel sektörün açıklarını kapatır oldu. Bunun üzerine devlet açık vermeye ve faizler yükselmeye başladı. Bu süreci tahlil edersek şu sonuç ortaya çıkmaktadır: Verimsiz ekonomik altyapı oluşturduğu açıkları vergi avantajları ve elverişli kredi destekleri yoluyla kamu kesimi açığı haline dönüştürerek, yüksek faiz yükünü kamu kesiminin üzerine yıkmış oldu. Faizler yükselince, üretici sermaye de faiz kazancı sağlamak üzere finans alanına kaydı. Burada da firmaların faaliyet dışı karları gibi garip bir sonuç çıktı ortaya. Gerçekten bu durum, ekonominin çöküşünü simgeleyen acı bir öyküdür. Üreten sermaye yavaş yavaş faize kayınca, üretim gerilemeye başladı. Faizler daha da yükseldi, gelir dağılımı bozulmaya ve ekonominin bütün çivileri sökülmeye başladı. Sonunda ülke hızla üretimden uzaklaştı ve rant alanına kaydı. Emperyalist ülkeler buna çok sevindiler. O süreçte Batı ekonomisi de krize giriyordu. Türkiye ise sürekli ve artarak borçlanıyordu. Batı’nın bize verdiği borç, aslında onun açısından piyasanın açılması demekti. Hem borç veriyor, hem üzerinden faiz alıyor, o sırada da borçla oluşturulan piyasalarda mallarını satıyordu. Dolayısıyla, Türkiye fevkalade güzel bir müşteri, olağanüstü bir finans kaynağı oldu emperyalist piyasalara. İşte o kısacık hükümet döneminde de bu uygulamalar öylesine uç noktalara vardırıldı ki, Batı dünyası “Bu durum güvenilir olmaktan çıkar da borçlarımızı tahsil edemez hale gelirsek, sonuç çok riskli olur” diye düşünmeye başladı. Faizler hiçbir biçimde denetlenemez boyutlara vardı o dönemde. Değil Türkiye, dünyada hiçbir ekonominin taşıyamayacağı reel yüzde 40 faizlere ulaşıldı. Emperyalist piyasalar aniden ürktü. 53. Hükümet gitti, ekonomik düzenlemeler yapılıncaya değin ön plana sosyal ve politik kasolar çıkarıp ortalığı sisleyecek Erbakan’ın 54. hükümetine teslim etti ülkeyi bir yıl için. Ardından 11 Ocak 1999’a dek iktidarda kalacak -yine Mesut Yılmaz’ın- Ecevit’in DSP’si ve Cindoruk’un DTP’si ile 55. koalisyon hükümeti kuruldu. Ve IMF de geldi bir “izleme anlaşması” dayattı. Elbette artık Rüşdü Saraçoğlu özel sektöre geri dönmüştür ve 18 Nisan 1999 yılında yapılan seçimlere katılmaz. Caspian Transco Grup Şirketleri ile Aspen Instute İtalya’nın Yönetim Kurulu Üyesi, Makro Danışmanlık Ltd’nin Onursal Başkanı ve Carnegie Economic Reform Network kuruluşunun üyesi olur. Ardından da Rahmi Koç tarafından Koç Holding Finansman Grubu Başkanlığı’na getirilir. Koç Allianz Sigorta A.Ş. ve yine Koç Allianz Hayat ve Emeklilik A.Ş.’nin de Yönetim Kurulu Üyesidir. Bu arada Rüşdü Saraçoğlu’nun adına Türkiye’nin boğazına çöreklenmiş hortumlama faaliyetleri nedeniyle de rastlarız. Bunlardan en önde gelenlerinden biri de Egebank davasıdır. Saraçoğlu, Yahya Murat Demirel’in Egebank’ının danışmanlarındandı ve bankadan 500 bin dolar tutarında krediyi çok komik bir faiz karşılığı şaibeli olarak aldığı öne sürülmüştü. Anımsanacağı gibi olaya Cenajans Grey’in patronu Nail Keçili’nin ve gazeteci Rauf Tamer’in de adları karışmıştı. Keçili’nin Egebank’ın reklamlarını üstlenerek 5 trilyon lira kazandığı öne sürülmüş ve el konulma işleminden bir gün önce bankaya girmesi güvenlik kameralarına takılmıştı. Hürriyet gazetesi köşe yazarı Emin Çölaşan’ın “Murat Demirel’den 1 milyon dolar alan gazeteci kim?” yazısı ertesinde - o sıralarda, bir süre sonra kendilerinin de İmar Bankası olayıyla bu işlere bulaşacakları Uzanlar’ın İnter Star’ında Haber Genel Yayın Yönetmeni olan- Uğur Dündar, adı dedikoduya karışan gazetecinin Rauf Tamer olduğunu açıklamıştı. Tamer ise, “Ben yalnızca 320 bin dolar ev kredisi aldım” diye savunma yapmıştı. İşadamı Mete Has da Dündar’a yaptığı açıklamada Tamer’in evinde Yahya Murat’ın bir ada satışı nedeniyle kendisine gönderdiği 650 bin dolarlık kaporayı, misafir olduğu Tamer’in evinde almasının yanlış anlaşılmalara yol açtığını öne sürmüştü. Egebank’ın hortumlandığı ortaya çıktığı zaman İstanbul DGM tarafından soruşturmayla ilgili olarak Rüşdü Saraçoğlu hakkında yurtdışı yasağı konuldu. 2 Ekim 200 günü saat 08.30’da Londra’ya gidecek THY’nin 1979 sefer sayılı uçağına binmek üzereyken Atatürk Hava Limanı’nda pasaportuna el konuldu. Daha sonra bankanın off-shore hesaplarıyla ilgili olarak İstanbul DGM Cumhuriyet Başsavcısı Turan Çolakkadı’ya ifade verdi. Saraçoğlu, DGM’ye çıkışında basında hakkında çıkan haberleri linç olarak niteleyen Saraçoğlu, hakkında “Kaçtı”, “Yurtdışına gitti” ve “Niye ortadan kayboldu?” gibi söylentiler çıkartıldığını belirterek, “Bu süre içerisinde hakkımda son derece aşağılayıcı ifadelerle beni küçük düşürmeye çalıştılar. Ben buradayım. Bakanlık ve Merkez Bankası Başkanlığı yapmış biriyim. Hiçbir yerden kaçacak durumum yok” dedi. Aradan geçen 3 gün içinde ifade verecek merci aradığını (!) Mali Şube Müdürlüğü’ne mi, yoksa Şişli Cumhuriyet Savcılığı’na mı gideceğini bilemediğini anlatan Saraçoğlu, neden bu mercilere değil de Londra’ya gitmekte olduğu sorusunu ise yanıtlamadı. “İfade verecek merci” adresi bulamayan o Rüşdü Saraçoğlu, Trilateral Komisyon’un adresini bulmuştur ama. Komisyon’un -Hüsnü Doğan’ın 5. sırada olduğu- 2002 yılına ilişkin Triennum (Üç Yıllık) üyeler listesi arasında 17. sıra Saraçoğlu’na aittir. İşe bakın ki 19. sıradaki Tayvan’lı Stan Shih’in Uluslararası Barış için Carnegie Vakfı (CEIP) ile bağlantısı vardır. Öte yandan Rüşdü Saraçoğlu’nun üyesi olduğu Carnegie Economic Reform Network da CEIP’in bağlısıdır ve etkinlikleri apayrı, upuzun bir araştırma konusudur. James C. Gaither, Sutter Hill Ventures, Cooley Godward, Gregory B. Craig, Bill Bradley, Robert Carswell, Jerome A. Cohen, Richard A. Debs, Susan Eisenhower, Leslie H. Gelb, Donald Kennedy ve William J. Perry tarafından yönetilen vakıf, dünyanın tüm köşe bucağına burnunu sokmaktadır. Washington’daki “Abant Platformu” Geçtiğimiz yıl ABD’nin dış politikalarında etkili olan Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde (School of Advanced International Studies - SAIS) yapılan Fethullah Gülen’cilerin Abant Platformu’na da bu vakfı temsilen Husain Haqqani ve Anatol Lieven katılmışlardı. Forumun konusu “İslam, Demokrasi ve Laiklik: Türkiye Tecrübesi” idi. Türkiye ve Amerika’dan çok sayıda gazeteci, akademisyen ve uzmanın katıldığı toplantının ilk gününde BOP’a (Büyük Ortadoğu Projesi) destek mesajları gönderilirken, ABD ve İsrail katliamlarına karşı “çıt” çıkmadı. Fethullah Gülen’in toplantıya gönderdiği yazılı konuşma ise “Türkiye’nin BOP içindeki yeni rolüne” atıflarla doluydu. İlk günün açılışını ev sahibi Francis Fukuyama yaptı. “Tarihin sonu” tezi ile tanınan Fukuyama, Türkiye’nin Amerika’yı örnek aldığını söyledi. “ABD, Batı’daki en dindar toplumlardan biri. Ancak bu durum yönetimin laik ve demokratik olmasını engellemiyor” diyen Fukuyama, AKP Hükümeti’ne de övgüler dizerek, AKP iktidarının deneyiminin İslam ülkeleri için “model” teşkil edeceğini iddia etti. Fukuyama’nın ardından bir konuşma yapan Abant Platformu’nun fikir babalarından Diyanet İşleri’nden sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Aydın ise, “Laiklik ve din, hayatın içinde bir arada var olabilir, ama devlet mekanizmasında değil” dedi. AKP’nin kendisini “İslamcı” veya “Ilımlı İslamcı” olarak tanımlamadığına dikkat çeken Aydın, partinin “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlandığını söyledi. Diyanet İşleri’nden sorumlu Devlet Bakanı Aydın, ABD’de mahkemelerde kutsal kitap üzerine yemin edilmesini buna örnek olarak verdi ve Türkiye’de yeminlerin laik olduğunu hatırlattı. Bir katılımcının, Fethullah Gülen’in basındaki haberlere göre ateistleri teröristlerle bir tutan sözlerine işaret etmesi üzerine ise Mehmet Aydın, şunları söyledi: “Bunları okuyacak zamanım olmadı. Tabii farklı yorumlar, yanlış anlama olabilir. Ahlak, dinden bağımsızdır. Batının kazanımlarının pek çoğu dinle birlikte değil, dine rağmen elde edilmiştir. Fethullah Gülen, eğer böyle bir şey söylediyse, bu benim için çok şaşırtıcı olur. Çünkü kendisini tanıyorum. Çok geniş fikirli bir insandır. Eğer dediyse, kendisiyle tamamen farklı fikirdeyim. Teröristlerle karşılaştıramazsınız.” Türkiye’nin Ortadoğu ülkelerine model olup olamayacağı yönündeki bir soruya karşılık Bakan Aydın, Türkiye’nin “eşsiz bir örnek” olduğunu savunarak, “Biz elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışacağız, deneyimlerimizi komşularımızla paylaşacağız” diye konuştu. Fethullah Gülen, Washington’da yapılan Abant Toplantısı’na bir mesajla katıldı. Mesajında Amerika’nın Ortadoğu’ya yönelik saldırılarına ve İsrail katliamlarına tek kelimeyle bile değinmeyen Gülen, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ABD Başkanı George W. Bush’a söylediği sözleri tekrarladı: “Batı ile Doğu arasında köprü oluruz!” Gülen mesajında şunları söyledi: Bu uluslararası konferanstaki beyin fırtınası, sadece Türkiye tecrübesinin dünyada daha iyi tanınmasına değil, aynı zamanda hassaten İslam coğrafyasındaki diğer ülkelere ışık tutma keyfiyetinin anlaşılmasına da katkıda bulunacaktır. İslam coğrafyası son birkaç asırdır ciddi bir kriz yaşamaktadır. Ayrıca, dünyada artan siyasi, ideolojik ve dini kutuplaşmalar, maalesef son zamanlarda uluslararası barış ve güvenliği de tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. Türkiye tecrübesi, krizden çıkış adına halihazırda önemli fırsatlar ve dersler sunmaktadır ve haddizatında daha fazlasını da sunabilir... Avrupa Birliği ile bütünleşmiş, ABD ile dostluğunu pekiştirmiş, NATO’da yerini muhkemleştirmiş, demokrasi, laiklik ve İslam’ın en güzel yorumlarıyla taçlanmış bir Türkiye, medeniyetler arasında köprü kurmaya daha iyi namzet teşkil edecektir... Toplantıda Türk İslamı konusunda Carter Findley (Ohio Devlet Üniversitesi), Kemal Karpat (Wisconsin Üniversitesi), John Voll (Georgetown Üniversitesi), Hakan Yavuz (Utah Üniversitesi); Türk laikliği konusunda Cengiz Çandar (Tercüman Gazetesi), Elizabeth Hurd (Northwestern Üniversitesi), Augustus Richard Norton (Boston Üniversitesi), Mete Tunçay (Bilgi Üniversitesi) ve Türk demokrasisi konusunda da Henri Barkey (Lehigh Üniversitesi), Dale Eickelman (Dartmouth Üniversitesi), John Esposito (Georgetown Üniversitesi), Jenny White (Boston Üniversitesi) konuştular. Toplantının katılımcıları ise şunlardı: Ahmet Hadi Adanalı (Ankara Üniversitesi) Şahin Alpay (Bahçeşehir Üniversitesi) Adnan Aslan (İSAM) Zeyno Baran (Nixon Center) David Calleo Svante Cornell Charles Fairbanks James Miller (Johns Hopkins Üniversitesi-SAIS) Ruşen Çakır (TESEV) Seda Çiftçi (CSIS) Steven A. Cook (CFR) Hüseyin Gülerce (Zaman) Kenan Gürsoy (Galatasaray Üniversitesi) Şükrü Hanioğlu (Princeton Üniversitesi) Husain Haqqani (CEIP) Eric Hooglund (Journal of Palestine Studies) John Hulsman (Heritage Foundation) Barry Jacobs (AJC) Fehmi Koru (Yeni Şafak Gazetesi) Burhan Kuzu (TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı) Anatol Lieven (CEIP) Büyükelçi David Mack (MEI) Mithat Melen (İstanbul Üniversitesi) Zach Messitte (St. Mary’s College) Elisabeth Özdalga (İsveç Araştırma Enstitüsü) Zeki Sarıtoprak (John Carroll Üniversitesi) Sabri Sayarı (Georgetown Üniversitesi) Edibe Sözen (İstanbul Üniversitesi) Ömer Taşpınar (Brookings Institution) Berna Turam (Hampshire Üniversitesi) Cüneyt Ülsever (Hürriyet Gazetesi) İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi web sitesinin bağlantıları arasında da yer alan bu vakıf, son günlerde başta Amerika halkı olmak üzere tüm toplumları Rusya aleyhine koşulama çabası içinde görünüyor. “Soğuk Savaş’ın ardından Rusya kaynaklı nükleer tehlikenin sona erdiğini düşünenler büyük yanılgı içinde” başlığıyla yayınladıkları raporda “Geçim sıkıntısına düşen Rus atom bilimcilerin, çalıştıkları nükleer silah tesislerini ek iş uğruna terk etmeleri ya da görevden ayrılmaları yüzünden, dünya yeni bir nükleer tehlikeye sürükleniyor” deniyor ve “Rusya, nükleer silah tesislerinin güvenliğini sağlamak için gerekli uzmanları yetiştiremiyor” yorumu yapıldıktan sonra Rusya’nın nükleer etkinliklerinin uluslararası denetimi isteniyor. Ve tüm bunlar dönüp dolaşıp James Buchanan’ın Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığı döneminde geliştirilen kuramlara ve spekülatif sermayenin yerküremizi işgalinin yaygınlaşmasına dayandı. Öncelikle bireysel ve daha sonra da toplumsal düşünce alanı zapt edildi. Medyadan bürokrasiye kadar tüm kurumlar ve yönetici kadroları şu ya da bu şekilde iç içe geçmiş örgütler tarafından seferber edilerek can çekişmekte olan sermayenin yeniden soluklanacağı küresel hegemonya alanına çekildiler. Ama iş, bununla da kalmadı… Herbert Giersch Buchanan’ın ardından Cemiyet Başkanlığı’na gelen Prof. Herbert Giersch, 1986-88 yılları arasında yönetimini sürdürdü. Kiel Enstitüsü Dünya Ekonomisi kürsüsünden olan 1921 doğumlu Giersch, Breslau çıkışlı bir ekonomisttir ve savaş sonrası dönemin en tanınmış Alman iktisat felsefecilerindendir. Saarbruecken ve Christian Albrechts Üniversitelerinde hocalık yapmıştır. Giersch’in başkanlık döneminin en büyük çıkışı -ön hazırlığı bir yıl önce ABD’de Indianapolis’de yapılan- 5-9 Eylül 1988 tarihleri arasındaki Kyoto (Japonya) genel toplantısında sergilendi. Toplantının ana tartışma konusu “Açık dünya düzenine doğru” başlığını taşıyordu. M. Friedman, J. Buchanan, Y. Suzuki, P. Salin, B.W. Sprinkel, J.L. Jordan, M.R. Darby, A. Krueger, S. Kuo, D. North, C. Watrin, Ch. Nishiyama, P.A. David, C. von Weizacker, S. Linder, T. Konami, P. Schwartz, G. Prosi, C. Veljanovsky, H. Butler, W. Landes, H.G. Manne, Y. Hirai, O. Williamson, R.A. Cass, R.W. Dornbusch, A. Martino, Y. Kashiwagi, M.L. Musa, G. Tixier, M. Bronfenbrenner, I. Miyazaki, A. Rabushka, H. Kanamori, A. Seldon, A. Archian, A. Benegas Lynch, A. Fredborg, J.G. Greenwood, S. Rosen, F. Welch, M. Kaji, R. Ricardo-Campbell, J. Raisien, R. Blandy ve R.M. Hartwell’in katıldıkları toplantının açılışını “Özgürlüğün dünya çapındaki başarısına doğru” konuşmasıyla Herbert Giersch yaptı. Katılımcılar hakkında ayrıntılı bilgi şöyledir: A. Archian Uluslararası Ödemeler Bankası -Bank for International Settlement- BIS A. Benegas Lynch Açık Toplum Vakfı’da Eğitim uzmanı, makaleleri Türkiye’de Liberal Düşünce dergisinde de yayınlanıyor A. Fredborg Danimarkalı ekonomist ve davranış analisti A. Krueger ABD Stanford Üniversitesi İktisat Fakültesi profesörü. 1 Eylül 2001’de Uluslararası Para Fonu -IMF- Birinci Başkan Yardımcısı görevine getirildi. Bu göreve getirilmeden önce aynı zamanda Stanford Üniversitesi Ekonomik Gelişim ve Reform Politikaları Araştırma Merkezi Başkanı ve Hoover Enstitüsü’nde de araştırmacı olarak çalışıyordu. 1982 ile 1986 yılları arasında Minnesota ve Duke Üniversitelerinde ders verdi ve bu dönemde Dünya Bankası’nda Ekonomi ve Araştırma konusunda Başkan Yardımcılığı görevinde bulundu. Amerikan Ekonomi Derneği’nin eski Başkanı ve onursal üyesidir. Ayrıca, Milli Bilimler Akademisi -National Academy of Sciences- üyesi ve Ulusal İktisadi Araştırmalar Bürosu National Bureau of Economic Research NBER- araştırma kurumunda kıdemli araştırmacıdır. (NBER hakkında bkz. Ek.15) Gelişmekte olan ülkelerde reform politikaları ve uluslararası ekonomilerde çok taraflı kurumların rolü ve ticaret politikaları uzmanı olarak tanınır. Türkiye’yle ilgili birçok ekonomik araştırma ve danışmanlık yapan Krueger’in Türkiye’de Hacettepe Üniversitesi, Avusturalya’da Monash Üniversitesi ve Georgetown Üniversitelerinden aldığı onursal doktoraları bulunmaktadır. Türkiye’yi yakından tanıyan Krueger, ayrıca sık sık İstanbul’a gelerek Boğaziçi Üniversitesi profesörleri ile görüşmelerde bulunmaktadır. Cumhuriyetçi Partili muhafazakar bir iktisatçı olan Prof. Krueger, ABD Başkanı George W. Bush’un sıkı destekçisidir. Son olarak 27 Ocak 2005’de Davos’daki Dünya Ekonomik Forumu toplantısı kapsamında Başbakan Tayip Erdoğan ile görüşmede bulunmuştur A. Rabushka Hoover Vakfı Stanford Üniversitesi iktisat profesörü, Monetarizm ve Rasyonel Beklentiler kuramcılarından B.W. Sprinkel Chicago’lu banker, Friedman ile birlikte Heritage Society ve Shadow Open Market Committe’nin, Bulgaristan’daki IME-Institute for Market Economics’in kurucusu, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü-OSI ve Hollanda Kerkinactie Kurumu-ACT destekçisi - Şu rastlantıya bakınız ki İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nin faaliyetleri de OSI ve ACT tarafından desteklenmektedir. (Ek.16’ya bakınız.) C. Veljanovsky İktisatçı, Özelleştirme Politikaları Uzmanı C. Watrin Köln Üniversitesi profesörü Ch. Nishiyama Hoover Vakfı ve Moon Tarikatı üyesi - Bilindiği gibi Türkiye’de de siyasal çevreden ve hatta ilahiyatçılar arasından birçok bağlantısı olan Güney Kore menşeli Moon tarikatı, CIA’nin belirli ülkelerdeki örtülü operasyonlar için kullandığı bir örgüt ve Washington Times, New York Times gibi ünlü gazeteler ve dünyanın en önemli ajanslarından biri olan United Press İnternational’ın da sahibi. Nishiyama’nın adı, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın Howitzer diye anılan “motorlu seyyar topların” motorları ve aktarma organlarının Güney Kore’den alınması girişimi ile de dikkat çekmişti. İşi alan Güney Kore firması Tong Il, “Unification Church”e yani Moon tarikatı’na ait bir firmaydı ve Nishiyama da danışmanlarındandı. D. North İktisadi ve kurumsal değişim için uygulamalı iktisat kuramı geliştiricisi F. Welch General Electric’in 1981-2001 yıllarındaki başkanı G. Prosi L. Bassani, V. Caramelli, F. Cavalla, P. Heritier, A. Laurent, C. Lattieri, L. Mazzarolli, G. Piombini, S. Ricossa, E. di Robilant, P. Salin, M. Vitale ile oluşturdu Neo-Laissez-Faire hareketiyle öne çıkan iktisatçı, P-2 Mason Locası ve Bilderberg üyesi G. Tixier Fransız iktisatçı H. Kanamori Tokyo Üniversitesi Jeofizik Profesörü, Nokta kaynak yaklaşımı ile faylanma mekanizması konusunda deprem kuramcısı H.G. Manne George Mason Üniversitesi iktisat hukukçusu J.G. Greenwood İktisatçı, finansal kalkınma ve içsel büyüme kuramcısı M. Bronfenbrenner Alexis De Tocqueville adına Oakland California’da kurulmuş Independent Institute yöneticisi O. Williamson dizi ülkedeki bağlantılarına- “ekonomik ilişkiler üzerinde bozucu etki yapan vergilerin” en düşük düzeyde uygulanması ve olabildiğince ikame etkisi zayıf olan vergilere geçilmesi konusunda çağrı yapılacaktır. Bu demektir ki, optimal vergileme ile ekonomik kararlar üzerinde en düşük etki oluşturabilmek için, vergilerin düşük düzeyde tutulmasını, dolayısıyla kamu kesiminin küçültülmesi istenmektedir. Bir süre önce Türkiye’de Özal ve 24 Ocak Kararları da bu yönde çıkarılmıştı ve şimdi de hükümet olarak uygulayıcısıydı zaten. Hazırlayıcı kadronun içinde -daha önceki bölümde andığımız- Hüsnü Doğan da baş sırayı tutmaktaydı. Antonio Martino Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1988-1990 yılları arasındaki yöneticisi bir İtalyan Profesör: Antonio Martino. Yani şimdiki İtalya Savunma Bakanı. 1976’da cemiyete üye olan 22 Aralık 1942 doğumlu iktisatçı Martino, Roma’daki LUISS Üniversitesi’nin Siyasal Bilimler Bölüm Başkanlığı, Roma Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Monetarizm ve Politika Kürsüsü Başkanlığı, LUISS Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliği, Napoli Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyeliği, Messina Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyeliği, Roma Üviversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi öğretim üyeliği, Roma Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyeliği gibi görevlerde bulundu. 1976’da İtalyan Ekonomistler Birliği’ne (Società Italiana degli Economisti), 1978’de Washington’daki The Heritage Foundation’a; 1981’de Londra’daki Institute of Economic Affairs (IEA) ve yeni neo-liberal sağın Kalesi Heritage Foundation bağlantılı olup Don Lipsett başkanlığında Milton Friedman, Russell Kirk, Frank S. Meyer ve Wilmoore Kendall tarafından kurularak Edwin Meese III, Russell Kirk, Edwin J. Feulner, Jr. ve Bill Campbell tarafından yönetilen Philadelphia Society’ye; 1989’da Fransa Aix en Province’daki Journal des Economistes et des Etudes Humaines’in yayın kuruluna; 1990’da Washington’dai Cato Journal’in yayın kuruluna; 1992’de ise Institute of Economic Affairs’a (IEA) üye oldu. 1994’de milletvekili oldu ve 1996 ile 2001’de yeniden seçildi. İtalyan Parlamentosuna ilk seçilişinde hükümette Dışişleri Bakanı oldu. O tarihten bu yana parlamentonun Dış İlişkiler Komitesi üyesidir. 1995’den bu yana Parlamentolararası Birlik’te İtalyan Grubu Başkanlığını yapmaktadır. Berlusconi’nin katı sağ görüşlü Forza Italia Partisi’nin kurucu üyesidir ayni zamanda. Yayınlamış 11 kitabı ve 150 dolayında makalesi vardır. Bunların çoğunda neo-liberal politikaları, sıkı para rejimini, küreselleşmeyi ve güç dayatmacılığını savunur. Martino gerçekten de çok etkin biridir. Çeşitli çalışmalarda ya da üyeliklerinde bulunduğu kuruluşların listesi hayli kalabalıktır. Bu ilişkilerini sürdürmede nasıl zaman bulduğu ise ayrı bir sırdır. O, bir “küresel” adamdır. İşte liste: The Acton Institute American Conservative Union American Enterprise Institute The Atlas Economic Research Foundation The Beacon Institute The Cato Institute Center for the Study of Market Processes Clare Boothe Luce Policy Institute Claremont Institute Competitive Enterprise Institute The Foundation for Economic Education The Fraser Institute Hauenstein Center for Presidential Studies The Heartland Institute The Heritage Foundation Hoover Institution Hudson Institute The Independent Institute The Institute of Economic Affairs The Institute for Humane Studies The Intercollegiate Studies Institute The Leadership Institute The Locke Institute Ludwig von Mises Economic Institute Mackinac Center for Public Policy National Humanities Institute Political Economy Research Center Reason Foundation Sixty Plus Association The Smith Center for Private Enterprise Studies. Türkiye, Martino’nun adına -Mont Pelerin Cemiyeti’ndeki varlığıyla değilse bile diğer etkinlikleri ve çıkışlarıyla- hiç de yabancı sayılmaz. 19 Aralık 1994 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin haberine göre, Bir P2 Mason Locası üyesi olan Berlusconi’nin İsrail’le olan bağlantıları oldukça ilginçti ve masonluğun genel çizgisine uyuyordu. Bu konuya, Eylül/Ekim 1994 tarihli Washington Report on Middle East Affairs dergisi dikkat çekmişti. Derginin haberine göre, İtalyan Dışişleri Bakanı Antonio Martino, 1994 Mayısında Amerikalı yahudi liderlere “Berlusconi’nin son yirmi yılda İtalya’da iktidara gelen en İsrail yanlısı hükümeti kurduğunu ve İtalya’nın uzun zamandır sürdürdüğü Arap yanlısı politikayı kesin olarak değiştireceği”ni söylemişti. Berlusconi’nin bir başka ilginç İsrail bağlantısı da, ayni Henry Kissinger gibi, yakın korunmasının Mossad ajanları tarafından sağlanıyor oluşuydu.2 Türkiye’de Martino’nun adının çok sık gündeme gelmesi, Abdullah Öcalan’ın İtalya’ya kaçış macerasıyla oldu. 20 Kasım 1998 günlü Radikal Gaztesinde “Apo Roma’ya davetli geldi” başlığı ile verilen haberde şunlar yazılıyordu: “İtalyan ana muhalefet partisi Forza Italia’nın önde gelen isimlerinden eski Dışişleri Bakanı Antonio Martino, hükümetin Abdullah Öcalan’ı davet ettiğini düşündüklerini söyledi. Martino, ‘Bu konuda kesin delillerimiz yok. Ama en azından Öcalan’ın buraya gelmek için şimdi hükümetin içinde yer alan Komünistler tarafından cesaretlendirildiğine dair kanıtlarımız var’ dedi. Daha önce de muhalefet partilerinden Ulusal İttifak Partisi (AN) lideri Gianfranco Fini, Öcalan’ın İtalyan polisi tarafından tesadüfen tutuklanıp tutuklanmadığının, İtalyan makamlarıyla daha önce bir ilişkisinin olup olmadığının açıklanmasını istemişti. Martino, partisinin Öcalan’a siyasi sığınma hakkı tanınmasına karşı olduğunu, ancak parlamentonun yüzde 35’ini kontrol edebildikleri için yüksek sesle muhalefet yapmaktan başka ellerinden bir şey gelmediğini söyledi. Martino, 21 Eylül’de Türkiye ve İtalya’nın teröre karşı mücadele anlaşması imzalamasından yaklaşık bir ay sonra, Türkiye’nin, Öcalan’ın İtalya’ya Abdullah Sarıkurt adıyla geleceğini bildirdiğini de hatırlattı. Martino, ‘Öcalan, İtalyan Havayolları’yla geldi. PKK bundan önce İtalyan parlamentosunda bir toplantı yaptı. Bütün bunları bir araya koyunca Öcalan’ın İtalya’ya gelmeden önce bir tür garanti aldığını, Türkiye’nin de bunu engellemeye çalıştığını düşünüyoruz. Sorunu böyle algılıyoruz’ diye konuştu. Martino, köşeye sıkıştığını belirttiği İtalyan hükümetinin durumunu şu sözlerle tanımladı: ‘Kendi kendilerini zor durumda bıraktılar. Çünkü Öcalan’a siyasi sığınma hakkı verirlerse, hem Türkiye ile olan ilişkilerini feda etmek zorunda kalacaklar, hem de teröristlere kucak açan ülke olarak Fransa ve Almanya’yı rahatsız edecekler. Eğer vermezlerse PKK’nın gözünde hain konumuna düşecekler. Ondan sonra da PKK’nın ne yapacağı belli değil.’ İtalya’nın Öcalan’ı Almanya’ya vermesi gerektiğini söyleyen Martino, Almanya’nın da kendi ülkesinde çalışan Türkler ve Kürtler yüzünden henüz Öcalan’ı istemediğine dikkat çekti. Martino, ‘Hükümetin tutumu utanç verici. Öcalan korunmamalı’ dedi. İtalyan halkının Türkiye’yi algılamasında da yanlışlar olduğuna dikkat çeken Antonio Martino, ‘Türkiye’de bir iç savaş varmış gibi görülüyor. Bir yanda baskıcı bir devlet, öbür yanda özgürlük savaşçıları. Ancak durumun böyle olmadığını anlamak için Türkiye’yi bir kez bile ziyaret etmek yeterli’ diye konuştu.” Martino, Abdullah Öcalan olayını hükümete muhalefet yapmak adına iç politikaya yansıtıyordu ama tutumu öyle söylediği gibi Türkiye yandaşı filan da değildi. O günlerde Öcalan’ın Roma’ya kaçışının bir ay önceden tezgahlandığı ortaya çıkmıştı. İtalya’daki 9 partili koalisyonun radikal kanadını oluşturan Yeşiller Partisi’nden Paolo Cento, “Biz Apo’yla anlaşıp, Roma’ya getirttik” demişti zaten. Cento, davet kararı 32 parlamenter ve senatörün imzasıyla gerçekleştiğini ve Parlamento ile Senato’nun dışişleri komisyonlarında yapılan görüşmelerden sonra, Kürt sorununun uluslararası platforma taşınabilmesi için, Apo’nun davet edilmesinin kararlaştırıldığını söylüyordu. Vatikan hiyerarşisinde Dışişleri Bakanlığı makamında bulunan Kardinal Lajola’nın dostlarından olan Yeşiller Partisi’nden Paolo Cento’nun açıklamaları, İtalyan hükümetini de zor durumda bırakmıştı. Martino da fırsatını bulmuş “komünistler”e yükleniyordu. Sanki Forza Italia, Vatikan ve Yeşiller arasında bir Öcalan’ı destekleyerek ya da karşı çıkarak bir “hükümet düşürme” operasyonu uygulanıyordu. Bu arada Komünist Adalet Bakanı Diliberto’nun Öcalan’ın tutuklandığı günün hemen ertesinde yaptığı açıklamada, iade kararının sadece bakanlığını ilgilendirdiğini bildirmesi işe tuz biber ekmişti. Ancak ertesi gün -büyük olasılıkla neler döndüğünü keşfeden- Diliberto 180 derecelik dönüş yaparak “Bu sorun sadece İtalyan Adalet Bakanlığı’nın sorunu değil, tüm hükümetin sorunudur. Diğer bakanlıkları da ilgilendirir. Bunun için ortak karar alınacaktır. Sanırım siyasi bir sürtüşmeye neden olmadan halledilir” diyecekti. Bu arada PKK’nın siyasi kanadı ERNK Avrupa Temsilciliği’nin, Apo’nun koalisyon hükümetinin ortakları olan Yeşiller ve Komünistler tarafından korunmak üzere getirtildiği yolundaki açıklaması, Başbakanlığın yayınladığı bir bildiriyle yalanlanacaktı.. Başbakanlık açıklamasında, “Böyle bir kişinin İtalyan topraklarına geleceğinden haberimiz yoktu” deniliyordu. Forza Italia’nın liderlerinden Martino ise hükümetin bu açıklamasını önemsemiyor ve “Hükümet Ankara’yı kandırmak istiyor. Onlara ihanet edemeyiz. Türkiye müttefikimizdir. Bunu çok düşünerek karar vermeliyiz. Karar, Türkiye aleyhine olmamalı” diyordu. Martino neredeyse Türk halkının kahramanı olacaktı. Herkes PKK’yı ve Öcalan’ı unutmuş, yeniden bir “kahrolsun komünistler” nevrozuna tutulmuştu. Oysa T.C. Başbakanlık Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü’nün 5 Ekim 1998 tarihli duyurusunda, “Haftada 6 gün yayınlanan komünist eğilimli Il Manifesto gazetesinin 02 Ekim 1998 tarihli sayısında yeralan haberin çevirisi şöyledir: Dışişleri Bakanı Lamberto Dini, Türk meslektaşı İsmail Cem’e bir mektup gönderdi. Söz konusu mektupta Dini, sürgündeki Kürt parlamentosu temsilcileri ile İtalyan parlamenterlerin mecliste bir araya gelmesinden duyduğu üzüntüyü ifade etti” deniliyordu. Martino’nun siyasal yaşamı -Berlusconi ile birlikte- 1993’te Forza Italia partisini kurmasıyla başladı. 1994’teki Dışişleri Bakanlığı sadece 7 ay sürdü ve Berlusconi hakkındaki yolsuzluk suçlamaları, protesto gösterileri ve siyasi müttefikleri ile yaşanan anlaşmazlıklar ardından sona erdi. Berlusconi 2003 yazında yolsuzluk suçlamasıyla mahkeme önüne çıkan ilk İtalya başbakanı oldu. Parti kurucularından Martino da okka altına gidiyordu. Ama duruşmalar parlamentonun tartışmalı bir yasayı onaylayarak başbakan ve bazı devlet görevlilerine yargıdan dokunulmazlık sağlaması ardından durduruldu. Ancak bunu sağlayan yasanın Anayasa Mahkemesi’nce iptali ardından onlara yine yargı yolu görünüyor. Martino yalnızca Öcalan olayında değil, birçok gelişmede de provokasyonlar tezgâhlamakla ünlü. 11 Eylül saldırılarının hemen ardından 20 Eylül 2001’de La Repubblica Gazetesi’ne bir demeç verdi ve “Kendi tedbirlerimizi aldık. Bizden hiçkimse San Pietro`ya (Vatikan) yönelmiş bir uçak görmek istemiyor. Bu yüzden NATO bize kullanmamız için Awacs radarlarını ve uçaksavarları verdi” diye konuştu. Ayni gün parlamentoda yaptığı açıklamada da “Bizden uçak, silah ve ordu istenmesi çok küçük bir olasılık. Büyük olasılıkla bizden üslerin kullanılması istenebilir” dedi. Usame Bin Ladin`in ABD`ye yapılan saldırıda sorumlu olsa bile muhtemelen saldırıyı tek başına düzenlemediğini olayların arkasında bir Ortadoğu ya da Asya devleti olabileceğini, İtalya`da radikal İslamcı terör örgütleri üslerinin olabileceğini ve önlemlerin artırıldığını belirterek İtalya`ya kimsayal füze saldırısı riskinin bulunduğunu da kaydetti. Tüm bu açıklamalar daha ilkgünlerden Amerika’nın Afganistan’a yapacağı saldırıya destek ve yeşil için İtalyan halkını şartlamak içindi. Ve senaryo da Vatikan’a uçak saldırısı gibi usdışı bir nedene dayandırılıyordu. Ama buna şaşmamak gerekiyordu. Vatikan ve din, Martino için şaşmaz bir arka plandı. Onun Mont Pelerin’deki Başkanlık döneminde 1989 yılında Yeni Zelenda’nın Christchurch kentinde yapılan Bölgesel ve 1990 yılında Almanya’nın Münih kentindeki Genel toplantılarınçağrılılarına bakmak çok yerinde olur. Christchurch, Yeni Zelanda’nın Long Island’ında bir yerleşim merkezidir ve ülkenin başlıca büyük şehirlerinden biridir. Çevresinde göz alabildiğince uzanan kumlu plajlar, yüksek yaylalar, kayak yapılabilecek yamaçlar, ırmaklar ve üzüm bağları bulunmaktadır. Kent, “Yeni Zelanda’nın bahçesi” olarak anılmaktadır. Türkiye’deki kimi ailelere de yabancı sayılmaz. Çünkü burada çeşitli dil okulları vardır ve her yıl ülkemizden öğrenci avlayarak oraya götürmektedirler. Bunlardan en ünlüleri Aspect International Language Academies, Christchurch College of English ve Geos International Colleges’dir. Bunlardaki eğitim aylık sürelere bağlı olarak 1440 - 8400 Yeni Zelanda Doları arasındadır. Merkezi Eskişehir’de ve şubesi Bursa’da bulunan Optima Eğitim Danışmanlığı ile İstanbul Kadıköy’de bulunan İdealist Yurtdışı Eğitim Danışmanlığı gibi kuruluşlar bu kurumlara Türkiye’den öğrenci yollamaktadırlar. Öte yandan 1873 yılında kurulmuş bulunan ve Prof. Graham Macdonald, Dr. Derek Browne, Dr. Michael Grimshaw ve Carol Hiller tarafından yönetilen Christchurch’teki Conterburg Üniversitesi Felsefe ve Teoloji Fakültesi, Budizm, İslam, Hinduizm, Musevilik ve Hristiyanlık üzerine dünyanın önde gelen dinsel eğitim verilen öğretim kurumlarından birisidir. 1989 yılında Christchurch’de yapılan Mont Pelerin Cemiyeti Bölgesel Toplantısı’na çağrılılar arasında çok ilginç isimlere rastlarız. Katılımcılar ve görevleri şöyledir: Kiichi Miyazawa Japonya’da Başbakanlık Sekreterliği, Ekonomik Planlama Dairesi Müdürlüğü, Dışişleri ve Ekonomi Bakanlığı yapmıştır ve Trilateral Komisyon üyesidir. Carrillo Gantner California Stanford Üniversitesi kökenli ve Myer Vakfı yöneticisi, Melbourne kent konseyi üyesi, Avustralya’nın Pekin Büyükelçiliği görevlisi ve Trilateral Komisyon üyesidir. Murray Horn Cambridge Üniversitesi kökenli, Yeni Zelanda Hazine Sekreteri, ANZ Yatırım Bankası Başkanı ve Trilateral Komisyon üyesidir. Yusuf Wanandi Amerikan-Endonezya Cemiyeti’nin (United States-Indonesia Society - USINDO) danışmanlarından, Stratejik ve Uluslararası Çalışmalar Merkezi (Center for Strategic and International Studies - CSIS) Yönetim Kurulu üyesi, Pasifik Ekonomik İşbirliği Konseyi (Pacific Economic Cooperation Council - PECC) Başkanı, Asya-Pasifik Güvenlik İşbirliği Konseyi (Council for Security Cooperation in the Asia Pacific - CSCAP) Genel Sekreteri, Massachusetts’deki Babsob Koleji Uluslararası Danışmanı, Jakarta Post Gazetesi Yayın Müdürü, Katolik Üniversite Öğrencileri Birliği (Perhimpunan Mahaiswa Katolik Republik Indonesia - PMKRI) lideri, Hukuk Profesörü ve Trilateral Komisyon üyesidir. Piskopos Alvaro del Portillo y Diez de Sollano İsviçre’nin Zürich şehri Protestanlığın kalesi olarak tanınırken kente Katolik ülkelerden işçilerin gelmesini ve iltica ederek yerleşmelerini sağlayarak Katolikler’in egemenliğine sokan, Vatikan’ın Hıristiyanlık-Dışı Dinler ve İnançsızlar Bakanlığını denetleyen, tüm kiliseleri birleştirmeyi öngören Ekümenizm hareketini destekleyen, eskiden anti-komünist etkinlikler içindeyken zamanla değişen NATO ve CIA stratejisini benimseyerek anti-İslam çalışmalar yürüten ve Opus-Dei örgütü liderlerinden. Mont Pelerin Cemiyeti’nin Martino’nun Başkanlık döneminde 2-8 Eylül 1990 tarihleri arasında Almanya’nın Münih kentinde yapılan Genel Toplantısı’nın ana konusu, “Açık Dünya Düzeninde Avrupa” idi. Tartışma katılımcıları ise şunlardı: A. Benegas Lynch Jr, A. Brzeski, A. Fredborg, A. Martino, A. Meltzer, A. Walters, B. Shenfield, B.N. Ames, C. Watrin, C.J. Westholm, Ch. B. Blankart, E. Weede, E.J. Feulner, EJ. Mestmäcker, G. Libecap, G. Prosi, G. Radnitzky, G.J. Stigler, H. Demsetz, H. Giersch, H. Grubel, H. Schmieding, H. Willgerodt, H.H. Gissurarson, J. Bhagwati, J. Burton, J. Domes, J. Van Offelen, J. von Hagen, J. Winiecki, J.G. Greenwood, J.M. Buchanan, K.-H. Paqué, Lord Harris, M. Fratianni, M. Friedman, M. Thurn, M. Wolf, O. von Habsburg, P. Bernholz, P. Desai, P. Salin, P. Schwartz, P.T. Bauer, R. Blackhurst, R. McKenzie, R. Ricardo-Campbell, R. Vaubel, R.M. Hartwell, S. Pejovich, S.C. Tsiang, T. Bauer, V. Curzon-Price, V. Klaus, V. Vanberg, V.M. Usoskin, W. Kasper, Y. Suzuki. “Açık Dünya Düzeninde Avrupa” konulu toplantıda J. Buchanan’ın sunduğu “Amerikan Federalizmi: Avrupa için bir model” başlıklı tebliğ, bu 1990 birleşiminin hem Mont Pelerin Cemiyeti hem de YDD için bir çıkış noktası olacağını gösteriyordu. Belliydi ki, ulus devlet tasfiye projesinin devamlılığını sağlamak için geliştirilen bir araç olarak görülüyordu AB. Salt “ulus devlet” değil, hukuk devleti de hedef alınıyordu. Çünkü birlik içindeki ülkelerin meclislerinin tek bir mecliste toplanması ve “Amerikan federalizmi” örneksemesi bu yola varıyordu. Emperyaller istedikleri bağlayıcı yasaları kolaylıkla çıkacaklardı. Bu yasalar üye ülkelerin anayasasından da yüksekte tutulacaktı. Üyelerin anayasaları, “federal eyaletler”in yerel düzenleme içtihatları düzeyine indirgenecekti. Eğer bir devlet kendi çıkardığı kanunlarla uluslararası alanda söz sahibi olamazsa, o devlet yok sayılır. Dünyadaki tekellerin kendi aralarındaki yaptığı anlaşmalar bile birçok ülkede etkili olup uygulanırken, bir devletin çıkardığı yasalar ve yaptığı demokratik girişimler hiçe sayılırsa o devletin bir şirket kadar bile değeri olmadığı anlaşılır. Zaten önerilen de dolaylı olarak buydu. Şirketlerin Avrupa’ya tam egemenliği! Bu toplantıda Avrupa’ya önerilen şekil, burjuvazinin ekonomik plandaki gericiliğinin siyasal planda da ifadesini bulmasıydı. Mont Pelerin’in kuruluş amacı olan ve üzerinde çok titizlikle durduğu “serbest rekabet”in bir masal olduğu anlaşılıyordu. Önerilen model, serbest rekabet ilişkilerinin yerini dev dünya tekellerinin egemenlik ve baskı yöntemlerine bırakmasıydı. Cemiyet’in yıllardır yetiştirdiği ekonomistlerin denetimindeki mali oligarşinin Avrupa devletleri aygıtını ele geçirmesiydi. Bu da Avrupa’yı, Mont Pelerin ve himayesindeki kuruluşların sıkıca sahip oldukları Amerika’ya tam bağdaşık, dış ilişkilerinde sömürgeci bir politika izleyerek, baskı ve zor aygıtlarını geliştirerek egemenliğini tehdit eden ulusal başkaldırıları kanla bastıracak bir ABD organı durumuna getirecekti. Yerel planda ise çıkardığı yasalarla işçi sınıfının azgınca sömürülmesinin muhafızlığını yapacaktı. AB tekelleri giderek ABD tekellerinin egemenliğine girecek, Avrupa Parlamentosu ve Konseyi de Amerikan Temsilciler Birliği ve Senatosu gibi tekellerin diktatörlük aygıtı olacaktı. Öte yandan apaçık söylenen şuydu ki, birkaç dev tekelin egemenleştiği ortamda burjuvazi de sınıf olarak baskı altında olacağı için bununla işçi sınıfı arasındaki çelişkilerin “had safhada keskinleşme” sürecine bir daha varılmayacak ve “sosyalist devrim kâbusu” geride bırakılacaktı. Ve toplantı Lord Harris’in “Tüm uluslararası etkinlikler bu çerçevede odaklanmalıdır” sözleriyle noktalanacaktı. Bu toplantıda apaçık ortaya çıkan şey “Mont Pelerin ve himayesindeki kuruluşların” artık büyük etkinlik kazanmış olduklarıydı. Bu doğruydu da. Çünkü savaşlara, saldırılara, parasal operasyonlara yol gösteren Amerikan seçkinleri örgütü CFR (Council on Foreign Relations / Dış İlişkiler Konseyi), bu örgütün “yuvarlak masa” toplantılarının yol göstericisi İngiliz seçkinleri örgütü olan Royal Institute of International Affairs (RIIA ya da Chatham House), Center for International Private Enterprise (CIPE), National Democratic Institute (ABD Ulusal Demokrasi Enstitüsü - NDI), International Republican Institute (Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü - IRI) ve National Endowment for Democracy (Demokrasi için Ulusal Yardım - NED) kuruluşları Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1982-1984 yılları arasındaki Başkanı İngiliz Lord Harris döneminde -1983’de Canada’da Vancouver’de yapılan Bölgesel toplantıda- kotarılan kararla cemiyetten doğrudan destek almaya başlamışlardı. CFR hakkında çok şey yazılıp söylendi ülkemizde. Rahmi Koç’un David Rockefeller ve Henry Kissinger’in yönetimindeki halkaya üyeliği; Kemal Derviş, Turgut Özal, Sakıp Sabancı ve İlter Türkmen’in bağlantıları; Abdullah Gül’ün Refah-Yol hükümeti Devlet Bakanı olarak katıldığı 26 Şubat 1997 New York toplantısı -ki Gül bu toplantıya Türkiye’deki “türban sorunu”nu anlatabilmek için katıldığını ve Kanada’dan türbanlı bir bayanı toplantıya getirdiklerini söylemiştir-, yine 6 Nisan 2001’de yine New York’da CFR ile “U.S. - Turkish Relations in the 21st Century” (21. Yüzyılda Birleşik Devletler- Türk İlişkileri) adı altında yapılan toplantıya katılanlar şunlardı: Abdullah Gül (Saadet Partisi Milletvekili) Mehmet Ali İrtemçelik (ANAP Milletvekili, Eski İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanı) Kamran İnan (ANAP Milletvekili, TBMM Dışişler Komisyonu Başkanı) Tahir Köse (DSP Milletvekili, Eski Sanayi ve Ticaret Bakanı) Oktay Vural (MHP Milletvekili, TBMM Dışişler Komisyonu üyesi) Ayfer Yılmaz (DYP Milletvekili, Eski Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı ve Hazine Müşteşar Yardımcısı) Hatta son olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 25 Ocak - 1 Şubat 2004 tarihleri arasında gerçekleşen ABD ziyareti sırasında bu CFR’de “21. Yüzyılda Türk Dış Politikası” başlıklı konuşma yaptığı da biliniyor. CFR’nin Birinci Dünya savaşı sonrası, ABD’nin dünyanın yeniden paylaşımında yerini aldığı ve Türkiye’nin de paylaşıldığı Paris Konferansı’nın ardından dünya egemenliğini ele geçirmesinin aracı olarak kurulduğu da bir sır değil artık. Örgütün ABD’ye uygun bir dünya düzeni kurulması, bu düzenin siyasal ve ekonomik yönetiminin elde bulundurulması için kararlar aldığı da. ABD’nin dünya doğal kaynakları üstündeki egemenliğinin sağlama alınarak, ham madde kaynağı olarak görülen ülkelere ABD’den mal ihracatını güvenceye kavuşturulmasının tek yolunun ulus-devlet direncinin kırılması olduğu ve CFR’nin bu amaçlara uygun olarak 1983’de, “tek dünya - tek devlet” düzeninin parasal yönetim dizgesinin oluşturulması kuramlarını geliştiren Mont Pelerin Cemiyeti’nin himayesine girmiş olduğu okur için yeni bir bilgidir ancak. CFR yayını olan The Washington Quarterly’nin 2004 yaz sayısındaki Graham E. Fuller’in “Turkey’s Strategic Model: Myths and Realities” başlıklı yazısı da ek bir algılama oluşturabilir belki. RIIA (Royal Institute of International Affairs ) ya da Chatham House hakkında da belirli şeyler dile getirildi Türkiye’de. Bu örgütün İngiliz imparatorluğunun yıkılmasını önlemek için bir federe imparatorluk projesiyle yola çıkan ve Güney Afrika elmas kralı olarak ünlenen Sir Cecille Rhodes’ un desteğiyle oluşturulan Yuvarlak Masacılar tarafından sömürgelerde saltanat süren şirketlerin patronlarını, sömürgeciliği sürdürmekte önemli görevler üstlenen İngiliz akademisyenlerini, devletin istihbarat ve dışişleri görevlilerini buluşturmak üzere kurulduğu biliniyor. Şimdiki yöneticileri şu isimlerden oluşuyor: Dr. Deanne Julius (Başkan) Peter Cooke Adrian Lamb Prof. Victor Bulmer-Thomas David Cameron Prof. Michael Clarke Tony Colman Sir Brian Crowe Dr. Anne Deighton Lyse Doucet Dr. Heather Grabbe Claudia Hamil Mustafa Karkuti Raj Loomba Michael Moore Alpesh Patel Elizabeth Padmore Jonathan Steele David Suratgar Andrew Taussig Dr. Michael Williams Başkan Deanne Julius, CIA’in darbe üstüne darbe kotardığı 1970’lerde bu örgütte görev yapmaktaydı. Theatcher döneminde Londra’ya geldi ve Bank of England’ ın Sıkıpara Yönetimi Komitesi’nde görev aldı. Onun bu konumu İngiltere parlemontosunda ağır eleştiriler almış “Bir CIA ajanının İngiltere’nin para yönetiminde ne işi var?”, “Şili darbesinde göreviniz neydi?” gibi sorgulamalarla karşılanmıştı. Ama kıllarını bile kıpırdatmamışlardı, ne o ne de Theatcher. Deanne Julius’un Türkiye’ye ilgisi de oldukça fazladır. Örneğin, 11 Nisan 2002 tarihinde Chatham House’a Türkiye’den çağrılı konuşmacı NATO Dairesinde İkinci katiplik, Avrupa Konseyi Daimi Temsilciliği’nde İkinci katiplik ve daha sonra da Başkatiplik, Dışişleri Siyaset Planlama ve Avrupa Konseyi Şube Müdürlüğü, Kıbrıs Dairelerinde Şube Müdürlüğü, Lefkoşe Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Dışişleri Bakanlığı Özel Danışmanlığı, Ekonomik İşler Daire Başkanlığı, Prag ve Madrid Büyükelçiliği Müsteşarlığı, Dışişleri Siyasi İnceleme ve Değerlendirme Daire Başkanlığı, Kopenhag ve Bonn Büyükelçiliği, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarlığı, NATO Daimi Temsilciliği, Kasım 2002’den beri CHP İstanbul Milletvekilliği ve 5 Kasım 2003’den beri CHP Genel Başkan Yardımcılığı yapan Onur Öymen’dir. Kişisel web sitesinin Konferans, Seminer Panel Konuşmaları Bölümü’nde Chatham House’da yaptığı konuşma metnini gururla sergilemektedir. (http://www.onuroymen.com/docs/konusma12.doc) Bir diğer ilgi alanı ise, Arı Hareketi. Örneğin 9-10 Eylül 2004 günü -9 Eylül kurtuluş gününe nazire yapar ve intikamını alırcasına- bu “hareket” tarafından Boğaziçi Üniversitesi’nde bir “Uluslararası Güvenlik Konferansı” toplanmasına destek vermek. Konferansı Aksiyon, Zaman ve Akşam gibi gazeteler destekledi. Elbet Kemal Derviş de boy gösterdi. Eurasia Group şirketi ile JP Morgan Chase de konferanstaydı. Konukları arasında Amerikan-Yunan zengini ailelerden biri olan Kokkalislerin Vakfı da bulunuyordu. Dernek Başkanı Kemal Köprülü açık açık söylüyordu ki, “Amerika’daki Musevi lobileriyle çok yakın ilişkiler sağladık. Hemen hemen bütün önde gelen Musevi lobileriyle çok yakın ilişkilerimiz var. Onlar buraya gelince biz ağırlıyoruz, biz gidince onlar bizi ağırlıyor” ve ekliyordu ki “Doğu Avrupa’nın, Berlin Duvarı yıkılırken ve onun sonrasında yaşadığı iç sancıları, biz şimdi yaşıyoruz…Gençler Ankara’yı tamamen unutun. Bu sistem iflas etti.” Gençliğin yeni hedefini “Avrupa kültürüne entegrasyon” olarak gösteren Bay Köprülü’nün, bu konferansın düzenlenme amacını böylelikle ortaya koyduğu açıktı. “Hareket” bünyesinde etkinlikte bulunan Toplumsal Katılım ve Gelişim Vakfı da ayrı bir soru işaretiydi bu bağlamda. 9 Eylül konferansının bir diğer katılımcısıysa ABD’den ASPEN Enstitüsü idi. Tıpkı Chatham House gibi, şirketleri, akademik elemanları, devlet görevlilerini yan yana getiren ve belli başlı büyük şirketlerin parasal desteğini alan bu örgütün mütevelli heyetinde ABD federal yönetiminde her dönem hassas görevlerde bulunmuş olanlar yer almıştır. Örneğin örgüt yöneticilerinden Henry E. Cato, CIA’nın darbecilik yıllarında (1971-73) Salvador’da büyükelçiydi ve daha sonra CIA operasyon ağının soğuk savaş merkezi olan Londra’da görev yapmış ve ardından ABD propaganda ve yanlış bilgilendirme aygıtlarının üst kuruluşu USIA (US Information Agency)’nın direktörü olmuştu. Musevi örgütlerinin güçlü adamlarından Friedrick Malek ise Baba Bush döneminde Cumhuriyetçi Parti Milli Komite Başkanlığını, silah ve savunma sanayinin en büyük kuruluşu Carlyle’ ın yöneticiliğini yapmış ve bu dönemde Palmer N. Bank’ı kurmuştu. Örgütün bizce en tanıdık yöneticisi ise Irak’ın üçe bölünme döneminin mimarlarından, Afrika’da ABD etkinliğini parçala-yönet yöntemleriyle kotaran, İsrail’in en tutucu kanadının destekçisi Madeleine Albright’tır. Bir başka ASPEN yöneticisi Harvard Profesörü David Gergen ise, Reagan çekirdek yönetiminde CIA direktörü William Casey ve Dışişleri Bakanı James Baker ile birlikte büyük işler becermekle ünlüydü. Bir zamanlar Uzakdoğu operasyonları döneminde elçilik yapan, 1960’ların sonunda Türkiye’ye Kıbrıs arabulucusu olarak geldiğinde tepkiyle karşılanmış olan CIA’cı Cyrus Vance de ASPEN’in başkanlığı yapmıştı. Ve tüm bu kişiler -eninde sonunda- Mont Pelerin Cemiyeti’ne dolaysız ya da katıldıkları, tebliğler sundukları toplantılar yoluyla bağlıydı. CIPE (Center for International Private Enterprise - Uluslararası Özel Girişim Merkezi) kendisini “bağımsız, kâr amacı gütmeyen” ama “ABD Ticaret Odası ile bağdaşık” olarak tanımlıyor. 1983 yılından -yani Lord Harris’in Mont Pelerin Başkanlığı’ndan- bu yana cemiyetten büyük destek alıyor ve büyük çapta uluslararası etkinliklerde bulunuyor. CIPE’nin yöneticileri ise şunlar: Büyükelçi John A. Bohn (Başkan) Emekli Orgeneral Daniel W. Christman (Başkan Yardımcısı) Barbara Barrett Stanton D. Anderson June DeHart Thomas J. Donohue Peter S. Walters Debora A. Guthrie Julia K. Hughes Gregori Lebedev John P. Linstroth Michael D. McCurry Ken Nilsson Janice Rys Michael A. Samuels Kenneth R. Sparks Sandra E. Taylor Mary Ann Gooden Terrell Phillip Truluck Steve Van Andel Lynda Y. de la Viña George J. Vojta Bunların tamamı ayni zamanda çokuluslu şirketlerin, istihbarat kuruluşlarının ve hukuk kurumlarının da yöneticisi durumundalar. Emekli olduktan sonra Amerikan Ticaret Odası yönetimine de gelen CIPE Başkan Yardımcısı Orgeneral Daniel W. Christman’ın adı bize hiç yabancı değil. Geçtiğimiz yılın Ocak ayında gazetelere yansıyan haberler şöyle diyordu: “Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen, Devlet Bakanı Ali Babacan, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül, TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu, Türk Amerikan İşadamları Derneği Başkanı Dr. Zeynel Abidin Erdem ve DEIK Türk Amerikan İş Konseyi Başkanı Vural Akışık, 29 Ocak 2004 tarihinde dünyanın en güçlü finans kuruluşları ve Amerikan Ticaret Odası Doğu Avrupa ve Asya’dan Sorumlu Başkan Yardımcısı Gary Litman ve Dış İlişkilerden Sorumlu Başkan Yardımcısı General Daniel Christman’ın da hazır bulunduğu bir sabah toplantısında bir araya geldi. Bu toplantı sırasında Türkiye ekonomisinde 2003 yılı itibariyle göze çarpan düzelme takdirle karşılandı. Bu yorumun finans şirketlerinin başkanları tarafından yapılması, toplantıya katılan Türk Heyetini oldukça memnun etti. Erdem Holding Yönetim Kurulu Başkanı ve Amerikan Ticaret Odası’nın Türkiye Temsilcisi TABA (Turkish-American Business Association- Türk-Amerikan İşadamları Derneği) AmCham Başkanı Dr. Zeynel Abidin Erdem, Başbakan Erdoğan’ın Türkiye’nin bugün ekonomisinde yaşanan istikrarlı gelişmeyi son derece açık bir şekilde ifade ettiğini belirtti. Erdem: “Sayın Başbakan, ABD sermaye gruplarının başkanlarına, Türkiye’yi eviniz kabul edin ve Türkiye’ye gelin çağrısı yapmıştır dedi.” Elbet Erdoğan’ın çağrısına hiç gerek yoktu. Adamlar Türkiye’yi çoktan “evleri” kabul etmiş ve yerleşmişlerdi bile. Ayni zamanda CFR üyesi de de olan Orgeneral Christman’ın adına daha önce de 31 Mayıs 1999 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin “West Point’li Teğmen Mehmet” başlıklı haberinde rastlamıştık. Gazete şöyle yazıyordu: “Dünyanın bir numaralı askeri okulu kabul edilen West Point Askeri Akademisi, 11’inci Türk mezununu da verdi. West Point’i başarıyla bitiren Türk genci Mehmet Murat Çelebioğlu, diplomasını okul komutanının elinden aldı. West Point’te okuyacak Türk subay adayları, her yıl Kuleli, Işıklar ve Maltepe askeri liselerinin gösterdiği ikişer aday arasından sayısız sınavdan sonra seçiliyor. ABD’nin en ünlü askerlerini ve devlet adamlarını yetiştiren West Point Askeri Akademisi, tarihindeki 11’inci Türk mezununu verdi. Dünyanın bir numaralı askeri akademisi sayılan West Point’i bitiren Türk genci Mehmet Murat Çelebioğlu, piyade teğmen olarak 30 Ağustosta Türk ordusuna katılacak. Mehmet Çelebioğlu, West Point’e gönderilen yetenekli Türk gençlerinden biri. Kuleli mezunu olan Mehmet Çelebioğlu, West Point mezuniyet diplomasını okulun kampüsü içindeki 40 bin kişilik Michie Stadyumu’nda düzenlenen törende Okul Komutanı Orgeneral Daniel W. Christman’ın elinden aldı. Törende ABD Kara Kuvvetleri Komutanı General Dennis Reimer bir konuşma yaptı ve ardından mezunlara diplomaları verildi. Törene New York’taki Türk Askeri Ataşesi Kurmay Albay Tahsin Tank ve diğer şehirlerdeki Türk askeri ataşeleri ile aileleri de katıldı.” CIPE; Afrika, Asya, Avrasya, Orta ve Doğu Avrupa, Latin Amerika ve Karayipler ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika olarak 6 ana alana böldüğü dünyada kendi deyişiyle “Global Programlar” uyguluyor. Bu amaçla Afrika’da 26, Asya’da 23, Avrasya’da 15, Orta ve Doğu Avrupa’da 13, Latin Amerika ve Karayipler’de 28 ve Türkiye’nin de arasında bulunduğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika grubunda 29 Sivil Toplum Kuruluşu (STK) ile birlikte çalışıyor. Türkiye’de bağlantılı olduğu STK’lar ise şöyle: Liberal Düşünce Topluluğu Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Atilla Yayla’nın -ki Mont Pelerin Cemiyeti ile bağlantısını daha önce vurgulamıştık- yönettiği topluluk (her ne hikmetse bu topluluk web sitelerinde yöneticilerinin adlarını açıklamaz, Genel Koordinatör Özlem Çağlar Yılmaz’ın ve Ofis İdarecisi ve Kongreler Organizasyon Asistanı olarak Asuman Köse’nin adını verir); Toplum Sorunlarını Araştırma Merkezi (TOSAM) Kurucuları: Prof. Dr. Doğu Ergil, Celal İnal, Murat Çağatay, Nazegül Çamalan, Emel Kuyululu ve Nesrin Karakuş Kurumsal Yönetim Derneği (Corporate Governance Forum of Turkey - CGFT) K Partners International’ın Yönetici Ortağı olan, 5 yıl süreyle Korn/Ferry International’ın Ülke Müdürlüğünü yapan, Asea Brown Boveri’nin Ukrayna Ülke Müdürü görevini yürüten, İstanbul Saint Joseph Fransız Lisesi mezunu olup Bradford Üniversitesi’ni bitiren ve Yüksek lisansını Londra Üniversitesi’nde iş idaresi üzerine tamamlayan, anadili Türkçe yanında İngilizce, Fransızca ve Rusça dillerini bilen, İstanbul Bilim Merkezi’nin kurucu üyesi ve Yönetim Kurulu Başkanı, Çağdaş Eğitim Vakfı’nın kurucu üyesi, Genç Yönetici ve İşadamları Derneği (GYİAD)’nin 1990-1992 dönem Başkanlığını ve İstanbul Propeller Kulubü Başkanlığını yapan, İstanbul Rotary, ÇEV, TEV, TESEV, Beyaz Nokta Vakfı ve Tüsİad üyeliklerini sürdüren -Mustafa Sarıgül’ün3 yakın dostu- Şerif Kaynar’ın üst kurul üyesi olduğu Sabancı Üniversitesi’nin kurduğu dernek Ekonomistler Platformu ABD’de MIT, Aspen Institute, Dünya Bankası, Layola Universitesi gibi kurumlarla bağlantısı olan, Temiz Siyaset Hareketi liderlerinden, Anadolu’nun Genç Liderleri Hareketi’nin öncülerinden, ABD’deki Türkiye Ekonomistler Platformu Vakfı Başkanı, Bilgililer Derneği Başkanı, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından 2004 yılında basılan “Kağızman Modeli” isimli kitabın yazarı Tuna Bekleviç’in Başkanlığını yaptığı platform Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Can Paker’in Başkan, İshak Alaton ve Mete Sayıcı’nın Başkan Yardımcısı oldukları Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Washington, Brüksel, Paris ve Berlin temsilcilikleriyle “küreselleşmiş”, Ömer Sabancı Başkanlığındaki dernek 1980’lerin ürünü NED (National Endowment for Democracy - Demokrasi için Ulusal Yardım) kuruluşu neredeyse yönetiminin tamamı Bilderberg ve CFR bağlı ve bağlantılılarından oluşan bir örgüttür. Mont Pelerin’in -yukarıda gördüğümüz- Guatemala’lı Başkanı Manuel Ayau ile ABD eski Başkanı Ronald Reagan’ın himayesinde etkinlik kazanmıştır. Başkan Vin Weber ve Başkan Yardımcısı Thomas R. Donahue’nün altındaki çok geniş yönetici kadrosunda şunlar vardır: Morton Abramowitz, Francis Fukuyama, Richard C. Holbrooke, Barbara Haig, Julie Finley, Jean Bethke Elshtain, Carl Gershman, Evan Bayh, General Wesley K. Clark, Christopher Cox, Rita DiMartino, Kenneth M. Duberstein, Ester Dyson, William H. Frist, Suzanne Garment, Richard A. Gephardt, Ralph J. Gerson, Lee H. Hamilton, Emmanuel A. Kampouris, Jon Kyl, Gregory W. Meeks, Robert Miller, Michael Novak, Paul S. Sarbanes, Terence A. Todman, Howard Wolpe, Carl Gershman, Zarmina Nashir, David Lowe, Jane Riley Jacobsen, Lillian Benjamin, Daraka E. Satcher, Ryota Jonen, Rachel Boyle, Anna Pkhrikian-Kyrou, Reneé Rosser, Samlanchith Chanthavong, Christine Sadowski, Darryll Joyner, Nema Darani, Thomas Akowuah, Dave Peterson, Chris Wyrod, Lia Testa, Jennifer Johnson, Louisa Coan Greve, Brian Joseph, John Knaus, Melissa Birchard, Rodger Potocki, John Squier, Miriam Lanskoy, Spaska Gatzinska, Anne Cody, J. Rebekah Jumper, Garth Schofield, Christopher Sabatini, Sandra Zacarias, Jennifer Stevens, Laith Kubba, Abdülvahab El-Kesbi, Hisham Elkoustaf, Karen Farrell, Dalal Hasan, Atiaf Alwazir, Joseph Cooper, Pat Owens, Kae Guthrie, Robert Key, Chris French, John Maestros, Keenen Faulkner, Keith Burton, Theresa Shegog, Adel Mawla, Nancy Herzog, Nicolette Madanat, Oksana Berzonsky, Soledad Birnbaum, Frank Conatser, Jessica Lehman, Bradley Humphreys, Marc F. Plattner, Larry Diamond, Thomas W. Skladony, Maria Angelica Fleetwood, Anja Havedal, Kimberly Anderson, Sally Blair, Satoko Okamoto, Phil Costopoulos, Tim Myers ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika Programlar Sorumlusu Filiz Esen Kuruluşun son dönemde Türkiye’ye akıttığı paralar şöylece sıralanmaktadır: Amerikan Dışişleri Bakanlığı’na bağlı -Venezuela’da Chavez’i devirmek için sendikalı işçileri rüşvetlerle satın alan- ACILS (American Center for International Labor Solidarity Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi) aracılığıyla AFL-CIO bağlantılı Türk sendikalarına 64.004 ABD Doları Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği KA-DER projelerini destek için 25.000 ABD Doları Sabancı Üniversitesi’nin kurduğu Kurumsal Yönetim Derneği (Corporate Governance Forum of Turkey - CGFT) için 82,233 ABD Doları Toplum Sorunlarını Araştırma Merkezi TOSAM’a 30.000 ABD Doları Anadolu Folklor ve Kültür Vakfı’na 33.000 ABD Doları Kurucu üyeleri Adalet Ağaoğlu, Ahmet Fadıl Kocagöz, Ahmet İnsel, Ali Bulaç, Ayşe Buğra, Ayşe Silivri, Bülent Tanık, Bülent Tanör, Ceyda Can, Emil Galip Sandalcı, Ercan Karakaş, Esra Koç, Fikret Toksöz, Halil Berktay, Haluk Şahin, İlhan Tekeli, İştar Bedriye Gözaydın, Mahmut Ortakaya, Mehmet Ali Aslan, Mehmet Ali Birand, Mete Tunçay, Murat Belge, Murat Çelikkan, Murat Gültekingil, Murat Karayalçın, Murtaza Çelikel, Orhan Pamuk, Osman Kavala, Selim Ölçer, Sinan Gökçen, Süleyman Çelebi, Şerafettin Elçi, Şirin Tekeli, Şule Kut, Taciser Ulaş, Tarık Ziya Ekinci, Turgut Tahranlı, Ümit Fırat ve Ümit Kıvanç olan Helsinki Yurttaşlar Derneği’ne 35.000 ABD Doları Cumhuriyetçi Parti’yle bağlantılı olan Uluslararası Cumhuriyetçi Enstitüsü (International Republican Institute - IRI) aracılığı ile “gençlere özel bilişim portalı” diye lanse edilen Genç-Net’e ve Ka-Der’e iki ayrı dilim halinde 100.000 ve 230.000 ABD Dolarıraporlama, seminer düzenleme ve yerel STK’ları destekleme şeklindedir. Feulner yalnız Mont Pelerin Cemiyeti ve Heritage Vakfı ile sınırlı çalışmaları olan birisi değildir. Philadelphia Cemiyeti, George Mason Üniversitesi, Acton Enstitüsü, Regis Üniversitesi, Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (IRI), Kolejlerarası Çalışmalar Enstitüsü (ISI), Ulusal Odalar Birliği Vakfı (NCF), Ulusal Politika Conseyi (CNP) yöneticisi, IMF ve Dünya Bankası ABD Grubu BM temsilcisi, Dış İlişkiler Konseyi (CFR) üyesidir. Cullom Davis Enstitüsü’nde Dış Politika Direktörü Helle Dale ve Vakfın Ortadoğu Uzmanı John Hulsman, Türkiye ile ilgili şubede çalışmaktadırlar. Türkiye analizleri ise Hele Dale, Tim Kane, Jack Spencer, Larry M. Wortzel, James Phillips, Baker Spring, Robert Barro, Joshua Mitchell, Christopher C. Harmon, Nile Gardiner, Jane S. Shaw, Peter Brookes ve Ariel Cohen tarafından yapılmaktadır. Vakıf, Türkiye ile ilgili seminer ve toplantılar düzenlemekte, bunları kimi zaman ülkemizde kimi zaman da Amerika’da gerçekleştirmektedir. Örneğin 30 Kasım 2004 tarihinde Amerika’da yapılan toplantıya o günün TÜSİAD Washington Bürosu Başkanı Abdullah Akyüz, Brookings Enstitüsü’de Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar, Vakıf’tan Helle Dale ve John Hulsman katılmışlardır. Feulner’in Türkiye’ye sanki özel bir ilgisi vardır. Sürekli analiz altına yatırttığı önde gelen ülkeyizdir. Buna birkaç haberle örnekleyelim. 13 Haziran 2004 tarihinde Amerika’nın Sesi Radyosu’nun “Türkiye-AB Görüşmeleri Başlamalıdır” başlıklı haberi şöyledir: Türk Sanayici ve İşadamları Derneği TÜSİAD’ın Washington bürosu, geçenlerde bir grup Amerikalı uzmanın Türkiye’yle ilgili değerlendirmelerini anlattıkları bir toplantı düzenledi. Toplantı, bu uzmanların Türkiye’ye yaptıkları bir gezi ve incelemelerinin ardından yapıldı. Konuşmacılardan Heritage Vakfı uzmanı John Hulsman, “Tren Kazası ve Fırsatlar” başlıklı konuşmasında, Türkiye’nin NATO ve Avrupa ile ilişkileri ve Kıbrıs konusu üzerinde durdu. Hale Ebiri bildiriyor: John Hulsman, konuşmasının “fırsatlar” bölümünde NATO üzerinde durdu; örgütün genişlemesini, yeni Avrupa gücü oluşturulmasını, Türkiye’nin katkılarını değerlendirdi. Hulsman, “tren kazası” diye nitelediği bölümde ise, Kıbrıs’ın durumunu ele aldı. Hulsman Kıbrıs konusuna, Amerika dahil kimsenin fazla ilgi göstermediğini savunarak, bu konuyu neden bir tren kazasına benzettiğini anlattı: “Neden tren kazası? Pekçok AB yetkilisiyle, Kıbrıs’ın Rum kesiminin Avrupa Birliği üyeliğine katılmasını konuştuk. Zaten bu konuda görüşmeler tamamlanıp bitmiş ve Yunanlılar da, Kıbrıs’tan önce herhangi bir ülkenin üyeliğini veto edeceğini ilan etmiş bulunuyor. Bunun Türkiye için yaratacağı sorunları Avrupalılarla konuştuğumuz zaman, bize ‘Süreç devam ediyor. Denktaş ve Kleridis aynı masaya oturmuş konuşuyor. Bunu başardık’ diyorlar. Ben de onlara Arafat’la Barak’ın aynı masaya oturup görüştüğünü, fakat işlerin yürümediğini örnek gösteriyorum. Görüşme sürecinin başlaması iyi bir şey, ama bu içeriğin yerini alıyorsa, konuların aslı hakkında yanıltıcı izlenimler edinirsiniz. Hulsman, Avrupa Birliği’nin, Kıbrıs’la ilgili sorunları Ankara’nın çözümlemesini ve adımları Ankara’nın atmasını istediğini ve yardımcı olmaktan kaçındığını belirtti. Uzman, Kıbrıs sorununu ancak iki toplumun çözebileceğini belirtmekle birlikte, dışarıdan yardımın da gereğine işaret etti. Heritage Vakfı uzmanı, “tren kazası”na doğru gidişin durdurulamayacağını, fakat tahribatı azaltmanın çeşitli yolları olabileceğini savundu. Avrupa Birliği’nin bir yandan Kıbrıs konusunda görüşmeleri açık tutarken diğer yandan da Türkiye’nin Birliğe katılım görüşmelerini başlatması gerektiğini belirten uzman, şöyle dedi: Önerilerimden biri, Avrupa Birliği’nin bağları açık tutması ve Denktaş’la Kleridis arasındaki görüşmelerin bir sonuç vermesi durumunda, Kıbrıs’ın kuzey kesiminin de derhal Avrupa Birliği üyeliğine alınmasıdır. Bu aslında sıkıcı bir hukuksal manevradır, ama Avrupa Birliği bu alanda çok başarılıdır. İkinci önerim ise, Türkiye’yi topluluğa alma görüşmelerini başlatmaktır. Bu, Türkiye’yi üyeliğe almak zorunda oldukları anlamına gelmez. Sonuç hakkında önceden bir taahütte bulunmaları da gerekmez. Sadece konuşmayı kabul edecekler, hepsi bu. Yine bu yöntem, -konuşmak da- Avrupalıların çok başarılı oldukları bir alandır. Bunun da, siyasi açıdan işlerin ilerlemesine ve zararın asgari düzeyde tutulmasına yardımcı olacağına inanıyorum. John Hulsman, Avrupa Birliği’nde Kıbrıs konusu ve Türkiye’yle ilişkilerin kötüye gitmesinin Amerika açısından önem taşıdığını belirtti ve “‘bizim bu tartışmalarda bir çıkarımız yok, bu bizim uğraşmamızı gerektiren bir konu değildir’ diyemeyiz, böyle konuşmak dünyaya ve terörizmin nereye gittiğine bakıldığında bir anlam taşımaz” şeklinde konuştu. John Hulsman, Türkiye’nin, Avrupa Birliği ile üyelik görüşmeleri yapan Bulgaristan ve Romanya’dan çok daha önemli olduğunu da belirtirken şöyle dedi: Türkiye uzun zamandır NATO’nun çok değerli bir üyesidir; İttifakın askeri gücüne çok büyük katkısı olan bir ülkedir. NATO içinde bu kadar önem taşıyan fazla üye de yok. Amerika, Fransa, İngiltere var. Gerçek bu. Değişiklik istiyorsak realitelere bakarak hareket etmemiz gerekir. Böyle bir ortamda ‘tren kazası’nı önlemek için Amerika’nın yardımına ihtiyaç var. Heritage Vakfı uzmanı John Hulsman, bu yardım olmadığı takdirde, çok büyük sorunlarla karşılaşma tehlikesinin altını çizdi. Bu tarihten 3 gün sonra -16 Haziran 2004’de- Almanya’nın Sesi Radyosu “Washington’daki Bir Konferansta AB-Türkiye İlişkileri Ele Alındı” başlığı altında ve Taçlan Süerdem kaynaklı bir haber vermiştir: Washington merkezli “Western Policy Center” adlı düşünce kuruluşu tarafından düzenlenen konferansa, Türk ve Amerikalı uzman ve gazetecilerle, Avrupa Birliği yürütme organı olan Komisyonun Washington Temsilciliğinde Siyasi ve Akademik İşler Danışmanı olan Jonathan Davidson’un katıldığı belirtilen yazıda, Davidson’un, Avrupa Komisyonu’nun Türkiye’ye üyelik için müzakere tarihi konusunda önümüzdeki aylarda karar verirken Türkiye’de yapılan reformları dikkate alacağını ancak reform yasalarının ne derece uygulandığı konusunu da gözönünde tutacağını söyleyerek, “Türkiye’de Atatürk tarafından kontrol altında bir devlet sistemi yaratılmıştır, bunun da Avrupa Birliği standartlarıyla uyum içinde olmadığı açıktır.” diye konuştuğu ifade edilmektedir. Muhafazakar eğilimli düşünce kuruluşlarından Heritage Vakfı’nın uzmanı John Hulsman’ın, Amerika’nın rolü üzerinde durduğu ve Amerika’nın, Türkiye’yi üyeliğe kabul etmesi için Avrupa Birliği’ne baskı yapmasının yararlı olmayacağını, Birliğin, Türkiye’ye “evet, ama...” dediği takdirde, Washington’un Türkiye’yi desteklemeye hazır olması gerektiğini belirttiği ifade edilen yazıda, Hulsman’ın, Amerika’nın böyle bir durumda Türkiye’yle ticaret ilişkilerini, siyasi bağlarını ve istihbarat alanında işbirliğini resmi temellere oturtarak sıkılaştırması gerektiğini söylediği, ABD Dışişleri Bakanlığı’nın eski yetkililerinden ve Los Angeles merkezli Pasifik Konseyi ile RAND Araştırma Kurumu’nda Akdeniz meselelerinde uzman olan Ian Lesser’in de, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik dışında seçenekleri olup olmadığı konusu üzerinde durduğu ve başka bir seçeneği olmadığını belirttiği kaydedilmektedir. Yazıda, Amerika’nın Türkiye’yi, “Değerli bir Orta Doğu Müttefiki” olarak tanımlamasının yanlış olacağını belirten Lesser’in, Avrupa Birliği’ne giremediği takdirde Türkiye’nin, uluslararası alanda “Türkiye merkezli politika” izleyebileceğini savunduğu ve toplantıyıdüzenleyen Western Policy Center adlı düşünce kuruluşunun yöneticisi John Stilides’in de, Türkiye’nin Avrupa Birliği yönünde gerçekleştirdiği reformları vurguladığı, ancak Birliğin, reform yasalarıyla ilgili uygulamayı da görmek istediğini söylediğine işaret edilmektedir. United Press International (UPI) Ajansı 2 Aralık 2004 tarihinde Melanie Marciano imzasıyla ve “Türkiye AB’ye Girebilecek mi?” başlığı altında şu haberi geçmiştir: “Heritage Foundation’dan analistler, Türkiye’nin hızlı bir şekilde reformlar gerçekleştirdiğini; ancak Avrupa Birliği’ne katılımı için kamuoyunda değişikliğe ihtiyaç duyduğunu ileri sürdüler. Türk Sanayici ve İşadamları Derneği’nden Abdullah Akyüz, Türkiye’nin geçen beş yılda kaydadeğer bir yol katettiğini ve AB üyeliğinin onaylanması gerektiğini söyledi. Akyüz, “Türkiye geçen beş yılda ve özellikle de son iki yılda gerçekleştirdiği reformlar sayesinde, müzakerelere hazır olduğunu göstermiştir. Bu ilerlemenin AB’ye sürpiz olduğunu düşünüyorum” dedi. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından başlangıçta altı Avrupa ülkesi arasındaki kömür ve çelik ticaretini kolaylaştırmak amacıyla işe başlayan AB, özgürlüklerin, insan haklarının, ekonomik istikrarın ve iş olanaklarının paylaşıldığı 25 demokratik ülke ağına genişlemiştir. Türkiye’nin bu güçlü Birliğe katılım arzusu yıllardır engellerle karşılaştı. Laik bir hükümete sahip olsa da büyük nüfusuyla birlikte Türkiye’nin farklı kültür ve dine, zayıf bir ekonomiye ve insan hakları alanında kötü bir sicile sahip olması, AB üyelerini, bu ülkeyi kabul etmekte gönülsüz olmaya sevketmiştir. Kahryn ve Shelby Cullom Davis Enstitüsü’nde Dış Politika Direktörü Helle Dale, Türkiye’nin AB’ye katılabilmesini umuyor. Dale, bunun Türkiye’nin iki dünya -Avrupa ve Asya- arasında kalmış olması nedeniyle zorlu ve kamunun bilinçlendirilmesini gerektirecek bir süreç olacağını kabul ediyor. Merkezi Londra’da bulunan El Hayat gazetesinde 7 Ekim tarihinde yayımlanan bir makalesinde Ghassan Charbel, pek çok kişinin Türkiye’nin AB’ye katılımıyla yaşanabileceğini düşündüğü sorunları kabaca ortaya koydu: “Türkiye kültür ve ananelerinde Avrupa köklerinden yoksundur. Ayrıca, Türkiye’nin çok büyük, çok fakir ve çok farklı olduğu söyleniyor. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılması için değişmek zorunda olduğu bir gerçektir. Türkiye’nin katılımının Birliğin ruhunu değiştireceği de açıktır.” Brooking Enstitüsü Asistanı ve Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar, Türkiye’nin AB’ye katılımına karşı olanların desteklediği pek çok unsuru karşı argüman olarak kullandı. Taşpınar, Türkiye’nin, Suriye ve Irak ile sınırının, AB için Orta Doğu’da stratejik anlamda avantaj sağlayacağını söyledi. Hem Akyüz hem de Taşpınar, AB’ye katılım girişiminin Türkiye’nin eğitim, güvenlik, hukuk ve insan hakları alanlarında Türkiye’de bir katalizör görevi yaptığını söylediler. Taşpınar, belki şimdi de Türkiye’nin Avrupa’da reformlara yardımcı olabileceğini belirtti. Heritage Asistanı John Hulsman, Türkiye’nin başarısı “Duymayacağınız küçük kirli bir gizdir. Hiç kimse Türkiye’den böyle bir başarı beklemiyordu. Bu AB’nin bakış açısında bir sorundur” dedi. Hulsman, “Şimdi Türkiye’deki değişiklikleri kabul etmek halka kalmış. AB, elitist bir örgüt olarak gidebileceği kadar ileri gitmiştir, insanların dahil edilmesi konusunda ihtiyatlı siyasi çağrılar yapılmıştır” dedi. Taşpınar, “Avrupa’da Türkiye konusunda elitlerle kamuoyu arasında bir uçurum var. Elitler, Türkiye’nin katılım müzakerelerinin başlaması gerektiğini ifade ederken, halk bunu desteklemiyor” dedi. Akyüz, Türkiye’nin katılımı için, AB üyesi ülkelerin kamuoylarına Türkiye’nin üyeliği konusundaki argümanları sunuş şeklini değiştirmesi gerektiğini söyleyerek, “AB zirvesinde kesin bir cevap alınması muhtemel değil. AB üyelerinin halklarına Türkiye konusunda daha olumlu bir portre çizememeleri halinde, her iki tarafta da engeller ve belirsizlikler sürecek gibi” dedi. Hulsman, AB’nin, vakit kazanmaya yönelik taktik olduğunu düşündüğü bir alışkanlığına dikkat çekti: “AB ‘Evet ama’ diyecektir. Her konuda söyledikleri budur.” Taşpınar, “AB muhtemelen ortalama bir anlaşma müzakere edecektir. Türkiye üye olacak; ama bu AB ile gevşek bir ortaklık olacak” diyerek nihai bir sonuç bulunamayacağı düşüncesine katıldı. Hulsman, “Türkiye’yi AB’ye almak veya Birlik’ten dışlamak kültürlerin entegrasyonu veya uluslararası ilişkiler için nihai bir çözüm değildir” diyerek ekledi: Türkiye ile Avrupa’nın ilişkisinin ve etkileşiminin zaman içerisinde geliştirilmeye ihtiyacı var. Bunun sürecin sonu olduğunu söylemek çılgınlık olacaktır, bu bana sorumsuzluk olur gibi geliyor” dedi. Buraya, 9 Mart 2005 tarihli Vatan Gazetesi’nde Ruşen Çakır imzasıyla çıkan “ AKP hükümeti üslubunu seçerken dikkatli olmalı” başlıklı haberi aktarmadan geçemeyeceğiz. Aynen şöyle: TÜSİAD’ın ABD temsilcisi Abdullah Akyüz’e göre ilişkilerde yaşanan sorunların temelinde Türk hükümetinin meseleleri dile getirirken kullandığı üslup yatıyor. Akyüz, “Erdoğan batı standartlarında Başbakanlık yapamıyor” diyor. ABD-Türkiye arasında kriz olmasa bile ciddi bir sorun olduğu açık. Türkiye cephesinde sorunun iki boyutu var. Birincisi, Bush yönetimine özellikle Irak Savaşı’ndan beri duyulan tepki. ABD’liler bunu anlayışla karşılıyor. “Hoşumuza gitmiyor ama bu bir gerçek ve kısa zamanda bunu değiştirenleyiz” diyorlar. Fakat sorunun ikinci boyutu üslupla ilgili. Özellikle Başbakan ve AK Parti’nin bazı önde gelen isimlerinin üsluplarında sorun var. Bu tür açıklama ve çıkışları batı standartlarında başbakanlar yapmıyor; onların yerine gazeteciler, bazı alt düzey memurlar ve düşünce kuruluşlarında görevli uzmanlar yapabiliyor. Ama başbakan düzeyinde bu tür açıklamalar yapılınca gerçekten büyük bir sorun varmış gibi algılanıyor. Kısa vadede ABD’nin üslupla ilgili bir rahatsızlığı olduğu gibi Türkiye’nin de bazı rahatsızlıkları var. ABD’nin Türkiye’ye K.Irak ve PKK konularında söz verip de yapmadıkları, Kıbrıs’la ilgili beklenti yaratıp da yerine getirmedikleri var. Ama her şeye rağmen, kamuoyunda ABD’ye ve Bush yönetimine karşı genel bir olumsuzluk varken sorumluluk makamındaki siyasi yöneticilerin biraz daha makul bir dil ve ölçülü bir tonda konuşması beklenir. Duygusal olmasınlar Dış politikayı heyecanla ve duygularla yapamazsınız. Türkiye, dış politikanın menfaatler ve sağduyu üzerine oluşturulması gerçeğini daha iyi yaşama geçirmek durumunda. ABD ise Türkiye’nin artık eski Türkiye olmadığını dikkate almak zorunda. Özellikle Kıbrıs’la ilgili açılımları kısa vadede Türkiye’de olumlu yankılanacaktır. Bu durumda AK Parti’nin ve hükümetin eli kuvvetlenmiş olur, olumlu bir imaj belirir. Türkiye’deki ABD ve İsrail’e karşı komplo teorileri ortada. Bunun giderilmesine katkıda bulunacak her adım, olumlu olacaktır. Ömer Taşpınar: Halk komplo teorisi peşinde koşuyor Demokrat Parti’ye yakınlığıyla bilinen Brookings Enstitüsü’de Türkiye Programı Direktörü Ömer Taşpınar’a göre iki ülke arasındaki ilişkilerin gerilmesi Türk halkının ABD ile ilgili komplo teroilerine kendini kaptırmış olmasından kaynaklanıyor. İşte siyaset bilimcinin görüşleri: Model olmak gerek Artık jeostratejik önemden çok, “ne” olduğumuz ABD için önemli. Yani demokratik ve laik bir sistemin, nüfusu Müslüman olan bir ülkede yeşerebildiğini göstermek açısından Türkiye ABD için çok önemli. Medeniyetler çatışması tezini tutarsız kılan bir örnek. Fakat burada bizim “model” kelimesine duyduğumuz alerji nedeniyle ABD yetkilileri bu konuda da Türkiye’yi gündeme getirmekten çekinir haldeler. Türkiye açısından bakınca ABD’ye karşı halkta ciddi bir tepki var. Bu ABD’de böyle değil. Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı büyük oranda halkın, “ABD K.Irak’ta gizlice Kürt devleti fikrini destekliyor” inanışından kaynaklanıyor. Kimse ABD’nin resmi ağızdan söylediğine inanmıyor ve entelektüel kesim dahi komplo teorileri kuruyor. İkincisi Türkiye’de herkes artık ABD’nin Yahudiler tarafından ele geçirilmiş bir süper güç olduğunu düşünüyor. İlişkileri düzeltebilmek için ABD bazı jestler yapmalı. Örneğin PKK konusunda Barzani ve Talabani’den peşmerge desteği alarak sembolik de olsa Kandil Dağı’nda operasyon yapılabilir. Kıbrıs konusunda birkaç uçuş yapıp ciddi ticaret için destekleyici açıklamalar yapabilirler. Bizim yapabileceklerimiz ise şunlar: -NATO kapsamında Iraklı polis ve asker eğitimi için destek. -İran’la pazarlık yapan AB troykası içinde yer almak. -Talabani ve Barzani’yi Ankara’ya davet edip, Kürtlerin Irak’ta önemli siyasi mevkilere gelmelerini desteklemek. -Model olmaktan korkmamak ve Ortadoğu’da ekonomik alanda model olma fikrini Washington’a anlatmak. -Basına ABD ile ilgili daha iyi bilgi vermek. Yahudilerin ABD’yi yönetmediğini ama etkili bir lobi olduklarını anlatmak. Soner Çağaptay: Türkiye’nin AB üyeliği için ABD’ye ihtiyacı var Washington’un prestijli düşünce örgütlerinden Washington Enstitüsü’nde Türkiye programını yöneten Soner Çağaptay “Türkiye’deki ABD karşıtlığı ciddiye alınmazsa ilişkiler kopma noktasına gelebilir” dedi: Türkiye’deki Amerikan aleyhtarlığı alışılmadık ölçüde yaygınlaşıyor. Eğer bu olgu ciddiye alınmazsa Türk-Amerikan ilişkileri kopma noktasına bile gelebilir. Bu her iki ülke içinde çok kötü bir gelişme olur, çünkü bölgesel bir güç olan Türkiye’nin küresel çıkarlarını korumak için ABD’ye ihtiyacı var. AB sürecinde Washington’un desteği Ankara’nın çok işine yaradı. Türkiye müzakerelere başladığında AB Türkiye’den aklımıza gelecek her konuda taleplerde bulunacak. Türkiye AB’ye ABD gibi alternatif partnerleri olduğunu gösterebilirse pazarlıkta eh kuvvetlenir. Aynı şekilde ABD’nin de Türkiye’ye ihtiyacı var. Washington’un İncirlik Üssü’nün daha geniş ve esnek kullanım talebi gibi son gelişmeler de şunu kanıtladı ki, Türkiye “ekibe dahil” olduğunda ABD için Ortadoğu’da işler çok daha kolay. İlişkinin düzelmesi için Washington Türkler’e itibar ettiğini açıkça hissettirecek bir adım atmalı. Bu Kıbrıs, Kerkük ya da PKK konusunda olabilir. AKP ise Türk medyasında ABD ile ilgili çıkan haberlere karşı hassas olmalı. Prof. Sabri Sayarı: ABD karşıtlığı ile AKP’nin yükselişi bağlantılı Georgetown Üniversitesi Türk Araştırmaları Enstitüsü’nü yöneten Prof. Sabri Sayarı sorunun çözülmesini Irak’ta yaşanacak gelişmelere bağlayarak şöyle konuştu: ABD ile stratejik ortak olduğumuzu söylemek yanlış olur. ABD için tek stratejik ortak İsrail’dir. Amerikan karşıtlığıyla AKP’nin yükselişi arasında bir bağlantı var diye düşünüyorum. Çünkü AKP’ye oy veren kitlenin büyük kısmı eskiden beri ABD karşıtıydı, son gelişmeler de bunu pekiştirdi. Krizin aşılması için Irak konusunun ne yönde gelişeceği çok önemli. Irak’ta Türkiye’nin istemediği yönde gelişmeler yaşanırsa ikili ilişkilerdeki sorunlar devam edebilir. ABD’nin özellikle Türkmenler’in durumu ile ilgili olarak atabileceği adımlar ilişkilere olumlu yansıyacaktır. Buna karşılık, Türkiye’nin de Ortadoğu’daki demokratikleşme olayına sıcak bakması ve ABD’nin bu konudaki girişimlerine yardımcı olması ilişkilerin düzelmesinde etkili olur. Karşılığında Bush yönetiminin PKK’ya operasyon düzenlemesini beklemek ise hayaldir. ABD Irak’la zor baş edebilirken kalkıp 4-5 bin kişiyle çatışmaya girmez. Bunun gerçekleşmeyeceğini Türkiye’deki yetkililer de kabullenmişe benziyor. Bülent Alirıza: ABD-Türkiye evliliğinde boşanma olmaz ABD’nin itibarlı düşünce kuruluşlarından CSIS’in Türkiye programı direktörü Bülent Alirıza iki ülke arasında daha büyük bir kriz beklemediğini, ancak ilişkilerin kaderini de ABABD ilişkilerinin belirleyeceğini kaydetti: Türkiye’nin yarım asırlık dış politikasına damga vuran Soğuk Savaş ortaklığı Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle ortadan kalktı. Soğuk Savaş döneminde her iki tarafın da birbirine ihtiyacı vardı ve iki tarafın da birbirlerinden ne bekleyebileceği belirlenmişti. Tam bir stratejik ortaklık söz konusuydu. Ama Sovyet tehdidi ortadan kalkınca iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanması zorunluluğu doğdu. Bu tanım yapılmadığı için de her dalgadan olumsuz etkileniliyor. 1 Mart tezkeresi olayındaki gibi büyük dalgalar da çok sarsıntı yaratıyor. Kısacası bugün de iki ülke arasında bir ittifak var ama tarafların eskiden olduğu gibi tam bir mutabakat içinde olduğu söylenemez. ABD-Türkiye ilişkisini bir evliliğe benzetecek olursak, taraflar boşanmak istemiyor ama uzun süreli evliliklerin çoğunda olduğu gibi bir dizi sorun ve rahatsızlık var. Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini büyük bir ölçüde ABD ile AB’nin ilişkileri belirleyecek. Suriye çok önemli Transatlantik ilişkiler artık eskisi gibi NATO üzerinden yürümeyeceğe benziyor ve ABD pek istekli olmasa da AB ile ABD’nin daha yoğun, doğrudan ilişki içinde olduğu bir döneme geçiyoruz. Önümüzdeki dönemde en sorunlu alan Türkiye’nin Suriye ve Iran ile ilişkileri olacağa benziyor. ABD’nin Suriye ile sonu belli olmayan bir krize girdiğini söylemek mümkün. Yarın Washington Ankara’dan Suriye konusunda siyasi destek isterse ne olacak? İşte o gün Kerkük, PKK, Kıbrıs gibi konuların hepsi bir kenarda kalır ve tartışmalara Suriye krizi damga vurur. Muhtemelen Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı daha da tırmanır. İleride işin içine bir de Iran krizinin girebileceğini düşünürsek Türk-Amerikan ilişkilerini zor günlerin beklediğini söylemek mümkün. Zeyno Baran: Türkiye’nin vizyonu yok Cumhuriyetçi Parti’ye, dolayısıyla Başkan George W. Bush yönetimine yakın düşünce kuruluşlarından Nixon Merkezi’nde Uluslararası Güvenlik ve Enerji programının başında bulunan Zeyno Baran, ilişkilerin düzelmesi için AKP hükümetinin Türkiye’deki ABD karşıtlığına “dur” demesi gerektiğini kaydetti: Türkiye-ABD ilişkilerinde bugün itibariyle “stratejik” anlamda pek bir şey kalmadı. Tezkere krizinde tarafların aynı dilden konuşmadıkları bariz olarak ortaya çıktı. Sonuçta Türkiye’de Amerikan karşıtlığı ilk defa çok tehlikeli bir noktaya ulaştı, “Metal Fırtına” gibi bir kitap Türkler tarafından “gerçek” gibi okunuyorsa ciddi bir sorun var demektir. Washington, AKP hükümetinin bir şekilde bu gidişe bir dur demesini bekliyor. Demedikçe, basında ABD’yi Felluce’de “soykırım”la suçlamak, Asya’daki depremden sorumlu tutmak gibi yaklaşımlar devam ettikçe içinde bulunduğumuz durumdan çıkmamız zor. Mesafe koymak hata Ermeni diasporası, Türkiye’nin Felluce’de ABD’yi “soykırım”la suçlamasını ve Türkiye’de tırmanan Amerikan karşıtlığını Kongre’de bir yıldır çok iyi işledi ve bu yıl “Ermeni Soykırımı” tasarısını geçirmeleri mümkün gibi gözüküyor. “Stratejik işbirliği” iki tarafın söylemlerinde var, ancak içeriğine baktığınızda ortak vizyon tespit etmek zor. ABD için önemli olan İran ve Suriye konularında Türkiye’nin stratejisi belli değil. Ortadoğu, Avrasya ve Karadeniz bölgesine yönelik girişimlere Türkiye mesafeli kalıyor. Belki de en önemli stratejik katkısının olabileceği noktada Türkiye çekimser davranıyor. Türkiye, vizyon sahibi olmayınca, ABD’ye tam olarak ne istediğini anlatamıyor. Karşılığında da istediği cevabı alamıyor ve iki taraf birbirinden uzaklaşmaya devam ediyor. Bu haber yorum bile gereksinmiyor bizce. Ama Feulner’i Türkçe okumak isterseniz, size çok yakın tarihli bir kaynak önerebiliriz. 1990 yılında iş dünyasına yönelik yayınlar hazırlayarak yayın hayatına başlayan ve son birkaç yıldır bireysel gelişim konularında dergi ve kitaplar hazırlayan - Milliyet gazetesi İnsan Kaynakları eki olan İş Yaşamı’nı da düzenleyen- Rota Yayınları’nın “Kişisel gelişim ve bireysel kalite konularına önem verenlerin dergisi” olarak tanıttığı Personel Exellence’ı Ocak 2005 tarihli 63. sayısında Edwin J. Feulner’ın “Barbarlıklara Engel Olun” makalesini yayınladı. Yayınevinin logosu “Yaşam rotanızı keşfedin!” Biz de zaten Mont Pelerin’den yola çıkarak bağlısı kuruluş ve vakıflar üzerinden dünya ve Türkiye toplumuna çizilen “yaşam rotasını” keşfetmeye çalışıyoruz. Ne ki bu “rota” emperyalizmin “küreselleşme” demagojileriyle birlikte dünya toplumlarına yönelik freni boşalmış saldırısına kurbanlıktan başka bir yere yön çizmiyor. Ama kimse merak etmesin, toplumların artık emperyalizmin ve işbirlikçilerinin demagoji ve yalanlarına tahammülü kalmamıştır. Öfkesinin daha gür bir şekilde patlayacağı günler de uzak değildir. Leonard P. Liggio Mont Pelerin Cemiyeti’nin 2002-2004 yılları arasındaki yöneticisi Profesör Leonard P. Liggio da birçok kuruluşla bağlantılıdır. Atlas Ekonomik Araştırma Fonu Başkan Yardımcılığı, George Mason Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve İnsan Çalışmaları Bölümü, Philadelphia Cemiyeti, Notre Dame Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Akademik Liderlik için Salvatori Merkezi, Amerikan Katolik Tarih Birliği, Cato Enstitüsü, New York Kent Üniversitesi, Ione Koleji Tarih Bölümü ve Georgetown Üniversitesi’nde yöneticilik yapmış bir CFR üyesidir. Onun dönemi Mont Pelerin’in en yoğun toplantılarının olduğu dönemdir. İngiltere Londra’da ve ABD Salt Lake City’de Genel, ABD Chattanooga ve Almanya Hamburg’da Bölgesel ve Sri Lanka’da Özel Toplantılar düzenlenmiştir. Bu toplantılardan özellikle geçtiğimiz yıl Sri Lanka’da yapılan özel toplantıda dehşet verici tebliğler sunulmuştur. Bunların neredeyse ortak paydaları, ABD ile Avrupa arasında “ta kalbe giden” bir çelişki olduğunu söylemeleridir. Cemiyet tarafından desteklenen “Hür Avrupa” sitelerinde Avrupa Birliği için “sosyalist süper devlet, vergi karteli” denmesi bu toplantının hemen ertesine rastlar. Dahası, toplantı katılımcılarının büyük çoğunluğu “hür dünya”nın baş düşmanı olarak Çin’i göstermişler ve Rusya’yı da “asla tekin değil” diye nitelemişlerdir. Edwin J. Feulner’in başkanlığı döneminde -cemiyetin kuruluş yerine dönerek- Mont Pelerin’de yapılan Özel Toplantısı ertesinde kuruluşu desteklenmiş Yeni Amerikan Yüzyılı İçin Proje grubunun (Project for the New American Century - PNAC) tarihteki tüm strateji geliştirme gruplarından çok daha etkin biçimde Beyaz Saray politikaları üzerinde belirleyici olduğu da gururla irdelenmiştir Sri Lanka’da. Bu durum aslında şaşırtıcı değildi. çünkü 1997’de oluşturulan grup 2004’deki ABD kadrosunun en yırtıcı unsurlarını içinde barındırıyordu. PNAC’nin kurucuları şunlardı: Dick Cheney (ABD Başkan Yardımcısı) Donald Rumsfeld (ABD Savunma Bakanı) Paul Wolfowitz (ABD Savunma Bakan Yardımcısı) Lewis Libby (Cheney’nin ulusal güvenlikten sorumlu yardımcısı) John R. Bolton (ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı) Richard Perle (Beyaz Saray Savunma Politikaları Danışmanı) Zalmay Khalilzad (ABD Başkanı George W. Bush’un Afganistan Özel Elçisi) Yani ABD’nin 1997’den başlayarak günümüze uzanan tüm eylemleri, Mont Pelerin Cemiyeti’nin desteğiyle kurulmuş bu grup tarafından planlanmış ve uygulanmıştı. PNAC’ın temel belgesi niteliğindeki, Eylül 2000 tarihli “Rebuilding America’s Defenses” şöyle diyor: “Gelecek yıllarda ABD’nin askeri üstünlüğünün korunabilmesi için Savunma Bakanlığı’nın yeni teknolojiler ve operasyonel kavramlar ile ilgili çalışmalarda daha agresif hareket etmesi ve askeri konularda yaklaşan devrimden yararlanması gerek...” 11 Eylül 2001’den bir yıl önce, 2000 yılının Eylül ayında yayınlanan belgede daha sonra, askeri üstünlüğü garanti altına alacak “dönüşüm süreci”yle ilgili bir öngörü de var: “Dönüşüm süreci devrimci değişiklikler getirse bile, yeni bir Pearl Harbour gibi felakete yol açan (“catastrophic”) ve kolaylaştırıcı (“catalyzing”) bir olay yaşanmaması halinde, bu uzun bir süreç olacaktır.” Çok dikkat çekici değil mi? Ama devamı da var. Belgede imzası bulunanlardan -ve Mont Pelerin Cemiyeti Özel Toplantı katılımcılarından- Robert Kagan, “Of Paradise and Power: America vs. Europe in The New World Order” (Cennet ve Güce Dair: Yeni Dünya Düzeni’nde Amerika - Avrupa’ya Karşıtlığı) adı altında yayınlanan kitabıyla ilgili olarak 4 Şubat 2003 tarihinde Carnegie Council’da bir söyleşiye katılmıştır. Kagan konuşmasına şöyle başlamıştır: “ABD ile Avrupalı dostları ve müttefikleri arasında bugünkünden daha derin bir uçurum olduğunu hatırlamıyorum.” Sonra da şunları söylemiştir: “Soğuk Savaş sırasında taktiklerle ilgili, hatta strateji düzeyinde, Sovyetler Birliği ve Üçüncü Dünya devrimleri ile nasıl başa çıkılacağı konusunda birçok anlaşmazlık olmuştu; genellikle anlaşmazlık içinde olduğumuz Orta Doğu sorunu konusunda da. Ama aramızda, dünyada işlerin nasıl yürüdüğü ve yürümesi gerektiği konusunda temel bir felsefi ayrılık yoktu; en önemlisi de, bir ulusun dış politika aracı olarak, dünya meselelerinde askeri gücün rolü konusunda..” Ve şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bugün ABD ile Avrupa arasındaki krizi derinleştiren, insanların değer verdiği şeyin genellikle paraları, hatta hayatları değil de idealleri olması. Avrupalılar ideallerinin tehdit edildiğini hissettiklerinde, öfke ve korku karışımı bir tepki gösteriyorlar..” Ve söyleşinin sonunu şu saptamayla bağlamıştır: “Dünya görüşündeki farklılık ABD ve Avrupa’nın ta kalbine gidiyor. Bu farklılık George W. Bush’un Başkan olduğu 21 Ocak 2001’de başlamadı. 11 Eylül 2001’de de başlamadı. En azından 90’larda apaçık ortadaydı.” Bu söyleşiden iki hafta kadar önce, 22 Ocak 2003’de bir basın toplantısında Hollanda televizyonundan bir muhabirin sorusunu cevaplandırırken Donald Rumsfeld ise şöyle demektedir: “Avrupa’yı Almanya ve Fransa olarak düşünüyorsun. Ben öyle düşünmüyorum. Bence o, eski Avrupa. Bugün NATO’daki Avrupa’nın tamamına bakarsan, çekim merkezi doğuya kayıyor. Pek çok yeni üye var. Tüm NATO üyelerinin ve son dönemde üyeliğe davet edilenlerin listesini alırsan -- kaç ediyor, yirmialtı, öyle bir şey mi? -- haklısın. Almanya sorun oldu, Fransa sorun oldu.. Ama çok sayıda diğer Avrupa ülkesine baktığında.. Onlar bu noktada Fransa ve Almanya’yla değil, ABD ile birlikteler..” İşte bu noktada Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1988-1990 yılları arasındaki Başkanı Antonio Martino’nun hızlı yükselişinin, Berlusconi’nin katı sağ görüşlü Forza Italia Partisi’nin kurucusu olmasının, İtalya’da Dışişleri ve Savunma Bakanı oluşunun, İtalya’nın kıtadaki en sağlam Amerikan müttefiki konumu almasının, yayınlamış 11 kitabı ve 150 dolayında makalesinin çoğunda neo-liberal politikaları, sıkı para rejimini, küreselleşmeyi ve güç dayatmacılığını savunmasının sırrı ve önemi de ortaya çıkar. 10 Temmuz 2003’de PNAC üyesi ve ABD Temsilciler Meclisi üylerinden Cumhuriyetçi Ron Paul, yaptığı bir konuşmada şöyle demektedir: “Ajandalarını desteklemek amacıyla, yayınlara ek olarak pek çok think tank ve proje oluşturuldu. Bradley Vakfı’nın bir ürünü olan American Enterprise Institute neocon saldırısında başı çekti, ama savaşla ilgili asıl itme, Bradley Vakfı’nın desteklediği bir başka oluşumdan, Project for the New American Century’den geldi.” Bradley Vakfı’nın desteklediği bir başka vakıf ise Heritage Foundation’dır. Yani Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlarının birçoğunun da Başkanı oldukları vakıf. ABD Dış Yardım Teşkilatı kanalıyla “Irak’ın yeniden yapılanmdırılması”nda 680 milyon dolarlık bir proje alan Bechtel şirketinin “Bechtel Vakfı” tarafından da desteklenen Heritage Vakfı’ndan Dr. John Hulsman, İngiltere merkezli AB karşıtı Bruges Group’un -geçtiğimiz Nisan ayındakiUluslararası Konferansı’nda Avrupa Birliği’ne alternatifler başlıklı bir konuşma yapmıştı. Bugünlerde Heritage Vakfı tarafından üretilen politik belgelerin başında da, Hulsman’ın 28 Ağustos tarihinde yayınlanan, “Cherry-Picking: Preventing the Emergence of a Permanent Franco-German-Russian Alliance” (Kalıcı bir Franko-Alman-Rus İttifakı’nın Ortaya Çıkışını Önlemek”) başlıklı makalesi vardır. Ve o makale ilk önce Mont Pelerin Cemiyeti’nin Sri Lanka’daki Özel Toplantısına tebliğ olarak sunulmuştur. O tarihten başlayarak Avrupa Birliği’ne en seret usluplarla savaş açan oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bruges Group’un web sitesindeki bağlantılar sayfasının tıpatıp aynısını (kategorizasyondan adreslerin dizilişine kadar) sitesinde barındıran “Hür Avrupa”, Avrupa Birliği’ni şu deyişle nitelendirmektedir: “Sosyalist Süper Devlet ve Vergi Karteli” Avrupa Birliği’nin yıldızlarını dikenli telin dikenlerine dönüştüren bir amblemle Avrupa halklarını AB diktatörlüğüne direnmeye çağıran “Hür Avrupa” kuruluşu, kendini “fikri ve vicdanı hür bireyler tarafından örgütlenmiş” olarak sunmaktadır. Ama görünürde ne isim var, ne cisim. Ama Web adresi, “Libertarian International” adlı bir oluşuma tescilli. Ve sitenin sunucu alanı Toga Krallığı’na ait. Güney Pasifik ve Batı Polenezya’da, Fiji ve Samoa yakınlarında bir adada. “Hür Avrupa”nın hedef kitlesini büyük ölçüde eski sosyalist ülkeler ve onların bölünmesiyle ortaya çıkan ülkeler oluşturuyor. “Hür Avrupa Radyosu”nun da öyle. Colin Powell’ın da yönetim kurulunda olduğu bir federal kuruluş olan Broadcasting Board of Governors tarafından finanse edilen radyonun merkezi, Soğuk Savaş sona erdikten sonra Çek Cumhuriyeti’ne taşınmış. Hâlâ komünizmle ilgili, komünizme karşı verilmesi gereken özgürlük mücadelesi üzerine kurulu haberler yayınlıyor. Yayının sınırları Avrupa’nın bittiği yerde bitmiyor. Rusya’yı güneyden kuşatatak Orta Asya’nın iyice ortalarına kadar uzanıyor. Rusya Federasyonu’ndaki yolsuzluklar, insan hakları ihlalleri, hatta artan kürtaj oranı ve engellenemez biçimde azalan nüfus da baş haberleri arasında. Anlaşılıyor ki “küreselleşme” ve Amerikan saldırıları zincirden boşanmışçasına arttıkça, “komünizm hayaleti” hâlâ dolaşmayı sürdürüyor karabasanlarında. Ve “Komünist Manifesto” korkusu -tüm dallı budaklı örgütlenmelerine karşın- hâlâ en büyük korkuları. 1. Özal’ın Cumhurbaşkanlığı konusunda Bkz: “Türkiye’yi Kucağa Oturtma Planı”, Talat Turhan, 11 Ağustos 1991, 2000’e Doğru. 2. Henry Kissinger için bkz: Mehmet Eymür - Ziverbey’den Susurluk’a Bir MİT’çinin Portresi, Talat Turhan, Sorun Yayınları, S.271-288 3. Mustafa Sarıgül hakkında daha ayrıntılı bilgi için bkz: Talat Turhan, Küresel Çete, İleri Yayınları, Mart 2005. Ömer Yılmaz İnanç, Mustafa Sarıgül-Düğün Evinin Tefçisi, Ölü Evinin Yasçısı, Aykırı Yayınları V Sonuç Yerine: 12 Eylül’e Doğru Türkiye 2 Ekim 1978’de MGK, Hükümete 1975’de kapatılan dört ABD üssünün (Diyarbakır Dinleme ve Radar, Kargaburun Yönlendirme ve İzleme, Sinop Gözetleme ve İzleme, Belbaşı Yayın Aktarma) açılmasını önerdi. Hükümet de bu üslerin “geçici statü” altında açılmasını kararlaştırdı. Birkaç gün sonra Uğur Mumcu İstanbul’daydı. Görüştük. Ecevit’le konuşmuştu. Başbakanın Demirel’in MGK’daki tavrından rahatsız olduğunu, adeta 12 Mart sürecini başlatmak ister gibi kışkırtmalarda bulunduğundan yakındığını anlattı. Sıkıyönetim ilânı istemlerinin ardında idarenin tam olarak orduya devri biçiminde bir amaç yattığı kanısında olduğunu söyledi. MHP için “Böyle silahlı bir partinin demokraside yeri olamaz” diyerek son bildirinin bile mahkemelerce bu partinin kapatılması için yeterli kanıt olduğu savını öne çıkardığını aktardı. Ecevit açıkça, “ABD ve Sovyetler yönetimiyle hiçbir sorunumuz yok. Sorun Avrupa’da” diyordu. Ona göre, “Batı Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik planları” vardı. Almanya’nın “Türkiye’nin vasisi haline gelmek istediği”nden, İngiltere’nin “karanlık oyunlara girebileceği”nden dem vuruyordu. “ABD eğer bizden umudunu kesseydi, 1974’de icabına bakar, Diyarbakır üssünü alıp İran’a götürürdü” diyordu. IMF’i sorun yapmaz görünüyordu. “Bizi sıkıştırdıkları zaman, bizi duvara sıkıştırmayın, bu duvarda öteye geçebileceğimiz büyüklükte delik var dedik. Yani Sosyalist ülkelerle işbirliği yapabiliriz demek istedik, bunu anladılar” açıklamasında bulunuyordu. Ve son sözünü de “Ordu, Cumhuriyet tarihinde bugüne kadar görülmemiş biçimde iktidarla uyum içindedir” diye bağlamıştı. Mumcu’nun “Sen bu sözlere inanıyor musun?” sorusuna yanıtı dudaklarını gererek gülümsemek oldu. *** 16 Ekim 1978’de Krakow Başpiskoposu, Polonyalı Kardinal Karol Wojtyla, John Paul II adıyla Papa seçildi. Olay, John Paul II’nin 400 yıl sonra İtalyan asıllı olmayan ilk Papa olarak göreve gelmesiyle yankı buldu dünyada. Oysa 26 Ağustos’ta John Paul I adıyla Papa seçilen Kardinal Albino Luciani’nin göreve gelişinden yalnızca 33 gün sonra, 28 Eylül’de ölüş nedenini kimse merak etmedi. *** 18 Ekim’de Türk Lirası’nın değeri Alman Markı’na karşı yeniden düşürüldü. İki gün sonra İTÜ Elektrik Fakültesi Dekanı Ord. Prof. Bedri Karafakioğlu, İstanbul’da uğradığı silahlı saldırı sonucunda yaşamını yitirdi. 24 Ekim’de Süleyman Demirel, AP Kongresi’nde yeniden Genel Başkan seçildi. Ertesi gün Türk Lirası’nın değeri yeniden düşürüldü. Ayni gün, soygundan sanık 5 ülkücü MHP otosunda yakalandı. Araçta 1.2 milyonluk altın bulundu. 29 Ekim günü ise MSP bir açıklama yaparak “Sağ örgütler arkasındaki yasadışı kuruluşları CIA destekliyor” dedi. O gün, Türkiye Cumhuriyeti’nin 55. Yılı kutlanıyordu. 55. Yıl kutlamalarında kimsenin pek Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş gerçeklerini anımsadığı yoktu. İlgilerin odağında terör vardı. IMF ile başlayan üçüncü dilim kredi görüşmeleri vardı. Ve elbette “ordu müdahalesi olasılığı” vardı. 1919 Eylül’ünde, Amerikan mandacıları Sivas’ta yenildiler. Doğu illerimizde “incelemeler” yapan Amerikalı General Harbor, bunun üzerine Mustafa Kemal’e ulaştı ve bir görüşme istedi. “Ya girişimleriniz başarıya ulaşmazsa ne yapacaksınız?” diye sordu. Aldığı yanıt kesindi: “Bir ulus varlığını ve bağımsızlığını korumak için gereken girişim ve özveriyi yaptıktan sonra mutlaka başarır. Ya başaramazsa demek, o ulusu ölmüş saymak demektir.” Mustafa Kemal, ulusal varlığın güvencesi “bağımsızlık”tan ne anlamak gerektiğini de şöylece vurguluyordu: “Tam bağımsızlık elbette siyaset, maliye, itkisat, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve tam özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulusun ve ülkenin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksun olması demektir.” ABD, Mustafa Kemal’in bu kararlılığını ve sonucunda gerçekleşen “bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti yapılanmasını asla kabullenemedi. Lozan Antlaşması’nı da kapitülasyonların kaldırılmasını da onaylamadı. Hatta hem Türkiye’yi hem de Avrupa’yı aşağıladı. 1927 yılının Ocak ayında Temsilciler Meclisi’nde yapılan konuşmalar sırasında Upshow, “Bu antlaşma, Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefih ve kafatasları piramidi üstüne oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatörün zekice yürüttüğü politikasının bir toplamıdır. Bu canavar, savaştan bıkmış bir dünyaya, bütün uygar uluslara onursuzluk getiren bir diplomatik antlaşma kabul ettirmiştir. Buna her yerde Türk Zaferi dediler. Ve eski dünya parlamentolarını bunu kabule ikna ettikten sonra, büyük sermaye grupları, soğukkanlı ticaret erbabı ve giderek güya bazı din temsilcileri bile, Türkiye’yi uygar uluslar masasinda uluslararasi bir konuma yücelterek, Amerika’yı yüksek ülkülerinden uzaklaştırmada birleştiler” diye haykırdı. Senatör King ise, “Türkler cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır” diye bağırırken bir bilim adamı olan Harvard Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Profesörü Hart da “Türklerin Avrupa’da ve uygar uluslar çevresinde yeri yoktur” kanısını öne çıkardı. Amerika, Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşına ve utkusuna kesin bir karşıtlık sergiledi. Çünkü -özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra- uygulanan Amerikan stratejisi, bir yandan yoksul ulusların geniş kesimlerini toplumsal mülklerden kopartırken, öte yandan yaşam alanlarını emperyalist ilişkilere tabi hale getiriyordu. Mustafa Kemal’in önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti, yalnızca ulusal kurtuluş savaşını başarmakla kalmamış, “tam bağımsızlık” ilkesi çerçevesinde bu “tabi kılınma” stratejisini delmişti. Diğer ezilen halk ve uluslara “kötü bir örnek” oluşturmuştu. Washington bu durumu hiçbir zaman içine sindiremedi. Mustafa Kemal’i ve Türkiye Cumhuriyeti’ni baltalamak için elinden gelen herşeyi yaptı. Örneğin hilâfetin kaldırılışı tüm Avrupa’da olumlu yankılar yaparken ABD’de “Hilâfet fonksiyon olarak lağvedilmemiştir. Fonksiyonu hükümete ve devlete devrediliyor” gürültüleri koptu. Buna da kanıt olarak Tunalı Hilmi’nin Meclis’te yaptığı konuşma gösterildi. Washington’da senatörlere ve hükümet yetkililerine gönderilen 107 imzalı ortak bir bildiride “Kemalist rejim mutlaka çözülecektir” dendi. Bunun için gereken herşey de yapıldı. Çeşitli araçlar kullanıldı, kimi çevrelerde etkinlik sağlandı. Kazim Karabekir’in yazdığı “Mustafa Kemal Paşa bir zaman hocalardan mutaassıp bir halde hutbe ve nutuklarla saltanatı almaya uğraştı. Muvaffak olamayınca müthiş sola kaydı. Dini ve ananevi varlıkları kanla yıktı” sözleri de hep bu çerçevede değerlendirilmelidir. Öte yandan Amerika’nın en çok karşıtlığını çeken bir gelişme de Türkiye, Irak ve İran arasında imzalanan daha sonra da Afganistan’ın katıldığı Sadabat Antlaşması oldu. Bu, Türkiye’nin bölgede etkinleşmesi anlamına geliyordu. Musul sorunu ve sınır anlaşmazlıkları çözülmüş, Mustafa Kemal öncülüğünde bir bölgesel siyasal ittifak kurulmuştu. Washington, bölgede kendi hegemonyasını kurmasının engellendiği görüşündeydi. Kıyametler kopardı. Ama bir başka yandan da Hitler’in Versay’a karşı çıkışının ve İtalya’nın Habeşistan’a girişinin büyük bir savaşın ilk işaretleri olduğunu ve bölgedeki etkinliğin bu savaş sonunda belirleneceğinin de ayrımındaydı. Yine de, ulusal kurtuluş savaşı ve tam bağımsızlık temeline dayanan Türkiye deneyinin bölgesel ülkeler tarafından izlenen toplumsal ve ekonomik bir model olmasına şiddetle karşı çıkmayı sürdürdü. Bir yandan da 1930’ların Ankara Büyükelçisi Petterson eliyle ülkemizin tarihsel varlıklarını yağmalayarak Ohio’nun Dayton Kent Müzesi’ni tamamen doldurdu. Bu, Sevr Antlaşması sürecinde Kolombiya Üniversitesi’nden Shear ve Shever’in Amerika’ya kaçırdıkları eserlerin Mustafa Kemal tarafından geri alınmasının rövanşı niteliğinde bir eylemdi. Amerika, Türkiye Cumhuriyeti’nden asıl rövanşını İkinci Dünya Savaşı sonrasında aldı. Önce Dışişleri Bakanı Rusk, “Dünya çok küçülmüştür. Toprak ile, su ile, atmosfer ile, bunlari kapsayan uzay ile, yani dünyanin tümü ile ilgilenmeliyiz” dedi. Ardından Thornburg, “Türkiye, Avrupa’nın stratejik doğu kalesi ve Ortadoğu’nun kuzey kalesi olmaktan daha önemli olarak Amerikan çıkarlarının büyük önem kazandığı bir yerde bulunmaktadır” görüşünü raporladı. Ve açık açık ekledi ki, “Türkiye, Arap dünyası tarafından yakından izlenen sosyal ve ekonomik bir alandır. Bizim etki alanımızdaki ülkeler bunu örnek alacak olurlarsa dünyaya egemen olma istencimiz boşa çıkacaktır.” Bu noktadan sonra ABD, “örnek Türkiye”nin konumunu değiştirmeyi hedefledi. Ve bu işe doğrudan Türkiye Cumhuriyeti devletini aracı kıldı. Saturday Review dergisi, bu girişimi “Bir Müslümanın Mekke’ye yönelmesi gibi, bir insanın Washington’a bakmasını sağlayacak ideali bulmak” olarak niteledi. İlk adım 1943 Şubat’ında atıldı. Yapılan bir anlaşmaya göre, “Türkiye Cumhuriyeti hükümeti sağlayabilmekle vazifeli bulunduğu ve müsaade edebileceği maddeleri, hizmetleri, kolaylıkları veya bilgileri ABD’ye temin edecektir” denildi. Ardından Truman Doktrini olarak bilinen ve Amerika’nın Ortadoğu ve buradaki Türkiye politikasının ana çizgilerini saptayan belge ortaya konuldu. Ve bununla 75-80 sayılı “Türkiye ve Yunanistan’a Yardım Yasası” yürürlüğe girdi ve yasasının girişine “özgürlük ve bağımsız varlığımızın sürdürülmesine yardım edilmesi için” ABD’ye başvurduğumuz tümcesi yerleştirildi. Bu sözcükler, ABD’nin kurtuluş savaşı vererek “tam bağımsız” Cumhuriyetini kuran ve kendi olanaklarıyla onu 25 yılda -ve büyük savaş koşullarında- yücelten Türkiye’den aldığı bir rövanştı. Mustafa Kemal’in kurduğu Cumhuriyet, “varlığını sürdürmek” için Amerika’dan yardım dileniyordu! Kongre Yasası’nın 5.maddesinde altı çizildiği gibi “Birleşik Amerika Başkanı zaman zaman bu kanun hükümlerinin yürütülmesi için gerekli ve uygun olabilecek kurallar koyabilir” türünden bir “egemenlik teslimiyeti” de getirilerek Türkiye Cumhuriyeti tamamen etkisizleştirildi. Her kuralı peşinen kabullendi. Yetmedi, “Türkiye Hükümeti, bu yardımın amacı, kaynağı, mahiyeti, genişliği, miktarı ve işleyişi hakkında tam ve devamlı yayın yapacaktır” denilerek Ankara, Amerikan propagandasına aracı yapıldı. Tüm bunlara karşı çıkan yurtseverlere de, “Amerika’dan kopup Sovyetler’in kucağına düşmemizi isteyen komünist” damgası vuruldu. Lozan Antlaşması’nı ve kapitülasyonların kaldırılmasını onaylamayan, Mustafa Kemal öncülüğünde yapılanan “tam bağımsız” Türkiye Cumhuriyeti’ni kabullenemeyen ABD, sonunda Türkiye’yi içeriden fethetti. Bugüne değin uzanan süreçte ilişkilerde neler yaşandığını hep biliyoruz. Dahası, 1923’lerde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu onaylayan Avrupa’yı aşağılamaktan geri kalmayan Washington, bu süreç içinde Türkiye-Avrupa ilişkilerini ve yakınlaşmasını da hep baltalamayı sürdürdü. Türkiye’yi, salt kendi etkinlik alanının bir iç kalesi olarak gördü. Siyasal ve ekonomik ilişkiler bir yana, askersel ilişkilerde ve Amerikan üsleri çerçevesinde, kimi zaman Türk birlikleri kendi ülkelerinde kendilerini yabancı bir ülkede sanma durumuna düşürüldü. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 55. yıldönümünde manzara buydu. Cumhuriyetin kuruluşunu kabullenmeyen ve onun “tam bağımsızlık” ilkesini hep yadsıyan, Mustafa Kemal’i “Timurlenk kadar hunhar, müthiş İvan kadar sefih ve kafataslrıi piramidi üstüne oturan Cengiz Han kadar kepaze olan bir diktatör” olarak nitelemiş, “Türkler cahil, fanatik ve nefret dolu insanlardır” diyerek “Türklerin Avrupa’da ve uygar uluslar çevresinde yeri yoktur” kanısını öne çıkarmış Amerika ve onun bendeleri, oyunlarını, oyuncakları vardı ön planda. *** Ekim 1978’de Woodward başkanlığındaki IMF heyeti, devalüasyon başta olmak bir dizi önlemin “derhal” uygulamaya konulmasını isteyince ipler koptu. Türkiye-IMF görüşmeleri kesildi. “Ya öncelikle yüzde 50-60 oranında devalüasyon yaparsınız ya da biz yokuz” diyen heyet uzun bir süre geri gelmemek üzere Ankara’dan ayrıldı. Tüm yorumlar, “Batı, Türkiye’yi ezmek istiyor” biçimindeydi. Alacaklı bankalar da “Türkiye’yi uçuruma itmek” eğilimindeydiler. O zaman Ecevit karar verdi: IMF’ye savaş açacaktı! 1 Kasım ‘da yeni maden yasası uyarınca demir, linyit ve borun devletçe işleneceği açıklandı. İki gün sonra 13 ülkücü Bayrampaşa Cezaevi’nden ziyaretçiler arasına karışıp kaçtı. O gün, aralarında Ord.Prof.Bedri Karafakioğlu ve TİP üyesi öğrenciler Efraim Ezgin, Latif Can, Hürcan Gürses, Osman Nuri Uzunlar, Faruk Ersan, Salih Gevenci, Mete Özder, İhsan Engür, Ahmet Öztürk ile kimliği saptanamayan üç kişi de bulunmak üzere Ekim ayındaki silahlı saldırılarda yaşamlarını yitirenlerin listesi 79 kişi olarak açıklandı. Kasım ayının diğer olan bitenleri süt, yağ, deterjan, ilaç gibi ürünlerin fiyatlarına peşpeşe yapılan zamlardı. Elbet silahlı saldırılar, sokak çatışmaları, baskınlar da sürüp gidiyordu. Öte yandan İran’ın başkenti Tahran’da çok şiddetli çatışmalar meydana gelmiş, Başbakan Şerif İmami görevinden istifa etmişti. Ama en kayda değer olay, NATO Genel Sekreteri Luns’un, Türk ve Yunan delegeleri dışında kalan diğer ülkeler temsilcilerini 22 Kasım günü Brüksel’de özel bir toplantıya çağırmasıydı. Toplantı hem “özel”di hem de “gizli” tutulmuştu. Luns, NATO ülkeleri temsilcilerine Ankara’dan yeni döndüğünü söyledi. Başbakan Ecevit ile uzun bir görüşme yapmıştı. Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına geri dönüşünü engelleyen Ege komuta kontrol sahaları sorunu için bir uzlaşı yolu aramıştı. Ama bu arada söz dönmüş dolaşmış ve Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik duruma gelmişti. Luns, “Dinlediklerim inanılır gibi değil” diyordu. “Bu toplantıyı istememin nedeni, hepinizin durumu bilmesidir. Türkiye gibi NATO için son derece önemli bir ülkenin geleceği, IMF gibi dünyayı sadece katı ekonomik kurallardan ibaret sayan, her şeyi o gözlükle gören teknokratlardan oluşmuş bir örgüte bırakılamaz. Hiçbir siyasal unsuru dikkate almayan bu kişiler, Türkiye’nin geleceği hakkında karar veremezler. Türkiye’nin bugün,hemen bugün 1.5 milyar dolar krediye büyük gereksinmesi var. 24 saat içinde Norveç’e 3 milyar, Zaire’ye, hatta komünist ülkelere milyarlarca dolarlık kredi veren Batı, Türkiye’nin gereksinmesini görmezden gelemez. NATO dayanışması çerçevesinde hemen harekete geçilmelidir. Türkiye yitirilmektedir.” Luns, “Türkiye yitirilmektedir” diyordu. O Kasım ayı içinde Türkiye’deki siyasal olaylarda 4’ü kimliği saptanamayanlar olarak tam 73 kişinin yaşamı yitmişti. Aralık ayı başında, ülkedeki “yoklar kervanı”na mazot da katıldı. Büyük kentlerde kaloriferler yanmıyor, şehirlerarası otobüs seferleri aksıyordu. Ayni tarihte, Luns’un uyarısı üzerine AET ülkelerinde bir hareketlilik gözlenmeye başlandı. Avrupa Komisyonu Genel Sekreteri Emile Noel’in önerisiyle Komisyon Başkanı Jenkins, 4 Aralık günü Brüksel’de toplanan 9’lar doruğuna bir uyarı mektubu yolladı. Bu hiç de alışıldık bir yöntem değildi. Jenkins, yetki sınırlarını aşarak, topluluğun en üst organına yazılı bir uyarıda bulunuyor ve “Türkiye’ye derhal yardım elini uzatmazsak bu ülkeyi yitiririz” diyordu. Ecevit de Ankara’da IMF’e karşı Avrupa genelinde bir kampanya başlatmıştı. Batılı ülkeleri hareketlendirerek, ekonomik sorunların çözümü için siyasal ağırlık belirlenmesini istiyordu. NATO ve AET, Türkiye’nin bu tutumunu anlayışla karşıladıklarını ve destek vereceklerini bildiriyorlardı. Bu arada ülkede neredeyse “olağan”laşmış olaylar sürüp duruyordu. Sokak çatışmaları ve silahlı saldırılar eksik olmuyor, SBF’ye izinsiz giren polis öğretim üyelerine saldırıyor, Cenevre Başkonsolosluğumuza patlayıcı madde atılıyor ve saldırıyı Ermeni Yeni Direniş Örgütü üstleniyordu. İki arada bir derede, Türkiye Amerika’nın AWACS projesine katılıyordu. Ayın ortalarına yaklaşıldığında İran’daki Şah karşıtı gösterilere 1 milyon kişi katılıyordu. Arnavutluk, Çin’in emperyalizmin güdümüne girdiğini açıklıyordu. Ecevit ise Norveç, İsveç ve Finlandiya’yı kapsayan bir geziye çıkarak IMF’nin Türkiye’ye karşı tutumunu anlatıp Avrupalı ülkelerden dolaysız yardım istiyordu. İlk olarak 16 Aralık günü Brüksel’e uğradı. NATO ve AET’nin Türkiye lehine bir kampanya açmaları, “derhal” yardım çağrısında bulunmaları OECD’yi de hareketlendirmişti. Genel Sekreter Van Lennep, Paris’ten Brüksel’e uçarak Ecevit’le görüşmek istemişti. “Durumunuz beni kaygılandırıyor. Üye ülke temsilcilerini toplayacağım. Size nasıl yardımcı olabilirim?” dedi Ecevit’e. Ecevit’in yanıtı kısaydı: “İvedi yardım fonu oluşturun!” Lennep susmuş dinliyordu. Ecevit ayrıntılara girdi. “Hiçbir önkoşulu olmaksızın Türkiye’nin ivedi gereksinmelerini karşılayacak bir özel fon oluşturun. Bu paralarla ekonominin bugünkü yüzde ellinin de altına düşen üretimini arttırıp hiç değilse yüzde yetmiş oranında dönmesini sağlayabilelim. Böylece bir nefes alalım. Satacak ürün elde edelim. Malımız yokken devalüasyon neye yarar? Üstelik IMF’in devalüasyon isteminin büyük baskısı altında paramız devamlı şekilde ve yapay olarak değer yitiriyor. Bu yolla Türk Lirasını da gerçekçi kuruna oturtalım. Ondan sonra IMF ile anlaşmaya gidebiliriz. Biz IMF’i tam reddetmiyoruz. Sadece her şeyden önce devalüasyon yapılması, hem de yüzde 50’lere varan bir devalüasyonda ısrarını kabul etmemize olanak yok. Bu kısır döngü bir an önce kırılmalıdır. Zira durum gittikçe kritikleşiyor. Ülkede demokrasi tehlikeye giriyor.” Van Lennep başını sallarken, Ecevit de İskandinav ülkelerine doğru yola çıktı. Gezide vurguladığı tek nokta ivedi yardım fonuna bu ülkelerin katılımıydı. Kimilerinden söz de aldı. Ama ne de olsa bu ülkelerin olanakları da sınırlıydı. Ama öte yandan “ivedi fon” önerisi kısa sürede ilgi bulmuştu. Avrupa Komisyonu, “fon için koordinasyon sağlama” görevine talep oldu. NATO Bakanlar Konseyi, bu konuda çalışmalar yapmak üzere Luns’a yetki verdi. “İvedi fon” fikri çok beğenilmişti ama fonun oluşturulması yolunda hiç kimse de elini cebine atmış değildi. Çünkü Washington’dan olumlu ya da olumsuz hiçbir sinyal gelmemişti. Batı’nın en büyük patronu sessizdi. Hiçbir kıpırdanma belirtisi de göstermiyordu. Ve derken 23 Aralık 1978’de Kahramanmaraş’ta olaylar çıktı. Kent bir anda savaş havasına girdi. 100’den fazla insan öldü. Sokağa çıkma yasağı konuldu. Jetler uçtu. Komando birlikleri getirildi. Olaylar 2 öğretmenin cenazesini kaldırtmayan sağ gruplarca başlatılmıştı. Dört gün süreyle içten içe gelişmiş ve sonunda doruk noktasına varmıştı. Kente giden İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, Ecevit’i telefonla arayarak hemen sıkıyönetim ilanı istedi. Ama Ecevit, olayların üstesinden sıkıyönetimsiz gelinmesinden yanaydı. İlk yorumu da, “Uluslararası alanda önemli gelişmeler olunca Türkiye’de kışkırtmalar artıyor” oldu. Ardından Orgeneral İbrahim Şenocak’tan askerlerin olaylara müdahalesini istedi. Ama Şenocak, ortada ilan edilmiş bir sıkıyönetim olmadığını ve elinde yetki olmaksızın bu isteme uymasının olanaksız olduğu yanıtını verdi. Yabancı ajansların çoğu olayı “Türkiye’de dinsel kökenli gerginlik: Alevi ve Sünniler çatıştı, 111 ölü var” diye duyuyorlardı. İran’daki gelişmelerin de etkisiyle, Türkiye’de dinsel bir çatışma olağan karşılanıyor gibiydi. Artık herkes sıkıyönetim ilân edilmesini istiyordu. Ecevit kararsız ve suskundu. İki yıl önce yaptığı bir konuşmayı anımsıyor ve kendisiyle bu denli çelişkiye düşmüş olmayı içine “sindiremiyor”du. Çünkü o konuşmasında, “Eğer Türkiye günün birinde gerçekten sıkıyönetimin iç nedenlerle kaçınılmaz olduğu bir ortama gelecek olursa, bunun sorumlusu, Türkiye’de yönetimin başında olarak ülkeyi o noktaya getirenler olacaktır” demişti. AP sıkıyönetim istiyordu. Basın sıkıyönetim istiyordu. Çankaya sıkıyönetim istiyordu. MHP herkesten çok istiyordu. Hükümetin ve öncelikle İçişleri Bakanı Özaydınlı’nın istifasını isteyenler de çoktu. Sonunda Ecevit pes etti. 26 Aralık günü -aralarında Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kahramanmaraş, Kars, Malatya, Sıvas ve Urfa olmak üzere- 13 ilde sıkıyönetim ilân edilmesine ilişkin Bakanlar Kurulu kararı TBMM onayına sunuldu. İlki tartışmalı ve olaylı geçen TBMM oturumunun ardından ikincisi saat 16.10’da açıldı. İçişleri Bakanı Emekli Orgeneral İrfan Özaydınlı kürsüye geldi ve şu konuşmayı yaptı: Sözlerime birkaç önce geldiğim Kahramanmaraş olaylarıyla başlamak istiyorum...Kahramanmaraş ilimiz hassas olan illerimizden birisidir. Bunun içindir ki, Nisan ayından bu yana Kahramanmaraş gibi hassas olan illerimizde toplumsal olayların oluşturulmasına, silahlı eylem içinde bulunanlar büyük çaba göstermektedirler. Nitekim, paket bombaların Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesinden Malatya iline gönderildiği; Malatya’da, adını burada rahmetle andığım merhum Hamit Fendoğlu ve yakınlarının ölümüyle sonuçlanan Malatya olayı, Sıvas olayı, Elazığ olayı ve nihayet tüm ulusumuzu eleme gark eden Kahramanmaraş olayı nedenleri üzerinde hiçbir parti çıkarı düşünmeden eğilmek zorundayız. Bu, ulusal birliğimiz bakımından kaçınılmaz bir görevdir; bunun ötesinde bir vatan borcudur. Saygıdeğer üyeler; yüksek müsaadelerinizle Kahramanmaraş olaylarının içinde tüm acı ve dehşet verici durumları yaşamış ve görmüş bir arkadaşınız olarak dile getirmeye çalışacağım. Kahramanmaraş’ın genel toplum yapısını göz önüne serdiğimizde görürüz ki; senelerce beraberce, kardeşçe vatanları için kahramanca tüm olanaksızlıklara rağmen omuz omuza beraberce savaş vermiş ve illerinin adını ‘Kahramanmaraş’ olarak tarihe geçirmiş bu ilimizde bugün toplumda elem verici bir durum hasıl olmuştur. 23 Aralık’ta meydana gelen feci ve elem verici olayların birkaç gün gerisine gittiğimizde şunları görürüz: 19 Aralık 1978 günü bir sinemaya tahrip gücü az ve fakat panik yaratacak bir patlayıcı madde atılıyor. Suçlusu hemen yakalanıyor, adalete teslim ediliyor ve halen de tutuklu bulunmaktadır. 22 Aralık 1978 günü Endüstri Meslek Lisesi öğretmenlerinden iki öğretmen evlerine giderken vurularak öldürülüyor. Ertesi gün yani 22 Aralık Cuma günü, cenaze merasimi için aşırı sol fraksiyonların tahriki ile topluluk Devlet Hastanesinde toplanıyor ve camiye doğru yürüyüşe geçiriliyor. Burada Kahramanmaraş için gerçekten üzüntü veren aşırı sol fraksiyonların sloganları atılıyor. Camiye yaklaşıldığında Sünni vatandaşlar camide namaz kılınmasını, cenazenin camiye sokulmasını önlemek üzere büyük bir topluluk oluşturuyor. Çatışmayı önlemek için cenaze tekrar Devlet Hastanesine naklediliyor. Fakat cami önünde oluşan topluluk şehir merkezine doğru yürüyerek Alevi yurttaşların işyerlerinin camlarının ve işyerlerinin eşyalarını dışarıya çıkararak tahrip ediyorlar. Bu arada Cumhuriyet Halk Partisi il binası da tahrip edilenler arasındadır. Bu olaylı günün gecesinde hemen tümüyle bir tarafın yerleştiği iki mahallenin, ki bunlar Yörükselim Mahallesi ile Mağaralı Mahallesinin bitişiğinde bulunan bir yerde, yörece iyi tanınmayan ve evvelce katil zanlısı olarak yatmış ve çıkmış bulunan bir kişi tarafından 3 Sünni vatandaşımız vurularak öldürülüyor. İşte olaylar, 23 Aralık olayları bundan sonra daha büyük boyutlara ulaşarak devam ediyor. 23 Aralık sabahı bu 3 Sünni vatandaşın cenazesini almak ve yakınları tarafından orada yaralıları görmek üzere gelen topluluk birdenbire çoğalıyor. Biraz evvel arz ettiğim gibi, bu iki mahalle, Yörükselim Mahallesi tümüyle Alevi yurttaşlarımızın yaşadığı yaşadığı bir bölge, Mağaralı Mahallesi ise tamamen Sünni vatandaşlarımızın yaşadığı bir bölge. Adeta birbirleriyle kırgın ve kızgın bir durumdalar. Böyle bir olayın burada olması, Devlet Hastanesinin de bu hududa yakın bulunması dolayısıyla yurttaşlar orada toplu halde bulunurken ufak bir tahrikle galeyan haline geliyorlar ve karşı tarafa, Yörükselim Mahallesine doğru bir harekete geçmek üzere iken, karşı taraftan maalesef ateş ediliyor. Orada birkaç kişi öldükten sonra olaylar daha büyüyor ve bu olayların büyümesi sonunda orada evvelce hazırlık durumunda bulunan askeri birliklerimiz derhal harekete geçiyorlar, önlemek istiyorlar; fakat önleme oldukça zor oluyor; çünkü silahlar konuşmaya başlamıştır. İşte o andan itibaren, Silahlı Kuvvetler birlikleri ve Güvenlik Kuvvetleri olayla meşgul iken, mahallenin diğer yörelerinde Sünni vatandaşlarımızın çoğunlukta ve Alevi yurttaşlarımızın azınlıkta tek tek bulunduğu yerlerde Müslümanlıkla, Türklükle asla kabili telif olmayan çok üzücü olaylar cereyan ediyor. Bu üzücü olayların sonunda, biraz evvel almış olduğum rapora göre, ölü sayısı 97’ye çıkıyor. Bu olayların ve Sayın Başbakanımızın direktifi üzerine Kahramanmaraş’a, Jandarma Genel Komutanlığına gittiğimizde ve gece oraya vasıl olduktan sonra, komutanlarla ve gerekli ilgililerle yaptığımız temaslardan sonra, öncelikle Hastaneyi ve diğer mahalleleri de dolaşmış vaziyetteyim. Gördüğüm manzara korkunçtur. Hiç savunmasız olan yerlerdeki yurttaşlarımız, erkek-kadın dinlemeden; babasının önünde, annesinin önünde, 3.5 yaşında hatta bebek yaşta olan çocuklar dahi katledilmiş, öldürülmüş; bu yetmiyormuş gibi bir de cenazeleri içeride iken evleri yakılmıştır. Bunun da dışında, sokaklarda adeta sıra sıra cesetler av tüfeği ile kurşunlanmış olarak, vurulmuş olarak bulunmaktadır. Bunun da ötesinde, hastaneye gittiğimiz zaman yetkililerden dinlediğimizde daha feci olaylarla karşılaşıyoruz. O da şudur: Daha hamile, doğum yapmak üzere bulunan kadınlar da evlerinde vurulmuş, yaralı olarak getirilmiş; ne annesi kurtarılabilmiş, ne de bebeği kurtarılabilmiştir. Ertesi gün (sadece oradaki toplumun durumunu bildirmek için arz ediyorum) yetkili subaylarımız, ki Albayımız orayı gezerken 9 ila 10 yaşındaki bir çocuk şu ifadeyi kullanıyor, diyor ki: ‘Subay amca, şurada iki gâvur var, birini öldürdük, ama bir tanesi kaçtı, onu vuramadık.’ Düşününüz ki, bir toplumda bu kadar hınç, bu kadar nefret nasıl meydana gelmiştir, nasıl oluşturulmuştur? Bu ne bir yürüyüş sonundadır, ne bir kısa sürelik bir durumdur; senelerin birikimidir. Şimdi bu acıyı hep beraber -oradan gelmiş bir arkadaşınız olarak içi ağlayarak, sızlayarak sizlerin vicdanlarınıza hitap ediyorum- bu yarayı hep beraber durdurmak zorundayız. Oradaki yurttaşlarımızın fazla kan akıtmasına, diğer yerlere sirayet etmesine mani olmak mecburiyetindeyiz...Ama şunu da ifade etmek isterim ki, alınan tüm önlemlere rağmen yangın çıkarılmaktadır. Fakat devlet kuruluşları öyle bölünmüş ki, Belediyenin itfaiyesini oraya göndermek mümkün değildir. Gece yanında ev yanmaktadır; itfaiyeye gittiğim ve ‘Niçin gitmiyorsunuz?’ dediğim zaman ‘Ateş ediliyor’ demişlerdir. ‘İtfaiyenin başına geçeceğim, buyurunuz gidiyoruz’ dediğim zaman, gene direnmişlerdir. Bunun üzerine asker kullanarak, askerle beraber yangını söndürmeye gitmişizdir. Hangi yangını söndürüyoruz? İçeride cesetlerin bulunduğu bir yangını söndürüyoruz... Bu olaylara son vermek zorundayız. Nitekim, Silahlı Kuvvetlerimiz almış olduğu önlemlerle bir dereceye kadar önlemeye çalışmıştır. Ama 24 Aralıkta olaylar gençliğin toplumuyla askere dahi silah atacak duruma gelmiştir. Onun üzerine yine havaya silah atılmak suretiyle 1500’e yakın topluluk dağıtılmış, sokağa çıkma yasağı böylelikle sağlanabilmiştir. Şimdi Kahramanmaraş’ta sükun vardır, ancak ıstıraplar sonsuzdur... Saygıdeğer üyeler, biraz önce olayları, acı ve elem verici durumu içtenlikle duyarak sizlere arz etmeye çalıştım. Tüm silahlı eylemlerin amacı, toplumsal olaylarla yurdumuzda korku ve terörü yaygınlaştırmak, devlet güçlerini zaafa uğratmak amacını gütmektedir. Bu yıl içerisinde meydana gelen olaylarda İstanbul, Ankara, Adana, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, Kahramanmaraş, Karts, Malatya, Sıvas, Urfa illerinde 800 ölüm olayından 659’u bu illerimizde olmuştur ve yurttaşlarımız hayatlarını kaybetmişlerdir. Burada huzurunuzda rahmetle anarım. Bu da göstermektedir ki, şiddet ve terör olayları Anayasamızın 124’ncü maddesinde sıkıyönetim ilanını gerektiren, Anayasanın tanıdığı hür demokratik düzeni temel hakları ve hürriyetleri ortadan kaldırmaya yönelik şiddet hareketlerinin kesin belirtilerini ortaya çıkarmış bulunmaktadır. Bu nedenle, Anayasal bir kuruluş olan sıkıyönetim ilanı da zorunludur. Sonunda 13 ilde sıkıyönetim ilânına karar alındı. Oylamaya katılan 539 üyeden 536’sı kabul oyu kullandı. Mardin Milletvekili Nurettin Yılmaz red, diğerleri çekimser oy verdi. Tartışmalar sırasında AP Sözcüsü Ömer Ucuzal’ın, “Milletin ve memleketin kurtuluşu için son çare ve son ümit” olarak nitelediği sıkıyönetim süreci, 12 Eylül darbesine ve ardından Türkiye’nin bugün içine sıkışıp kaldığı emperyal tuzağın ilk adımıydı. Sıkıyönetim ilanından sonra MHP lideri Türkeş’in verdiği ilk demeç “Daha birçok yerde olaylar çıkacak” oldu. O gün General Giap, Vietnam halkını Çin’e karşı uzun bir savaşa hazırlıklı olmaya çağırdı. “Çin, bölgede Amerikanın temsili gücü olmuştur” dedi. *** 1979 yılının ilk gününde önce Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk bir mesaj yayınladı. “Tüm ulusumuza kardeşlik” öğüdünde bulunarak “Geçirdiğimiz acı deneyler, siyasal kadroların birbirlerini suçlamaları ile hiç bir yere varılamayacağını artık herkese göstermiş olmalıdır” dedi. O gün, DiSK Araştırma Kurulu da, 1978 Türkiye’sinin ekonomik, sosyal ve siyasal durumunu içeren raporunu sundu dikkatlere. Raporda 1978’deki ekonomik bunalımın nedeninin kapitalist - emperyalist sisteme bağlılık olduğu dile getirildi. PTT Genel Müdürlüğü ise yaptığı açıklamayla telefon tesis ve konuşma ücretlerine yüzde yüze varan zamların yürürlüğe girdiğini bildirdi. 2 Ocak’ta İrfan Özaydınlı İçişleri Bakanlığı görevinden istifa etti. Özaydınlı’nın istifası Ecevit tarafından kabul edildi. Bakanlığa vekâleten, Başbakan Yardımcısı Orhan Eyüboğlu atandı. Ayni gün İran’da da Başbakan istifa etti. İran’daki olaylar nedeni ile bu ülkede bulunan Kanadalıların Ankara’ya getirilmesi için Tahran’ın Mehrabat havaalanı ile Esenboğa arasında bir hava köprüsü kuruldu. Kanada Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar ilk seferlerine başladılar. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı, derneklerin olağan Genel Kurul toplantıları dışındaki tüm çalışmalarını izne bağladı. Çin Halk Cumhuriyeti ise, ABD ile kurduğu diplomatik ilişkilerin ilk adımını Tayvan adalarını bombalamayı durdurmakla attı. 3 Ocak günü Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin’le birlikte sıkıyönetim bölgelerinde yapacağı inceleme gezisinin ilk durağı olan Adana’ya gitti. Birinci Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı’nın yayınlanan bildirisinde açıklandığına göre son 24 saat içinde İstanbul’da yapılan operasyonlarda çeşitli suçlardan sanık 76 kişi göz altına alındı. Ankara Valiliği ise, Ülkücü Gençlik Derneği Karşıyaka Kitaplığı ile Kafkas Kadınlar Kültür Derneği, Beştepe Kültür ve Dayanışma Derneği ve Yenişehir Kadınları Kültürel Kalkınma Derneğinin çalışmalarını yasakladı. Balıkesir Bağımsız Miletvekili Cemalettin İnkaya yayınladığı açık mektubunda bağımsız bakanlara seslenerek “Değerli arkadaşlarımın bugünlerde bir vicdan muhasebesi yapacaklarına inanıyorum” diyerek hükümetten çekilmelerini ve Ecevit yönetiminin düşürülmesini istedi. New York Times gazetesi ise ayni gün Türkiye ile ilgili geniş bir haber yorum yayınladı. Yazıda, “NATO’nun Güneydoğu kalesi Türkiye, müttefiklerin acilen yardıma koşmalarını gerektiren çeşitten ciddi bir sıkıntı içinde bulunmaktadır” denildi. TBMM’nin 4 Ocak 1979 günlü toplantısında AP Genel Başkanı Süleyman Demirel ve 45 arkadaşı tarafından “Ülkede, yıkıcı, bölücü anarşik olayları önleyemediği, can ve mal güvenliğini sağlayamadığı, gerekli önlemleri zamanında almadığından Kahramanmaraş olaylarına sebebiyet verdiği” savı ile Bakanlar Kurulu hakkında verilen gensoru önergesinin gündeme alınması 210 kabul oyuna karşılık 226 oyla reddedildi. O gün, CHP Adıyaman Milletvekili Ramazan Yıldırım, anarşi ile ilgili gerekli önlemlerin alınmadığı gerekçesi ile partisinden istifa etti. NATO Avrupa Müttefik Kuvvetleri Başkomutanı General Alexander Haig, Belçika’nın Mons kentinde düzenlediği basın konferansında Türkiye’nin ekonomik yönden kalkınması için NATO’nun Türkiye’ye ivedi yardımda bulunması gerektiğini belirtti. Kahramanmaraş olayları NATO’nun tüm dikkatinin Türkiye’ye çevrilmesi sonucunu getirmişti. Örgüt ülkeleri Türkiye’nin ekonomik durumunu gündemlerinin ilk sırasına çıkarmışlardı. General Haig’in Belçika’da demeç verdiği sırada, Almanya Başbakanı Schmidt de ansızın bir hareket başlattı. Ertesi gün 4’lerin (ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere) Guadeloupe’da doruk görüşmesi vardı. Bu doruk “Batı kampına çeki düzen verme toplantısı” olarak niteleniyordu. Schmidt, Ecevit’in Norveç, İsveç ve Finlandiya’yı kapsayan bir geziye çıktığı geçtiğimiz Aralık ayının ortalarından bu yana Türkiye’ye nasıl bir yardımda bulunulabileceği konusunda zaten bir ön çalışma yürütüyordu. Ama bu sürede Washington’dan hiçbir ses gelmemişti. Batı’nın en büyük patronu eylemsizdi. Türkiye’nin ekonomik sorunları konusunda hiçbir kıpırdanma belirtisi göstermiyordu. Bunun üzerine Schmidt, Alman hükümetinin Guadeloupe doruğuna hazırlık yapan birimlerine “Görüşmeler sırasında Türkiye konusunu açacağımı diğer ülke liderlerine bildirin” uyarısında bulundu. Carter’ı zorlamak, Washington’u hareketlendirmek amacındaydı. Sık sık yinelediği gibi “ABD yönetiminin kararsız ve amatör ellerde” olmasından yakınıyor bu durumun “Batı dünyası için büyük sakıncalar taşıdığı” yolunda demeçler veriyordu. O, Batı’nın sözüne en çok dikkat edilen, siyasal ağırlığı yadsınamaz lideriydi. Carter’den de Washington yönetiminden de “nefret ettiği”ni gazetelere açıkça söylemekten kaçınmıyordu. “Almanya’nın demokratik diktatörü” olarak anılıyordu. Türkiye’nin sürekli krizlere düşmesinden yakınırken hiç sözünü sakınmadan “Her şeyden önce siz kendi domuz ahırınızı düzenleyin” diyebiliyor ama öte yandan Orta Doğu’daki gelişmeleri yakından izleyip siyasal bakımdan Ankara’yı rahatlatmak için ekonomik desteğin şart olduğunu da ifade ediyordu. 1986-1988 yılları arasında Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığı yapmış ve Kyoto toplantısında tüm yerküreyi kapitalist üretim modeli içinde “tektip”leştirmek ve tüm alanları tek ekonomi modeli içinde örgütlemek kararına imza atmış Alman asıllı Prof. Herbert Giersch’e göre Schmidt, “tehlikeli bir yanardöner”di. Batı blokunun giderek ABD hegemonyası altında bütünleşmesi ve bu bütünleşmeden kaynaklanan çeşitli sonuçları irdeleyen konuşmalarda bulunan Schmidt, kapitalizmin devresel hareket özelliklerinin değişmesi sonucu ekonomik buhranın eskiye göre şiddetini azalttığının ayrımındaydı. Ama, sistemin bir bütün olarak işleyişini kavrayabildiği için, kapitalizmin sürekli ve genel bunalımında yeni dönemlerin başlayış ve bitişinin iki temel unsurda; sistemin iç dinamiği ve sistemin iç dinamiğinden doğan ancak bu iç dinamiği etkileyen, sistemin hareket alanını daraltan unsurlarda meydana gelen değişimlerin sentezi ile belirlendiğini de biliyordu. Yeni bir bunalım döneminin temel özellikleri bir önceki dönemin içinden doğardı. Şu anda da Orta Doğu’da ve Güney Asya’da gözlenen değişimlerin, sisteme önce siyasal ve ardından ekonomik bir bunalım olarak yansımasından kaygılandığını açıkça vurguluyordu. Her iki bölgenin de “kilit geçiş noktasi” saydığı Türkiye’yi önemsemesinin asıl nedeni buydu. Bu bakımdan Schmidt’in ansızın ABD’yi Türkiye lehine hareketlendirmeye kalkışmasında şaşılacak bir yan yoktu. Asıl şaşılması gereken, Almanya Başbakanının Türkiye’nin birincil derecede önem verdiği ve geleceğini ağırlıkla etkileyen bir konuyu, Türkiye’nin hiçbir biçimde temsil edilmediği, konuşulacaklar ve hakkında verilecek kararlardan habersiz kalacağı bir doruk toplantısına götürmeye kalkışmasının, kendisini neredeyse Türkiye’nin vasisi ilân edişinin, Ankara’da hoşnutlukla karşılanmış olmasıydı. Turan Güneş’e, CHP kulisinde karşılaştığı Emekli Oramiral Kemal Kayacan’a, “Bülent Bey, Helmut’un (Schmidt) Ankara yönetiminin gölge Başbakanı oldu” diyerek kahkahalar attıran da bu şaşılası durumdu zaten... 5 Ocak 1979’ta Cumhuriyet Senatosu AP Grubu Başkanı Ömer Ucuzal yaptığı konuşmada devletçe işletilecek madenlere ilişkin yasanın, Anayasanın 18. maddesine aykırı olduğunu öne sürdü ve Partisinin, bu yasanın iptali için Anayasa Mahkemesine başvurduğunu bildirdi. Çalışma Bakanı Bahir Ersoy, TBMM Bütçe Komisyonu’nda yaptığı konuşmada, 2 milyon 200 bin işgücü fazlasının istihdam beklediğini, işgücünün yüzde 70’inin toplumsal güvenlik örgütü dışında kaldığını açıkladı. Kars Ticaret Lisesi öğretmen ve öğrencilerinden oluşan 31 kişi sıkıyönetim yasalarına aykırı davrandıkları gerekçesi ile gözaltına alındılar. Ve DİSK’in çağrısıyla ülke çapında 5 dakika iş bırakma eylemi yapıldı. *** O gün, Karaip denizinde küçük bir Fransız kolonisi olan Guadeloupe’un Hamak Oteli’nde Dörtlü Doruk Toplantısı başladı. Toplantıya ABD adına Başkan Carter, İngiltere adına Başbakan James Callaghan, Fransa adına Devlet Başkanı Valery Giscard d’Estaing ve Batı Almanya adına Başbakan Helmut Schmidt katılıyorlardı. Toplantının önceden saptanmış belirli bir gündemi yoktu. Liderler yanlarında ne dosyalar getirmişlerdi ne de konuşmalar tutanağa geçiriliyordu. Her birinin düşündüklerini doğrudan söyleyebilecekleri, gerçek eğilimlerini ortaya koyabilecekleri, açık bir tartışma zemini oluşturulması hedeflenmişti. Dördü de spor giysilerleydi ve oturdukları tahta bir masa çevresinde hararetli konuşmalara girişmişlerdi bile... 7 Ocak günü Emniyet Genel Müdürlüğü, yurt çapındaki aramalarda 1978 yılı içinde 35 bin 294 silah, 7 milyon 973 bin adet mermi ele geçirildiğini açıkladı. Pravda gazetesi ise, “İran’a yapılacak her hangi bir dış müdahalenin, Sovyetler Birliği’nin güvenliğini tehlikeye düşürücü sayılacağını” yazdı. Tüm yerli ve yabancı haber ajansları, sona eren Guadeloupe doruğunda ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım yapılması konusunda görüş birliğine vardıklarını bildirdiler. “Guadeloupe doruğunda ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım yapılması konusunda görüş birliğine vardıkları” doğruydu belki de ama, bu “görüş birliği” hangi zemine oturtulmuştu acaba? Toplantının son günü, liderlerin ilk ele aldıkları konu İran’dı. Ülkedeki gelişmelerin önde gelen suçlusu olarak Washingon görülüyordu. Tüm eleştiri okları Carter’a yöneltilmişti. Çünkü İran’daki gelişmelere karşı sayısız yanılgı içinde olmuştu. Şah’ı koşulsuz desteklemeyi sürdürmüş, göstericileri “baldırıçıplaklar” diye niteleyerek önemsememiş, Humeyni’nin binlerce kilometre uzaktan teyp bantlarına okuduğu mesajlarla ülkeye egemenleşmesine izleyici kalmıştı. Batılı ülkelerin İran’daki milyarlarca dolarlık yatırımları, bir o kadar iş bağlantıları, sanayilerinin can damarı olan petrol ellerinden kayıyordu. Artık ne yapılacağına ilişkin somut bir karar almak gerekiyordu. Gözler, Carter’ın üzerindeydi. ABD Başkanı, Şah’ın desteklenebilmesinin artık olanaksız olduğunu söyledi. Eski tutumlarıyla çelişkili gibi görünse de günün koşullarına uymak gerektiğini, İran’a hangi hükümet gelirse gelsin bir süre sonra Batı ile ilişkilerini kaldığı yerden sürdürmek zorunda olacağını belirtti. Son sözü, “Şah, bir an önce ülkeden ayrılmalıdır” oldu. Callaghan, bu görüşü destekledi. D’Estaing suskundu. Çünkü Fransa’nın başında da Afrika’lı Bokassa sorunu vardı. Schmidt pek hoşnut görünmese de karşı da çıkmadı. Sonuçta İran’ın ve Rıza Pehlevi’nin yazgısı o gün, Karaip denizinde küçük bir Fransız kolonisi olan Guadeloupe’da belirlenmiş oldu. İran’dan söz açılınca konu hemen Türkiye’ye teğetlendi. Carter, Tahran’daki gelişmeler dikkate alındığında Ankara’nın sisteme bağlılığının son derece önem kazandığını vurguladı. Schmidt hemen söze girdi ve “Almanya’nın etki bölgesinde” öngördüğü Türkiye’nin ekonomik durumunun ivedilikle harekete geçilmesini gerektirdiğini anlattı. Dört ülkenin birlikte bir fon oluşturup bu ülke ekonomisinin çarklarının dönmesine yardımcı olmalarını istedi. Buna koşul olarak “baştan sona hatalarla dolu olan Türkiye’nin ekonomik yapılanmasına çeki düzen verilmesini” önemine değindi. Eğer bu sağlanırsa, uzun süreli ve dolgun bir ekonomik yardımda birleşilmesini önerdi. “Bir daha sorun yaratmayacak şekilde halletmeliyiz Türkiye’nin ekonomik sorununu. Görüyorsunuz, Ankara’nın müttefik olarak ağırlığı son olaylarla ne kadar da arttı” dedi. Giscard d’Estaing de Türkiye’ye yardımdan yana olduğunu söyledi. Ama onun çekincesi vardı. Nasıl ki Almanya Türkiye’yi “kendi etki bölgesinde” öngörüyordu, Fransa da Yunanistan’ı ayni şekilde görüyordu. Ve Atina, Ankara’ya yardım konusunda “çok duyarlı” idi. Schmidt, d’Estaing ile söz düellosuna girdi bu noktada. Atina’nın AET’ye tam üyeliğinin de Ankara’da “önemli kaygılar” yarattığını söyledi. Türkiye’ye bu sorunlu döneminde kesin destek olunması gerekirliğinin öneminin Ankara üzerindeki Batı etkisinin sürekliliği açısından kaçınılmaz olduğunun anlaşılmasını istedi. Eğer Atina bunu anlayamıyorsa, bir zahmet Fransa onlara anlatsındı. Bu çıkıştan sonra tartışma kesildi. Dört ülke teknisyenlerinin Bonn’da buluşup yardımın şekli ve ayrıntıları üzerinde görüşmeleri kararlaştırıldı. Bu noktada d’Estaing yine söz aldı ve geçtiğimiz Aralık ayında NATO adına Luns’un Türkiye’ye yardım konusunda yaptığı girişimin yakışık almadığını, yardım insiyatifinin NATO’ya bırakılmamasını, OECD çerçevesinde yürütülmesini istedi. Carter, tam da mal bulmuş mağribi gibi atıldı konuya: “Nasıl bir fon kurulursa kurulsun, IMF ile anlaşmaya varmadan Türkiye’ye para verilemez. Bu ön koşul olmalıdır. IMF bizim kurduğumuz bir mekanizmadır. Bunun kurallarına öncelikle bizim uymamız gerekir.” Schmidt, yarım saati aşacak bir tartışma başlattı. Bu “ön koşul”un uygunsuzluğunu anlattı. Türkiye’nin “çok acil” gereksinmeleri olduğunu söyledi. Ama karşısındakiler Nuh diyor, peygamber demiyorlardı. Sordu; “Durumun aciliyetini anlamak için daha ne olmasını bekliyorsunuz?” Yanıt alamadı. Sonunda çoğunluğun dediği oldu. “Guadeloupe doruğunda ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere liderlerinin Türkiye’ye ekonomik ve askeri yardım yapılması konusunda görüş birliğine vardıkları” açıklandı. Ama o anda açıklanmayan şey, bu “görüş birliği”nin Türkiye’nin IMF ile anlaşmasına bağlı olduğuydu. IMF yoksa, kredi de yoktu! Türkiye, bu ayrıntıyı es geçmişti. İvedi yardımın yüksek düzeyde bir siyasal kararla çözümlendiğini sanıyordu. Karaoğlan’a hep bağlanan tek şey olan umut yeniden artmış, gazeteler “Krediler yakında geliyor” başlıklarını atmıştı. “Umut fakirin ekmeği” idi. Ye Bülent ye! *** Kapitalist üretim biçimi bir dünya pazarı yaratıp, farklı ulusların yazgısını birbirine bağlayan “küresel” bir sistemdi. Bu “küresel”lik, sermayenin finans kapital aşamasına ivmelenmesiyle eşzamanlıydı. -Kimilerinin sanısının aksine, sosyalist devletlerin çözülmesi ertesinde başlayan bir olgu değildi.- Kapitalist tarihin ilerleyişi içinde, çeşitli ulusların bağımsızlıklarını kazanmaları ile iç pazarın kapitalist gelişmesini sağlamaları eş zamanlı olmamıştı. Fakat kapitalist temelde yol alan ülkelerin tümü, bir noktada emperyalist sisteme entegre olma gereksinmesi ile yüz yüze gelmiş ve o doğrultuda yol almışlardı. Emperyalizm çağında, ulus-devletini kurmuş ve böylece kapitalizm altında olup olabilecek ulusal bağımsızlığını kazanmış ülkelerde kurtuluşun biricik yolu, kapitalist sistemin yarattığı adaletsizliği yıkıp, yerine eşitlikçi ve sömürüsüz bir sistemi, toplumcu ekonomiyi inşa etmekten geçerdi. Bu nedenle, toplumumuza nice acılar getiren bu emperyalizme göbekten bağımlılığı aşmak için gereken şey, 1970’lerden beri hem sisteme entegre olmaya çalışan ve hem de insanımıza adını dağlara taşlara yazdırtıp umuttan başka şey vaat etmeyen Karaoğlan’ın “demokratik solculuk” masalını yadsımak, toplumcu bir yapılanma yolunda ileri atılım yapmaktı. Ne ki, toplumun ve emekçilerin çıkarları, burjuva seçeneklerinden birinin karşısında diğerinin savunulmasına indirgendiği sürece bu atılımın ne yol ne de yöntem bulunabilirdi. 1979 başında da -aslında bugün de- içinde bulunulan durum da tam buydu. O nedenle herkes her alanda cirit atmakta; ülkemiz hızla -bir daha hiç onarılamayacak- bir emperyalist bağımlılığın aşılamaz mayınlı alanlarına kaymaktaydı. Son günlerde her ağızdan ısrarla vurgulanan CHP-AP koalisyonu gerekirliği de, bu kayışın hızını görece olarak düşürmekten başkaca hiçbir şeye yaramazdı. Toplumcular ve devrimciler akıllarını başlarına devşirmedikleri koşulda da, Schmidt’in Carter’a sorduğu “Durumun aciliyetini anlamak için daha ne olmasını bekliyorsunuz?”un yanıtı kısa sürede Türkiye’ye devşirilecek bir başka yönetim biçimden alınacaktı: Askersel müdahale! *** Hiç kuşkusuz “darbe”, o günlerde kimi ağızlarda sıkça telâffuz edilen ama ortada görünür herhangi bir ipucu olmayan olasılıktı. Sıkıyönetimin ilân edilişinden sonra bunun askersel darbeye dönüşeceği beklentisinde olanlar -hatta bunu sevinçle ifade edenler- bir yanda MHP öte yanda ise oluşacak baskı ortamından “Kürt ulusal savaşı” doğacağına inanan KİKO gibi ayrılıkçı örgütlerdi. 12 Ocak 1979’ta iki günden bu yana Ankara’da bulunan ABD Dişişleri Bakan Yardımcısı Warren Christopher Türkiye’den ayrıldı. Christopher’in ziyareti ile ilgili olarak yayınlanan ortak bildiride, “tarafların iki ülke arasındaki kapsamlı ilişkiler konusunda görüş alışverişinde bulundukları ve bunun, hem savunma, hem de ekonomik işbirliğini içermesi gerektiği konusunda görüş birliğine vardıkları” açıklandı. Açıklanmayan, geçen yılki NATO doruk toplantısında Carter’ın Ecevit’in omuzlarını tutup kulağına birşeyler fısıldamasından sonra Türkiye’nin itirazını geri aldığı Uzun Vadeli Savunma Planı’nın ve AWACS projesine katılımın ele alındığıydı. Türkiye’nin bu plana katılımıyla Batılı ülkelerin esenliği uğrunda kendisine düşen 5 milyar dolarlık bir harcamayı bu ekonomik koşullarda nasıl karşılayacağı, ABD’nin ne önerdiği, bu konuda da desteğin adresinin yine IMF olup olmadığı ise hiç bilinmiyordu. O gün, İrfan Özaydınlı’dan boşalan İçişleri Bakanlığı’na CHP Sakarya Senatörü Hasan Fehmi Güneş atandı. 15 Ocak’ta Sümerbank’ın pamuklu, yünlü ve konfeksiyon ürünleri ile ayakkabı fiyatlarına yüzde 4 ile yüzde 39 arasında değişen oranlarda zam yapıldı. Güvenlik kuvvetleri tarafından geçtiğimiz yıl içinde Kilis’te 40 uzun namlulu silah, 3 kalaşnikof, 409 tabanca ve 15 bin mermi ele geçirildiği açıklandı. TİP Tarsus İlçe Başkanı Sönmez Targan’ın eşi Hayriye Targan, kimliği belirlenmeyen kişiler tarafından tabanca ile vurularak öldürüldü. Dışişleri Bakanı Gündüz Ökçün ise, Warren Christopher’ın Ankara’da bulunduğu sürede Amerika’nın Türkiye’den yeni üsler istediği, ya da İran’daki üslerin Türkiye’ye taşınması isteminde bulunduğu yolundaki haberlerin gerçekle ilgili olmadığını bildirdi. 18 Ocak, “büyük gün”dü. Guadeloupe’da öngörüldüğü üzere, dört ülke teknisyenleri Türkiye’ye yardım konusunu ele almak üzere Bonn’da bir araya geldiler. Toplantı, Dışişleri Bakanlığı’nda yapılıyordu. ABD, Almanya, Fransa ve İngiltere Dışişleri Bakanlıklarının Türkiye ile bölümleri yöneticileri ile yine ayni ülkelerin ekonomik ve mali yardımlaşmalarını yürüten kurul yetkilileri katılıyordu toplantıya. Batı dünyasının önde gelen merkezleri, Washington’da IMF, Brüksel’de AET, Paris’te OECD, New York, Londra ve Basel’deki özel bankalar bu toplantıdan çıkacak sonucu bekliyorlardı. Batı dünyası bir anda Türkiye’yi “Almanya’nın etki bölgesinde” görmüş, toplantı ile ilgili tüm düzenlemeleri ve liderlik rolünü Almanya’ya vermişti. Bonn da bu “rol”ünü iyice abartmış, kendisini tüm dünyada “Türkiye’nin kurtarıcısı” gibi reklam etmişti. Bir yandan da Ankara’ya aba altından sopa gösteren bir vasilik havasındaydı. Büyükelçimiz Vahit Haleoğlu’na mutlaka yardım kararı çıkartılacağı da bildirilmişti. Hatta Alman Merkez Bankası Bundesbank’tan hemen 300 milyon Mark tutarında kredi çıkartma güvencesi bile alınmıştı. Kredinin borçlusu Alman Maliye Bakanlığı olacaktı üstelik. Toplantı; yine hiçbir Türkiye temsilcisinin bulunmadığı bir ortamda, dört ülkeden 15 kişilik bir teknisyenler grubunun katılımıyla saat 10.00’da başladı. Türk gazeteciler toplantı salonunun kapısına yığılmış, Büyükelçi Halefoğlu Alman Dışişleri Bakanlığı’ndan gelecek telefonun başında, Ankara da Halefoğlu’ndan gelecek şifreli muştu mesajını bekler durumdaydı. Oysa içeride bambaşka bir hava vardı. ABD temsilcisi yine ön koşul olarak Türkiye’nin IMF ile anlaşmasından söz etmişti. Ama “Türkiye’nin kurtarıcısı” havasındaki Almanya temsilcisi işi bambaşka bir yola sürmekteydi. Almanya’nın resmi görüşünün, “Türkiye’nin kronikleşmiş ekonomik hastalığının bu kez kesinlikle ve temelinden çözümlenmesidir. IMF ile anlaşması hiç önemli değildir. Bu anlaşmalar kısa süreli reçeteler getiriyor. Türkiye’nin gereksinmesini karşılayamayacak oranda küçük boyutlu yardımlar sağlıyor. Oysa Türkiye’ye usun süreli ve çok büyük boyutlu kredi vermek gerekir. Bunun için de hem alınacak önlemler hem de Türkiye ekonomisinin denetimi daha uzun sürmelidir. Bu bakımdan, ilk olarak orta vadeli, örneğin beş yıllık bir istikrar programı hazırlatmalıyız. OECD çerçevesinde, dünyaca tanınmış bir akil adamlar grubu kurdurulmalı ve hem OECD teknisyenleri ve hem de bizim yardımımızla Türkiye’nin önümüzdeki beş yıl içinde uygulayacağı ekonomi politikası belirlenmelidir” şeklinde olduğunu açıkladı. Toplantı artık bir “ivedi yardım” toplantı olmaktan çıkmış, Türkiye’nin tüm ekonomik düzenini değiştirmek ve Batı dünyasının dolaysız denetimine vermek için bir planlama çalışmasına dönüşmüştü. İstenilen Türkiye’nin karma ekonomi yaklaşımını değiştirmesi, kapitalist piyasa ekonomisine tümüyle entegre olmasıydı. Ankara, ya kapitalist dünyada oyunu kuralına göre oynayacak ya da ne olacaksa olacaktı. Bunun dışında Türkiye ne yaparsa yapsın, hatta değil Kıbrıs’ta toprak vermek, Kıbrıs’ın bütününü de verse, yardım mardım alamazdı. İşte Ecevit’in kredi istemini özel bankalardan devletlere kaydırmasının, işi “siyasal irade”nin halledebileceği savının vardığı nokta buydu. Batı dünyasının “siyasal iradesi” buydu. Türkiye ekonomi politikası en az beş yıl için onların atayacağı “akil adamların” kesin denetimine girecekti. Varılan sonuç buydu! Toplantının daha sonraki aşamasında, ABD ve Almanya çeşitli formüller ürettiler. Fransa ve İngiltere sadece birer gözlemci gibiydiler. Kâğıtlar ve kalemler çıkarıldı, ABD ve Almanya’nın önerileri birleştirildi ve şöyle bir metin oluşturuldu: 1. Kısa vadede Türkiye ile IMF arasında bir anlaşma yapılmalıdır. 2. Akil adamlar grubunun OECD çerçevesinde hazırlayacakları orta vadeli istikrar programı Türkiye tarafından kabul edilecektir. 3. Bu iki süreçli önlem paketleri birbirinden ayrılmamalıdır. Biri olmadan diğeri gerçekleşemez. 4. Çalışmalar OECD çerçevesinde, Genel Sekreter Van Lennep’in eşgüdümünde sürdürülecek ve dörtler tam destek vereceklerdir. Buraya kadar hiçbir sorun yoktu. Ama madem ki Türkiye Batı’nın büyükleri tarafından denetime alınacaktı, o zaman kapitalizmin iç çelişki ve çekişmelerinin ortaya çıkması da kaçınılmazdı. Almanya temsilcisi birdenbire konuyu değiştirdi. Dışarıda gazetecilerin beklediğini anımsatarak toplantıdan yine de bir yardım rakamı çıkarılması gerektiğini söyledi. Bu miktar Türkiye’ye birkaç nefes aldıracak ölçüde olsun yeterdi. Bu arada varılan anlaşma uygulamaya sokulurdu. Almanya, bugüne değin inandırıcılığını sürdürdüğü “Türkiye’nin kurtarıcısı” ya da “vasisi” görüntüsünü sürdürmek istiyordu. Ancak bu yolla gerçekten Ankara’yı kendi etkinliği atına alabilir, Türkiye gerçekten de o zaman “Almanya’nın etki bölgesi” olurdu. ABD temsilcisi manevrayı kavradı. “IMF anlaşmasından önce yardımda bulunulamaz. IMF’nin tüm etkisini ve saygınlığını yitirtiriz. Biz bu tip bir fona zaten katılamayız. Kongre’den geçirmemiz olanaksız” dedi. Fransa delegesi bu aşamada ilk kez söz aldı ve -şaşılacak denli kararlı bir üsluplaAlmanya’yı destekledi: “Psikolojik etkiyi gözden kaçırmayalım. Şimdi bir miktar vermezsek, Türkiye hükümeti koşullarımızı kamuoyuna kabul ettirmekte çok güçlük çeker.” Amaç, Ankara’nın denetime alınması olunca, Fransa fırsatı kaçırmak istememişti. Avrupa, Türkiye’ye ABD’den daha yakın olmalıydı. Bunu da kanıtlamak gerekirdi. Toplantı saatlerce sürdü. Ara verildi, yeniden bir araya gelindi. Akşamın geç saatlerinde dağılındığında basına hiçbir açıklama yapılmadı. ABD bastırmış, diğerleri kabule zorlanmıştı çünkü. Varılan son nokta, “Türkiye IMF ile anlaşsın. Ardından istikak programı saptansın. Buna dayanılarak uluslararası piyasa çıkılıp para temin edilsin” idi. Büyükelçi Vahit Halefoğlu saat 20.00’de Alman Dışişleri Bakablığına davet edildi ve karar ana çizgileriyle anlatıldı. Haber kendisine ulaştığı anda Ecevit, tüm Batı dünyasına karşı büyük bir gerginlik ve küskünlük içine girmişti. O sırada hükümeti destekleyen basın organları “IMF ile koşulsuz yardım için ilke anlaşması oldu” başlıklarını atarken muhalifler de “Batı bir kuruş yardım yapmıyor” manşetine sarılmışlardı. Kimse Türkiye’nin nerelere sürüklendiğinin ayrımında bile değildi. O 18 Ocak günü, Adana, Kahramanmaraş, Gaziantep ve Urfa İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı, Ankara’da basılan Devrimci Yol ve Devrimci Halkın Birliği dergileri ile İzmir’de basılan Halkın Kurtuluşu ve Ankara’da basılan Kurtuluş adlı gazetelerin, “anayasal bir kurum olan ve Türkiye Büyük Millet Meclisinin onayı ile uygulanmasına devam edilen Sıkıyönetimi halkın gözünde küçük düşürmeye ve Sıkıyönetim bildirilerine karşı koymaya, şiddet eylemlerini tahrik ve teşvike matuf yayınlar yaptıkları” gerekçesi ile bölgede basım ve dağıtımını yasakladı. Ne zaman birileri ABD ile Türkiye ilişkilerinin düzeldiği kanısına varsa, hemen sola saldırmaya başlardı. Başbakan Bülent Ecevit, Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi Genel Halk Kongresi Genel Sekreteri Abdüssellam Callud’un çağrılısı olarak Libya’ya gitti. Türkiye ile Libya arasında iki ülke arasındaki işbirliğini öngören üç ayrı belge imzalandı. Bunlardan ilki Libya’nın bu yıl Türkiye’ye 5 milyon ton petrol vermesini öngörüyor. MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan Danimarka ve İsviçre televizyon muhabirlerine verdiği demeçte, Partisinin ismindeki “Millî” kelimesinin ırkçılık anlamına gelmediğini, bunun yanında “İslâm Sosyalizmi” sözcüğünü de benimsemediklerini söyledi. “Der Spiegel” dergisine bir demeç veren Bülent Ecevit ise, Türkiye’nin, Batı ittifakı içinde kalmak istediğini, bunun, bloksuz ülkelerle ilişkileri geliştirmeye engel olmayacağını söyledi. 1 Şubat 1979 günü İran’li Şii lider Ayetullah Humeyni 15 yıllık sürgün döneminden sonra Paris’ten Tahran’a döndü. O akşam Milliyet Gazetesi Başyazarı ve Genel Yayın Müdürü Abdi İpekçi saat 20.00 sıralarında otomobili ile evine giderken öldürüldü. Ertesi gün herkes anladı ki, Türkiye’nin Bonn’daki teknisyenler toplantısına tepkisi çok sert olmuştu. Büyükelçimiz Halefoğlu Alman Dışişleri Bakanlığı’na çağrılmış ve ayni sertlikle bir yanıtla karşılaşmıştı: “Hükümetinizin görüşlerine saygimiz büyüktür. Ancak şunu iyi bilin ki, IMF ile görüşmeyi reddederseniz bizden hiçbir yardım beklemeyin!” Kimsenin -bugün bile pek- anlamadığı, IMF’nin ABD’nin kesin denetimi altında bir kurum olmadığıydı. Merkezi bu ülkede olduğu için adı hep ABD ile anılırdı ama, dünyanın en dev finans ve sanayi kartellerinin örgütüydü. Yani o, bir “Dünya Hükümeti” olan Trilateral Komisyon’un finans kurumuydu ve ekonomik planlamaları Trilateral Komisyon’un Mont Pelerin Cemiyeti içindeki uzmanlarınca yapılırdı. IMF, “küresel” ölçekte dolaplar çevirerek paraya para kazandıran bir mali imparatorluktu. Dolayısıyla, Avrupalıların “IMF ile anlaşın” demelerinin temelinde de kıta sermayesinin çıkarlarıydı söz konusu olan. Dahası o 1979 yılında Mont Pelerin Cemiyeti Başkanı, Guatemala’lı Prof. Manuel Ayau idi. O, 1978 yılında General Lucas Garcia’nın yönetiminde “Resmi Terör Devrimi” başlatılmasından sonra ülkesine egemenleşmiş kontrgerilla yönetimine göz kırpan biriydi. O dönemde, kapitalizmin bu tepetakla gidişine çareler aramakla ilgileniyordu. Amerika’da Stanford Üniversitesi Hoover Kurumu’nda yapılan Cemiyet Genel Toplantısı’nı; Milton Friedman ve Friedrich von Hayek’in de dahil oldukları derinliğine bir araştırma ve çözümleme ertesi “krizden çıkış formülasyonu” toplantısına dönüştürmüş, ilk kez bir Genel Toplantı’ya çok sayıda dış katılımcı çağımış, cemiyetin denetimine girmiş İngiltere’deki IEA’nin (Institute of Economic Affairs) neredeyse tüm Westminster kadrosunu seferber etmişti. Toplantı sonunda tam istihdamın sağlanması, iktisadi büyüme hızının arttırılması, fiyat istikrarının güvenceye alınması, döviz kuru istikrarının sağlanması, faiz oranı istikrarının sağlamlaştırılması ve mali sistemin istikrarının güçlendirilmesi hedeflerine varmak için “küresel çapta bir para politikası” uygulanması, bir ülkede para politikasının uygulayıcısı Merkez Bankaları olduğuna göre, bu bankaların tamamen yönetimlerden özerkleştirilmesi, özerkleştirilemediği koşulda da yönetimlerin değiştirilmesi karara bağlanmıştı. “Değiştirilecek yönetimler”den birinin de Türkiye’de olduğu su götürmezdi. *** 9 Şubat’ta Yüksek Seçim Kurulu, Cumhuriyet Senatosu üçtebir yenileme seçimlerinin 14 Ekim 1979 pazar günü yapılmasını kararlaştırdı. 12 Şubat’ta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) 12. kuruluş yıldönümü nedeniyle İstanbul’da uluslararası nitelikte bir seminer düzenlendi. Seminere çok sayıda uluslararası işçi örgütü ve yabancı sendikaların temsilcileri katıldı. Törende konuşan Genel Başkan Abdullah Baştürk, ülkede bir CHP-AP koaliasyonu önerilerinin, sosyalistleri planlı bir uygulama ile ezmek isteyenlerden geldiğini söyledi. DİSK’in 12. kuruluş yıldönümü ile ilgili olarak çeşitli “sol” etiketli yayın organlarında amansız eleştiriler yayınlandı. Bunların -ne yazık ki- neredeyse tamamı usdışı ve tümden bilgisizce. Üzerinde sıklıkla durdukları noktalar ise “işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma niteliğini yitirdiği” ve “sendika bürokrasileri ve ağalık sisteminin işçilerin mücadelesini önlediği” yolunda. Genel olarak işçi sendikalarının artık bir mücadele örgütü olma niteliğini yitirdiğini söylemek, işçi sınıfının ekonomik mücadelesinde artık hiçbir devrimci güç ve dönüşüm olanağı kalmadığını savlamak anlamına gelir. Eğer bu savlar doğru olsa, o zaman sendikalar yerine başında parlak devrimci sıfatların yer aldığı birtakım örgütlerin kurulması koşulunda da durum değişmez. Temel sorun, sendikaları sanki işçi sınıfından tamamen kopuk, durağan kurumlarmış gibi ele alma eğiliminde yatıyor. Eğer böyle bir durum varsa, bu durumu değiştirmek için yapılması gereken, durumdan yılgınlığa kapılmaksızın ve uzun vadeli, sabırlı ve doğru bir kitle çalışmasıyla sendikalar içinde görev almaktır. Bunu yapamayanlar, zor ve başarılması gereken görevler yerine devrimci bir lâfazanlığı ikâme etmektedirler. Kimi olumsuz örneklerden hareketle, akıllarına yalnızca sendika bürokrasisini getirerek sendikalarda çalışma gereğine karşı çıkanların, sendika ağalığına karşı yürütülecek mücadeleye bir yararı dokunmaz. İşçileri ilgilendiren çok önemli sorunlara, sıradan bir tepkisellik ve cahilâne bir dar görüşlülükle yaklaşanların, sendikal alanda doğru tarzda çalışmanın ne anlama geldiğini ve nasıl yürütülmesi gerektiğini bilmedikleri de çok açıktır. Örneğin ekonomizm eleştirisi doğru kavranıldığında ve yerli yerinde kullanıldığında mücadelede çok önemli bir nokta olabilir. Ama bu eleştirinin özü kavranılmaz, işçi sınıfının sermaye düzenine karşı mücadelesinin gerektirdiği görevlerin sorumluluğu hesaba katılmaz ve siyasal çevrelerin rekabetine eşlik eden bir laf salatası düzeyine düşürülürse, kayba uğrayacak olan işçi sınıfı olacaktır. Aslında, işçi sınıfının doğru temellerde örgütlenmesi görevinden kaçış, yani işçi sınıfının öncüsüyle kitlesini fiilî mücadele içinde bir araya getirecek ana halkayı yakalamaktan kaçış, genellikle sınıfın sendikal mücadelesine önderlik etmekten kaçış biçiminde somutlanır. Bu türden bir kaçış eğilimi içinde olanlar, sendikaları hep eleştirirler ama hiçbir çaba üretmezler. O 12 Şubat 1979 günü varılan nokta, DİSK’i böylesine eleştiren ve küçümseyen “sol” çevrelerin, sermayenin işçi sınıfını amipleştirme planlarına bilerek ya da bilmeyerek yardımcı olmakta olduklarıydı. Bunlar kendi zihinlerinde ya da grupçukları içinde gerçek yaşamın yasalarını göz ardı ederek, keyfî salınımlarla bir uçtan diğer uca koşuşturarak bir mücadele yürüttüklerini varsaysalar da, sınıf mücadelesinin kişilerin ve grupların keyfine bağlı olmayan yasaları hükmünü icra etmeyi sürdürecekti. Ve onlar bunu asla kavramayacak, gelişen sürecin çarkları arasında yitip gideceklerdi. Yitip gitmeyenleri ise, bugün görüldüğü üzere, sermayenin şemsiyesi altında kuklacıklar durumuna düşeceklerdi. *** 14 Şubat 1979’da Türkiye Cumhuriyeti İran’daki Humeyni rejimini resmen tanıdı. Başbakan Bülent Ecevit, İran’ın yeni başbakanı Bazargan’a bir mesaj göndererek hükümeti kurmasından büyük hoşnutluk duyduğunu bildirerek, kendisini kutladı. Ertesi gün Petkim ürünlerine yüzde 65’e varan zam yapıldı. Bandırma’da Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) yanlısı yayın yapan Bengi gazetesinin bürosundaki aramada ele geçirilen suç araçları ile ilgili olarak yakalanan 15 kişi tutuklandı. 17 Şubat’ta Türkiye’ye yapılacak acil yardımla ilgili olarak Hürriyet gazetesine bir açıklamada bulunan Federal Almanya Başbakanı Helmut Schmidt, Guadeloupe’da kararlaştırılan yardım kararının gecikilmeden yerine getirilmesi gerektiğini söyledi. Schmidt, “Ancak, Başbakan Ecevit’in istekleri, bizim verebileceğimizin çok üstünde” dedi. Türkiye ile AET arasında bir Malî Protokol imzalandı. Bu protokol uyarınca, Avrupa Yatırım Bankası Türkiye’ye üç yıl içinde yaklaşık 450 milyon dolarlık proje kredisi açacak. Çin, Vietnam’a karşı büyük bir saldırıya geçti. Vietnam, derhal BM Güvenlik Konseyine başvurarak Çin’in saldırısını durdurmak için önlem alınmasını istedi. İran’da 6 kasım günü bütün iş kolarında Şah yönetimine karşı başlatılan genel grev Humeyni’nin çağırısı üzerine sona erdi. Bu grev “yakın tarihin en uzun grevi” olarak nitelendirildi. Diğer taraftan İran’da seri idamlar başladı. Daracağına gönderilenler arasında devrik Şah yanlılarının yanı sıra ülkenin önde gelen sosyalist ve komünistleri de vardı. 22 Şubat’ta Yüksek Askerî Şura’nın, Başbakan Bülent Ecevit’in başkanlığında üç gün süren toplantısından sonra yayınlanan bildiride, yurt dışında çalışan işçilerin, saptanacak koşullara göre yabancı döviz ödemeleri halinde, temel eğitimden sonraki askerlik hizmet süresinden muaf tutulmaları konusunun ele alındığı bildirildi. Bu konunun Millî Savunma Bakanlığınca bir tasarı haline getirilerek Meclislere sevkine karar verildiği açıklandı. Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkan Yardımcısı Pieter Dunkert ile Grup Genel Sekreter Yardımcısı David Blackman bazı görüşmelerde bulunmak üzere Türkiye’ye geldiler. NATO’nun Avrupa’daki kuvvetlerinin başkomutanı Orgeneral Alexander Haig, Washington’da yaptığı konuşmada, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik dar boğazın giderilebilmesinin, NATO için çok acele çözümlenmesi gerekli bir sorun olduğunu söyledi. Derken piyasa bu kez ampul yokluğu başladı. Bir sonraki gün ise akaryakıt, ilâç ver her türlü ithal malı yokluğu doruğa ulaştı. Akaryakıt karneye bağlandı. Hükümet petrol ithal etmek için Yunanistan’a başvurdu ama olumsuz yanıt aldı. CHP Ortak Grubu toplantısında Bakanlar Kurulunun, 13 ilde devam etmekte olan sıkıyönetimin 2 ay daha uzatılması istemi oylanarak kabul edildi. 52 üye sıkıyönetimin uzatılması aleyhinde oy kullandı. Ortak Grupta konuşan Başbakan Bülent Ecevit, sıkıyönetim yasasında değişiklik yapılarak, “olağanüstü hal” yasası getirilmesi hususunda çalışmalar yapıldığını bildirdi. Türkiye İşçi Partisi 2. Büyük Kongresi yapıldı. *** 26 Şubat 1979 günü Maliye Bakanı Ziya Müezzinoğlu,Türk ekonomisinin güç koşullar altında olduğunu, döviz rezervinin halen 601 milyon dolar olduğunu, bekletilen trasferlerin ise 2 milyar doları aştığını bildirdi. Türkiye İşçi Partisinin 2. büyük kongresi sona erdi Genel Başkanlığa yeniden Behice Boran seçildi. O sırada Cumhurbaşkanı Korutürk hem Ecevit’le hem de Demirel’le görüşüyordu. Demirel, elinde onbir maddelik bir bildiriyle yeni bir hükümet arayışındaydı. Korutürk’e “Ortada bir hükümet bunalımı vardır” diyordu. Ecevit ise Cumhurbaşkanına, “Ortada hükümet değil, muhalefet buhranı vardır. Muhalefet meclisleri çalıştırmıyor” diyordu. 2 Mart günkü haftalık olağan görüşmesinde de bu düşüncesini yinelemişti. O gün Çankaya’dan çıkarken basına yaptığı açıklamada da “Sıkıyönetim uygulamasının bazı çevrelerce sürekli tartışma konusu yapılması çok üzücüdür. Hükümeti yıpratmak uğruna Silahlı Kuvvetlere haksız olarak gölge düşürülmesi sorumlu bir davranış sayılamaz” dedi. ABD Senatosu Diş İlişkiler Komitesi’ndeki oturumda konuşan, ABD Dışişleri Bakanlığı Avrupa işleriyle görevli Bakan Yardımcısı George Vest ise, Türkiye’ye ivedi yardım yapılmasının ülkenin IMF koşullarını kabul etmesine bağlı olduğunu yineledi. 3 Mart’ta Genelkurmay Başkanı Evren, 3.Orduya bağlı 9. Piyade Tümeni’nin Sarıkamış’ta düzenlediği “Kiş-79” tatbikatı sırasında Ordu Evi’nde verilen yemekte yaptığı konuşmada Silahlı Kuvvetlerin bölünmesini isteyen iç ve dış düşmanlar bulunduğunu söyleyerek, “Biz elele, gönül gönüle olduğumuz sürece bu vatan bölünmez, isteyen tecrübe etsin. Ben dahil, bizim cesetlerimizin üzerinden geçmeden bu vatanı kimse bölemez” dedi. Libya Lideri Muammer Kaddafi ise Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği özel demeçte, “Amerika Türkiye’yi çarkının bir ön dişlisi olarak kullanmaktadır. Tükiye bu çarktan çıkmalıdır” dedi. NATO Genel Sekreteri Joseph Luns, Hollanda Devlet Savaş Belgeleri Enstitüsü’nün Başkanı Dr. Lou De Jong ile yaptığı görüşmeden sonra verdiği demeçte, gençliğinde Hollanda Nazi Partisi’ne üye olduğunu, ama kendisinin böyle bir üyelik için herhangi bir başvuruda bulunmamış olduğunu söyledi. 4 Mart’ta Maliye Bakanlığı Müsteşarı Vural Güçsavaş ve Merkez Bankası Başkanı ismail Hakkı Aydınoğlu, Dünya Bankası ile IMF’nin Geçici Komite toplantılarına katılmak üzere ABD’ye gittiler. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu TİSK, Türkiye’nin ne ekonomik ne de siyasi rejim bakımından AET dışında düşünülemeyeceğini belirterek, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na üye olmak için bir an önce harekete geçilmesini istedi. 12 Mart 1979 günü AET ülkeleri doruğu vardı. Almanya Başbakanı Schmidt, tüm liderlere döndü ve “Teker teker yanıtlamanız dileğiyle bir sorum var. Türkiye’ye hemen ivedi bir yardım için derhal açabileceğiniz kredi ne kadardır?” dedi. Herkes ayni yanıtı verdi: “Önce IMF ile anlaşsınlar, sonra hareketleniriz.” Hollanda Başbakanı Van Agt, toplantıdan sonra Alman DDP Ajansı’na durumu şöyle anlattı: “Alman Başbakanı, Türkiye için şapkasını çıkardı ve herkese içine ne kadar para atabileceklerini sordu. Sonunda şapka boş kaldı.” Bu arada İran ve Pakistan, CENTO’ dan fiilen çekildiklerini Ankara’ya resmen bildirdiler. ABD Başkanı Jimmy Carter ise ABD Büyükelçilikleri aracılığı ile Başbakan Bülent Ecevit ve Yunanistan Başbakanı Konstantin Karamanlis’e kişisel birer mesaj göndererek, NATO’nun Güneydoğu kanadındaki sorunların çözümlenmemiş olmasından duyduğu kaygıyı belirtti ve Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına döneceği umudunda olduğunu iletti. Ve 16 Mart günü Türkiye’de “Ekonomiyi Güçlendirme Programı” adi verilen ve aslında IMF’siz bir “istikrar programı” denemesi diye sunulan girişimin ilk sonuçları ortaya çıktı: Zam yağmuru! Akaryakıt, demir-çelik, çimento, şeker, sigara dahil iğneden ipliğe büyük oranlarda zam yapıldı. Süleyman Demirel, benzin yokluğunu protesto için kendisini İstanbul’da at arabası ile karşılayanlara “Bunların gidişi Allende gidişidir. Sonları nasıl olur bilmem” dedi ve gerçek yüzünü gösterdi. O, Şili’de darbe tezgâhlayan yabancı tekellere ve onların buyruğu altındaki askerlere özlem duyuyordu. Ama bu özlemi, Ecevit değil kendi yönetimi sürecinde gerçekleşecek ve dünyası kararacaktı. Yine o gün, Türkiye’nin Wells Fargo Bank’a olan ve ülkenin tarım ürünlerine rehin konulması sonucunu getiren 62 milyon dolarlık borcu bir İsviçre bankasından sağlanan “Köprü Kredi” yolu ile ödendi. Demirel’in Ecevit’i faşist darbe ile devrilerek öldürülmüş Şili Devlet Başkanı Allende’ye benzetmesiyle ilgili olarak gazetecilerin sorularına verdiği yanıtta CHP Genel Sekreteri Mustafa Üstündağ, “Türkiye Şili degildir. Türk halki ve onun demokrasiye bagli ordusu, ne Demirel’e, ne de başkasina Pinochet olma imkânini vermeyecektir” açıklamasında bulundu. Demirel’in Allende benzetmesinden sonra ortalık iyice gerilmişti. Yaklaşan CHP Kurultayı nedeniyle havayı koklamak isteyenlerin sayısı artıyordu. Haluk Ülman ABD Büyükelçiliği ile ilişkilerini sıklaştırıyordu. Hikmet Çetin, ordunun eğilimini ölçmeye çalışıyordu. Financial Times gazetesi de bu arada “1977’de Demirel IMF’nin önerdiği devalüasyonu siyasal bakımdan olanaksız bulmuş ve sonra da iktidardan düşmüştü. Son zamanlarda Ecevit de ayni zorluklarla karşılaşmıştır” diye yazıyordu. Ama o sırada bunlardan çok daha başka sorunlar ağırlık kazanmaktaydı. Gölcük’teki kimi gemilerde birtakım olaylar çıkmış, 58 astsubay tutuklanıp mahkemeye verilmişlerdi. Şimdi de orduya “ırkçı” ve “irticai” eğilimlerin bulaşmakta olduğu söylentisi yayılıyordu. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Bülend Ulusu, “Yasalara ve nizamlara aykırı hareket edenler kaç kişi olurlarsa olsunlar tutar kollarından atarım” diyordu. Ve Silahlı Kuvvetler’in giderek en hassaslaştığı konu Kürtçülük oluyordu. Özellikle İran’daki gelişmelerin, Kürtlerin özerklik isteminin, Sanandaj kentinde patlak veren Kürt isyanınından sonra İran tarihinde ilk kez bu bölgeye Kürt asıllı bir Genel Vali atanmasının ardından Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinde ayrılıkçı Kürt eylemleri yoğunluk kazanmıştı. “Sağ” eğilimli ayrılıkçı KİKO örgütünün ve yeni palazlanmaya başlayan PKK’nın militanlarına bildiriler göndererek “Sıkıyönetim koşullarında Türk ordusunun teyakkuz şartlarını yerine getirmesi olanaksızdır” dedikleri ve eylemlerin yükseltilmesini istedikleri haber alınmıştı. Ecevit, ayrılıkçı Kürt akımlarının İsrail ve FKÖ tarafından kışkırtıldıkları sanısındaydı. Batılı her ülkenin de bu işin içinde olduğunu söylüyordu. “Kürt hareketi bir kez başlarsa radikal sol harekete dönüşür” kanısını öne sürüyordu. Tümüyle kendi toprak ağaları ve para babalarının himayesinde, bir çok yerde dinci ve ırkçı söylemlerle ayrılıkçılık peşinde koşanları “sol radikal” diye nitelemekte, kimi “sol” gruplar denli Ecevit de yanılgı içindeydi. Bu bakış, daha sonraki dönemde Kürt ayrılıkçılığının palazlanmasında ve kimi çevrelerden destek bulmasında etken olacak bir yanlış değerlendirmeydi. The Christian Mirror gazetesinin, Kürtlerin Beyrut’tan Türkiye’ye 250 bin silah soktuklarını yazdığı gün MSP eski Milletvekili Kahraman’ın Almanya’da uyuşturucu madde kaçakçılığına giriştiği doğrulanıyordu. O gün Pakistan Yüksek Mahkemesi, eski Başbakan Butto’nun idam kararını oybirliği ile onayladı. Şehirlerarası karayolu taşıma ücretleri Ulaştırma Bakanlığı tarafından yeniden belirlenerek, ücretlere yüzde 40 oranında zam yapıldı. Türkiye Otomobilciler ve Şoförler Federasyonu’na bağlı 600 dernek Başkanı, akaryakıt yapılan zamlardan sonra tasıma sektörü ücretlerine az zam yapıldığı iddiası ile ortak eylem kararı almak üzere Hüsamettin Tiyenşan yönetiminde Ankara’da toplandılar. Toplantıda, 2 Nisan pazartesi gününden itibaren “Kontak kapatma” eylemine geçilmesi kararı alındı. Ankara Umum Otomobilciler ve Şoförler Derneği Başkanı Fikret Etçi ise, yapılmak istenen eyleme karşı çıktıklarını ve bu tutumun politik amaçlı olduğunu söyledi. “Kontak kapatma” eylemi ile ilgili olarak Başbakan Bülent Ecevit başkanlığında bazı bakanlar. Genel Kurmay Başkanı ve Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanı’nın da katıldığı bir toplantı yapıldı. Toplantıdan sonra bir açıklama yapan Ecevit, hükümetin direnişe karşı her türlü yasal tedbiri aldığını söyledi. AP Genel Başkan Yardımcısı Nuri Bayar verdiği demeçte, “Hükümet esnaf hareketini, sıkıyönetimi vasıta yaparak önlemeye çalışıyor” derken Sıkıyönetim Komutanlıkları yayınladıkları bildirilerle, sıkıyönetim sınırları içinde, “kontak Kapatma” direnişinin yasaklandığını açıkladılar. MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan, Partisinin Kütahya’nın Emet ilçesinde düzenlediği toplantıda yaptığı konuşmada, “AP gelirse kuyruklar daha da uzar” dedi. Ayrıca Erbakan, Balıkesir’in Dursunbey ve Kepsut ilçelerinde yaptığı konuşmalarda, “TCK’nın 163. maddesinde yer alan laiklik kelimesinin Türkçe bir tabir olmadığını ve anlamının bulunmadığını” söyledi. İngiltere’de, Callaghan’ın iktidardaki İşçi Partisi, parlamentoda yapılan güven oylamasında 311’e karşı 310 oy alarak hükümetten düştü. Petrol ihraç eden ülkeler örgütü OPEC, Cenevre’de Bakanlar düzeyinde yaptığı toplantıda, petrol fiyatlarının 1 Nisan tarihinden geçerli olmak üzere 9.05 oranında artırılmasını kararlaştırdı. Ortadoğu Barış Anlaşması, Washington’daki Beyaz Saray bahçesinde kurulan çadırda Başkan Carter’ın da hazır bulunduğu bir törenle, İsrail Başbakanı Menahem Begin ve Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat tarafından imzalandı. Anlaşmada, İsrail’in 9 ay içinde Sina’dan çekilmeye başlayacağı ve bunun üç yıl içinde tamamlanacağı öngörülüyordu. SSCB Dışişleri Bakanı Andrei Gromiko’nun Suriye’ye yaptığı resmi ziyaretin sonunda yayınlanan ortak bildiride, Mısır’ın İsrail ile ayrı bir barış anlaşması yapması, “İsrail’in Arap topraklarındaki işgalini yasallaştırmak ve Ortadoğu’da gerginliği artırmak amacına yönelik bir çaba olarak” nitelendi ve kınandı. ABD, nükleer silahlanmayı sınırlayıcı nitelikteki Sovyet önerisini reddetti. Bağdat’ta toplanan Arap ülkeleri Dışişleri ve Ekonomi-bakanlarının aldıkları kararlar, Irak Dışişleri Bakanı Sadun Hammadi tarafından basına açıklandı. Açıklamada, Arap ülkelerinin Mısır’a karşı tam bir ekonomik ambargo uygulaması ve bu ülke ile diplomatik ilişkilerin kesilmesi konusunda anlaşmaya vardıkları bildirildi. Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e Mısır-İsrail antlaşmasıyla ilgili bir mesaj yolladı ve bunun BM Yasası’na ve kararlarına aykırı olduğunu belirtti. İspanya’da 1936’dan bu yana seçilen ilk Anayasal Başbakan Adolfo Suarez parlamentodan güvenoyu aldı. Almanya ise hâlâ Türkiye’ye “acil yardım” için OECD dahil tüm kuruluşların kapısını aşındırıyordu. 5 Nisan 1979 günü, Türkiye’ye yapılacak acil yardım konusunda Başbakan Ecevit ve Maliye Bakanı Müezzinoğlu ile görüşmelerde bulunan Walter Kiep, Türkiye’ye 5 yıl süre ile ve yılda 1 milyar dolayında yardım sağlanabileceğini ancak bütün bunlar için Türkiye’nin IMF’nin önerilerine uymasını ve çalışmaların buna paralel yürütülmesini istediğini açıkladı. Kıbrıs Rum Yönetimi sözcüsü ise toplumlararası görüşmelerin başlaması için, Maraş kentinin geri verilmesinin şart olduğunu söyledi. ABD Başkanı Carter Wasihington’da Rum asıllı Amerikalıların kurdukları AHEPA Derneği üyeleriyle yaptığı konuşmada, Ortadoğu barış anlaşmasından sonra bütün dikkatini Türkiye - Yunanistan - Kıbrıs üçgenine çevireceğini ve Ege ile Kıbrıs meselelerinin çözümünü sağlayacağını açıkladı. Öte yandan bir TV konuşması da yaparak ABD’de petrol tüketiminin kısıtlanmasını öngören önlemler paketini ele aldı. ABD’nin en büyük tahıl şirketlerinden bir olan Continental Grain Company Türkiye’den alacağı 80 milyon doların tahsili için kongreye başvurarak, bu sorunun çözümüne kadar Türkiye’ye yapılmakta olan veya yapılacak olan yardımların durdurulmasını istedi. 9 Nisan’da Genelkurmay Askeri Mahkemesi, gizli kalması gereken sırları bir CIA ajanına verdiği ve casusluk yaptığı gerekçesiyle eski MİT görevlisi Sabahattin Savaşman’ı 17 yıl 6 ay hapse mahkum etti. Ertesi gün hükümet “katlı kur” sistemini açıkladı ve ABD doları 37 liradan 47’ye, Alman markı da 19 liradan 25’e yükseltildi. Yurt dışında çalışanların gönderecekleri ve bozduracakları dövizlerle, yurda getirilmesi zorunlu olmayan dövizlere yüzde 40 oranında prim uygulanacağı açıklandı. Sonraki günlerde petrol yokluğu yüzünden, İzmir Rafinerisi’ndeki ham petrol üretim ünitesi durduruldu. O arada, Türk Sanayiciler ve İşadamları Derneği TÜSİAD, “Türk ekonomisinin darboğazdan çıkarılması ve ekonominin durmaması için 5 milyar dolarlık ithalat yapılması gereğini” savunurken eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Emin Alpkaya ve Emekli Korgeneral Rüştü Naipoğlu AP’ye girdiler. Demirel, “Bu zor şartlarda AP safları vatansever arkadaşlar tarafindan doldurulmaktadir” dedi. Merkez Bankası Başkanı İsmail Hakkı Aydınoğlu, “Tüm önlemlere rağmen, ülkedeki fiyat artışları hızının düşürülemediğini” söyleyerek “Dışa bağımlı sanayi girdilerinin, dışalımı kısıtlanınca büyük ekonomik sorunlar ortaya çıkar” dedi. Türkiye Masası Şefi Charles Woodvard başkanlığında Ankara’da bulunan IMF Heyeti ile Maliye Bakanlığı Müsteşarı Vural Güçsavaş Başkanlığındaki Türk Heyeti arasındaki görüşmeler başladı. ABD Avrupa Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral John Pauly, NATO Güney Avrupa Hava Kuvvetleri Komutanı ile birlikte, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’nın konuğu olarak Ankara’ya geldi. İngiltere’de yapılan erken seçimlerde ise, Margaret Thatcher Başkanlığındaki İngiliz Muhafazakar Partisi, oyların büyük bir bölümünü alarak tek başına iktidara gelmişti. Thatcher, İngiltere’nin ve Batı’nın ilk kadın Başbakanıydı artık. Arkasında ise Milton Friedman ve Mont Pelerin Cemiyeti vardı. *** 14 Mayıs’ta Türk Sanayici ve İş Adamları Derneği TÜSİAD, gazetelere sayfa sayfa ilânlar vererek Ecevit hükümetine açıkça cephe aldı. Süleyman Demirel, İstanbul’da düzenlediği basın toplantısında, bu ilânları “Hükümet’in cenaze ilânı” olarak niteledi. MESS Genel Başkanı Turgut Özal da bir açıklama yaparak, “Bu iktisadi politikalarla, Türkiye çıkmazdan kurtulamaz” dedi. İstanbul’da özel ve ticari taşıtlara verilecek benzin miktarı sınırlandırıldı. Valilik ve Petrol Ofisi yetkilileri arasında yapılan görüşmelerde, haftanın tek günlerinde ticari taşıtların, çift günlerinde ise özel taşıtların karne ile benzin alması kararlaştırıldı. Ve 14 Ekim 1979 günü 29 ilde Cumhuriyet senatosu üçte bir yenileme ve milletvekili ara seçimleri yapıldı. CHP büyük yenilgi aldı. Ecevit saat 02.25’de CHP genel merkezinde düzenlediği basın toplantısında CHP’nin başarılı olmadığının anlaşıldığını söyledi ve “Herşeyin üstünde önemli olan ülkemizde demokrasinin yaşamasi ve güçlenmesidir” dedi. 15 Ekim’de seçim sonuçları netleşti. Cumhuriyet Senatosu üçte bir yenileme seçimlerinde AP 33, CHP 12, MSP 4 ve MHP 1 sandalye kazandı. Milletvekili ara seçimlerinin yapıldığı Konya, Manisa, Edirne, Muğla ve Aydın illerinde ise CHP hiç, AP ise 5 Milletvekili çıkardı. Sonuca kimi AP’liler bile şaşırmıştı. Onlar 4 Milletvekili çıkaracaklarını, Edirne’nin mutlaka CHP’ye oy vereceğini varsaymışlardı çünkü. Ama asıl daha şaşırtıcı olan oy dengesindeki durumdu. Tablo şöyleydi: Parti Aldığı Oy Yüzde 1977 Yüzdesi Fark CHP 1.378.224 29.1 AP 2.215.053 41.4 - 12.3 46.8 36.0 + 9.9 MSP 459.040 9.7 8.0 + 1.1 MHP 312.241 6.6 6.4 -0.2 O gün Bakanlar Kurulu, Başbakan Bülent Ecevit’in başkanlığında başlayan ve yaklaşık üç saat süren toplantısında Hükümetin istifası konusunda görüş birliğine vardı. Ertesi gün Ecevit, Hükümetin istifasını Cumhurbaşkanı Korutürk’e sundu. Ardından bir basın toplantısı düzenledi ve yeni hükümetin kurulması görevinin AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’e verilmesi gerektiğini söyleyerek, “Büyük sıkıntılar ve ağır bir sayasal bedeli ödemeyi göze alarak ekonomiyi canlandırmaya ve güçlendirmeye çalıştık. Bunun rahatlatıcı sonuçları henüz günlük yaşamda yeterince duyulmadan ara seçimlere girdik ve oy kaybettik” dedi ve ülkenin uzun bir bunalıma tahammülü olmadığını, ara hükümet ve erken seçime de gerek bulunmadığını belirtti. 12 Kasım 1979’da Cumhurbaşkanı Korutürk, hükümeti kurmakla görevlendirdiği Süleyman Demirel’in kendisine sunduğu Bakanlar Kurulu listesini onayladı: Başbakan : Süleyman Demirel Devlet Bakanı : Ekrem Ceyhun Devlet Bakanı : Orhan Eren Devlet Bakanı : Metin Musaoğlu Devlet Bakanı : Ahmet Karahan Devlet Bakanı : Muhammet Kelleci Devlet Bakanı : Köksal Toptan Adalet Bakanı : Ömer Ucuzal Milli Savunma Bakanı : Ahmet İhsan Birincioğlu İçişleri Bakanı : Mustafa Gülcügil Dışişleri Bakanı: Hayrettin Erkmen Maliye Bakanı : İsmet Sezgin Milli Eğitim Bakanı : Orhan Cemal Fersoy Bayındırlık Bakanı : Selahattin Kılıç Ticaret Bakanı : Halil Başol Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Gümrük ve Tekel Bakanı : Münif İslamoğlu : Ahmet Çakmak Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı : Cemal Külahlı Ulaştirma Bakani : Hüseyin Özalp Çalışma Bakanı : H. Cahit Erdemir Sanayi ve Teknoloji Bakanı : Nuri Bayar Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Turizm ve Tanıtma Bakanı : Esat Kıratlıoğlu : Barlas Küntay İmar ve İskan Bakanı : Turgut Toker Köyişleri Bakanı : Ahmet Karayigit Orman Bakanı : Hasan Ekinci Gençlik ve Spor Bakanı : Talat Asal Sosyal Güvenlik Bakanı : Sümer Oral Kültür Bakanı : Tevfik Koraltan O gün, Associated Press Ajansı ise yayınladığı bir haber yorumda “Türkiye’de bundan önce beş kez daha Başbakanıik görevini üstlenen Demirel, siyasal başarısızlıklardan sonra tekrar iktidara gelmekle dikkat çekici bir başarı göstermiştir” dedi. 13 Kasım’da Demirel ile Ecevit, Başbakanlıkta 5 saatte yakın bir “Devir Teslim Toplantısı” yaptılar. Toplantıya eski Devlet Bakanı Hikmet Çetin ve yeni Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun ile Dışişleri eski Bakanı Gündüz Ökçün ve Dışişleri yeni Bakanı Hayrettin Erkmen de katıldılar. Ecevit hükümetinin devraldığı 629 milyona dolara karşılık devrettiği döviz rezervi 931 milyondu. Hükümet oldukları süre içinde 5.609 milyon dolar borç erteletmişlerdi. Bu yıl içinde erteletilenlerden 1.100 milyon doları OECD’ye kısa vadeli borç, 2.300 milyon doları ise DÇM idi. Ayrıca 429 milyon dolar banker kredisi ile Irak’a olan 327 milyon ve Libya’ya olan 47 milyon dolarlık pertol borçları da erteletilmişti. Dış borç taksit ve faizleri için 1978’de 645, bu yıl da 894 milyon dolar ödenmişti. Ayrıca o ünlü Wells Fargo’ya da 150 milyon dolar. 1978’de 2.206 milyon ve bu yıl da toplam 2.735 milyon dolar kredi sağlanmıştı. En önemli sorunların başında petrol geliyordu. Bağlantılı petrol fiyatları yüzde 100 artmıştı. Yıl sonuna değin 2.006 milyon doları aşacak bir borç söz konusuydu ve buna geçmiş yılların borçları dahil değildi. Irak boru hattı yüksek kapasitede kullanılıyordu. Libya ile üç milyon ton bağlantılı anlaşma yapılmıştı. Sovyetler de bu miktarı kabul etmişlerdi. Karşılığında buğday ve demir dışı metal verilirse rakamın artması da olanaklıydı. Sorun bağlantılı alımları sürdürebilmekteydi. Bunlar varil başına 25 dolardan sağlanırken, para yokluğu ve ödeme güçlüğü nedeniyle başvurulan spot alımlarda varil başına 40 dolar ödeniyordu. REMO projesinde hedeflerin çok gerisinde kalınmıştı. Yunanistan savunma bakımından dengeyi kendi lehine çevirmişti. AET ile sorunlarımız vardı. ABD, Kıbrıs konusuna fazla karışmıyordu artık. SSCB ile kıta sahanlığı konusunda anlaşılmıştı ama FIR hattı konusu öylece duruyordu. Ürdün, İran’dan desteğini yitirince Türkiye’ye yaklaşıyordu. 18 adet F-104 hibe etmeyi bile çnermişti. FKÖ ve Kuveyt ile ilişkiler geliştirilmişti. Ama Ecevit’e göre “Özel kesimin büyük bölümü Türkiye’nin bozuk ekonomik düzeninde tatlı kâra alıştığı için yeni dış Pazar arama gereği duymuyordu.” İç güvenlikte polisin donanım eksiklikleri ancak döviz bulundukça giderilebiliyordu. “Şiddet eylemcilerinin bir bölümü umutlarini bir iktidar degişikligine bagladiklari için eylemlerini sürdürme cüreti bulmuşlar”dı. Uzayan “Devir Teslim Toplantısı” Bulvar Palas’tan getirtilen öğle yemeğiyle sürdürülürken İçişleri Bakanı Mustafa Gülcügil de Günaydın Gazetesi’ne bir özel demeç veriyor ve “Allahın izniyle anarşiyi durduracağım” diyordu. Hükümet konusundaki görüşlerini açıklayan işadamlarından İstanbul Sanayi Odası Başkanı Nurullah Gezgin, “Hükümetin başarılı olması için herkesin sorumlu ve bilinçli bir davranış içinde olması gerekmektedir”, TÜSİAD Başkanvekili Ali Koçman, “Demirel’in açıklamaları, hükümetin daha gerçekçi ve fakat radikal uygulamalara gireceğinin işaretidir”, İktisadi Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Orhan Dikmen, “Demirel’in ilk planda koyduğu hedefler doğru bir stratejidir”, Ege Sanayi Odası Başkanı Şinasi Ertan da, “Hükümet yapı olarak olumlu” diyorlardı. Madem ki işadamları hükümettne hoşnuttu o zaman VI. Demirel Hükümeti, Millet Meclisi’nde 208’e karşı 229 oyla güvenoyu alırdı. Oylamaya 438 Milletvekili katıldı. MSP’den Abdülkadir Kaya çekimser oy kullandı. Oylamada Bağımsız Milletvekillerinin biri hariç diğerleri red oyu kullandılar. Bağımsız Siirt Milletvekili Abdülkerim Zilan ile CGP Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu oylamada bulunmadılar. Bu arada, CHP’den İçel Milletvekili Yusuf Ziya Ural, İzmir Milletvekilleri Mustafa Öztın ile Akın Simav ve Zonguldak Milletvekili Burhan Karaçelik, Hatay Milletvekili Öner Miski ve Ankara Milletvekili Kenan Durukan oylamaya gelmediler. Ayrıca, Ankara CHP Milletvekili Cengiz Şenses, Demirel Hükümeti programına kabul oyu verdi. MSP Genel Başkanı Erbakan, hükümeti “kerhen” destekleyeceklerini açıkladı. Demirel, güvenoylamasından sonra yaptığı konuşmada, “Cenab - ı Allah’ın bize yardımcı olacağına inanıyoruz” dedi. *** 28 Kasım 1979’da Vatikan Devlet Başkanı Papa II. Jean Paul, Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulunmak üzere geldi. Papa, Cumhurbaşkanı Korutürk tarafından törenle karşılandı. Korutürk’ün “Sizi Türkiye’de görmekten ve karşılamaktan mutluyuz” sözleri üzerine Papa, “Zatıalinizin sağlığı ve ülkenizin refahı için” diyerek Türk Toprağı’nı öptü. Turgut Özal ise, Demirel hükümetinin dizginlerini ele geçirmeye girişmiş, Türkiye emekçi sınıfının yedi dülalesini öpmeye hazırlanıyordu. 7 Aralık Cuma günü akşam saatlerinde, IMF Heyeti Başkanı Woodward, Başbakan Demirel ile görüştü. Çalışmaları sırasında kendisine “konuları gerçekten bilen yetkili bir muhatap bulamadığı”ndan yakındı. Özal’ın önerisiyle bu görev Kaya Erdem’e verildi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Sosyoloji ve Meteoroloji Kürsüsü Başkanı Prof. Cavit Orhan Tütengil, evinden çıktıktan sonra, otobüs durağının önünde bir otomobilden açılan yaylım ateşi sonucu öldürüldü. O gün Brüksel’de bulunan Dışişleri Bakanı Hayrettin Erkmen, ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance ile yaptığı görüşmeden sonra gazetecilere “Size hayırlı bir haberim var” dedi. “Türk-ABD Savunma ve İşbirliği anlaşması imza aşamasına gelmiştir.” TRT Genel Müdürü Cengiz Taşer görevden alındı yerine Doğan Kasaroğlu getirildi. Haydarpaşa açıklarında yanmaya devam eden Rumen tankerinde bir çatlama meydana geldi ve geminin içindeki ham petrol bu çatlaktan Marmara’ya yayıldı. O saatlerde Turgut Özal, Charles Woodvard’la görüşüyordu. Türkiye Masası Şefi’ne IMF’in istediği gibi istikrar programı açıklamakta olduklarını söyledi Özal. Döviz kuru da istedikleri gibi ayarlanacaktı. “Ama,” dedi Özal, “zamlar konusunda aynı görüşte değiliz.” “Niçin?” “Şundan: Sen bizden 160 milyar liralık bir zam istedin, biz 400 milyar liralık zam yapacağız!” Woodvard, kulaklarına inanamadı. Bu IMF tarihinde ilk oluyordu. IMF istiyor, karşı taraf daha da fazlasını kabulleniyordu... 27 Aralık 1979 Perşembe günü saat 17.30’da Genelkurmay Başkanı Evren, Çankaya köşküne çıktı. Birkaç dakikalık incelikli sözlerden sonra Evren, “Geçtiğimiz haftalarda epey dolaştım. Kolordu Komutanlarına kadar hemen hemen herkesle konuştum. Durumdan ne kadar kaygı duyduklarını söylememe gerek yok. Bu defa, tüm arkadaşlarla yaptığımız görüşmeleri hülasa ettik ve bir mektup kaleme aldık” diyerek elindekileri Korutürk’e uzattı. İlki bir sunuş yazısıydı. Sayın Cumhurbaşkanım, Ülkemizin içinde bulunduğu ortamda Devletimizin bekası, milli birliğin sağlanması, halkın mal ve can güvenliğinin temini için; anarşi, terör ve bölücülüğe karşı parlamenter demokratik rejim içerisinde anayasal kuruluşların ve özellikle siyasi partilerin, Atatürkçü milli bir görüşle müştereken tedbirler ve çareler aramaları kaçınılmaz bir zorunluk olarak görülmektedir. Milli Güvenlik Kurulunun muhtelif toplantılarında bu konuda alınan kararların muhalefete mensup siyasi partilerin kısır tutum ve davranışları yüzünden olumlu sonuçlara götürülemediği yüksek malumlarıdır. Kuvvet Komutanları ile beraber yaptığım son gezilerimde Ordu ve Kolordu Komutam seviyesindeki general ve amirallerle görüşmelerimde milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu dönemde süratle bir sonuca ulaşabilmek için gerekli tedbirlerin müştereken tespiti amacı ile tüm anayasal kuruluşlar ve siyasi partilerin bir kere daha uyarılması bütün komutanlarca müştereken dile getirildi. Bu karar ışığında Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşlerini, Milli Güvenlik Kurulu Başkanı olarak zatıalilerine sunuyorum. Gereğini yüksek takdirlerine arz ederim. Saygılarımla Kenan EVREN Orgeneral Genelkurmay Başkanı İkincisi ise bir bildiydi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Görüşü Ülkemizin içinde bulunduğu son derece önemli siyasi, ekonomik ve sosyal ortamda her geçen gün hızını biraz daha artıran anarşi, terör ve bölücülüğe karşı milli birlik ve beraberliğin sağlanabilmesi için; Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetiminde etkili ve sorumlu anayasal kuruluşları ve özellikle siyasi partileri göreve davet etmek mecburiyetinde kalmıştır. Kahramanmaraş olaylarınn yıldönümünde henüz ilk ve orta-öğretim çağındaki evlatlarımızın örgütlü eylemciler tarafından zorla sürüklendikleri anarşik olaylar ibretle müşahade edilmektedir. Anayasamızın getirdiği geniş hürriyetleri kötüye kullanarak İstiklal Marşımız yerine komünist enternasyonali söyleyenlere, şeriat düzeni davetçilerine, demokratik rejim yerine her türlü faşizmi getirmek isteyenlere, anarşiye, yıkıcılığa ve bölücülüğe milletimizin tahammülü kalmamıştır. İktidar olan siyasi partilerin bütün devlet kademelerini kendi siyasi görüşleri doğrultusunda hareket edecek kişilerle doldurması, kamu görevlilerinin ve vatandaşların bölünmesini zorunlu hale getirmektedir. Siyasi partilerce yaratılan bu bölünme giderek anarşi ve bölücülüğü destekleyen iç kaynakların şekillenmesine, himayesine; polis, öğretmen ve diğer birçok kuruluşların birbirine düşman kamplara ayrılmalarına neden olmaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri; ülkemizin siyasi, ekonomik ve sosyal sorunlarına bir çözüm getiremeyen, anarşi ve bölücülüğün ülke bütünlüğünü tehdit eden boyutlara varmasını önleyemeyen, bölücü ve yıkıcı guruplara tavizler veren ve kısır siyasi çekişmeler nedeni ile uzlaşmaz tutumlarım sürdüren siyasi partileri uyarmaya karar vermiştir. Bölgemizdeki gelişmeler Ortadoğu’da her an sıcak bir çatışmaya dönüşebilecek durumdadır. İçte anarşist ve bölücüler yurt sathında genel bir ayaklanmanın provalarını yapmaktadırlar. Ülkede birlik ve beraberliğin, vatandaşın can ve mal güvenliğinin süratle sağlanabilmesi için gerekli kısa ve uzun vadeli tedbirlerin Yüce Meclislerimizde en kısa zamanda kararlaştırılması bugünkü ortam içinde hayati bir önem taşımaktadır. Diğer yandan Meclislerin açılışından birbuçuk ay sonra komisyonların ancak teşkil edilebilmesi ve ülkenin acilen çözüm bekleyen konuların müzakere için bugüne kadar müşterek bir gündemin saptanamaması üzüntü ile izlenmektedir. Atatürk milliyetçiliğinden alınan ilham ve hızla vatandaşlarımızı kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde milli şuur ve ülküler etrafında toplamanın; iç barış ve huzurun sağlanmasında temel unsur olduğu apaçık bir gerçektir. Ülkenin içinde bulunduğu bu durumdan bir an evvel kurtulması hükümetler kadar diğer siyasi partilerimizin de görevleri arasındadır. Türk Silahlı Kuvvetleri; İç Hizmet Yasası ile kendisine verilen görev ve sorumluluğun idraki içinde ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce milli menfaatlerimizi ön plana alarak, Anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi Devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir. Kenan Evren Nurettin Ersin Bülend Ulusu Orgeneral Orgeneral Oramiral Gen.Kur.Bşk. Kara Kuvvetleri K. Deniz Kuvvetleri K. Tahsin Şahinkaya Sedat Celasun Orgeneral Orgeneral Hava Kuvvetleri K. Jandarma Genel K. Korutürk çok bozulmuştu. Bir de bunlara ek 6 sayfalık “Terörü Durdurma Hedeflerine Varış” başlıklı önlemler listesi olduğunu görünce canğ daha da sıkıldı. “Benim ne yapmamı istiyorsunuz?” diye sordu. “Bazı arkadaşlar bu mektubun 12 Mart’ta olduğu gibi radyoda okutulmasını istediler. Ancak biz size getirmeyi ve sizin takdirinize bırakmayı daha doğru bulduk. Siz Milli Güvenlik Kurulunun ve devletin başısınız. Bu nedenle size verilmesini, sizin takdirinize bırakılmasını uygun gördük.” Korutürk anlamıştı. Onun desteğini gereksiniyorlardı. “İyi ki radyoya vermediniz. O yolu seçseydiniz ben de bu makamı hemen bıkarıp giderdim.” Evren, Korutürk’ün bir müdahaleye destek vermediğini kavradı. Gezilerden edindiği izlenimleri anlattı ve ordunun Cumhurbaşkanını da yanlarında görmek istediğini vurguladı. Korutürk kaşlarını çattı. “Ne yapmayı planlıyorsunuz?” “Eğer bunlar doğru yolu bulmazsa, Meclisi feshetmek ve başka bir yöntem denemek gerekir.” “Genel durum değerlendirmesinde haklısınız. Ancak bütün bu sorunlar meclisler içinde halledilmelidir.” Evren, Korutürk’ü yanlarına alamayacaklarını anlamıştı. Bu kez başka bir yol denemeye karar verdi. “Her iki partinin liderini bir araya getirin. MSP’yi bıraksınlar. AP ve CHP bir araya gelsin. Sizden bunu gerçekleştirmenizi bekliyoruz. Ordu arkanızdadır Sayın Cumhurbaşkanım. Sizi her konuda destekleyecektir.” Korutürk içinden gülümsedi. Bu “Ordu arkanızdadır, sizi her konuda destekleyecektir” sözleriyle Evren’in vermek istediği mesaj, seneye bitecek Cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılmasına ilişkindi. Bu zokayı yutmadı. “Ben yarın Demirel ve Ecevit’le görüşürüm. Bu mektubu da veririm. Hepsi o” dedi. Evren gittikten sonra Korutürk’ün huzuru kaçmıştı. Tamam, bildirinin altında tüm komutanların imzaları vardı ama, acaba hepsi ayni kanıda mıydı? Bunu öğrenmek için bir oyalama taktiği güdebilirdi. Gece saat 23.00 dolaylarında Evren’i aradı. “Önümüzde yılbaşı var. Herkes kutlamaya hazırlanırken bu mektubun açıklanması hem burada hem dünyada ters yankı yapar. Birkaç gün bekletmek istiyorum.” “Elbette. Zaten biz de bunu size birkaç gün sonra verebilirdik.” “İyi o zaman. Ha bu arada, kuvvet komutanlarıyla toplanıp genel bir değerlendirme yapalım.” “Şu anda hepsi Ankara dışındalar Sayin Cumhurbaşkanım. Ama eğer isterseniz bir toplantı için haber gönderilebilir.” “İyi olur. Ben 31 Aralık Pazartesi günü saat beşte Genelkurmay’a gelirim. Jandarma Komutanı dahil bütün arkadaşlarla hep birlikte görüşürüz.” Korutürk, telefonu kapadıktan sonra danışmanlarını topladı. Durumu görüştü. Daha sonra Baş Hukuk Danışmanı Amiral Fahri Çoker’e dönerek şunları söyledi: “Ben görev süremin uzatılmasını filan istemiyorum. Eyüp Han’a Pakistan’ı teslim eden İskender Mirza olamam!” *** Yılın son günü, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, Çankaya köşküne çıktılar. Saat 16.00’da Muhafız Alayı kapısından geçip içeri girdiler. Korutürk onları güleç ama düşünceli bir yüz ifadesiyle karşıladı. Hemen konuya girdi. “Mektubunuzu ve bildirinizi dikkatle okudum. Sizlerle konuşmak istememin nedeni içeriği ayrıntılı bir şekilde tartışmaktır. Eğer uyarınıza uyulmazsa ne yapacaksınız? Yönetime el mi koyacaksınız?” “Zorunlu kalınırsa, başka çare kalmazsa, el koyacağız. Gerekiyorsa Meclisi dağıtıp yeni bir danışma meclisi gibi bir şey kurulabilir.” Korutürk, komutanların kararlı oldukları ve emir komuta zinciri içinde hareket edecekleri izlenimini edindi. Ne ki aceleci, sert ve heyecanlı görünmüyorlardı. “Gibi bir şey kurulabilir” sözünden algıladığı, müdahaleye kararlı ama ayrıntılarda plansız olduklarıydı. Aceleci olmamalarının nedeni bu olsa gerekti. “Bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum, dedi. O da bugün ülkenin çok kritik bir dönemden geçtiğidir. Başbakan olan kişi hazinenin 70 sente muhtaç olduğunu söylemiş kişidir. Ekonomik borç gırtlağa kadar çıkmıştır. Üstelik terör devlet gücünü tehdit etmektedir. Bence böyle bir durumda müdahale iyi olmaz. Üstelik ben iki ay sonra ayrılıyorum. Sizin bu tip bir girişiminizi onaylamam sanki görev süremi uzatmak istiyormuşum gibi bir intiba yaratır. Bunu da kesinlikle istemem. Bence bir müdahale için çok hazırlıksızsınız. Ancak siz bunu mutlaka yapmak istiyor ve beni engel olarak görüyorsanız o zaman istifa ederim.” “Hayır Sayın Cumhurbaşkanım,” dedi Evren. “Kesinlikle size karşı değiliz ve sizin istifanız söz konusu olamaz. Tam aksine sizi engel değil, başımızda görmek istiyoruz.” “Olamaz arkadaşlar. Bir defa ben buna katılamam. Ben sorunların demokratik usüller ve meclis içinde çözümünden yanayım. Bana bir büyüğünüz olarak sorarsanız, bir hareketi sakıncalı bulurum.” Deniz Kuvvetleri Komutanı Ulusu burada söze girdi. İzmir’de askerlere saldılar yapıldığını anlattı. Hava Kuvvetleri Komutanı Şahinkaya da uçuşa giden pilotlarına sataşmalar olduğunu söyledi. Bir grup, genç pilot subaylara “Amerikan askerleri...Türk Conileri...” diye laf atmışlardı. Korutürk, “Tamam, bu noktalarda sizinle mutabıkım. Durumunuzu anlıyorum. Ama bekleyin ve bu işi sakın yumruk vurarak çözmeye kalkmayın. Demokratik sistem içinde çözüm arayın” dedi. Ama yine de Komutanların bir kez karar verdiklerinden ve geri dönmeyeceklerinden emindi. Ne ki, hâlâ hazırlıksız olduklarının ve bir tarih belirlememiş olduklarının da ayrımındaydı. Bu uyarıdan bir sonuç çıkmazsa ne zaman müdahaleyi düşündüklerini soracaktı, vazgeçti. Çünkü eğer sorar ve onlar da bir tarih telaffuz ederlerse, sonra bu tarihi bağlayıcı olarak kabul ederler ve herşey karışırdı. Sustu. Evren, Korutürk’ün söylediklerine ne itiraz etti ne de başkaca birşey konuştu. “Siz nasil tasvip ederseniz” dedi yalnızca. Komutanlar saat 17.30’a doğru Çankaya’dan ayrılırlarken, Korutürk de Özel Kalem Müdürlüğü aracılığıyla Demirel ve Ecevit’e haber ulaştırdı ve kendilerini 2 Ocak sabahı saat 11.00’de birlikte beklediğini iletti. *** 2 Ocak 1980 gerilimle başladi. Gazeteci Cüneyt Arcayürek nasıl başarmışsa, Komutanların Korutürk’e verdikleri mektubu öğrenmişti. O günkü Hürriyet Gazetesi, “Ordu Uyarı Mektubu Verdi” manşetiyle yayınlandı. Tüm ülke birden dikkat kesildi. Yeni bir 12 Mart mı oluyordu? Demirel yine “şapkasını alıp gidecek” miydi? Çankaya’nın kapısına olağanüstü bir gazeteci topluluğu yığılmıştı. Birçok evde, işyerinde, resmi dairede radyo ve televizyonlar açılmış, muhtıranın okunması bekleniyordu. Sayısız kurgulamalar yapılıyordu. Demirel ve Ecevit’in Çankaya’dan kendilerine iletilecek direktifle siyasal yaşamdan çekileceklerini, Turan Feyzioğlu başkanlığında bir “Milli Mutabakat Hükümeti” kurulacağı savlanıyordu. Metin Toker ya da Zeyyat Baykara’nın da adları geçiyordu. Yarım saat içinde toplantı sona erdi. Çıkışta gazetecilerin sorularını yanıtlayan Demirel, mektubun kendisine yazılmış olamayacağını söyledi ve şöyle konuştu: “35 günlük bir hükümetiz. Hükümet bugünkü şeylerin sebebi olsa veya iddia edilse anlarım. O manaya almak mümkün değildir.” Ecevit de gazetecilere açıklama yaptı. Konuşurken mektubun ardındaki uyarıyı görmemiş gibiydi. Bu da doğaldı. O, hep görmek istediklerini görürdü çünkü. Şöyle konuştu: “Mektup 12 Mart’a oranla değişik. Ordudaki duyarlılıkları gösteriyor. Bir model önerisinde bulunmuyor. Daha çok parlamentonun işlerlik kazanması, partilerin ve Anayasa kuruluşlarının işlevleri, görevleri bakımından bazı hatırlatmalar içeriyor. Silahlı Kuvvetler’in böyle bir gereksinme duymaları önemli bir gelişmedir ve bunalımı maalesef yeni boyuta ulaştırmıştır.” O gün, OECD Türkiye’ye yardım Konsorsiyumu Ülkeleri ile Japonya tarafından oluşturulan Türkiye’ye yönelik İvedi Yardım Programı çerçevesinde İsveç Hükümeti’nden sağlanan 50 milyon Kron tutarındaki krediye ilişkin anlaşma, -Aysel Öymen’in yerine atanmış olan- Hazine Genel Müdürü Tunç Bilget ve İsveç’in Ankara Büyükelçiliği Maslahatgüzarı arasında imzalandı. Ancak o gün için önceden planlanmış bir ekonomik işlem daha vardı. Turgut Özal ve ekibinin hazırlamakta olduğu yeni “Ekonomik Tedbirler Paketi” tamamlanmış ve 3 Ocak’ta yapılacak Bakanlar Kurulu toplantısına götürülecekti. Ama “Uyarı Mektubu” araya girince tüm işler durmuştu. Demirel, Özal’a “Dur bakalım Turgut, demişti. Önce hükümette kalıp kalmayacağımızı bir görelim. Hükümette kalmayacaksak ne diye tedbir ilan edelim? Tedbir ilan etmek yeterli değil ki...Tedbir tek başına bir şey değildir. Bunun kadar önemlisi, bunları uygulayacak kadrodur. Eğer ben siyasi kadro olarak hükümete devam etmeyeceksem, sorumluluğu bende olmayan bir işin tedbirini niçin ilan edeyim?” *** 24 Ocak 1980 Perşembe sabahı Demirel, Çankaya’daki Başbakanlık Konutu’na geldi. O gün, Bakanlar Kurulu toplantısı vardi. Danışmanları Mehmet Dülger ve Atilla Peynircioğlu’nu çağırdı. “Çocuklar bugün önemli gün. Kurul toplantısı herhalde çok uzun sürecek. Memlekete hayırlı olur inşallah” dedi ve onların hiçbir şeyden haberi olmayan şaşkın bakışları arasında Turgut Özal’ın evini aradı. Saat 09.30’du. Özal’ın makam aracına binip Demirel’in yanına gitmesi sadece on dakika aldı. Yüzü heyecandan kıpkırmızı olmuştu. Çünkü Demirel, “Bak Turgut kardeşim, kararları bugün Kurula getiriyorum. Sabah gazetelere bakıim devalüasyon lafı falan da yok. Ortam müsait. Sen adamlarını Başbakanlıkta topla, hazırlıklarını yapsınlar” diyordu. Ve o gece saat iki dolaylarında Bakanlar Kurulu dağılırken Çankaya’ya apar topar imzalatılan kararlar Resmi Gazete’nin mükerrer sayısına yetiştiriliyordu. Önce doların değeri 70 liraya yükseltilmişti. Akaryakıt, kömür ve diğer ürünlere de olağanüstü zamlar yapılmıştı. 22 lira olan normal benzinin satış fiyatı 32 liraya, 25 lira olan süper benzinin fiyatı 36 liraya, daha önce tonu 2 bin 300 lira olan çimentonun tonu 3 bin 500 liraya, 21 liradan satılan demirin taban fiyatı 65 liraya, 4000-5000 kalorilik linyit 2 bin liraya, taş kömürü 7 bin liraya kok kömürü ise 11 bin liraya çıkmıştı. Öte yandan gazete kağıdına da yüzde 354 oranında zam yapılmış ve bugüne kadar tonu 9 bin liradan satılan gazete kağıdının, 12 sayfaya kadar olanının fiyatı 40.900 liraya çıkarılmıştı. Ülke tarihine “24 Ocak Kararları” diye geçecek “Ekonomik Tedbirler Paketi”nin daha ilk aşamasıydı bu. Bakanlar Kurulu yeniden toplanacak ve arkası gelecekti... 27 Ocak’ta Demirel, “Dünyanın hangi memleketi bu duruma düşmüşse, alınacak tedbirler bunlardır. Yaptığımız iş bir zam furyası değildir, dörtnala giden enflasyona dayanamayacak olan Türkiye’yi kurtarma işidir. Yaptığımızdan başka yapacak şey yoktu” dedi. Bakanlar Kurulu, yurt içinde üretilen veya dış ülkelerden ithal olunan kimyevi gübrelerin perakende satış fiyatlarına yüzde yüzün üzerinde zam yaptı. Halen 40 milyar lira olan devlet sübvansiyonunu ise 22 milyar liraya indirdi. Bazı ihracatçı firmalara, yapacakları ihracatların 40 bin dolara kadar olan miktarının hiçbir formaliteye tabi tutulmamasını öngören karar Resmi Gazete’de yayınlandı. Ertesi gün Ecevit düzenlediği basın toplantısında, Hükümetin almaya başladığı ekonomik ve mali kararların, devalüasyonun ve fiyat artışlarının da sorunlar ve bunalımlar yaratacak nitelikte olduğunu, bu tutumla sosyal devlet kavramının bir yana bırakıldığını, devletin de devlet olmaktan çıkarıldığını söyledi ve “Devlet, kapitalizmi en ileri biçimde uygulayan ülkelerde bile görülmedik ölçülerde devreden çıkarılmaktadır. Bu model, Türkiye’yi bir Güney Amerika ülkesi durumuna getirir. Gelişme sürecindeki bir ülkede bu model demokrasiyle bağdaşmaz” dedi. Bir sonraki gün ise parti ortak grubunda yaptığı konuşmada, “Bundan böyle dikkatimizi ve kararlılığımızı daha titiz bir biçimde göstermek zorundayız. Çünkü Hükümet, modası geçmiş bir Güney Amerika modelini, üstelik daha sakıncalı ölçülerle Türkiye’ye uygulamak istemektedir. Artık böyle bir model, demokratik işçi hakları yok edilmedikçe herhangi bir ülkede uygulanamaz. Artık kartlar açıktır. Tehlike gözler önündedir” dedi. Türkiye Elektrik Kurumu’nun, belediyelere ve köy birliklerine verdiği elektrik enerjisine zam yapıldı ve daha önce kilovatsaati 130 kuruş olan elektrik fiyatı 215 kuruşa çıkarıldı. Öte yandan, demiryollarına, taşımacılık ücretlerine, PTT hizmetlerine ve Petkim’in ürettiği 20 ürüne yeniden zam yapıldı. IMF’den sağlanması öngörülen 220 milyon dolarlık kredinin 100 milyon dolarlık bölümü Amerikan City Bank’tan sağlandı ve Merkez Bankası’nın hesaplarına devredildi. Federal Almanya Savunma Bakanı Hans Apel ise bir demeç vererek “Almanya, Türkiye’ye bir sosyal lider gibi yardımcı olmaya karar verdi” dedi. 30 Ocak 1980 günü Turgut Özal Genelkurmay’daydı. Bir brifing verecekti. Ekonomik konuları ele alacaktı. Biraz da politika yapmaya da niyetliydi. “Asıl bu tedbirleri uygulamasaydık enflasyon bazı Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi yüzde 300’lere çıkacaktı” dedi. Ecevit’in “Bu model, Türkiye’yi bir Güney Amerika ülkesi durumuna getirir. Gelişme sürecindeki bir ülkede bu model demokrasiyle bagdaşmaz” sözlerini yalanlıyordu. “Türkiye’nin bugünkü duruma gelmesinin sebepleri arasında 12 Mart sonrasında uygulanan yanlış politikalar var. Buna bir de bu dönemde rağbet bulan sol fikirleri eklemek lâzımdır” dedi. “Askerler bizim ekonomik önerilerimizi izlemelidirler ve sol fikirleri bertaraf etmelidirler” demek istiyordu. “Kısa vadede iç yatırımların fazla artması enflasyon yaratır. Bu yüzden dış sermayeye ihtiyacımız vardır. Ben sermayenin milliyeti olduğuna inanmıyorum” dedi. “Dış sermayeyi ürkütmemek için askerlere özgü o katı Atatürkçü, ulusalcı tavırlar içine girmeyin” diye uyarıyordu yani. “Tarihi bağlarımız olan Arap ülkelerinde büyük para vardır. Bunlara özel imtiyazlar verilmelidir” dedi. “Öyle bizi arkadan vurdular filan diye düşünmeyin artik. Şeriata filan da fazla kulak asmayin. Önemli olan paradiır” demeye getiriyordu. “Yabancı petrol şirketlerini gücendirmeyelim artık. Milli politika TPAO’yu değil memleketi güçlendirmek olmalıdır” dedi. “Bırakın o bağımsızlık laflarını bir yana. Memleket için önemli olan paradır. Varsın gelsin, doğal kaynaklara el koysun yabancılar, ses çıkarmayın” diyordu kısaca. “Demokrasi bir başıbozukluk değil, disiplin rejimidir” dedi son olarak. Ne söylemek istediği yorum gerektirmeyecek denli açıktı. Konuşmasından sonra kimi soruları da yanıtladı. Üç hafta önce yine burada yapılmış olan toplantıda yerinden kalkıp Özal’a bardakla su sunan Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülend Ulusu, bu kez de ona fikirlerini daha da pekiştirecek bir konu sundu. “Hiçbir ülkede denizcilik işletmeleri devlete ait değil. Devletin görevi değil bu işletmecilik.” Özal hemen konuya atladı ve “Çok haklısınız efendim,” dedi. “DB Deniz Nakliyat başımızın belâsıdır. Bu devletçilik anlayışı bırakılmalıdır.” Özal’ın brifinginde değindiği konular ve yorumlar sonrasında, Atatürk’ün Milliyetçilik, Halkçılık, Devrimcilik, Laiklik ve Devletçilik ilkeleri bir bir yadsınmış oluyordu. Geriye bir tek Cumhuriyetçilik kalmıştı ki, onun da ne zaman ve nerede, hangi çıkar ve koşullar altında yadsınacağı bilinmezdi. Komutanlar Özal’a teşekkür ettiler o da Başbakanlığa döndü ve ekibine şöyle dedi: “Yahu bu adamlar bu işi çok iyi biliyor. Cin gibi adamlar hepsi de.” *** O “cin gibi adamlar” 12 Eylül 1980 sabahı bir darbe yaptılar ve ülke yönetimine el koydular. Bülend Ulusu’yu Başbakan yaptılar, Turgut Özal’ı da Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı. Ve 12 Eylül darbesi özellikle 12 Mart’ta tamamlanamayan tekelci burjuvazinin hükümranlığını daha da geliştirerek kurumsal ve hukuksal anlamda tekelci burjuvazi lehine son noktayı koydu. Hem faşizmi kurumlaştırdı hem de emperyalizme bağımlılığı kölelik durumuna yükseltti. Toplumda depolitizasyonu, dejenerasyonu, sindirilmişliği, hurafeciliği, emperyalist yoz kültürün yaygınlık kazanmasını dayattı. Bu kendiliğinden gelişen bir politika olmadı, emperyalizmin tercihleri sonucu kotarılan bir politika oldu. Politikadan uzaklaştırılıp çürütülen halk kitleleri böylece ne sömürüye, ne de ulusal onursuzluğa başkaldıramayacak duruma getirilmek istendi. Bir yandan baskı, terör ve diğer yandan demokrasicilik oyunlarıyla bilinçler bulanıklaştırılmaya, korku hakim kılınmaya çalışıldı. 12 Eylül sürecinde Aydın Doğan’ın desteğiyle çıkardığı “Arayış” dergisiyle umduğunu bulamayan Ecevit, bir süre sonra yeniden Başbakan oldu ülkeye. Cumhurbaşkanı da Demirel idi. Ne ki, yine umduğunu bulmadı. Yalnızca dünyanın dev finans odakları umduklarını buldular onun yönetiminde. Türkiye büyük bunalımlara girdi, para piyasaları çöktü, halk daha da fakirleşti. Tam göbeğinden bağlısı olduğu emperyalizme tam uyruklaştırıldı. Avrupa Birliği’ne uyumlaştırıldı. Ecevit, en yakın adamlarının ihanetini gördü. Sonunda politikadan çekildiğini açıkladı. Fethullah Gülen, siyaseti bırakan Ecevit için “Bülent Bey’i uğurlarken. Onuruyla yaşayan, onuruyla ayrılan, devlet adamına” başlığıyla gazete ilanı verdi. İlanda şöyle dedi: “Siyasi hayata atıldığı andan itibaren hep inandığı gibi yaşadı. İçinde bulunduğu siyasi ortamın hususiyetini her zaman aksettirdi. Hususiyle son zamanlarda ulu orta sorgulanan ve saygısızca tecavüz edilen milli değerlerimize hep saygılı oldu. Ve başkalarını da saygılı olmaya çağırdı. Doğru bildiği meselelerde en muannit baskıcı güçlere bile bildiğini söylemekten şaşmadı. Keşke başka devlet adamlarımız da bu tavrı gösterebilseydi. O, şaşırtılmak istendiğinde bile elini masaya vurup ‘ben bunları doğru bulmuyorum’ demesini bildi. Onun bu ahlakiliğinin halefleri tarafından da, olduğu gibi temsil edileceği ümidiyle...” İşte o gün Ecevit, 1978 Mayıs’ında Washington’daki NATO doruk toplantısında Carter’ın kulağına fısıldadığı gibi yine bir şeyler fısıldandığını mı düşündü bilemeyiz. Ama mutlaka yine gözlerini yummuştu. Ve belki de yine, İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasını düşünüyordu. Kendisinin bağlantılarını, Fethullah Gülen’e yakınlığını ve Gülen’in de ABD’nin dış politikalarında etkili olan Johns Hopkins Üniversitesi İleri Uluslararası Araştırmalar Bölümü’nde (School of Advanced International Studies - SAIS) yapılan Abant Platformu’nu; platforma katılan CFR, Center for International Private Enterprise (Uluslararası Özel Girişim Merkezi - CIPE), Center For Strategic and International Studies (Stratejik ve Uluslararası Etüdler Merkezi - CSIS) temsilcileri ve bunların tümünün de Mont Pelerin Cemiyeti’ne bağlılıklarını… VI Mont Pelerin-2004 2004 yılı Cemiyet için oldukça hareketli bir yıldı. 2000 yılında Uruguay’lı Başkan Ramon Diaz’ın bağlantılarını harekete geçirerek başlattığı insan avı 3 Ocak 2004 günü sonuçlandı. Kolombiya’daki en yaygın tabanlı Marksist örgüt olan Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri (FARC) liderlerinden Siman Trinidad yakalandı ve Yüksek Mahkeme tarafından ABD’ye gönderilmesine karar verildi. Eski Çek Sanayi ve Ticaret Bakanı, Trilateral Komisyon üyesi, Mont Pelerin Raportörü Vladimir Dlouhy’nin yakın çevresinden biri, halkı sokaklara döken “Kadife Devrim” öncüsü Mikhail Saakaşvili, 4 Ocak günü Gürcistan’da Eduard Şevardnadze’nin yerine devlet başkanı seçildi. 2003 yılının sonlarında, Irak’ta kitle imha silahı bulunduğuna dair tek bir kanıt bulamayan dev CIA ekibinin, “Irak Araştırma Grubu”nun başı David Kay’in dikkat çekici kimliği, The Independent gazetesi tarafından masaya yatırılmıştı. Kay, son 10 yıldır, Irak’ın “dünya için ciddi bir tehdit olduğu” iddiasını dile getiren isimlerden biriydi. Sık sık Amerikan televizyonlarına çıkarak, “Saddam Hüseyin’in devrilmesi gerektiğini” söylerdi. Bu arada, BM Genel Sekreteri Kofi Annan gibilerinin savaştan kaçınma çabalarını “faydasızdan da kötü” gibi ifadelerle kınardı. Kay, 200 yılında, Irak’ın İsrail’i yok etmek istediğini öne sürmüş, Amerikan-İngiliz saldırısından hemen önce de, “Irak topraklarında büyük bir cephanelik bulacağız” demişti. Independant, işgalin en hararetli savunucularından olan bu eski CIA ajanının ticari bağlantılarıyla da dikkat çekmişti. 2003 yılının Ekim ayına dek, Amerikan silah tekeli SAIC’in başkan yardımcısıydı. Kay, şirketin “ülke içi güvenlik” ve “karşı-terörizm” faaliyetlerini koordine etmekteydi. Bu görevi sırasında, Irak’ın “ABD topraklarında terörist saldırılar düzenleyebileceğini” söylemişti. SAIC şirketi, bu yıl başlarında Batı gazetelerine manşetten giren bir haberin “kahramanı” idi. ABD hükümetinin, şirkete “eğitim amaçlı mobil biyolojik karavanlar” inşası ihalelerini verdiği ortaya çıkmıştı. Böylece ABD’nin yeni kitle imha silahları geliştirdiği görüldü. 2003 Şubat ayına dek SAIC’in başkan yardımcılarından biri olan Christopher Ryan Henry, bugün ABD Savunma Bakanlığı’nda görevliydi. SAIC, Irak’taki ABD askerlerine hizmet verilmesini içeren 650 milyon dolarlık ihalenin sahibi olduğu gibi ‘Yeni Irak’ın Sesi’ radyosunu da işletiyordu. Tüm bunlar ortaya çıkınca David Kay “ailevi ve kişisel nedenlerle” görevinden ayrılmaya kalkmıştı. Dahası, Senato İstihbarat Komitesi’ne verdiği ifadede işgal öncesi ve sonrasında yapılan yanlışlar nedeniyle CIA’i suçlamıştı. Ama gelin görün ki 25 Ocak 2004 tarihinde David Kay, Mont Pelerin Cemiyeti raportörlerinden Ryan Richardson’la görüşmesinin hemen ardından İngiltere’de yayınlanan bir başka gazeteye, Sunday Telegraph’ın ilk sayfasına konuk oluyordu. Haberin başlığı, “Kay, Saddam Hüseyin’nin kitle imha silahlarının Suriye’de saklı olduğu söylüyor”du ve haber şöyle devam ediyordu: David Kay, Saddam Hüseyin’in, gizli silah programının bir bölümünün Suriye’de gizlendiğini iddia etti. Kay, Sunday Telegraph’a verdiği özel demeçte, Saddam Hüseyin’in devrilmesi için Irak’a açılan savaştan kısa bir süre önce, bazı maddelerin Suriye’ye nakledildiğine dair ellerinde kanıt olduğunu söyledi. Kay, ‘Savaş sonrası sorguladığımız bazı Iraklı yetkililer aracılığıyla, bu maddelerin bir bölümünün, Saddam Hüseyin’in kitle imha silahları programına ait olduğunu biliyoruz’ diyor. Kay’in bu sözlerinin, Suriye Devlet Başkanı Beşir Esad üzerindeki baskıyı arttıracağı kesin. Esad’dan, Saddam Hüseyin rejimiyle ne ölçüde işbirliği yaptığını ve ülkesinin kitle imsa silahı programının detaylarını açıklığa kavuşturması istenecektir. Beşşar Esad, Suriye’nin, biyolojik ve kimyasal silahlarıyla, kendisini savunma hakkı olduğunu söylemişti. Suriye, Irak savaşı öncesi Bağdat rejiminin müttefiklerinden biriydi. Irak savaşıyla birlikte, Saddam Hüseyin rejiminin çökmesinin ardından, devrik Irak liderinin akrabaları dahil yüzlerce Iraklı yetkiliye, Şam’da barınma izni verilmişti. Şubat ayında Mont Pelerin Cemiyeti ve CFR raportörü Kathy Gannon’la görüşmesinden bir süre sonra Pakistan’ın nükleer programının mimarı sayılan Abdülkadir Han, İran, Libya ve Kuzey Kore’ye nükleer teknoloji transfer ettiklerini açıkladı. Afganistan yardımında Japonya Başbakanı Özel Temsilcisi, BM Mülteciler eski Yüksek Komiseri, CFR Pasifik Asya Grubu Üyesi, Mont Pelerin Cemiyeti Raportörü Ogata Sadako’nun çabaları meyve verdi ve 8 Şubat’ta İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra ilk kez bir Japon birliği, “muharip olmayan görevle” Japonya dışında bir savaş bölgesi olan Irak’a gitti. Mayıs ayında Hindistan’da seçimleri suikaste kurban giden Rajiv Gandi’nin İtalyan eşi Sonya Gandi’nin lideri olduğu Kongre partisi kazandı. Birden tüm çevreler olaya cinler, periler, büyüler penceresinden bakmaya başladı. Nostradamus’un “Asya’da İtalyan kanı taşıyan bir kadın, lider olacak” şeklindeki 2/54 sayılı kehanetinin gerçekleştiği taşındı manşetlere. Sonya Gandi, Hindistan’ın eski liderlerinden 1984’te öldürülen Indra Gandi’nin geliniydi. 1991’de suikaste kurban giden dönemin Başbakanı Raciv Gandi’nin de dul eşi. Kocası öldürüldükten sonra oğlu Rahul ve kızı Priyanka’yla birlikte gözönünde olmayacağını ve siyasetten uzak duracağını söyleyerek köşesine çekilmiş fakat 1998’de siyasi arenaya dönüş yapmış, Kongre Partisi’nin liderlik koltuğuna oturmuştu. Ne ki, seçimleri kazanır kazanmaz Birleşik Hindistan Partisi (Bharatiya Janata Party - BJP) ve ülkede Brahmanların sosyal üstünlüğünü canlandırmaya çalışan faşist-nazist Brahman örgütü RSS’in (Revive Social Supremacy) koyu sağ kanat üyeleri “kafalarımızı kazıyacağız, yeşil nohut yiyeceğiz ve bu ülkede bu yabancı kadına karşı bir devrim yapacağız” demeye başladılar. Öte yandan bu örgütlere eşit derecede acımasız merkez, ulus-ötesi şirketlerin grupları da eylemler yapmaya başladılar sokaklarda. Köktenciler gibi bağırıyorlardı ve bütün o şirketlerin televizyon kanalları ekranlarını ikiye bölmüşlerdi. Bir tarafta Sonya Gandi’nin evinde olanları diğer tarafta borsada tepetaklak olan hisse senetlerinin anı anına görüntülerini yayınlıyorlardı. Kimse daha yeni oy kullanmış ve Gandi’ye oy vermiş olan bir milyar insanı umursamıyordu. Medyadan yansıyan yorumlar yorumlar sadece sanayicilerin ne düşündükleri üzerineydi. Bir yandan faşist Brahman örgütlerinin öte yandan çokuluslu şirketlerin başlattığı büyük bir kaos ve şantaj ortamı oluşmuştu. Ve sonunda Sonya Gandi baskıya dayanamadı ve çekildi. Yerine Dr. Manmohan Singh getirildi. Hindistan’da ilk kez Sih inancına bağlı biri Başbakan oluyordu. Mont Pelerin Cemiyeti’nin 2002 yılında bu ülkenin Goa kentinde yaptığı Özel Toplantı’nın katılımcılarından, Cemiyet raportörü, Tüm Hindistan Hıristiyan Konseyi Başkanı Dr. Joseph D’Souza’nın keyfi yerindeydi artık. 1932 doğumlu Manmohan Singh, şimdi Pakistan sınırları içinde olan Batı Pencab’daki Gah’da doğmuştu. Ekonomistti ve doktorasını Oxford Üniversitesi’nde yapmıştı. Mezun olduğu Pencap Üniversitesi’nde, Oxford ve Cambridge’de ders vermiş, buralarda “liberal ekonomi anlayışının derinleşmesine katkılarından dolayı” ödüller almıştı. İlk kez 1971’de İndira Gandi hükümetine ekonomi danışmanı olmuş, 1972’dan 1976’a kadar Maliye Bakanlığında ekonomi baş danışmanlığı yapmış, 1976’da Hindistan Merkez Bankasında idareci olarak çalışmaya başlamış, monetarizmin ve neo-liberalizmin küresel saldırısının en yoğun olduğu dönemde Eylül 1982’den Ocak 1985’e kadar Hindistan Merkez Bankası Başkanlığı’nda bulunmuştu. Merkez Bankası Başkanlığından emekli olmasından bir gün sonra Plan Komisyonunu Başkan Vekilliğine atanmış 1987’ye kadar bu görevi yapmış, 10 Aralık 1990 ile 14 Mart 1991 arası Chandra Shekhar hükümetinde ekonomi danışmanlığında bulunmuştu. Haziran 1991’de Narasimha Rao’nun Rajiv Gandi’nin öldürülmesinden sonra başbakan olmasıyla birlikte Manmohan Singh 5 yıl süreyle Maliye Bakanı yapılmıştı. Onun “ekonomik liberalizasyon” ve “küresel piyasalara uyum” programları ile Hindistan “dünyaya açılmış” ve kendisi de Mont Pelerin Cemiyeti’nin “iltifatlarına mahzar” olmuştu. Ağustos ayında İngiltere’de insan embriyosu üzerindeki her türlü araştırmanın iznini verme yetkisine sahip olan İnsan Üremesi ve Embriyoloji Otoritesi (Human Fertilisation and Embryology Act - HFEA), bir uzman ekibine, tedavi amaçlı insan embriyonu kopyalama için ilk kez izin verdi. Yönetiminde Mont Pelerin Cemiyeti’nin, Bilderberg Grubu’nun, CFR’nin ve İngiltere Kraliyet Uluslararası İşler Enstitüsü’nün (Royal Institute of International Affairs - RIIA ya da Chatham House) önemli finansörlerinden Rio Tinto firması tarafından desteklenen Sara Nathan’ın (ki bu kişinin çalışmaları ayrıca Williams, Shell, Imperial Chemical, Cookson Group, Diageo ve GlaxoSmithKlein firmalarınca da desteklenmektedir), GlaxoSmithKline, Pfizer, Johnson & Johnson, AstraZeneca ve Wyeth tarafından desteklenen Prof. Tom Baldwin’in, ABD Ticaret Bakanlığı ve USAID (The United States Agency For International Development - Uluslararası Kalkınma için Amerikan Ajansı) bünyesinde Irak’ın yeniden imarı çalışmalarına katılan ve petrol çıkarma alanında faaliyet gösteren Weatherford International tarafından desteklenen Prof. Neva Haites ve Hristiyan Sosyalist Hareketi üyesi Suzi Leather’in bulunduğu kurumun kararına İsviçre de uydu ve insan embriyonundan elde edilen kök hücreler üzerine araştırma yapılmasına izin verdi. 17 Eylül’de ise, Hollanda’nın Noordwijk kasabasında düzenlenen AB savunma bakanları toplantısında, Avrupa jandarma gücü kurulmasına ilişkin niyet beyanı anlaşması imzalandı. “Avrupa Jandarma Gücü” adıyla çok uluslu bir polis gücü oluşturulmasını öngören anlaşmaya ilk imzayı Mont Pelerin Cemiyeti eski Başkanlarından ve İtalya Savunma Bakanı Antonio Martino koydu. Bu gelişmelere koşut olarak o Eylül ayında, Amerika’da Salt Lake City’de Mont Pelerin Cemiyeti’nin Genel Toplantısı yapıldı ve Prof. Leonard P. Liggio’nun yerine ilk kez bir kadın, İsviçreli Prof. Victoria Curzon-Price Başkan seçildi. Curzon-Price, Washington merkezli Atlantik ötesi bir kurum olan Avrupa Enstitüsü’nün (European Institute) Başkanı idi. Onun Mont Pelerin Cemiyeti Başkanlığına seçilmesinin ardından Avrupa Enstitüsü yönetimini Curzon-Price’ın oluşturduğu kadro ele aldı. Yönetim Kurulu Başkanlığına, Yves-André Istel geldi. Istel, ayni zamanda Rothschild Inc.’ın Başkan Yardımcısıydı. Enstitütü Direktörü olan Jacqueline Grapin ise Fransız olup 1985’den beri Washington’da yaşıyordu ve Fransız Le Monde Gazetesinin ekonomi editörü, Cenevre’deki Interavia Medya Grubu’nun Başkanı, Le Figaro, London Times ve La Stampa gazetelerinin ABD temsilcisiydi. Enstitünün diğer yöneticileri ise şunlardı: Jacques Bouhet Société Générale Bankası yöneticisi Dr. Bertrand Collomb Lafarge firması Yönetim Kurulu Başkanı Carol T. Crawford ABD Uluslaraı Ticaret Komisyonu Başkanı Vikont Etienne Davignon Société Générale Bankası Belçika ayağı Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Jacques Delors eski Fransa Ekonomi Bakanı, AB Komisyonu eski Başkanı, Fransız sosyalisti Gina Despres Capital Research & Management şirketinin Başkan Yardımcısı Dr. R. Michael Gadbaw General Electric şirketinin Başkan Yardımcısı Richard Kirkland Lockheed Martin şirketinin Başkan Yardımcısı Robert G. Liberatore Daimler Chrysler Grubu’nun Başkan Yardımcısı T. Allan McArtor Airbus Holding’in Başkanı Thomas M. T. Niles ABD Uluslararası İş Konseyi Başkanı, eski Büyükelçi Hugo Paemen Hogan & Hartson L.L.P şirketi Başdanışmanı, eski Büyükelçi Imelda Mary Read Avrupa Parlementosu üyesi John B. Richardson Avrupa Konseyi BM Delegasyonu Başkanı Peter D. Sutherland Goldman Sachs International’ın Başkanı ve GATT eski yöneticisi William R. Sweeney, Jr Küresel İşler Yönetimi Grubu (GGA) ve EDS şirketi Başkan Yardımcısı Francis Blanchard Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) eski yöneticisi Albert D. Bourland Daimler-Benz eski Başkanı Sir Jeffery H. Bowman Price Waterhouse World Limited’in eski Eşbaşkanı Philippe Giscard d’Estaing Thomson International’ın eski Başkanı Abraham Katz ABD Uluslararası İş Konseyi Onur Başkanı Herbert S. Okun Columbia Üniversitesi’nden, eski Büyükelçi Ursula Seiler-Albring Avusturya eski Devlet Bakanı, Büyükelçi Glen J. Skovholt Honeywell firması eski Başkan Yardımcısı Simone Veil Fransa eski Devlet Bakanı Kont Wilhelm Wachtmeister İsveç’in eski Washington Büyükelçisi Robert B. Zoellick ABD Ticaret Konseyi Temsilcisi Cynthia Braddon The McGraw-Hill Yayıncılık Şirketi Başkan Yardımcısı Gregory H. Bradford Airbus’un hisselerinin yüzde 80’ine sahip Fransız-Alman ortaklığı European Aeronautic Defence and Space Company (EADS) Başkanı Dr. Zdenek Drabek Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ-WTO) Ekonomik Araştırmalar Danışmanı J. Edward Fox Uluslararası Kalkınma için Amerikan Ajansı (The United States Agency For International Development - USAID) Danışmanı Dr. Michael Haltzel ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi Demokrat Grup Başkanı Craig R. Helsing BMW Holding Başkan yardımcısı Robert Hunter ABD NATO eski Büyükelçisi Francis J. Kelly Deutsche Bank Amerika’nın Yönetim Kurulu Başkanı Michael Kennedy Motorola şirketinin Başkan Yardımcısı Dr. Sydney J. Key Baker Amerikan Merkez Bankası (US Federal Reserve) Uluslararası Finans Bölümü Başkanı Francine Lamoriello Donelson, Bearman and Caldwell Uluslararası İş Stratejisi şirketi Başkan Yardımcısı Rolland Langley Enerji şirketi BNFL Inc. Eski Başkanı Dr. Eric D. K. Melby The Carlyle Group ve Albright Group gibi bir “düşünce üretim grubu” olan The Scowcroft Group Yöneticisi Yeri gelmişken belirtelim ki Scowcroft Group’un başında baba George Bush döneminin ulusal güvenlik danışmanlarından CFR üyesi General Brent Scowcroft vardır ve kendisi Amerikan - Türk Konseyi ATC’nin Onursal Başkanıdır. Başkan Yardımcılığını Koç Holding Başkanı Mustafa Koç’un yaptığı Konseyin Amerika’da 2004 yılı Nisan ayında düzenlenen konferansına TBMM eski Başkanvekili ve AKP Hükümeti Milli Savunma Bakanı M.Vecdi Gönül de katılmıştır. FBI’da çalışırken işine son verilen Türk kızı Sibel Edmonds’un ABD aleyhine açtığı 10 milyon dolarlık tazminat davasının mahkeme belgelerine bakıldığında, Edmonds’un avukatları Roy W. Krieger ve Mark S. Zaid tarafından Columbia Bölge Mahkemesi’ne verilen 10 milyon dolarlık dava dilekçesinde Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren birçok konunun yanısı sıra Amerikan - Türk Konseyi’nden de söz edildiğini görürüz. Edmonds, FBI’da çalışan bazı Türkler’in bu kuruluşlarla yakın ilişkisi olduğunu iddia ediyor ve bu kuruluşların uluslararası çok güçlü bir istihbarat ağına sahip olduklarını söylüyor. Dava dilekçesinin 6’ıncı sayfasında bu kuruluşlara ilişkin şu bilgilere yer veriliyor: “Edmonds’un FBI’da birlikte çalıştığı Melek Can Dickerson ve eşi Yarbay Douglas Dickerson, Sibel Edmonds ve eşine Amerikan Türk Derneği (ATA) ve Türk Amerikan Konseyi’nden (ATC) bahsederek bunlardan özellikle ATC için çalıştıklarını belirtmişler ve Edmondslar’ın bu kuruluş için çalışmalarını istemişlerdir.” Amerikan-Türk Konseyi ATC’nin 14 Mart 2005 tarihi itibariyle Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşmaktadır: Emekli General Brent Scowcroft (The Scowcroft Group ve Avrupa Enstitüsü Yöneticisi) Mustafa Koç (Koç Holding) George H. Perlman (Lockheed Martin) Ronald L. Whitehead (The Whitehead Group) Charles R. Johnston, Jr. (Baker Donelson) Canan Büyükünsal (Yönetici Müdür) Engin Artemel (Artemel International) Elizabeth Avery (Pepsico, Inc.) Özer Baysal (Pfizer) Terence Bedford (Raymond James & Associates) Sedat Birol (Eczacıbaşı) Kern Everett Briggs (Eli Lilly) Andy Button (Boeing) Brian Cavey (Washington Group International) Sahir Erozan (Garsonlukla başlayıp ABD’de ünlü Cities restoranlarını kuran, ABD eski başkanı Clinton’ın danışmanı) Sherrie Grandjean (UT/Sikorsky), Tulu Gümüştekin (CPS Danışmanlık Şirketi) Charles D. Hartman (Alarko Holding) Emekli Albay Preston Hughes (Savunma ve Güvenlik Komitesi Eşbaşkanı) Carolyn B. Lamm (White & Case) Emekli Büyükelçi Alan W. Lukens (Gama Industries) John R. Miller (Raytheon) Donald Nelson (Altria Group Inc) Büyükelçi Mark Paris (AFOT - American Friends of Turkey - Türkiye’nin Amerikalı Dostları Kuruluşu) Emekli General Elmer D. Pendleton (Askeri Danışman) Ronald M. Singer (General Electric) Hal E. Sunar (2 Mayıs 2002’de Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı tahkim davası açan Kuzey Amerika Kömür Şirketi PSEG Yöneticisi) Victoria Curzon-Price Dönemi Halen Mont Pelerin Başkanı olan Curzon-Price, daha önce Cenova Üniversitesi Avrupa Çalışmaları Enstitüsü Ekonomi Bölümü Profesörlüğü de yapmıştır. Öğretim üyesi olduğu kuruluşlar arasında Amsterdam Üniversitesi Avrupa Enstitüsü ve Cenova Üniversitesi Uluslar arası Yönetişim Enstitüsü de vardır. Avrupa pazarı üzerine yazılmış birçok kitap ve makalesi de bulunmaktadır. Curzon-Price’ın Mont Pelerin Cemiyeti yönetimi şu kadrodan oluşmaktadır: Kıdemli Başkan Yard. Leonard Liggio (ABD) Genel Sekreter Carl-Johan Westholm (İsveç) Mali İşler Sekreteri Edwin J. Feulner (ABD) Başkan Yardımcıları Charles Baird (ABD) Carlos Cáceres (Şili) Yoshinori Shimizu (Japonya) Jesus Huerto de Soto (İsp.) Direktörler Kurulu Eamonn Butler (İngiltere) Jean-Pierre Centi (Fransa) Peter Kurrild-Klitgaard (Danimarka) Greg Lindsay (Avustralya) Eduardo Mayora (Guatemala) Ruth Richardson (New Zealand) Michael Zoller (Almanya) Bunların yanı sıra, Curzon-Price’ın 234 kişilik bir Raportörler Kurulu da vardır. Dünyanın her yanından bu kurula katılmış üyelerin listesi aşağıdadır. Ahiakpor, James C. W., Ahmad, Imad A., Ahmanson, Howard, Allen, W.B., Alvis, John E., Anderson, Brian C., Anderson, Dr. Digby, Aquila, Dominic A., Attarian, John, Avery, Dennis T., Baden, John A., Baetjer, Howard, Jr., Ballor, Jordan, Bandow, Doug, Barry, John S., Bayer, Richard C., Beabout, Gregory R., Becker, Gary, Beckett, John D., Beers, Rev. J. Michael, Beisner, E. Calvin, Berger, Peter L., Black, Conrad M., Black, Noel A., Boettke, Peter J., Bolt, John, Bosnich, David A., Boxx, T. William, Brasington, Bruce C., Buckley, William F., Budziszewski, J., Burkett, Larry, Buttiglione, Rocco, Byker, Gaylen,, Callejas Vargas, Juan, Campbell, William F., Carey, David H., Carolan, Matthew, Carrasco, Rodolpho, Cheeks, Robert C, Cleveland, Paul A., Coleman, John, Colson, Charles W., Couhig, Mark St. John, Couretas, John, Coyle, Tim, Cross, Derek E., Davies, Antony, de Soto, Hernando, de Souza, Raymond J., Dennis, William C., Derr, Thomas Sieger, DeVos, Rich, Dobson, James, Dreisbach, Daniel L., Dulles, Rev. Avery (Kardinal), Dunn, Gregory, Dyksterhuis, Deanna, Echeverria, Eduardo, Edmond, Alfred A., Jr., Elliot, Mark, Ellmers, Glenn, Engler, John, Epstein, Richard A., Ericson, Edward E., Jr., Farina, John, Fedoryka, Kateryna, Feulner, Edwin J., Jr., Flanders, Todd R., Forte, David F., Friedman, Dr. Milton, Friess, Foster, Frohock, R. Chris, Fuller, Neal, Gheddo, Father Piero, Gilder, George, Gillen, Prof. Steven, Gómez-Zimmerman, Mario, Grant, George, Gregg, Samuel, Gronbacher, Gregory, Guerra, Marc, Guinness, Os, Guroian, Vigen, Gvosdev, Nikolas K., Hall, Rev. David W., Hartnedy, John, Hayward, Steven F., Healy, Gene, Hendrickson, Mark W., Henry, Carl F.H., Heyne, Paul, Higgins, Heather Richardson, Hill, Peter J., Himmelfarb, Gertrude, Hittinger, Russell, Hodel, Hon. Donald, Holland, James C., Huffington, Arianna, Huizenga, J. C., Ingersoll, Julie, James, Kay Coles, Johannes, Kristina, Johnson, Gordon, Johnson, Paul, Johnson, Willa Ann, Joyce, Michael S., Juurikkala, Oskari, Kelly, John, Kennedy, Robert G., Kennedy, James, Kettler, Christian D., Kirk, Dr. Russell, Kirkpatrick, Jeane, Klaus, Prime Minister Vacláv, Klimon, William M., Krason, Stephen M., Kuo, David, Kwong, Jo, Laird, Peter A., LaMothe, William R., Lapin, Rabbi Daniel, Lauber, William F., LeBlanc, Doug, Lee, Michael, Liggio, Leonard P., Lips, David, Loury, Glenn C., Lugo, Luis E., Lunn, John, Machan, Tibor, Malony, Megan, Marshall, Paul, Mastin, Paul A., Masugi, Ken, Mataconis, Douglas, Mataro, Steven W., McElwee, Michael, Meilaender, Gilbert, Merikoski, Ingrid A., Michelin, François, Mingardi, Alberto, Moreell, Ben (Amiral), Morel, Lucas E., Moreno, Pedro C., Morse, Jennifer Roback, Muras, Andrew, Murray, David, Mylod, Robert J., Nash, Laura, Nash, Ronald H., Nelson, Jeffrey, Nelson, Robert H., Neuhaus, Richard John, Novak, Jana, Novak, Michael, Olasky, Marvin, Ollivant, Douglas A., Opitz, Rev. Edmund A., Palau, Luis, Paredes, Mario J., Pell, George, Perkins, John M., Pham, John-Peter, Pollard, C. William, Powelson, Jack P., Prychitko, David L., Quinlivan, Gary M., Rae, Scott, Rasmussen, Douglas, Ray, Dixie Lee, Raymond, Lee R., Raynor, William J., III, Reed, Larry, Reiland, Ralph E., Rice, Charles E., Richardson, Ryan, Richman, Sheldon, Rogan, James E., Royal, Robert, Rustici, Thomas Carl, Sacks, Jonathan, Sadowsky, James, Sandoz, Ellis, Santorum, Hon. Rick, Scalia, Rev. Paul, Schall, Rev. James, Schansberg, D. Eric, Schasching, Johannes, Schlossberg, Herbert, Schmiesing, Kevin, Schneider, John R., Shain, Barry Alan, Shaw, Jane S., Sherman, Amy L., Shiely, John S., Simon, Julian, Simon, The Honorable William E., Sirico, Rev. Robert A., Skousen, Mark, Smith, George H., Smith, Brother Bob, Spalding, Matthew, Speidell, Todd, Spitzer, Robert., Stevens, Michael R., Szostkiewics, Adam, Tamari, Rabbi Dr. Meir, Templeton, John Marks, Thatcher, Margaret, Therrian, Michel, Thies, Clifford F., Thoburn, Jonathan D., Thomas, Justice Clarence, Tucker, Jeffrey, VanDrunen, David, Veryser, Harry C., von der Heydt, Barbara, von Kuehnelt-Leddihn, Erik, von Liechtenstein, Prens Nikolaus, Waterman, A.M.C., Watkins, James, Webb, Bruce G., Weeks, David L., Weigel, George, West, John G., Jr., Westholm, Carl-Johan, Williams, Walter, Williams, John K., Wilson, James Q, Wolma, Stephen, Wood, George, Woods, Thomas E., Jr., Zúñiga, Gloria L. Bölümün başında söylediğimiz gibi, “2004 yılı Cemiyet için oldukça hareketli bir yıldı”. Yönetim değişikliğinin gerçekleştiği ABD Salt Lake City’deki Genel Toplantı’ya ek olarak Almanya Hamburg’da Bölgesel, Sri Lanka’da da Özel toplantılar yapıldı o yıl. Bunlar içinde Hamburg toplantısı en öne çıkanlarından biri oldu. Katılımcıları arasında Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus’un da bulunduğu bu Bölgesel Toplantı’nın ağırlıklı konusu Avrupa Birliği idi. İlk kez Cemiyet, AB oluşumuna ve genişlemesine büyük bir dikkat yoğunlaştırıyordu. Bunda etken tüm ilgi alanı Avrupa olan Başkan Curzon-Price mıydı? Yoksa Cemiyet’in ilgi alanını ilk kez böylesine yoğun olarak Avrupa’ya kaydırması mı Curzon-Price’ın seçilmesinde etken olmuştu, bunu zaman gösterecek. Ama ilk ipuçlarını toplantıya sunulan tebliğlerden ve tartışmalardan çıkarmak da olanaklı. Çek Cumhuriyeti, Estonya, Kıbrıs, Litvanya, Letonya, Malta, Macaristan, Polonya, Slovenya ve Slovakya’nın Birliğe katılımının hemen öncesinde yapılan toplantının çağrılıları arasında bazı Japonların olması ilk anda yadırgandı. Ama -daha sonradan- 2005 yılının “AB- Japonya Yılı” ilan edilmesiyle durum açıklığa kavuştu. Mont Pelerin Cemiyeti, Avrupa Komisyonu’nun kararlarını yönlendirmeye de başlamıştı. Toplantı çağrılıları arasında bulunan Shijuro Ogata, Japon Bankası’ndan (Bank of Japan) emekli olduktan sonra Yamaichi Menkul Kıymetler Şirketi’nde (Yamaichi Securities) Baş Danışmanlık yapıyordu. Ayni zamanda Chase Manhattan Bank’ın danışmanı ve Fuji Xerox’un da yöneticisiydi. Ve 1993 yılından bu yana Trilateral Komisyon Başkan Vekilliğini yürütüyordu. Bir diğer çağrılı, Fransız Georges Berthoin ise 1975’den bu yana Trilateral Komisyon üyesiydi. Uzun süre Avrupa Başkanlığı yapmıştı. Paris Siyasal Bilimler Fakültesi (Ecole des Sciences Politiques) ve Harvard Üniversitesi mezunu olan Berthoin, AB’nin kökenini oluşturan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nda Jean Monnet’nin Özel Başsekreteri olarak çalışmış, Afrika’daki Nine Wise Men Group (Dokuz Akıllı Adam Grubu), Apsen Kurulu, Berlin ve New York Uluslar arası Barış Komiteleri üyesi olmuştu. Şimdilerde -1992’den bu yana- Trilateral Komisyon Avrupa Fahri Başkanı idi. Bir başka çağrılı ise, İngiliz Peter Sutherland’dı. O, BP’nin eski Başkanı, o yıl Türk Telekom’un özelleştirilmesinde birlikte hareket eden Sabancı Holding ve Koç Holding’in danışman olarak seçtikleri Goldman Sachs Yatırım Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ-WTO) kurucu İdari Direktörüydü. Ayni zamanda Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) Genel Direktörü olup Uruguay müzakerelerinin kotarılmasının başını çekmişti. Yıllardır Maasttricht Avrupa Enstitüsü Kamu Yönetimi Başkanı, Avrupa Entegrasyonu çalışmalarından dolayı Robert Schuman Madalyası sahibi ve Trilateral Komisyon Avrupa Başkanıydı. Daimler Benz, Pfizer, Münchner Merkür ve Handelskrammer Hamburg’un sponsorluğunda yapılan toplantıda Avrupa esenli çeşitli konularda tartışmalar yürütüldü. Cemiyetin Alman asıllı direktörü Michael Zoller, “dünyada ekonomilerin ideolojileri doğurduğunu oysa Avrupa’da ideolojilerin ekonomilere yön verdiği”nden yakınarak yaptığı konuşmada, “Avrupa’nın dünyanın geri kalanına yönelik dış politikasını fazla önemsemeyen, ama Avrupa ölçeğinde emekle sermaye arasında bir sosyal uzlaşmaya dayalı ılımlı bir kapitalizm arzulayanlar ve bu amaçla mücadele edenler”in, “sosyal bir Avrupa istemini politik bir Avrupa’nın kurulması istemiyle bütünleştirip, Güney ülkeleriyle, Rusya ve Çin’le dostça, demokratik ve barışçı ilişkiler geliştirme yanlısı olanlar”ın liberalizme ihanet içinde olduklarını söyledi. “Dünya ekonomi oyunu, kuralların akışkan olduğu bir çevrede oynanır. Kurallar yazıldığı ya da bilindiği zaman bile onları kimin dayattığından emin olunamaz. Bu durumda, uluslarüstü bir siyaset ve bölgesel ekonomik kurumların birbirleriyle tümleşimi kaçınılmazdır. Bu olmadığı sürece, ne sermaye akışkanlığı ne de verimi söz konusu olur. Avrupa’nın genişlemesi bu bakımdan şarttır. Çünkü eğer bir zaman için bile olsa Avrupa projesini bugünkü seviyede dondurmak, ona paralel olarak başka ittifak eksenlerinin oluşmasına temel hazırlamak olur. Bu da bir ucu Moskova’ya ya da Yeni Delhi’ye dek uzanacak serüvenlere kapı aralamak anlamınadır. Mevcut dünya liberal ekonomisi bunu kaldırmaya hazırlıklı değildir” diye tamamladı sözlerini. Fransa Maliye Bakanlığı kökenli Jean-Pierre Centi ise, iktisadi çevrimlere dikkat çekerek sundu tebliğini. “Dünya ekonomisinin anahtarı Amerika’dır” diyerek girdiği sözlerini, “Amerikan ekonomisi şimdiye kadar yılda yüzde 5 gibi oldukça etkileyici bir oranla büyümesini sürdürdü. Yine de bütün ekonomistlerinin bu durumdan mutlu olduğu söylenemez. Normal koşullar altında çoktan frene basmayı düşünürlerdi. Ama zaman normal zaman değil. Bir yandan uluslar arası terörizmin tehditleri artıyor öte yandan bu tehditlere koşut olarak en yakın bölgemizde yeniden komünist gruplaşmalar belirmeye başlıyor. Mevcut çılgın büyüme oranının sonsuza dek sürdürülemeyeceği aşikârdır. Borsa rakamlarının nefes kesen yükselişi için de aynı şey geçerlidir. Sahneden binlerce kilometre uzakta olduğumuz için bizim görüş ve önerilerimizin objektif olması mümkündür. Ama ne yazık ki kimi Amerikalı ekonomistler en dostane tavsiyeleri bile pek dikkate almazlar. Amerikan borsası ve orada konuşlananların gözü dönmüş görünüyor. ABD ekonomisinin, sonsuza kadar sürdürülebilecek bir büyüme oranına kavuşacağı varsayımsal bir noktaya doğru soğumakta olduğunu gösteren bir takım işaretler aranıyor. Bu arada hisse fiyatlarının çılgın yükselişinin önüne geçmek ve büyüme oranını düşürmek için uzun süre hiçbir şey yapmayan merkez bankası, olan bitenin en önde gelen sorumlusu oluyor. Amerikan borsasındaki bu balon yükseliş, eninde sonunda, sadece Amerika’yla sınırlı kalmayan ciddi sonuçlara yol açarak patlayabilir. Bu patlama eğrisi 1991 Martından bugüne değin şişerek sürüyor. Ve asıl tehlike bu şişme çevriminin artık bir patlamaya yol açmayacağı, sermaye hareketlerinin değiştiğini savunan Birleşik Devletlerde çok popüler olan yeni ekonomik paradigma teorisidir. Bu teoriye dayanak olarak taraftarları, küreselleşmenin gelişinin, ekonominin tüm yasalarını yeniden düşünmeye zorlayan köklü bir devrimi temsil ettiğini ileri sürüyorlar. Elbette küreselleşmenin artık geri dönülmez biçimde realize oluşu sermaye için muazzam bir pazar yarattı. Dünyanın köşe bucağını serbest yatırıma açtı. Ancak unutmamak gerekir ki, küreselleşmenin ve uluslararası işbölümünün 1914 öncesinde şimdikinden daha fazla olduğudur. Ama o zamanki gelişim eğrisinin nasıl sonuçlar verdiği de anımsanmalıdır. Bu noktada sistemi sağlıklı olarak ayakta tutacak tek baskın ekonomik lokomotif AB de değildir. Çünkü dünya ekonomisinin anahtarı konuşmamın başında da belirttiğim üzere Amerika’dır. Eğer patlamaların patlamalara yol açması, düşüşlerin düşüşlerden beslenmesi sistemin kuralı ise ve sistemin lokomotifi Amerikan ekonomisi ise, envanter döngülerini kontrol etmek de Avrupa’nın işi olmalıdır. Bunun da yolu, mal ve hizmetler için büyüyen çıkış yolları sağlayarak mevcut çevrimin takviye edilmesinde anahtar bir rol oynamaktan geçer. Bu nedenle hem Avrupa’nın kapsama alanını genişletmek hem de düşük ücretlerin hâkim olduğu ekonomilerden gelen rekabet tehdidini de sonlandırmak gerekir. Sendikacıların “küreselleşmeye” karşı düşmanlıklarını da bu ekonomik şantajdan bağımsız görmemeliyiz” şeklinde bağladı. Cemiyet eski Başkanı Amerikalı Leonard Liggio, “Bazı Avrupalı dostlarımızın küresel düzeydeki ekonomik faaliyetlerde şirketlerin gittikçe artan roller oynadıklarından ve sahip oldukları kapasiteler açısından devletlerle rekabet eder duruma gelmiş olmalarından yakınmalarını anlamak mümkün değildir” dedi. Ona göre, “Şirketlerin kimi ülkelerde siyasal davranışlar içine girmesi ve ülke politikasına müdahale ettikleri doğru olsa bile, bu davranışların temelinde kar amacı vardır ve bu amaç karşılıklılık esasına göre gerçekleşir. Eğer şirket karlı olacaksa, o ülke de olacaktır. Zaten bunu kavramış birçok ülkenin şirketlerle ilişkileri düne göre bugün çok daha ılımlı ve yapıcıdır. Bırakın ekonomi ideolojileri yönlendirsin. Aksi olursa felaket olur”du. Ve Avrupa Birliği’ni genişletecek yeni ülkelerden “Doğu Bloku” kökenli olanları “bu gerçeği diğerlerinden çok daha çabuk ve olumlu olarak kavramış bulunuyorlar”dı. Bu da, “ekonominin geleceğinin çok daha parlak olmasının güvencesi” idi. Hiç kuşku yok, buraya kadar konuşulanlar ve söylenenler o denli açık ki, ortaya “Avrupa Genişlemesi” gibi atılan ve hararetle desteklenen olgunun temelinde emperyalizmin yeni-sömürgecilik yöntemlerinin yattığı net biçimde görülüyor. Öte yandan AB olarak kendisini örgütleyen Avrupa’nın tüm tutumlarını ABD’ye bağlı olarak geliştirdiğini ve geliştirmeyi sürdüreceğini de göstermektedir. Ama emperyalizme karşı sürekli bir alternatif olarak sosyalist sistemin mevcut olmaması, emperyalist ülkeler arasındaki ilişkileri geçmiş dönemden farklı bir biçim almaya yönelteceği de kesindir. Bu nedenle, Amerikan emperyalizmi ile AB arasındaki çelişkilerin keskinleşmesi söz konusu olabilecektir. Şu an için, gelişen buhranın “lokalize” edilmesi noktasında AB, tümüyle Amerikan emperyalizmi ile “mutabakat” içindedir. Kısa vadedeki gelişmeler, bu “mutabakat” çerçevesinde ortaya çıkacaktır. Mont Pelerin Cemiyeti’nin buradaki belirleyici rolü de, bizzat Başkan Victoria CurzonPrice’ın sözleriyle açıklanmaktadır. O, 2004’ün en son Özel Toplantısı’nda, Sri Lanka’da konuşurken, “Çok uluslu şirketlerin ortaya çıkması ve sembol ekonomisinin dünya pazarı için belirleyici etken durumuna gelmesinden sonra artık ekonomik süper güç diye bir şey kalmamıştır. Bir ülke ne kadar büyük, güçlü ve verimli olursa olsun, dünya pazarındaki konumu için başkalarıyla rekabet halindedir. Bu liberalizmin zaferidir. Tek başına hiçbir ülke teknolojide, yönetimde, araştırma ve geliştirmede, reformsal süreçlerde, girişimcilikte rekabet öncülüğünü uzun süre koruyamayacaktır. Fakat uluslar ötesi bir şirket için hangi ülkenin ya da hangi ülkeler birliğinin o süreçte öncü olduğu fazlaca önemli değildir. Bu tür bir şirket artık bütün ülkelerde iş yapabilir ve bütün ülkelerde kendini rahat hissedebilir. Hayek’ten bugüne gerçekleştirilen en büyük düş budur” demiştir. Bu sözler de Mont Pelerin’in varlık amacını ve bu amacı nereye taşıdığını çok açık biçimde somutlamıştır. Kendisi çok deneyimli bir Avrupa uzmanı olan Curzon-Price’ın konuşmasının satır aralarından okunan ise, büyük sermaye grupları arasında işleyen birlik yönündeki eğilimin, ulus-devletlerin rekabetini tamamen ortadan kaldıracağını iddia etmenin kapitalizmin somut yapısal özelliklerine aykırı olduğudur. Sermayenin tekelleşmesi ve uluslararasılaşması, ulusal ve dünya ölçeğinde çelişkileri azaltmayacak tam tersine şiddetlendirecektir. Öte yandan, rekabetin tekeller arası rekabet düzeyine yükselmesi gerek ulus içi gerekse ulus ötesi ekonomik birleşmeleri teşvik edecektir. Büyük kaynaklara sahip ABD gibi tekelci kapitalist ülkelerin varlığı, bu güce sahip olmayan ülkelerin birlik arayışlarını güdüleyecektir. Ama hangi düzeyde olursa olsun, bu güdülerin dayandığı esas temel soyut bir birlik arzusu değil, kendi kapitalist çıkarlarını maksimize etme çabası olacaktır. Büyük kapitalist güçlerin dünyadaki nüfuz alanlarını paylaşmak için oluşturacakları birlikler, zayıf ülkelerin bir kısmını kapsasa dahi, öncelikle birincilerin çıkarlarını gözeten ve onlar arasındaki çekişmeleri de asla ortadan kaldırmayan emperyalist birlikler olacaktır. Bu nedenle, emperyalist birlik ve ittifakları, artık bozulmayacak, durağan ve kararlı birleşmeler şeklinde kavramak kapitalist işleyişe tamamen ters düşer. Bu bakımdan Curzon-Price’ın bizi götürdüğü sonuç, AB ya da benzeri birliklerin, birliğe üye olan ulus-devletler arasındaki çelişkileri tamamen ortadan kaldırabileceği ve bu devletler arasında çatışmasız bir üst-birlik dönemini başlatabileceği yolundaki varsayımın gerçeklerin sınavına dayanmadığıdır. Tek gerçek, şirketlerin egemenliğidir. AB’nin ayakta kalıp kalmaması ise şirketlerin davranışına bağlıdır. Şirketler için ise şu birlik ya da o ulus-devlet fazlaca önemli değildir. Önemli olan kendini her yerde egemen ve rahat hissetmesidir. Varılmış olan nokta budur. Emperyalizmin tarihi, diğer rakiplere karşı koyabilmek için çeşitli kapitalist güçler arasında çıkar birliği oluştuğunda, askeri, ekonomik ittifakların, koalisyonların, blokların, kurumların inşa edilebildiğinin örnekleriyle doludur. Avrupa Birliği de böyle bir birliktir. Belirli somut koşulların ve hesapların sonucu oluşturulan bu tür birlikler, şartlar değiştiğinde bozulur; yerine yenileri kurulur. Avrupa Birliği’nin yazgısı da kesinlikle bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ne ABD paratoneri ile ne de bölgesel oluşumlarla. Elbet Curzon-Price’ın söylemediği -söyleyemediği- şeyler de vardır: Kapitalizmin en yüksek aşaması olan emperyalizmin mali sermayenin dünya çapında egemenliğine dayandığı. Günümüzde kapitalizmin yeni ya da farklı bir evresiymiş gibi sunulan küreselleşmenin, Mont Pelerin Cemiyeti’nin tarihi boyunca neo-liberal ve monetarist tetiklemelerle tahkim ettiği emperyalizmin başka bir yüzü olduğu. Uluslararası işbölümü temelinde eşitsiz fakat bileşik gelişen ve eşitsizliği içinde karşılıklı bağımlılığı yeniden ve yeniden üreten kapitalist dünya sisteminin, içinde bütün kapitalist ülkelerin yer aldığı hiyerarşik bir piramide benzediği. Ve ne kadar tahkim edilmiş olursa olsun, bu hiyerarşiye içerilmiş nüfuz alanlarından herhangi birindeki tepkimenin piramidi tuz buz edip dağıtabileceği. İşte bu nedenle Colin Powell’ın da yönetim kurulunda bulunduğu bir federal kuruluş olan Broadcasting Board of Governors tarafından finanse edilen Hür Avrupa Radyosu’nun hâlâ komünizmle ilgili, komünizme karşı verilmesi gereken özgürlük mücadelesi üzerine kurulu haberler yayınlamayı sürdürdüğü ve Varşova Paktı’na karşı kurulduğu savına rağmen ne o paktın ne de sosyalist ülkeler bloğunun artık varolmamasına karşın NATO’nun kendini her geçen gün daha da güçlendirerek dünyanın her alanına yayıldığı… Sonsöz Küresel sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırıları, saldırı altındaki ülkelerde “ulusal” refleksleri canlandırıyor. Emperyalist tahakküme karşı anti-emperyalist tavırlar güçleniyor. “Ulus-devlet”in elden gideceği korkusu, olguyu somutça değerlendirmeyen kendiliğinden karşı çıkışları gündemliyor. Durumu tanıdaki yanlışlık, “refleks”, “tavır” ve “karşı çıkış” düzleminde tıkanıp kalıyor. Güçlü bir cepheye ivmelenemiyor, karşı eylemi boyutlandıramıyor. Küreselleşme, yerel ve bölgesel -yani “ulusal” ve uluslararası- sermayelerin, çok büyük şirketler biçimindeki üst örgütlenmelerle tümleşerek faaliyet alanlarını evrenselleştirmeleridir. Bunun anlamı, sermayenin egemen biçiminin, uluslararası düzlemde yoğunlaşma ve merkezileşme aşamasına ulaşmasıdır. Ancak bu yönelim -sanıldığının aksine- “ulus devlet”i bitirmeyi hedeflemez. Küreselleşme, ulusal olgu ve sorunları yoketmek bir yana, daha da körüklemektedir. İstediği denli ulusal olgu temelini ortadan kaldıracağını savlasın, kapitalist küreselleşme egemenliği eşitsizliğe, sömürüye ve baskıya dayandığı için, ulusal olguya süreklilik kazandıran bir ana eksen oluşturur. Burada söz konusu olan “ulus-devlet”in işlevsizleştirilmesi değil, “ulus-devlet”lerin çoğaltılmasıdır. Bu da ulusal çelişkilerin sistematik olarak yeniden ve yeniden üretimi ile gerçekleşir. Etnik-ulusal parçalanma ve çatışmaların temel etkeni kapitalist küreselleşmedir. Çünkü bu yolla birçok “ulus-devlet” yaratılacak ve yekpare “ulus-devlet” yapısı çökertilecektir. Ancak böylece karşıtlarını “böl-yönet”i yineleyerek bertaraf edebilecektir. Ve ancak bu yolla en küçük “ulusal sermaye” yapısını bile kendi içinde ergitecektir. Bu durum karşısında, salt “ulusçu” ya da salt “anti-emperyalist” tavır koymak, bir yanı faşizme öte yanı “üçüncü dünya solculuğu”na teyetlenmiş tutumlar olur. Faşist yana kayanlar, eninde sonunda küresel kapitalizmin tuzağına düşüp müttefiki konumuna kıstırılıp kalırlar. Üçüncü dünya solculuğuna kayanlar ise, “ulusalcı sol” türünden söylemlere uyaklanırlar ki bu da burjuva egemenliğinin yeniden üretiminin ve egemen boyunduruğun pekiştirilmesinden başkaca bir sonuca varmaz. “Küresel sermayenin merkezileşmiş yoğun saldırıları” karşısında “refleks”, “tavır” ve “karşı çıkış” düzleminde tıkanıp kalmamak, “güçlü bir cepheye ivmelen”mek ve “karşı eylemi boyutlandır”mak, ancak ve ancak saldıranın antitezini oluşturmaktan geçer. “Küresel sermaye”ye karşı, küresel sermaye karşıtı, anti-kapitalist bir tutumla eyleme koyulmak gerekir. Emperyalizmin kapitalizmin en yüksek aşaması olduğu nedeniyle, anti-emperyalist mücadelenin herşeyden önce anti-kapitalist bir mücadele olması şarttır. Kapitalizme, sermayeye karşı mücadelede tümleşmeden, ya da “ulusal sermaye”ye hoşgörü göstererek, hiçbir yere varılamaz. Çünkü küreselleşme, “ulusal” sermayenin uluslararası olanla ayni düzlemde tümleşmesi ve yoğunlaşması demektir. Bunlardan birine karşı cephe oluşturmadan ötekine karşı cephe oluşturulamaz. Yoksa tuzağa düşülür. “Küresel sermaye merkezi” Mont Pelerin Cemiyeti’nin öyküsü, anti-küresel mücadelenin nasıl biçimlenmesi gerektiğinin ipuçlarını içermektedir. Bu mücadele, küresel sermayeye karşı küresel anti-kapitalist savaşım mevzilerinde olacaktır. Anti-kapitalist olacağı için de, öyle sıradan refleksler, rastgele isyanlarla değil, toplumcu bilimin kılavuzluğunda gerçekleşecektir. Aksi düşünülemez bile. Mehmet Eymen, Caddebostan, 28 Mart 2005 VIII Ekler Ek: 1 Friedrich Von Hayek’in 1944 yılında kaleme aldığı Kölelik Yolu (The Road to Serfdom) adlı toplumculuk karşıtı kitabının özeti Kölelik Yolu Yazar rüşte erdikten sonra hayatının hemen hemen yarısını doğum yeri olan Avusturya’da Alman entellektüel hayatıyla sıkı temas halinde ve diğer yarısını da Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere’de geçirdi. Bu devre zarfında, kendisinde, Almanya’yı yok etmiş olan bazı güçlerin İngiltere’de de kendilerini göstermekte olduğuna dair gittikçe güçlenen bir kanaat oluştu. Nasyonal Sosyalistlerin işlediği nefret uyandırıcı büyük zulümler, totaliter bir düzenin burada gerçekleşemeyeceği konusundaki teminatı güçlendirmektedir. Fakat sadece 15 yıl önce böyle bir şeyin Almanya’da gerçekleşme ihtimalinin sadece Alman halkının onda dokuzuna değil ayrıca düşman devletlerin gözlemcilerinin de çok büyük bir kısmına inanılmaz geldiğini unutmamalıyız. O dönemde tipik Alman vasfı olarak bilinen bir çok belirleyici niteliğin bugün Amerika ve İngiltere’de aynı düzeyde yaygın olduğuna ve aynı istikamette ilerleme kaydedildiğine işaret eden bulgular vardır: Devlete karşı artan büyük saygı, “önüne geçilemez eğilimler”in kaderci bir yaklaşımla kabulü, her şeyin düzenlenmesine yönelik artan bir istek (buna şimdilerde ‘planlama’ diyoruz). Bu tehlikenin mahiyet ve kaynağı burada, eğer mümkünse, Almanya’da olduğundan da daha az anlaşılmaktadır. Hala anlaşılamayan büyük facia şuradadır: Almanya’da bugün nefret ettikleri rejimi yaratmış, hiç değilse hazırlamış olanlar, iyi niyetli insanlardır. Faşizmin ve nazizmin daha önceki devirlerin sosyalist eğilimlerine karşı bir reaksiyon olarak değil bu temayüllerin zaruri bir neticesi olarak ortaya çıktığını kabul etmeye hazır çok az kişi vardır. Şurası açık ki bu hareketlerin liderleri, başta Mussolini (Laval ve Quisling de dahil olmak üzere), sosyalist olarak başlattıkları hareketlerini faşist olarak sonuçlandırdılar. Mevcut demokrasilerde nazizmin bütün manifestosundan samimi olarak nefret eden bir çok kimseler, gerçekleştiği takdirde bizi dosdoğru bu dehşet verici istibdada götürecek bazı idealler için çalışmaktadır. Mühim olan nokta şudur ki, bugün fikirleri hadiselerin seyri üzerinde etkili olan kimseleri göz önüne getirirsek, hepsinin az ya da çok sosyalist olduğunu görürüz. Bu kişiler, ekonomik hayatımızın bilinçli olarak yönetilmesi ve rekabet düzeninin ekonomik planlama düzeni ile yer değiştirmesi taraftarıdırlar. Yüksek bir ideale tekabül eden bir istikbal yaratmaya gayret ederken peşinde koştuğumuz sonuca taban tabana zıt bir sonuçla karşılaşmaktan daha büyük bir trajedi olabilir mi? Planlama ve Güç Amaçlarına ulaşmak için kollektivistler “güç” yaratmak zorundadır. İnsanlar üzerinde başka insanlarca kullanılacak olan bu güç dünyanın henüz tanıyamadığı ölçüde büyüyecek ve kollektivist başarının büyüklüğünü de belirleyecektir. Demokrasi, merkezileşen ekonominin gerektirdiği şekilde kullanılacak olan bu gücün özgürlükler üzerinde yaratacağı baskının önünde önemli bir engeldir. İşte bu noktada demokrasi ile planlamanın çatıştığı ortaya çıkmaktadır. Bir çok sosyalist bireyci bir sistemde bireylerin ellerinden güçlerinin alınıp topluma devredilmesi durumunda, onu zayıflatabilecekleri konusunda yanılgıya düşmüşlerdi. Böyle düşünenlerin ihmal ettiği tek şey, tek bir planın hizmetinde toplanmasını istedikleri gücün başkasına transfer edilmek bir yana tahminlerin ötesinde büyümesi tehlikesidir. “Güç”ün daha önce onu bağımsız olarak kullanmış olan pek çok kişinin elinden alınıp tek bir varlığın elinde toplanması ile şiddeti inanılmaz derecede büyür ve adeta yeni bir nitelik kazanır. Ara sıra iddia edildiği gibi, Merkezi Planlama Teşkilatının kullandığı gücün, “özel firmaların yönetim kurulunun kollektif olarak kullandığı güçten daha büyük olamayacağı” görüşü de tamamen yanlıştır. Çünkü rekabetçi bir toplumda hiç kimse sosyalist planlama kurulunun sahip olduğu fonksiyonel gücün küçük bir parçasını dahi kullanamaz. “Güç” ün bölünerek dağıtılması ve yaygınlaştırılması, zorunlu olarak mutlak miktarının azaltılması demektir. Bu bakımdan, rekabetçi sistem, insanların insanlar üzerinde uyguladıkları “güç” ün kişilere dağıtılarak asgariye indirilmesi için düşünülebilecek tek sistemdir. İster komşum, hatta ister patronum olsun, bir milyonerin benim üzerimdeki iktidarı, devletin zorlayıcı kuvvetini temsil eden ve benim hangi şartlar altında yaşayıp çalışabileceğimi kendi takdirine göre kararlaştıracak olan en küçük bir memurun iktidarından muhakkak ki daha azdır. Kim inkâr edebilir ki, zenginin kudretli olduğu bir dünya, yalnız kudretlinin zengin olabileceği bir dünyaya nazaran daha iyidir. Hangi açıdan bakarsak bakalım, hayatını dilediği gibi tanzim etmek hususunda, düşük ücretli alelade bir İngiliz işçisi, mesela Almanya’daki bir küçük patrondan veya Rusya’daki çok yüksek ücretli bir mühendisten daha fazla imkâna sahiptir. İşini veya ikamet yerini değiştirmek, boş vakitlerini dilediği gibi geçirmek veya şahsî kanaatlarını izhar etmek hususunda, bu İngiliz işçisi mutlak engellerle karşılaşmaz, şahsî emniyeti ve hürriyeti bakımından tehlikeye maruz kalmaz. Bizim neslimizin unutmuş olduğu şey şudur: Yalnız mal sahipleri için değil, hemen hemen onlar kadar mal sahibi olmayanlar için de, hürriyetin en iyi teminatı hususi mülkiyettir. İstihsal vasıtalarının mülkiyeti birbirlerinden müstakil olarak hareket eden çok sayıda insanlar arasında bölünmüş olduğu içindir ki, hiç kimse bizim üzerimizde tam bir hakimiyete malik değildir ve fert dilediği gibi hareket etmek imkânına sahiptir. Bütün istihsal vasıtaları bir tek elde toplanırsa -bunun adına ister “cemiyet”, ister “diktatör” densin- bu iktidarı elinde tutacak olanın topyekün hakimiyeti altına gireriz. Ekonomik güç dediğimiz şey, bir baskı aracı olarak kullanılsa bile, çok sayıda özel ellere dağıldığından hiçbir zaman inhisarcı ve komple olamadığı gibi, herhangi bir insana tüm ömrü boyunca da uygulanamaz. Bu güç, ne zaman bir politik güç olarak merkezileşirse o zaman esaretten farksız bir bağımlılık yaratır. Başka bir deyişle “Tek işverenin devlet olduğu bir ülkede muhalefetin anlamı, yavaş yavaş ölüme mahkumiyettir.” Tehlikenin Arka Planı Sosyalizm ile bütün diğer kolektivizm şekillerinin zıddı olarak kullandığımız ferdiyetçiliğin, egoizmle hiçbir zarurî münasebeti yoktur. Unsurlarını Hıristiyanlıktan ve klasik eski çağdan alan, ilk defa Rönesans’ta tam bir inkişafa mazhar olan ve o zamandan sonra da garbî Avrupa medeniyeti dediğimiz şeyi yaratan bu ferdiyetçilik acaba nedir? Ferde fert olarak saygı göstermek; kanaat ve zevklerinin ne kadar dar olursa olsun, kendi sahası içinde kendine ait bir mesele olduğunu kabul etmek; insanların ferdî kabiliyet ve temayüllerini inkişaf ettirmelerinin arzuya şayan olduğuna inanmaktır. Sosyal gelişimin genel istikameti bireyin feodal toplumdan bu yana gelen bağlarından özgürleştirilmesidir. Ferdî enerjilerin serbest bırakılmasının en önemli neticelerinden biri de belki ilmin harikulade gelişmesi olmuştur. Fakat, sanayi serbestliği yeni bilgilerin serbestçe kullanılmasını mümkün kıldığı andan itibaren; bir rizikoya katlanmak iktidarında olan her insan, ekseriya tedrisatı murakabe etmekle mükellef makamların haberi bile olmadan, her istediği tecrübeye girişmek imkânını elde ettiği andan itibaren ve ancak bundan sonra, ilim bilhassa son 150 yıl zarfında- kainatın çehresini değiştiren muazzam terakkileri gösterebilmiştir. Elde edilen netice bütün ümitleri geride bıraktı. İnsan zekasının serbestçe işlemesine mani olan engellerin yıkıldığı her yerde, insan durmadan genişleyen arzularını süratle tatmin edebilmek iktidarını kazanıyordu. Yirminci yüzyılın başlarına doğru, Batı aleminde, işçi bundan yüzyıl önce belki mümkün bile görülmeyecek olan bir şahsî istiklal, emniyet ve maddî refah seviyesine ulaşmıştır. Bu terakki insanlara, kendi mukadderatlarına hakim olma bakımından yepyeni bir itimat ve talihlerini hudutsuz derecede iyileştirmek imkânına malik olduklarına dair bir kanaat aşıladı. Muvaffakiyetle birlikte insanların ihtirası da arttı ve insan muhteris olmakta tamam ile haklıydı. Vaktiyle baş döndürücü olan vaatler kâfi sayılmamaya ve terakkinin temposu çok yavaş gelmeye başladı ve bir gün geldi ki, vaktiyle bu terakkiyi imkân dahiline sokmuş olan prensipler, elde edilen neticeleri korumak ve geliştirmek için muhafazası zarurî şartlar olarak değil, daha hızlı bir terakkinin tahakkukuna set çeken ve derhal yok edilmesi icap eden engeller olarak görülmeye başlandı. Söylenebilir ki Liberalizmin en büyük başarısı, gerilemesinin nedeni haline geldi. XIX. Yüzyılın iktisadî politikasının prensiplerini ifadeye yarayan kaba kaidelerin sadece bir başlangıç olduğundan, henüz öğrenmemiz icap eden pek çok şeyler bulunduğundan ve takip ettiğimiz istikamette daha muazzam terakki imkânlarının mevcudiyetinden, hiçbir aklı başında insanın şüphe etmemesi lazım gelirdi. Bugün hakim olan fikirlere göre, insanların uğraşması lazım gelen mesele, hür bir cemiyet nizamı içinde kendiliğinden doğan kuvvetlerin en iyi şekilde nasıl kullanılabilecekleri meselesi değildir. Beklenmeyen neticeler doğuran bu kuvvetleri bir tarafa bırakarak, “pazar”ın gayri şahsî ve anonim mekanizması yerine, bütün içtimai kuvvetleri, düşünerek kararlaştırılmış belli gayelere doğru kollektif ve “şuurlu” bir şekilde sevk ve idare etmeye kalkışmış bulunuyoruz. Şurası kesin ki, Liberalizmin bu terk edilişi, ister aşırı bir sosyalizm veya sadece daha az radikal bir “teşkilatçılık” veya “plancılık” olarak bilinsin, Almanya’da tekamül ettiler ve en geniş inkişafa mazhar oldular. XIX. Yüzyılın son çeyreği ile XX. Yüzyılın ilk çeyreği zarfında sosyalizmin nazarî ve amelî sahada gelişmesi bakımından Almanya büyük hamleler yaptı öyle ki, bugün bile, Ruslar münakaşaya umumiyetle Almanların bıraktığı noktadan devam etmektedirler. Almanlar, Nazilerden çok zaman önce liberalizm,demokrasi,kapitalizm ve bireyselciliğe saldırıda bulunuyorlardı. Yine Nazilerden uzun zaman önce, İtalya ve Almanya’da sosyalistler, daha sonra Nazi ve faşistlerin etkili olarak kullanacakları teknikleri kullanıyorlardı. Beşikten mezara kadar ferdin bütün faaliyetlerini kucaklayan, bütün meseleleri parti felsefesinin ışığı altında inceleyerek fertlere her hususta kendi kanaatlarını kabul ettiren siyasi bir parti anlayışını ilk defa tatbik sahasına çıkaranlar sosyalistler olmuştur. Çocukları, daha en körpe yaşlarında -iyi “proleter” olarak yetiştirmek üzere- siyasi teşkilatlara kaydetmeye ilk defa başlayanlar faşistler değil, sosyalistler olmuştur. Parti azalarının başka kanaatteki insanlarla temas ederek zehirlenmelerini önlemek üzere, partiye bağlı spor klüpleri kurmayı, maçlar ve oyunlar tertiplemeyi ilk defa düşünenler de faşistler değil, sosyalistlerdir. Kendi mensuplarını, hususi bir selamlaşma ve hitap tarzı ile diğer insanlardan ayırmayı ilk defa icra edenler de sosyalistler olmuştur. Kendilerine mahsus “hücre” teşkilatları ile, azalarının hususi hayatlarını daimi bir nezaret altında bulundurmak suretiyle, totaliter partilerin ilk örneğini onlar vermiştir. Hitler iktidara geldiğinde, Liberalizm Almanya’da çoktan ölmüştü ve onu öldüren de sosyalizm olmuştu. Sosyalizmden faşizme geçişi yakından müşahede etmiş olan birçok insanlar bu iki rejim arasındaki ilişkiyi gitgide daha açık bir şekilde anlamışlardır. Fakat Demokrasilerde, insanların ekserisi hâlâ sosyalizmle hürriyetin telif edilebileceğine inanmaktadır. Bu kesimler şunu fark edememektedir ki; son nesillerin büyük ütopyası, demokratik sosyalizm, yalnız imkânsız olmakla kalmaz; üstelik ona kavuşmaya uğraşırken tamamen farklı bir neticeye varılmaktadır: Özgürlüğün bizzat kendisinin yok edilmesi. Daha önce de söylendiği gibi, “devleti “cehennem” hâline getiren şey, insanın onu “cennet” hâline getirmeye kalkışmasıdır.” Bugün, İngiltere ve Amerika’da aynı istikamette güçlerin hareket ettiğini ve eskiden liberal kabul edilen her şeye karşı bir küçümsemenin arttığını görmek kaygı vericidir. Çok sayıda yazar, nasyonal sosyalizmin başarılı olduğu atmosferi hazırlarken “Muhafazakâr Sosyalizm” (başka çevrelerdeki adıyla ‘Dinî sosyalizm’) gibi bir sloganı çok sık kullanmışlardır. Bu gün demokrasilerde egemen olan görüş bu “Muhafazakâr Sosyalizm”dir. Liberal Planlama “Plancılık” halk arasında kazandığı rağbeti geniş ölçüde şu vakıaya borçludur; herkes, müşterek meselelerimizin mümkün olduğu kadar rasyonel bir şekilde ele alınmasını ve bunu yaparken mümkün olduğu kadar basiretkâr davranılmasını ister. Modern plancılarla liberaller arasındaki münakaşa, basiret göstermemiz icabedip etmediği ve müşterek faaliyetlerimizin planını yaparken sistemli bir şekilde düşünmemiz lazım gelip gelmediği meselesi değildir. Münakaşa bu işin yapılması için en iyi yolun hangisi olduğu noktasındadır. Bu gayeye varmak için, hükümet, fertlerin bilgi ve teşebbüslerine en geniş imkânları sağlayacak şartları hazırlayıp, mümkün olan en iyi planları yapmak işini bizzat fertlere bırakmakla mı iktifa etmelidir; yoksa kaynaklarımızın rasyonel bir şekilde kullanılması, bütün faaliyetlerimizin, şuurlu hazırlanmış bir proje dahilinde, merkezi bir idare ve teşkilata bağlanmasını mı icap ettirir?... Bu çeşit plancılığa muhalefet etmekle, dogmatik bir “bırakınız yapsınlar” (laissez faire) taraftarlığı aynı şey değildir. Liberalizm, insanların ahenkli bir düzen dahilinde gayret sarf etmelerini sağlayan “rekabet” kuvvetlerinden kabil olduğu kadar iyi bir şekilde istifade edilmesini ister; yoksak her şeyin olduğu gibi bırakılmasını istemez. Liberalizm, ferdî gayretleri sevkü idare etmek için en iyi vasıtanın rekabet olduğu kanaatine dayanır. Rekabetin hayırlı bir rol oynayabilmesi için itina ile kurulmuş bir hukukî düzenin lüzumunu inkâr etmek şöyle dursun, bunun lüzumu üzerinde bilhassa ısrar eder; eski ve hâlen mevcut kanunların büyük kusurları olduğunu kabul eder. Fakat iktisadî liberalizm, rekabetin yerine, beşerî faaliyetleri düzenlemek hususunda daha verimsiz, daha aşağı olan metotların ikame edilmesine muhaliftir. Liberalizm rekabeti, yalnız -ekseri hallerde- bilinen metotların en verimlisi olduğu için değil, daha ziyade, otoritenin keyfî ve zorlayıcı müdahalesi olmaksızın faaliyetlerimizi yekdiğerine intibak ettirmenin yegane yolu olduğu için, diğer metotlardan üstün sayar. Gerçekten, rekabet lehindeki başlıca delillerden biri de, “şuurlu sosyal murakabe” den sarfınazar etmek imkânını sağlaması ve muayyen bir mesleğin verdiği ümitlerin o mesleğin tazammum ettiği mahzur ve rizikoları karşılamaya kâfi gelip gelmediğine karar vermek hususunda fertlere bir imkân temin etmesidir. Başarılı bir rekabet ortamı herhangi bir tür devlet müdahalesine engel değildir. Zehirli maddelerin kullanılmasını menetmek, veya bunların kullanılması hususunda hususi ihtiyat tedbirleri almak, çalışma saatlerini sınırlandırmak veya bazı sıhhi tesislerin kurulmasını emretmek, bütün bunlar rekabetin muhafazası ile pekala kabili teliftir. Bunun yanında rekabet ortamının uygulanamayacağı bir takım kesin alanlar da mevcuttur. Ağaçsızlanmanın, bazı zirai metotların, fabrika duman veya gürültüsünün zararlı neticelerini ne maliklere, ne de bir tazminat mukabilinde bu zararlara katlanmağa razı olanlara hasretmek mümkün değildir. Şüphesiz, rekabet mekanizmasını işletmek kabil olmayan hallerde, otoritenin müdahale etmesi icap edecektir; fakat bu, rekabetin, işleyebileceği sahalarda dahi ortadan kaldırılması lazım geldiğini ispat etmez. Demek ki devletin büyük ve münakaşa götürmez bir faaliyet sahası vardır: Rekabeti mümkün olduğu kadar tesirli kılacak şartları yaratmak, rekabetin tesirli olamayacağı yerlerde onun yerine başka şey ikame etmek, tekelleşmeleri önlemek. Bu, asla rekabet sistemi ile merkezden yönetim sisteminin ‘orta yolu’nun bulunmasının mümkün olduğu anlamına gelmez. Buna rağmen süratle böyle bir merkezi idare sistemine doğru yaklaşmamızın sebebi, ekseri insanların “zerre halindeki” rekabet ile merkezileştirilmiş idare arasında ortalama bir yolun bulunabileceğine inanmakta devam etmeleridir. Gerçekten, bu şekil de görünüşte son derece akla yakındır ve akıllı insanların en fazla hoşuna gidebilecek hâl tarzı, ne tamamı ile ademi merkeziyetçi serbest rekabet, ne de tek bir plan dairesinde topyekün merkeziyetçilik olmayıp, bu iki metodun mahirane bir şekilde mezcedilmesidir. Fakat bu konuda aklı selim insanı aldatabilir. Rekabet, muayyen bir hadde kadar, nizamlanmaya tahammül edebilir; fakat rekabeti öldürmeksizin ve istihsale tesirli bir şekilde rehberlik etmesine mani olmaksızın, rekabet ile plancılığı istediğimiz ölçüde telif etmemize imkân yoktur. Gerek rekabet, gerekse merkezi idare, tam olmadıkları takdirde gayet fena neticeler verirler ve iki usulün birbirine karıştırılması her ikisinin de tesirsiz kalması demektir. Plancılıkla rekabet ancak bir şekilde mezcedilebilir; rekabeti kaldırmak üzere değil, rekabeti gerçekleştirmek üzere planlar yapmak suretiyle. Tenkit ettiğimiz plancılık, sadece rekabeti kaldırmaya matuf olan, rekabet sisteminin yerine geçmek isteyen plancılıktır. Büyük Ütopya Hiç şüphe yok ki, demokrasilerde ekonomik ekinliklerin merkezden yönetilmesini isteyenlerin büyük kısmı hala sosyalizm ile bireyselciliğin birlikte yürüyeceğine inanmaktadır. Geçmişteki büyük mütefekkirlerin çoğunluğu, oysa, sosyalizmi özgürlük için ölümcül bir tehlike olarak tanımlamışlardı. Sosyalizmin başlangıçta otoriter bir doktrin olarak doğduğu bugün pek nadiren hatırlanmaktadır. Oysa Sosyalizm, açıkça Fransız ihtilalinin liberalizmine karşı bir reaksiyon şeklinde başlamıştır. Modern sosyalizmin temellerini atan Fransız müellifleri, fikirlerinin ancak diktatörce bir idare sayesinde tatbik edilebileceğine inanmışlardı. Modern “plancı”ların birincisi olan Saint Simon, kendi planlarına itaat etmeyenlerin “hayvan gibi muamele göreceklerini” haber vermekten bile çekinmiyordu. Özü itibariyle ferdiyetçi bir müessese olan demokrasinin sosyalizm ile telif edilemeyeceğini kimse A. De Tocqueville kadar vuzuhla görememiştir: Demokrasi ferdî bağımsızlığın sahasını genişletir, sosyalizm ise daraltır. Demokrasi her insanın kıymetini mümkün olan azamî hadde kadar yükseltir, sosyalizm her insanı bir vasıta, bir alet, bir rakam hâline getirir. Demokrasi ve sosyalizm yalnız bir kelime ile birbirlerine bağlıdırlar, müsavat. Fakat aradaki farka dikkat ediniz: demokrasi hürriyet içinde müsavat sosyalizm ise sıkıntı ve kölelik içinde müsavat ister. Bu şüpheleri ortadan kaldırmak ve siyasî motorların en kuvvetlisi olan hürriyet arzusunu kendi arabasına koşabilmek için, sosyalizm gitgide “yeni bir hürriyet” vaat etmek yolunu tuttu. Sosyalizm “iktisadî hürriyet”i getirecekti, iktisadî hürriyet olmadıktan sonra, elde edilmiş siyasî hürriyet “muhafaza edilmeye değmez”di. İleri sürülen delilin akla yakın görünmesi için hürriyet kelimesinin manasında yapılan kurnazca değişiklik, mühim bir hadisedir. Siyasî hürriyetin büyük havarileri, hürriyetten bahsederken şunu kastetmişlerdi: her türlü cebirden, başkalarının her türlü keyfî ve indî muamelelerinden masun olmak, insanları bir amirin emirlerine itaate mecbur eden ve hiçbir seçim hakkı bırakmayan bağlardan kurtulmak. Halbuki “yeni hürriyet”, her birimizin yolumuzu serbestçe intihap imkânlarımızı ister istemez ve gayri müsavi surette tehdit eden harici şartların yüklediği mecburiyetten, her türlü ihtiyaçtan kurtulmak manasına geliyordu. Bu manada, hürriyet kelimesi iktidar veya servete verilen yeni bir isimden başka bir şey değildir. Şu halde, yeni hürriyet talebi, aslında, servetin müsavi surette taksimi yolundaki çok eski talebin isim değiştirmiş şeklinden başka bir şey değildi. Planlanmış ekonominin rekabetçi sisteme nazaran, daha fazla miktarda ekonomik getirisi olacağına dair iddia, bizzat kendi takipçileri tarafından terk edilmektedir. Buna rağmen plancılığa giden yol boyunca bizi çeken de bu iddianın kendisidir. Bununla beraber, birkaç yıldan beri, en umulmadık kimseler sosyalizmin önceden görülmeyen neticeleri hakkındaki eski endişeleri yeniden ortaya atmaya başlamışlardır. Birbiri ardından birçok müşahitler, beklediklerinin tam aksine olarak, “faşist” rejimdeki hayatla, “komünist” rejim altındaki hayatın birçok bakımlardan birbirine fevkalade benzediğini görerek, hayrete düşmüşlerdir. Bir Alman müellifinin (Peter Drucker’ın) dediği gibi ‘Marksizm yolu ile hürriyet ve müsavata erişmenin mümkün olduğu kanaatinin tamamı ile yıkılması, Rusya’yı da, Almanya ile aynı yolu tutarak, tamamı ile menfi, totaliter ve gayri iktisadî bir hürriyetsizlik ve müsavatsızlık nizamına doğru gitmeye mecbur etmiştir. Bu, komünizm ile faşizmin, özleri itibariyle aynı olduklarını göstermez. Faşizm, komünizmin sadece bir hayalden ibaret olduğu anlaşıldıktan sonra varılan bir safhadır. Ve gerek Stalin Rusya’sında, gerekse Hitler’den önceki Almanya’da komünizmin hayal olduğu tahakkuk etmiştir’. Pek çok Nazi ve faşist liderlerinin 1933 öncesinde fikrî inkişaflarının seyri de aynı şekilde manidardır. Bir genç komünisti nazizme veya bir Nazi’yi komünizme geçirmenin nispeten ne kadar kolay olduğu Almanya’da pek iyi biliniyordu ve bilhassa iki partinin propagandacıları bunu herkesten daha iyi biliyorlardı. Gerçi, 1933’ten önce Almanya’da ve 1922’den önce İtalya’da, komünistlerle Naziler veya faşistler, diğer partilerle çarpıştıklarından daha çok kendi aralarında çarpışmışlardır. Çünkü, zihniyet itibariyle aynı tipte olan kimselerin müzaheretini kazanmak için birbirleriyle rekabet ediyorlar ve birbirlerine karşı aynı dinin muhtelif mezheplerine mensup olanların kinini besliyorlardı. Fakat fiil ve hareketleri bu partilerin birbirlerine ne kadar yakın olduklarını göstermektedir. Gerek komünistler, gerek faşistler için hakiki düşman, kendileriyle hiçbir müşterek noktası olmayan ve kandırmayı ümit edemeyecekleri insan: eski moda liberal insandır. Nazi gözüyle komünistler, komünistlerin nazarında Naziler, her ikisi için sosyalistler muhtemel ve müstakbel azalardır; yanlış bir peygamberin peşine takılmış, fakat iyi mayalı kimselerdir. Halbuki gerek komünistler, gerek Naziler bilirler ki, ferdî hürriyete hakikaten inananlarla kendileri arasında hiçbir anlaşma mümkün değildir. Bize Özgürlük Yolu olarak vaat edilen şey aslında kölelikte biten bir otoyoludur. Bir demokrasi planlı iktisat yoluna girdiği takdirde, bundan ne gibi neticeler doğacağı kolayca kestirilebilir. Bu karara takaddüm eden münakaşalar esnasında, plancılığın gayesi, mesela “umumi refah” gibi müphem bir tabirle ifade edilmiştir. O zaman görülecektir ki planlı iktisat prensibi üzerinde anlaşmak, planın gayesi hakkında da anlaşmış olmak manasına gelmez. İnsanların, planın gayesi üzerinde anlaşmaya varmaksızın sadece merkezî bir plancılığın lüzumlu olduğu hususunda uyuşmaları, tıpkı bir topluluğun, nereye gidileceği hususunda bir anlaşmaya varmadan, seyahate çıkmaya karar vermesine benzer. Netice şudur: Bu insanların hepsi, içlerinden çoğunun hiç de istemediği bir seyahat yapmaya mecbur olacaklardır. Demokratik bir meclisin, alelade bir kanunu müzakere eder gibi, bütün bir iktisat planını madde madde kabul ve tadil etmesi tamamı ile saçma olur. Milletvekillerinden istenilen şey, üzerinde anlaşmaları kabil olan hususlarda faaliyette bulunmaları değil, fakat her hususta, bütün milli kaynakların sevkü idaresi hususunda anlaşmaya varmalarıdır ki takip edilmesi mümkün müspet faaliyet istikametlerinin sayısı son derece çok olunca, bu istikametlerin herhangi birisi lehinde çoğunluk teşekkül etmesi için hiçbir sebep yoktur. Parlamento, adım adım ilerleyerek muayyen bir proje üzerinde anlaşmaya varabilse bile, hiç şüphesiz bu proje neticede kimseyi tatmin etmeyecektir. Bu şekilde bir iktisat planı vücuda getirmek, mesela demokratik usullerle bir askeri harekat planı yapmaktan daha zordur. Ve yavaş yavaş şu kanaat yerleşecektir ki, plancılığı verimli ve müessir bir şekilde yürütebilmek için, bunun idaresini, “politikacı” lardan alıp, mütehassıslara, daimî memurlara veya müstakil teşekküllere tevdi etmek lazımdır. Ve hatta bir demokrasi ekonomik etkinliğin her alanında planlama yapmayı başarsa, yine de bu ayrı planları tek bir bütüne aktarma problemiyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Fakat planlı iktisadın lüzumlu olduğu hakkındaki müşterek kanaat kuvvetlendikçe ve plan yapmak hususunda demokratik meclislerin ehliyetsizliği müşahede edildikçe, hükümete veya herhangi bir kimseye kendi mesuliyeti altında serbestçe hareket etmek salahiyetinin verilmesini isteyenler de o nispette artacaktır. “İktisadi diktatörlük” isteği, plancılık yolundaki cereyanın karakteristik bir safhasıdır. En iyi ihtimalle, parlamentonun rolü, mutlak iktidarı fiilen elinde tutacak olanları seçmekten ibaret kalacaktır. Sistem yavaş şu bildiğimiz plebisitli diktatörlüğe doğru gidecektir: Bu sistemde hükümet şefi zaman halk oyuna müracaat etmek suretiyle mevkiini muhafaza eder, fakat insanlara dilediği şekilde oy verdirmek için gerekli iktidara da tamamı ile maliktir. Bizim belirtmek istediğimiz şey, diktatörlüğün mutlaka hürriyeti ortadan kaldırdığı değil, fakat planlı iktisadın diktatörlüğe müncer olduğudur; çünkü diktatörlük bir ideali zorla gerçekleştirmek için en iyi icbar vasıtasıdır; bu itibarla geniş ölçüde planlaştırılmış bir cemiyet nizamı kurmak için elzemdir. Demokratik usullerle elde edilen bir iktidarın keyfi olamayacağı düşüncesini haklı gösterecek hiçbir sebep yoktur; bir iktidarı keyfî olmaktan alıkoyan şey, bu iktidarın kaynağı değil, sınırlarıdır. Hakiki bir “proletarya diktatörlüğü” şekil itibariyle demokratik de olsa, iktisadî faaliyetin merkezden idaresine kalkıştığı gün, ferdî hürriyeti tamamen yok etmek hususunda herhangi bir mutlakıyet rejiminden herhalde geri kalmayacaktır. Ferdî özgürlük, tüm toplumun sürekli olarak tabi kılınmak istendiği tek bir amacın egemenliği ile bağdaşmaz. Bunun tek istisnası, savaş ve geçici felaket anlarıdır. Ancak bu istisnai durumlardadır ki özgür toplum çok acil ve zorunlu bir nedenle tek bir hedefe tabi kılınabilir. Bu, uzun dönemde özgürlüğümüzü korumamız için ödememiz gereken bir fiyattır. Bu yüzdendir ki savaş zamanlarının moda olan ifadelerinin barış zamanında da geçerli olabileceğini düşünmek çok yanıltıcı olacaktır. Gelecekte daha güvenceli olabilmesi için, geçici olarak özgürlüğümüzün feda edilmesi düşünülebilir. Ancak, aynı şey hayatı sürekli olarak düzenlemeyi amaçlayan bir sistem için söylenemez. Sosyalizmden faşizme geçişi yakından müşahede etmiş olan birçok insanlar bu iki rejim arasındaki akrabalığı gitgide daha açık bir şekilde anlamışlardır. Sosyalizmin gerçekleşmesi hürriyetin imhası demek olacaktır. Son nesillerin büyük ütopyası, demokratik sosyalizm, basitçe imkansızdır. En Kötüler Neden Zirvede? Bir İngiliz faşist sistemi, İtalyan ve Alman modellerinden elbette farklı olacaktır. Şiddete başvurmadan gerçekleştirilecek bir dönüşümle daha iyi bir lider tipine ulaşmamız da mümkündür. Ancak, bunun anlamı, faşist İngiliz sisteminin öteki benzerlerinden daha farklı ve hoşgörülü olması değildir. Bize mevcut totaliter sistemin en kötü çizgileri olarak görünen şeylerin, bu sistemin tesadüfi yan ürünleri olmayıp, totalitarizmin eninde sonunda mutlaka yaratacağı bir fenomen olduğunu düşündüren güçlü nedenler vardır. Tıpkı bir demokrat devlet adamının, ekonomik hayatı planlamaya koyulduktan sonra, ya diktatörce güçlerle donatılmak ya da plandan vazgeçmek ikilemiyle karşılaşması gibi totaliter lider de kendisinin geleneksel moral değerlerle, başarısızlık arasında tercih yapma zorunda kaldığını görecektir. Toplumda, vicdansız ve hukuk tanımayan insanların totalitarizme daha yatkın olmaları tesadüfi değildir. Bunu göremeyen bir insan, totalitarizmi liberal rejimden ayıran sınırın genişliğini ve kollektivizm ile özellikli bireyci Batı Uygarlığı arasındaki manevi iklim farkını kolay kolay anlayamaz. Totaliter bir rejimi halkın tümüne kabul ettirebilme şansı, liderin etrafında, başkalarına zorla kabul ettirilecek totaliter disiplini gönüllü olarak kabul etmeye hazır bir grubu toplama şansına bağlıdır. Sosyalizmin, ancak sosyalistlerin çoğunun benimsedikleri metotlarla gerçekleştirilebileceğinin anlaşılması, kuşkusuz pek çok sosyal reformcunun geçmişten aldıkları en önemli derstir. Eski sosyalist partiler, sadece demokratik idealleri frenlemektedir. Ayrıca bu partilerin, üstlendikleri misyonu gerçekleştirmenin gerekli kıldığı acımasızlıkları da yoktur. Ancak, ilginçtir ki, gerek Almanya gerekse İtalya’da, faşizmin başarısını hazırlayan şey her iki ülkede de sosyalist partilerin hükümet sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmeleri olmuştur. Bu partiler daha önce topluma tanıttıkları ve kendilerine kapıyı araladıkları yöntemleri uygulamaktan kaçınmışlar ve toplumun tümünün organizasyonunu başarabileceğine inandıkları bir plan üzerinde çoğunluk desteği sağlamak gibi bir mucizeyi beyhude beklemiş durmuşlardır. Oysa bazıları, planlanmış bir toplumda halkın çoğunluğunun hangi konularda mutabık olacağının önemli olmadığını, önemli olanın, üyeleri sorunların çözümünde aynı yönde hareket eden bir özel grubun ne düşündüğü olduğunu çoktan öğrenmişlerdi bile. Böyle güçlü, kalabalık ve homojen görüşlü bir grubun toplumun en iyi değil, aksine en kötü insanlarınca yaratıldığını açıklayan üç ana neden vardır. Bir kere, genellikle insanların öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, düşünce sisteminde aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli olduğu, düşük moral ve entellektüel standartların belirlediği sosyal katmanlara inmek gerekir. Halkın çoğunluğu düşük moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir gerçektir. Şimdi artık ikinci bir aşamaya gelinmiştir. Birinci grup liderin arzularına yeterli desteği verebilecek kadar büyük olamayacağı için, lider sayıyı yükseltmek zorunda kalacaktır. Potansiyel diktatör için, kendine özgü sağlam düşünce sistemi gelişmediği için kulağına düzenli aralıklarla ve şiddetle tekrarlandığında, hazır mamul değerleri aynen almaya amade, uysal ve saf insan yığınlarının desteğini kazanmak, artık sorun olmaktan çıkmıştır. Desteği kazanılacak olan bir grup, fikirleri yeterli netliğe ulaşamadığı için kolaylıkla yeniden ve istenilen doğrultuda şekillendirilecek, heyecan ve tutkuları da zaten yeterince kabartıldığından totaliter partinin saflarına katılarak onu kısa zamanda genişletmeye başlayacaktır. Üçüncü ve son olarak, destekçilerini tek bir vücut halinde tutabilmek için Liderin insanoğlunun bilinen bir zayıflığına başvurması gerekecektir. Genellikle, insanları pozitif misyon programlarından çok negatif programlar üzerinde, sözgelimi, zenginlere husumet veya düşmana karşı kin yaratarak örgütleme gibi çizgiler üzerinde birleştirebilmek kolaylığı adeta bir insan doğası yasasıdır. “Biz” ile “onlar” arasındaki çelişki, grup dışındakilere karşı ortak bir savaş hedefi, bir grubu belli bir akide çerçevesinde en fazla kaynaştıran temel temadır. Almanya’daki “Yahudi” veya Rusya’daki “Kulak” gibi harici ve dahili düşman, totaliter liderin en vazgeçilmez temaları olmuştur. Her durumda bu, geniş halk yığınlarının sadece politik desteğini değil, kayıtsız şartsız sadakatını isteyen kişiler tarafından daima uygulanan bir yöntem olagelmiştir. Totaliter bir grubun yaşayabilmesi ve ilerleme göstermesi ancak etik olmayan davranışların kabul görmesine dayanır. Amacın aracı meşrulaştırması ilkesi bireyci etikte tüm ahlâk sisteminin inkarı anlamına gelirken, kollektivist etikte yüce bir kural haline gelir. “Bütünün iyiliği” ne hizmet edecekse, tutarlı bir kollektivist her şeyi yapmaya hazırdır. Çünkü “bütünün iyiliği” onun için ne yapılması gerektiğini gösteren tek kriterdir. Birey toplum veya millet gibi daha yüksek varlıkların emrinde sadece bir araç olarak algılanırsa, totaliter rejimlerin bizi dehşete düşüren özelliklerinin zorunlu özellikler olduğunu kabul etmek gerekir. Kollektif açıdan hoşgörüsüzlük veya muhalifin vahşi bir şekilde ortadan kaldırılması, bireyin özel hayatına ve mutluluğuna kayıtsızlık, bu temel mantığın kaçınılmaz sonucudur. Bazı vahşi eylemler insanî duygularımızda isyana yol açsalar bile, bir politika aracı olarak kullanıldığında, kurbanlar hariç hemen hemen herkes tarafından tasvip görebilmektedir. Tutsakların kurşuna dizilmesi, hasta ve yaşlıların katledilmesi, kadınların üreme amacıyla askere alınmaları, yüz binlerce kişinin yerlerinden sökülerek sürgüne gönderilmeleri gibi acı eylemler savaş dönemlerinde yaşanan kitlesel histerinin onayladığı eylemler olarak bilinir. Oysa, kollektivistin gözünde bu tür eylemler, toplumun ortak amacını gerçekleştirebilmeye yönelik bir politikaya hizmet edebildiği ölçüde, olağan sayılması gereken eylemlerdir. Totaliter bir rejimi halkın tümüne kabul ettirebilme şansı, liderin etrafında, başkalarına zorla kabul ettirilecek totaliter disiplini gönüllü olarak kabul etmeye hazır bir grubu toplama şansına bağlıdır. Sosyalizmin, ancak sosyalistlerin çoğunun benimsedikleri metotlarla gerçekleştirilebileceğinin anlaşılması, kuşkusuz pek çok sosyal reformcunun geçmişten aldıkları en önemli derstir. Eski sosyalist partiler, sadece demokratik idealleri frenlemektedir. Ayrıca bu partilerin, üstlendikleri misyonu gerçekleştirmenin gerekli kıldığı acımasızlıkları da yoktur. Ancak, ilginçtir ki, gerek Almanya gerekse İtalya’da, faşizmin başarısını hazırlayan şey her iki ülkede de sosyalist partilerin hükümet sorumluluğunu üstlenmeyi reddetmeleri olmuştur. Bu partiler daha önce topluma tanıttıkları ve kendilerine kapıyı araladıkları yöntemleri uygulamaktan kaçınmışlar ve toplumun tümünün organizasyonunu başarabileceğine inandıkları bir plan üzerinde çoğunluk desteği sağlamak gibi bir mucizeyi beyhude beklemiş durmuşlardır. Oysa bazıları, planlanmış bir toplumda halkın çoğunluğunun hangi konularda mutabık olacağının önemli olmadığını, önemli olanın, üyeleri sorunların çözümünde aynı yönde hareket eden bir özel grubun ne düşündüğü olduğunu çoktan öğrenmişlerdi bile. Böyle güçlü, kalabalık ve homojen görüşlü bir grubun toplumun en iyi değil, aksine en kötü insanlarınca yaratıldığını açıklayan üç ana neden vardır. Bir kere, genellikle insanların öğrenim ve algılama düzeyleri geliştikçe görüşleri ve zevkleri de farklılaşmakta, belli bir değerler hiyerarşisinde uzlaşmaları giderek zorlaşmaktadır. Dolayısıyla, düşünce sisteminde aşırı bir benzeşmeye varabilmek için, ilkel içgüdülerin, basit ve yaygın zevklerin geçerli olduğu, düşük moral ve entellektüel standartların belirlediği sosyal katmanlara inmek gerekir. Halkın çoğunluğu düşük moral standartlara sahip olmasa bile, değerleri birbirine çok benzeyen büyük bir kesimin standardının düşük olduğu bir gerçektir. Şimdi artık ikinci bir aşamaya gelinmiştir. Birinci grup liderin arzularına yeterli desteği verebilecek kadar büyük olamayacağı için, lider sayıyı yükseltmek zorunda kalacaktır. Potansiyel diktatör için, kendine özgü sağlam düşünce sistemi gelişmediği için kulağına düzenli aralıklarla ve şiddetle tekrarlandığında, hazır mamul değerleri aynen almaya amade, uysal ve saf insan yığınlarının desteğini kazanmak, artık sorun olmaktan çıkmıştır. Desteği kazanılacak olan bir grup, fikirleri yeterli netliğe ulaşamadığı için kolaylıkla yeniden ve istenilen doğrultuda şekillendirilecek, heyecan ve tutkuları da zaten yeterince kabartıldığından totaliter partinin saflarına katılarak onu kısa zamanda genişletmeye başlayacaktır. Üçüncü ve son olarak, destekçilerini tek bir vücut halinde tutabilmek için Liderin insanoğlunun bilinen bir zayıflığına başvurması gerekecektir. Genellikle, insanları pozitif misyon programlarından çok negatif programlar üzerinde, sözgelimi, zenginlere husumet veya düşmana karşı kin yaratarak örgütleme gibi çizgiler üzerinde birleştirebilmek kolaylığı adeta bir insan doğası yasasıdır. “Biz” ile “onlar” arasındaki çelişki, grup dışındakilere karşı ortak bir savaş hedefi, bir grubu belli bir akide çerçevesinde en fazla kaynaştıran temel temadır. Almanya’daki “Yahudi” veya Rusya’daki “Kulak” gibi harici ve dahili düşman, totaliter liderin en vazgeçilmez temaları olmuştur. Her durumda bu, geniş halk yığınlarının sadece politik desteğini değil, kayıtsız şartsız sadakatını isteyen kişiler tarafından daima uygulanan bir yöntem olagelmiştir. Totaliter bir grubun yaşayabilmesi ve ilerleme göstermesi ancak etik olmayan davranışların kabul görmesine dayanır. Amacın aracı meşrulaştırması ilkesi bireyci etikte tüm ahlâk sisteminin inkarı anlamına gelirken, kollektivist etikte yüce bir kural haline gelir. “Bütünün iyiliği” ne hizmet edecekse, tutarlı bir kollektivist her şeyi yapmaya hazırdır. Çünkü “bütünün iyiliği” onun için ne yapılması gerektiğini gösteren tek kriterdir. Birey toplum veya millet gibi daha yüksek varlıkların emrinde sadece bir araç olarak algılanırsa, totaliter rejimlerin bizi dehşete düşüren özelliklerinin zorunlu özellikler olduğunu kabul etmek gerekir. Kollektif açıdan hoşgörüsüzlük veya muhalifin vahşi bir şekilde ortadan kaldırılması, bireyin özel hayatına ve mutluluğuna kayıtsızlık, bu temel mantığın kaçınılmaz sonucudur. Bazı vahşi eylemler insanî duygularımızda isyana yol açsalar bile, bir politika aracı olarak kullanıldığında, kurbanlar hariç hemen hemen herkes tarafından tasvip görebilmektedir. Tutsakların kurşuna dizilmesi, hasta ve yaşlıların katledilmesi, kadınların üreme amacıyla askere alınmaları, yüz binlerce kişinin yerlerinden sökülerek sürgüne gönderilmeleri gibi acı eylemler savaş dönemlerinde yaşanan kitlesel histerinin onayladığı eylemler olarak bilinir. Oysa, kollektivistin gözünde bu tür eylemler, toplumun ortak amacını gerçekleştirebilmeye yönelik bir politikaya hizmet edebildiği ölçüde, olağan sayılması gereken eylemlerdir. Totaliter bir devletin işlerinin yürütülmesinde bireyin çirkin işleri maruz görmesi yetmez, ondan aynı zamanda kendisi için saptanmış hedeflere ulaşma yolunda, o zamana kadar tanıdığı bütün ahlâk kurallarını ihlal etmeye hazır olması da istenir. Bizim ölesi yetmez, ondan aynı zamanda kendisi için saptanmış hedeflere ulaşma yolunda, o zamana kadar tanıdığı bütün ahlâk kurallarını ihlal etmeye hazır olması da istenir. Bizim ölçülerimize göre iyi diyebileceğimiz insanları totaliter devlet çarkının önderliğine özendiren nedenlerin yanında, kaba ve vicdansız insanları teşvik eden özel fırsatlar vardır. Ne Gestapo, ne Propaganda Bakanlığı, ne de SA ve SS (veya İtalyan ve Rus benzerleri) insani duygulara sahip insanlara uygun yerlerdir. Ne var ki totaliter bir ülkede bu gibi yerler en yüksek makamlara götüren yerlerdir. Seçkin bir Amerikalı iktisatçının kollektivist bir ülkede otoriter makamların yapabileceği işleri kısaca saydıktan sonra vardığı sonuç ilginçtir ‘Bu işleri isteseler de istemeseler de yapmak zorundadırlar. İktidardaki insanların iktidar erkinden ve uygulamasından hoşlanmaması olasılığı son derece yumuşak kalpli bir insanın bir esir kampında kırbaç kullanmayı gerektiren bir işi seçme arzusuna sahip olma olasılığı kadardır.’ Burada bir başka önemli nokta Kollektivizmin gerçeğin sonu anlamına geldiğidir. Totaliter bir sistemi etkin bir şekilde işletebilmek için herkesin aynı amaçlar uğruna zorla çalıştırılması şart değildir, yeter ki halk bu amaçları kendi özel amaçları gibi benimsesin. Bu başarının sırrı aslında değişik propaganda yöntemleri ve bilgi kaynaklarının fiilen tek bir merkezden kontrol edilmesidir. Halka, bundan böyle onun hürmet ve hizmet etmesi beklenen değerleri kabul ettirmenin en etkili yolu, onu, bunların, onun bir zamanlar sahip olduğu, fakat yeterince anlayıp tanıyamadığı değerlerden farklı olmadığına inandırmaktır. Bu amaçla kullanılacak en etkin teknik, eski kelimeleri kullanmak, ancak anlamlarını değiştirmektir. Totaliter rejimlerin, ideallerini ifade eden kelimelerin anlamlarını değiştirerek mevcut dili bozma eğilimlerinin önemini, olayları ancak yüzeysel olarak görebilen insanlar kavrayamazlar. Bu, yaratılan yeni entellektüel bulanıklığın karakteristik özelliğidir. Bu bakımdan en çok acı çekmiş kavram “özgürlük” tür. Bu kavram totaliter devletlerde de başka yerlerde olduğu gibi rahatlıkla kullanılmaktadır. Bizim anladığımızdan çok farklı bir şekle sokulmuş ve halka sürekli olarak vaadedilen özgürlük adına tahrip edilmiştir. Hatta aramızda “toplum için kollektif özgürlük” vaadeden “özgürlük plancıları” vardır. Böyle bir özgürlük anlayışı, en az totaliter politikacıların telaffuz ettikleri özgürlük kadar yanıltıcıdır. Bize sundukları “kollektif özgürlük”, toplum üyelerinin özgürlüğü değildir, toplumu istediği gibi değiştirebilmesi için planlamacılara tanınmış bir özgürlüktür. Sonunda iktidar ile özgürlüğün karıştırıldığı bir noktaya gelinmiştir. Kuşkusuz, halkın büyük çoğunluğunu bağımsız düşünceden mahrum etmek güç bir iştir. Ancak eleştirmeye eğilimli bir azınlık mutlaka susturulmalıdır. Kamu kesiminin eleştirisi veya etkinliği konusundaki şüphe ifadeleri halkın desteğini zayıflatacağı gerekçesiyle yasaklanacaktır. Sidney ve Betrice Webbs raporunda, her Rus işletmesi için şu ilkenin geçerli olduğundan söz etmişti: “İşler gelişme yolundayken, planın başarılı olamayacağı ile ilgili en ufak bir kuşku, çalışan kadronun çalışma şevk ve arzusunu zayıflatıcı olumsuz etkileri yüzünden ihanet olarak kabul edilecektir.” Bu durum, hiçbir politik boyutu olmayan, en soyut bilimsel alanlarda bile geçerli olabilmektedir. Rölativite teorisinin Hristiyan ve Nordik fiziğe Yahudi saldırısı olarak veya diyalektik materyalizm ve Marksist dogmayla çatışmalı bir teori olarak takdimi farklı şeyler değildir. Onlara göre her eylem, ancak bilinçli bir sosyal amacın ürünüyse haklı görülebilirdi. Kendiliğinden gelişen, yönlendirilmemiş bir eylem, planın öngörmediği olaylara yol açabileceğinden yasaklanmalıydı. Bu prensip çeşitli oyun ve eğlence türlerine kadar genişletilebilir. “Satranç oyunundaki tarafsızlığa kesin olarak son vermeliyiz” mesajının, Almanya’daki satranççılara mı yoksa Rusya’daki satranççılara mı verildiğinin cevabının tahminini okuyucuya bırakıyorum. Satranç uğruna satranç, tıpkı sanat uğruna sanat gibi mahkum edilmeliydi. Belki daha da düşündürücü olan şey, düşünce özgürlüğünün sadece totaliter sistem kurulduktan sonra küçümsenmeye başlaması değil, aynı eğilimin, hâlâ liberal olan rejimlerde bile, entelektüel önderler olarak alkışlanan kollektivist inancı benimsemiş kişiler arasında da görülebilir olmasıdır. Bunlar, sosyalizm adına yapıldığında en şiddetli baskılara bile göz yumarak totaliter bir sistemi açıkça savunabilmekte, kollektif hoşgörüsüzlüğü göklere çıkarabilmektedirler. Aklı yüceltmeye yönelen kollektivist düşüncenin trajedisi, gelişme sürecini yanlış algılaması yüzünden, sonunda onu tahrip etmesidir. Kollektivizmin ilerlemesi ile gündeme gelen ahlaki değerlerdeki değişimin bir boyutu da bir zamanlar İngiliz ve Amerikan halkının sahip olmakla haklı olarak övündüğü değerlere artık daha az saygı gösterilmesi ve bu değerlerin giderek yok olmasıdır. Bu değerler, bağımsızlık, kendine güven, şahsî teşebbüs, mahalli sorumluluk, gönüllü faaliyetlere güven, komşusuna ve farklı düşünen kişiye hoşgörü, gelenek ve göreneklere saygı, güç ve otoriteye kuşku gibi özgün değerlerdir. Ne var ki, İngiliz ve Amerikan moral dehasına vücut veren, İngiltere’nin moral iklimini yaratan, millî karakterine yön veren gelenek ve kurumlar, kollektivist gelişmenin ve dolayısıyla merkezci eğilimlerin en fazla tehdit ve tahrip ettiği şeylerdir. Plânlı İktisat ve Kanun Hakimiyeti Prensibi Bir memleketin hür olduğunu gösteren ve onu keyfi surette idare edilen memleketlerden ayıran en emin kıstas, “Kanun Hakimiyeti” kaidesi diye anılan büyük prensiplere hürmet edilmesidir. Teknik teferruat bir tarafa bırakılırsa, bunun ifade ettiği mana şudur: Hükümet, bütün faaliyet ve hareketlerinde, sabit ve önceden ilan edilmiş bir takım kaidelerle bağlıdır; öyle kaideler ki, icra kuvvetinin, belli durumlarda belli bir şekilde hareket edeceğini önceden kesin olarak görmek imkânını temin ederler. Oyunun kaideleri bu suretle önceden belli olunca, fert, bu kaideler dairesinde, serbestçe kendi gayelerini takibeder. Bilir ki, hükümet iktidarı, şahsî gayretlerinin semerelerini ulu orta elinden almak yolunda kullanılmayacaktır. Kollektivist planlı iktisat, tabiatıyla, bunun tamamı ile zıddı olan bir sistem doğurur. Plana hakim olan makam, şüphesiz, meçhul kimselerin istedikleri şekilde istifade edebilecekleri umumi faaliyet imkânları hazırlamakla iktifa edemez. Beslenecek domuzların adedini, hizmete çıkarılacak otobüslerin sayısını tespit etmek, işletilecek kömür madenlerini seçmek, ayakkabıların kaça satılacağını tayin etmek zorunda olan bir hükümet bu kararlarını sabit prensiplere istinad ettiremeyeceği gibi, çok önceden karar almak imkânına da sahip değildir. Verilecek kararlar ister istemez o anın hal ve şartlarına tabi olacak ve bazı grupların veya şahısların menfaatleri zaruri olarak başkaları lehine feda edilecektir. Hangi menfaatların tercihi icabedeceğini, nihai olarak muayyen bir şahsın görüşü tayin edecektir: bu “görüş”, adeta memleketin kanunları arasında yer alacaktır. Böylece, bilinen bir gerçektir ki devlet ne kadar çok planlama yapacak olursa bireyler için plan yapmak o kadar çok zor olacaktır. Belirli kanunlar veya adalet mefhumu ile ampirik kaideler arasında yaptığımız şu tefrik, çok mühim ve fiiliyatta sınırlarının vuzuhla çizilmesi son derece güç olan bir tefriktir. İki rejim arasındaki fark, seyrüseferin tanzimi hususundaki şu iki telakki arasındaki farkın aynıdır: ya yollara bir takım işaretler konur, yahut ta herkese takip edeceği yol emredilir. Fakat, hükümet siyasetinin muayyen insanlar üzerindeki tesirlerinin tamamı ile bilindiği ve hükümetin bizzat o tesirleri yaratmak gayesini güttüğü bir memlekette, devletin tarafsız kalması asla mümkün değildir. Devlet, ister istemez, taraf tutmak, kendi takdirlerini, kanaatlarını vatandaşlara zorla kabul ettirmek ve onların şahsî hedefleri uğrundaki gayretlerini kolaylaştıracak yerde, onları kendi tayin edeceği hedeflere sevk etmek yoluna gidecektir. Böyle olunca, devlet, insan şahsiyetinin kabil olduğu kadar tam bir şekilde gelişmesi için kurulmuş ütiliter bir makine olmaktan çıkar, bizatihi bütün meselelere müteallik kanaatlarını bu kanaatler ister ahlâkî, ister son derece gayri ahlâkî olsunlar- kendi mensuplarına zorla kabul ettiren bir müessese halini alır. Plancılığın, zarurî olarak, fertlerin ihtiyaçları arasında bile bile tefrikler yapılmasını ve bazı insanlar için mübah olan şeylerin başkalarına yasak edilmesini gerektirdiği her türlü şüpheden uzaktır. Keyfî idarenin zıddı olan “kanun karşısında eşitlik”, ancak “umumi” hukuk kaidelerinin hükümranlığı ve iktidardaki otorite tarafından tayin edilen bir takım imtiyazlı insan zümrelerinin bulunmaması sayesinde gerçekleştirilebilir. Çok manidar ve karakteristik bir nokta vardır: sosyalistler (ve Naziler), “münhasıran” şeklî olan adaletten, insanların maddi durumlarını hesaba katmayan hukuk nizamından daima şikayet etmişler, “hukukun sosyalistleştirilmesi”ni istemişler ve hakimlerin bağımsızlığına hücumda bulunmuşlardır. İktisadi faaliyetin merkezi bir idareye bağlanmasını sağlamak için kanunun, tüm kanundışı uygulamaları yasallaştırması zaruridir. Her bakanlığa veya her makama doğru gördükleri her şeyi yapmak müsaadesini veren bir kanun çıkarıldığı takdirde, bu bakanlık veya makamların bütün hareketleri kanunen meşru olacaktır; fakat bu icraatın Hukukun Hakimiyeti kaidesine tabi olduğu söylenemez. Hükümete hudutsuz salahiyet verilmek suretiyle, en indi bir idare tarzı meşru kılınabilir. Böylece, demokratik bir nizam, tahayyül edilebilecek en koyu despotizme yol açabilir. Hukukun Hakimiyeti kaidesi ancak liberal çağda şuurlu bir tekamüle mazhar olmuştur; hürriyetin sadece teminatı değil, hukuki teşahhusu olan bu kaide, o çağın en büyük eserlerinden biridir. Kant’ın formülüne göre (ondan önce, Voltaire de aşağı yukarı aynı ifadeyi kullanmıştı): “İnsan kanunlardan başka hiç kimseye itaat etmek mecburiyetinde olmadığı müddetçe hürdür.” Plâncılığın Önüne Geçilemez mi? Dikkate değer bir vakıa vardır; merkezi plancılığın arzu edilecek bir şey olduğunu söylemekle iktifa eden plancılar pek azdır. Ekseri plancılar, artık iki şıktan birini seçmemize imkân kalmadığını ve irademizin dışındaki bir takım şartların tazyiki ile rekabetin yerine plancılığı ikame etmek zorunda bulunduğumuzu iddia etmektedirler. Modern medeniyetin karmaşıklığının, merkezi yönetim dışında etkili olarak ilgilenemeyeceğimiz sorunları beraberinde getirmiş olduğu iddiası çalışan rekabet ortamının tamamen yanlış temsiline dayandırılmaktadır. Yeni yolumuza, kendi irademizle değil, fakat artık geri çeviremeyeceğimiz ve önüne geçmek istemeyeceğimiz teknik değişmeler dolayısiyle rekabetin kendi kendine tasfiyeye uğraması yüzünden girmiş olduğumuz efsanesi, durmadan ve azimle tekrarlanmaktadır. Bir tek insanın veya bir tek heyetin bütün vakıaları kavramasına imkân verecek kadar basit bir durumda, kontrol ve plancılık kolayca ve faydalı bir şekilde tatbik edilebilirdi. Fakat gözönünde tutulması icap eden faktörler, hepsini bir bakışta kavramaya imkân vermeyecek kadar çoğaldığı zaman ve asıl bu takdirde, ademi merkeziyetçilik zaruri bir hal alır. Muhtelif emtianın arz ve talebi üzerinde mütemadiyen tesir yapmakta bulunan değişikliklerin bütün teferruatını tamamiyle bilecek; bu bilgileri kafi derecede süratle toplayıp yapabilecek bir “merkez” mevcut olamayacaktır. Rekabet rejiminde fiyat sisteminin yaptığı şey tüm alakalı bilgiyi kaydetmektir ve bu işi başarmayı vaadeden başka hiçbir sistem mevcut değildir. Fiyat sistemi, müteşebbislere, bir pilotun bazı kadranları gözetlemesi gibi, bir takım fiyatların seyrini gözetlemek suretiyle kendi faaliyetlerini diğer müteşebbislerin faaliyetlerine intibak ettirmek imkânını sağlar. İktisadi meselenin böyle ademi merkeziyetçilik ve otomatik koordinasyon yoluyla halli metoduna kıyasen, doğrudan doğruya merkezden idare metodu inanılmayacak kadar kaba, mahdut verimli ve iptidaidir. Mübalağaya düşmeden iddia edilebilir ki, sanayiimizin inkişafı için merkezileştirilmiş plancılığa güvenmek zorunda kalsaydık, bu sanayi hiçbir zaman bugün vasıl olduğu farklılaşma, mûdillik ve kıvraklık derecesine erişemezdi. İş bölümünün modern medeniyetin doğmasına imkan verecek bir dereceye vasıl olmasını, bu iş bölümünü şuuri olarak yaratmak ihtiyacını hissetmemiş bulunmamıza ve iş bölümünü düşüne düşüne yapılabileceğinden çok daha ileri götürmek imkânını sağlayan bir metodu insanın tesadüfen bulmuş olmasına borçluyuz. Mûdillik derecesinin artması, bundan dolayı, tek merkezden idare metodunu daha gerekli kılmak bir yana, bilinçli kontrole dayanmayan bir usul kullanmaya bizi bir kat daha icbar etmektedir. Teknik değişmeler, birçok sahalarda, gittikçe genişleyen bir ölçüde rekabet imkânını ortadan kaldırmış olduğundan, artık istihsalin hususi inhisarlar tarafından kontrolü yahut hükümetçe idaresi şıklarından birini seçmeye mecbur bulunuyoruz. Tekelin büyümesi, oysa teknolojik ilerlemenin bir doğal sonucu olmaktan çok bir çok ülkede uygulanan politikaların sonucu olara karşımıza çıkmaktadır. Bu sahada son zamanlarda yapılan en geniş inceleme, Amerika Birleşik Devletleri’nde Geçici Milli İktisat Komitesi’nin İktisadî Kuvvetin Temerküzü hakkında yaptığı tetkiktir. Liberalizme tarafgirlik etmekle suçlandırılmasına hiç de imkân bulunmayan bu komite, nihai raporunda şu hükme varmaktadır: Büyük teşebbüslerin randıman üstünlüğü ispat edilmiş değildir; rekabeti ortadan kaldıracağı söylenen üstünlükler birçok sahalarda kendini gösterememiştir. Seri hâlindeki imalatın faydalarının ister istemez rekabeti ortadan kaldıracağı hükmünü kabule imkan yoktur. Şunu da ilave edelim ki, inhisar, ekseriya, büyük teşebbüslerde maliyet fiyatının düşmesinden dolayı değil, başka sebeplerle teessüs etmektedir. İnhisar gizli anlaşmalarla kurulmakta ve devlet kuvvetleri tarafından teşvik edilmektedir. Bu anlaşmalar ilga edilir ve güdülen siyasetin istikameti değiştirilirse, rekabet yeniden canlanabilir. İnhisar kurmak isteyenlerin nasıl daima devlet kuvvetlerinin yardımını istediklerini ve ekseriya buna nail olduklarını müşahede edenler, bu tekamülün hiç de önüne geçilemeyecek bir cereyan olmadığını anlarlar. Birleşik Amerika’da son derece himayekâr bir siyaset sayesinde inhisarcı sistem büyüme imkanı bulmuştur. Sonradan kapitalizmin zaruri inkişafının tipik bir örneği olarak gösterilmeye başlanan Almanya’da, kartellerin ve sendikaların gelişmesi 1878’den beri sistematik bir siyasetle bile bile teşvik edilmiştir. Almanya’da devlet yardımıyla yapılan bu ilk “ilmî plancılık” ve “sanayiin şuurla teşkilatlandırılması” tecrübesi, dev inhisarların doğmasına yol açmıştır. Almanya’da, rekabetin ortadan kaldırılması bile bile takip edilen kasti bir siyasetin neticesi olmuştur ve bu iş, bugün adına plancılık dediğimiz ideal uğruna yapılmıştır. Monopolü tehlikeli hâle getiren, bu işte çıkarı olan birkaç kapitalist değil, monopolcünün kendi kazancına ortak ettiği çok sayıda insanın yanında sanayinin tekelci örgütlenişini destekleyen iki güçlü grubun, örgütlü sermaye ve örgütlü işgücü, politikalarıdır. Monopolün zamanımızdaki temel büyüme nedeni, örgütlü sermaye ile örgütlü işgücünün, toplumun, özellikle, en az örgütlenebilmiş sanayi kesimi işçisi ve işsizlerden oluşan en yoksul kesimlerin aleyhine olmak üzere yüksek monopol kârlarını paylaşmak konusundaki amaçlı işbirliğidir. Bunun yanında bu hareketin kaçınılmaz olduğuna inanmamızı gerektirecek hiçbir sebep yoktur. Demek ki, plancılığa doğru gidiş, isteyerek benimsenen bir hareket tarzının neticesidir ve bizi buna icbar eden hiçbir harici zaruret yoktur. Planlı İktisat Bizi Kaygılarımızdan Kurtarır mı? Kurmak istedikleri nizamın ameli veçhelerini ciddi surette incelemiş olan plancılık taraftarları, güdümlü iktisadın az çok totaliter vasıtalarla idare edilmesi lazım geldiği hususunda pek şüphe beslemezler. Karşılıklı olarak birbirlerine bağlı faaliyetlerden mürekkep mûdil bir sistemin şuuri bir şekilde idaresi, ancak mahdut bir mütehassıslar heyeti tarafından sağlanabilir. Nihai mesuliyet ve iktidar, bir başkomutana ait olmalı ve bu şefin hareketleri demokratik usullerle kösteklenmemelidir. Plancılık taraftarları, otoriter nizamın “sadece” iktisadî meselelere münhasır kalacağını söyleyerek bizi teselliye çalışmaktadırlar. Bu gibi teminatların yanı sıra, hayatımızın en ehemmiyetsiz veçhesini teşkil eden veya etmesi lazım gelen sahalarda hürriyetten vazgeçmek suretiyle, daha yüksek kıymetlere müteallik faaliyetlerimizde hürriyetimizi artırmamız yolunda, bazı telkin ve tavsiyeler de yapılmaktadır. Bu gibi mühalazalarla, siyasi diktatörlükten nefret eden birçok kimselerin iktisadî sahada diktatörlüğe taraftar oldukları sık sık görülür. Bu deliller en iyi, en temiz insiyaklarımıza hitap eder. Plancılık bizi adi ve küçük kaygılarımızdan kurtarabilir ve şahsiyetimizin tam bir gelişmeye kavuşmasını, yüksek meşguliyetlerle, tefekkürle uğraşmamızı kolaylaştırabilirse, böyle bir ideali kötülemeye kim cesaret edebilir? Maalesef, iktisadî gayeler hayatın diğer gayelerinden tamamı ile müstakil değildir. Günlük konuşmalarda hatalı olarak “iktisadî saik” adı verilen şey, hakikatte, önce muayyen olmayan bir takım değişik gayelere vasıl olmak için istenilen umumi imkânlardan, iktidar arzusundan başka bir şey değildir. Para sahibi olmak için mücadele etmemiz, gayretlerimizin semeresinden istifade etmek hususunda paranın bize en mütenevvi imkânları vermesindendir. Modern cemiyette, nispi fakirliğimizin bize daimi surette yüklediği kısıntılar paramızın mahdut oluşu şeklinde tecelli ettiği için, birçok insanlar bizzat paranın kendisini bu kısıntıların sembolü olarak görüp, paradan nefret etmeye başlamışlardır. Paranın insan tarafından icadedilen en mühim “hürriyet” vasıtalarından biri olduğunu söylemek çok daha doğru olur. Bugünkü cemiyette, para, fakir bir insana dahi muhtelif imkânlar arasında harikulade bir seçme hürriyeti sağlar; daha birkaç nesil önce bir zenginin sahip olduğu imkânlar bile bundan çok daha azdı. Bir çok sosyalistlerin teklif ettikleri gibi, “para kazanma saiki” yerine, “gayri iktisadî saikler” ikame etmeyi kabul eylediğimiz takdirde neler olabileceğini tahayyül etmeye çalışırsak, paranın gördüğü hizmetlerin manasını daha iyi anlarız. İşin karşılığı para ile ödenecek yerde, resmî ünvanlar veya imtiyazlar şeklinde, başkaları üzerinde bir iktidar verilmek veya daha iyi mesken ve gıda şartları, seyahat veya tahsil imkânları temin edilmek suretiyle ödendiği takdirde, hürriyet tahdit edilmiş demektir: Ödenecek karşılığın şeklini tayin eden kimse, bunu yapmakla, paranın sağladığı seçme hürriyetini, tercih imkânını ortadan kaldırmış olacaktır: Çünkü karşılığın yalnız miktarını değil, cinsini de tespit edecektir. Plancıların bize vadettikleri sözde iktisadî hürriyet işte budur: Plancılık, iktisadî meselelerimizi bizzat halletmek mecburiyetinden bizi kurtaracak ve bu meselelerin bize tahmil ettiği “muhtelif şıklar arasında tercih yapmak” külfeti bizim yerimize başkası tarafından deruhte edilecektir. Modern hayatta, her adımda ve her saniye başında, başka insanların istihsal ettikleri vasıtalara muhtaç bulunduğumuz için, iktisadî plancılık hemen hemen bütün hayatımızın kontrol ve idare altına alınması neticesini doğuracaktır. İptidai ihtiyaçlarımıza veya aile ve dostlarımızla olan münasebetlerimize, yapacağımız işin mahiyetine, boş vakitlerimizi nasıl geçireceğimize varıncaya kadar, iktisadî hayatımızın hemen hemen hiçbir cephesi, nizamı idare edenlerin “şuurî murakabesi”nden kurtulamayacaktır.Tüketici, gelirini istediği gibi sarf etmek hususunda zahiri bir hürriyete sahip olsa bile, otorite üretimi kontrol edeceği için plancılığın hususi hayatımız üzerindeki tesirleri pek az hafifler. Serbest rekabet rejiminde, bir kimse arzularımızı tatmin etmek istemediği takdirde başka birisine müracaat etmek imkânımız vardır. Fakat bir inhisar (tekel) ile karşılaştığımız takdirde, onun tamamı ile eline düşmüş oluruz. Ve hiç şüphesiz, bütün iktisadî sistemi idare eden bir otorite, tasavvur edilebilecek inhisarların en kuvvetlisidir. Bu otorite, alabileceğimiz şeyleri ve bunları hangi şartlar altında alacağımızı tespit hususunda hudutsuz bir kudrete malik olacaktır. Merkezî otorite, fertlerin istifade edebilecekleri mal ve hizmetlerin cinsini ve miktarını tespitle iktifa etmeyerek, bu mal ve hizmetlerin muhtelif bölgeler ve ahali grupları arasındaki dağılışını da tanzim edecektir; ve icabında muhtelif insan kategorileri arasında istediği ölçüde tefrikler yapmak iktidarını da elinde bulunduracaktır. Böyle bir iktisat düzeninde, tercihlerimize hakim olan ve neleri iktisab edip edemeyeceğimizi tayin eden, kendi zevkimiz değil, bir başkasının görüşüdür. Günlük hayatımızda, müstehlik olarak otoritenin arzularına göre hareket etmeye mecbur bulunacağımız gibi, müstahsil olarak da vaziyetimiz aynı olacaktır. Çoğumuz hayatımızın büyük bir kısmını işimizin başında geçiririz ve umumiyetle yaşayacağımız yeri, içinde bulunacağımız içtimaî muhiti de işimiz tayin eder. Bu itibarla, saadetimiz bakımından, kendi işimizi seçmek hususunda az çok hürriyete sahip olmak, belki de, boş vakitlerimizde gelirimizi dilediğimiz gibi sarf etmek hürriyetinden de mühimdir. Hiç şüphe yok ki, mümkün olan en iyi dünya nizamında bile, bu hürriyet son derece mahdut olacaktır. Birçok meslekler arasında seçme yapma imkânını bulabilmiş insanlar azdır. Bununla beraber, bir parça olsun seçme hürriyetine sahip bulunmanın, bizim namımıza bir başkasının seçmiş olduğu bir mesleğe ebediyen ve mutlak surette bağlı kalmamanın kıymeti çok büyüktür. Vaktiyle seçilmiş, fakat sonradan tahammül edilmez bir hal almış olan bir işten kurtulabilmek imkânına sahip bulunmak ve icabederse bazı fedakârlıklar pahasına çok arzu edilen bir mesleğe atılabilmek, insan için son derece mühimdir. Şahsî gayretlerimizin hayat şartlarımızı değiştirmek hususunda asla rolü olamayacağını bilmek kadar hayatı çekilmez hale getiren hiçbir şey yoktur. Gerekli fedakârlığı yapacak kadar karakter kuvvetine sahip bulunmasa bile, kafi derecede gayretle uğraşırsa kurtulabileceğini bildiği takdirde, insan en tahammül edilmez hayat şartlarına dahi az çok katlanabilir. Dünyamızın şimdiki halinde, insanların meslek seçme imkânlarını artırmak için yapılabilecek daha birçok şeyler bulunmaktadır Fakat devletin meslek seçme hürriyetini fiilen artırmak için sarf etmesi lazım gelen faaliyet; bugün müdafaa ve tatbik edilmekte olan plancılık temayüllerine tamamı ile zıt bir faaliyet olacaktır. Planlama, ya insanların muhtelif iş ve mesleklere intisabını veya ücret seviyelerini, yahut da bunların her ikisini birden kontrol etmeleri lazım gelecektir. Bugüne kadar bilinen bütün plancılık sistemlerinde, böyle bir kontrolün tesisi ve buna benzer tahditlerin konulması, ittihaz edilen ilk tedbirlerden biri olmuştur. Rekabet üzerine kurulmuş bir cemiyette, fiyatını ödemek şartıyla birçok şeyler elde olunabilir; bazen bu fiyatın korkunç derecede yüksektir. Bir şeyin alınması için başka bir şeyden fedakarlık gerekmektedir. İnsanlar için bunun dışında mevcut olan yegane imkân, tam bir tercih hürriyeti değil, sadece itaat edilmesi lazım gelen bir takım emir ve yasakların mevcudiyeti ve netice itibariyle, her şeyin iktidar sahiplerinin lütuflarından beklenmesidir. İnsanların realitenin kendilerine yüklediği çetin “seçme” mecburiyetini bertaraf etmek istemelerine şaşmamak lazımdır. Fakat, seçme işini kendileri yerine başkasının yapmasına razı olacak insanlar da azdır. İnsanların asıl istedikleri şey, seçme mecburiyetini büsbütün yok edebilmektir. Bunun için, insanlar, hakikatte bu “seçme” mükellefiyetinin zaruri olmadığı ve sadece mevcut iktisadî sistemin fenalığı yüzünden kendilerine böyle bir mecburiyetin yüklendiği yolundaki iddiaları benimsemeye fazlasıyla hazırdırlar. İnsanları kızdıran asıl şey, iktisadî bir meselenin mevcudiyetidir. Halk inanmakta devam etse bile, meseleleri bilen mütehassısların ekserisi, planlı iktisat rejiminde istihsalin rekabet rejimine nazaran hissedilir derecede fazla olacağı fikrini yavaş yavaş terk etmişlerdir. Meseleyi yakından ve ciddi surette inceleyen bir çok sosyalist iktisatçılar, planlı iktisat rekabet rejimi kadar verim sağladığı takdirde, buna sevinmek lazım geldiği kanaatındadırlar. Bu iktisatçılar, artık plancılığı istihsal sahasında daha yüksek bir verim sağladığı için değil, fakat servetlerin daha adil ve hakkaniyetli bir şekilde dağılacağı iddiasiyle müdafaa etmektedirler. Gerçekten, servetleri, önceden tespit edilen bir ölçü dairesinde dağıtmak ve kimin ne alacağını önceden kararlaştırmak istediğimiz takdirde, bütün iktisadî sistemi baştan başa planlaştırmamız lazım gelecektir. Fakat burada da şu mesele karşımıza çıkar: Muayyen bir şahıs tarafından tasarlanacak bir adalet idealinin tahakkuku, iktisadî kuvvetlerin bu kadar zemmedilen serbest faaliyetinden çok daha fazla memnuniyetsizlik ve zulüm doğurmayacak mıdır? İktisadî faaliyeti idareye kalkışan bir hükümet bu kudretini nasıl, hangi prensipleri rehber edinerek kullanacaktır? Herkesin nispi liyakat derecesini tespit hususunda ortaya çıkacak sayısız meselelerin kesin bir cevabı var mıdır? Hakikatte, bütün bu suallere sarih bir cevap teşkil edebilecek olan bir tek umumi prensip, bir tek basit kaide mevcuttur: O da eşitlik prensibidir; insan murakabesinin erişebileceği bütün hususlarda, bütün fertlerin tam ve mutlak eşitliğidir. Eğer böyle bir eşitlik arzuya şayan görülseydi, bu prensip “tevzii adalet” denilen müphem fikre yazılı bir mana verirdi.. Fakat insanlar, umumiyetle, bu şekildeki mekanik bir eşitliği arzuya şayan telakki etmekten son derece uzaktırlar. Sosyalizmin vadettiği şey, mutlak surette eşit bir taksim değil, bugünkü inkısamdan daha adil, daha hakkaniyetli bir taksimdir. Bu formül pratik olarak hiçbir soruyu cevaplamaz. “Daha fazla eşitlik” formülü, bizi her muayyen mesele karşısında grupların ve fertlerin liyakatlarını ölçüp tartmak, karşılaştırmak mecburiyetinden kurtarmadığı gibi, bu “liyakat tespiti” işinde bize hiçbir yardımda da bulunmaz. Bu prensibin telkin ve ilham ettiği yegane şey, zenginlerin ellerinden ne alınabilirse onu almaktır. Fakat sıra bu alınanları tevzi etmeye gelince, sanki “daha fazla eşitlik” formülü hiç mevcut değilmiş gibi, aynı mesele olduğu gibi karşımıza çıkar. İktisadî hürriyet bulunmadıkça siyasî hürriyetin bulunmayacağı sık sık söylenir. Bu söz doğrudur; fakat bu cümleye, plancılık taraftarlarının verdikleri mananın tam tersi verilmek şartıyla. İktisadî hürriyet, sosyalistler tarafından vadedilen “her türlü iktisadî endişeden kurtulma” manasına alınırsa, “iktisadî hürriyet’in bütün diğer hürriyetlerin ön şartı olduğu ileri sürülemez. Diğer hürriyetlerin zaruri şartı ve esası olan iktisadî hürriyet: kendi yolumuzu bizzat intihap hakkını bize bırakan, insanlara serbestçe faaliyette bulunmak imkânını bahşeden bir iktisadî hürriyettir. Böyle bir hürriyet de, zaruri olarak, her hakkın tabiî neticesi olan muhatara ve mesuliyetleri de beraberinde getirir. Güvenliğin İki Türü Ekonomik güvenlik kavramı, genellikle tıpkı ekonomik özgürlük kavramı gibi, gerçek bir özgürlüğün vazgeçilmez şartı olarak ileri sürülmektedir. Bu, bir bakıma, hem doğru, hem de önemlidir. Düşünce bağımsızlığı ve sağlam karakter gibi özelliklere, geleceğini kendi gayretiyle inşa edebileceğinden emin olamayan insanlar arasında nadiren rastlanır. İki çeşit güvenlikten söz edilebilir: Birincisi asgari bir geçim düzeyinin sürdürülmesi ve aşırı fiziksel mahrumiyetlerden korunma arzusu ile ilgilidir. İkincisi ise belli bir hayat standardının sürdürülmesine veya bir kişi veya grubun başkalrülmesi ve aşırı fiziksel mahrumiyetlerden korunma arzusu ile ilgilidir. İkincisi ise belli bir hayat standardının sürdürülmesine veya bir kişi veya grubun başkalarına oranla sahip olduğu nispeten avantajlı konumunun korunmasına ilişkindir. Bizim gibi refah düzeyini yükseltebilmiş toplumların, genel özgürlüğünü tehlikeye sokmadan, birinci tür güvenliği temin edememeleri için herhangi bir neden yoktur. Kuşkusuz, herkese sağlıklarını ve çalışma kapasitelerini korumaya yetecek asgari ölçüde gıda, giyecek ve barınak imkânı sağlanabilmelidir. Bu arada, toplumda, bazılarının daha önceden gerekli tedbirleri şahsen alarak kendilerini zararlardan koruyabildikleri toplumsal felaket günlerinde devletin mağdur vatandaşlara yardım etmemesi için de bir sebep yoktur. Özgürlük üzerinde tahripkar etkisi olan planlamanın hedef aldığı güvenlik de ikinci tür güvenliktir. Söz konusu planlama, fertlerin ve grupların rekabetçi bir toplumda her gün maruz kalabildikleri ve, aynı zamanda hak etmediklerine inandıkları gelir azalışına karşı korunmaları amacına yöneliktir. Çok sayıda örneğin de gösterdiği gibi, şartları iyileşen ve gelişen bir endüstrinin mensupları, o endüstride gerçekleşen kazanç artışının tümünü yüksek kâr ve ücret güvencesiyle kendilerine mal etmeye çalışarak, talep seviyesinin düştüğü endüstrilerden o endüstriye girmek isteyenlere kapıyı kaparlarsa büyük bir işsizlik tehlikesine yol açarlar. Hiç kuşku yok ki, son on yıllarda, bu türden güvenlik arayışlarının artmış olması, halkın büyük bir kısmının işsizliğinin ve güvence yoksunluğuna mahkumiyetinin en büyük nedenidir. İşini sağlama almış kişiler dışında kalanların çaresiz durumunu ancak daha önce benzer durumu tecrübe etmiş kişiler anlayabilir. Sonuçta, fiyatlar, ücretler ve ferdî gelirler yerine, üretim ve istihdam, şiddetli istikrarsızlık tehdidine maruz kalır. İşini sağlama almış kişilerin devletin rekabet düzenine müdahalesi sayesinde daha zayıf ve korunmasız üreticiler üzerinde sürdürdüğü sömürü, dünyada bir sınıfın başka bir sınıf tarafından sömürülmesi konusunda verilebilecek en zalimane örnektir. Unutmayalım ki özel fiyatların (veya ücretlerin) stabilizasyonuna ilişkin idealler işleyen renkli, coşkulu sloganlar, bazı insanların gelirini güvenceye bağlarken, geri kalan insanları istikrarsız zeminlere itmektedir. İngiltere ve Amerika’da söz konusu bu özel ayrıcalıklar, özellikle rekabetin düzenlenmesi ve özel fiyatların stabilizasyonu şeklinde gittikçe yükselen bir önem kazanmaktadır. Bir gruba tam anlamıyla tanınan güvenlik garantisi, mecburen, geri kalan grupların güvensizliğini arttırır. Büyüklüğü değişebilen milli gelir pastasından bazı insanlara değişmez pay güvencesi verildiğinde, geri kalan insanların payı, pastanın tümüne özgü değişme oranından daha büyük bir oranda dalgalanır. Sonuçta da rekabetçi sistemin geniş fırsatlar yelpazesi şeklinde sunduğu temel güvenlik unsuru giderek zayıflar. Devletin desteklediği veya hiç olmazsa hoş gördüğü kısıtlayıcı tedbirlerle güvenliğin sağlanmasına yönelik gayretler, toplumlarda zaman içinde sürekli olarak hızlanan bir transformasyon süreci başlatmıştır. Almanya, sözü edilen süreçte öncü bir rol oynamış, diğer ülkelere örnek olmuştur. Bu gelişme, sosyalist düşüncenin, kişilerin risk alarak kazanç sağlama arzu ve tutkularını kınayan ve kötüleyen özelliğiyle daha da hızlanmıştır. Erken çağlardan itibaren güvenli ve maaşlı bir konumu serbest iş dünyasının riskine tercih etmesi öğütleriyle kulakları dolan genç insanlarımızı kınamamak gerekir. Hele hele birinci tür işler, büyükler tarafından daha az bencil ve soylu türdenmiş gibi tanıtılırsa... Günümüz genç kuşağı, gerek okulda gerekse basında sürekli olarak ticari teşebbüs ruhunun ayıplandığı, kazanç arzu ve tutkusunun adeta ahlâksız bulunarak aşağılandığı, yüzlerce insanı istihdam etmenin sömürü, buna karşılık onlara kumanda etmenin şerefli bir görev sayıldığı bir zihniyet dünyasında yetişmişlerdir. Daha yaşlı bir kuşak bunu biraz abartılı bulabilir. Ancak, üniversite hocalarının günlük deneyimlerinin gösterdiği şey, anti-kapitalist propagandaların etkisiyle, bu ülkede değerlerin kurumlardaki değişmelerden daha hızlı değiştiği gerçeğidir. Bugün karşı karşıya bulunduğumuz mesele, yeni talepleri tatmin edebilme uğruna kurumlarımızı değiştirirken, hâlâ yükseklerde tuttuğumuz değerlerimizi tahrip edip etmeyeceğimizi bilme sorunudur. Temas etmemiz gereken çatışma, aslında, birbirleriyle uzlaşmaları imkânsız iki organizasyon tipiyle ilgili temel bir çatışmadır. En göze batan biçimleriyle bu organizasyonlar “ticarî” ve “askerî” organizasyonlar olarak tanımlanırlar. İşlerin ve işçilerin tahsisinin bir otorite tarafından yapıldığı ikinci tür organizasyona örnek olarak orduyu gösterebiliriz. Bilindiği gibi, orduda atamalar merkezî otorite tarafından yapıldığı gibi, imkânların kıtlaşması durumunda başvurulan tayınlama mecburiyeti de herkese uygulanır. Sistemin giderek tüm topluma teşmil edilmesi halinde de, üyelerin tümünün tam bir ekonomik güvenliğinin sağlandığı bir organizasyon türü söz konusudur. Ancak, böyle bir güvenlik, özgürlük üzerindeki kısıtlamalardan koparılamayan askerî hayatın hiyerarşik düzenine tabi kılınmış bir kışla güvenliğidir. Özgürlüğe alışmış bir toplumun, güvenliğini, böyle yüksek bir bedel karşılığında satın almaya hazır olacağı düşünülemez. Fakat hemen her yerde uygulandığını gördüğümüz politikalarla değişik gruplara, değişik ölçüde güvenlik imtiyazları dağıtılarak, güvenlik tercihinin, özgürlük aşkına ağır bastığı koşulların hazırlandığını görüyoruz. Kişisel özgürlüğü tahrip etmemek için, rekabet düzeni bozulmadan gerçekleştirilmelidir. Ne pahasına olursa olsun, asgari ölçüde de olsa bir geçim güvencesinin herkese tanınmakla birlikte, özel bazı gruplara tanınmış olan imtiyazlı güvencenin artık zamanının geçtiğini, bu grupların yeni gelenlerin kendi ayrıcalıklı refahlarına ortak olmalarını engellemeleri için hiçbir mazeretin geçerli olmayacağını da kabul etmek zorundayız. Kuşkusuz, şiddetli yoksulluk dönemlerine karşı güvenlik önlemleri almak ve sağlıklı biçimde yönlendirilmemiş gayretlerin sonucunda yaşanılan düş kırıklıklarının nedenlerini azaltmak, politikanın temel hedeflerinden biridir. Gözden kaçırılmaması gereken bu gerçek bir yana, asıl önemli olan, zamanımızın bazı entellektüel öncülerinin özgürlük pahasına güvenlik olgusunu göklere çıkarmasıdır. Şunu açık yüreklilikle tekrar vurgulamalıyız: Özgürlüğün bir bedeli vardır ve bireyler olarak özgürlüğümüzü koruyabilmemiz için maddi fedakârlıkta bulunmamız kaçınılmazdır. Bu konuda Anglo-Sakson ülkelerinin özgürlük ilkesinin dayandığı ve ulusal olduğu kadar bireysel geçerliliği de olan Benjamin Franklin’in şu sözlerine kulak vermeliyiz: “Geçici bir güvenlik uğruna temel özgürlüğünü feda eden insanlar ne özgürlüğe ne de güvenliğe lâyıktırlar.” Daha İyi Bir Dünyaya Doğru Daha iyi bir dünya inşa edebilmek için bir parça gerilemeyi gerektirse de işe yeni baştan başlama cesaretini göstermemiz şarttır. Beşeri çılgınlığın yolumuza diktiği sayısız engelin temizlemeli ve fertlerin yaratıcı enerjilerini serbest bırakmalıyız. Başka bir deyişle, önemli olan, “gelişmeyi planlamak”tan çok onu kolaylaştıran şartların yaratılmasıdır. Ne kaçınılmaz eğilimlere inananlar, ne de son kırk yılın eğilimlerinin geleceğe projeksiyonundan farklı bir şey olmayan “Yeni düzen” i savunan ve Hitler’i taklit etmekten daha iyi bir şey düşünemeyen insanlar bu cesareti gösterebilirler. Aslında, bu savaşı ve sonuçlarından acı çektiğimiz bütün olumsuzlukları yaratan düşüncelerin etkisinde kalan insanlar “Planlı Ekonomi”nin en büyük çığırtkanları olmuşlardır. Özgür insanların dünyasını yaratmaya yönelik her çabayı yönlendiren tek prensip şu olmalıdır: Bireyin özgürlüğü politikası ayağı yere basan tek ilerici programdır. Çevirenler: Turhan Feyzioğlu - Yıldıray Arsan. Y.n.: Devletçiliği savunan bir partide önemli görevler üstlenen Turhan Feyzioğlu acaba neden tercüme gereksinimi duydu? Ek: 2 Friedrich Von Hayek’in Bazı Görüşleri Anayasal İktisat Üzerine Düşünceler Bu çalışma devletin ekonomik gücü üzerinde anayasal sınırlamalar getirilmesi konusunu ele almaktadır. Bu yazıyı yaşadığım dönem boyunca entelektüel fikirlerde meydana gelen önemli değişikliklere adayacağım. Şu an bahsetmekte olduğum anayasal iktisat düşüncesi bugüne kadar gördüğüm iktisadi gelişmelerin en önemlilerinden biridir. Bahsettiğim bu gelişmeler, en azından 60 yıl öncesine kadar gitmektedir. Birkaç ay içinde, bu ülkeye yüksek lisans öğrencisi olarak ilk gelişimden bu yana 60 yıl; Amerikan Ekonomi Birliği (Kurumu)’nun ilk toplantısına katılışımın ise, 59. yılı dolacak. Hala o zamanın ekonomistlerinin (John R. Commons, Wesley C. Mitchell and Richard Ezy) Beyazsaray’ın çimlerinde çektirdikleri bir fotoğrafa sahibim. Resimdeki kişiler, zamanın önde gelen ekonomistleriydi. Onların çalışmaları ekonomik teoriden kurumsalcılığa ani bir dönüş meydana getirdi. Bu entelektüel geçiş sosyal kurumların kavramsal temelleri üzerinde odaklaşmaktan ziyade, sosyal kurumların tanımlanması üzerinde yoğunlaştı. Dolayısıyla, bu geçiş ne hukuktan ne de ekonomiden anlayan bir ekonomist jenerasyonun hakimiyetine yol açtı. Amerika Birleşik Devletlerinde edindiğim tecrübelerde ekonomi teorisinde, en azından pür ekonomi teorisinde benim için fazla yeni bir şey bulmadım. Ekonomi teorisinde çok az şey öğrenmeme rağmen, uygulamalı ekonomi alanını daha ilgi çekici buldum. Fakat, uygulamaya konan aşırı deneysellik benim için yeni ve çok öğretici olmasına karşın bundan fazla etkilenmedim. İş çevrelerinde, bankacılık politikasında ve benim daha sonraki ilgi alanım olan para teorisindeki mevcut tartışmalar, ilgimin o alanda yoğunlaşmasına yol açtı. Hatta tamamen istatiksel verilere dayalı olan bu şeylerin makro ekonomi gibi algılanmasından biraz da mutsuz oldum. Bir anlamda, tabii ki bir Avusturya iktisat okulunun yaklaşımı oldukça farklıydı. Benim kuşağıma kadar tüm Avusturyalı ekonomistlerin hukukçu olarak eğitildiğini söyleyebilirim. Daha önceleri ekonomide ayrı bir derece olmadığı gibi, ekonomi çalışmanın tek yolu da hukuk çalışmaktı. Sanırım kendi jenerasyonum ve Gotfried Haberler hukuk aracılığıyla ekonomi çalışan Avusturyanların sonuncusunu oluşturuyordu. Ve bizim için işleyen (düzenli) bir ekonominin yasal kurumlarına büyük bir ilgi vardı. Bizler ünlü Amerikan kurumsal iktisatçıların bizden daha fazla bilgiye sahip olmadıklarını söyleyebilirdik. Çünkü, bizim hukuk bilgimiz ekonomi çalışmak için bir araç iken, onların kurumsalcılığı ekonomi çalışmamak için bir mazeretti. Elbette o zamandan beri meydana gelen gelişmeler, ilginin artıp azalmasına yol açtı. İktisat ilmi uzun bir dönem benim yanlış olduğunu düşündüğüm ve John Maynard Keynes ve taraftarlarınca istihdamın toplam talebe bağlı olduğu şeklinde formüle edilen bir makro ekonomik yaklaşımın etkisi altında kaldı. Sanırım sonunda bu görüşün yanlış olduğunu kanıtladım. Keynesyenizmin bu şekli (toplam talep ve istihdam arasında istatistiksel olarak gösterilebilir açık bir fonksiyon yada bağlantı var) son 30 yıldır bu alanda hükmetmektedir. İktisat bilgimden çıkardığım ekonomi politikasıyla ilgili sonuçlarımı savunmak için zamanımın çoğunu hangi yaklaşımın iktisatçılar için doğru sonuçlara, hangi yaklaşımın ise, yanlış problemlere yönlendireceği problemini çözmeye ayırdım. Bu metodolojik problemler o zamandan beri dile getirdiğim bir görüşden haberdar olmamı sağladı. Bu görüşü şöyle ifade edebilirim; İyi bir ekonomist olmak için bir ekonomistten çok daha iyi olmak zorundasın. Diğer bir deyişle, sadece ekonomist olan bir ekonomist iyi bir ekonomist değildir. Bu yüzden toplumun aşırı karmaşık yapısını anlayabilmek için bir ekonomi teorisinden daha fazla şey gerekir (Toplumun aşırı kompleks yapısını anlamak için ekonomi teorisi tek başına yeterli değildir). Bu anlayışa göre toplumu oluşturanlara ilişkin verilerden yola çıkılarak kusursuz bir toplum düzeni elde edilebilir. İnsanlar arasında gönüllü bir işbirliği tesis etmek için, insanın kapasite problemine yapıcı bir yaklaşıma inanan eski ekonomistlerin kendilerine verilen verilerle işe başlamaları başlangıçta bana komik geldi. Özellikle veri datalardan yola çıkarak ayrıntılı sonuçlar çıkaran matematiksel iktisatta, ihtiyaç duyulan hiçbir verinin verilmediğini size söyleyebilirim. Zaman içerisinde pür ekonomik teoride hayranlık duyulabilecek bazı gelişmeler yaşadığım gibi, statik bir dengenin tanımı ve formülizasyonu konusunda mutlu olmadığım gelişmelerde yaşadım. Buna ilaveten kanun ve dilin şekillenmesine sebep olan evrimsel yaklaşımı içermek zorunda olan sosyal fenomenin açıklanması konusunda yoğun bir şekilde duyarlıydım. Bu evrimsel yaklaşım, belirli tip düzenlemelerin gönüllü olarak insanlar tarafından oluşturulmadığı, bununla birlikte değişik tip sözleşmelerle insanların özgürlüğü tatmalarını istedikçe gelişen doğal seçime benzer bir yaklaşımdır. Bu ise ekonomi politika bilimi ve hukuğu bütünleştiren 1960 tarihli özgürlüğün anayasası adlı çalışmamıza neden oldu. Bu çalışmada klasik liberal görüşü ortaya koymaya çalıştım (en azından Avrupa’da kullanıldığı gibi). O yayından sonra geleneksel açıklamalarda gördüğüm bazı farklılıklar, anayasal sorunların tartışması olarak 3 sayının konusu oldular; Hukuk, Anayasa ve Özgürlük (1973,1976, 1979). Benim bu üç cilt üzerindeki çalışmalarım sağlığımın çok zayıflaması nedeniyle birkaç yıldır kesildi. Çalışmayı bitirene kadar, sonu yeni bir çalışmanın girişi olabilecek kelimelerle biten bir dipnot yazdım. Ben şu anda yeni çalışmamın yarısındayım ve zamanımın çoğunu ona ayırıyorum. The Fatal Conceit olarak adlandırılan yeni sayı (cilt); burada bahsettiğim konularla ve Organizasyon tartışması problemlerinin bir uzlaşısı, kanunların seçimi ve değerlendirilmesi ve bizim görsel ve duyumsal kavrayışımızı aşan bir durumun oluşumu ve bizim uygarlaşmamızın ana temeli; -ki bu bizim içimizden herhangi birinin etkileyebileceğinden daha fazla bilgi kullanmayı öğrenmemizdir- gibi konulardan bahsetmektedir. Anladığım kadarıyla bu kitaptaki yazarların tartıştığı da bu konunun bir parçasıdır. 30 yıl önce dünyada bu tür problemleri tartışabileceğim sadece iki insan vardı. Bunların arasında en önemlisi Chicago’da 1946 yılında karşılaştığım Henry Simons’tu. Fakat biz gerçekten bu tür problemleri tartışırken; o ve benim dışımda dünyada, hükümet üzerine anayasal sınırlamalar getirilmesi konusunda düşünen 3 ya da 4 kişinin olduğunun farkındaydık. Aslında, o ölmeden önce, onunla bu tür problemleri tartışmak için uluslar arası bir kurum oluşturmanın planlarını birkaç hafta tartıştım. Mont Pelerin Society kurulduğunda o ölmüştü. Daha önce tartışmalar yaptığım üç insanda ben bu kurumu kurmadan önce öldüğü için Mont Pelerin Society’yi yalnız başıma kurmak zorunda kaldım Bu kitapta bahsedilen topluluk, kendini bir dizi teknik ve karmaşık problemlerin saptanmasına ve araştırılmasına adayan Mont Pelerin Topluluğunun özelleştirilerek sunulan bir bölümü gibidir. Anayasal iktisat alanındaki gelişmelerin benim nihai amacım olduğunu söyleyebilirim. Çeviren: Tekin Akdemir Çoğunluk Düşüncesi ve Çağdaş Demokrasi Halk, istediklerini yapma konusunda engellendiğinde, (Atina Meclisindeki) büyük çoğunluk bağırmaya başladı.... Bunun üzerine, Sophroniscus’un oğlu olan ve yasaya uyma hariç, bu konuda hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini belirten Sokrat dışında hepsi, yani korku dolu prytanes’lar sorunu ortaya koymayı kabul ettiler. Xsenophon Demokrasi hakkında devamlı hayal kırıklığına uğrama Modern bir yönetimin faaliyetleri, birkaç kişinin istediği veya öngördüğü çoğunlukla kabul edilen sonuçlar verdiğinde, genel olarak bu husus demokrasinin kaçınılmaz özelliği olarak düşünülmektedir. Bununla birlikte, bu tarz gelişmelerin ekseriya belirlenemeyen ölçüdeki insan topluluklarının isteklerini karşıladığı iddia edilemez.İnsanların isteklerinin ortaya konulması için seçtiğimiz bu özel süreçte, halkın önemli bir kısmının “genel isteği” olan düşünce alanında çok az şey yapabilecekmiş gibi görünmekteyiz.Gerçekten, bugün bütün Batı demokrasilerinde kabul edilen kurumlar manzumesiyle ve temsilciler meclisi organının çoğunluğu ile bir yasanın kabul edilmesi ve hükümetin yönetilmesi konularında demokratik anlamda bir idareye sahibiz ve bu tarz bir idareye demokrasinin mümkün olan tek şekli diyoruz. Sonuç olarak, bu sistemin sadece fazla gayret gösterilen ülkelerde bile kimsenin hoşlanmayacağı bir çok sonuçları meydana getireceği gerçeği üzerinde değil, aynı zamanda temsilciler meclisinin esas görevleri hakkında sahip olunan kuvvetli eğilimler ile kısıtlanmayan demokratik kurumların olduğu birçok ülkede işlemediği gerçeği üzerinde durmayı önemsememekteyiz. Çünkü, ekseriya düzenlemeler olarak eskiden beri kabul ettiğimiz ve benimsediğimiz kurumları savunma konusunda kendimizi bağımlı hissederiz ve korumayı arzuladığımız bir ideali zayıflatabileceği düşüncesiyle, bu kurumları tenkit etmekte tereddüt ederiz. Bununla birlikte, son zamanlarda dikkate değer olan husus, devam eden sahte bağımlılığa ve hatta daha ilerisini inceleme isteği konusundaki talebe rağmen düşünen insanlar arasında, bu tarz demokrasinin meydana getirdiği sonuçlar hakkında endişeli ve ciddi alarmlar alınmaktadır Bu husus, her yerde, demokrasiye yalnızca “ne, ne zaman ve nasıl karar altına alınacak” şeklinde, kaçınılmaz bir şekil olarak bakan çağdaş politik bilim adamlarının özelliklerinden birisi olan alaycı realizmin bir şekli olarak ele alınmamaktadır. Bununla birlikte, kaçınılmaz olarak kabul edilen bu gelişmeler hakkındaki düşünceden etkilenen demokrasinin geleceği hakkında derin hayal kırıklıkları ve şüphelerin varolması güçlükle yalanlanabilmektedir. Bu, ifadesini yıllar önce Joseph Schumpeter’in iyi bilinen özdeyişinde bulmuştur; serbest piyasa koşullarına dayanan bir sistem en iyilerden daha iyi olmakla birlikte, kendi vaatlerini gerçekleştirememesine rağmen sosyalizm geleceği bağlarken umutların ötesinde mahkum edilmektedir.Daha yüksek seviyedeki hukukun kısıtlamalarını kabul ettiği için kişi hürriyetinin bir güvencesi olarak anlaşılan ve işletilen parlak bir ilk safhadan sonra demokrasinin gelişme çarkı, eninde veya sonunda çoğunluğun bir sorun karşısında alacağı karara dayanacaktır. Bu, bu bölümün tırnak içinde atıfta bulunduğu gibi beşinci yüzyılın sonunda Atina demokrasisinde görülen şekilde olup takip eden yüzyılda Demosthenes (ve diğerleri) tarafından ileri sürülen “Yasalarımız bir çok karardan daha iyi değildir, bundan başka, kararların verilmesinde dikkate alınan yasaların kararlardan daha sonra çıktığını da görebilirsiniz.”4şeklinde bir görüş de bulunmaktadır.Modern zamanlarda, İngiliz Parlamentosu sınırsız olan egemenliği ve gücünü ilan ettiği ve 1976’da kararlaştırma işleminden ziyade genel bir kural olarak bağlayıcı olan bu kararı açıkça reddettiği zaman benzer gelişmeler başlamıştır. Parlamento bir süre,kendisine yüklediği gücün ciddi şekilde yanlış kullanılmasının kanunla önlenmesi konusunda kuvvetli bir geleneğe sahip olmasına rağmen, uzun vadede, artık gerekli olmadığı görülen anayasal monarşinin evrimi esnasında acı bir şekilde denenen aşırı gücün bütün kısıtlamalarının temsilci hükümet tarafından yerine getirilmesinden hemen sonra modern gelişmelerin büyük felaketini ispat etmiştir. Bu husus, Aristo’nun “Yasaların egemen olmadığı yerlerde... fertler olarak değil toplum olarak bir çok kişinin egemen olması nedeniyle.... böyle bir demokrasi tam olarak bir anayasal kurum değildir” özdeyişinde kendisini bulduğu şekliyle, gerçekten hükümetin devamlı prensipleri ile tüm güçlerin kısıtlamalarını ihtiva eden meşruiyetin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Son zamanlarda, “artık anayasadan uygun şekilde bahsetmeyecek tarzda demokratik olan anayasalar diyen bir modern yazar tarafından bu görüş tekrar ifade edilmiştir. Gerçekte, “modern demokrasi kavramı, yürütme organı üzerinde hiçbir kısıtlamanın konulmadığı bir yönetim şekli” biçiminde bize şimdilerde tanımlanmaktadır. Gördüğümüz kadarıyla, anayasaların modern hükümet kavramında yeri olmayan bir kurum olduğu belirtilmektedir. Öngörülen demokrasi şekli üzerinde hayati etki yaratan sınırsız güç Demokratik kuralların benimsenmesinin yürütme kuvveti üzerindeki diğer kısıtlamalar ile birlikte dağılmasını mümkün kılması trajik bir aldanmadır. Ayrıca, gerçekten bir faaliyetler programının desteklenmesi için organize çoğunluğun olması gereği özel gruplar lehinde olarak yeni bir keyfi hareketin kaynağını ve tarafgirliği ve çoğunluğun moral prensipleri ile tutarlı olmayan sonuçlar meydana getirirken, demokratik olarak seçilen yasama organı tarafından “yürütmenin kontrolü”9yeterli ölçüde geleneksel kısıtlamaların yerine geçecektir. Gördüğümüz gibi, sınırsız kuvvete sahip olmanın mantığa aykırı sonucu, temsilci bir organ için, böyle bir sistem altında çoğunluğu sağlamak temsilciler meclisi çoğunluğunun özel çıkarlar sağlayarak bazı kişilerin oylarını satın alabileceği nedeniyle kendi genel prensiplerini yerine getirmesini imkansız kılmaktadır.Temsilciler meclisi hükümetinin büyük kurumları ile birlikte İngiltere’nin temsilciler meclisinin sadece en yüksek değil, aynı zamanda kısıtlamasız bir makam olması kuralına uygun olarak parlamenter egemenliğin tehlikeli prensibini dünyaya göstermiş olduğu sonucuna varılabilir. Sınırsızlık bir öncekinin yani en yüksek makam olmanın tabii bir sonucu olarak düşünülmesine rağmen, bu doğru değildir. Temsilciler meclisinin gücü, diğer bir üstün güçle değil devletin gücü ve ahengi konusunda insanların rızaları/onaylamaları ile sınırlanabilir. Bu onaylama, sadece bu uygulamanın genel kurallarının kaldırılması veya yürürlüğe sokulmasının onaylanması ve bu kuralların yürürlüğe sokulması hariç (veya bazı felaketlerin olması durumunda geçici olarak yetki verilebilir) zorlama yapmak için yetki verilmemiş ise en yüksek anayasal güç bile kısıtlanabilir. Gerçekten, ilk başta parlamentonun egemenlik talebi kendisinden daha üstün bir kuvvetin olmamasının tanınması anlamında olmuştur. Devletin üniterliği konusunda tasvip ve kurulan organlarından her hangi birinin gücünün kuvveti kısıtlayabileceği, fakat yasa yapacak olumlu gücü etkilemeyeceği nedeniyle, ilk kurulduğundan itibaren yavaş yavaş aynı şekilde izlenmeyen bir anlama gelmiştir. Gücü yaratan sadakat ve bu şekilde meydana getirilen kuvvet yalnızca halkın rızası ile uzatılabildiği dereceye kadar genişleyebilir.Bunun sebebi yasanın egemenliğinin Parlamentonun egemenliği ile aynı anlama geldiğinin unutulmasıdır. Yasa kuralı (hükümdarlık, egemenlik veya üstünlük) kavramı, kuralların kaynakları ile değil vasıfları tarafından tanımlanan yasa kavramına uyum gösterirken hangi şekil ve muhtevada olurlarsa olsunlar, bugün yasa koyucular yasaları yaptıkları için artık bu şekilde adlandırılmamakta, fakat yasalar yasa koyuculardan kaynaklandığı için bu şekilde adlandırılmaktadır.Mevcut kurumların, çoğunluk tarafından istenen veya kabul edilen sonuçları ürettikleri kabul edilirse, demokrasinin temel prensiplerine inanan birisi şüphesiz bunları kabul edecektir. Fakat, gerçekten bu kurumların ürettiklerinin çoğunluğun veya herhangi bir kişinin hazırlıksız olarak karar vermesinden ziyade, çoğunluğun istekleri konusunda karar vermek üzere ayarladığımız mekanizmaların özel tipi tarafından istenmeyen sonuçlarının büyük ölçüde olduğunu düşünmek için kuvvetli sebepler vardır. Demokratik kurumların geleneksel Yasa Kuralı ile yasaklandığı her yerde sadece “totaliter demokrasi” meydana gelmemekte, fakat aynı zamanda “halk oyuna dayanan diktatörlük” de meydana gelebilmektedir. Bu bizi, aşırı sahipliğin kolaylıkla kopya edilebilen kurumların özel bir seti olmadığını fakat, daha az kavranabilir gelenekler olduğunu ve bu kurumların yozlaşmasının genel adalet kavramı ile kontrol edilemeyen mantık nedeniyle gerekli sonuçlar vermeyeceğini anlamamızı sağlar.Doğru olsun veya olmasın, daha önce de söylendiği gibi; “demokrasideki inanç,demokrasiden daha yüksek şeylerdeki inancı öngörür”. Halkın, kararları, kalanların aleyhine olmak üzere organize olmuş gruplar lehine yeterli miktarda oy sahibine rüşvet vermeyi öngördükleri pazarlık süreci ile yönlendirilen seçilmiş temsilcilerin bir grubuna verilen sınırsız güç dışında demokratik bir yönetimi idame ettirmesi için gerçekten başka bir yolu var mıdır? Demokratik düşüncenin doğru içeriği Demokrasi hakkında büyük miktarda saçmalıkların olması ve halen konuşulmasına ve faydaları ile uzantılarının sağlamlaştırılmasına rağmen, bu konudaki inancın çok hızlı bir şekilde azalmasından çok rahatsız oluyorum. Önemli beyinler tarafından tartışılan demokrasinin saygınlığındaki bu keskin düşüş, son zamanlara kadar ilham için kullanılan ölçülemeyen ve kritik olmayan heyecanın hiçbir zaman paylaşılmaması konusunda alarm vermekte ve siyasi alanda iyi olan hemen her şeyi açıklayan terimi ortaya koymaktadır. Siyasi bir ideal olarak açıklanan demokrasinin, orijinal anlamından ziyade çok değişik konuları açıkladığı ve şimdilerde “eşitlik” anlamına gelen terimlerin yerlerine kullanıldığı görülmektedir. Tam olarak söylemek gerekirse demokrasi terimi, hükümet kararlarının verilmesinde bir metot veya kurallar manzumesi olarak kullanılmakta ve hükümetin ne temel fayda veya amacına (bir çeşit materyal eşitliği gibi) ve ne de hükümet dışı kuruluşlara (mesela eğitim, sağlık, askeri veya ticari kuruluşlar gibi) anlamlı olarak uygulanabilen bir metot olarak kullanılmamaktadır. Bu yanlış kullanımlar, gerçek anlamdaki “demokrasi” den bizi mahrum etmektedir.Demokrasiye gücü ellerinde bulunduranların barışçıl değişimini mümkün kılan bir sözleşme olarak bakan tam anlamıyla tutarlı ve hissi olmayan düşünce bile, zalim bir idareye karşı tek korunma silahımız (belirli değil fakat şu andaki şekliyle bile)olduğundan en fazlasına ulaşma konusunda mücadele etmemiz gerektiğini anlamalıyız. Demokrasi, yalnız başına hürriyet (“halkın” çoğunluğu anlamı hariç olmak üzere) anlamına gelmemesine rağmen, hürriyetin cankurtaran simitlerinden en önemlisidir. Şimdiye kadar yönetimin bulunan barışçı tek değiştirme metodu olarak demokrasi, etkinliği hakkında fikir sahibi olmadığımız ancak yokluğu ölümcül etkiler yaratabilen belaya karşı alınan sağlıklı tedbirlerle mukayese edilebilen olumsuz değerlere rağmen en etkili yöntemdir.Baskı prensibine, sadece çoğunluk tarafından tasvip edilen kurallara uyulmasını sağlamak için müsaade edilmelidir. Bu husus bir hakem gücün olmaması ve bu nedenle de hürriyetin olmaması durumunda temel şarttır. Bu prensip, büyük bir toplumdaki insanların barışçıl yardımlaşmasını ve organize gücün yöneticilerinin barışçıl bir yöntemle değiştirilmesini mümkün kılmaktadır. Fakat, toplumsal faaliyetlerin gerekli olduğu hallerde, demokrasi çoğunluğun düşüncesine göre yönlendirilmeli ve çoğunluğun tasvibiyle oluşturulan yönetim prensipleri çoğunluk gücünün sınırsız olmasını gerektirmedikçe veya kabul edilebilir her konuda çoğunluğun isteği olarak adlandırılan bir yol bulunmadıkça, baskı gücü yasaldır.Halkın çoğunluğu tarafından tasvip edilmese bile, gerçekten çoğunluk tarafından istenmeyen tedbirler için iddia edilen çoğunluğun teyidini talep etmeyi mümkün kılan bir mekanizma yaratmış gibi görünmekteyiz. Bu mekanizma, görünürde zıt olmasına rağmen sadece herkes tarafından istenen tedbirleri değil aynı zamanda herhangi bir mantıklı beyin tarafından bütün olarak tasdik edilebilecek tedbirleri üretmektedir.Baskı gücü çoğunluğun düşüncesine dayanıyorsa, o zaman, çoğunluğun gerçekten mutabık kaldığından daha ileriye götürülmemelidir. Bu husus, yönetimin herhangi bir faaliyeti hakkında çoğunluğun spesifik olarak tasvibinin gerekli olacağı anlamına gelmemektedir. Böyle bir talep, yönetimin tasarrufunda bulunan kaynakların nasıl kullanıldığına ilişkin günlük kararlar için yönetim mekanizmasının geçerli direktiflerinin müsaade ettiği ölçüye kadar karmaşık bir modern toplumda yerine getirilmesi imkansız bir talep olacaktır. Fakat bu, bireylerin sadece toplumun çoğunluğunca benimsenen genel prensiplerine değil aynı zamanda yalnız kendi tasarrufunda bulunan yönetimde sınırsız olan çoğunluğun temsilcilerinin yönetimine de boyun eğecekleri anlamına gelmektedir.Baskı altında tutma gücünün kullanılmasındaki çoğunluk kararı, geçerli düzenin idame ettirilmesi konusunda böyle bir karara ihtiyaç duyulmasını ve bu nedenle böyle bir gücün varlığında bir çıkarın olmasını gerektirmektedir. Fakat bu karar, ihtiyaçtan daha ileri bir noktaya gidemez. Sadece çoğunluğun değil herhangi bir kişinin bile toplumda oluşan faaliyetler ve diğer hususlar hakkında söz sahibi olması için açıkça belirlenmiş bir ihtiyaç bulunmamaktadır. Çoğunluk tarafından tasvip edilen düşüncenin bütün herkesi bağlayacağı fikrinden hareketle çoğunluğun tasvip ettiği güce sahip olma fikrine gidilmesi ihtimali küçük gibi görünmektedir. Bununla birlikte, yönetimin düşüncesinden bir sapmanın başka sapmaları da beraberinde getireceği, yani yönetimin isteğe bağlı düzenin kurulması için kısıtlı olan görevlerinden kısıtsız olanlara doğru bir sapma olabileceği veya bazı müşterek faaliyetlerin nasıl düzenleneceği konusunda kararlaştırılmış kurallardan sapılarak bir insan grubunun müşterek menfaat için bu şekilde yapılmalıdır diyerek ve bunu kurallar manzumesi içinde göstererek başka bir sisteme gidebileceği de dikkate alınmalıdır. İlk kavram,nizam ve intizamın idamesi için gerekli müşterek kararlar olmasını gerektirirken ikincisi, her şeyi kontrol edecek organize olmuş halk gruplarının baskı unsuru olarak faaliyet yapabileceklerini göstermektedir.Bununla birlikte, bireysel durumlarına göre çoğunluk durumundaki kişilerin kendi adalet düşüncelerini açıklama hususundaki isteklerine inanmak için başka bir neden yoktur. Bildiğimiz kadarıyla sonuncusundaki adalet duygusu belirli konularda ekseriya sallantıda kalmaktadır. Fakat, kişiler olarak otorite tarafından zaman zaman kısıtlanmamıza rağmen, meşruiyet dışı arzularımızı durdurmak zorunda olduğumuz bize öğretilmiştir. Medeniyet, kişilerin belirli konularda kendi arzularını frenlemeyi öğrenmeleri ve genel olarak kabul edilmiş kuralları kabul etmemiz gerçeğine dayanmaktadır. Bununla birlikte, kurallara uymak zorunda olmadığı için çoğunluğun bu konuda yeteri kadar medenileşmediğini söylemek mümkündür. Belirli bir faaliyet konusundaki arzularımız tarafından bunun sadece adil olduğunu ispat konusunda ikna olduğumuzda ne yapacağız? Halk, belirli bir tedbirin avantajları hakkında çoğunluğun mutabakatının adil olduğunu onaylarsa, sonuç farklı olacaktır. Halk mutabık kaldıklarının kesinlikle adil olduğuna ikna olduğunda bunun doğru olup olmadığını sormayı bırakacaktır. Bununla birlikte, çoğunluğun mutabık kaldığı konular hakkında birkaç nesil sonra fikirler değişebilecektir. Günümüzdeki temsilciler meclisleri neyin adil olduğu konusunda kesin yargıya varmış olsalar bile bu konu hakkında düşünmekten vazgeçmeleri konusunda şaşırmalı mıyız? Belirli bir Kural’ın adilliği üzerine insanlar arasında varılmış olan mutabakat,gerçekten bu kuralın adilliği konusunda bir test olmayabilmektedir. Çoğunluğun tasdik ettiği belirli tedbirler -adalet (veya adaletsizlik) konusunda objektif testleri yapamadığımız pozitivist doktrinlerle tespit edilebilir- konusunda tanımlama yaptığımızda adalet kavramı saçma gelmektedir. Çoğunluğun belirli bir konuda verebileceği kararlar ile kişiler arasında mevcut olacağı şekliyle tasvip edilmek istenen konularla ilgili genel prensipler arasında büyük bir fark bulunmaktadır.Bundan başka, ayrıca, kuralların evrensel hale gelmesi konusunda adaletin uygulamasına karar verilmesi, baskı altında tutma gücünün kendisini kanıtlamaya hazırlıklı olması için kuralların kabul ettirilmesi konusunda sarf edilmesi gereğinden hareketle, kendi doğruluğunu kanıtlamak maksadıyla bir çoğunluğun sağlanması konusunda büyük ihtiyaç bulunmaktadır.Belirli konular hakkında çoğunluğun isteğinin olması inancı, şimdilerde kendi kendini ispatladığı kabul edilen görüşe nelerin yol açtığını ve çoğunluğun keyfi olamayacağını göstermiştir. Bu husus, demokrasinin (ve dayanağı olarak olumlu düsturunun) yaygın yorumuna uygun olarak, halkın mutabık kaldığı kurala uymaktan ziyade, bir kararı ortaya koyan kaynak, adalet ölçütü olarak dikkate alınıyorsa ve”keyfilik” demokratik kurallarla tespit edilmeyen şekliyle tanımlanıyorsa, gerekli sonucu verecekmiş gibi görünmektedir. Bununla birlikte, “keyfilik”, genel bir kuralla kısıtlanmayacak istek (bu isteğin bir kişinin veya çoğunluğun isteği olup olmadığına bakılmaksızın) ile şekillendirilen bir faaliyet anlamında kullanılmaktadır. Bu nedenle,söz konusu husus, belirli bir faaliyet konusunda ne çoğunluğun mutabakatı ne bir anayasa ile teyit edilmesi ve fakat sadece belirli bir faaliyete ihtiyaç gösteren kendi üyelerinin dikkate aldığı gibi dikkate alınabilen bir delil olarak bir kuralın evrensel olarak uygulanması için kendi yorumlaması konusunda temsilciler meclisinin isteği olmaktadır. Bununla birlikte, bugün, çoğunluğa sadece belirli bir kararın adil olup olmadığı konusunda değil, belirli bir kararda uygulanan prensibin benzer örneklerinde de uygulanıp uygulanmayacağı konusunda sorular sorulmamaktadır. Temsilciler meclisinin hiçbir kararı gelecekte verecekleri kararları bağlamayacağı için, genel kurallarla bağlayıcı olmayan muhtelif tedbirler alınmaktadır.Sınırsız güce sahip seçilmiş bir meclisin zayıflığı bütün herkesi etkileyen kurallar hakkındaki oyların ve bazılarını doğrudan etkileyen tedbirler hakkındaki oyların tamamen farklı karakterlerde olması, kritik bir noktayı göstermektedir. Herkesi ilgilendiren konular hakkındaki oylar, devamlı ve güçlü düşüncelere; ve böylece bilinmeyen kişilerin (Genel olarak her hangi bir durumda müşterek hesaptan dağıtılacak olan bu tür yararlar, bütün kişilerce tercih ettikleri yönde harcanacaktır) yararına olan (ve ekseriya ayrıca zararına) belirli uygulamalarla ilgili oylardan oldukça farklı olan hususlara dayanmaktadır. Böyle bir sistemin, Büyük Britanya’da en fazla paradoksal sonuçları doğurması kaçılmazdır. Bununla birlikte,Büyük Britanya yönetiminin görevlerinin miktarı ve karmaşıklığı, kişilerin ihmalinin olduğu yerlerde, oy verenlerin veya temsilcilerin tasarrufundaki daha iyi bilgilerle giderilebildiği için, neredeyse herkesin, karşılaşılan bu tür sorunlara aşina olduğu yerel işlerin düzenlenmesinde tedbirler alınabilmektedir. Seçilmiş yönetimin klasik teorisi, milletvekillerinin;Yasa yapmayacakları fakat kendilerinin ve kendi haleflerinin yasalara tabi olacakları zamanlarda; hiç para vermedikleri, fakat kendi paylarını ödeme yaptıkları zamanlarda; zararlı bir şey yapmadıkları fakat kendi arkadaşları ile birlikte kendi başlarının da yere düştüğü yerlerde; kendi prensiplerinin iyi yasaları, küçük zararı ve çok tutumluluğu umabileceğini farz etmiştir.Üyelerinin, kendileri için özel yararlar sağlamak suretiyle belirli grupların oylarını almak ve elde tutmakla ilgili oldukları “yasama organının” seçmenleri diğerlerinin alacağından ve ilgileneceğinden daha az olarak bu konulara ilgi göstereceklerdir.Bunlar normal olarak, muhtelif isteklerin adil olup olmamasına bakmaksızın kendi gruplarının hesabına olarak daha az bildikleri konularda bile diğer grupların aleyhine hareket edebilmektedirler. Her bir grup, diğer grupların aleyhine olabilecek konularda kendi gruplarının lehinde olarak karar alınmasına çalışmaktadır. Bu sürecin sonucu,hiç kimsenin düşüncesinin ve prensiplerinin haklı olduğuna bakmaksızın kararların bir esasa istinat etmesinden ziyade çıkara hizmet ediyor olmasıdır. Bu kararlar bir azınlıktan alınan fonların paylaşımı konusunda hem fikir olmaktadır. Kısıtlanmamış ve müdahaleci yasama organının faaliyetlerinin kaçınılmaz sonucu olarak temsilci demokrasinin ilk teoricilerinin açıkça öngördükleri bu husus karşımıza çıkmaktadır.Gerçekten modern zamanlarda demokratik yasama organlarının bu talepleri adil olarak karşılaması için, çıkar grupları arasındaki özel indirimlere, imtiyazlara ve diğer yararlara kim karar verecek? A ucuz ithalata karşı korunacaksa, B, az eğitim görmüş operatörün maruz bıraktığı kesintilere, C kendi maaşında yapılacak indirime, D kendi işini kaybetmeye karşı ise kararlar buna göre verilecektir. Oy verenler bu genel çıkarlarına karşılık olarak talepte bulundukları kişilerden, kendi taleplerini yerine getirmelerini bekleyecektir. Bu yazının son bölümünde incelenen “Sosyal adaletin” tesis edilmesi konusu gerçekte bu belirli demokratik mekanizmanın önemli bir ürünüdür ki bu husus yerine getirdikleri belirli çıkarlar hususunda temsilcilere moral sağlamaktadır.Çoğunluğun istekleri, sanki bazı gruplar (mesela çiftçiler veya köylüler veya ticari birliklerin yasal imtiyazları gibi) yerine getirilmesi için ileri sürmüş gibi belli grupların isteklerini iptal ediyorsa ve bu grupların oyları dengeyi değiştirecekse, bu grupların isteklerini de karşılayacak şekilde değiştirilmektedir. Mevcut sistemde, her bir küçük çıkar grubu isteklerinin adil veya eşit olması için sadece çoğunluğu ikna etmek için çalışmamakta aynı zamanda kendi desteğini çekebileceği tehdidini yapmak suretiyle kendi isteklerinin gerçekleşmesi için çalışmaktadır. Böylece demokratik yasama organının bütün özel indirimleri, imtiyazları ve faydaları verdiği düşüncesi saçma olmaktadır. Başarılı propagandanın bazı gruplar lehine karasız kişileri etkileyebilmesine ve adalet duygusu ile hareket eden yasa yapıcılar için uygun görünmesine rağmen çoğunluğun düşüncesini yansıtacağını umduğumuz ve oy verme mekanizması olarak adlandırılan, oluşturduğumuz mekanizma, neyin yanlış neyin doğru olduğu konusunda, çoğunluğun düşüncesini yansıtmayacaktır.Belirli gruplar lehine oy verme gücü ile donatılmış bir meclis, farklı taleplerin karara ulaştırılmasından ziyade çoğunluk ile ilgili pazarlıkların odağı olacaktır. Bu pazarlık sürecinin sonunda ortaya çıkan “Çoğunluğun isteği” uydurması, artık, diğerlerinin aleyhine olarak kendi destekçilerine yardımcı olacak bir sözleşme olmayacaktır. Bu gerçeğin bilincinde olarak, politikalar büyük ölçüde, normal insanlar arasında kötü şöhreti olan “politikacılığın” özel çıkarlarına hizmet edecek şekilde belirlenecektir.Gerçekten, toplumsal iyilikle birlikte politikacının yalnızca kendisini düşündüğünü hisseden toplum kesimlerine göre, onlara lokmalar atan veya daha değerli hediyeler veren belirli grupların devamlı olarak tatmin edilmesi gereği açıkça yozlaşma olarak görülmelidir. Çoğunluk yönetiminin, çoğunluğun isteklerini değil çoğunluğu teşkil eden grupların her birinin isteklerinin yerine getirmesi hususu, kendi desteklerinin hangi tarafa yöneltileceği konusunda diğerlerine fikir vermelidir. Bu nedenle, bunun bugün günlük hayatta olağan şeylerden biri olarak kabul edilmesi ve deneyimli politikacıların bunu kınama konusunda yetersiz kalan idealistlere acıması ve kişilerin daha şerefli oldukları takdirde bundan kaçınabileceklerine inanılması, mevcut kurumların ilgilendiği ölçüde gerçektir ve sadece bozulmanın olduğu bütün temsilcilerin veya demokratik yönetimin kaçınılması mümkün olmayan özellikleri dikkate alındığında yanlıştır. Bununla birlikte, bütün temsilcilerin veya demokratik yönetimin katkısı gerekli olmayabilmektedir. Fakat, tamamen kısıtlamasız ve her şeye gücü yeten yönetimlerin çalışması sayısız grupların desteğine bağlı olmaktadır.Sadece sınırlı yönetim, iyi bir hükümet olabilmektedir. Çünkü, belirli çıkarların (Kant tarafından ortaya konulduğu gibi) ortaya konulmasında genel ahlak kuralları yoktur(ve yok olabilmektedir). Çünkü, “Refah bir prensibe sahip değildir fakat isteğin içeriğine bağlıdır ve bu nedenle genel prensiplere sahip değildir”. Bu tür şeyler demokrasi ya da temsilci yönetim değildir aksine bizim tarafımızdan seçilmiş belli her şeye gücü yeten çabuk bozulabilen bir yasama kurumunun bir örneğidir. Bozulma aynı zamanda zayıflıktır, tamamlayıcı gruplardan gelen baskıya dayanamaz, yöneten çoğunluğun desteklerine ihtiyaç duyduğu grupların isteklerini yerine getirmesi için yapabileceğini yapması gerekir, ama bu alınan tedbirler toplumun kalanı için zararlı olabilir, en azından bunu çekmek zorunda olan gruplar için popüler olmayabilir, bu durum kolayca ortaya çıkarılabilir. Bir azınlıktan gelen muhalefeti yenebilmek için hudutsuz ve baskıcı güce sahip olunurken sarhoş bir adam tarafından kullanılan aracın yalpalaması gibi bir tedbirin tam olarak izlenmesi mümkün olmayabilir. Belirli gruplar lehine yasama organınca verilecek imtiyazları engellemek için yüksek yargı makamlarının olmaması durumunda, yönetimin şantajla karşılaşmaması için hiçbir mani bulunmamaktadır. İngiltere’nin kontrol altında tuttuğu ülkelerin ekonomik hayatından çıkarak herhangi bir politikayı uygulamasının imkansız olması gibi, yönetim bu grupların isteklerini karşılarsa onların kölesi haline gelir.Yönetim, düzeni ve adaleti sağlayacak kadar kuvvetli ise, politikacıları sahip olduklarına inandıkları husustan mahrum etmeli ve “bütün memnuniyetsizlik kavramlarını ortadan kaldırmalıyız”. Maalesef, geniş ölçüde memnun mnuniyetsizlik kavramlarını ortadan kaldırmalıyız”. Maalesef, geniş ölçüde memnuniyetsizliği yaratan şartları değiştirme konusunda yaptığımız her gerekli girişim ve politikacıların savundukları hususlar bu değişiklikleri yapmayı mümkün kılmamaktadır.Özel faydalar temin etmeyi amaçlayan bu şartların bir etkisi de sadece bunun adil olduğu hakkındaki genel düşünce değil aynı zamanda aşağıdaki tarzlarda yanlış düşünceye neden olabilecek “politik gerekliliktir”; oyların dengesi sallantıda olduğunda bazı gruplar lehte oy verdiğinde, oylanan konunun buna layık olduğu için genel kabul gördüğü hususunda bir düşünce oluşabilir. Fakat, çitçiler, küçük işadamları veya belediye çalışanları kendi isteklerinin düzenli olarak tatmin edilmesi için gerekli girişimlerde bulunuyorlarsa ve gerçekten bu grupların desteği olmadan yönetimin çoğunluğu sağlayamayacağı bariz ise, şüphesiz bu sonuca ulaşmak saçma olacaktır. Ayrıca, demokratik teorinin olduğunu var saydığı şey konusunda paradoksal bir sapma var gibi görünmektedir. Çoğunluk genel olarak doğru olduğuna inanılan hususlara göre yönetilmemekte fakat bunların adil olduğu düşünülmesi istenmektedir. Çoğunluğun rızasının, çoğunluğu teşkil eden kişilerin bir çoğunun kendi isteklerinin yerine getirilmesinin ödemesi olarak rızalarını sıkça kullanmalarına rağmen, adaletin bir ölçüsü olarak delil sayıldığına inanılmaktadır. Bu hususlar, kendi çıkarlarına hizmet etmemesine rağmen düzenli olarak yapıldığı için “sosyal olarak adil” kabul edilmektedir. Fakat, devamlı olarak çoğunluk gruplarının lehte olarak oy vermesi gereği, sonuçta ahlaki standartların meydana gelmesini sağlamakta ve sıklıkla lehte olan sosyal grupların, kendi özel çıkarlarının tek başına bu iş için gerekli olmadığına inanmalarından dolayı bunu hak ettikleri şeklinde düşünmelerine sebep olmaktadır. Bazen, sanki belirli bir mekanizmanın körleştirilmiş sonucu olmaktan ziyade arzu edilen bir tedbirin deliliymiş gibi kullanılan ve “Bütün modern demokrasilerin bunu yapmak için gerekli buldukları” argümanı ile karşılaşabiliriz. Böylece, sınırsız demokratik yönetiminin mevcut mekanizması yeni bir “demokratik” etik seti oluşturmakta ve bu mekanizma demokrasilerde düzenli olarak yapılan sosyal adalet olarak görülen hususu veya bu mekanizmanın akılcı olarak kullanılması suretiyle demokratik yönetimlerin daha iyi olabileceği inancı yaratılmaktadır. Yönetim tedbirleriyle kararlaştırılan gelirlerin gün geçtikçe daha fazla yayıldığı bilinci,durumları henüz netleşmeyen grupların isteklerinin istekleri net olan gruplar tarafından yönlendirilebileceğini göstermektedir. Her zaman grupların gelirlerihükümet tarafından alınan tedbirlerle artmış olup diğer gruplara bir örnek teşkil etmiştir. “Sosyal adalet” taleplerinin altında yatan şey, sadece diğer gruplara zaten sağlanmış olan imkanların kendilerine de aynı şekilde sağlanması hususundaki taleptir.Örgütlü çıkarların koalisyonu ve yönetim mekanizması bazı belirli çıkarların gittikçe artan etkisini dikkate almadan, kendi grup çıkarı için oyunu vadeden kişinin bunu rüşvet gibi kabul etmesinin demokratik kurumları etkilendiğini düşünmekteyiz. Bu baskı gruplarının organize olma yeteneklerini ve faaliyetlerini de dikkate almak durumundayız. Bu husus, bazı politik partilerin görüş olarak birleşmesinden ziyade koalisyon kurmasına veya birleşmesine yol açmakta ve koalisyonların veya organize çıkarların, baskı grupları tarafından etkilenmesine neden olmaktadır. Bu organize gruplar tarafından yapılan etkiler elde edilen faydanın dağıtımındaki çarpıklığı artırmakta ve eşitlik prensibini de etkilemektedir. Sonuç, gelir dağılımının politik güç tarafından tespit edilmesi olmaktadır. Bu günlerde enflasyonla mücadele için bir vasıta olarak kabul edilen “gelir politikası” geniş ölçüde bu gücü elinde bulunduranlar tarafından karar verilen bir düşüncedir. Ticari birlikleri ve kuruluşları, profesyonel kuruluşları da içine alan yönetim mekanizmasının gereksiz ve çok aşırı büyümesi bu asrın eğilimlerinin bir parçasıdır.Bu husus, görünürde gerekli ve kaçınılmaz olarak gerçekleşmiş ve küçük grupların desteğini sağlamak suretiyle kendi çoğunluğunu idame ettiren çoğunluk yönetimlerinin gittikçe artan gerekliliğini karşılamak (veya kısmen dezavantajına karşı savunmak) için kullanılmıştır. Bu şartlar altındaki politik partiler gerçekten kendi düşündükleri idealler ve koydukları prensipleri, koalisyonu teşkil eden diğer partilerin ideallerine ve prensiplerine uydurmak zorunda kalmışlardır. Kendi ülkelerinde öngörülen sistemi tasvip etmeyen ve bunun yerine bazı hayali ütopyaları koymayı hedefleyen batıdaki bazı ideolojik partiler hariç, gerçekten düşündükleri tarzda, bir partinin programlarını ve faaliyetlerini düzenlemesi güç olmaktadır. Bu partiler güdümlüdür ve hatta mutabık kaldıkları kendi hedeflerin dışındadır, toplumun yavaş yavaş kabul edebileceği şartları meydana getirmekten ziyade sosyalizmin bazı şekilleri gibi yapılar empoze etmek için kendi güçlerini kullanmaktadırlar. Mevcut politikayı yönlendirebilen ve müşterek bir faaliyet için çoğunluğun nasıl bir araya getirilebileceğini açıkça gören yasama organının her şeyi yapabileceği bir sistemde, bu gelişmelerin kaçınılmazlığı ortaya çıkabilmektedir. Fakat temel değerler üzerinde toplumun oluşan düşüncesi, halihazırdaki yönetim faaliyetinin programının tespit edilmesinde yeterli olmamaktadır. Bir yönetimin destekleyicilerini bir araya getirmek için veya böyle bir partiyi bir arada tutabilmek için ihtiyaç duyulan program farklı çıkarların birleştirilmesi suretiyle bir pazarlık sürecinden sonra yapılabilmektedir.Bir yönetimin emrinde olan kaynakların belirli amaçlar için kullanımı düşünüldüğünde,bu konuya rıza gösteren her bir gruba rızalarının karşılığı olarak vaat edilen hizmetler yapılmaktadır.Bir anlamda çoğunluğun müşterek düşüncesinin bir ifadesi olarak pazarlıklı demokraside karar verilen program açıklanacaktır. Gerçekten böyle bir programda bulunan hususları isteyen ve hatta tasvip eden kimseler olmayabilecek, bu program için başkaları uğruna kendi isteklerinden vazgeçen insanlar olabilecektir.Kararlaştırılan müşterek faaliyetler hakkındaki böyle bir program sürecinin düşünülmesi ve pek çok farklı kişi ve grupların ayrı ve mantık dışı düşüncelerinin bir araya getirilmesi bir mucize olacaktır. Programda kapsanan hususların bir çoğu hakkında oy veren üyeler (veya temsilciler meclisinin çoğunluğu) karşı karşıya bulunulan şartların ne olduğunu bilmedikleri için hiçbir fikre sahip olmayacaklardır.Bunların çoğu farklı ve hatta ters etkide bulunacak fakat kendi arzularının gerçekleştirilmesi için ödemek zorunda oldukları bir bedel olacaktır. Bir çok kişi için parti programları arasında yapılacak seçim, bir tarafın çıkarına olan bir husus diğer tarafın aleyhine olacak şekilde sonuçlanabilecektir.Yönetim faaliyetleri için böyle bir programın ilave karakteri, parti liderinin karşı karşıya olduğu sorunları düşündüğümüzde daha açık olarak ortaya çıkmaktadır. Parti lideri,ihtimam göstereceği öncelikli bazı hedeflere sahip olabilir veya olmayabilir. Fakat hedefi ne olursa olsun, bu kendi gücünü kullanma konusunda duyacağı ihtiyacı göstermektedir. Bu nedenle, kendisine yön veren hedeflerle çok az ilgili olan kişilerden ibaret olan bir çoğunluğun desteğine ihtiyaç duymaktadır. Kendi programı için destek oluşturmak amacıyla, çoğunluğun çıkarlarını karşılayacak şekilde yeterli miktarda hususu kendi programına dahil edecektir.Yönetim faaliyetleri için gerekli olan böyle bir program üzerinde varılacak mutabakat,demokraside karar verici güç olması umulan çoğunluğun, ortak düşüncesinden farklı bir metne dayalı olabilir. Kişilerin düşünceleri farklı olduğu için herkesi tam olarak tatmin etmeyen bir orta yol bulunması konusunda mutabakata varılmasına bir çeşit uzlaşma diyoruz. Bir grubun isteklerinin tatmin olmasına karşılık olarak diğer grubun da isteklerinin tatmin edilmesi (ve ekseriya uzlaşmaya katılmayan üçüncü bir grubun aleyhine olarak) için yapılan bir seri pazarlık koalisyonun ortak davranışı konusunda hedefleri belirlemekte fakat sonuçların genelinin onaylanmasını göstermemektedir.Bu konuda bir oylama fırsatı olsaydı sonuç çoğunluğun sadece birkaç üyesi tarafından kabul edilecek bir prensibin tümüyle aksi olurdu.Organize edilmiş çıkar koalisyonu tarafından oluşmuş yönetimin hakim olması (Genel anlamda “kötü çıkarlar” olarak açıklanan hususlar ilk olarak gözlendiğinde) yönetim dışındaki bir kişi tarafından suiistimal veya hatta bir çeşit bozulma olarak görülebilir.Bununla birlikte, destekleri karşılığında kendi isteklerini tatmin etmek için ihtiyaç duyulan tedbirlerin alınması sınırsız güce sahip yönetim sistemlerinin kaçınılmaz bir sonucudur. Böyle bir güce sahip bir yönetim, bu gücü uygulamayı reddedemez ve çoğunluğun desteğini elinde tutmaya devam eder. Kendilerine sağladığımız pozisyonda yapmak zorunda oldukları işler için politikacıları kınama hakkımız bulunmamaktadır. İsteklerini karşılamak konusunda çoğunluğa halkın bir kesimi tarafından verilen bilinen şartları yaratmış bulunuyoruz. Fakat sınırsız güce sahip olan bir yönetim sadece çoğunluğun desteğini sağlamak için yeterli ölçüde baskı gruplarına bağlı kalmalıdır.Dar anlamda ortak ihtiyaçlar için ayrılmış özel kaynakların yönetiminde hükümet daima bir ölçüye kadar bu karaktere sahip olacaktır. Yönetimin görevi yasama organından farklı grupların belirli çıkarlarını sağlamaktır. Fakat bu zafiyet, yönetim kurallara uygun olarak kendi emrindeki kaynakların kullanımını kararlaştırdığı sürece(ve özellikle mahalli yönetimlerde halkın kendi oyları ile genişlemeden kaçınması durumunda), yönetimin ve yasa koyucuların ve yönetim kaynaklarını idare eden şahısların da, kaynakların ne kadarını kontrol edeceğine karar vermesi konusunda katkıları bulunduğunu farz ederek giderilmektedir. Ancak destekleyenleri tarafından verilen oylar ile sürdürülen bir pozisyonda bulunanların neyin doğru olduğunu tanımlamaları, güçlerini korumak için gerekli olarak düşündükleri her tür amaçlar için toplum kaynaklarının yönetenlerin kullanımına verilmelidir.Toplumun kaynaklarının bir kısmının seçilmiş yöneticileri destekleyicilerini tatmin etme konusunda sorumlu olmalarına rağmen değiştiremeyecekleri bir kanuna tabi iseler, şahıs hürriyetlerine karışmaksızın yapacakları hususlarda yönlendirilemezler.Fakat, aynı zamanda, bu kuralların koyucuları iseler kendi organize etme güçlerini sadece yönetime ait olan kaynakları ile değil şahısların sahip oldukları ve bunların meclislerini özel isteklerini karşılayacak kaynaklar dahil olmak üzere toplumun sahip olduğu bütün kaynakları kullanabilirler.Yönetimi, yapacağı kötü uygulamalar nedeniyle gücünden mahrum etmek ve gücünü kısıtlamak suretiyle, gücünü sınırlandıracak tedbirleri almak suretiyle bazı özel çıkarlara hizmet etmesi konusunda engelleyebiliriz. Bütün tatminsizlikleri ortadan kaldırmanın kendi güçleri dahilinde olduğunu ve bunun da görevi olduğuna inanan politikacıların bulunduğu bir sistem, halkla ilgili işlerin tam olarak yapılmasına yol açmalıdır. Bu güç kısıtlaması, belirli çıkarlara hizmet için kullanılacaktır ve kullanılmalıdır ve yönetim üzerindeki baskıları birleştirmek için organize çıkarların gayretlerini azaltacaktır. Bu baskıya karşı bir politikacının sahip olduğu tek savunma, kendisinin şikayetçi olduğu ve değiştiremeyeceği tesis edilmiş prensiplerin varlığıdır. Değiştirilmesi mümkün kurallara sahip hükümet kaynakların kullanımını yöneten hiçbir sistem, bu organize çıkarların bir oyuncağı olmaktan kaçamayacaktır.Genel kurallar ve özel tedbirler üzerindeki anlaşma Büyük Britanya toplumunda kimsenin, hükümetin aldığı kararların amacı olabilecek faktörlerin bilgisine sahip olmayacağını sürekli vurguladık. Böyle bir toplumun herhangi bir üyesi toplumu meydana getiren anlamlı yapının küçük bir kısmından daha fazlasını bilmez, fakat kendisinin ait olduğu kalıp içindeki sektörü şekillendiren isteklerin diğerlerinin istekleriyle çatışabileceğini bilebilir. Böylece, kimse tümünü bilmezken, farklı istekler genel olarak kendi etkileri ile çatışacak ve ulaşılacak anlaşma ile uzlaşmaya varılacaktır. Demokratik yönetim, (demokratik yasama ile tefrik edildiği biçimde) kişilerin bilincinde olduğu belirli gerçeklerin dışında olarak onların rızasına ihtiyaç göstermektedir ve kişiler,çoğunluğun uyacağı ve belirli önlemleri gerektirecek genel kuralları kabul ettiklerinde,isteklerini önemsemediklerini göstereceklerdir. Mutabakat pek çok konu üzerinde anlaşmayı gerekli kılıyorsa, çatışmadan kaçınılamaz, çatışmadan ancak genel kurallar üzerinde anlaşmaya varılarak kaçınılabilir ki bu durum bugün neredeyse unutulmuş gibi görünüyor.Doğru bir uzlaşma hatta çoğunluk arasındaki doğru uzlaşma Büyük Britanya’da bazı genel prensiplerin nadiren kabul edilmesine neden olmuştur ve bu uzlaşma kendi üyeleri tarafından bilinen bazı belirli önlemler üzerinde sürdürülebilir. Daha önemlisi, böyle bir toplum, prensipleri kendi özel kararları içerisinde kabul etmişse iyi bir düzen kuracak ve devam ettirecektir ve çoğunluk bu kuralları yıkmak istese bile kuralları ortadan kaldırmak için yeni bir araç buluncaya kadar başarılı olamayacaktır.Bir dereceye kadar bu kurallara uyulmasının gerekli olduğunu daha önceleri görmüştük. Dünyanın farklı yerlerindeki farklı alt gruplar tarafından oluşturulan kararlara bile ihtiyaç bulunmaktadır. Belirli konular hakkındaki oylamalar aynı genel kurallara tabi olmadıkça muhtemelen kişiler tarafından kabul edilmeyecektir.Önümüzdeki uzun dönem esnasında yönetim faaliyetlerinin kararlaştırıldığı tüm plan için isteklere yol açan demokratik karar verme mekanizmasının tesis edilmiş kurallarının tatminkar olmayan sonuçlarının bilincinde olunması önemlidir. Böyle bir plan, kritik güçlük için bir çözüm teşkil etmemektedir. Sonunda genel olarak kabul edildiği gibi, somut sorunlar hakkındaki kararların bir dizi sonuçları olacak ve bu nedenle bu kararlar aynı sorunları ortaya çıkaracaktır. Böyle bir planın kabul edilmesinin etkileri genel olarak tedbirlerin istenip istenmediği konusunda gerçek kriterler için bir yedek plan gibi hizmet görmekte olmasıdır.Sadece Büyük Britanya toplumunda mevcut olan genel prensipler üzerinde gerçek bir çoğunluğun istenmesi değil, aynı zamanda somut sonuçlar istekler ile bir çatışmaya girse bile genel prensipler üzerinde inşa edilen belli şeylerin etkilemesini engelleyen bir piyasa mekanizmasının kontrol altına alınabileceği kesin bir gerçektir.Bizce bilinmeyen koşulları kısmen karşılayan bir yapıdan faydalanmamızı sağlayacak amaçlarımızın bir kısmının başarılması, etkilerinden bir kısmının isteklerimizin aksine sonuçlanmasına ve bu yüzden istediğimiz ve uymak istediğimiz belirli sonuçlar ile genel kurallar arasında bir çatışmanın doğmasına yol açacak olması kaçınılmaz bir şeydir.Toplu faaliyetlerde, bu çatışma çok aşikar olmaktadır. Çünkü, birey olarak bizler kurallara uymayı öğrendik ancak bir yapının üyeleri olarak bize yasaklanmış olan bir kurala gelecekte çoğunluğu uyacağı konusunda hiçbir garantimiz bulunmamaktadır.Bireyler olarak oluşturulmuş kurallarla sınırlı olan amaçlarımızın sürdürmeyi kabul etmeyi öğrenmemize rağmen, bu kuralları değiştirme gücüne sahip bir yapının üyeleri olarak oy verirken yukarıdakine benzer bir şekilde kısıtlandığımızı düşünmeyiz. Son durumda birçok kişi diğerlerine karşı kendilerini korumaya alan faydaları mantıklı olarak görmektedir. Ancak bu kişiler bu garantinin evrensel bir nitelik taşımadığını da bilmekte ve bu nedenle kimseyi böyle bir garanti altında görmek istemezler. Spesifik konular üzerinde belli kararlar verilirken, oy verenler veya temsilcileri, genel olarak gözlemeyi tercih ettikleri prensiplerle çatışma anındaki destekleyici önlemlere yol açacaklardır. Belirli tedbirler konusunda karar veren kişileri bağlayan hiçbir kural mevcut olmadığı sürece, çoğunluğun prensipler hakkında karar vermeleri istendiği takdirde bir defa ve ebediyen kısıtlanacakları bir tip tedbiri kabul etmeleri kaçınılmaz olmaktadır.Herhangi bir toplumda belirli konular hakkında olandan ziyade genel prensipler hakkında daha fazla mutabakatın olduğu çatışma, başlangıçta belki de olağan deneyimlerin aksine olacaktır. Günlük uygulamalar genel bir prensipten ziyade belirli bir konu hakkında mutabakatın sağlanmasının genellikle daha kolay olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, bu husus, tam olarak bilmediğimiz ve hiçbir zaman kelimelerle ifade edemediğimiz, ve değişik insanları kararlarını vermeleri konusunda yönlendiren ve nasıl hareket edeceğini bildiğimiz yaygın prensiplerin yalnızca bir sonucudur. Bu prensiplerin formüle edilmesi genellikle çok güç olmaktadır. Uygun hareket ettiğimiz prensiplerdeki bilinç eksikliği, kuralları uygulanabilir olarak gördüğümüzden sadece belirli etik kuralları üzerinde uzlaşma sağlandığı için uygun hareket ettiğimiz prensiplerdeki bilinç eksikliği çürütülemez. Fakat genellikle bu müşterek kuralları mutabakata varmış olduğumuz muhtelif belirli örneklerin incelenmesi ve yine mutabık kaldığımız noktaların sistematik analizi için öğrenmekteyiz. Münakaşa şartları hakkında ilk defa bilgi sahibi olan bir kişinin kendi yararı için benzer kararlara ulaşması gerekiyorsa, bunun kesin anlamı olsun veya olmasın aynı prensipler tarafından yönetilmektedir ve eğer mutabık kalmadığında bu tür yaygın prensipler hususunda kişinin eksikliği olarak görülmektedir. Bu husus, belirli menfaatler hususunda önce anlaşamayan partiler arasındaki muhtemel bir anlaşmayı sağlayacak argümanları incelediğimizde doğrulanmaktadır. Bu argümanlar daima genel prensipleri veya en azından bazı genel prensiplerin ışığında ortaya konmuş olan gerçekleri kapsar. Bu husus hiçbir zaman kesin bir örnek değildir fakat daima örnek bir karakter gösterir veya belirli bir kural altında incelenir ve ilgili olarak dikkate alınır. Mutabık kaldığımız böyle bir kuralın ortaya konulması belirli bir konuda mutabakata ulaşmada temel olacaktır. Çeviren: İrfan Kalpalı Sosyal Adaletin Kökenleri “Sosyal adalet” diye adlandırılan şeyin anlamını bulmak 10 yıldan fazla bir süredir benim öncelikli işlerimden biridir. Bu çabamda başarısız oldum veya daha çok özgür insanların toplumuna baktığımda bu sözcük öbeğinin hiçbir anlamı olmadığı sonucuna vardım. Kelimenin niçin yüzyıl gibi bir şey için anlamlı olmadığının araştırması politik tartışmalara konu olmuştur ve her yerde hayatın güzel yönlerinde daha fazla paya sahip olmak isteyen grupların iddiaları için, başarılı bir şekilde kullanılmıştır. Burada ilgileneceğim asıl soru budur. Ama öncelikle, yayımlanmak üzere olan “Kanun, Yasama ve Özgürlük” adlı kitabımın 2. cildinde de açıklamaya çalıştığım gibi, “sosyal adaleti” niçin sadece boş bir formülden başka hiçbir şey olarak nitelendirdiğimi, geleneksel olarak belirli bir iddianın herhangi bir sebep göstermeksizin doğrulandığını anlatmak için kullandığımı özetlemeliyim: Gerçekten, Sosyal Adalet Mucizesi yan başlığını taşıyan bu cilt, esasen aydınların kullanmaya çok meyilli oldukları “sosyal adalet” kavramının entelektüel olarak kötü bir kavram olduğuna ikna etmek için hazırlanmıştır. Bazıları buna uymuştur ama şu şanssız sonuçla birlikte:”Sosyal adalet şimdiye kadar kullandıkları adaletin sadece bir çeşidi olduğundan, adalet kavramının bütün kullanımlarının anlamsız olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Bu yüzden zorunlu olarak, aynı kitapta bireysel bir hareketin kurallarının, sosyal adaletin onunla zıt olduğunun anlaşılması çabaları kadar özgür insanların barış dolu toplumunun korunması için zorunlu olduğunu göstermek zorunda kaldım. “Sosyal adalet” kavramı genellikle “dağıtımsal adalet” diye adlandırılan kavramla aynı anlamda kullanılır. İkinci kavram belki ne kastedildiği hakkında daha iyi bir fikir verebilir ve aynı zamanda bir pazar ekonomisinin sonuçlarına niçin uygulanamadığını da gösterir: Dağıtanın olmadığı bir yerde dağıtımsal adalet de olmaz. Adalet, sadece insan davranışının bir kuralı olarak anlamlıdır.Bir pazar ekonomisinde birbirlerine mal ve hizmet sağlayan insanların davranışlarına ilişkin hiç bir mantıklı kural,anlamlı olarak adaletli veya adaletsiz diye nitelendirilebilecek bir dağılım oluşturmaz.. Bireyler kendi kendilerine mümkün olduğu kadar adil davranabilirler, ama ayrı bireylerin sonuçları diğerleri tarafından tasarlanamadığından veya önceden bilinemediğinden, işlerin sonuçları adaletli veya adaletsiz olarak adlandırılamaz. “Sosyal adalet” sözcük öbeğinin anlamsızlığı, belli örneklerde sosyal adaletin gerektirdikleri hakkında anlaşmanın olmayışı durumunda kendini gösterir, ayrıca eğer insanlar farklılık gösterirlerse kimin haklı olduğunu belirleyecek bir test yoktur ve hiçbir önceden mantıklandırılmış bir dağıtım şeması bireylerin özgür olduğu bir toplumda, kendi bilgilerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmaya izinli olmak anlamında etkili olarak tasarlanmaz. Gerçekten bireyin kendi davranışları üzerindeki ahlaki sorumluluğu, gerçekleştirilmesi istenen dağıtım kalıbıyla zıttır. Yapılan küçük bir araştırmaya göre, çok fazla insanın var olan dağıtım kalıbından şikayetçi olmasına rağmen, hiçbirisi “adaletli” olarak adlandırabilecekleri bir kalıp hakkında bir fikre sahip değildir. Bütün bulduğumuz bireysel durumların sezgisel olarak “adaletsiz”diye değerlendirilmesidir. “adaletsiz” Hiç kimse bütün durumlarda sosyal olarak adaletli olabilecek tek bir genel kural bile bulamamıştır. “eşit işe, eşit ücret” kuralı dışında. Sosyal adalet taleplerinin dayandırıldığı değer, ihtiyaç ve benzeri düşüncelere engel olan serbest rekabet, eşit ücret kuralını mecbur hale getirir. Bir çok insanın gerçekte bu sözcük öbeğinin ne anlama geldiğini bilmediklerini fark etmelerine rağmen, sosyal adalete inanmaya devam etmelerinin sebebi herkes inanıyorsa, bu sözcüklerde bir şey olmalı diye düşünmeleridir. İnsanların anlamadığı, neredeyse evrensel olarak kabul gören bu inancın temeli, insanların şimdikinden çok daha uzun yaşadıkları, günümüz medeniyetine uygulanamayacak kadar içgüdülere takılı kalmış farklı bir toplum tipinden miras alınmış olmasıdır. Aslında ilkel toplumda insan belli bazı durumlarda eski grupları bir arada tutan prensipleri,göz ardı ederek elde edilen artan sayılarla ortaya çıkmıştır. Şunu, unutmamalıyız ki, insanın tarımı, kasabaları ve son olarak “Büyük Toplumu” oluşturduğu son on bin yıldan önce, insanlar savunulan ortak bir topluluk bölgesi içinde sıkı hakimiyet düzeniyle yaklaşık elli kişilik gruplar halinde avcılık ve yiyecek paylaşımı yöntemleriyle yaşamışlardır. Eski, ilkel toplum tipinin ihtiyaçları hala bizi yöneten ahlaki duyguların çoğunu belirlemiştir. Bu gruplamada en azından bütün erkekler için, alfa erkeğinin yönetimi altındaki kavranılmış, fiziksel, ortak bir nesnenin ortak olarak izlenmesi, avdaki farklı payların insanlara,topluluğun devam etmesi için taşıdıkları öneme göre paylaştırılması kadar,devamlı olarak varolmasınınd bir şartıdır. Kazanılan ahlaki duyguların sadece kültürel olarak öğrenme veya taklit yoluyla iletilmesinden çok genetik olarak belirlenmiş ve doğuştan olmaları olasılıktan ötededir. Bunlar, bize tamamen doğal görünmeyebilir ama,farklı durumlarda türlerin yayılması için iyi ve yararlıdır. Küçük topluluk ilkel şeklinde bugün bile çok kişinin isteyebileceği şeylere sahipti. Tek bir amaç veya ortak sonuçlar hiyerarşisi ve bireylerin değerlerinin ortak bakış açısına göre yöntemlerin paylaşılması. Bu tutarlılık kuruluşları, bu tip toplumun gelişimine olası sınırları koyar. Grubun kendini adapte edebileceği olaylar ve yararlanabileceği fırsatlar, sadece üyelerinin farkında olduklarıydı. Hatta daha kötüsü, birey, diğerlerinin onaylamadıklarının birazını yapabilirdi. İlkel bir toplumda bireyin özgür olduğunun düşünülmesi yanlış olacaktır. Özgürlük bir medeniyet icadı olduğundan, sosyal bir hayvan için doğal bir özgürlük yoktu. Birey serbest hareket alanına sahip değildi, hatta topluluğun başkanı bile sadece geleneksel aktiviteler için itaatkarlık ve destek görebiliyordu. Bütün bireyler ihtiyaçlar için yapılan ortak sıralamaya göre çalışmak zorundaydı, bu günümüz sosyalistlerinin de rüyasıdır ve bireylerin özgür deneyimleri söz konusu değildi. Medeniyetin gelişmesini ve sonuç olarak açık toplumun oluşmasını sağlayan büyük avantaj, özel zorunlu sonuçların yerini dereceli olarak soyut hareket kurallarının almasıydı. Böylelikle ulaşılan büyük kazanç onun bütün bilginin geniş bir şekilde yayılmasını sağlayan bir prosedürü olanaklı kılmasaydı ve buna market fiyatları olarak adlandırdığımız semboller şeklinde herkes tarafından ulaşılabilirdi. Ayrıca farklı insanlar ve gruplar üzerindeki sonuçların sıklıkları eski tip içgüdüleri de tatmin etmiyordu. Pazarın çalışmasını açıklayan teorinin alış-veriş veya değiş-tokuş anlamındaki eski Yunan sözcüğü “ katalattein “ den gelen “catallactic” olarak adlandırılabildiği daha önceden de açıklanmıştır. Bu kelimenin eski Yunanca’ da “değiş-tokuş” anlamından başka “topluma kabul etmek” ve “düşmanını arkadaşa çevirmek” anlamlarına da gelmesi beni çok etkiledi. Bu yüzden bir yabancıyı aramıza aldığımız ve bize hizmet etmesini sağladığımız pazar oyununu catallaxy oyunu olarak adlandırmayı da öğrendim. Pazar süreci gerçekten de Oxford İngilizce sözlüğünde bulduğumuz bir oyunun tanımına tamamen uyuyor. Bu oyun daha güçlü, yetenekli veya şanslı olanın belirlediği kurallarla oynanan bir yarışmadır. Oyun bu yönden bir şans oyunu olduğu kadar bir yetenek oyunu da. Her şeyin ötesinde amaç, her bir oyuncunun belirsiz bir pay kazanacağı havuza, yarışmacıların yapabileceği en değerli katkıyı yapmalarını sağlamaktadır. Oyun büyük ihtimalle kişisel olarak tanımadığı insanlara hizmet etmek için,kendi kabilesinin korunak ve yasaklanmalarının dışına çıkan kişiler tarafından başlatıldı. İlk neolitik tüccarlar Britanya’ dan kanal yoluyla taş baltaları karşılığında kehribar ve şarap almak için götürdüklerinde amaçları bildikleri insanlara hizmet etmek değil, en yüksek kazancı elde etmekti. Sadece ürünlere en yüksek fiyatı kimin vereceği ile ilgilendiklerinden, hiçbir şekilde tanımadıkları insanlara ulaştılar, böylece komşularına satabileceklerinden çok daha fazlasını satarak yaşam standartlarını yükselttiler. Soyut sinyal-fiyat, insanların çabalarının yönlendirildiği hedef olarak bilinen kişilerin ihtiyaçlarının yerini aldığından kaynakların kullanışlarıyla ilgili tamamen yeni olasılıklar ortaya çıkar,ama bu kullanımlarla ilgili yepyeni ahlaki tutumların gerekliliğini de ortaya çıkartır. Bu değişim genellikle limanlarda veya ticaret yollarının kesişme noktalarında bulunan, insanların kabile kurallarının disiplinden kaçarak ticaret toplumlarını oluşturdukları ve yavaş yavaş catallaxy oyununun yeni kurallarını oluşturmaya başladıkları yeni şehir merkezlerinde meydana gelmiştir. Konuyu özetleyerek anlatma zorunluluğu beni fazla basitleştirme yaparak anlatmaya ve çok uygun olmadıkları halde bazı bilinen terimleri kullanmaya zorluyor. İnsanlık tarihinin çoğunun geçtiği av kabilelerinin ahlaki kurallarından,açık toplumun pazar düzenini olanaklı kılan ahlaki kurallara geçiş yaptığımda, çok uzun bir süre alan orta basamağı atlamış oluyorum,ki bu basamak kabilelerin döneminden daha kısa sürmesine rağmen ticari ve şehirsel toplumlardan çok daha fazla uzundur ve tek tanrılı dinlerin öğretilerinde şekillenen etik kanunlarının var oluşundan bu yana var olduğu için önemlidir. Bu kabile toplumundaki insan hayatının bir periyodudur. Birçok bakımdan bütün üyelerin birbirini tanıdığı ve belli ortak sonuçlara hizmet ettiği ilkel yüzyüze toplumun somut düzeninden, bireylerin kendi amaçlarına ulaşmak için sahip oldukları bilgilerini kullanırken, oyunun aynı soyut kurallarını gözlemlemesinden ortaya çıkan düzenin bulunduğu açık ve soyut topluma geçiş basamağıdır. Duygularımız hala küçük av kabilesinin başarılarına uygun içgüdülerle yönetilirken, fiili geleneğimiz komşuya, kabilenin bir üyesine karşı olan görevlerimizden oluşur. Bireysel amaçların farklı olduğu ve özel bilgiye dayandığı, çabaların bilinmeyen partnerlerle ürün değiştirilmesine yöneltildiği bir toplumda, ortak hareket kuralları, sosyal düzen ve barışın temelleri olarak özel ortak sonuçların yerini alır. Bireylerin etkileşimi bir oyun halini alır, çünkü her bir bireyden istenen, özel bir sonuç için uğraşmak değil, kendisine ve ailesine destek kazanmaktan başka, kuralları da gözlemesidir. Yavaş yavaş geliştirilen kurallar, oyunu en etkili hale getirdiklerinden, temel olarak mülkiyet ve sözleşme kanununa aittir. Bu kurallar fonksiyonel bir işbölümünün gerektirdiği gelişen işbölümü ve bağımsız çabaların karşılıklı olarak ayarlanmasını mümkün kılar. Bu iş bölümünün önemi genellikle tam olarak bilinmez, çünkü birçok kişi onu,kısmen Adam Smith’ in klasik illustrasyonu yüzünden,belli ürünleri şekillendirmek için planlanmış bir sürecin ard arda gelen basamaklarına bireylerin katkıda bulundukları bir düzenleme olarak düşünürler. Aslında son ürünün gerektirdiği hammadde araç ve yarı işlenmiş ürünlerin sağlanmasındaki farklı girişim çabaları ve pazarlarının koordinasyonu muhtemelen çok sayıda uzman işçinin organize edilmiş işbirliğinden çok daha önemlidir. Bu, büyük ölçüde firmalar arası işbölümü veya rekabetçi pazarın başarısının dayandığı ve pazarın mümkün kıldığı uzmanlaşmadır. Üreticinin pazarda bulduğu fiyatlar neyi üretmesi gerektiğini ve hangi yollarla üreteceğini bildirir. Bu tip pazar sinyalleriyle üretici, giderlerini karşılayacak fiyatlarla satış yapabileceğini ve gereğinden fazla kaynak harcamayacağını bilir. Kazanmak için verdiği bencil uğraş, öncelikle toplumdaki herhangi bir üyenin şansını arttırmak için ne yapması gerekiyorsa,onu yapmaya zorlar. Eğer elde ettiği fiyatlar hükümetin zorlayıcı güçleri tarafından değil,yalnızca pazar güçleri tarafından belirleniyorsa sadece serbest pazar tarafından belirlenen fiyatlar, arzın taleple eşit olduğu bir durum oluşturacaktır. Ama sadece bu değil, serbest pazar fiyatları toplumun bütün bilgilerinin de kullanıldığını gösterir. Piyasa oyunu, onu oynayan toplumların büyümelerini ve refahını arttıracaktır, çünkü oyun bütün şansları arttırır. Bu mümkün hale getirildi, çünkü bireylerin hizmetlerinin bedeli objektif gerçekliklere dayanır. Ayrıca bunun anlamı, beceri ve endüstri, her bireyin şansını arttırırken, belirli bir geliri garantileyemediği ve yaygın bilginin hepsini kullanan kişisel olmayan süreçlerin, ihtiyaç ve değerlerini gözetmeksizin insanların ne yapmaları gerektiğini söyleyen fiyat sinyalleri oluşturmaktadır. Fiyatların düzenleme ve üretim arttırma fonksiyonu özellikle hizmet fiyatları, en etkili yerlerini, yani toplam sunuca en büyük katkıyı yapabilecekleri yerlerini bütün aktivite kalıplarında bulurken, insanların doğru bilgilendirmesine de bağlıdır. Eğer bu yüzden bedelin kuralını, mümkün olduğu kadar çok katkı yapanın toplumdan rast gele seçilenlerin şanslarını arttıracağı şeklinde düşünürsek, serbest piyasa tarafından belirlenen bedelleri kabul etmeliyiz. Ama onlar kaçınılmaz olarak türlerimizin yaşadığı ve bize rehberlik yapan,duygularımızı yöneten, farklı toplum tipinin organizasyonuna yardım eden ilgili bedellerden oldukça farklıdır. Bu nokta, çok fazla önem kazandı; çünkü fiyatların bilinmeyen durumlarla belirlenmesine son verildi. Artık hükümet onları yararlı etkilerle değiştirebileceğine inanıyor. Hükümetler uygunluğunu yargılama imkanına sahip olmadıkları pazar fiyatları sinyallerinin yanlışlığını kanıtlamaya başlayınca (özel olarak hak eden gruplara yarar sağlama umuduyla) işler kaçınılmaz olarak ters gitmeye başladı. Sadece kaynakların etkili kullanımı değil, daha da kötüsü arz ve talebin eşit olmasına rağmen beklenen alım satım gücü de azaldı. Anlaşılması zor olabilir ama bence hiç şüphe yok ki, bedelini bilmediğimiz durumlara dolaylı olarak dayandırılmaya zorlandığında daha ilgili bilgi kullanmaya yönlendiriliyoruz. Böylece modern sibernet dilinde geri dönüş mekanizması kendinden oluşan düzenin güvence altına alınmasını, güvence altına alır. Bu Adam Smith’ in “görünmez el” operasyonunda gördüğü ve tanımladığı şeydi,ki bununla 200 yıldır anlamayan kişiler dalga geçti. Çünkü catallaxy oyunu her birinin neye ihtiyacı olduğuyla ilgili,insan kavramlarını göz ardı eder ve aynı resmi kurallara göre oyunun oynanmasındaki başarılar açısından ödüllendirme yapar. Herhangi bir dizaynın başarabileceğinden daha etkili bir kaynak tahsisatı sağlar. Bence diğer düzenlemeler yoluyla nasıl ele edildiğini bildiklerimizin ötesindekilerin hepsinin ihtimallerini geliştirdiği için oynanan herhangi bir oyunda, hiç kimse hile yapmazsa ve aynı kurallara uyarsa sonuç adil sayılır. Eğer oyundaki kazançlarını kabul ederlerse, bireylerin veya grupların akışı kendi yararlarına çevirmek için hükümet güçlerini yardıma çağırmaları hile sayılır, bu piyasa oyununun dışında yaptıklarımızdır.. Bu böyle bir oyun için geçerli bir itiraz değildir,kısmen beceriye, kısmen bireysel durumlara veya sadece şansa dayanan sonuçlar, her ne kadar hepsi bu oyunu oynayarak geliştirdilerse de, aynı olmaktan çok uzaktırlar. Bu tip bir itiraza yanıt şudur: bu oyunun amaçlarından biri kaçınılmaz olarak farklı olan becerilerin, farklı bireylerin bilgi ve çevrelerinin mümkün olan en iyi şekilde kullanmalarıdır. Bireylerin kazançlarının çekildiği havuzun artması için bu tarzda bir toplumun kullanabileceği en büyük değerlerin arasında ailelerden çocuklarına geçebilecek farklı ahlaki, entelektüel ve materyal yetenekleri vardır, hatta bazıları sadece çocuklarına geçirmek için bunları kazanırlar. Bu nedenle, bu catallaxy oyununun sonucu şudur: çoğu arkadaşlarının hak ettiğini düşündüğünden çok daha fazlasına sahiptir, hatta daha fazlası arkadaşlarının sahip olması gerektiğinin azına sahip olacaktır. Birçok kişinin bunun bazı otoriter dağıtım hareketiyle değiştirmek istemesi sürpriz olmayacaktır. Sorun şu ki; onlara göre dağıtım için elde edilebilir olan toplam ürün sadece hisse ve ihtiyaçlar göz önünde tutularak piyasa tarafından yapılan farklı çabalara dönüştüğü için, sahiplerin özel bilgisini, materyal yöntemlerini ve kişisel becerilerini her an en büyük katkıları yapabilecekleri noktalara çekmeleri gerektikleri için vardır. Temin edilmiş sözleşmesel geliri,değişken fırsatları kullanmak için risk alma gerekliliğine tercih edenler,kaynakların devamlı olarak yeniden düzenlenmesinden sonuçlanan yüksek gelir sahipleriyle karşılaştırıldıklarında dezavantajlıdırlar. Başarılı olanların yüksek kazançları, hak edilmiş veya tesadüfi olsun, kaynakları hisselerin paylaşıldığı havuza en fazla katkıyı yapabilecekleri yerlere yönlendirebilmek için gerekli bir elementtir. Bir bireyin geliri adil olarak, (yani havuza en yüksek katkıyı yapmaya ikna etme beklentisi) değerlendirilmezse paylaşmaya gerek yoktur. Böylece çok yüksek gelirler de adil olabilirler. Daha da önemlisi bu tip gelirlere ulaşma fırsatı daha az girişimci, şanslı veya hesapladıkları düzenli geliri elde etmek için daha az akıllı olmak için geçerli bir şarttır. Birçok insanın şikayet ettiği eşitsizlik, sadece batıdaki çoğu insanın hoşlandığı yüksek gelirlerin ortaya çıkarılmasının altında yatan neden değildir. Bazı kişiler şuna inanırlar; genel gelir seviyelerinin düşürülmesi,ya da en azından artış hızlarının azaltılması adil bir dağıtım olacağını düşündükleri için çok yüksek bir fiyat olmayacaktır. Ama bu tip istekler için daha büyük engeller vardır. Adalete çok az önem veren, buna karşılık sonuçtaki artışa çok fazla önem veren catallaxy oyununu oynamanın sonucu olarak, dünya nüfusu çok fazla artar, ama çoğu kişinin geliri artmaz ve kaçınılmaz olarak beklenen daha ileri boyuttaki nüfus artışları nedeniyle üretkenliğe en yüksek katkıyı destekleyen oyunu tam anlamıyla kullanırsak sürdürülebilir. Eğer insanlar genelde catallaxy’ ye borçlarını yerine getirmezlerse, varlıklarının sebebinin ona bağlı olduğunu unuturlarsa ve onun adaletsizliğinden şikayet ederlerse bunun sebebi onu tasarlamadıkları için anlamayışlarıdır. Oyun, diğerlerine yarar sağlama metoduna dayanır. Bunda birey eğer sadece kendini düşünürse (uygun kurallar içinde) en fazla kazanır. Bu düzenin sadece girişimci için değil, herkes için gerektirdiği ahlaki tutum, (hatta arkadaşlarına en yüksek yararı sağlamaları gerekiyorsa, çabalarının yönlerini sürekli seçmek zorunda oldukları durumu anlatacak şekilde kendi kendine işveren olarak da adlandırılır) oyunun kurallarına göre, sadece soyut fiyat sinyalleri tarafından yönlendirilerek ve ilgilendiklerinin değer ve ihtiyaçları üzerindeki eğilimleri yüzünden belirli bir tercih yapmayarak dürüstçe rekabet edilmesidir. Bunun anlamı sadece kişisel bir kayıp değil, topluma olan görevlerinde bir başarısızlık, daha etkili insanların yerine daha az etkili olanlara iş verilmesi, yetersiz rakiplerin ortaya çıkması ve ürünlerin özel kullanıcıları yararına davranılması gibi sonuçlar da oluşturur. Açık ve Büyük Toplumun gerektirdiği yavaş yavaş yayılmakta olan yeni liberal ahlak kuralları, aynı hareket kurallarının, aile üyeleriyle olan doğal bağlar hariç,birey ve toplumun diğer üyeleri arasındaki ilişkilere uygulanmasını öngörür. Eski ahlak kurallarının daha geniş alanlara, bir çok insana özelikle entelektüel insanlara kadar yayılması ahlaki gelişme olarak algılanır.Ama görünüşe göre insanlar bireyin diğer insanlarla arasındaki ilişkilere uygulanabilen kuralların eşitliğinin daha önce bu konuda iddiaları olmayan insanlara kadar,yeni sınırlamaların ulaşmasının yanında bazı kişilerce tanınan,ama herkese yayılamayan eski sınırlamaların yok olmak zorunda kaldıkları gerçeğini fark ettiklerinde ters tepki göstermişlerdir. Yayılmalarına eşlik eden sınırlandırmalarımızın içeriğinin azaltılması, sarsılmaz ahlaki duygulara sahip olanların karşı çıktığı konudur. Bunlar, küçük grupların tutarlılığı için gerekli ama düzene, üretkenliğe ve büyük toplumun özgür insanlarının huzuruna uyumsuz sınırlamalardır. Bütün hepsi “sosyal adalet” adı altında hükümetin catallaxy oyununda bizden daha başarılı olanlardan zorla aldıklarını bize verdiğini iddia ederler. Üretici çabaların farklı yönlerinin çekiciliklerinin bu tip yapay değişiklikleri sadece karşı üretkenlik olabilir. Beklenen bedellerin insanların çabalarının nerelerde toplam ürüne en büyük katkıyı yapacağını haber vermediği yerlerde, etkili kaynak kullanımı imkansız hale gelir. Sosyal ürünü bireylere ve gruplara bu ürünün belli bir kısmı hakkında ahlaki bir iddia sunduğu zaman, gerçekten “özgür süvari” olarak nitelendirilmeyi hak eden iddialar ekonomi üzerinde çekilmez engellere dönüşür. Afrika’ da hala yetişkin genç erkeklerin, modern ticari metotlara uyum sağlamakta kaygılı olanların, bu şekilde durumlarını geliştirmeyi imkansız buldukları, çünkü kabile geleneklerinin daha büyük endüstri, beceri ve şans ürünlerinin bütün akrabalarla paylaşılmasını öngördüğü biliniyor. Böyle bir insanın artan geliri, onu sayıları gittikçe artan,hak talep eden kişilerle paylaşmak zorunda kalacağı anlamına gelir. Bu nedenle hiçbir zaman kabilenin ortalama gelir seviyesinin üstüne çıkmaz. Toplumumuzda “sosyal adaletin” en büyük ters etkisi bireylerin başarabileceklerinden daha azını yapmalarına sebep olmasıdır, çünkü kazandıklarının fazlası ellerinden alınacaktır. Ayrıca bu, üretkenliği yüksek olan bir medeniyete uyuşmayan bir prensibin uygulanmasıdır; gelir eşitsiz bir şekilde bölünür, yetersiz kaynakların kullanımı en çok geri dönüş sağlayacakları yerlere yönlendirilir ve sınırlandırılır. Bu eşitsiz dağılım sayesinde yoksullar serbest piyasa ekonomisinde merkezi olarak yönetilen bir sistemdekinden daha çok kazanır. Bütün bunlar sosyal koordinasyon metodu,hem açık toplumu hem de bireysel özgürlüğü mümkün kılan,ama bugün sosyalistlerin tersine çevirmek istedikleri gelişme olarak,ortak bir özel hedef üzerindeki bireysel hareketin zorunlu soyut kurallarının zaferidir. Yeni ihtiraslar yaratan yeni zenginliğin korunması, aramızda kendini “yabancılaşmış” olarak adlandıran evcilleştirilememiş barbarların, bütün güzelliklerinden yararlanmalarına rağmen kabul etmedikleri kazanılmış bir disiplin gerektiren sosyalistler, miras alınan içgüdülerin desteğine sahiptirler. Yazıyı sonlandırmadan önce çok yaygın bir yanlış anlayışa dayandığı için ortaya çıkma ihtimali güçlü bir itiraza da kısaca değinmek istiyorum. Benim tartıştığım konunun (bir kültürel seleksiyon sürecinde anladığımızdan daha iyisini yapabildiğimiz ve zekamız olarak adlandırdığımız şeyin aynı anda deneme-yanılma süreciyle birlikte kurumlarımız yoluyla şekillendirildiği) “Sosyal Darwinizm” haykırışıyla karşılaşılması kesindir. Ama tartışmanın etiketlendirilerek bu kadar ucuz şekilde saptırılması yanlış olur. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında bazı sosyal bilimcilerin, Darwin’ in etkisinde olanların, serbest rekabetteki en güçlü bireylerin doğal seleksiyonuna çok fazla önem verdikleri doğrudur. Bunun önemini küçümsemek istemiyorum ama bu, rekabetçi seleksiyonun tek yararı da değildir. Bu, keşfetmek için Darwin’ e ihtiyacımızın olmadığı kültürel kurumların rekabetçi seleksiyonudur ama hukuk ya da dil gibi konularda Darwin’ in biyolojik teorilerine yardımcı olmuştur. Burada sorun, kişisel özelliklerin genetik evrimi değil öğrenme yoluyla kültürel evrimdir, ki bu gerçekten hayvanlara benzeyen doğal içgüdülerle çatışmalarına yol açar. Bununla birlikte, medeniyet en başarılı olduğu düşünülenin üstünlüğüyle değil, başarılı olanın gelişimiyle ve insanı şimdiye kadar anladıklarının ötesine götürenlerle gelişti. Çeviren: M. Ali Cevheri Demokrasi Nereye Gidiyor? Demokrasi kavramı yüksek bir değer ve aynı zamanda bir zenginliktir. Demokrasi, zorbalık ve zulüm karşısında belli bir koruma sağlamaz, sadece bir ümit verir. Bununla birlikte demokrasi çoğunluğun sesidir ve çok önemli bir değerdir. Bu nedenle, düşünen insanlar arasında demokrasiye olan güvenin giderek kaybolmasından endişelenmekteyim. Bu artık göz ardı edilemez. Büyülü demokrasi kelimesi, o kadar güçlü hale geldi ki, demokrasi öncesinde hükümetin üzerine konan sınırlamalar artık işlemez hale geldi ve bu giderek önem kazanmaktadır. Bazen demokrasi adı altında ileriye sürülen talepler, o kadar tehlike saçıyor ki, her aklı başında insan demokrasiye karşı tepki gösteriyor asıl tehlike budur. Yinede asıl demokrasi kavramı bu değildir. Fakat zaman içinde orijinal anlama ilave edilen yan anlamlar o kadar genişlediler ki şimdi demokrasiye olan inancı tehlikeye sokmaktadırlar. Şu anda görülen aslında tam olarak bazılarının 19.yüzyıl demokrasisiyle ilgili anlayışıdır. Toplumun büyük kesimi tarafından geniş kabul gören politik kararlara sağlıklı bir şekilde ulaşma yöntemi, aslında eşitlikçi amaçlara kulp takmaktan ibarettir. Demokrasinin son yüzyılda geldiği nokta yönetsel güçlerin sıralamasında önemli değişikliklere yol açtı. Yüzyıllardır gayretler, hükümetin gücünü sınırlamaya yönelik olmuştur ve her geçen gün gelişen anayasalar bu amaçtan başka bir şeye hizmet etmemiştir. Birden bire, hükümetin halkın çoğunluğu tarafından seçilen temsilciler tarafından kontrol edilmesinden başka herhangi bir kontrolün gereksiz olduğu kabul edilmiştir. Öyle ki zaman içerisinde gelişen anayasal güvencelerin tümünden vazgeçilebilmiştir. Bu nedenle, bugünün problemi olan sınırsız demokrasi ortaya çıktı. Bugün batıda bildiğimiz demokrasilerin hepsi, az çok sınırsız demokrasidir. bugün sahip olduğumuz sınırsız demokrasinin olağandışı kurumlarının eninde sonunda başarısızlığa uğradığı zaman bunun demokrasinin başarısızlığa uğradığı olarak algılamanın yanlış olduğunu unutmamak gerekir. Biz sadece yanlış yolu denemekteyiz. Kişisel olarak, hükümetin faaliyetleriyle ilgili bütün konularda demokratik kararların alınması gerektiğine inanırken, içinde herhangi bir geçici çoğunluğun nasıl isterse öyle karar verdiği bir hükümet şeklinin çoğunluğun kararı olarak görülmesinden nefret ediyorum. Demokrasinin gücü üzerindeki en büyük ve önemli sınırlama güçler ayrılığı prensibinin ortaya çıkardığı, her şeyi yapabilecek güçte olan temsilciler meclisinin doğuşuyla yok edilmiştir. Sorunun temelinde (özellikle John Lock’un) eski kuramcıların çok özel anlamda kanun yapmakla sınırlamış olduğu ve şimdi sınırsız güce sahip bir hükümetin varlığı yatmaktadır. Bu çerçevede eski ideal hukuk kuralı yada hukuka bağlı hükümet düşünceleri büyük zarar görmüştür. Parlamentoya hakim olan ve çoğunluğun desteğini elinde bulunduran temsilciler seçmen çoğunluğunun desteğine sahip olmak için bunların uygun bulduğu her şeyi yapabilirler. Fakat çoğunluğun oylarıyla seçilmiş temsilcilerin her kararına yasa demek ve onlar tarafından yayınlanan bütün yönergeleri -her ne kadar bazı grupların yararına yada zararına olsalar da- hukuka bağlı olarak tanımlamak kötü bir şaka olmalı. Gerçekte bu yasadışı hükümettir. Bu, sadece seçmen çoğunluğunun hükümetin eylemlerini uygun bulduğu sürece hukuk kuralının muhafaza edildiği bir kelime oyunudur. Hukuk kuralına, bireysel özgürlüğün koruyucusu olarak bakılır. Çünkü o zor kullanmaya sadece bireylerin hepsine eşit olarak uygulanabilecek genel kurallara itaate zorlamak için izin verilebileceğini ifade eder. Keyfi baskı -çoğunluğun temsilcileri tarafından herhangi bir kuralla tanımlanmayan baskı- herhangi bir kural koyucunun keyfi bir hareketinden daha iyi değildir. Nefret edilen bir kişinin yok edilmesinin yada malına mülküne el konulmasının gerekip gerekmediği bu açıdan aynı anlama gelir. Sınırlı demokratik bir hükümeti sınırlı olmayana tercih etmek için iyi bir neden olmasına karşın, demokratik olmayan bir hükümeti, kanunlarla sınırlanmamış bir demokratik hükümete tercih ettiğimi itiraf etmeliyim. Demokratik bekçi köpeklerinin koruduğuna inanılan hukuka bağlı hükümet, benim için daha değerlidir. Doğrusu, demokrasinin mevcut kurumlarını eleştirdiğim bir reform önerisinde; çoğunluğu oluşturan farklı çıkar gruplarının iradesini memnun etmeye yönelik mevcut düzenlemeler yerine, vatandaşların çoğunluğunun ortak düşüncelerini anlamanın daha iyi sonuçlar doğuracağını ifade ettim. Kişilerce seçilen temsilcilerin hükümetin idaresinde son söze sahip olduğu iddiasının, yasaların onların istekleri doğrultusunda çıktığı iddiasından daha az güçlü olduğu belirtilmiyor. Tarihi gelişimin en büyük trajedisi, bu iki ayrı gücün aynı meclisin ellerine teslim edilmesi ve sonunda hükümetin yasaya bağlı olmaktan vazgeçmesidir. İngiliz parlamentosunun kanunlara konu olmadan yönetme isteği, diğer bir ifadeyle mutlak egemenlik ve hakimiyet iddiası hem bireysel özgürlükler, hem de demokrasi için bir tehdit unsuru oluşturacaktır. Bu gelişim tarihsel olarak kaçınılmaz olabilirdi. fakat mantıksal açıdan kesinlikle inandırıcı değildir. Farklı çizgiler arasında nasıl gelişme olabileceğinden bahsetmek zor değildir. 19’uncu yüzyılda avam kamarası devlet hazinesi üzerinde özel bir güç talep ettiğinde aslında hükümetin kontrolünü başarılı bir şekilde kazanmıştı. Eğer bu dönemde Lord’lar kamerası sadece belirli konulardaki yasaların gelişmesi şartıyla kabul etme pozisyonunda olsaydı ve çıkarılan yasalar sadece o konu ile sınırlı olsaydı, yürütme ve yasama arasında böyle bir paylaşımla hükümetin sınırlandırılması kanunlar aracılığıyla muhafaza edilebilirdi. Bununla birlikte, yasama gücünü böyle bir imtiyazlı grubun temsilcilerine vermek politik olarak imkansızdı. Temsilciler meclisinin egemen olduğu (kanun yapmasının yanı sıra devleti de yönetir) yaygın demokrasi türleri güçlerini bir aldatmaya borçludurlar. İnsanların iradesini böyle bir demokrasinin yansıtacağını düşünmek dindar bir inançtır. Terimin orijinal anlamı dikkate alındığında demokratik bir şekilde seçilen yasama meclislerini katı bir şekilde kanun yapıcılar olarak düşünme doğru olabilir. Yani bu; gücü yürütmenin evrensel kurallarını koymakla sınırlanmış, bireyler üzerindeki kontrol sahalarının birbirlerine karşı sınırlarını ayarlamaya tasarlanmış ve bilinmeyen sayıdaki gelecek durumlara başvurmaları niyetiyle seçilmiş meclisler için doğru olabilir. Eninde sonunda bir çok insanın karşı karşıya kalacağı bireysel davranışı etkileyen bu tür kurallarla ilgili topluluk arasında oluşacak fikir birliği temsilciler arasında da olacaktır. Görevleri bu şekilde sınırlandırılan bir meclisin çoğunluğun düşüncesini yansıtması muhtemeldir. Aynı zamanda bu meclis genel kurallarla daha fazla ilgili olmasının yanı sıra özel konularla çok az ilgili olacaktır. Fakat yasaların kelimenin klasik anlamıyla düşünülmesi bizim yasama meclisi olarak adlandırdığımız toplulukların görevlerinin en küçük parçasıdır. Onların asıl işi yönetmektir. Avukatların yasası için Britanya parlamentosunun güçlü bir gözlemcisi parlamentonun ne tadının nede zamanının olduğunu yazdı. Aslında, temsilciler meclisinin faaliyetleri, niteliği ve yöntemleri her yerde onların yönetsel görevleri tarafından belirlenir ve onların yasama meclisi olarak adlandırılmaları yasa yapmalarından kaynaklanmamaktadır. Bu ilişki oldukça tersine çevrilmiştir. Biz uygulamada yasama meclisi tarafından çıkarıldığı için bu meclislerin her kararına yasa diyoruz. Bununla birlikte hükümetin zorlayıcı güçlerinin sınırlanacağı varsayılan adil bir yönetimin genel kurallarına bağlılık çok az olabilir. Sınırsız siyasi otoritenin her kararı kanun gücüne sahip olup, siyasi faaliyetleri kanun tarafından sınırlandırılmamıştır. Bu otoritenin insanların çoğunluğunun oyları tarafından yetkilendirildiğinin iddia edilmesi ise ciddi bir sorundur. Aslında, çoğunluğu oluşturanların sınırsız güce sahip bir hükümeti tek tek destekleme sebepleri ile bir bütün olarak destekleme sebepleri tamamen farklıdır. Sınırlı güce sahip bir meclise oy vermek, ayrıntılı kurallara karşı korunmanın alternatif yöntemlerinden biridir ve özgür bireylerin kararlarıyla gerçekleştirilir. Kendisini genel kurallarla sınırlamayan ve özel çıkar gruplarına hizmet eden güçlü bir organın üyelerine oy vermek ise tamamen farklı bir şeydir. Gücü sınırlandırılmamış ve demokratik olarak seçilmiş böyle bir meclis, belirli gruplara belirli yükler getirir ve özel çıkar gruplarının çıkarını gözetir. Söz konusu meclis, sayıları belirsiz olan özel çıkar gruplarının desteği karşılığında, onlara belirli faydalar sağlarken, azınlığa onun maliyetini yükler. Hatta bir kişi oyuyla destek vermezse, onun grubuna sağlanacak özel imtiyazları, genel yasalarla sınırlamayla tehdit etmekte kolaydır. Bu nedenle, gücü sınırlandırılmamış bir mecliste, kararlar yolsuzluk ve şantajın yaptırım sürecine dayanmaktadır. Bu, sistemin bir parçası olarak kabul edilir ve en iyi sistemlerin dahi bundan kaçınması mümkün değildir. Özel grupları korumaya yönelik bu kararlar için, herhangi bir anlaşma yapılması zorunlu değildir. Çünkü, çoğunluğun üyeleri, bazı belirsiz amaçlara ulaşmak için bazı kurumların güçleri hakkında daha az bilgi sahibi olacaklarından bu konularda daha az müzakere yapacaklardır. Seçmenlerin çoğunluğu eğer kendi isteklerinin gerçekleştirileceğini düşünüyorlarsa, onların kanunların lehinde ya da aleyhinde oy kullanmaları için hiçbir sebepleri olmayacaktır. Bu, çoğunluğun iradesi olarak ortaya çıkan pazarlık sürecinin sonucudur. Aslında, bizim yasa yapıcılar olarak adlandırdığımız organlar, sürekli özel konularda karar veren organlardır. Bu organlar, yasama yetkilerine temel teşkil eden zorlayıcı bir güce sahiptirler. Bu zorlayıcı güç ise gerçek çoğunluk anlaşmasına bağlı olmayıp karşılıklı çıkar ilişkileri tarafından şekillenen çoğunluk desteğine bağlıdır. Esas olarak prensipler yerine özel çıkarlarla ilgilenen sınırsız güce sahip bir meclis, çoğunluk fikirlerinin uyuşmasına göre değil, özel çıkarların desteklenmesine yönelik çoğunluğun fikirlerine göre şekillenir. Kanunlar yerine menfaatlerle ilgilenen sınırsız güce sahip bir mecliste, çoğunluk, fikirlerinin uzlaşması üzerine yapılandırılmamıştır. Bu tür meclislerde çoğunluk, karşılıklı olarak birbirlerini destekleyen çıkar grupları tarafından biçimlendirilmiştir. Görünüşe göre, sözde güçlü olan tüm meclisler-otoritesi sınırlandırılmamış yada kendini genel kurallarla sınırlamamış- son derece zayıflar ve farklı grupların desteğini arkalarına almışlardır. Özel grupların her birinin faziletlerini genel ahlaki değerler olarak kabul etme konusunda birleşmiş bu tür bir meclis çoğunluğu görüntüsü elbette bir fantezidir. Bu, özel istekleri tatmin etme dışında prensip olarak kendine söz vermeyen bir çoğunluktur. Sınırsız güce sahip bir meclis, sınırsız güçleri bir kenara bırakıldığında önemsizdir. Bu tür önlemlerin adalet yada arzu edilebilirliğinin delili olarak bütün modern demokrasilerin onu gerekli görmesi oldukça tuhaftır. Çoğunluk üyelerinin büyük bir bölümü aptalca ve adil olmadığını bildikleri bazı kurallara üyeliklerini sürdürebilmek için rıza göstermek zorunda kalıyorlar. Gelenekler yada anayasal koşullarla kanun yapma yetkisi sınırlandırılmayan bir meclis; tarifeler, kotalar ve transferler konusunda baskı gruplarının aleyhinde karar veremez ve bu gibi konularda ilkeli bir şekilde hareket edemez. Bu desteğin satın alınması için yapılan teşebbüslerin, faydalı bir yardım gibi gizlenmesi kaçınılmaz olmasına rağmen, hemen hemen ciddi moral değerler kazanılır. Mevcut kuramsal oluşum tarafından ortaya çıkarılan politik zorunluluk tutarsız ve hatta yıkıcı ahlaki inançlara yol açabilir. Çoğunluğun, kendisine sosyal adalet söylemleriyle karşı çıkan azınlıktan zorla alınan hakların nasıl dağıtılacağı konusunda anlaşması, kendi değer yargılarına göre, hemen hemen hiçbir ahlaki müeyyide ile karşılaşmamaktadır. Hatta, bunların mevcut kurumlar tarafından politik bir zaruret olarak gösterilmesi, ahlaki değerleri yıkıcı ve tutarsız sonuçlar doğurur. Elde edilen bu kazançların çoğunluk tarafından nasıl paylaşılacağı yada ne kadarının onlardan alınacağına dair azınlığın karşı koyamadığı bir anlaşma demokrasi değildir. Bu aslında ahlaki değerleri barındıran ideal demokrasi değildir. Fakat sınırsız demokrasi, sosyal eşitlik anlayışına doğru yol almaktadır. Burada sadece, sosyal eşitlikçiliğin ahlaki olmayan temellerine göre, bizim bütün ahlaki değerlerimizin insanlara kendilerini yönetme şekillerine göre verdiğimiz farklı saygınlığa dayandığı gerçeğine değineceğim. Hukuk öncesi eşitlik, bana kişisel özgürlüğün belirli bir şartı gibi görünürken, çok farklı kişiliklere sahip insanları aynı kefede değerlendirmek için farklı muamele yapılma gerekliliği, yalnız kişisel özgürlüklere aykırı değil, aynı zamanda oldukça ahlaksız gibi görünmektedir. Fakat bu, sınırsız demokrasinin kendisine doğru hareket ettiği bir ahlaksızlık türüdür. Tekrar etmek gerekirse, sınırsız bir demokrasi gücü, sınırlandırılmamış bir hükümetten daha iyi değildir ve her ikisi de gerçek demokrasi değildir. Seçilen temsilcilere sınırsız güç verilmesi şeklindeki hayati tehlike, en yüksek otoritenin doğal olarak sınırsız olacağı şeklindeki hurafedir. Çünkü, yukarıda belirttiğimiz sınırlamaların dışında herhangi bir sınırlamanın farz edilmesi durumunda, en yüksek güç herhangi bir en yüksek güç olmayacaktır. Fakat, bu Thomas Hobbes ve Francis Bacon’un totoliteryan pozitif kavramlarından, veya Anglo-sakson dünyasında uzun zamandır Sir Edward Coke, Mathew Hale, John Locke ve Old Whigs’in1 daha derin düşüncelerinden zapt edilen, kartezyen rasyonalizmin yapıcılığından kaynaklanan bir yanlış anlamadır. Bu hususta aslında eskiler modern yapıcı düşünceden daha akıllıydı. Yüksek bir gücün sınırsız bir güç olması gerekmez. Onun otoritesi, halk tarafından benimsenen genel kurallara bağlılığından kaynaklanabilir. Eski zamanların yargıç kralları, her söyledikleri doğru kabul edilsin diye seçilmedi. Fakat, uzun süre bunların doğru olduğunun kabul edildiğinin hissedildiği söylenmiştir. O sadece çoğunluğun desteklediği kanunları yorumlayan biri değildi. Diğer büyüleyici sorunların gruplandırılması yapılabilir. Örneğin, bu amaç için dolaylı seçim tercih edilmeyebilir. Fakat, bunu, genel prensip olarak sunmak doğru olmayabilir. Genel faaliyetlerle ilgili kararlar almasına yetki verilmiş tek ve en yüksek otorite sınırlı bir otorite olabilir. İyi bir hükümettin sırrı, kesinlikle, en üst gücün sınırlı güç olması-diğer bütün güçleri sınırlayan kuralardan vazgeçebilen bir güç- ve böylelikle vatandaşları üzerinde zor kullanma gücünün olmamasıdır. Böylece, diğer otoriteler onun toplumu oluşturan genel kabul görmüş kurallara bağlılığıyla desteklenmektedirler. Böylece, seçilen en yüksek otoritenin bireylerin genel kurallara uyması için, klasik anlamda kanun yapmadan başka, ne diğer herhangi bir güce sahip olmasına ne de özel vatandaşların baskı gücüne ya da kurallara uygun davranmaktan vazgeçmeye gerek vardır. Seçilmiş bakanlar kurulunu da kapsayacak şekilde, hükümetin diğer organları da doğru bir yasama için, gücü sınırlanmış meclisin yasaları aracılığıyla sınırlanmaktadır. Bunlar hukuka bağlı bir hükümetin varlığı için gerekli koşullardır. Sorunun çözümü yukarıda önerildiği gibi, yasama ve yönetsel görevlerin, meclis ve hükümet arasında doğru bir şekilde paylaşılmasında yatıyor. Doğal olarak, farklı konularla ilgilenen meclislere sahip olmak çok az bir kazanç sağlayabilir. Esasen aynı durumdaki iki meclis sadece danışıklı döğüşte bulunmakla kalmaz, aynı zamanda mevcut meclislerde olduğu gibi aynı türden sorunlar üretirler. Nitelikler, iş görme usulleri ve bunların birleşimi, yasama güçlerine uyun olarak onların üstün siyasi güçleri tarafından belirlenmiştir. Hiçbir şey, 18’inci yüzyıl temsili hükümet teorisyenlerinin parti çizgisinde yasama meclisi olarak anladıkları bir organizasyonu hemen hemen ittifakla kınamalarından daha anlamlı değildir. Onlar genellikle gerçekleri konuştular. Fakat, onların siyasi konulara olan yüksek ilgileri organizasyonlarını parti çizgisinde evrensel olarak gerekli kıldı. Bir hükümet görevlerini başarıyla yerine getirmek için, programı üzerinde anlaşmış organize bir çoğunluğun desteğine ihtiyaç duyar. İnsanlara seçenek sunmak amacıyla, alternatif bir hükümet oluşturma yeteneğine sahip olan, benzer şekilde organize edilmiş başka organizasyonlar olmalı. Aslında mevcut meclislerin yönetsel fonksiyonları tam manasıyla benimsenilmiş gibi görünüyor ve onların bunu mevcut şekliyle sürdürmelerine izin verilmeli. Eğer, onların belirli vatandaşlara hizmet eden güçleri bir kanun tarafından sınırlandırılmazsa, ilk meclisin değiştiremeyeceği başka bir demokratik meclis tarafından ilerisi için saklanacaktır. Aslında, hükümet; emrinde olan maddi ve bireysel kaynakları vatandaşlara kapsamlı bir şekilde hizmet sunmak için idare eder. O, aynı zamanda bu hizmetleri finanse etmek için her yıl vatandaşlardan toplanacak toplam vergi miktarını belirleyebilir. Fakat, bu toplama her bir vatandaşın yapacağı katkıyı belirlemek doğru bir kanunla yapılmalıdır. Yani bu, zorunlu olmalı ve bireylerin ona uymalarını emretme yetkisinin sadece yasama organınca kullanılabildiği bir kanun olmalı. Harcamaların kontrolü, hükümet üyelerinin yapılacak her harcamanın kendisi yada seçmenlerinin belirli oranda katkısını gerektirdiğini bildiği bir sistemden daha açık bir şekilde yapılamaz. Ondan sonra, yasama meclisinin bileşimi önemli bir sorun olmaktadır. Meclisteki temsilcilerin neyin doğru olduğu konusunda genel düşünce ile aynı şeyi düşünmesini ve özel çıkar gruplarının baskısından kurtulmasını nasıl sağlayabiliriz. Yasama meclisinin çıkaracağı özel yada imtiyazlı kanunların geçersiz olması için, meclisin gücü sürekli olarak sınırlandırılmalıdır. Meclis, otoritesini genel kanunlara bağlılığından almalıdır. Anayasa, bir kanunun geçerli olabilmesi için, kanunun sahip olması gereken özellikleri belirlemelidir. Örneğin, kanunun geçerli olması için, ne kadar süre ile yürürlükte kalacağı, belirli bir gruba yönelik olmaması ve eşit muameleyi öngörmesi gibi şartların aranması gibi. Ayrıca, anayasa mahkemesi, iki meclis arasında herhangi bir güç ve yetki anlaşmazlığı olduğu taktirde, bu güç ve yetkinin hangi meclis tarafından kullanılacağına karar vermeli ve her iki meclisin görev, hak ve yetkilerini ayrıntılı bir şekilde düzenlemelidir. Fakat, asli kanunları geçirmek için getirilen bu sınırlama, yasama organı ve kendisine benzer şekilde oluşturulan hükümet arasındaki danışıklı döğüşü engellemeye hemen hemen kafi gelmeyecek ve yasama meclisi hükümetin belirli amaçları için ihtiyaç duyduğu kanunları geçirecektir. Bu durumda, mevcut sistemden çok az farklı bir sonuç elde edilecektir. Bizim yasama meclisinden istediğimiz şey açıktır. Yasama meclisi, özel fikirler yerine genel fikirleri temsil etmelidir ve meclisin üyeleri özel grupların desteğinden bağımsız olmalıdır. Yasama meclisi aynı zamanda, uzun bir bakış açısına sahip kadın ve erkeklerden oluşmalıdır ve kararsız halkı yığının ve üst tabakanın geçici ihtirasları tarafından etkilenmemelidir. Başlangıçta, partilerin bağımsız olması ve bu bağımsızlığın yeniden seçilme arzusundan etkilenmemesi gerekir. Bu, öncelikli olarak partilerin bağımsız olmasını gerektirir. Bu nedenle, normal yaşamında güven ve ün kazanmış kadın ve erkeğin 15 yıllık uzun bir dönemi kapsayan tek bir dönem için seçilmesini tahayyül ediyorum. Onların yeterince saygı ve itibar kazanmalarını temin etmek için, görev sürelerinin sonrasında maddi geçimlerinin sağlanması konusunda güvence sağlanması gerektiğini ve seçilme yaşının 45 yaş gibi nispeten yüksek bir yaş olarak belirlenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ayrıca, onlara 60 yaşına geldiklerinde görev süresinin bitiminden sonra bir on yıl daha saygı duyulacak bir görev verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Böyle bir meclisin üyelerinin ortalama yaşı 53’ten az olacaktır. Ve buda bugün karşılaştırılabilecek meclislerin çoğundakinden daha düşüktür. Elbette, meclis bir defada yenilenmemeli, fakat her yıl 15 yıllık hizmet süresini dolduranların yerini 45 yaşını dolduranlar almalı. 15 yılda bir her vatandaşın kendi neslinden birinin 45 yaşına geldiğinde yasama meclisi üyesi olması için hayatında sadece 1 kez oy verebileceği 15 yılını dolduranların yerini onların çağdaşlarının aldığı bu tür yıllık seçimleri destekliyorum. Bu bana, yalnız ordu ve benzeri organizasyonlarda bir adamın karakter ve yeteneğinin en iyi onun çağdaşları tarafından muhakeme edildiği eski tecrübelerden değil, aynı zamanda seçimlerin kişisel bilgi dahilinde yapıldığı yerel derneklere benzer olarak bu kurumların büyümesinin bir fırsatı olduğu için çekici gelmektedir. Hiçbir parti olmayacağı için, elbette nispi temsil de anlamsız olacaktır. Bir bölgenin çağdaşları, sınıflarının en hayran duyulacak üyesini seçerek bir nevi onu ödüllendireceklerdir. İlgi çekici diğer konuların düzenlenmesi, dolaylı seçimlerin tercih edilebilir olup olmadığı ya da edilemezliği gibi soruları ortaya çıkarır. Bununla birlikte, herhangi bir şeyi genel prensipmiş gibi ileri sürmek doğru olmayabilir. Tecrübeli politikacıların; muhtemelen bana göre zararlı ve kaçınılabilir gibi görünen şeyleri, yararlı ve kaçınılmaz olarak görecek olmalarına rağmen mevcut yasa yapıcılarımızın iş görme usullerine ilişkin tanımlamamı çok yanlış bulacaklarına inanmıyorum. Fakat onların kurumsallaşmış yolsuzluk olarak tanımlandıklarını duyarak gücendirilmemeleri gerekir. Çünkü, kurumları oluşturan bizlerizdir. Eğer onlar herhangi bir malı üretebileceklerse böyle davranmak onlar için gereklidir. Demokratik bir hükümette önceki bölümlerde tanımladığım bazı anlaşmaların yapılması muhtemelen engellenebilir. Ben hakim olan kurumların bunu hükümeti sınırlamak ve oyunun kurallarını koymakla görevli en yüksek organa taşımalarına karşıyım. Bu tür şeylerin olması talihsizlik değildir. Onlar, yerel yönetimlerde muhtemelen kaçınılmaz fakat, onlar bizi baskılara ve keyfi davranmaya karşı koruduğu farz edilen kanunlarımızı yapmak zorunda olan en yüksek organda oluyor. Yasama gücünü yönetsel güçten ayırmanın bir başka önemli ve çok arzu edilebilir sonucu ise, onun güçlerin birleşmesi ve merkezileşmeyi hızlandıran en önemli nedeni ortadan kaldıracak olmasıdır. Bunlar yasama ve yönetsel gücün aynı mecliste birleştirilmesinin sonuçlarıdır. Yasama meclisi, özgür bir toplumda başka hiçbir otoritenin sahip olamayacağı güçlere sahiptir. Elbette, yönetsel görevler gittikçe daha fazla bir şekilde belirli talepleri karşılamak için özel kanunlar yapan bir organa doğru itiliyor. Eğer merkezi hükümetin güçleri bölgesel ve yerel yönetimlerden az olursa, sadece ulusal açıdan düzenlenmesi yararlı olacak konular merkezi hükümet tarafından idare edilecek ve merkezi hükümetin yaptığı görevlerin büyük bir bölümü daha küçük idari birimlerin yönetimine bırakılacaktır. Devletin hukuka göre yönetilmesi ile çoğunluğun temsilcilerinin sınırsız güce sahip olmasının çelişki arz ettiği ve bütün yönetim birimlerinin hukuka göre eşit olduğu kabul edildiğinde dış ilişkiler hariç merkezi hükümete fazla rol verilmemelidir. Benzer şekilde bölgesel ve yerel idarelerin kendi sınırları içerisinde yaşayan vatandaşların ihtiyaç duydukları gelirlerin finansmanına katılmaları ve diğer yörelerdeki insanları ayak oylamasıyla kendilerine çekecek özel işletme türü işletmeler kurması aynı kanunlar tarafından sınırlandırılmıştır. Bu durumda biz hala demokrasiyi koruyabiliriz ve aynı zamanda pek çok insanın karşı konulamaz gibi gördüğü totaliteryen demokrasiye doğru sürüklenmeyi durdurabiliriz. 1. Çevirenin notu: İngiltere’de aynı adı taşıyan ve monarşi idaresiyle anglikanizmin imtiyazlarına karşı parlâmentonun ve Protestan mezheplerin haklarını savunan partinin üyelerine verilen addır. Çeviren: Tekin Akdemir Ek: 3 3-6 Nisan 2004 tarihleri arasında Hamburg-Almanya’da düzenlenen Mont Pelerin Cemiyeti Bölgesel Toplantısına sunulan Prof. Atilla Yayla tarafından sunulan “Super States, Small States an Freedom” adlı tebliğin Türkçesi: Süper Devletler, Küçük Devletler ve Özgürlük Devlet, tabiatı icabı bir monopoldür. Piyasa ekonomisine ve bireysel özgürlüğe çok da dostça baktığı söylenemeyecek olan popüler kültürde, monopol, bir mal veya hizmette piyasanın tek bir üreticinin hâkimiyeti altına girmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanım hem yanlıştır hem de hakikî monopolün bazı esaslı özelliklerin gözden kaçırmaktadır. İlk olarak, bu tanım politik ve bürokratik monopolleri dışlamaktadır. İkinci olarak, birincisini yapmakla, bir bütün olarak devletin veya devlet cihazının çeşitli parçalarının monopollerle mücadele etmekte istihdam edebileceğimiz yegâne araçlar olduğu yanılgısını yaratmaktadır. Ve, üçüncü olarak, bir fenomenin sonucunu, onun sebebi veya özü olarak sunmaktadır. Sağlam ekonomik teoride, monopol, bir malın veya hizmetin tek bir üreticisine ihsan edilen ve aynı piyasadaki diğer bütün üreticileri dışlayan imtiyaz demektir. Bu imtiyaz diğer mevcut veya potansiyel üreticilerin o malın veya hizmetin piyasasına girmesini engeller. Başka bir deyişle, bir sektörde monopol varsa, o sektöre “serbest giriş” engellenmeli ve yalnızca bir tek üretici söz konusu sektörde veya dalda üretim yapma müsaadesinin sahibi olmalıdır.1 Bu monopol tanımının altını tekrar tekrar çizmek gereklidir, ancak bu şekilde serbest piyasa ekonomisine karşı olanların geliştirdiği ve savunduğu ve daha yaygın monopol tanımı doğru tanımla karıştırılmaz. Başlangıçta kısaca özetlediğim gibi, bu kimseler, bir monopolün doğmasının temel şartı olan “serbest giriş” imkânının yokluğunu ihmâl ederler; onun yerine, serbest piyasa şartlarında bir mal veya hizmetin üretiminin hacmi veya ölçeği üzerinde yoğunlaşırlar. Şüphesiz, bu, yanlış bir bakıştır. Tekrar etmek gerekirse, ancak serbest girişe müsaade edilmeyen bir yerde ve durumda monopol mevcuttur. Modern devletler bu (doğru) monopol tanımına mükemmelen uyar. Bugün, bir ulusdevletler dünyasında yaşamaktayız. Modern devletlerin günlük hayatımıza inanılmaz ölçülerde müdahalesine ilâveten, insanların çoğunun mentalitesi devletlerin varlığı, faaliyetleri, performansı ve emirleri tarafından şekillendirilmiştir. Keza, modern ulusdevleti bize her şeyi yapmaya malik bir tanrı gibi sunan geniş bir literatür vardır. Bugün, hemen hemen her ülkede, sokaktaki insanlar, kuvvetli bir şekilde ve samimiyetle, devletin bizi besleyebileceğine, eğitebileceğine, koruyabileceğine, eğlendirebileceğine, sosyalleştirebileceğine ve bütün bunları yapması gerektiğine inanmaktadır. Onların nazarındaki devlet bütün problemleri çözebilir, ekonomiyi büyütebilir ve fakirliği ebediyyen ortadan kaldırabilir. Dünyanın bazı yerlerinde ve tabiatıyla Türkiye’de, insanlar, devletin vatandaşlarına neye inanmaları ve nasıl yaşamaları gerektiğini buyurma hakkına sahip olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedir. Daha da kötüsü, bunun insanlık tarihi boyunca karşılaşılan bir durum olduğunu ve öyle kalmaya devam edeceğini düşünmektedir. Bugün anlaşıldığı ve işlediği şekliyle devletin insanlık tarihinin her döneminde, her parçasında varolmadığını ispatlayan pek çok delile sahibiz. İnsanların her zaman böyle bir varlığa inanmadığını ve güvenmediğini de biliyoruz. Birkaç asır önce, feodalizm çağında, böyle bir siyasî sentralizasyon yoktu. On Dokuzuncu Asra kadar insanlar ulus devlet gibi merkezîleşmiş bir siyasal gücün bütün problemlerini çözmesini beklemezdi.2 J. Bodin, N. Machiavelli, T. Hobbes ve daha sonra J. J. Rousseau gibi devletçi filozofların merkezî devleti özlemesi ve böyle bir devletin yaratılması için sağlıksız fakat sofistike teoriler geliştirmesi bu yüzdendir. Hatırlanacağı üzere Bodin, “egemenlik” terimini bir merkezîleşmiş siyasal otoriteye olan ihtiyacı ispatlamak ve böyle bir varlığın faaliyetlerini ve mevcudiyetini meşrulaştırmak için kullandı. Machiavelli İtalya’nın siyasî birliğinin sağlanamamasından çok mustaripti. Kuzey İtalya’nın şehir devletlerinde daha önceden benzeri görülmemiş bir refah ve medeniyet yaratan piyasaların doğması ve bütünleşmesi olayı onu pek ilgilendirmedi. Bu yüzden, Machiavelli, politikayı etikten azad kılarak, prense, özel, sorgulanamaz bir pozisyon verdi ve prensin temel görevini siyasal rekabetin bastırılması olarak belirledi. Bastırılması gereken rekabete, Katolik Kilise’sinden gelen rekabet dahildi. Prensin nihaî hedefi, siyasî bakımdan birleşmiş bir İtalya yaratmaktı. Hobbes, iktidarda olanlar hariç, insanlara asla güvenmedi. İngiliz iç savaşının vahşetinden dehşete kapılmış olarak -bir başka siyasî vaka- ülkede yaşayan insanları kendilerini kendi mutlulukları için devlete sunmaya çağırdı. Ve, daha sonra, Rousseau, fiiliyatta muhalif azınlıkların “popüler irade”ye teslim olması anlamına gelen “genel irade” kavramı yoluyla modern totaliteryenizmin yolunun taşlarını döşedi. Sonraki asırlarda başka filozoflar bu öncü devletçi filozofları büyük bir mutlulukla izledi. Hegel ve Marx devletçi düşünürlerin ayak izlerini takip etmede en ileri gidenlerdi. Mamafih, tahakkümcü yaklaşımlar bu filozoflarla ve onların düşünceleriyle sınırlı kalmadı; On Dokuzuncu Asrın ortalarına gelindiğinde, sınırlı devlet felsefesi çoktan gerilemeye ve büyük devlet çağrısı yapan kollektivist hareketler yükselmeye başlamıştı. Evet, Hayek ve Popper’in gösterdiği gibi, tarihte hiçbir şey kaçınılmaz değildir; ama, eğer fikirlerin ve kanaat ortamının olayların akışında bir etkisi varsa, bugün totaliteryen rejimler adını verdiğimiz kayıtsız, sınırsız otoriteryen sistemlerin tecrübe edilmesi âdeta kaçınılmazdı. *** Yirminci Asrı totaliteryenizmin çağı olarak etiketlendirmek gayriâdil değildir. Yirminci Yüzyıl boyunca, insanlık, Avrupa’da faşist, nasyonal sosyalist ve sosyalist totaliteryenizmi, İran’da dinî totaliterizmi tecrübe etti.3 Dünyanın birçok yerinde devletler, gerçekten, milyonlarca insanı öldürdü. Rudolph Rummel, Death by Government adlı hayranlık uyandırıcı eserinde devletler tarafından savaşlarla veya başka yollarla öldürülmüş insanların bir envanterini yapmaya çalışmaktadır. Onun tahminlerine göre, 20. Yüzyılda devletler tarafından öldürülen/öldürtülen insanların sayısı 170 milyon civarındadır.4 Bu rakamların ayrıntılarına girmek istemiyorum, sanırım bu derginin okuyucularının çoğu devletler, özellikle totaliteryen devletler tarafından işlenen suçlarla meşgul olan abidevî çalışmalardan haberdardır. Yalnız, yine de, hazır konuya temas ediyorken, Batılı entelektüellerin faşistlerin ve komünistlerin suçları arasında ayrım yapmadaki çifte standartlarına temas etmeden geçemeyeceğim. Alan Kors’un belirttiği gibi, çoğu Batılı aydın nasyonal sosyalistlerin suçlarını devamlı hatırlar ve hatırlatır. Fakat, aynı entellektüeller, sıra komünizmin işlediği suçlara gelince, sessiz kalmayı tercih eder. 5 İnsanlığın iyi talihi, bu canavar rejimler, bazen savaş yoluyla bazen barışcıl yollarla, ortadan kalktı. Mamafih, totaliteryen rejimlerin işlediği korkunç suçlar, bizi, devletlerin yalnızca totaliteryen sistemlerde tebalarını/vatandaşlarını mahvettiği, totaliteryen olmayan veya hür demokratik dünya denilen yerlerde insanların hak ve özgürlüklerinin ciddî bir şekilde ihlâl edilmediği yolunda bir kanaate sevketmemelidir. “Şeytanî rejimler”in bütün dünyada çökmesi, demokratik rejimleri, bu demokratik rejimlerin elitleri tarafından rejimlerinin ne kadar iyi olduğunu kanıtlamakta kullanılan negatif referanslardan mahrum bıraktı. Gözler demokratik ülkelerin içine döndüğünde, problemler daha görünür oldu. Ve öyle bir “hürdünya” ya uyandık ki, bu dünyada özgürlüğümüz onyıllardır gerilemekteydi. Yükselen devletçi/kollektivist dalganın hür dünyayı nasıl etkilediğini anlamanın en iyi yolu ABD’de son bir asırda neler olduğuna göz atmaktır. ABD temel insan haklarını -yani hayat, hürriyet, ve mutluluğu arama hakkını- koruyacak sağlam temellerde kurulmuş bir ülke olarak kabul edilir. Bu yüzden ABD burada bir sınamaaracı olarak kullanılabilir. Yani, ABD’ye bakarak, Amerikalılar’ın keyfî devlet müdahalelerinden ne ölçüde masun olduğu araştırarak, demokratik ülkelerde bu açıdan genel durumun ne olduğu hakkında bir fikir edinilebilir. ABD’nin kurucu babaları aşırı merkezîleşmiş siyasî iktidarın özgürlük ve bireysel haklar için yaratabileceği korkunç tehlikenin bütünüyle farkındaydılar. Bu yüzden, siyasal gücü parçalamayı ve parçaları birbiriyle dengelemeyi hedefleyen ilk yazılı modern anayasayı (1787) hazırladılar.6 Gerçekten, Amerikan federal sistemi nispeten başarılı oldu ve bir süre için hedeflerine ulaştı. Maalesef, sistem içinde merkezîleşmeyi teşvik edecek bir eğilim vardı ve bu eğilim zaman içinde etkili olarak sistemi dönüştürdü.7 Yüzaltmış yıl içinde Amerika daha merkezîleşmiş hale geldi. Federe devletler çoğu yetkilerini adım adım federal devlete kaptırdı. Bunu gerçekleştiren süreç nispeten yavaş ve büyük ölçüde dolaylı yollarla ilerlediği için tam olarak ne olup bittiğini pek fazla kimse anlamadı. Daha sonra bahsedeceğim başka olaylarla birleşince ABD federal sistemi, beklenilmeyen, aşırı derecede merkezîleşmiş bir politik sisteme doğru evrildi. Bu süreç ve ABD’de hâlihazırdaki durum CATO Institute tarafından yayınlanan, Charlotte A. Twight tarafından yazılan, Dependent on D.C. adlı bir kitapta detaylı bir şekilde belgelenmiş ve tahlil edilmiştir. Kitabın alt başlığı da çok manidardır: Sıradan Amerikalılar’ın Hayatları Üzerinde Federal Kontrolün Yükselmesi.8 C. Twight ikna edici biçimde göstermektedir ki, 20. Yüzyılda Amerikan Federal Devleti adım adım sıradan Amerikan vatandaşlarının hayatlarını kontrol etme yolunda ilerlemiştir. Hâlâ bu istikamette yürümeye devam etmektedir. Amerikan Federal Devleti sosyal güvenlik sistemini, gelir vergisi sistemini, eğitim sistemini ve sağlık sitemini Amerikalıların hayatlarını bütünüyle kontrol etme hedefine ulaşmada etkili araçlar olarak kullanmaktadır. Twight Amerikan vatandaşlarının hiçbirinin bu federal kontrolden kaçamayacağını iddia etmektedir. Federal devlet, yani politikacılar ve bürokratlar, insanların kendilerine ne yapıldığını anlamamaları için çok kurnaz ve örtülü taktikler kullanmaktadır. Douglas North’un çalışmalarından ilham alan C. Twight devletin büyümesini gizleme üniversal taktiklerini işlem maliyetlerini (transaction costs) saklamak veya çarpıtmak (tahrif etmek) olarak adlandırmaktadır. Bu, gerçekten, değişik şekillerde yapılmaktadır. Meselâ, öylesine çok ve aşırı ayrıntılı legal kurallar ve idarî düzenlemeler (tüzük ve yönetmelikler) vardır ki, neredeyse, uzmanlar dâhil, hiç kimse, onları bütünüyle bilemez. Bir kere daha altını çizmek isterim ki, Federal Devletin belirli bir alandaki iktidarı bir gece içinde ve tek adımda büyümez; bu yıllar içinde ve adım adım yapılır. Öyle ki, pek az insan devletin büyümesi sürecinin kümülatif ve toplu etkisini fark edebilir. G. Orwell’in meşhur romanı/kara ütopyası 1984’teki “yeni lisan”a benzer bir dil geliştirilir. Kötü şeylere iyi isimler verilir. Meselâ, bu yeni lisanda, “vergi artışları” “kaynak bulma” olur. Sözüm ona “tedbir” adı verilen şeylerin hepsi güya Amerikan halkının iyiliği için yapılır. “Fakirleri korumak”, “toplumsal dengeleri sağlamak”, “sosyal sorunları çözmek” gibi hedefler devletin büyümesinin legal, “meşru”, itiraz edilmesi zor gerekçeleri olarak kullanılır. ABD örneğinde daha ilginç olan bir nokta, yargı sisteminin, özellikle de esas itibariyle devlet iktidarını sınırlandırmak için kurulmuş olan Amerikan Anayasa Mahkemesi’nin politikacı ve bürokratlarla devletin iktidar alanını genişletmede ve Amerikan vatandaşlarının haklarını ve özgürlüklerini ihlâl etmede işbirliği yapmasıdır.9 ABD’de olan biten şeyler devletin insan özgürlüğüne gerçek bir tehdit teşkil ettiğini göstermektedir. Devletlerin organize olma yollarında ve kullandıkları taktikler ile metotlarda farklılıklar gösterdikleri doğrudur. Mamafih, bu, devletin, her siyasî rejimde özgürlüğümüze gerçek bir tehdit teşkil ettiği gerçeğini değiştirmez. Bunun çeşitli sebepleri olmalıdır. İlki ve en önemlisi, birçok yazarın bahsettiği gibi, devletlerin, tabiatları icabı, illeberal olmalarıdır.10 Her çeşit devlet gitgide büyüme yolunda tabiî bir eğilime maliktir.11 Başka bir deyişle, siyasal otoritenin/iktidarın sahipleri doğal olarak iktidarlarını yaymaya temayüllüdür. Bu, insanlık tarihinde tiranlığın kural özgürlüğün istisna olmasının başlıca sebeplerinden biridir. Bu açıdan ekonomik güçle siyasal güç arasında bir karşılaştırma yapmak çok aydınlatıcı olacaktır. Piyasa ekonomisinde, alternatif/rakip ekonomik güçler birlikte varolabilir ve barış içinde yan yana yaşayabilir; monopol doğmaz veya doğarsa bu konumunu, serbest giriş hakkı baki kaldığı sürece, uzun süre muhafaza edemez.12 Politik alanda işler tamamıyla farklıdır. Yazının başında belirttiğim gibi, devlet, bütün siyasal rakiplerini kendi alanından dışlayan bir siyasal monopoldür. Bir ülkede aynı anda iki devlet birlikte varolamaz. Diğer bir deyişle, devletin egemenlik alanında hiç rekabet yokken, piyasada, bütün ekonomik güçler rekabet tarafından dizginlenir ve sınırlanır. ABD sistemi dâhil federal sistemlerin daha büyük bir merkezîleşmeye sürüklenmesinin ispatladığı gibi, siyasal alanda piyasa rekabetine benzer bir rekabet yoktur. Bu yüzden, devlet daima büyür. Bazı yazarlara göre devletin büyüme eğilimi demokrasilerde monarşilerde olduğundan daha büyüktür, çünkü zaman tercih oranı demokrasilerde daha yüksektir. Hans-Hermann Hoppe bu görüşü ilginç kitabı Democracy: The God that Failed adlı kitabında etkili şekilde savunmaktadır.13 Bütün bunları söyledikten sonra, şimdi, özgürlüğe ve vatandaşlarına yönelik genel muameleleri açısından küçük devletlerle büyük devletler arasında bir fark olup olmadığına bakmak istiyorum. Diğer bir deyişle, klâsik liberal perspektiften, daha fazla özgürlük için büyük devleti mi yoksa küçük devleti mi savunmalıyız? Bazı kavramsal netleştirmelerle devam etmeliyim. Üç kavram istihdam etmek arzusundayım: Süper devlet, büyük devlet, küçük devlet. Süper devletle büyük devlet arasında bazı farklar olmalıdır. Büyük devlet terimiyle kastettiğim, aşırı merkezîleşme, iri bürokratik cihaz, YİH’nın büyük bir miktarına devlet tarafından el konulması, çoğalan regülâsyon ve bireysel ve sosyal hayata gittikçe artan devlet müdahaleleridir. Böyle alındığında, nispeten küçük bir ülkede bile büyük devlet olabilir. Süper devlet ise bir dünya rolü oynamaya, dünyanın hemen hemen her köşesine diplomasi ve güçlü bir askerî organizasyon yoluyla müdahale etmeye arzusu, yeteneği ve kapasitesi olan devlettir. Küçük devletle iki şey kastediyorum: İlki, resmen ve fiilen daha az devlettir; ikincisi ise, toprağı ve dünyaya ilgisi ve dünyaya katılma, müdahale etme imkânı az olan ülkedir. Tekrar temel soruya dönersek, öyle sanıyorum ki, özgürlüğü önemseyen herkes için, cevap açıktır. Küçük devlet özgürlük için daha iyidir; bu, küçük devletlerdeki iktidar sahiplerinin özgürlüğe büyük devletlerdeki iktidar sahiplerinden daha fazla değer vermesinden değil, daha ziyade, yapısal faktörlerin küçük devletleri özgürlüğe karşı daha dostane bir tavır almaya zorlamasından dolayı böyledir. Süper devlet demek büyük bürokrasi ve bürokratik ve politik iktidar sahipleri arasında sıkı bir ittifak demektir. Siyaset bilimi uzmanları, politikacılar ve bürokratlar arasındaki gerilime çok sık temas eder. Liberal demokratik teoriye göre, politikacılar bir ülkeyi idare etmekte bürokratlardan daha fazla söz ve yetki sahibi olmalıdır, çünkü onlar, bürokratlardan farklı olarak, halk tarafından hesaba çekilebilmektedir. Bu doğrudur.14 Mamafih, şu unutulmamalıdır: İktidarı kullanmakta (istismar etmekte) politikacılar ve bürokratlar birbirlerine rakip olmaktan ziyade birbirleriyle müttefiktirler. Güçlerini ve kabiliyetlerini halka hükmetmek için birleştirmeye çok arzuludurlar. Bazen aralarında çıkan çatışmalar iktidarın nasıl sınırlanacağıyla değil, onu kimin kullanacağıyla ilgilidir. Bu yüzden, devlet denildiğinde birleşmiş bir politikacılar ve bürokratlar grubunu anlamalıyız. Ve, bir devlet büyüdüğünde, politik ve bürokratik makineler da büyür. Büyüyen devlet yapısı, kaçınılmaz olarak, sosyal ve ekonomik hayata daha fazla müdahale getirir. Her büyük devlet bir süper devlet değildir; fakat, şüphesiz, her süper devlet aynı zamanda bir büyük devlettir. Süper devlet devamlı büyüme ve bu yüzden vatandaşlarının özgürlüğüne zarar verme, bir dünya rolü oynama, dünyaya şekil (nizam) vermeye teşebbüs etme ve bunu askerî güç dahil her araç, yol ve yöntemi kullanarak yapmaya çalışma eğilimindedir. Diğer bir deyişle, süper devlet dünyada tanrı rolünü oynamaya meyillidir. Bu, yine, ABD’nin 20. yüzyıl tarihinde gözlenebilir. *** Savaş, insanî kayıp ve maddî tahribat anlamında, her ülkeye ve bütün insanlığa zararlıdır. Fakat, savaşın, nadiren dikkat edilen ilâve maliyetleri de vardır. Robert Higgs bu maliyetleri devlet aygıtında genişleme ve karma ekonominin yayılması olarak ifade etmektedir. Gerçekten, bu çerçevede, Randolph Bourne’nin dediği gibi, “savaş devlet için sağlıktır”.15 Savaşlar boyunca belirli ülkelerdeki devletin gücünün/iktidarının nasıl büyüdüğünü gösteren pek çok çalışma vardır. Savaş demek mecburî askerlik, ağır vergileme, sıkı ekonomik regülâsyon ve muhalefetin bastırılması demektir. Higgs bunun böyle olduğunu, ziyadesiyle önemli kitabı Crisis and Leviathan’da, ABD için göstermektedir.16 Şüphesiz, aynı şey İngiltere için de geçerlidir. Hoppe’nin işaret ettiği gibi, devletin savaş zamanındaki konumu ve faaliyetleri aynı zamanda insanların zihnî kodlarını ve davranışlarını da etkileyebilir. Savaş (özellikle büyük) devletin gıdasıdır.17 Millî savunma (millî çıkar olarak da okuyabilirsiniz) insanları devletin savaştaki hedefleri doğrultusunda manipüle etmek için etkili bir araç olarak kullanılır. Mises millî savunma kavramının iki manasına işaret etmektedir: İlki insanların korunmasıdır; ikincisi devlet aygıtlarının ve devletin toprak bütünlüğünün muhafazasıdır. Böylece, savaş devletin büyümesinin ana sebeplerinden biri olur.18 Ve süper devletler savaşa girmeye küçük devletlerden daha yakın dururlar. Bunun böyle olmasının bir sebebi, süper devletlerde güç sahiplerinin, doğal olarak, sahip oldukları gücün sınırlarını/boyutlarını abartmaya yatkın olmalarıdır. Onlar zannederler ki, güç yoluyla her hedefi elde edebilirler. Küçük devletler daha az bürokrasiye, daha az regülâsyona sahip olma bakımından daha şanslıdır. Küçük devletlerin, vatandaşlarının gelirlerinin daha ufak kısımlarına el koyması beklenir. Küçük devletler insanların niçin diğer devletlerle savaşmaktan ziyade işbirliği yapmaları gerektiğini anlamada büyük devletlerden daha elverişli bir konumdadır. Küçük devletlerden müteşekkil bir dünyada daha fazla rekabet beklenir. Küçük devletlerde insanların daha fazla özgürlük sahibi olduğunun bir diğer göstergesi ekonomik özgürlük indeksleridir. İki ana özgürlük indeksinde küçük ülkeler daha çok özgürlüğe sahip olduklarının işareti olarak, üst sıraları işgal etmektedir. *** Avrupa Birliği hakkında bazı şeyler söyleyerek yazımı bitirmek istiyorum. AB’nin doğma sürecinde neye şahit oluyoruz? Bir süper devletin doğuşuna mı? Sanırım öyle. ABD’yi dengelemek için bir süper devlet olmak, açıkça ifade edilse de edilmese de, AB’nin hedeflerinden biri olmuştur. Ve, AB’deki özgürlüğü sınırlandırma eğilimlerinin tohumları kolayca görülebilir. AB’nin yeni Sovyetler Birliği olacağını iddia eden Vladimir Bukovski kadar ileri gitmenin âdil olmayacağı kanaatindeyim.19 Mamafih, bazı ciddî problemleri görmezden gelmemeliyiz. AB’de aşırı merkezîleşmeye, Brüksel bürokrasisinin güçlenmesine, legal rekabetin ortadan kalkmasına, ekonomik korumacılığın yeni ve kurnaz türlerinin geliştirilmesine, harmanizasyon adına lokal kültürlerin erozyona uğratılmasına şahit oluyoruz. Bunların hiçbiri özgürlüğe yarayışlı değildir. Bu yüzden, siyasal olarak birleşik bir Avrupa yaratma ideali yakınlaştıkça, AB ülkelerindeki halklar daha az özgürlüğe sahip olmayı bekleyebilir. 1. Hans-Hermann Hoppe, “The Private Production of Defence”, Journal of Libertarian Studies, 14:1 (winter-1998-1999) 27-52. 2. David Gren, Cummunity Without Politics: A Market Approach to Welfere Freedom (London: IEA, 1996)’da refah devletinin doğmasından önce, uzun süre sivil toplumun nasıl sorunlarını kendi kendisine hâllettiğini teferruatlı biçimde anlatmaktadır. 3. Totaliteryenizm, teoride, Plato’ya ve Kadim Yunan’a kadar geri gider. Modern totaliteryenizmin ilk modelleri 16. asırda, Orta Avrupa’da, dinî totaliteryen sistemler biçiminde belirdi. Bu bakımdan özellikle önemli olan, 1532’de, Kuzey Batı Almanya’nın Munster şehrinde dinî liderler tarafından kurulan totaliter yönetimdir. Totaliteryenizmin bu dinî-komünist denemesi için bkz. Murray N. Rothbard, “Karl Marx: Communist as Religious Eschatologist”, The Review of Austrian Economics, vol. 4, 1999, s. 123-79. 4. R. J. Rummel, Death by Government, New Brunswick: Transaction Publishers, 1996. 5. Alan Charles Kors, “Can There Be An ‘After Socialism’ “, Social Philosophy and Policy, vol. 20, No:1, Winter 2003. 6. Cato Institute tarafından yakın zamanda basılmış ve John Sample tarafından edit edilmiş bir kitapta, 12 yazar Amerikan politik sistemini ve sözümona sınırlandırılmış iktidarı yaratmada Madison’un rolünü tartışmaktadır. (James Madison and The Future of Limited Government, Washigton D.C., Cato Institute, 2002). Bununla birlikte, Madison’un sınırlı iktidarın teorik temelini geliştirmedeki başarısı hakkında herkes hemfikir değildi. Misalen, Norman Barry, Madison’un sentralizasyonun kuvvetlenme kanallarını göremediğini iddia eder. Barry, anti-federallerin, federallere muhalefet etmekte haklı olduklarını düşünüyordu. (“Constituonalism, Federalism and the Europian Union”, Economic Affairs, vol. 24, March 2004, s. 5-10.) 7. Norman Barry, s.6-7. 8. Charlotte A. Twight, Dependent on D.C.: The Rise of Federal Control Over the Lives of Ordinary Americans, New York: Palgrave, 2002. 9. Barry, a.g.m., s. 3-4. 10. Lewellyn H. Rockwell, Jr., “How States Fall and Liberty Triumphs”, www.lewrockwell.com/rockwell/states-fall.html (posted on October 27, 2003). 11. Küçük, fakat cesaret verici- iyimser bir çalışmada, Stephen Davies, devletin her zaman büyümek zorunda olduğu tezini ikna edici şekilde reddetmektedir: “Does Government Always Have to Grow?”, www.fee.org/views.php? 12. Nathan Rosenberg, L.E; Jr. Bridzel, How The West Grew Rich: The Economic Transformation of the Industried World, New York: I.B. Tauris and Company, 1987, s. 105-6. 13. Hans-Hermann Hoppe, Democracy: The God That Failed: The Economics and Politics of Monorchy, Democracy, and Natural Order, New brunswick (USA) and London (UK): Transaction Publishers, 2002. 14. Anthony de Jasay, haklı bir şekilde, bürokrasinin kendi başına bir sınıf oluşturduğunu söylüyor; bkz. State, Indianapolis: Liberty Found, 1998, özellikle şu bölüme bakınız: “State as a Class”. 15. Jeffrey Rogers Hummel, “National Goods versus Public Goods: Defense, Disarmament, and Free Riders”, The Review of Austrian Economics, vol. 4, 1990, s. 95. 16. Robert Higgs, Crisis and Leviathan: Critical Episodes in the Growth of American Government, New York: Oxford University Pres, 1987. ayrıca bkz. Higgs, “Wartime Curbs on Liberty Are Costless?”, Ideas on Liberty, March 2002, s. 6-7. 17. Hans-Hermann Hoppe, “Introduction”, The Myth of National Defense: Essays on The Theory and History of Security Production, (Ed.) H. H. Hoppe, Mises Institute, 2003. 18. Ludvig von Mises, Liberalism: A Socio-Economic Exposition, (Çev.) Arthur Goddard, Kansas City: Sheed Andrews and Memeel Inc. s. 143. 19. Viladimir Bukovski, “Is The European Union www.freeeurope.org/eu/english.php, 02.09.2003. Ek: 4 Prof. Atilla Yayla’nın türban sorununa ilişkin görüşleri Ahlâk, Hukuk ve Başörtüsü Yasağı Türkiye’de gerek demokratikleşmede ve gerekse AB reform sürecinde yaşanan tüm ilerlemelere rağmen, başörtüsü yasağının kaldırılması yolunda henüz bir ilerleme görülmemektedir. Problem dondurulmuş, halının altına süpürülmüş, unutturulmuş veya unutulmuş vaziyettedir ve bazıları bunun problemin çözülmüş olduğunu gösterdiğini düşünmektedir. Oysa, ortada çözülen bir şey yok ve bu yasak insanları mağdur etmeyi sürdürüyor. Ne ahlâkî, ne hukukî olan ve tamamen keyfiliğe dayanan bu yasağın, insanları ağır mağduriyetlere mahkûm etmesi bu konu üzerinde tekrar tekrar durmayı zorunlu kılıyor. Başörtüsü Yasağı ve Hukuk Bazı kamu otoritelerinin ısrarla yasaklamaya çalıştığı başörtüsüyle ilgili olarak Türkiye’nin hukukî sisteminde yasağa dayanak teşkil eden bir hüküm yoktur. Tam tersine, 2547 sayılı YÖK kanununun ek 17. maddesine göre, yasağın esas belirdiği yer olan üniversitelerde, kılık kıyafet serbesttir. Buna rağmen yüksek okullarda başörtüsü yasağı getiren ve uygulayanlar, hem bu kanunu, hem de, dolayısıyla, Anayasa’nın eğitim hakkıyla ve vatandaşların eşitliğiyle ilgili hükümlerini ihlâl etmektedir. Normal şartlar altında bunu yapanların hukukî takibata uğratılması, yargılanması ve cezalandırılması gerekirdi. Bugün bu yapılamıyorsa, yasakçı zihniyetin zorbalığı yüzündendir. Ancak, yasakçılardan bugün hukukî olarak hesap sorulamaması her zaman böyle olacağı ve eğitim hakkının kullanılmasını engelleyenlerin asla yargılanıp mahkûm edilmeyeceği anlamına gelmez. Anayasa ve kanunlarda başörtüsüyle ilgili bir yasak yokken, Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın çeşitli kararlarında yasağa temel aramak, hukuku katletmektir. Böyle bir arayış ülkemizde egemen jakoben anlayışın otoriter tavrının klasik tezahürlerinden biridir. Yasakçı ve baskıcı zihniyet, anayasa ve kanunlarda bulunan hakları yönetmelik gibi daha alt ve dolayısıyla anayasa ve kanunlara aykırı olamayacak mevzuat parçalarıyla gasbetmekte, kullandırtmamakta, veya, aynı şekilde, anayasa ve kanunlarda bulunmayan yasakları getirmekte pek mahirdir. Başörtüsü olayında olan da aşağı yukarı budur. Ancak, yasakçılar, ellerini kuvvetlendirmek için, Anayasa Mahkemesi kararlarına atıf yapmayı seviyor ve yasağın bu mahkemenin kararıyla konulduğunu söylüyor. Oysa, anayasa hukuku hakkında biraz bilgisi olanlar, Anayasa Mahkemesi’nin yeni bir hüküm tesis edemeyeceğini, sadece kanunların iptali yolundaki talepleri kabul etme veya reddetme yetkisinin bulunduğunu bilir. O yüzden, başörtüsü yasağına Anayasa Mahkemesi’nin Mart 1989 tarihli başörtüsü kararında temel bulmak hukuken imkânsızdır. Tersini söylemek, yasama yetkisinin halk tarafından seçilen meclise değil, kendi kendini atayan yargı bürokrasisine ait olduğunu ileri sürmekle eş anlamlıdır. Esasen, başörtüsüyle ilgili bir yasak, Anayasa Mahkemesi kararlarıyla konamayacağı gibi, Anayasa ve kanunlarda da temellendirilemez. Çünkü, bu konu, yâni, kılık kıyafet özgürlüğü, insan haklarıyla ilgilidir. Türkiye demokratik bir ülke ise, insan haklarına bu tür keyfî bir sınırlama getiremez. Getirirse, o zaman, bu sistemin adı demokrasi olmaz. Kimse yanılmasın, başörtüsü yasağı sadece üniversite öğrencileri açısından değil, bütün kamu görevlileri açısından yanlıştır. Bir liberal olarak, altını çizmek isterim ki, çok istisnaî ve niteliği gereği özel üniforma veya özel kıyafet gerektiren ve başörtüsü takmanın bu tür kıyafetlerin oluşmasını engellediği objektif olarak ve makul bir insanı ikna edecek şekilde ispatlanan işler dışındaki hiçbir kamu görevinde, başörtüsü yasağı uygulanamaz. Yâni, başörtülü öğretmen, doktor, hastabakıcı, hemşire, hâkim de olabilir. Üniversite öğrencileriyle ilgili yasaksa tam bir komedidir. Kamusal Alan ve Başörtüsü Yasağı Kamusal alanla ilgili tartışmalar ve bu kavrama dayanan tezler yasağı haklılaştıracak bir hukukî zemine varılmasını sağlamaz. Kamusal alan siyaset felsefesinde tartışılan bir konudur ve tartışmalı bir felsefe kavramından hareketle insanların hayatını derinlemesine etkileyen konularda hukukî hüküm tesis edilemez. Nitekim, bütün gürültü patırtıya rağmen, başörtüsü takanlarla ilgili işlemler, hep, hukukî değil idarî işlemler olagelmiştir. Başörtüsü kullananlar hukukî bir takibata maruz bırakılamamış, idarî müeyyidelerle, sözüm ona cezalandırılmıştır. Bu dahi, hukuk sistemimizde başörtüsü yasağına bir temel bulunmadığının ispatıdır. Kamusal alan tanımları çok tartışmalıdır. Kamusal alan nedir? Değişik yorumlar yapılabilir. Kamusal alan, egemenliğin bir yansıması olarak, kamu otoritesinin geçerli olduğu her alan mıdır? Yoksa, bir kamu görevinin ifa edildiği yer midir? Veya, bir kamu görevlisinin bulunduğu mekân mıdır? Bu üç bakışın hiçbiriyle başörtüsü yasağı konusunda anlamlı ve yasağı haklılaştırıcı bir sonuca ulaşılamaz. İlkini ele alalım ve diyelim ki kamu otoritesinin söz sahibi olduğu her yer kamusal alandır. Bu durumda, başörtüsü yasağını alabildiğine genişletmek gerekir. Toplum hayatında kamu otoritesi teorik olarak her yerde geçerlidir, bu otoritenin fiilen tezahür etme biçimi, derecesi ve sıklığı, duruma ve şartlara bağlı olarak, değişse bile. Meselâ, sokaklar da kamu otoritesinin geçerli olduğu yerlerdir, öyleyse, sokakta da başörtüsünün yasak olması gerekir. Bu kadar değil, dahası var: Evimiz elbette bizim özel alanımızdır, lâkin orada da, duruma bağlı olarak, kamu otoritelerinin yetkileri vardır. Eşinize veya çocuğunuza kötü muamele ederseniz, kamu adına evinize müdahalede bulunulabilir. Yâni eviniz de bir kamusal alana dönüşebilir. Bu durumda, evlerde bile başörtüsü yasağının bulunması gerekmez mi? Yok, bir kamu görevlisinin bulunduğu yer kamusal alandır dersek, yine problemlerle karşılaşırız. Önce sormamız lâzım: Bir kamu görevlisinin fiilen görev yaptığı her yer bir kamusal alan mıdır? Eğer böyleyse ve yasak kamusal görev veya hizmet alanlarını kapsayacaksa, üniversiteler yanında parklar, vergi daireleri ve hastaneler de başörtüsünün yasak olduğu yerler arasında olmalıdır. Bu kamusal alan yorumuna dayanan yasağın hukukî ve ahlâkî bir temeli varsa, yasak buralara kadar uzatılmalıdır. Niye uzatılmıyor, uzatılamıyor peki? Çünkü, yasak, sağlam, hukuka dayanan ve vicdan kanatmayan bir ilkeye oturmuyor da ondan... Kamusal alan tanımlarının üçüncüsü doğruysa, yâni bir kamu görevlisinin bulunduğu her yer kamusal alansa, o zaman, kamu görevlilerinin üstüne “kamusal alan yaratıcısı geliyor, başörtülüler savulun” diye bir uyarıcı levha, işaret vs. yapıştırıp dışarı öyle çıkmalarını sağlamak gerekir. Sakın yanlış anlamayın, bu söylediğim şeydeki komiklik benim komiklik yapmak istememden kaynaklanmıyor, yasakçıların savunuyor olabileceği bir anlayıştan türüyor. Size komik geliyor olabilir, ama bu olayın ilginç tezahürleri var. Örneğin, bir kamu görevlisi olmasa da kamu otoritesini temsil eden biri olarak Cumhurbaşkanı Sezer, kalksa, Ankara Söğütözü’ndeki Yimpaş Süper Market’e alışverişe gitse, ne olur? Orası bir kamusal alana mı dönüşür? Dönüşürse Yimpaş’ın başörtülü müşterilerinin Yimpaş’ın kendi elemanları veya Sezer’in korumaları tarafından dışarı atılması mı icap eder, laiklik adına ve uğruna? Devlet memuru akşam evine vardığında orası da mı kamusal alan olur ve eşinin başörtüsünü çıkarması gerekir? Şu söylenebilir: Kamu görevlisinin bir kamu göreviyle bulunduğu mekân kamusal alandır. Lâkin, bu da problemi çözmeye yetmez. Meselâ, Sağlık Bakanlığı’na bağlı bir hemşire bir aşı kampanyası vesilesiyle bir köye gitse ve köy meydanında topladığı kişilere aşı yapsa, bu o köyü veya köy meydanını kamusal alana çevirir ve hem hemşirenin hem de köylü kadınların başının açık olmasını mı gerektirir? Görüldüğü gibi, kamusal alan tartışmalarından anlamlı bir sonuca ulaşmak imkânsız. Özgürlükçü bir ülkede, vatandaş, her türlü kamusal alanda veya kamusal olduğu iddia edilen alanda başörtüsü takma veya takmama özgürlüğüne sahiptir. Bu çerçevede yapılan özel alankamusal alan karşılaştırmalarında da yasakçıların mantığı yanlış işlemektedir. Diyorlar ki, “bir özel davet veriyorsam, istersem başörtülüleri alabilirim, ama kamusal alandaki bir davette, istesem de, başörtülüleri alamam”. Bu düşünce tarzı yanlıştır. Sağlıklı bir mantık şöyle işler: Bir kamu görevlisi olsam bile, istersem, özel davetime başörtülüleri kabul etmem, buna hakkım vardır, ama kamusal alandan başörtülüleri dışlayamam, zira bu hem Cumhuriyet sistemine, hem demokratik rejime ve hem de insan haklarına aykırıdır. Elimizde tipik bir olay var, ona bakarak durumu daha iyi kavrayabiliriz. Sezer, oğlunun düğününü Çankaya Köşkü’nde yaptı ve başörtülüleri davet etmedi. Çankaya’daki bu binanın topluma ait olduğu ve bu nedenle böyle bir kullanımın uygun olmadığı yolundaki eleştirileri bir yana bırakıp, bu olayın Sezer ailesinin özel bir olayı olduğunu kabul edelim. Bu durumda, Sezer’in başörtüsü kullananları çağırmamasının, sosyal açıdan şık olmasa bile, kendi tercihi olduğunu ve kimsenin buna bir şey diyemeyeceğini söyleyebiliriz. Yâni, Sezer’in başörtülüleri çağırmamasını normal karşılayabiliriz. Olur ya, başörtüsünü sevmeyebilir veya başörtüsü takanları davet etmemek için kendine göre gerekçeleri olabilir. Ama, 29 Ekim resepsiyonundan başörtülüleri dışlamasını normal karşılayamayız. Bu tavır, Cumhuriyet fikrine de, demokrasiye de, ve, evet, laikliğe de aykırıdır. Kısaca, özel alanımızda dışlayıcılık yapabiliriz, ama kamusal alanda yapamayız; tabiî, Cumhuriyet, demokrasi ve laikliğin ne olduğundan gerçekten habersiz değilsek... İdarenin Tarafsızlığı ve Türban Yasağı Bazıları, başörtüsü yasağını, idarenin tarafsız olması gereğine dayandırmaya çalışmaktadır. İdarenin elbette tarafsız olması lâzımdır. Ama idarenin tarafsızlığının yasağa gerekçe yapılması yanlıştır. Aslında, yasak olayında, idare başörtülülere negatif ayrımcılık yaparak tarafsızlığını bozmaktadır. Bu durumda idarenin ajanları, başı açık olanları başı örtülü olanlara tercih etmekte, üstün tutmaktadır. İdarenin tarafsızlığı, başörtüsü kullananlarla kullanmayanlar arasında ayırım yapılmamasını gerektirir. Ayrıca, idarenin tarafsız olmasından maksat, idare cihazının korunması değil, kamu görevlilerinin vatandaşlar ve vatandaş kitleleri arasında, lehte veya aleyhte, ayrımcılık yapmasını önlemektir. Başka bir deyişle, burada tarafsızlık amaç değil araçtır ve tarafsızlıkta maksat bireysel olarak vatandaşları veya gruplar olarak vatandaş kitlelerini gayri âdil, haksız ve keyfî muameleden korumaktır. Tarafsızlığın özü, idarenin eylem ve işlemlerini dayandırdığı kuralların objektif, soyut ve genel olması, yâni vatandaşlar arasında negatif veya pozitif ayrımcılık yapmamasıdır. İdarenin tarafsızlığı, bahsettiğimiz nitelikteki kurallara ilaveten, idarenin haksız ve taraflı muamelelerine karşı başvurulabilecek hukuk makamlarının varlığını ve etkili şekilde çalışmasını gerektirir. İdare cihazında görev yapanların dinî, felsefî vb. değerler bakımından tarafsız olması tarafsızlığın sağlanmasında üçüncü- dördüncü derecede önem taşır. Bu ancak ve ancak idarî otoritenin keyfî olarak ve denetimsiz kullanıldığı yerde birinci sırada gelecek kadar mühimdir. İdarî otoriteyi ellerine geçirdiklerinde tanrısallaştıklarını ve vatandaşın hayatına istedikleri gibi müdahalede bulunmaya hak kazandıklarını zannedenler ve zaman zaman bu tür müdahalelere fiilen yeltenenler, aynı otoritenin başkalarının eline geçmesi ihtimalinden paniğe kapılmaktadır. Çünkü, kendilerinin başkalarına yaptığının onlara da yapılabileceğini düşünmekte veya hissetmektedir. Ayrıca, idarenin tarafsız olması gerektiği iddiasıyla bazı bireylere yasak getirenlerin kendileri tarafsız değildir, tam taraftır. Tarafsızlıkla kastettikleri aslında tarafsızlık değil, herkesin onların tarafında olmasıdır. Unutmayalım ki, başörtüsü takmanın bir değer yansıtıcısı olması gibi takmamak da; başörtüsü kullanma hakkını savunmak kadar ona karşı çıkmak da bir değer yansıtıcısıdır. Başörtüsü takanların bunu propaganda amacıyla yaptıkları iddiası da, doğru bile olsa, yasağı meşrulaştırmaz. O zaman, herkesin kılık kıyafetiyle, tarzıyla, propaganda yaptığı iddia edilebilir. Keza, başörtüsünü siyasî bir simge olarak kullanmanın, hatta bir ideolojinin bayrağı gibi dalgalandırmanın da bir mahzuru yoktur. Herkesin sembolü kendisine aittir ve siyasî sembol kullanmak ifade özgürlüğünün bir parçasıdır. Başı örtülülerin değerleri olduğu gibi başı açıkların da değerleri vardır. İdare cihazının elemanları, bir grup vatandaşı, onların taşıdıkları değerler kendi değerlerine ters olduğu için aşağı göremez ve haklarını elinden alamaz. İdarenin tarafsız olması gereğinin, kamu görevlileriyle ilgili yasağı bile haklılaştıramazken, üniversite öğrencileriyle ilgili yasağı hiçbir şekilde haklılaştıramayacağı açıktır. Öğrencilerin hiçbir şekilde tarafsız olma gibi bir mecburiyeti yoktur. Onlar, kamu hizmeti veren değil, kamu hizmetinden yararlanandır. İdarenin parçası değil, idareyle muhatap olandır. Öğrencilere uygulanan hukuk ve ahlâk dışı yasak normalse, hastaneye gidene, vergi ödeyene, tapu çıkarana, parkta oturana, belediye otobüsüne ve DDY trenine binene de bu yasağı uygulamak gerekir. AB Hukuku, Başörtüsü ve Baskı Başörtüsü kullananların böylelikle diğerleri üzerinde baskı kurduğu iddiası hiçbir şekilde ciddiye alınamaz. Bu iddia kelimelerin anlamlarının nasıl çarpıtıldığının iyi bir örneğidir. Baskı kurmanın en önemli şartı fizikî zor kullanmadır. Bu tür bir davranış suçtur ve böyle bir suç ortaya çıktığında olay zaten başörtüsünü çoktan aşmış ve meselâ darba, fizikî saldırıya dönüşmüştür. Baskı psikolojik olarak da kurulabilir denebilir. Psikolojik baskı, yalıtılmış bir ortamda, hürriyet engellenerek ve kişinin rızası hilafına yapılıyorsa, bu da bir suçtur. Bunun tipik bir örneği, İstanbul Üniversitesi’nin meşhur “ikna odaları”dır. Hayatın doğal akışı içinde kişiler başkalarının kılık, kıyafet ve icraatlarından bir şekilde etkileniyorlarsa, bu psikolojik baskı değildir.l Bir kadın kendisinden daha güzel bir kadın görünce kıskanıyorsa, kimilerinin kıyafetleri kimilerini imrendiriyor veya tiksindiriyorsa, iyi akademisyenler kötü akademisyenleri tartışmalarda ma ediyorsa, kısa boylular uzun boyluların yanında cüce gibi kalıyorsa, bunların önlenmesi gereken veya önlenebilecek psikolojik baskılar yarattığını iddia etmek gülünçtür. Bu tür sözüm ona baskıları önlemek için, insanî hayatı sona erdirmek gerekir. AİHM’nin Leyla Şahin kararına yansıyan ve patenti Türk Anayasa Mahkemesine ait olan, birilerinin başörtüsü takmasının diğerlerine baskı yapma veya çoğulculuğa zarar verme anlamına geldiği argümanı, çoğulcu toplum anlayışına ve özgürlüklerin koruyucusu hukuka bir hakarettir. Özgürlükleri koruma bilimi olan hukukun çarpıtılması ve gerçek baskıcılığı ve hoşgörüsüzlüğü maskelemek için kullanılmasıdır. Aklın ve mantığın ters yüz edilmesidir. Hiçbir toplum homojen değildir; inançlar, tercihler zevkler, hayat tarzları, kıyafet tercihleri vb. bakımlardan her geniş toplumda büyük bir çeşitlilik vardır. Bu çeşitlilik unsurları bazen yan yana kompartımanlarda, bazen iç içe yaşarlar. Bunlar arasındaki farklılıkların birbirlerine baskı yapmak anlamına gelmesi düşünülemez bile. Bırakın toplumsal grupları, bireyler bile çoğu zaman kendi bünyelerinde zengin bir çeşitliliği yansıtır. Kendimi anlatayım, en iyi bildiğim kişi olduğum için: İdeolojik arkadaşlığımı liberallerle kurup, liberal olmayanların da bulunduğu Fenerbahçeliler camiasının bir parçası olabilirim. İçki içen bir arkadaşımla meyhaneye gidip, bir dindar arkadaşımla birlikte bir ilahîyi seslendirebilirim. Nesimi’nin “Haydar Haydar”ını ve Queen’in bir parçasını aynı anda ezberleyebilirim. Her insan aynı durumdadır. Çeşitliliği baskıcılık sananlar, bireysel ilgi ve kimliklerin çeşitliliğinin bireylerin kendi kendilerini baskı altına almaları sonucunu yarattığını ileri sürmeye benzer bir şey yapmaktadırlar. Bir toplumdaki insanî çeşitliliğin tezahürlerinin insanların veya grupların birbiri üzerinde baskı kurmasına sebep olduğunu ancak tek biçimliliği yücelten totaliter zihniyetliler iddia edebilir. Çeşitlilik, çeşitlilik unsurlarını koruyarak ve bir grubun diğerleri üzerinde fiilî, fizikî baskı kurması engellenerek muhafaza edilebilir. Bu baskıyı en ağır biçimde ve herkesi kapsayacak şekilde kurabilecek olan devlettir. Devletin çeşitliliğin unsurlarından birini bastırmasının çeşitliliği koruma çabası olarak sunulması, Yahudileri yok eden Nazilerin böyle yapmakla insanların çeşitliliğini sağladığının iddia edilmesiyle eş değerdir. Elinde devlet cihazının imkân ve araçları olmayan sivil vatandaşlar kimsenin üzerinde baskı tesis edemez. Yasakçılığın ardında yatan arzu çoğulculuğu korumak değil tek biçimliliği empoze etmektir. Yasakçılar herkesin kendileri gibi inanmasını, yaşamasını, giyinmesini istemektedir. Asıl baskıcılık budur, çoğulculuğa asıl böyle zarar verilebilir.. AİHM’nin Leyla Şahin kararının Türkiye’deki yasakçılığı onayladığı iddiası da bir çarpıtmadır. Karar, sadece, topu Türkiye’ye atmaktadır. Yasağın Türk mevzuatına uygun olduğunu ve bu konudaki kararın Türk yargısına ait olduğunu söylemektedir. Bu kararın AB’yi bağlayacak bir içtihat oluşturduğunu söylemek için de, en azından, erkendir. Bu karardan sonra AB ülkelerinde üniversitelerde bir yasak doğmamıştır. Esasen, Fransa dahil, hiçbir AB ülkesinde üniversitelerde başörtüsü yasağı bulunmamaktadır. AB’deki bu serbestlik Türkiye’deki yasağın AB standartları açısından da yanlış olduğuna bir delil teşkil etmektedir. Kaldı ki, insan hakları felsefesinden haberdar biri için, bir insan hakkının kullanılmasının tezahürlerinin mahkeme kararlarıyla geçersizleştirilmesi düşünülemez. Fransız Jakobenizmi ve Türk Jakobenizmi Fransa’daki yasaktan Türkiye’deki yasağa dayanak çıkarmaya çalışanlar Türkiye’de yaşayanların aklını ve bilgisini hafife almaktadır. Fransa’da bizdeki kadar geniş bir yasak alanı yoktur. Türkiye’deki bütün ilköğretim, lise, yüksekokul ve üniversitelerde, güya özel dershane ve okulların hepsinde, sürücü kurslarında, belediye meslek kurslarında ve daha birçok. yerrde yasak vardır. Bu, jakoben Fransızlar için bile aklın alabileceği bir şey değildir. Fransa’da özel ilköğretim okullarında ve kiliseye ait ilk-orta öğrenim okullarında yasak yoktur. Üniversitelerde ise yasaktan hiç söz edilmemektedir. Başörtüsü mağdurlarını ve yakınlarını temsil kabiliyetine sahip bir siyasî hareketin lideri olan başbakan, Fransa gerçeğinden hareketle, bir uzlaşma arayışı adına, “başörtüsü hiç olmazsa özel okullarda serbest olsun, böyle bir ara çözüm bulalım” teklifini yaptı. Bu sözleri üzerine, yasakçı zihniyetin sözcüleri ve kalemşorları, zaten çürütülmüş iddialarına giydirilen öfke ve nefretle, başbakana saldırdı, hakarete varan sözler sarf ederek, bu teklife de hayır dedi. Bence de bu teklif yanlıştı, ama tamamen farklı sebeplerle... İsteyen kişi, grup ve yatırımcılar, başörtülü, sakallı, dindar, namaz kılan öğrencilerin kabul edilmeyeceği özel okullar kurup işletebilirler, ama devlet okullarında insanlara inançlarından, hayat tarzlarından veya kıyafetlerinden dolayı bir ayrımcılık uygulanamaz. Bu okullar devlete- hadi diyelim Cumhuriyet rejimine- aittir. Yâni bütün halkındır. Bu okulları kurma görev ve yetkisini memurlara-siyasîlere vatandaşlar vermekte ve bu okulların bütün giderleri de vatandaşların vergileriyle karşılanmaktadır. Nasıl olur da, başörtülü öğrencilerin ailelerinin ödediği vergilerle kurulan ve yaşatılan okullara onların çocukları kabul edilmez? O zaman bu rejimin bir meşruiyeti kalmaz. Böyle bir rejime cumhuriyet de demokrasi de denemez. O yüzden, “ayrımcılık” özel okullarda -belki- yapılabilir, ama devlet okullarında asla yapılamaz. Laiklik Başörtüsünün Serbest Oolmasını Gerektirir! Başörtüsü yasağı Türkiye’de tam bir akıl ve izan tutulması yaşandığını göstermektedir. Yasakçı zihniyet, siyaset felsefesinin ve hukukun bütün kavramlarını çarpıtılmakta, akıl, mantık ve sağduyuyu sükût ettirmektedir. İşin kötüsü, bu konuda rasyonel, dürüst, âdil ve sonuç getirici bir tartışmanın yapılamaması ve yasakçı tezlerin çürütülmesinin bu tezlerin bırakılmasını ve yasağın iptal edilmesini sağlayamamasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuk sisteminde başörtüsü yasağının hukukî bir temeli yoktur, bu yasak illegaldir, kaba güç sayesinde ayakta durmaktadır. Kamusal alan- özel alan ayrımlarıyla veya idarenin tarafsızlığı argümanlarıyla da bu yasağa hukuka dayanan bir zemin temin edilemez. Güya laikliği koruma adına uygulanan bu yasak esasında laikliğe de aykırıdır. Yasak laikliği bir siyasî- hukukî ilke olarak benimsemekle doğru yapan, ama koordinatlarını yanlış seçen Türkiye’nin laiklik iddialarının geçerliliğini azaltmaktadır. Laiklik, devletin, dinler karşısında maksimum tarafsızlığını, çeşitli dinlere mensup vatandaşlar arasında pozitif veya negatif ayrımcılık yapmamasını gerektirir. Bir laik devletten iki şey beklenir. İlki, herhangi bir dindarın veya dinî grubun, insan hakkı ihlâlleri yaparak diğer dindarlara veya dinî gruplara / yahut aynı dinin farklı yorumlarını benimseyenlere zarar vermesine engel olmaktır. İkincisi, devletin kendisinin bir dini teşvik etme veya engelleme gibi bir tavırdan ve buna yönelik icraatlardan uzak durmasıdır. Burada korunan devletin kendisi değil vatandaşlardır, vatandaş kitleleridir. Başörtüsü yasağında devlet başörtülüleri negatif, başı açıkları pozitif diskriminasyona tabi tutmaktadır. Bununla da kalmamakta, zaman zaman vatandaşları birbirlerine karşı kışkırtmaktadır. Bu laikliğe aykırıdır. Laikliğin geniş bir toplumda çoğulculuğu korumanın araçlarından biri olduğu tartışma götürmez bir gerçektir. Bir siyasî ve hukukî ilke olarak laikliğin demokrasiyi teşvik edebileceği de açıktır. Bir dinî diktatörlük altında yaşamak elbette kötü bir şeydir. İnsanlar kendilerine bir dinin görüş ve ritüellerinin zorla takip ettirilmesinden hoşlanmazlar ve bunda haklıdırlar. Ancak, dinî baskılardan duyulan endişe ve bunların önlenmesi talepleri, dinin ve dindarların bastırılmasını gerektirmez veya böyle bir bastırmayı meşru kılmaz. Başörtüsü kullanmak laiklik açısından bir problem yaratmaz, aksine, başörtüsü serbestliği laikliği kuvvetlendirir. Laiklik, meselâ, Türk Medenî Kanunu tamamen bir İslâmî yoruma dayandırılmak veya Kuran Anayasa yapılmak istenirse, başörtüsü kanun ve idare vasıtasıyla mecburî hâle getirilmek istenirse tehlikeye düşer. Elbette buna karşı uyanık olmak ve bu tür teşebbüslerle mücadele etmek gerekir; ama, dinî hayatın tezahürleri laiklik için bir problem olarak görülemez. Kısaca, laiklik, başörtüsünün yasaklanmasını değil, başörtüsü takıp takmamanın, kadın vatandaşlarımızın tercihlerine bırakılmasını gerektirir. Yasak Hemen Kaldırılmalıdır! Çağdaş medeniyetin en önemli öğesi insan haklarına saygı ve siyasî ve hukukî sistemlerin insan haklarının azamî ölçüde yaşanmasına imkân verecek şekilde tesis edilmesidir. Klâsik insan hakları hayat, hürriyet ve mülkiyet haklarıdır. Bunlar insanların doğuştan sahip olduğu ahlâkî temelli haklardır. Toplu hâlde yaşarken kullanılan haklar genellikle bu hakların bileşiminin tezahürü olarak dışarıya yansır. Bu çerçevede, başörtüsü takma hürriyet hakkının bir türevidir ve din ve vicdan özgürlüğünün ve kıyafet özgürlüğü adı verilen sivil özgürlüklerin bir yansımasıdır. Ancak, Türkiye’de başörtüsü yasağı abartılmış ve sadece bir hürriyet ihlâli teşkil etme noktasını çoktan aşarak, düpedüz, hayat hürriyet ve mülkiyet hakkına toplu bir saldırıya dönüşmüştür. Bu çok vahim bir durumdur. Bu yasakla, bir kısım vatandaş, haklara dayanan normal ve insanî bir hayat yaşayamaz duruma düşürülmüştür. Bunu daha fazla sürdürmenin anlamı yoktur. Yasak kalkmalıdır. Başörtüsünün -türbanın- millî olmadığı, Araplardan bize geçtiği, dinde yerinin bulunmadığı veya dinin esası olmadığı türünden iddialar gayrı ciddidir. Sadece sahiplerini bağlar. Ayrıca, doğru bile olsa yasağı meşrulaştıramaz. Neyin yerli neyin yabancı olduğu da sonu gelmeyecek bir tartışmadır. Türkiye’nin yasağa Avrupa’da destek araması da ahlâk ve akıl dışıdır. Akıl dışıdır, zira, böyle yapmakla, Türkiye Avrupa’nın çoğulculuğuna katkıda bulunma ve insan hakları konusunda Avrupalılara mütekabiliyet ilkesi çerçevesinde müdahalede bulunma imkânını elinden kaçırmaktadır. Başörtüsü yasağını -ve umulur ki Kürtçe yasağı başta olmak üzere başka yasakları- kaldırmış bir Türkiye, Avrupalılara, çoğulcu demokrasi ve Müslümanların hayat tarzına saygı konusunda ders verebilecek bir konumda olabilecektir. Yasağın kaldırılmasının zamana bırakılmasını söylemek, eğer mağdur değilseniz, kolaydır. Ancak, akıl ve ahlâk, kendimizi mağdurların yerine koyarak, durumu anlamaya çalışmayı gerektirir. Problemi zamana bırakalım diyenler, kendi hayatlarını karartan bir zulmün ortadan kaldırılmasını zamana bırakmak ister miydi? Yasağın kaldırılmasını mağlupgalip psikolojisiyle ilişkilendirmek de anlamsızdır. Burada birbiriyle eşit iki taraf yoktur. Bir tarafta hayat ve hürriyet hakkına saldırıyla muhatap olan zavallılar, öbür tarafta, haksız bir yasağı dayatan zorbalar vardır. Bir insan hakkı ihlâlinin olduğu yerde, yapılması gereken tek şey, hemen bu ihlâlin önlenmesi, ortadan kaldırılmasıdır. İnsan hakları ihlâllerini önlemenin hiç kimseye hiçbir maliyeti yoktur. Başörtüsü yasağı, hemen, şimdi, derhal kaldırılmalıdır. Ek: 5 Prof. Atilla Yayla’nın Zaman Gazetesi’nde yayınlanmış bazı makaleleri Başörtüsü yasağı: Elbirliğiyle intihar Başörtüsü tartışmaları gerçekte çoğumuzun zannettiğinden daha derin sosyal problemlerin satıhtaki yansıması olamaz mı? Başörtüsü probleminde ortaya çıkan gruplaşma ve kamplaşmalar toplum hayatının kaldıramayacağı kadar geniş sosyolojik çatlaklara işaret ediyor denemez mi? Korkarım bu sorulara evet cevabını vermek zorundayız. Benim cevabım kesinlikle evet. Yıllardır süren düşünme, okuma ve gözlemlerimden sonra geldiğim nokta, maalesef, bu... Hukukî temeli olmayan keyfî yasak Başörtüsü probleminin yalnızca kız öğrencilerin okula devam ederken başlarını örtmelerine izin verilmemesinden veya keyfî bir tanıma ve ayırıma tâbi tutulan kamusal alanlarda başörtüsü kullanılâmamasından ibaret olduğu algısı vahim bir yanılgıdır. Problem çok derin ve bir çırpıda çözülemeyecek kadar ağırdır. Ancak, bu çözümsüzlüğün maliyetinin/ faturasının yalnızca mağdur edilen kesime çıktığı sanılmamalıdır. Fatura bütün toplumundur ve yasağı koyan, yürüten ve hararetle savunan kesimler de faturadan paylarına düşen acı hisseyi, farkında olsalar da olmasalar da, isteseler de istemeseler de, alacaktır ve almaktadır. Bildik tartışmalara ve argümantasyonlara tekrar girmek niyetinde değilim. Bir liberal demokrat olarak bilgi birikimimin, aynı veya benzer çizgideki birçok arkadaş gibi, yasağın dayandığı bütün tezleri cevaplamaya ve darmadağın etmeye kafi olduğunun farkındayım. Adil ve dürüst bir ortamda bu konuyu herkesle tartışmaya ve fikirlerimin yanlış olduğu kanıtlanırsa muarızlarımın fikirlerini kabul etmeye hazırım. Ancak, bunun bir sonuç vermeyeceğini biliyorum. Biliyorum; çünkü daha önce bunu yaşadım. Korkum, artık rasyonel, anlamlı bir tartışma yapma zemininin de ayağımızın altından kayıyor olması. Başörtüsü problemi bir hukukî problem değildir. Bir siyasî problem de değildir. Pozitif hukukta hâlen başörtüsünü yasaklayan bir düzenleme bulunmamaktadır. Siyasetin de bu problemi çözme imkânı yoktur, zira siyaset bir müzakere, alma-verme ve uzlaştırma tekniğidir. Başörtüsü yasağı sadece bir dayatmadır. Ama sahici anlamda bir dayatmadır; son zamanlarda birilerinin anlamını çarpıttığı manada dayatma değil. Yasakçı kesimin ana dayanağı güçtür. Çünkü bu kesim, büyük ölçüde, güce tapmaktadır. Bu kesim, silahlandırılmış bürokratların arkasında olduğu kanaatine sahiptir. Başka da bir dayanağı yoktur. Ne hukuk ve ne de demokratik siyaset onlara destek vermektedir. Daha önce de söylemiştim, tekrarlayayım, silahlandırılmış bürokrasinin idarecileri, bir gün bir sürpriz yapıp, bu yasağı anlayamadıklarını ve yasağa karşı olduklarını söyleseler, yasakçı siviller yer çekiminden kurtulmuş gibi havada kalır. O zaman Türkiye adeta bir rüyadan uyanır ve insanlar birbirine neyi tartıştıklarını sorar. Ne yazık ki bu bir hayal ve yakın zamanda gerçekleşeceğe benzemiyor. Aksine, dönüşü olmayan bir çıkmaz sokağa girdik ve ilerliyoruz. Şöyle bir hafızanızı yoklayın: 28 Şubat kalkışmasının başlarında, yasak temellendirilirken, kimsenin özel hayatına karışılmadığı, yasağın kamusal alanı ve kamu görevini kapsadığı söyleniyordu. Oysa biliyoruz ki, pek çok insan, özel hayatlarından dolayı mağdur edildi, ediliyor. Aslında başbakan ve yakın arkadaşları da sürekli mağdur edilme halinde. Hep yasaklamaya tâbi tutulan ve mağdur edilen kesim itham ediliyor ve değişmeye çağırılıyor. Sanki öbür tarafın mensupları Tanrısal bir yanılmazlığa sahip. Halbuki, akıl, mantık, hakikat ve hakikate saygı herkesin kendi konumunu gözden geçirmesini gerektiriyor. Dindar muhafazakâr kesim dinlemeye ve kabullenmeye hayli açık, diğerleri ise duvar gibi. Ve yasakçı kesimin geldiği yer artık başörtüsüne karşıtlığı çok aştı, başörtüsüyle ilintili kesimin fizikî varlığına karşı olma noktasına ulaştı. Başörtülüler var olmasa ne iyi olurdu! Bunu ben uydurmuyorum, yasakçı kesimin tavırları sergiliyor. Şöyle bir hipotetik durumla ne demek istediğimi anlatayım. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı başörtüsüne karşı ve bunun gerekçesi, bildiğimiz kadarıyla, kamusal alan meselesi. Güzel. Peki, kamusal alanla ilgili henüz felsefî ve hukukî bir neticeye bağlanmamış bir tartışma, söz konusu kişilerin, meselâ başörtülü bir kesimden çıkmış bir başbakanla kamusal olmayan alanlarda bir araya gelmesine engel mi? Akıl ve mantık engel olmamasını gerektirir. O zaman, Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Genelkurmay Başkanı’nı bir gün Hüseyin Gazi Dağı’na pikniğe davet etse ve bu insanlar eşleriyle birlikte buluşsa; isteyen kola, isteyen rakı içse, olmaz mı? Elbette iyi olur. Ama, bu ve buna benzer şeyler yapılmıyor ve öyle görünüyor ki bundan sonra da yapılamayacak. Çünkü, özellikle Cumhurbaşkanı ve onun gibi düşünen birçok kişi, başörtülü kesimin sadece başörtüsüne karşı değilmiş, fizikî varlığına karşıymış havası veriyor. Oysa, dediğime benzer bir şey yapılsa, herkes Cumhurbaşkanı’nın samimî olarak kamusal alanda başörtüsüne karşı olduğunu, başörtülülerle ontolojik bir probleminin olmadığını görür ve bütün toplum rahatlardı. Başörtüsü probleminin çözümü ne Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında, ne de başka bir yasakçı çizgidedir. Bu problemin tek çözümü vardır: Yasaktan caymak ve kimseye keyfî yasak getiremeyecek bir siyasî, hukukî, idarî yapılanmada mutabık kalmak. Başka hiçbir çözüm yoktur. Ve çözümsüzlük sadece başörtülü kesime değil, yasakçılara ve tüm topluma, bütün ülkeye çok pahalıya mal olacaktır. Kimse kendini aldatmasın. Yasaklananlar kadar yasakçılar da bu saçmalığın bedelini ödemektedir ve ödeyecektir. Bu bedel, bazen paranoyaya ulaşan psikolojik takıntılardan ve ruh bozukluklarından heba edilen insan gücünün yaratacağı refah eksikliğine, güvensizlik ve sevgisizlikten, akıl ve muhakeme yeteneklerinde gerilemeye kadar birçok kalemi kapsayacaktır. Başörtüsü ve (Kürtçe) yasağını bu ülkenin intiharı olmaktan çıkartmak için herkes üzerine düşeni yapmalıdır. 15.07.2004 Liberaller ve jakobenizm Bir liberalin fikir hayatında en çok hassasiyet göstermesi gereken husus, ilkeli ve tutarlı olmaktır. Bunun anlamı, doğru olduğuna inanılan ilkeleri, akıl yürütme usûllerine uygun olarak, en son mantıkî noktalarına kadar götürmek ve ortaya çıkan sonuçları, kimin lehine veya aleyhine olduğuna veya kimin lehinde veya aleyhinde algılandığına bakmaksızın savunmaktır. Konjonktürel şartlar, ilkelerin izlenmesinin yaratacağı sonuçların kimler tarafından nasıl karşılanacağı, ülke içindeki veya dünya üzerindeki güç dengeleri vb. şeyler bu ilkeli bakışı değiştirmek için bir sebep teşkil etmemelidir. Bu tavrı benimseyen ve istikrarla sürdüren liberallerin bulunduğunu biliyorum ve onlarla aynı ülkede yaşamaktan büyük memnuniyet duyuyorum. Ve, biliyorum ki, bahsi geçen liberaller, ilkeliliği, her şeyden önce, kendi kendilerine ve insan kardeşlerine karşı ahlâkî bir görev telâkki ediyorlar. Liberalizm Türkiye’de hızla gelişen ve olgunlaşan bir fikir akımıdır ve bu akımın merkezinde Liberal Düşünce Topluluğu (LDT) bulunmaktadır. Elbette, bütün liberaller LDT’de yer alıyor değil, küçük küçük başka kümelenmeler mevcut olduğu gibi tek başlarına hareket eden ve çalışan liberaller de, çok şükür, ülkenin hemen hemen her yerinde bulunmaktadır. Buna rağmen, LDT, Türkiye’deki fikrî liberalleşmenin motoru olmayı başarmıştır. Kurumsal bir pozisyonu ve kolektif bir kimliği temsil iddiasında olmamakla beraber, LDT de, ilkeli olmada ve faaliyet alanını ısrarla ve isabetle muhafaza etmede başarılı olmuştur. Liberallerin nispeten küçük bir grup teşkil ettiği bir gerçektir. Ancak, liberallerin gücünü sadece liberallerin sayısıyla veya liberal olma iddiasındaki hareketlerin aldığı oy miktarıyla ölçmek büyük bir hatadır. Bir kere, Türkiye’nin siyaset pratiği göstermektedir ki, hiçbir partinin arkasında uzun süre kalıcı bir büyük oy desteği yoktur. Bir iki dönem yüksek oy yüzdelerine ulaşan partiler, bunun hemen ardından, süratle eriyebilmektedir. İkinci olarak, iktidara gelmeye yeterli oy yüzdesine ulaşmak, ülkeyi yönetmeye ve başarılı olmaya yetmemektedir. İktidar icraat makamıdır ve icraat, eninde sonunda, bir fikre istinat eden bir programa dayanmak zorundadır. Üçüncüsü, böyle alındığında, ülkeleri uzun vadede kelimenin gerçek anlamında yöneten ve yönlendirenler, sandıktan çıkanlardan ziyade veya onlarla beraber, fikirler ve kanaat ortamlarıdır. İşte bu noktada liberal fikirlerin Türkiye’de her zaman mevcut bulunduğu ve etkili olduğu görülmektedir. Özellikle, 1946’da başlayan süreçte, sol ve sağ kolektivist fikirlerle açık veya örtülü, doğrudan veya dolaylı, ama kesintisiz bir mücadele yürüten liberal fikirler, Türkiye’de bugün övündüğümüz birçok şeyin mimarisine harç koymayı başarmıştır. Liberal fikirler Türkiye’de İslâmcı ve muhafazakâr çevreler yanında sol, sosyal demokrat çevreleri de değişik zamanlarda ve değişik dozlarda etkileyegelmiştir. Bunun izlerini çok partili hayatın bütün dönemlerinde kolayca bulabiliriz. Kimin ne kadar etkileneceği birçok şarta ve bu arada konjonktüre bağlı olarak değişmektedir. 28 Şubat sürecinde bu etkilenmeden en geniş payı dindar muhafazakârlar ve İslamcı çevreler almıştır. Bu, liberaller için de, etkilenenler için de, ülke için de hayırlı olmuştur. Liberallerin fikir alanındaki gücünden ve ülkenin konjonktürel şartlarından kaynaklanan bu etkiyi dayatma olarak adlandırmak tam bir talihsizliktir. Ne yazık ki, 28 Şubat’ ta egemen elitlerce tepe tepe kullanılmış olan bu çarpıtılmış dayatma kavramına son zamanlarda İslâmcı-muhafazakâr camianın bazı kalemleri de sarılmaya başlamıştır. Dayatma bir güç ilişkisine dayanır. Güçlü olanın, bu gücü, ondan mahrum olana, hakkı olmayan ve haklı da olmayan bir şeyi yapmaya veya yaptırtmaya çalışmasıdır. Liberaller kamusal zor kullanma araçlarına sahip olmadıklarına göre, zaten isteseler de bir dayatmada bulunamazlar. Keza, liberallerin jakoben olduğundan dem vurmak da tipik bir çarpıtmadır. Jakoben olabilmek için toplum mühendisliğini benimsemek, toplum mühendisliğini benimsemek için de bir ideal birey ve toplum tasavvuruna dayanan tepeden inmeci bir projeye sahip olmak gerekir. Ben bazı sosyalistlerde, kimi İslâmcılarda ve Kemalistlerin neredeyse tamamında bunun pek çok işaretini gördüm, görüyorum, ama bu tür işaretlere bir liberalde rastlamadım. Farklılıklara rağmen ve farklılıkları muhafaza ederek barış içinde yaşama yöntemi olan liberalizmin nasıl olup da bir jakobenlik yaratacağını anlamak gerçekten çok zor. Ulaşma arzusuyla kıvrandığımız ve hak ve hürriyetlerimizi garantiye alacağını, hayat tarzımızın bastırılmasını önleyeceğini umduğumuz sistemin adı liberal demokrasidir... Bu sistemin temel değerlerinin ve mekanizmalarının çoğu liberal fikriyata dayanmaktadır. Demokrasiye evet diyenler, ister istemez, demokratik sistemin liberalizmden mülhem unsurlarına da evet demiş olmaktadır. Yani, demokratik sistem içinde liberalizmden bütünüyle vazgeçme veya liberal fikirlerin etkisini sıfırlama imkânı yoktur. Muhafazakârlar ve İslâmcılar yanında sol, milliyetçi, ulusalcı ve Kemalist çevreler de liberalizmden etkilendikçe, Türkiye daha iyiye doğru gidecektir. 10.10.2004 CHP kendini kurtarabilir mi? CHP’nin temel meselesi felsefîdir, ideolojiktir. CHP’nin, 1930 model, anti-özgürlükçü öncüller üzerine inşa edilmiş bir ideoloji ve sahici olmayan bir özgürlükçü söylemle yol alması mümkün değil. CHP’nin Türkiye tarihinin en önemli partilerinden biri olduğu açık. Ancak, bunun sebebi, CHP’nin resmî propagandasının iddia ettiği gibi, Parti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olması, Atatürk’ün partisi olması, Türkiye’yle yaşıt olması vs. değil. Türkiye’yi CHP’nin kurduğu iddiası gerçeğe aykırıdır. Atatürk’ün partisi olmuş olması da CHP’ye ne demokratik meşruiyet ne de halk desteği sağlamaya yetmektedir. Her parti gibi CHP’nin de meşruiyetini halk desteğinde ve demokratik sistemin genel ilke ve prosedürlerinde araması gerekir. Bütün bu handikaplarına rağmen neden CHP’nin ülkenin mühim siyasî varlıklarından biri olduğunu düşündüğüm sorulursa, buna verilebilecek başlıca cevap, CHP’nin Türkiye’nin demokrasiye geçişinde oynadığı rol olabilir. Savunulması zor bir geçmiş Esasen, CHP’nin, yaşını, 1923’e kadar çekmek yerine, 1945 veya 1950’den başlatması çok daha anlamlı olurdu. Zira, daha öncesi, büyük ölçüde, gururla anılamayacak bir geçmişe tekabül etmektedir. O kadar ki, aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, CHP, bu sevimsiz geçmişin izlerinden ve renklerinden kurtulamamıştır. Bu kafayla gittiği sürece de kurtulması zor görünmektedir. Bu yüzden, insanların çoğunun aklına, CHP deyince, baskı, dayatma ve tahakküm gelmektedir. 1945-1950 öncesi CHP’sinin diğer adı tek parti diktatörlüğüdür. CHP, bütün medenîsivil hak ve özgürlüklerin değişik derecelerde gasp edildiği bu dönemin bazen mimarı bazen aracı olma fonksiyonunu üstlenmiştir. 1945’ten itibaren, iç ve dış faktörlerin etkisiyle, bu çizgiden kaçmak mecburiyetini-ihtiyacını hissetmiş ve bu sayede demokrasiye geçişte yararlı bir rol üstlenmiştir. İşte bu rol, CHP’ye şeref ve itibar kazandırmıştır. Bundan dolayı, 19451950 CHP’sinin ve şüphesiz başta Menderes ve DP olmak üzere Türkiye’nin -kusurludemokrasisinin diğer mimarlarının rahmetle ve saygıyla anılması gerekir. CHP, DP’nin baskıcılığa yöneldiği 1954 sonrasında da demokrasisinin ve diğer hak ve özgürlüklerin korunmasında zaman zaman sağlam bir duruş sergilemiştir. Bunun da CHP’nin sevap hanesine yazılması gereklidir. Ne var ki, CHP, özellikle 1950’lerin sonundan itibaren, tek parti diktatörlüğü döneminin bazı ana çizgilerini tekrar benimsemiştir. Başka bir deyişle, demokratik standartları ve hak ve özgürlükleri bir türlü içselleştirememiştir. Buna halkın cevabı CHP’yi değişmez bir şekilde siyasî iktidardan uzak kalmaya mahkûm etmek olmuştur. Nitekim, bu parti, 1950’den bu yana, hiçbir genel seçimi tek başına kazanamamış, asla tek başına iktidara gelememiştir. Ayrıca, iç çalkantılardan da bir türlü kurtulamamıştır. Sanki bir parti değil, bir azınlığın olağan ve olağanüstü kurultaylar kulübü gibi yoluna devam etmektedir. Halka değil, “zinde” güçlere yakın durmaya ve fırsat bulduğunda bu anti-demokratik güçlerin taşeronu gibi çalışmaya özen göstermektedir.Bu ayın sonunda yapılacak kurultay münasebetiyle medyada CHP hakkında yapılan yorumların ekserisi, medyanın çoğunluğunun da CHP zihniyetinin kontrolünde olması sebebiyle, havanda su dövmekten öteye geçmemektedir. Yorumcular daha ziyade liderlik meselesine, Parti’nin solu keşfetmesinin gerektiğine, parti yapılanmasının demokratikleştirilmesine, partinin halka kendini daha iyi anlatmasına vb. hususlara temas etmektedir. CHP nasıl bir Türkiye istiyor? Bunların hepsi önemlidir ve partinin başarısızlığını kısmen açıklamakta yararlı olabilir. Ancak, CHP’nin temel meselesi felsefîdir, ideolojiktir. Diğer problemlerin çoğu bu temel meselenin yansımalarıdır. CHP, 1930 model, yanlış ve anti-özgürlükçü öncüller üzerine inşa edildiği için köhnemiş ve çökmüş Kemalizmle ve sahici olmayan bir özgürlükçü söylemle artık gelişen bir demokraside yol alınamayacağı gerçeğine inatla direnmektedir. Kemalizmi resmî dogma olarak muhafaza etme ve topluma dayatma arzusundan, demokrasiyi kendisinin savunduğu hayat tarzıyla özdeşleştirmekten, özgürlüğü beğenmediği kimselerin hayat tarzının kamu zoruyla bastırılması olarak yorumlamaktan vazgeçmediği sürece, ne yaparsa yapsın, CHP’nin değişmesi ve demokratik yol ve yöntemlerle siyasî iktidarı kazanması çok zordur. CHP Türkiye’nin temel meselelerinde nerede durmaktadır? Zenginlik ve adalet yaratan piyasa ekonomisini mi, fakirlik ve ayrımcılık yaratan devlet güdümlü ekonomiyi mi savunmaktadır? Özgürlüklerle Türkiye’nin resmî Kemalist dogmaları çeliştiğinde CHP hangi tarafı tercih edecektir? Dinî hak ve özgürlüklerin CHP için bir önemi var mıdır? CHP’ye göre cari rejim kusursuz, olduğu gibi muhafaza edilmesi gereken bir rejim midir, yoksa ıslaha ve tadil edilmeye ihtiyacı var mıdır? Varsa, neler, nasıl, hangi istikamette değiştirilmelidir? Türkiye siyasette ve kamu yönetiminde aşırı merkeziyetçiliğini koyulaştırmalı mıdır, yoksa ademi merkezileşmeye mi gitmelidir? CHP Türkiye’nin globalleşen dünyada nasıl bir yerinin olması gerektiğini düşünmektedir; Türkiye, yenilenen uluslararası siyasî-ekonomik sistemde onurlu ve mütekabiliyete dayanan bir yeri mi yoksa üçüncü dünyacı, içe kapanmacı, paranoyak bir bağımsızlıkçılığı mı tercih etmelidir? Uzun bir geçmişi ve hatırı sayılır bir birikimi olan CHP’nin kendini yenilemeyi ve demokratik ölçütleri içselleştirmesi elbette arzuya şayandır. Bu Türkiye’nin bir kazancı olacaktır. Ancak, bunun olmasına CHP’nin kendisinin Türkiye’den daha çok ihtiyacı vardır. Türkiye’nin iyi bir demokrasi olması ve demokrasiyi yaşatması için ne Kemalist ne de sosyal demokrat bir parti (meselâ CHP) olmazsa olmaz bir şarttır. Burada bir uyum problemi varsa, bu, bazı CHP’lilerin zannettiği gibi, Türkiye’nin ve halkın CHP zihniyetine ve CHP ideolojisine uyumu değil, CHP’nin ve CHP’lilerin Türkiye’ye, topluma ve demokratik ilke ve standartlara uyumu problemidir. Bu gerçeği kavramadıkça, CHP kendini kurtaramaz. 21.01.2005 Talat Turhan’ın CHP hakkındaki görüşleri için bakınız: Çeteleşme, Akyüz Yayıncılık, 1999 Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, 2. kitap, Sorun Yayınları, Birinci Baskı: Ocak 2005 Türkiye 12 Eylül’e Nasıl Geldi?, İleri Dergisi, sayı 23, Ekim-Kasım-Aralık 2004 Ek: 6 Neoliberalizmin Kısa Tarihçesi-Susan George: Seçkinci Ekonominin Yirmi Yılı ve Yapısal Değişim Şanslar Konferans düzenleyicileri “Seçkinci Ekonominin Yirmi Yılı” olarak adlandırdıkları neoliberalizmin kısa bir tarihçesini anlatmamı istediler. Ancak, tarihçenin anlamlı olması için, ben elli yıl kadar geriye giderek II. Dünya Savaşının hemen ertesinden başlamayı gerekli görüyorum. 1945’de ya da 1950’de, günümüzün standart neoliberal portföyünde yer alan herhangi bir düşünce ya da politikayı ciddi ciddi öne sürecek olsaydınız, herkesin sizinle alay etmesi veya bir akıl hastanesine kapatılmanız işten bile olmazdı. O zamanlar en azından Batı ülkelerinde Keynesçi, sosyal demokrat, Hıristiyan demokrat olmayan veya Marksizmden nasibini az da olsa almamış kimse yoktu. Pazarın önemli sosyal ve siyasi değişimleri yapma serbestisine kavuşturulması, devletin ekonomideki rolünü gönüllü olarak azaltması, şirketlere tam bağımsızlık verilmesi, sendikaların dizginlenmesi ve sosyal güvenlik haklarının iyice budanması gerektiği gibi fikirler o zamanların ruhuna tamamen aykırıydı. Bu gibi fikirleri savunanlar çıkacak olsa bile, bunlar kendilerini dinleyecek kimse bulmakta epey zorlanırlardı. Bugün özellikle genç dinleyiciler için ne kadar inanılmaz görünse de, IMF ve Dünya Bankası o zamanlar ilerici kuruluşlar olarak kabul edilirlerdi. Keynes ve Franklin Roosevelt’in en güvendiği danışmanlarından Harry Dexter White’ın fikir babalığını yaptığı bu ikili bazen Keynes ikizleri olarak anılırlardı. 1944’de Bretton Woods’da kurulduklarında, bu kurumların görevi yeniden yapılanma ve kalkınma amaçlı borç vermek ve geçici ödemeler dengesi problemlerini hafifletmekti. Ulusal hükümetlerin ekonomik kararlarında söz sahibi olmadıkları gibi, görevleri ulusal politikalara müdahale gibi bir yetkiyi de içermiyordu. Savaş, Batıda 1930’larda uygulamaya konulan Refah Devleti ve New Deal’in yaygınlaşmasına engel olmuştu. Savaş sonrasında iş dünyasının gündeminin ilk dayatması bunların yeniden yürürlüğe sokulması oldu. Gündemin diğer önemli maddesi ise, dünya ticaretini harekete geçirmekti. Bu da, Avrupa’yı yeniden dünyanın en güçlü ekonomisinin, Amerika’nın en büyük ticaret ortağı haline getirecek Marshall Planı aracılığı ile başarılacaktı. Sömürgelerde bağımsızlık rüzgârları da bu gelişmelerle eş zamanlı olarak şiddetlenmişti. Bağımsızlık bazen, Hindistan’da olduğu gibi bir bağış gibi veriliyor, bazense Kenya, Vietnam ve diğer ulusların örneğinde olduğu gibi silahlı mücadele yoluyla kazanılıyordu. O dönemde genel olarak dünyanın gündemini ilerlemecilik belirliyordu. Büyük bilim adamı Karl Polanyi 1944’de, 19. yüzyılın pazara dayalı sanayi toplumunun eleştirisini yaptığı baş eseri Büyük Dönüşüm’ü yayımladı. 50 yıldan da uzun bir zaman önce Polanyi adeta kehanette bulunurcasına şu isabetli teşhisi yapıyordu: “Pazar ekonomisinin insanoğlunun ve doğal çevresinin tek hakimi olmasına izin vermek, toplumun çöküşü ile sonuçlanmaya mahkumdur.” (s.73) Ancak Polanyi, böyle bir yıkımın savaş sonrası dünyasında gerçekleşmeyeceğini söyleyerek yüreklere su serpiyordu (s.251): “Ulusal ölçekte şahit olduğumuz gelişme, ekonomik sistemin toplumun kurallarını belirlemeyi bırakmış olduğu ve toplumun sisteme galebe çalmasının artık garantiye alınmış olduğudur.” Ne var ki, aradan geçen yıllar Polanyi’nin iyimserliğini boşa çıkardı; neoliberalizmin temel hareket noktası, pazar mekanizmasının insanların kaderini belirlemesi gerektiği oldu. Ekonomi, topluma kurallarını dikte etmeliydi, bunun tersi düşünülemezdi. Tam da Polanyi’nin öngördüğü gibi, bu doktrin bizi doğrudan doğruya “toplumun yıkımına” götürmektedir. Ne oldu da, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden yarım yüzyıl sonra bu noktaya ulaştık? Soruyu, konferansı düzenleyenlerin sorduğu gibi soracak olursak, “Bu konferansı neden şimdi düzenleme gereği duyuyoruz?” Kısaca yanıtlayacak olursak, “Bu konferansın zamanı, özellikle Asya’da gözlenen son mali krizler nedeniyle bugüne denk gelmiştir.” Soruda içkin esas soru işareti ise, “Nasıl oldu da, neoliberalizm, sığındığı azınlık kenar mahallesinden çıkıp, dünyanın egemen doktrini haline geldi?” IMF ve Dünya Bankası nasıl oluyor da, ülkelerin iç işlerine karışıp, onları olumsuz koşullar altında dünya ekonomisi içinde eritmeye zorlayabiliyor? Refah Devleti, neden kurulabildiği tüm ülkelerde tehdit altında? Çevre neden tehlike çanları çalıyor ve neden hem zengin hem de yoksul ülkelerde yoksulların sayısındaki inanılmaz artış, şimdiye kadar görülmemiş bir refahla atbaşı gidiyor? Bunların tümü de, tarihsel bir bakış açısıyla yanıtlanması gereken sorular. Daha önce Amerikan dergisi “Dissent”te ayrıntısıyla tartıştığım üzere, neoliberalizmin bu zaferine ve buna bağlantılı gelişen ekonomik, siyasi, sosyal ve ekolojik felaketlere getirilebilecek bir açıklama, neoliberallerin gerici “Büyük Dönüşüm”lerinin bedelini kendilerinin ödemiş olmasıdır. Fikirlerin somut sonuçları olduğu, ilericilerin anlamayıp da, onların çok iyi anladığı bir gerçektir. Onun içindir ki, Chicago Üniversitesi’nde ekonomistfelsefeci Friedrich von Hayek’in ve Milton Friedman gibi öğrencilerinin nüvesini oluşturdukları küçük bir gruptan yola çıkan neoliberaller ve onları parasal olarak destekleyenler muazzam bir vakıflar, enstitüler, araştırma merkezleri, yayınlar, öğretim üyeleri, yazarlar ve halkla ilişkiler ağı kurarak düşüncelerini ve doktrinlerini geliştirip, allayıp pullayıp satmaya büyük önem verdiler. Bu son derece etkin ideolojik kadroyu oluşturmalarının nedeni, İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’nin kültürel egemenlik kavramını geliştirirken neyi amaçladığını çok iyi anlamış olmalarıydı. Eğer insanların beyinlerini zaptedebilirseniz, yürekleri ve elleri nasıl olsa arkadan gelecektir. Tüm ayrıntıları anlatmaya vaktim yok, ancak şu kadarını söyleyebilirim ki, ideolojik çalışmalarının ve pazarlama etkinliklerinin gerçekten mükemmel olduğuna inanabilirsiniz. Milyarlarca dolar harcamışlardı ancak sonuç, harcanan her bir kuruşa değecek nitelikteydi; çünkü sonunda, neoliberalizmin insanlığın normal ve doğal var oluş biçimi gibi görünmesini sağlayabilmişlerdi. Ne kadar felakete yol açarsa açsın, kaç mali krize neden olursa olsun, ne kadar tutunamayan ve kaybeden insanla sonuçlanırsa sonuçlansın, Tanrı’nın emri gibi bir tür önlenemezlik kisvesine büründürülen neoliberal sistem bizim için geçerli yegâne ekonomik ve sosyal düzen olarak sunulabilmiştir. Yaşamak zorunda bırakıldığımız bu neoliberal deneyimin hedef gözetilerek insan eliyle yaratılmış olduğunu anlamanın önemini altını çizerek vurgulamak istiyorum. Bunu bir kez kavrayınca, neoliberalizmin yerçekimi gibi doğal bir kuvvet olmayıp da insan mahsulü yapıntı bir oluşum olduğunu algılayınca, insanların yaptıklarının başka insanlar tarafından yıkılabileceğini de anlamak olanaklı hale gelir. Ancak bu, fikirlerin önemini kavramaksızın gerçekleştirilemez. Tabandan gelen projelere tamamen açık olmakla birlikte, bu projelerin genel ideolojik iklim amaçlarına uygun değilse ölü doğacakları konusunda uyarıda bulunmayı da gerekli görüyorum. Neoliberalizm böylece küçük, görünürde hiçbir etkinliği olmayan bir gruptan dogmatik bir doktrine, ruhban sınıfına, yasa koyucu kurumlarına, hatta belki hepsinden de önemlisi, günahkâr kulları cezalandıracak cehennemi bile olan bir dünya dinine dönüşmüştür. O cehennem ki, şirketlerin daha yüksek oranlarda vergilendirilmesini ve orta halli ya da düşük gelir grubunda yer alan ailelerin vergi yükünün hafifletilmesini önerdiğinden, Financial Times tarafından “eski kafalı Keynesçi” ilan edilen eski Alman Maliye Bakanı Oskar Lafontaine’i alevleri ile yalayıp yutuvermiştir. İdeolojik durum tespitinde bulunup, içeriği de belirlediğimiz şu noktadan sonra hızla ilerleyip yirmi yıllık çerçevemizin başlangıcına geri dönmek istiyorum. Bu da, Margaret Thatcher’in iktidara gelip, İngiltere’de neoliberal devrimi başlattığı 1979 yılına denk geliyor. Friedrich von Hayek’in öğrencisi olmanın yanı sıra sosyal Darwinist olan Demir Leydi, tavizsiz tutumuyla bilinen bir isimdi. Programını savunurken kullandığı TINA kısaltmasıyla meşhur olmuştu: Başka Seçenek Yok (1). Rekabet, Thatcher’ın öğretisinin ve aynı zamanda neoliberalizmin merkezindeki değerdi; uluslar, bölgeler, firmalar ve elbette kişiler arasındaki rekabet. Rekabet, ak koyun ile kara koyunu birbirinden ayırt eden mihenk taşı görevini gördüğünden odak noktasıydı. İster fiziki isterse doğal, insani ya da mali, olsun her türlü kaynağın en etkin kullanımını sağlayacağı varsayılan sihirli güçtü rekabet. Büyük Çin düşünürü Lao Tzu, Tao-te Ching adlı başeserini şu sözlerle noktalıyordu: “Her şeyden önemlisi, asla rekabet etmeyin.” Neoliberal dünyada bu öğüdü tutanlar sadece en büyük ekonomik aktörlerdir: Uluslarüstü Şirketler. Rekabet kuralı bunlara pek işlemez; tercihleri, işbirliği Anamalcılığı olarak adlandırabileceğimiz bir yaklaşımdır. Koşullara bağlı olarak, “doğrudan dış yatırım” çerçevesindeki tüm paranın üçte iki ilâ dörtte üçünün istihdam yaratıcı yatırımlara değil, istihdamda mutlak daralmaya yol açan ortaklık ve şirket evliliklerine akması da rastlantı değildir. Neoliberal görüş açısından rekabet daima bir erdem olduğundan, sonuçlarının kötü olması da düşünülemez.. Neoliberallere göre pazar mekanizması öylesine mükemmeldir ki, Görünmez Eliyle tıpkı Tanrı gibi en kötü durumları mucizevi biçimde güzele ve iyiye dönüştürmeye muktedirdir. Thatcher bir konuşmasında, “Eşitsizliklerle övünmek, yeteneklerin ve becerilerin eşitsiz dağını görerek verilen firelerin hepimizin çıkarına olduğunu vurgulamak başlıca görevimizdir”, diyordu. Söylemek istediği, rekabetçi mücadelede saf dışı kalanlar için üzülmemek gerektiğiydi aslında. İnsanlar doğaları gereği farklıdırlar, ancak bu kötü bir şey değildir; çünkü yeteneklilerin, en iyi öğrenim görmüşlerin, en acımasızların başarıları aslında hepimizin çıkarınadır. Zayıflara, iyi öğrenim görememişlere hiçbir borcumuz yoktur, çünkü başlarına ne geldiyse hepsi kendi kabahatleridir, toplumun onların düşkünlüklerinde hiçbir rolü yoktur. Margaret’in dediği gibi rekabetçi düzen “fire veriyorsa”, toplum bundan kazançlı çıkacaktır. Ne yazık ki, aradan geçen yirmi yılın bize öğrettiği, gerçek durumun bunun tam tersi olduğu olmuştur. Thatcher öncesi İngiltere’sinde on kişiden biri yoksulluk sınırının altındaydı; parlak olmamakla beraber, bu oranı insan onuruyla çelişkili bulmak zordu, hatta savaş öncesi dönemle karşılaştırıldığında olumlu bile denebilirdi duruma. Şimdi ise, resmi rakamlara göre dört yetişkinden ve üç çocuktan biri yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Bunun anlamı bu kişilerin kışın evlerini ısıtmaktan aciz oldukları, elektriği ve suyu gıdım gıdım harcadıkları, kışın sırtlarını ısıtacak, onları yağmura, kara karşı koruyacak bir paltoları bile olmadığı anlamına gelmektedir. Bu örnekleri İngiltere Çocuk Yoksulluğu Eylem Grubunun 1996 yılı araştırma raporundan aldım. Thatcher-Major’un “vergi reformları”nın sonucunu tek bir örnekle açıklayacağım: 1980’lerde vergi yükümlülerinin yüzde biri tüm vergi indirimi kârlarının yüzde yirmi dokuzunu alıyordu; öyle ki, ortalama ücretin yarısını kazanan bir kişinin vergisi yüzde yedi oranında artarken, ortalama ücretin on katını kazanan bir kişinin vergi indirimi kârlarından yararlanma oranı yüzde yirmi bire kadar çıkabiliyordu. Neoliberalizmin temel değeri olan rekabetin bir diğer dayatması da, kâr yarışına katılımın ya da pazar paylaşımının temel yasalarına uyum sağlayamadığı için kamu sektörünün kesin biçimde küçültülmesidir. Özelleştirme, geçmiş yirmi yılın başlıca ekonomik eğilimi olagelmiştir. Bu eğilimin temeli İngiltere’de atılmış ve dünyaya da buradan yayılmıştır. Öncelikle şunu sormak istiyorum: özellikle Avrupa’daki kapitalist ülkeler neden tasfiyeye başlama noktası olarak seçtikleri kamu hizmetlerine sahiptiler ve neden birçoğunda hâlâ kamu hizmetleri vardır? Gerçekte, kamu hizmetlerinin neredeyse tümü iktisatçıların “doğal tekel” olarak adlandırdıkları hizmetleri kapsar. Doğal tekel, azami ekonomik etkinliği sağlayacak asgari miktar, pazarın gerçek boyutuna eşit olduğunda ortaya çıkar. Başka bir deyişle, bir şirket ölçek ekonomilerinin gereklerini yerine getirebilmek için belli bir büyüklükte olmalıdır ki, tüketiciye en düşük maliyetle mümkün olan en iyi hizmeti sunabilsin. Yol yapımı, enerji hatları gibi kamu hizmetleri için ise son derece büyük başlangıç giderlerine gerek vardır. Bu da devlet tekellerinin bu gibi alanlarda en iyi çözüm olmasının başlıca nedenidir zaten. Ancak, neoliberaller kamuya ilişkin her şeyi gözü kapalı “verimsiz” ilan etme alışkanlığındadırlar. Bir doğal tekel özelleştirildiğinde neler olacağına değinmek istiyorum şimdi de. Doğal tekellerin yeni kapitalist sahipleri kamuya tekel fiyatlarını dayatırken, bu işten fazlasıyla kâr elde etme eğilimindedirler. Klasik iktisatçılar, fiyatlar olması gerektiğinden yüksek olduğu ve tüketiciye verilen hizmet de çok iyi olmak zorunda olmadığından, bu sonucu “pazarın yapısal çöküşü” olarak nitelemişlerdir. Bu türden yapısal çöküşleri önlemek için 1980’lerin ortalarına kadar Avrupa’nın kapitalist ülkelerinin hemen hemen tümünde izlenen yol, posta, telekomünikasyon, elektrik, gaz, demiryolu, metro, hava taşımacılığı ve su, çöp toplama gibi diğer bazı hizmetlerin devlet tekellerine teslim edilmesi olmuştur. ABD’nin buna istisna oluşturmasındaki başlıca neden ise ülkenin doğal tekellerin işlerliği olabilmesi için coğrafi olarak fazlasıyla büyük olmasıdır. Margaret Thatcher’ın her derde deva gördüğü özelleştirmenin bir yan çıktısı da, sendikaların gücünü kırmasına yaramasıydı. En örgütlü alan oldukları kamu kesimini çökerterek, sendikaların belini bükmüştü. 1979 ile 1994 arasında İngiltere’de kamu kesiminde yitirilen iş sayısal olarak iki milyonu, oransal olarak da yüzde yirmiyi buluyordu. Üstelik, işlerini kaybedenlerin hepsi de sendikalıydı. Özel sektördeki istihdam, söz konusu on beş yıl için atıl durumda olduğundan, İngiltere’deki toplam iş kaybı 1.7 milyona ulaşmıştı ki, bu da 1979’la karşılaştırıldığında istihdamda yüzde yedilik bir daralma demekti. Neoliberaller için işçi sayısı ne kadar düşük olursa o kadar iyi demektir; çünkü, işçiler onların gözünde pay sahiplerinin lokmasında gözü olan kesimdir. Özelleştirmenin diğer sonuçlarına gelince, bunların hiçbiri beklenmeyen sonuçlar değildir ve hepsi de öngörülmüştür. Yeni özelleştirilen yatırımların çoğunlukla eskileriyle aynı kişiler olan yeni yöneticileri, satışlarını iki-üç katına çıkardılar. Hükümet, borçları kapatabilmek için vergi gelirlerini kullandı ve firmaları pazara çıkarmadan onları yeniden kapitalistleştirme yoluna gitti. Sözgelimi, Sular İdaresinin borçlarının 5 milyar poundu silinmekle kalmadı, gelini allayıp pullamak için çeyize(!) 1.6 milyar poundluk “başlık parası” da ilave edildi. Bu arada da, küçük tasarruf sahiplerinin bu şirketlerde nasıl pay sahibi olabileceklerine ilişkin propaganda sonucu dokuz milyon İngiliz yurttaşı hisseleri kapıştı; ancak, bunların yarısından fazlası bin poundun altında yatırım yaptıkları gibi, hissedarların birçoğu da hisselerini çabucak elden çıkardılar. Sonuçlardan da kolayca anlaşılabileceği gibi, özelleştirmenin temel hareket noktası ne ekonomik verimlilik sağlamak ne de tüketiciye daha iyi hizmet vermekti; tek amaç, kaynakları sosyal eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için kullanabilecek olan kamunun cüzdanını açıp, serveti kamudan özel sektöre aktarmaktı. İngiltere’de olsun, diğer ülkelerde olsun özelleştirilen kuruluşların hisselerinin önemli bir çoğu bugün finansal kuruluşlarda ya da çok büyük yatırımcılarda toplanmıştır. British Telekom’un hisselerinin sadece yüzde biri, British Aerospace’in hisselerinin ise yüzde 1.3’ü çalışanları tarafından alındı. Bayan Thatcher’in açtığı cihaddan önce, İngiltere’deki kamu sektörü kuruluşlarının pek çoğu kâr ediyordu. Sonuç olarak 1984’de kamu kuruluşları hazineye 7 milyar pound katkıda bulunmuştu. Bu paranın tümü artık özel sektördeki hissedarlara gitmektedir. Özelleştirilen kuruluşlardaki hizmet kalitesi öylesine bozulmuştur ki, Financial Times’ın haberine göre, Yorkshire su şebekesinde fareler cirit atmaktadır, Thames trenlerine binip de hayatta kalmayı başaranlar madalyayı hak eder duruma gelmişlerdir! Dünyanın her tarafında aynı mekanizmalar işlemektedir. İngiltere’de özelleştirme ideolojisini yaratan entelektüel ortak, Adam Smith Enstitüsü’dür. USAID (2) ve Dünya Bankası da Adam Smith Enstitüsü uzmanlarından yararlanarak, Güney’de özelleştirme doktrinini yaygınlaştırmışlardır. 1991’e kadar Dünya Bankası, süreci hızlandırmak için 114 ülkeyi borçlandırmıştır; her yıl Küresel Kalkınmanın Maliyeti raporunda Banka’dan kredi alan ülkelerde yürütülmekte olan yüzlerce özelleştirmeye ilişkin bilgi yer almaktadır. Bence artık özelleştirme sözcüğündense gerçekleri daha iyi anlatan kavramlar kullanmanın zamanı geldi de geçiyor bile: yabancılaşmadan ve on yıllardır binlerce insanın alın terinin ürününün bir avuç büyük yatırımcıya peşkeş çekilmesinden söz ediyoruz. Bu, gelmiş geçmiş her kuşağın yaşayabileceği en büyük soygundur aslında. Neoliberalizmin bir diğer yapısal sonucu da, sermayenin ödüllendirilerek emeğin cezalandırılması ve servetin toplumun tabanından tavanına aktarılması olmuştur. Kısacası, eğer gelir dağılımı tablosunun tepesinde yer alan yüzde yirminin içindeyseniz neoliberalizmden kazançlı çıkacaksınız demektir; merdivenin üstlerine tırmandıkça kazancınız da aynı oranda artacaktır. Tabandaki yüzde seksenin içinde yer alanlar ise yarışı baştan kaybedenlerdir; gelir tablosunda aşağı doğru indikçe zarara uğrama oranı da artar. Bu aile fotoğrafında Ronald Reagan’ı da unutmamak gerek elbette. En iyisi bu konuyu, 1990’da Zenginlik ve Yoksulluğun Politikası adında bir kitap yayınlamış olan, Başkan Nixon’un eski yardımcısı Cumhuriyetçi Kevin Philips’in gözlemlerinden yararlanarak açıklamak. Reagan’ın neoliberal doktrininin ve politikalarının 1977 ile 1988 arasında Amerikan gelir dağılımını nasıl değiştirdiğini kitabında tablolarla gösteriyor Philips. Bu politikaların büyük bölümü, Amerikan politikasında hâlâ önemli bir rol oynayan, Reagan yönetiminin başlıca kılavuzu olan muhafazakar Heritage Vakfı (3) tarafından önerilmişti. 1980’ler boyunca toplumun en varsıl yüzde onu içinde yer alan Amerikan aileleri ortalama aile gelirlerini yüzde on altı, yüzde beşinde yer alanlar yüzde yirmi üç oranında artırmışlardır. Ancak, Reagan’a en çok dua edenler hiç kuşkusuz gelirlerini yüzde elli oranında artıran en tepedeki yüzde birlik kesimdir. Tabandaki yüzde sekseni oluşturan yoksul Amerikalıların hepsi istisnasız bazı kayıplara uğramıştır. En aşağıda yer alan yüzde onluk kesim gelirinin yüzde on beşini yitirmiştir. Yıllık gelirleri yoksulluk sınırı olan 4.113 Dolardan insanlık dışı denilebilecek 3.504 Dolara kadar düşmüştür. 1977’de en tepedeki yüzde birlik kesimin ortalama geliri en alttaki yüzde ondan 65 kat fazla iken, on yıl sonra bu oran yüzde yüz on beşe fırlamıştır. Amerika, eşitsizliğin en fazla olduğu toplumlardan biri olma özelliğini korumakla beraber, yirmi yıldır uygulanan neoliberal politikalar sonucu eşitsizlik tüm ülkelerde ciddi biçimde artmıştır. UNCTAD’ın gelir eşitsizliği, yoksullaşma ve orta sınıfların eriyip gitmesi üzerine yapılan 2600 çalışmanın değerlendirilmesinden elde ettiği sonuçları yayımladığı 1997 Ticaret ve Kalkınma Raporu bu korkunç gerçeğin altını bir kez daha çizmektedir. UNCTAD’ın raporunun bu eğilimlerin Çin, Rusya ve diğer eski Sovyet Cumhuriyetleri gibi geniş bir yelpazede yer alan değişik ülkelerde geçerli olduğunu işaret etmesi ilginçtir. Eşitsizliğin artışı doğrultusundaki bu eğilimde hiç de şaşırtıcı bir yön yoktur aslında. Vergi kesintileri ve ücretlerin düşürülmesi gibi politikalar zengini daha zengin yapmak için tasarlanmıştır. Bu tür ölçütlerin kuramsal gerekçelendirilmesi ve teorisi de şöyle kurgulanmıştır: zenginin yüksek gelir ve yüksek kâr ile daha zengin edilmesi yatırımı ve kaynakların daha iyi dağılımını özendirici olduğundan istihdam yaratıcı ve toplumun refahını artırıcı etkiye sahiptir. Gerçekte ise, parayı ekonomik merdivenin üst basamaklarına doğru itelemenin bir avuç azınlığın beyan edilmeyen kağıt üstü gelirlerini artırmaya, borsa oyunlarına ve bu konferans boyunca hakkında epey şey dinleyeceğimiz mali krizlere yol açmaktan başka işe yaramadığı gün gibi açıktır. Gelirin, toplumun en alt basamaklarında yer alan yüzde seksene doğru kaydırılarak, yeniden paylaşımı sağlanabilse, bu gelir, tüketim için kullanılarak istihdamı özendirecektir. Oysa gelir, zaten gereksinme duyduğu şeylerin çoğuna sahip olan üst kesime doğru kaydırılacak olursa -ki, bugün yapılan budur- bu gelir yerel ya da ulusal ekonomiye döneceğine uluslar arası borsaya akacaktır. Hepinizin bildiği gibi, Güney ve Doğu’da yapısal uyum adı altında uygulanan politikalar, neoliberalizmin makyajlı halinden başka bir şey değildir. Thatcher ve Reagan’ı ulusal düzeyde uygulanan politikaları açıklamak için kullandım. Uluslararası düzeyde ise neoliberallerin tüm güçlerini yönlendirdikleri belli başlı alanlar şunlardır: - Mal ve hizmetlerin serbest dolaşımı - Sermayenin serbest dolaşımı - Yatırım serbestisi Geçtiğimiz yirmi yılda IMF inanılmaz şekilde güçlenmiştir. Borç krizine ve koşullara bağlılık mekanizmaları sayesinde, ödemeler dengesi desteğinden sözde “anlamlı” ekonomi politikalarının, özde ise neoliberal politikaların uluslararası jandarmalığına geçmiştir. Uzun ve yorucu tartışmalar sonucu, neyi oyladıklarını tam olarak bilmeyen parlamentoların onayıyla 1995 Ocak ayında Dünya Ticaret Örgütü kuruldu. Neyse ki, neoliberal kuralların uluslararası alanda kesin hükümranlığı anlamına gelen Çok Taraflı Yatırım Antlaşması’nın (MAI) onaylanması geçici de olsa ertelenebilmiştir. MAI onaylanmış olsaydı, tüm hakların şirketlere, tüm sorumlulukların hükümetlere verildiği, yurttaşlara kesinlikle hiçbir hakkın tanınmadığı yeni bir tarih sayfası açılmış olacaktı. Bu kurumların hepsinin ortak paydası, şeffaflıktan yoksun ve anti-demokratik oluşlarıdır. Bu, neoliberalizmin temel esprisi ve özüdür. Neoliberalizm için ekonomi, kurallarını topluma kabul ettirir, bunun tersi düşünülemez bile. Demokrasiyi ayakbağı olarak algılayan neoliberalizm hem kazananların hem de kaybedenlerin dahil olduğu geniş bir seçmen kitlesi için değil, sadece kazananlar içindir. Sözlerime son verirken, fiilen hiçbir şeye sahip olmayan kaybedenlere ilişkin neoliberal tanımlamayı çok ciddiye almak gerektiğini vurgulamak istiyorum. Servetin toplumun alt kademelerinden üst katmanlarına aktarılması süreci gereği herkes yaşlanma, hastalık, hamilelik, başarısızlık ya da sadece ekonomik koşullar öyle gerektirdiği için, herhangi bir anda sistem dışına itilebilir. Hissedar son sözü söyleyecek tek değerdir. International Herald Tribune’un raporuna göre, yabancı yatırımcılar Tayland ve Kore şirketlerine sızarak bu şirketleri hızla ele geçirmektedirler. Bu durumu, yoğun bir işten çıkarma kampanyasının izlemesi kaçınılmaz görünmektedir. Diğer bir deyişle binlerce Taylandlı ve Korelinin yıllardır verdiği ürünler yabancı ortaklıklara aktarılmaktadır. Bu serveti yaratanların büyük çoğunun kendilerini, daha şimdiden kapının önüne konulmuş kesimin yanında bulacağına kesin gözle bakılmalıdır. Vahşi rekabet şartları altında yaşanan değer aşınması, bu tür davranışları haksız olmaktan çıkarıp, normal ve yüce tavırlar sınıfına sokmuştur. Neoliberalizm, siyasetin temel doğasını değiştirmiştir. Siyasetin esas ilgi alanı kimin kime hükmettiği ve kimin pastadan ne kadar pay aldığı iken, günümüzde bu temel sorular hâlâ geçerliliğini korumakla beraber, günümüzde siyasetin odağındaki soru, artık “Kimin yaşamaya hakkı vardır, kimin yoktur?” olmuştur. Sistemden köktenci dışlamalar günümüzün tek geçerli kuralıdır. Size felaket tellallığı yapıyor gibi görünebilirim, ancak ne yazık ki, son yirmi yılın gündemini oluşturan olaylar bunu gerektirmektedir. Gene de, sözlerimi dinleyenleri kötümserliğe sevk ederek noktalamak istemem. Hayatımızı tehdit eden bu eğilimlere karşı bir çok gelişme yaşanmaktadır ve eylemleri artırmak için uygun zemin mevcuttur. Bu konferans, bu eylemlerin çoğunu tanımlamaya yardımcı olacağı gibi, ideolojik bir savunma temelinin oluşturulmasına da katkıda bulunacaktır. Evrenin Sahiplerinin (!) Davos’ta geleceğimize ipotek koymasını elimiz kolumuz bağlı bekleyeceğimize, gündemi oluşturma günü gelmiştir. Kaynak sağlayabilecek olanların sadece projelere değil, fikir üretimine de kaynak sağlamaları gerektiğini anlayacaklarını umarım. Neoliberallerin bunu yapmasını bekleyemeyiz; Tobin Vergisi (4) de dahil, tüm mali piyasalarda geçerli olacak ve uluslararası firmaların kârlarını vergilendirmeye dönük, işlerliği olan, eşitlikçi uluslararası vergi sistemleri tasarlamak zorundayız. Böyle bir uluslararası vergi sisteminin en büyük çıktısı Kuzey-Güney eşitsizliğini ortadan kaldırmak ve geçmiş yirmi yıl boyunca sistemden dışlanmış kitlelere dönük yeniden dağılımı gerçekleştirmek olacaktır. Yineleme pahasına da olsa, neoliberalizmin insanlığal var oluş koşullarından biri niteliğini taşımadığı, eksiklikleri ve aksaklıkları nedeniyle bu sisteme karşı mücadele etmenin bir zorunluluk haline geldiği ve neoliberalizme doğaüstü nitelikler yüklenmemesi gerektiği hususlarının altını tekrar tekrar çizmek istiyorum. Bir yandan toplumu ve demokratik devletleri yeniden güçlendirmeyi, bir yandan da uluslararası düzeyde demokrasinin tesisi, hukukun üstünlüğü ve gelirin hakça dağılımı ilkeleri doğrultusunda sistemi yenilemeye hazırlıklı olmalıyız. İş dünyası ve piyasaların dünyamızdaki yerini yadsımıyoruz, ancak bu yerin insan var oluşunun tümünü kapsayamayacağını söylüyoruz. UNDP’nin beyanına göre, uluslararası dolaşımdaki inanılmaz meblağlara ulaşan paranın 40 milyar ABD Doları gibi gülünç denecek kadar küçük bir miktarı ile dünya nüfusunun tümü için insan onuruna yaraşır bir yaşam sağlamak, evrensel sağlık ve eğitim standartlarını yakalamak, çevreyi temizlemek ve kirlenmesini önleyecek önlemler almak, Kuzey-Güney farkını azaltmak mümkün görünmektedir. Bu da, gerçekten göz ardı edilebilecek kadar küçük bir meblağdır. Sonuç olarak neoliberalizm ne kadar vahşi olursa olsun, yumuşak karnı vardır. Daha dün neoliberallerin tüm yatırımları MAI aracılığı ile liberalize edecek bir projesi, uluslararası eylemcilerin işbirliği sayesinde, geçici de olsa, suya düşürülebilmiştir. Bu zafer, örgütlü bir eylemciler ağının ne kadar başarılı olabileceğini de kanıtladığından, neoliberallere iyi bir gözdağı olmuştur. Şimdi gün safları sıklaştırma, onların MAI’yi yeniden Dünya Ticaret Örgütü gündemine sokmalarına engel olma günüdür. Olaya bir de şu açıdan bakalım: Biz sayısal olarak onlardan çok daha fazlayız, çünkü bu neoliberal oyunda kaybedenlerin sayısı kazananlara göre çok daha fazladır. Onların durmadan tekrarlanan krizlerle sarsılan görüşleri karşısında bizim fikirlerimiz taptazedir. Bizde olmayan tek şey ise, bu ileri teknoloji çağında üstesinden kolaylıkla gelebileceğimiz birlik ve örgütlenme anlayışıdır. Tehdidin boyutları uluslararası olunca, buna karşı olanların örgütlenme zemini de aynı ölçekte olmalıdır elbette. Aramızdaki dayanışma artık sadece yardımlaşma olmanın çok ötesine geçmek zorundadır. Artık, etkileşimden doğan gücümüzü mücadelemizde karşılıklı olarak keşfetmek, sayısal gücümüzün büyüklüğünü ve fikirlerimizin güçlülüğünü hasmımızı tehdit edecek şekilde örgütlemek zorundayız. Susan George’un Mart 1999’da yaptığı bir konuşmadan özetleyerek çeviren: Füsun Çiçekoğlu (Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı) Ek: 7 Ayn Rand’ın “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal”ına Prof.Atilla Yayla’nın yazdığı önsöz Hayatı Değiştiren Kitap Bu Kitaptır Türkiye’de pek bilinmese bile, düşünce tarihinde kapitalizmi savunan önemli yazarlar çıkmıştır. Ayn Rand bunlar arasında en önde gelenidir dersek, bir abartına yapmış olmayız. Gerçekten, ismi kapitalizmle birlikte anılan bir yazar var mıdır, diye sorulsa, Ayn Rand akla gelen ilk isim olur. Ancak, Rand hem düşünce tarihinde hem de kapitalizmi doğrudan doğruya veya dolaylı olarak savunan yazarlar arasında kendisine özel bir yer ayırır. Hatta, daha da ileri giderek, kapitalizmin 20. Yüzyılda yaşadığı fikri ve fiili gerileyişten kapitalizm karşıtlarını değil, kapitalizmi savunanları sorumlu tutar. Bunun gerekçesi olarak da, söz konusu kimselerin kapitalizmi ahlak ve adalet temelinde savunmak yerine etkinlik temelinde savunmalarını gösterir. Kapitalizm ve serbest teşebbüs kelimesi ile ahlak ve adalet kavramlarının yan yana getirilmesi, bugün bile pek çok kişi için kulak tırmalayıcıdır. Sıradan insanların ve popüler kültürün bu iki kelime grubu arasında kuracağı ilişki negatif olacaktır. Hakikaten, rasdgele bir okumuşu, bir öğrenciyi, bir aydını karşımıza alıp kapitalizmin adalet ve ahlakla ilişkisi hakkında ne düşündüğünü sorsak, alınacak cevap bellidir: “Kapitalizm gayri ahlaki ve gayri adildir. Milyonlarca insanın sömürülmesinin ve bugün aç veya fakir olmasının sebebidir. Kapitalizm her yönüyle ve her şeyiyle kötüdür.” Kapitalizme karşı mücadele edilmelidir. Bu görüş öylesine yaygındır ki, tekrar edile edile, neredeyse sorgusuz sualsiz doğru kabul edilir hale gelmiştir. O yüzden, bugünlerde popüler kitaplar arasında kapitalizme karşı mücadele rehberleri hayli geniş yer tutmaktadır. Kapitalizmle ilgili görüşlerini almak üzere üniversitelere gidip iktisat hocalarıyla konuşsanız da vaziyet pek değişmez. Çoğu iktisatçı, biraz daha teknik ve nispeten sofistike ifadelerle kapitalizmin ahlak dışı ve adaletsiz olduğunu tekrarlar. En insaflı olanları bile, olsa olsa, bir iktisadi sistem olarak kapitalizmin alternatiflerinden daha ziyade kaynak tahsisi yapmakta ve üretimi arttırmada üstün olduğunu ama bunun kapitalizmin özünde gömülü ahlak ve adalet dışılığı gidermediğini ve gideremeyeceğini söyler. Bu nedenle kapitalizmin kategorik olarak reddedilmesi gerektiğini ekler. Ayn Rand’ın bu tespit ve eleştirilerinde haksız olduğunu söyleyemeyiz. Kapitalizmin filozoflarca sadece veya daha ziyade zenginlik yaratmadaki etkinlik ve üstünlüğüne dayanarak ve de mahçup biçimde, üstü örtülü veya dolaylı olarak savunulduğu zamanlar olmuştur. Yirminci asır boyunca, büyük ölçüde, fikir tartışmalarındaki durumun böyle olduğunu söyleyebiliriz. Bu tür bir savunma, Ayn Rand’ın haklı olarak işaret ettiği gibi, kapitalizme fazla fayda sağlamamıştır. Kapitalizmin medeniyete yaptığı muazzam, benzersiz ve yeri başka türlü ikame edilemez katkıya rağmen, insanların zihninde “kapitalizm” kavramı ve kapitalist sistem otomatikman kötü çağrışımlar yapar olmuştur. İşte Ayn Rand’ın önemi ve büyüklüğü, böylesine düşmanca bir fikir ve icraat ortamında, kapitalizmi, adını koyarak, çekinmeden ve onurla savunmasından kaynaklanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından, neredeyse bütün entelektüellerin, siyasi yelpazenin neresinde bulunursa bulunsun, kollektivist ve kapitalizme düşman kesildiği, böyle olmayanların iki elin parmaklarının sayısına ulaşamayacak kadar dar bir azınlık teşkil ettiği bir dönemde Rand, tavizsiz bir kapitalizm savunmasıyla, bir medeniyet hattını adeta tek başına korumuştur. Elinizde tuttuğunuz kitaba adını veren “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” başlıklı makalenin 1965 sonunda bu isimle ve bu haliyle yazılmış ve yayınlanmış olması bile bunun ispatıdır. Ayn Rand kapitalizme bütün kalbiyle inanmaktadır. Rand’ın kapitalizmi böylesine hırs ve arzuyla müdafaa etmesinin baş sebebi, kapitalizmin zenginlik yaratmadaki üstünlüğü değil, ahlaki ve adil olmasıdır. Rand’a göre, kapitalizm insanlığın geliştirdiği en adil ve en ahlaklı sistemdir. Zenginlik kapitalizmin bir yan ürünüdür. Kapitalizm dışındaki bütün sistemlerde bazı insanlar başka bazı insanlar tarafından bir şekilde ezilmiş, sömürülmüş, istismar edilmiş, köle olarak kullanılmıştır. Ancak kapitalizm, bütün bu gayri insani ilişkilerin ve durumların ortadan kalktığı, ahlak ve adaletin tarihte eşi benzeri görülmemiş bir zenginlikle buluştuğu bir sistem vücuda getirmiştir. Bütün bu görüşlerin şimdiye kadar kapitalizmi savunan yazarlardan kapitalizm hakkında hiçbir şey okumamış kimselere tuhaf geleceğinin farkındayım. Çünkü, yaklaşık yirmi yıl önce, Rand’la ilk karşılaştığımda bana da öyle görünmüştü. Ama şimdi dönüp geriye baktığımda, bu buluşmanın, hayatımın en mutlu tesadüflerinden biri olduğunu anlıyorum. Eğer kapitalizmle ilgili görüşlerinize meydan okunmasından ve kafa konforunuzun bozulmasından korkuyorsanız, size bu kitabı okumamanızı salık veririm. Durumunuz buysa, siz kapitalizmin şeytan olduğuna inanmaya, inandığınız sol veya sağ kollektivizmin yeryüzü cenneti yaratacağı vaadiyle avunmaya devam edin. Kitapçılara gidin, kapitalizmin yarattığı imkanlarla elinize ulaşan kitaplar arasından bir iki tane anti kapitalist (tercihen sosyalist) kitap seçin, sonra alışveriş sepetinize, en azından vicdanınızı rahatlatmak için, küreselleşme karşıtı bir kitap ile kapitalizme karşı bir mücadele rehberi de ekleyin. Size bu yakışır, bu iyi gelir. Yok eğer “Ben kendi doğrularımı kendim bulurum, bir görüşün çok tekrarlanması onun doğru olduğunu göstermez” deme cesaretine sahipseniz: Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal’i okuyunuz. “Bir kitap okudum, hayatım değişti.. “ demek istiyorsanız, doğru adrestesiniz. Ek: 8 Yönetmen ve Plato Film Yayınları Sahibi Sinan Çetin’in Ayn Rand’ın “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” kitabına ilişkin görüşü “Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal” Hakkında Sosyalizmin teorisini kuranlarla ilgili en gereksiz ayrıntılar bile bilinirken, kapitalizm hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmez. Totaliter rejimler bir bir çöktüğü halde totaliter teoriler hâlâ yüceltilirken, insan hayatını ve insanın yaratma gücünü merkeze alan kapitalizm, fikirden, felsefeden yoksun olduğu zannedilir. Oysa kapitalizm, özgürlük fikri üzerine kuruludur. Yirminci yüzyılın büyük özgürlükçü filozofu Ayn Rand, kapitalizmin dayandığı felsefeyi derin ve etkileyici biçimde açıklayanların başında gelmektedir. Ülkemizde ne yazık ki Marx veya Engels kadar tanınmasa da, Ayn Rand, ABD’de İncil’den sonra en çok okunan kitapların -romanların ve felsefi eserlerin- yazarı olarak, hem güçlü fikirleri hem de çarpıcı üslubuyla milyonlarca insanı etkilemiştir. Aydınlarımız, toplumun çok gerisinde kalmış bir bilinç düzeyiyle, kolektivizmi, nasyonalizmi ve devletçiliği savunadursun, halk, devletçi bürokrasiye rağmen, Avrupalı ve Amerikalı gibi yaşamak istiyor. Üstelik en Batıcı aydınlarımız bile, Amerika’nın ve Avrupa’nın kapitalizmin kanatları üzerinde yükseldiğini bildikleri halde, bu gerçek kendilerine hatırlatıldığında, karanlık bir mağarada ışığa yakalanmış yarasa korkusuna kapılıyor. “Evet, onlar kapitalist ama, oralarda sosyal devlet var” türünden yüzeysel lafazanlıklarla kolektivizme sadakatlerini sürdürüyor. Ayn Rand’ın Kapitalizm: Bilinmeyen İdeal’ini ve diğer yapıtlarını okudukça, Türkiye’de tek yönlü bilgilendirmeden, kolektivist fikirlerin boğucu egemenliğinden, insan aklının hayattan koparılmasından doğan eksikliği farkedecek ve yeni bir düşünce rüzgârının ferahlığını hissedeceksiniz. Ek: 9 Prof. Atilla Yayla’nın Sinan Çetin ile Ayn Rand hakkında yaptığı söyleşi (Liberal Düşünce Dergisi, yıl: 9, sayı: 33, Kış 2004) Atilla Yayla: İstersen şununla başlayalım, Türkiye’de sevildiği kadar nefret edilen, seveni olduğu kadar nefret edeni olan bir isim olarak biliniyorsun. Bu, olayların tabiî akışının getirdiği bir şey mi yoksa özel bir gayret mi sarf ediyorsun? Sinan Çetin: Aslında eskisi kadar nefret edildiğimi sanmıyorum. Eskiden daha çok nefret ediliyordum. Atilla Yayla: O zaman iyiye doğru gidiş var. Öyle mi? Sinan Çetin: Yoo. Ya seviliyor ya da nefret ediliyor olma, bir insanın kendini açıklamasında kriter değildir. Kendi dışındaki insanların fikirlerinin kişi için bir önemi yoktur. İnsanın kendi kendisiyle ilgili fikrinin önemi vardır. O yüzden, benim seviliyor ya da nefret ediliyor olmam beni ilgilendirmiyor. Atilla Yayla: Belki de aynı durumdaki birçok insanın başına gelen şey bu, yani, toplumda çok tanınan kimselerin sevenleri kadar sevmeyenleri de oluyor. Sinan Çetin: Yani, bir kere yaptığın iş senden çıktıktan sonra kalabalıklara yayılıyor. Kalabalıkların bir birey hakkındaki fikri genellikle ya sevgi ya da nefret düzeyindedir. Kalabalıkların düzeyini konuşacaksak zaten bu röportajı yapmayalım. Kalabalıkların sadece benim hakkımdaki fikri değil, genel anlamda herhangi bir şey hakkındaki fikri de beni ilgilendirmiyor. Kalabalıkların da, insanlığın önünde duran, yaratıcı insanın, zekanın, aklın, mantığın, her şeyin önünde duran bir engel olduğunu düşünüyorum. Yani, “başkaları cehennemdir”. İnsanlığın insanlıktan daha güçlü düşmanı, akrebi, yengeci, canavarı, bir şeyi yok. Kalabalıklar düşünmez. İnsanlığın kendisinin toplu bir kavram olarak var olduğunu ve bunun aslında güzel bir şey olduğunu zannetmemize rağmen, kapısını açıp içeri girince bunun aslında çok çirkin bir şey olduğunu da görebiliriz. Çünkü “insanlık” bir şey yaratmaz, “insan” yaratır. İnsanlık ya karşı çıkar, ya küçümser ya da tüketir. Atilla Yayla: Bildiğim kadarıyla kollektivist sol bir geçmişten geliyorsun. Senin durumunda olan epeyce insan var Türkiye’de. Kollektivist sol ya da sağ geçmişten gelen ama zamanın belirli bir noktasında paradigmasını değiştiren. Acaba senin için kırılma noktası ne oldu? Bu kırılma noktasının ortaya çıkmasında okumaların mı etkili oldu, tecrübelerin mi etkili oldu, yoksa o sosyal olayların birikiminin bir patlaması mıydı? Fark edebiliyor musun geriye dönüp baktığında? Sinan Çetin: Bence bu kollektivizm insanın yakasını sadece gençlikte değil yaşlılıkta da, yani yaşarken bırakmıyor. Yani, insanın gençken daha kollektivist olmasının nedeni gençken hiçbir şey yaratmaması. Hem hiçbir şey yaratmayıp, hem de büyük bir kibirle dolaşmak istiyorsan kollektivist olmak çok iyi bir çözüm. Sen kendin hiçbir şey yaratmamışsın, üretmemişsin ama paylaşmak istiyorsun. Yani dünyadan çok şey istiyorsun. Hatta dünyanın tamamını istiyorsun ve dünya hakkında fikirlerin var. Bir değer yaratmadan, bir şeyler istiyorsun ama dünya onu sana vermiyor ve sen bir kollektivist olarak diğer alamayanlarla buluşup bir bahçede toplanıyorsun. Çünkü, seninle beraber bütün mazlumların kurtarıcısı olma pozisyonu bu bahçede pek revaçta oluyor. Yani, o pozisyonda kendine gayet güzel bir yer bulabiliyorsun. Zaten üniversite yıllarımda çevremdeki arkadaşlarımın da çoğunda bunu görüyordum. Bir biçimde mazlumların kurtarıcısı olma rolüne soyunmak çok “easy way”di. Çünkü, daktilo yazmayacaksın, karşıdan karşıya geçmeyi bilmeyeceksin, kitap okumayacaksın, fotoğraf çekmeyi bilmeyeceksin, ders çalışmayacaksın, mühendis değilsin, doktor değilsin, elinden hiçbir iş gelmiyor, bir mesleğin yok... Yapacak tek iş şu, dünyanın hali üzerine düşünüyorsun ve dünyanın hali üzerine düşününce kendin gibi kaybetmiş kalabalıkların safına düşüyorsun. Kazanmış bir kalabalık yoktur. Genellikle kaybetmişlerin arasında dolaşırsın, bir şeyi yaratmadığın ve üretmediğin için... Doğal olarak da, “madem ben bir şey yaratmadım üretmedim, hiç olmazsa bu kalabalıkları kurtarayım, yöneteyim, onların arasında kendime bir yer edinirim” deyip kalabalıkların arasında “var olmak” yerine “eksik olmama” yöntemini seçiyorsun. Kollektivizm aslında son derece çirkin bir metod ve çirkin bir bencillik. Kan ve gözyaşı dairesi çiziyor. Çünkü, böylece kalabalıkların kurtarıcısı olmak gibi kolay bir rol üstleniyor, romantik bir heyecanla dolaşıyor ve kendini orada en çirkin yollar içinde var ediyorsun. Bu yolun en tehlikeli tarafı; ölme ve öldürmeyle noktalanması. Kalabalıklar bir değeri satın almazlar, kalabalıklar bir inancı satın alırlar ve inanç, ölüm ve öldürme noktasında değer kazanır. Kim ne kadar delikanlıysa, gençliğimizde kim silahla dolaşıyorsa, o bu derneklerle, kalabalıkların örgütleri içersinde en yükseğe çıkıyordu. Atilla Yayla: Kollektivist çizgide yer edinme kültürel bir olgu mu yoksa insanın tabiatından kaynaklanan temeller de görebiliyor musun? Özellikle de gençlik yıllarını düşünürsen... Meselâ kültürel ortam biraz daha dengeli olsaydı gençlerin bu kadar yüksek oranlarda kollektivist fikirlere kapılması biraz engellenebilir miydi? Yoksa bu bir çeşit yaşanması gereken doğal bir tecrübe gibi de görülebilir mi, en azından bazıları için? Sinan Çetin: Yok. Burada, meselâ tarihsel durum, Türkiye’de çevrilen kitaplar, seyredilen filmler, o dönemdeki kültürel bombardıman etkili. O günlerin kültürel bombardımanı insana “ben” demesini yasaklayıp, insanın kendisini yaratmasını ayıp sayıyordu. Kendin için çalışmayı, para için çalışmayı, bir meslek sahibi olup bu meslekten başarı kazanmak için çalışmayı suç sayıyordu. İnsanlar bu kadar kolay “bizci” olmayabilirlerdi. Ama sorun, suçu o günlerin rüzgarına atıp da kendini rahatlatmak olmamalı. Çünkü, sonuçta ben hâlâ televizyonu açtığım zaman görüyorum; bu kollektivist ruh devam ediyor. Çünkü bu “easy way”. Kollektivist olmak çok kolay bir yol. Yoksa, oturacaksın, kendini yaratacaksın, bir mesleğin olacak, elinden bir iş gelecek, yazacaksın, çekeceksin, inanacaksın, çalışacaksın, kendini var edeceksin ve bir başarı kazanacaksın. Halbuki zaten bir başarı kazanınca bu kollektivistler tarafından suçlanıyorsun ya, o zaman niye suçlanayım ben, kendime göre bu kollektivistlerin arasında, bunların ininde dolaşırım. O çay benim, bu kahve senin, masaya sigaralar atılıp, Amerika aleyhine, iş adamları aleyhine, dünyadaki bütün yaratıcılar aleyhine konuşarak, kendini bir güzel uyuştura uyuştura ömrünün sonuna kadar sigara içerek kibirle yaşayabilirsin. Atilla Yayla: Kollektivizmden kişisel olarak sıyrılma maceranın bir tarihçesi var mı? Yani, belirgin bir tarih görebiliyor musun dönüp baktığında? Sinan Çetin: Benim kilometre taşım şu: Bir gün oturup neyi sevip, neyi sevmediğimi alt alta yazdım. Sevdiklerim şunlardı: Gitar, müzik, dans, plajlar, güzel kızlar, voleybol, mimari, resim, sinema, Hollywood, para kazanmak, lüks, güzel arabalar, güzel kitaplar... Ben bunları hayatımda istiyorum dedim. Topladım, iki nokta üst üste koydum, sonuçta çıkan şuydu: Kapitalizm. Sonra etrafımdaki arkadaşlarımın benden istediklerine baktım. Açlık, sefalet, sıradanlık, fakirlik... Onlar bunlara değer veriyorlardı. Eşitlik. Öbüründe ise, özgürlük çok önemliydi. Benim listemde özgürlük vardı, öbür listede ise eşitlik vardı. Aslında bu listeyi seninle beraber yaparsak çok hoşuna gidebilir. Şöyle tam sayfa neleri seviyorum, neleri sevmiyorum listesi. Atilla Yayla: Böyle bir fikrin var mıydı o zamanlar? Sinan Çetin: Ben Karl Poper’la uyandım aslında. Atilla Yayla: Karl Poper’la? Sinan Çetin: Evet, onun “Açık Toplum ve Düşmanları “yla uyandım. Tarih hesaplanamaz, gelecek tarih yordanamaz, söylenemez fikri benim birden bire uyanmama neden oldu. Çünkü, Marx’ın tarihsel materyalizm fikri o kadar tuhaftı ki, insanın bütün yaratılışına hakaret içeriyordu. Yani, sen gelecek toplumdaki insanların ne yaratacağını, ne yapacağını, nasıl bir toplum oluşturacağını biliyor olabiliyorsun. Yani, geçmişi bilmişsin geleceği de bilebiliyorsun. Atilla Yayla: Bir çeşit tanrısal role bürünme bu. Sinan Çetin: Bu ne ukalâlık! Şu anda kroki durumda Marx. Çünkü, ne Bill Gates’i hesaplayabildi, ne bilgisayarı hesaplayabildi, ne dünya komünikasyonunun geldiği aşamayı, ne de paranın bütün fakirlikleri çözdüğünü... Atilla Yayla: Belki şöyle desek iyi olur, Marx’ın çağdaşı bir çok yazar, filozof bunu göremedi ama, Marx’ın geliştirdiğini veya keşfettiğini zannettiği şey medeniyete giden bir yol değildi. Tersine giden bir yoldu. Yahut şunu söyleyeyim: Kapitalizme değil de Sovyetler Birliği’nin izlediği yol barbarlığa giden yoldu. Marx bunu görememişti. Sinan Çetin: Ben Marx’ın aslında bir medeniyet de istediğini sanmıyorum. Ve onunla ilgili kanaatlerim pek hayırlı değil. Marx aslında bir ütopya da çizmedi. Marx aslında son derece totaliter bir cehennem çizdi. Yani, Marx’ın rüyası da güzel değildi. Aslında Marx’ın en çirkin tarafı rüyasıydı zaten. İnsanların eşit olması fikri herhangi bir pozitif manayı içeremez. Ancak bir kabusu içerebilir. Atilla Yayla: O zaman şu görüşe katılıyorsun herhalde... Geçenlerde Economist’te bir inceleme vardı. Marx biliyorsun, bin yılın filozofunu seçildi. Economist de bu konuda genel bir değerlendirme yapıyor, Marx’ın bu iktisadî ve siyasî bir anlamının olmadığını söylüyor. Ama Marx’ın bir din kurduğunu, bu dinin çok geniş bir tabanının olduğunu ve bu dinin hâlâ yaşamaya devam ettiğini düşünüyor. Ütopyasını da göz önünde tutarak bu görüşe katılır mısın yoksa marksizme bir din ya da inanç demiyecek misin? Sinan Çetin: Bir din kurduğu doğru da, o dini kendisinin kurduğu yanlış. O din aslında bütün dinlerin devamından başka bir şey değil. Yeni bir dinden söz edilemez. Yani, Marx’ın kurduğu din aslında İsa’nın sol yanağımı çevirdim sağ yanağımı da vurun ya da elinizde bir simit varsa dağıtın, elinizde bir susam parçası kalsından öte değil. Sonuç olarak Marx’ın, dinlerin içinde, dine karşıymış gibi duran, aslında aydınların kafasını işgal eden bir aydın dini oluşturduğu da söylenebilir. Bu aydınların, dine inanmıyorum demelerine rağmen Marksistim diyerek dindarlaşmalarına kapı açan bir kurtuluş anahtarıydı. Atilla Yayla: Zannediyorum bu tespit daha iyi oldu, hoş da oldu. Yani, Marx’ın bir aydın dini kurduğu yönündeki görüş, özellikle üniversite ortamlarına bakıldığında, çok doğru. Hala bir çok üniversitede Marx’ın görüşlerinin başlıca yeri işgal ettiği görülüyor. İzin verirsen ben kişisel hayatına bir geri dönüş yapmak istiyorum Fi tarihinde bir kırılma tekrar kendisini göstermeye başladı fikri hayatında, herhangi bir şekilde. Ama bunun bir maliyeti var, kendi kişisel tecrübemden de bildiğim kadarıyla. Keza, başka arkadaşlardan da duyduğum kadarıyla. Bunun kişisel maliyeti ne olabilir sana göre? Mesela kendi kişisel tecrübemden örnek vermek istersem bir anda arkadaş grubunun yok olması, buharlaşması. Bana dünyayı kolayca izah etme imkanı veren bir fikrin, ortada kaybolması. Bunlar kolay katlanılan şeyler değil. İki yerden destek alabilir insan; ilki, kendi kendisinden destek alabilir. Hem aklını hem de fikir birikimini kullanabilir. İkincisi ise, etrafındaki bazı insanlar yardımcı olabilir ona. Senin hayatında böyle bir şey var mı? Sinan Çetin: Valla, bana destek olan şey mesleğim oldu. Çünkü, sonuçta bir iş yapıyor olmasaydım gerçekten buna zor dayanırdım. Benim o yıllardaki en büyük desteğim, sıkıntımı anlatmak oldu önce. Çok komik ve aslında insanları güldürecek kadar tuhaf bir durumdu. Kapitalist olmaya çalışan bir toplumda yaşıyoruz ve bana iş veren reklam ajanslarının çoğu sosyalistlerden oluşuyordu. Kapitalizmin borazanı olduğu söylenen reklam ajansları, reklam verenin reklamını yapmakla görevlendirilmiş arkadaşların neredeyse hepsi sosyalistti. Bir de bu çelişkiyi görerek vicdan azabı içinde yaşıyorlardı. Ben kapitalizmin solcu hoperlörlerinin bana selam vermekten vazgeçmesiyle birden aç kaldım. O günlerde sinema dünyamız da bir solculuk dönemindeydi. Ve bana sırtlarını dönüyorlardı. Açıkçası onların bana sırtlarını dönmesi beni çok fazla yaralamadı ama, reklam filmi yönetmeni olarak sosyalist ajanslarla uğraşmak zorunda kalmak gerçekten insanı güldürecek kadar tuhaf durumlara götürüyordu. Ve en çarpıcı tarafı da şuydu, o günlerde Prenses adlı filmi çektiğim için son derece çarpıcı telefonlar alıyordum. Evden dışarı çıktığım zaman başıma şu gelecek bu gelecek gibi, 1-1,5 sene kadar sürdü o telefonlar. Fakat gördüğün gibi hâlâ yaşıyorum. Bunları daha somut ve maddî şeyler olduğu için anlatıyorum. Bana ne yardımcı oldu? Sonuç olarak kapitalizm değere karşı değer adaleti üstüne kurulu. Çünkü, yaptığın işin kalitesiyle, yaptığın işin iyiliğiyle ayakta durabiliyorsun. Kimseye torpil yapmak zorunda değilsin, kimsenin grubu içinde olmak zorunda değilsin, hiçbir yerde iyi niyetli fikirlerle kendini anlatmak zorunda değilsin. Yaptığın iş her şeyi anlatıyor. Ben 20 yıldır sinema dünyasında sadece ve sadece yaptığım işlerle ayakta duruyorum. Televizyonda yaptığım işleri görüyorlar, sonra gelip bana film çeker misin diyorlar. Bu çok adaletli bir şey. Sonra sosyalist arkadaşların da ellerinde çiçekler, yüzünde gülümsemelerle mecburen bazı filmleri bana çektirmeye geldikleri oldu. Neredeyse sana zorla geldik ama, maalesef, Allah belanı versin, senden başka da kimse yapamaz bunu, havasında. “Kapitalist alçak” denilen noktada bir çok film yaptığımı hatırlıyorum. Yani, o kadar ahlaksızca bir durumdaydılar ki, kendi reklam verenlerine hizmet etmek, kendilerine ihanet etmeyle noktalanıyordu; hala dünyayı anlamadan inançla yaşadıkları için. Zaten bu vicdan azabı onlarda devam ediyor halen. Atilla Yayla: Aslında bu da çok ilginç bir konu. Bilmiyorum oraya da gelmek iyi olur mu? Yoksa senin mesleki geleceğin açısından zararlı olur mu? Ama, yayınlanmamak üzere de belki konuşabiliriz. Ben ondan önce kapitalizm meselesine gelmek istiyorum. Senin söylemine bakıldığı zaman, yani gerek gündeme gelen mesajlarına gerekse kötü konuşmalarına bakınca, yine bildiğim kadarıyla, fikirlerine bakıldığı zaman kapitalizm anlayışının Mises-Rand çizgisine yakın olduğu görülüyor. Mises’ten ne kadar haberdarsın bilmiyorum ama, Ayn Rand’ın düşkünü olduğun malum. Nitekim Ayn Rand’ın kitaplarının yayınlayıcısı oldun ve başka projelerinin de olduğunu biliyorum. Ayn Rand’ın fikirleriyle ne zaman tanıştın ve nereye kadar... Ayn Rand’ın büyük ölçüde iktisadî fikirleri Mises’e dayanmakta. Ama Ayn Rand tipik bir yazar. Atıfta bulunmayı sevmeyen, entelektüel öncülerini onura etmeyi fazla önemsemeyen bir yazar. Belki de kişisel karakterinin bir yansıması bu. Fakat, Ayn Rand’a çok düşkün olduğunu ve Ayn Rand’ın fikirlerini zaman zaman seslendirdiğini biliyorum. Bir tarih hatırlayabiliyor musun Ayn Rand’la nasıl tanıştığınla ilgili? Sinan Çetin: Ben Ayn Rand’la Sabahattin Sakman sayesinde tanıştım. Nasıl oldu bilmiyorum, ama, Sakman’dan duydum bu ismi. Daha sonra sahaflarda bir yerde adını görüp bir kitabını aldım. Eski bir kitaptı. Bir solukta okudum bu kitabı. Deli gibi okudum ve birden bire kitabı sanki ben yazmışım gibi hissetmeye başladım. Allah Allah bu kitabı galiba ben yazdım dedim. Sonra Ayn Rand’ın Türkçe’ye çevrilen bütün eserlerini buldum. Pınar’ın 2-3 ayrı çevirisini okudum. Sonra We The Living’i okudum, Liberte’nin yayınladığı Ben’i okudum. Orijinal ismi Anthem miydi? Atilla Yayla: Evet, Anthem. Ayn Rand çok etkili bir yazar. Şunu itiraf etmek lazım ki, Ayn Rand’la tanışıp da etkilenmeyen kişi hemen hemen yok. Çünkü, Ayn Rand da ilginç bir kişi, sevenleri de nefret edenleri de var. Sinan Çetin: Nefret edenleri var mı? Atilla Yayla: Tabiî, çok nefret edeni var. Fakat, spesifik bir yazar. İnsanları kollektivizmden kurtarmakta zannediyorum, onun kadar etkili olan başka bir yazar yok. Bugün kendini Ayn Rand’cı olarak adlandırır mısın? Sinan Çetin: Adlandırmam. Ben kendimi herhangi bir şey olarak adlandırmayı Ayn Rand’cılığa da uygun görmüyorum. Ayn Rand da, herhalde, Ayn Rand’cı olarak hiç kimsenin kendisini adlandırmasını istemezdi. Çünkü zaten vurgulanan felsefeye aykırı bir şey. Meselâ ben, hiç kimse Sinan’cı olsun istemem. Ayn Rand’cı da olmam yani. Atilla Yayla: Ama, Ayn Rand’ın neredeyse bir tarikatı gibi çalışan takipçileri var. Ve bunlar, bir dinden insanın atılması gibi kendilerince Ayn Rand çizgisiyle alâkası kalmamış insanların onlarla bir ilişkisi kalmadığının ilânını veriyorlar. Sinan Çetin: Çok saçmalamışlar. O zaman onlar da kendi kendilerine düşman olmuşlar. Kendi fikrine düşman bir fikir haline gelmişler. Böyle saçma şey olur mu? Sonuç olarak, fikrin özü, kendiniz olun ve kendi dünyanızı yaratın. Şu cümlenin sahibi tarikat kuramaz, “Yaşamın kendisi dışında bir amacı yoktur.” Bunu söyleyen bir insan tarikat kuramaz. Yani, yaşamın kendisi dışında bir amacı yoksa eğer, bir tarikat hiçbir zaman amaç olmayacağına göre, herkesin kendi hayatını kurması fikrinin de bir tarikata dönüşmesi mümkün değildir. Ama, aynı fikirde insanların telefonlaşması, yazışması, toplanması, kahve içmesinde bir mahsur yoktur. Birbirlerini tarikata hapsediyorlarsa, Ayn Rand’ın mezarında kemikleri sızlıyordur herhalde. Atilla Yayla: Peki, senin karakterine baktığımız zaman, aslanda daima aklı öne çıkartan bir kişiliğin var ama, aynı zamanda, benim gözlemleyebildiğim kadarıyla, son derece hissi tarafları da olan bir insansın. Yani, heyecanlanan, üzülen, sinirlenen, hisleriyle zaman zaman hareket edebilen, insanları derhal sevebilen veya derhal nefret edebilen bir tarafın var. Bu karakter Ayn Rand’ın romanlarındaki karakterin tamamen dışında bir şeyleri yansıtıyor. Acaba burada Ayn Rand’da bir eksiklik yok muydu? Yoksa Ayn Rand bilinçli olarak mı böyle bir şeyi seçmiştir? Sinan Çetin: Valla, Ayn Rand’la ilgili böyle bir eleştiriyi genellikle yaparlar. Ben buna katılmıyorum. Aslında hepsinin akıldan kaynaklandığını inanıyorum. Yine, yürek diye hitap edilen, kan pompalayan, ciğere benzeyen aletin bir işe yaradığını zannetmiyorum. Sonunda hisleri ayağa kaldıran, akıldır. Aklın yoksa, hissin de olamaz. Ben çok hisli davranıyorsam eğer, bütün bunlar benim aklımdan kaynaklanıyordur. Aklımın duyarlılığının fazla gelişmiş olmasından hissediyorumdur. İnsanlar kendi kendilerine hislenmezler. Akıl vardır. Ama akıllar insanın duygusunu da yönlendirir. Meselâ beni yönlendiren, beni sinirlendiren şey her neyse zaten aklıma ters geldiği için ben delleniyorumdur. Yani, burada da, sinirlenirken akılcı olmaktan vazgeçmiş değilim. Atilla Yayla: Peki, akıl hakkındaki anlayışında Ayn Rand’ın dışında başka bir yazarın ismi var mı? Çünkü, bu çok tartışılan bir konu. Biraz önce Karl Poper’dan bahsettin, üzerinde çok etkili bir yazar olarak. Onun da kendine göre üslubu var. O biraz daha kritik bakıyor akla. Ben de Ayn Rand’la epeyce uğraşmış birisiyim. Ayn Rand’ın fikirlerinde özellikle akıl anlayışında totalitarizme yol açabilecek bir tehlikeli yan da var. Bu sadece benim yorumum değil, bir çok yazar tarafından da kabul ediliyor. Sinan Çetin: Kim böyle kabul ediyor? Atilla Yayla: Meselâ, Hayek çizgisine baktığımız zaman, biraz daha geriye gittiğimizde David Hume’un görüşlerine baktığımız zaman, Ayn Rand’ın görüşlerini makûl çizgide görmek çok zor. Bu ayrı bir tartışma konusu ama, entelektüel olarak dünyanı zenginleştirmek için Ayn Rand dışında merak ettiğin yazar oldu mu? Sinan Çetin: John Locke var, Hayek, Mises, Nozick....Yani, sonuç olarak hepsi bireyin önemini, toplumu ve dünyayı bireyin oluşturduğunu anlamış insanlar. O yüzden önerdikleri çözümler de aşağı yukarı özgürlük halkasında birleşiyor. Temel kavram özgürlük ve birey olduktan sonra bunlar arasında küçük fikir ayrılıklarının bir öneminin olmadığını görüyorum. Atilla Yayla: Aynı fikirdeyim. Özgürlük savunulduktan sonra nasıl temellendirildiği belki ikinci derecede önemli bir konu. Biz bu yazarların hepsinin fikirleriyle birbirlerine akraba olduğunu görüyoruz. Sinan Çetin: O yüzden de bu kadar kesin ayrımlara gidilmesi, ayrılıkların ideolojik saplantılar haline getirilmesi ve tartışmaların hesaplaşmaya dönüştürülmesinden hiç hoşlanmıyorum. Çünkü ben zaten oraları geçtim. Atilla Yayla: Ama bazı bakımlardan da faydalı olabilir, yani, hesaplaşma demek, entelektüel hesaplaşma, aynı zamanda rekabet demektir. Dolayısıyla, bu gelişmeyi teşvik edebilir. Ama benim şöyle bir tespitim var, gerek kendi hayatımla ilgili gözlemlerimden gerekse bildiğim kadarıyla senin şu anki duruşundan, dünyadaki duruşundan, fikir alemindeki duruşundan, sanatının durduğu yerden hareketle şunu söyleyebiliyorum; insanların doğruyu bulmak için ille de bir aklî muhakeme yürütmesi gerekmeyebilir. Bazı insanlar aklî muhakemeyle, okuyarak, öğrenerek, karşılaştırarak, muhakeme yaparak bazı şeylere, meselâ özgürlüğün kıymetli bir şey olduğu fikrine ulaşabilirler. Bazı insanlarda ise bu, sezgisel olarak ortaya çıkarabilir. Bunun birinin diğerinden kıymetli olduğunu iddia etme imkânı yoktur. Benim gördüğüm Sinan Çetin sadece bir kültürel birikimin yansıması olarak değil aynı zamanda tabiatının yansıması olarak ve hayatı okumasının verdiği güçle özgürlük çizgisinde duruyor gibime geliyor. Sinan Çetin: Ben açıkçası çok entelektüel bir insan değilim. “İyi bir entelektüel” olmakla ilgili bir çaba da sarf etmedim. Atilla Yayla: Belki de gereksiz böyle bir şey... Sinan Çetin: Ben bununla ilgili bir öğüt vermek ya da buna benzer bir şey yapmak istemiyorum. Çünkü, sonuç olarak, ben sadece işimi iyi yapmayı bilen biri olmak ve özgür olmak istiyorum. Başka bir şey istemiyorum. Entelektüel sinemacı olmak yerine zımba gibi yönetmen, yaptığı filmleri iş yapan, yaptığı filmleri insanlarca zevk ile seyredilen bir yönetmen olarak anılmak bana yeter. Bunun aslında en yüksek entelektüel düzey olduğunu düşünüyorum. Ama, bunun dışında entelektüel bilgiye karşı değilim. Bildiğim, genellikle duygularımız, sezgilerimiz, tecrübelerimizle elde ettiğimiz şeyler var. Aslında kendi aklımla elde ettiğim bilgilerin, tarihte benim gibi düşünen büyük filozoflar tarafından tekrarlandığını görmek beni memnun ediyor. Ama, benim o filozoflardan okumayarak da elde ettiğim bilgiler var. Atilla Yayla: Veyahut da, filozoflar bunları tekrar etmiş olmasaydı, senin için savunduğun değerlerin önemi azalmayacaktı. Sinan Çetin: Yo, ben kendimi onlarla doğrulamam. Ben, özgürlüğün dünyada en makbul değer olduğunu inanıyorum. Özgürlüğün karşısına hiçbir şey koymam. Atilla Yayla: Her zaman ve her şeyde mi? Sinan Çetin: Özgürlük insanlığın içinde yaşadığı bir alandır. Yani, özgür olmaması insanın nefes almaması, ölmesi demektir. Özgürlüğün olmadığı yerde bence oksijen yoktur. İnsanın özgürlüğünün engellendiği yerde, başörtüden tut, eşit olacaksından, kollektivist olacaksın, yardımlaşacaksın, hep beraber fedakarlık edeceğiz, bir sınıf bir devlet bir kavram için ölüceğize kadar süregelen olaylar yer alır. Ben insanlıkta özgürlükten daha kutsal bir kavram olduğuna inanmıyorum. Atilla Yayla: Peki, özgürlüğü kim, nasıl engelleyebilir? Sinan Çetin: Özgürlük engellenebilir bir şey. Bir kere sen resmî otoriteyi güçlendirip aydınlarını, üniversiteyi, basını resmi otoriteye kaptırırsan, özgürlük yaşanması zor bir hale de gelebilir. Çünkü, öyle toplumsal dönemlerden de geçtik. İnsanlık tarihi de geçti. Atilla Yayla: Peki, resmi ideolojinin bizatihi varlığı mı yoksa aldığı şekli mi özgürlükle ilgili? Çünkü, netice itibariyle, hemen hemen bütün insanlık tarihinde bir otorite görüyoruz. Sinan Çetin: Şu anda karşılıklı iki ideoloji bombardımanı yüzyıllardır devam ediyor. Özgürlükçüler ve eşitlikçiler. Eşitlikçiler insanlık tarihinde kollektivistlerle beraber davranmıştır. Bence özgürlük; siyasî, ekonomik bir sistem olarak kapitalizmde kendini bulmuştur. Aslında ben kapitalizmin ilk insandan itibaren geliştiğini düşünüyorum. Marx’ın toplumsal ayrımlarına inanmıyorum. Yani, ilkel, komünal toplum, feodal, kapitalist, sosyalist toplum... gibi. Atilla Yayla: Kademeli evrim teorisi. Sinan Çetin: Yani, kademeli evrim teorisine inanmıyorum. Burada ben Karl Poper’a daha yakın duruyorum. Tarihin hep aynı çizgiler üzerinde yükseldiğine inanıyorum. Tarihin tüm toplumsal katmanlarında gene kazanç adı verilen masum özendiricinin değer yaratmayı teşvik ettiğini ve değer yaratanlar sayesinde tarihin tekerlerinin döndüğüne inanıyorum. O yüzden kapitalizmin, 1700 yıllarından itibaren sanayi devriminin oluşmasıyla, topraktan kopup da sanayiye geçiş zamanında çıktığına inanmıyorum. Bence kapitalizm zaten yazılı tarihin ilk yıllarından itibaren vardı. Atilla Yayla: Böyle çok güçlü bir görüş var zaten. İnsanlığın var olduğundan beri kapitalizmin var olduğu, çünkü, ticaret yapma eğilimi, daha iyi yaşama eğilimi... Sinan Çetin: Aslında iki bin yıllık bir öğretiyi yok sayıyoruz. Atilla Yayla: Ben de aynı fikirdeyim doğrusu. Sinan Çetin: İki bin yıllık bir teoriyi yok sayıp buna karşı büyük bir saldırı halindeyiz. Atilla Yayla: Peki, kapitalizm kavramını çok rahat kullandığını görüyorum. Aslında bu sevimsiz bir kavram. Sinan Çetin: Maalesef öyle. Atilla Yayla: Sadece sokaktaki insan için değil bazı liberal filozoflar da kapitalizm kavramına pek sahip çıkmamışlardır. Yine, kapitalizm kavramına çok sahip çıkan filozoflar, bahsettiğimiz, Mises gibi filozoflardır. Bu seni dezavantajlı bir konuma koymuyor mu? Sinan Çetin: Koymaz olur mu! Zaten en yakın arkadaşlarımla bile konuşurken korkuyorum. Çünkü onların gözünde kapitalizm o kadar çirkin bir kavram ki. Kapitalizmin çirkin hale gelmesini ben açıklayayım. Neden çirkin biliyor musun? Şöyle düşün, bir odadayız. Bu odanın damı akıyor, bacası çalışmıyor, penceresi kırık ama, gene de bir oda. Oturuyoruz, bizi soğuktan koruyor, çay içiyoruz, yemek yiyoruz, koltuklarımız var. Şimdi diyoruz ki, bir sosyalist olarak, arkadaşlar, yaşadığımız her türlü problemin kaynağı bu oda. Diyoruz ki bu odanın adı kapitalizm. Bunu yıkarak yerine şahane bir hayat kuracağız. O şahane hayatın adı da sosyalizm. Peki bu sosyalist güzel oda nerde? Ama, hiç böyle bir oda yok. Yani, daha kanıtlanmamış, insanlık buna yüzyıl vermiş ama gene kanıtlanmamış. Yine de sosyalistler kafada muhteşem bir oda canlandırıyor. Duvarlarında güzel resimler, ışıklı bir oda. Herkesin kafasında bir oda var. Şimdi yaşadığımız odanın adını kapitalizm koyunca hep beraber rahatlıyoruz. Yani, her problemin nedeni bu oda. Bu kapitalizm yüzünden bütün bunlar olmuyor. Yani, kapitalizm diyerek zaten bir günah keçisini yakaladığımız için istediğimizi istediğimiz kadar dövebiliyoruz. Ama şöyle düşünün, bu oda olmasa zaten hayat da yok. Sosyalistler mülkiyetin bütün problemlere yol açtığını iddia ediyorlar.Kapitalizm mülkiyet üzerine durduğuna göre mülkiyeti kollektif hale getirip sorunu çözeceklerini iddia ediyorlar. Yani şunun gibi, bütün aşk problemlerinin kaynağı sekstir. O halde erkeklerin penisini keselim, problem çözülsün. Atilla Yayla: Bu deyim muhafazakâr kanattan da gelmiştir, sosyalist kanattan da. Sinan Çetin: Vahşi kapitalist deyince biraz daha rahatlanıyor. Hani, mağdur olmakla idare ederiz şeklinde. Kapitalizm iki bin yıllık bir felsefe, bir dünya görüşü. Bunu vahşi, yok pre-kapitalist, yok post-kapitalist falan... bu entel lafları anlamıyorum. Neo-liberalizm lafını da anlamıyorum. Atilla Yayla: Kapitalizm ve Küresel Refah’ta Mario Vargas Llosa’nın makalesini okuduysan çok hoş bir ifadesi var. Çok yeri gezdim dünyada, pek çok liberalle karşılaştım, hiç neo-liberal görmedim diyor. Zaten liberaller kendilerine neo-liberal diye bir etiket bulmuş değildir. Kapitalistlerin veya liberallerin genel bir şansızlığı var. Bu şansızlık Türkiye’de de senin ve benim gibi insanların yakasını bırakmıyor. Bizim etiketimizde de düşmanlarımız tarafından veriliyor ne yazık ki. Sinan Çetin: Bu neo-liberali kim bulmuş? Atilla Yayla: Yine o çevreden çıkan bir şey. Dikkat edersen Türkiye’de “neo” küfür gibi kullanılıyor adeta. Peki gelecekle ilgili birkaç bir şey söyleyebilir misin Sinan? Yani, sanat hayatınla ilgili beklentilerin nedir? Türkiye’de bu piyasa düşmanı, kapitalizm düşmanı kültürel ortamın biraz daha piyasa lehine dönmesini umut ediyor musun? Bu doğrultuda yapmak istediğin, yapmayı planladığın şeyler var mı? Sinan Çetin: Türk kapitalistlerinin tam da Türk sosyalistlerinin dediği gibi işçilerin, işçi sınıfının, bir bilince sahip olmasının gerektiğini söylüyorlar. Aslında çok tuhaf bir alegori ama, bence Türk kapitalisti kendi sınıf bilincine zaten sahip değil. Yani, Sabancı ben solcuyum diye ortaya çıkıyor ve bununla övünüyor. Atilla Yayla: Acaba vicdanını mı rahatlatıyor? Sinan Çetin: Bir burjuvanın kendi sınıf bilincine sahip çıkmaması, aslında, sonuç olarak onu öyle bir noktaya koyuyor ki, kendisine o zaman neo-liberal de dersin, vahşi kapitalist de dersin. Çünkü sonuçta ona, o izin veriyor. Çalışmışsın, bin kişiye iş vermişsin, geceleri uyumamışsın, üniversiteler kurmuşsun, iş yerleri açmışsın... Sen kendini bu gururla, bu alnı açıklıkla savunamazsan... Bu ülkeye çok şey vermiş insanlardan bir çok arkadaşım da var, kendilerini bir gram olsun savunmayıp, hatta kendilerini suçlayan okları hevesle havada kapıp kendi elleriyle kalplerine saplamaya tereddüt de etmiyorlar. Çünkü, sonuçta bu bir bilinç meselesi ve bu bilinci o kadar horluyorlar ki, yani, kendilerini savunmak yerine kendilerine saldıran öbür bilinci destekliyorlar. Atilla Yayla: O zaman şöyle bir sonuca belki varabiliriz. Bu sınıfsal bir bilinç değil, Marxistlerin iddia ettiği gibi; eğer öyle olsaydı, burjuva dediğimiz sınıfın kendi çizgisine sahip çıkması gerekirdi. En azından tarihi bir kategori olarak liberallerin tezlerinin bir çoğu burjuva tarafından dile getirildiğine göre. Bazı ilginç örnekler var. Bir arkadaşın çalışmasından biliyorum. Büyük bir firma fi tarihinde, Yön dergisine bir kaç bin tane abone oldu. Yön dergisi bir zamanlar sol kollektivizmin bayraktarlığını yapan bir dergiydi. Aynı firmanın işçilerinin DİSK’e üye olmalarını teşvik ettiğini de biliyoruz. Bununla ilgili bilgiler başka firmalar hakkında da elde edebiliriz. Şimdi, bunun sebebi ne? Neden Türkiye’de kelimenin gerçek anlamında kendi ayakları üzerinde duran bağımsız bir iş adamları sınıfı yani burjuva ortaya çıkamıyor? Bu ideolojik akrabalıktan mı kaynaklanıyor, yoksa iş dünyasının pratiklerinden mi? Sinan Çetin: Bunun iki nedeni var. Bir tanesi bunların aslında ruhen kollektivist olmaları. Yani, felsefî olarak ruhlarında yaşadıkları, yaptığı işe aykırı olan insanlar. Bunların bin yıllık dinlerden, göçebe topluluktan gelmekten, toplumcu fikirlerle yoğrulmaktan gelen bir tarihsel-felsefik nedenleri var. İkinci neden de, bu insanların; Türk burjuvazisinin devletle beraber zengin olması ve bir taraflarının hep devletçi kalması. Devletin desteğine ihtiyaç olmadan ayakta duran iş adamı sayısı son on yılda gelişti. O da Anadolu sermayesi. Sinan Çetin: Ben Anadolu sermayesindeyim. Ben Kars’tan geldim, Van’dan geldim. Anadolu sermayesinin devletten koptukça gerçek bir burjuva bilincini oluşturacağına inanıyorum. Büyük Türk burjuvazisi devletle birlikte zengin oldu, daha doğrusu devlete sırtını yaslamak zorunda kalarak zengin oldu. Ve bu zenginliğini yine devletle açıklama ve devletle kol kola kalarak kendisini rasyonalize etme ihtiyacı içinde. Bu ihtiyacın bittiği gün zaten adam eğilip kalkıp, büyük bir enerjiyle 24 saat çalışa çalışa, alın teriyle zengin olduğu için yarattıklarının karşılığını savunacak. Devletçi-toplumsal ideolojik saldırıdan kendini kurtaracak ve yaptığı işe sahip çıkacak. Diyecek ki, ben devletten beş kuruş kredi almadım. Benim etrafımı saran kollektivistlerden de beş kuruş yarar görmedim. Ben geceleri gündüzleri uyumadım, on bin insana iş veren bu fabrikayı tırnaklarımla kurdum. Ben bu fabrikaya dokundurtmam. Halbuki, bir çok Türk burjuvası bugün devletin kurduğu fabrikaların sahibi olarak yaşıyor. Onların emeklerini inkar etmek istemem. Ama, devletten kopmadan Türk burjuvazisinin kendi bilincine sahip olabileceğini de sanmıyorum. Atilla Yayla: Burjuvadan halka geçersek, popüler söylemlerde özgürlük çok kullanılan bir kavram ve özgürlüğe karşı olan kimse neredeyse yok. Ama, özgürlük bilgisine, özgürlük felsefesi hakkında etraflı bilgiye sahip olan kişi sayısı çok az ve bu insanların çoğu sıkıntılı. Sinan Çetin: Ne yapmamız gerekiyor? Atilla Yayla: Sadece kendi hayatımızı tanzim etmeye çalışıp yaşamalı mıyız, yoksa bu özgürlük bilgisinin yayılması için bir şeyler mi yapmalıyız? Sinan Çetin: Bir yandan Alturist bir eğilim içine girip özgürlük savaşçısı olmak zorunda kalıyoruz, bir yandan da bana ne milletin kısıtlanmasından ben kendi özgür dünyamı kurayım deyip, benim gibi kendi adalarımızı kuruyoruz. Ben burada Plato Film’de, sevdiğim insanlarla bir ada kurup, özgürce hayatımı idame ettirmeye çalışıyorum. Çünkü, toplumu özgürleştirme mücadelesi belki yüz yıl alacak. Ben o mücadeleyle bütün ömrümü harcayamam. Toplumların özgürleşmesi zaten teorik olarak da biraz zor. Çünkü kalabalıklar özgürlük değil, tutsaklık ve eşitliği seviyorlar. Bir biçimde bu kalabalıkların bir cehennem olduğu fikrini kabul edip kendi komünitemizi, kendi topluluğumuzu yaratıp, kendi arkadaş grubumuzla işimize gücümüze bakmamız lazım. Başka da çare göremiyorum. Atilla Yayla: Peki, buna müsaade edilmezse? Bu ister istemez genel siyasî yapılanmayla ilgili bir şey. Meselâ, yarın bir gün varına yoğuna devlet tarafından el koyulmayacağının bir garantisi yok. Sinan Çetin: Benim hayatım, ailemin hayatı, çocuklarımın hayatı daha önemli. Gidip de kendi hayatımı kuracağım bir yer bulurum. Zaten, bu böyle olursa Türk Devleti en büyük hatasını yapmış olur. Bu ülkenin iş adamlarını, yaratıcılarını, bilim adamlarını, sanatçılarını bu ülkenin dışına kaçırtarak bir şey elde edilemez. Sana bir şey söyleyeyim, her kapatılan iş yeri, yani, bir memur mühür vurup kapatıyor ya, işte o işlem, o memura yolsuzluk ve ödenemeyen maaşlar olarak geri dönecektir. Vergi vergi diye tutturuyorlar ya, vergilerle maaşlarını alıyorlar ya, bu vergileri ödeyen insanların ülke dışına kaçmasının yarattığı sonuçları fark ettikleri zaman, zaten Türkiye’de yaratıcı kimse kalmamış olacak. Yani, o yüzden malımıza da el koyabilirler, canımıza da. Çünkü, devlet onların, yetki onların. Ama bizim de kaçma hakkımız var. Üretmeme hakkımız var, en azında fakir olma hakkımız var. Tamam biz de sizin gibi açız, biz de memur olacağız deme hakkımız var. Atilla Yayla: Bu muhtemelen onları mutlu edecektir. Çünkü önemli olan herkesin aç kalması. Sinan Çetin: Herkes açsa bir eşitlik var demektir. Ne komik! Atilla Yayla: Evet eşitlik var demektir. Sanat dünyasıyla ilgili bir iki bir şey sormak istiyorum. Ben çok sanat dünyasını çok takip eden birisi değilim ama, bu işten anlayan arkadaşlarla konuştuğum zaman şunu söylüyorlar, Türkiye’de genel olarak kültür ve sanat dünyası eski TKP kökenliler tarafından kontrol edilmektedir... Sinan Çetin: Kısmen... Meselâ, bir arkadaşımız var. Kendisi son derece tatlı, dürüst bir çocuk. Maalesef komünist olduğu için övünen bir arkadaşımız ve liberallerin kendisinin en büyük düşmanı olduğunu zannediyor. Atilla Yayla: Sana da karşı düşmanlığı var o zaman. Sinan Çetin: Büyük ihtimalle. Yani, onun kafasındaki hapishaneyi kırmamız, değiştirmemiz... En çok değişim değişim diyen solcu arkadaşlarımızın kendilerini değiştirmekte bu kadar zorlanmaları manidar değil mi? Atilla Yayla: Bugün Türkiye’de sola bakıldığında en tutucu kimselerin burada olduğunu görüyoruz. Burada benim merak ettiğim bir şey var, sen hayatı okuyan bir insansın. Ben bir akademisyenim ama, bir ölçüde de hayatı okumaya çalışıyorum. İşte yayın dünyasındayım vesaire. Bana çok basit gerçekmiş gibi görünen şeyler, meselâ, kollektivist entelektüel arkadaşlara kavranması imkânsız karmaşık olgularmış veya tamamıyla hikayeymiş gibi gözüküyor. Meselâ bir şey üretilmezse yoktur. Fakat bu çizgideki arkadaşlar üretimin üzerinde durmadan, üretilmese de varlığın dağıtılması gerekmektedir diyebiliyorlar. Belki de tuhaf gelecek sana, iktisat hocalarının da önemli bir bölümü böyle düşünüyor. Anlı şanlı bazı arkadaşlar da böyle düşünüyorlar. Bunun acaba sebebi ne olabilir? Sinan Çetin: Ben buna o kadar çok rastlıyorum ki. Onların odak noktasındaki kelime “paylaşımcılık”. Peki, kim üretiyor kardeşim? Neyi paylaşacaksınız? Üreten, değer yaratan insanın paylaşmadığını iddia ediyorlar ve o yüzden üreten insanın ürettiklerinin paylaşılması gerektiği fikrindeler. Sorun şu, kim üretecek? Bu soruyu atlayıp devam ediyorlar. Paylaşmak, o kadar güzel puan toplayan bir kelime ki. Paylaşalım, bölüşelim, üleşelim, mutlu olalım... Fakat şimdi, şu soruyu sormayınca bu fikir çok güzel duruyor. Kimin ürettiğini paylaşıyorsun? Hanginiz ne ürettiniz de paylaşıyorsunuz? Siz talancı mısınız? Buyurun siz üretin, bir fabrika açıp çalışın gece gündüz, bu fabrikaya yüzlerce işçi alın, o zaman o işçileri çağırın, maden sosyalistsiniz, o işçilere deyin ki ürettiklerimizi sizinle paylaşıyoruz. Buna kimse bir şey demiyor. Bu arkadaşların paylaşalım dediği iki şey var. Birincisi, devleti paylaşalım. Lafı kazıyınca ortaya çıkan şey şu, devlet bizim olsun, biz yiyelim. Aslında biz onu paylaştıralım. Adları ne olursa olsun. Sonuç olarak hepsi kollektivist. İkincisi ise, bu kapitalistler insanları galiba çok sömürüyorlar, onların sömürdüklerinden de çok vergi alalım. Ana fikir olarak bu iki madde var. Yani, onlar hiçbir şey üretmeyecek,sadece paylaşacaklar. Paylaşımcılığı da savunanlar sorgulanmadan güzel insanların kalplerine gömülecekler. Acı dolu kalpler tarafından kucaklanacaklar. Adam paylaşalım diyor, kötü bir şey demiyor ki. “Paylaşım “ kelimesinin arkasına çok kolay. Atilla Yayla: Üretimden bağımsız olarak paylaşalım hikayesi tuhaf bir filozofa ait bir fikir. Bu filozof bir yönüyle de özgürlükçü bir filozof, bir yönüyle de sosyalist bir iktisatçı olan John Stuart Mill. Mill diyor ki, üretim kanunları tabiat kanunlarıdır. Onlar üzerinde tartışmaya gerek yok, gelin biz bölüşümü konuşalım ve bölüşümü istediğimiz değerlere göre yapalım. Sinan Çetin: Çok yanlış. Atilla Yayla: Stuart Mill’in yanıldığı daha sonra ortaya çıkmıştır. Çünkü, bölüşümle üretim aynı anda yapılmaktadır. Kapitalizm de aslında kendisine göre bir paylaşma mekanizması. Üretilen her şey sadece üreticisine kalmıyor. Sinan Çetin: Kefenin cebi yok demiş Türkler. O kadar güzel bir laf ki bu. Şimdi işadamı sağmal inek. Adam çalışıyor, ediyor. O sütü vücudunda tutamazsın gelip biri sağacak. Yani, bir adam ne kadar çok çalışırsa çalışsın elde ettiği serveti yeme imkanı sınırlı. Her kazandığı şey aslında bu toprağa serpilmiş yeni tohumlar oluyor. Adam kazandığı parayı, kendi ülkesine dağıttığı, fabrikalar kurduğu, tohumlar attığı süre içinde zaten orada diğer sosyalist arkadaşlar da o fabrikada çalışıp ekmek yiyorlar. Problem ise şurada, Türk Devleti bu arkadaşları da kaçırdı. Millet şimdi Bulgaristan’a, Romanya’ya falan gidiyor. Basın, televizyon, üniversite ve devlet bürokrasisi el birliği edip bu insanları, bu ülkeden kaçırtıyor. Trajik olan; bu görülmediği için kendileri dahil bir çok kişinin aç kalacak olması. Atilla Yayla: Peki, kapitalizmi savunan insanların şöyle bir söylem değişikliği yapması mantıklı olmaz mı, genellikle senin de bu söyleyişi boyunca ağırlıklı olarak vurguladığın gibi kapitalizmi savunanlar üretim üzerine, yaratmak üzerine, değiştirmek üzerine vurgu yapıyorlar. Halbuki kitlelerin büyük bir bölümü dağıtımı önemsiyor, paylaşmak istiyor. Meselâ, sosyalizmin fakirliğe karşı bir mücadele olduğunu tarihin gördüğü en büyük açlık üreticisi olmasına rağmen iddia ediyor. Kapitalizmin ise fakirlerin düşmanı olduğu söyleniyor. Belki, söylem değişikliği yapıp, fakirleri korumak için, zenginliği daha âdil ve daha yaygın bir şekilde “dağıtmak” için... Sinan Çetin: Valla çok net bir şey söyleyeyim, kapitalizm fakirler için daha çok gereklidir. Atilla Yayla: Ben de aynı fikirdeyim, ama, bunu nasıl anlatacağız? Sinan Çetin: Bunu hayat anlatacak, görecekler. Görmeyeceklerse de görmeyecekler. Çünkü, sonuç olarak, kapitalizme karşı dövüşen fakirlerin aslında kendi ekmek paralarıyla, kendi işleriyle dövüştüklerini gördükleri bir gün gelecek. Yani, fabrikatör yoksa fabrika da yoktur. Fabrika olmayınca işçi de yoktur. Çok basit. Atilla Yayla: Fabrika oluyor tabiî ki, ama, iktisadî rasyonalite meselesi zannediyorum olması gereken. Sinan Çetin: Fabrikatör diyelim işte o yüzden. Yani, fabrika olmayınca fabrika olmaz, fabrika olmayınca işçiler olmaz. İşçiler de eğer iş istiyorlarsa, fabrikatörün onlar için çalıştığını görmeleri lazım. Bu kadar net bir bilgi var ortada. Bu yüzden solcu aydınlar, işçilerin patronlarını neden sevdiğini bir türlü anlamazlar. Atilla Yayla: Yani kanunî düzenlemelerle fakirlik probleminin düzelemeyeceği, işçilerin iş bulmasının sağlanamayacağı, bunun daha ziyade yatırım yapılmasına yani, özel teşebbüs tarafından, işletmeciler tarafından yatırım yapılmasına bağlı olduğuna anlatmanın bir yolunu bulmak lazım. Bu doğrultuda çalışan birkaç yazar var, bir örnek vermek istiyorum, kollektivist terminoloji geliştirmekte son derece usta, biz serbest ticaret diyoruz onlar adil ticaret diyor. Adil ticaret aslında serbest ticareti engellemenin iyi bir yöntemi... Sinan Çetin: Siz liberal diyorsunuz, onlar neo-liberal. Atilla Yayla: İngiltere’de bir şey gördüm ben, meselâ, ırkçılığa karşı dövüşün, ayrımcılığa karşı dövüşün, özelleştirmeye karşı dövüşün diyor. Bu aynı zamanda bir dezenformasyon taktiği. İlk ikisinin negatif itibarından, üçüncüsünü de yararlandırmaya çalışıyor. Irkçılık kötü bir şeyse, ayrımcılık kötü bir şeyse, diğeri de kötü birşeydir. Mario Vargas’a fırsat bulursan bak, dikkat çekici bir yazardır. Galiba, kapitalizmi, liberalizmi savunanların şunu yapması lazım, bu Allah’ın belası kapitalizm dediğimiz şeyin fakirlerin en çok lehine olan bir sistem olduğunu anlatmamız lazım. Çünkü, kapitalizm zenginlik üretmektir. O kadar çok zenginlik üretmektir ki, fakirlerin aldığı miktar nisbeten düşük olsa bile, bu, işte, eşitlikçi kollektivist sistemlerden fazla olmaktadır. Sen bir sanatçı olduğun için belki bunun daha iyi bir yolunu bulabilirsin diye düşünüyorum. Çünkü, ben bir akademisyen olarak üniversite öğrencesine hitap etmeye muktedirim, sen daha geniş kitlelere hitap etmeğe muktedirsin. Belki de bunların üzerinde biraz daha düşünmemiz lazım. Bu da ayrı bir yaratıcılık gerektirir tabiî ki. Sinan Çetin: Ben bu konuda o kadar iyimser değilim. Eskiden, gençken, liberalizmin, kapitalizmin insanlığa bir zenginlik ürettiğinin farkına vardığımda bu fikri heyecanla anlatmaya koyulmuştum. Ama şimdi, o kadar uğraşacak hâlim kalmadı. Sonuç olarak insanların kafalarına şırıngayla bilinç vermenin mümkün olmayacağına, herkesin kendi aklıyla bu işi çözdüğüne hatta yavaş yavaş da çözüldüğüne inanıyorum. Yani, bir adam bir iş yerinde çalışıyorsa, o iş yeri içerisinde iyi olmak zorunda olduğunu, iyi olursa para kazanacağını hayat ona bir mesaj olarak zaten sunuyor. Bunu bir bilinçle yapsa da olur, bilinçsizce yapsa da olur. Herkesten de zaten aynı bilinci beklemiyorum. Atilla Yayla: Şu belki yapılabilir, meselâ, ben öğrencilerine yapıyorum, hayatınızda yeri olan hayatınızı rahatlatan zenginleştiren markaları sayın diyorum. Ondan sonra bu markaların hangisinin devletlerce yaratıldığını bana söyleyin diyorum. Bu bir anlatma yoludur. Ama, zannediyorum, mesajın sürekli verilmesi gerekiyor. Bu da yorucu bir çaba. Sinan Çetin: Yazık sana. Atilla Yayla: Ayrıca buna da “değer mi?”, o da ayrı bir tartışma. Sinan Çetin: Değer değer. Senin işin o. Ben de aslında senin asistanın olarak çalışıyorum. Atilla Yayla: Çok teşekkür ediyorum. Galiba bu kadar yeter. Bütün özgürlükçüler adına teşekkür ediyorum. Sinan Çetin: Ben teşekkür ederim. Ek: 10 Merkezi Hollanda Den Haag’da Postbus 16440 - 2500 BK adresinde bulunan ve amacı Üçüncü Dünya ülkelerindeki sosyal amaçlı projelere destek vermek olan, finansmanı Avrupa Birliği tarafından sağlanan CORDAID’in destek olup finanse ettiği Türkiye faaliyetlerinden bazıları s Liberal Düşünce Topluluğu tarafından 2002-2003 yılları arasında “gelecekte siyasî ve bürokratik süreçlerde görev almaya talip gençlerin bu yönde yetiştirilmesi, onlara özellikle demokrasi ve siyaset bilimi alanında teorik dersler yanında pratik dersler vererek bilgi, tecrübe ve uzmanlık kazandırılması amacıyla düzenlenecek bir dizi seminer ve proje gruplarından oluşan Demokrasi Okulu” isimli bir program yürütülmüştür. Demokrasi Okulu Programı ayrıca, Ankara dışında, Konya, Samsun ve Sivas’ta da gerçekleştirilmiştir. Bu proje tamamlanmış olmakla birlikte, Liberal Düşünce Topluluğu, ileriki zamanlarda da yerel sivil inisiyatifler ve üniversitelerle işbirliği yaparak bölgesel demokrasi okulları düzenlemeyi planlamaktadır. s Yine Liberal Düşünce Topluluğu tarafından 2001 yılında “Dernekleşme Özgürlüğü” projesi yürütülmüştür. “Günümüzde, demokrasinin tesisinde ve sürdürülmesinde sivil toplum kuruluşlarının vazgeçilmez bir yeri olduğu konusunda genel bir mutabakattan söz etmek mümkündür. Bu çerçevede, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Avrupa Birliği’ne üyeliği sürecinde, pek çok yasal düzenlemenin yanında, dernek yasalarının da uluslararası standartlara kavuşturulması öncelik kazanmaktadır. Liberal Düşünce Topluluğu, bu proje çerçevesinde, Türkiye’de dernekleşme özgürlüğünü teşvik etmeyi, dernekleşme özgürlüğünün önündeki sınırlamalara dikkat çekerek, yasal ve anayasal koruyucularını kuvvetlendirmeyi ve muhtelif engelleri kaldırmak için çözüm önerileri geliştirmeyi öngören bir önrapor hazırlamıştır. Bilahare bu raporun sunulduğu ve rapor çerçevesinde dernekleşme özgürlüğünü düzenleyen normların ele alındığı ve bu alanda yapılması gereken reformun niteliğinin muhtelif boyutlarıyla tartışıldığı bir konferans düzenlemiştir. Bu konferansın ardından nihai bir Dernekleşme Özgürlüğü raporu yayınlanmıştır.” (Buna ilişkin rapor http://www.liberaldt.org.tr/files/derneklesme_raporu.pdf adresinde görülebilir.) s Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı Şirketi (BTC Şirketi) tarafından Kars’ta 2003 yılında köylerde hijyen eğitimi projesi başlatıldı. CORDAID, şirketin toplumsal yatırım programı faaliyetlerini desteklemek üzere, köy kadınları, ergenlik çağındaki kızlar ve ilkokul öğrencilerine yönelik hijyen eğitimi için 13.000 $ sağladı. s CORDAID, Başkanlığını Yüksel Selek’in yaptığı Kadınlarla Dayanışma Vakfı’nın (KADAV) da destekçisidir. Vakıfın, bugüne kadar olan faaliyetlerine finansal destek sunan diğer kuruluşlar arasında American Friends Service Committee (AFSC), NGO Kobe, UMCOR, ECHO-Mercy Corps, İstanbul Hollanda Konsolosluğu ve Başbakanlık Teşvik Fonu SRAP Programı da vardır. s CORDAID, Anafilya Vakfı’nın Van’daki ilköğretim okullarına Doç. Dr. Abdurrahman Aksoy’un faaliyetleriyle yaptırdığı ünitelerin destekçisidir. s Van Yüzüncü Yıl Üniviversitesi tarafından 1999 yılında Bitlis Valiliği’nce desteklenen Aygır Gölü’nde (Adilcevaz/BİTLİS) Ağ Kafeslerde Gökkuşağı Alabalığı (Oncorhynchus mykiss) Yetiştiriciliği projesine TÜBİTAK ile birlikte CORDAID (proje no. H-333/1073) de katılmıştır. s T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü’nün duyurduğuna göre KADAV tarafından Kocaeli Köseköy’de yaptırılan Yeni Adım Sitesi’nin 2003 yılındaki açılış töreninde Devlet Bakanı Güldal Akşit de katılmış ve konuşmasında desteğinden dolayı CORDAID’e teşekkür etmiştir. s CORDAID, Iğdır’da açılan AB destekli Kadın Toplum Merkezi’ni de finanse etmiştir. Örgütün yönetim kurulu başkanlığını yürüten ve aynı zamanda Hollanda Hıristiyan Demokrat Partisi (CDA) kadın kolları komisyon üyesi de olan Iğdırlı Fatma Aktaş, konu ile ilgili olarak Iğdır’da belediye düğün salonunda kalabalık bir topluluğa konuşmuş ve 4 yıllık bir çalışma sonunda Iğdır ve Nahçıvan’ı kapsayan rapor hazırladıklarını, Cordaid’in vasıtası ile Iğdır’da böyle bir merkez açmayı uygun gördüklerini belirterek şunları söylemiştir: “4 kişilik Hollandalı ekiple bir haftadır Iğdır’dayız. Şimdilik sadece bir bina kiralayarak merkezimizi oluşturduk. Bu proje Iğdırlı kadınların desteği ile faaliyet gösterecek. Bu projede çalışmak isteyen sivil inisiyatifli insanları eğitim amaçlı olarak 3-6 aylık zaman dilimlerinde Hollanda’ya götüreceğiz. Kuruluşumuz kadınlarımızın bilinçlendirilmesi konusunda yoğun çalışma içerisinde olacak. Bütçe olarak ilk yıl için 55 bin Euro ödenek ayrıldı. Projelerin işlemesine göre destek artacak.” s “Herkes için eşit ve ulaşılabilir yaşam” şiarını öne süren ve “yoksullaşan insan topluluklarının, etkin katılımları ile öznel sorunlarına yönelik çözüm geliştirebilme olanaklarını teşvik eder. İhtiyaç alanları etrafında sivil toplum kuruluşu, kooperatif, iktisadi işletme, vakıf gibi kuruluşlar kurarak ve/veya olan kuruluşlarıda yönlendirerek birleşmelerini” desteklemeyi hedeflediğini söyleyen Ulaşılabilir Yaşam Derneği’nin (UYD) Tunceli Kırsal Kalkınma ve Bingöl Psiko - Sosyal Destek Projeleri de CORDAID tarafından finanse edilmiştir. s Adapazarı Büyükşehir Belediyesi de İtfaiye Teşkilatı’nın eğitimi için gerekli finansmanı CORDAID’den almış ve çalışmalar ICET Eğitim Organizasyonu bünyesinden Uluslararası Eğitmen Charles Mc Clung tarafından yürütülmüştür. CORCAID’in yanı sıra, Fikret Başkaya’nın deyişiyle “Emperyalizmin Yeni Gözdeleri STK’lar” (Sivil Toplum Kuruluşları) ile Türkiye’deki çeşitli kuruluşlar, şirketler ve kamu kurumlarını finansmanla destekleyerek etkinlikte bulunan “insani yardım” etiketli örgütlerin önde gelenleri şunlardır: 1. Action by Churches Together: Protestan, Anglikan ve Ortodoks Kliselerinin dünya çapındaki koalisyonu. 2. Adventist Development & Relief Agency (ADRA): ABDmerkezli uluslararası insani yardım örgütü. 3. American Friends Service Committee: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 4. American Jewish Joint Distribution Committee: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 5. American Jewish World Service: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 6. AMURT: İsviçre merkezli uluslararası insani yardım örgütü 7. Baptist World Aid: Baptist World Alliance (BWA)’nın uluslararası insani yardım ve gelişme kolu 8. Brother’s Brother Foundation: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 9. Caritas: konfederasyonu Merkezi Vatikan’da bulunan Katolik kuruluşların uluslararası 10. Catholic Medical Mission Board (CBMM): Katolik Klisesi tarafından desteklenen ABD merkezli, uluslararası tıbbi yardım örgütü 11. Christian Reformed World Relief Committee (CRWR): Kuzey Amerika Hristiyan Reform Klisesi tarafından desteklenen, ABD merkezli uluslararası yardım örgütü 12. Church World Service (CWS): Kilise tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 13. Direct Relief International: ABD merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 14. Enfants du Monde-Children of the World: Kanada Merkezli uluslararası yardım kuruluşu. Amacı kimsesiz kalmış çocukları, ailelerle eşleştirmek 15. Episcopal Relief & Development Fund: Kilise tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 16. European Commission Humanitarian Office (ECHO): Avrupa Birliği’nin insani yardım kolu. 17. HELP-Hilfe zur Selbsthilfe: Almanya merkezli uluslararası insani yardım örgütü. 18. Interaction: 160’dan fazla Amerikan insani yardım örgütünün koalisyonu 19. Interchurch Medical Assistance, Inc. (IMA): ABD merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 20. International Aid: Kilise tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 21. International Blue Crescent (IBC): Türkiye merkezli uluslararası insani yardım örgütü 22. International Federation of Red Cross & Red Crescent Societies (IFRC): Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Federasyonu. Merkezi İsviçre. 23. International Orthodox Christian Charities (IOCC): Ortodoks Klisesi tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 24. Islamic Relief: İngiltere merkezli uluslararası insani yardım örgütü 25. Japan International Cooperation Agency (JICA): Japonya Uluslararası Yardımlaşma Örgütü 26. Kessa Dimitra Center of Strategic Planning for Development: Yunanistan merkezli uluslararası insani yardım örgütü 27. Lutheran World Relief (LWR): Kilise tarfından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 28. MAP (Medical Assistance Programs) International: ABD merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 29. Medecins du Monde-Doctors of the World: Fransa merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 30. Medecins Sans Frontiers-Doctors Without Borders (MSF): Belçika merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 31. Memisa: Hollanda merkezli uluslararası insani yardım örgütü 32. Mercy Corps International: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü. 33. Northwest Medical Teams International (NWMTI): ABD merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 34. Operation Mercy: İsveç merkezli uluslararası insani yardım örgütü 35. Operation USA: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 36. Project Hope (The People-to-People Health Foundation): ABD merkezli uluslararası tıbbi yardım örgütü 37. Relief International (RI): ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 38. Salvation Army World Service (SAWSO): Salvation Army’nin maddi ve teknik destek birimi. Merkezi ABD. 39. Save the Children Federation: İngiltere merkezli uluslararası çocuk yardım örgütü. 40. Shanti Volunteer Association (SVA): Japonya merkezli uluslararası insani yardım örgütü 41. US Agency for International Development: ABD Hükümeti’nin uluslararası yardım kurumu 42. United Methodist Committee on Relief (UMCOR): Metodistler tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 43. United Way International: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 44. World Concern: ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 45. World Relief: Klise tarafından desteklenen ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü 46. World Vision (WVI): ABD merkezli uluslararası insani yardım örgütü Yukarıda listelenen Sivil Toplum Kuruluşları arasında Türkiye merkezli uluslararası insani yardım örgütü International Blue Crescent (IBC-Uluslararası Mavi Hilal İnsani Yardım ve Kalkınma Vakfı) da yer almaktadır. 2000 yılında kurulan vakıf, amaçlarını “Türkiye ve Dünya da insanlığın karşılaştığı savaş, deprem, sel vb. doğal ve insani felaketlerin yol açtığı gıda, sağlık, barınma ve diğer acil ihtiyaçlarının giderilmesi konularında insani yardımlarda bulunmak; Bu gibi durumlarla karşılaşan insanların acil ihtiyaçlarının giderilmesinin ardından eğitim, sağlık, altyapı vb. konularda yaşamın sürdürülebilmesi ve yeniden yapılanmasına katkıda bulunacak kalkınma projelerini temin etmek ve uygulanmasını sağlamak konusunda her türlü çalışmayı planlamak ve yürütmek; Bütün bunların gerçekleştirebilmesi için ulusal ve uluslararası alanlarda gerekli hazırlıkları yapmak, ilgili kuruluşlarla ilişki kurmak ve gerekli organizasyonları sağlamak” şeklinde açıklamaktadır ve “Kuruluşundan günümüze; yurtiçi ve yurtdışında gerek kendi imkanları, gerekse Birleşmiş Milletler, diğer uluslararası kuruluşlar ve Sivil Toplum Kuruluşlarıyla anlaşmalar yaparak ortak hareket eden Vakfımız, insanlığın yararına önemli çalışmalar yürütmüş ve yürütmeye devam etmektedir” demektedir. Vakfın yönetiminde örneğin Başkan Yardımcısı Muzaffer Baca gibi Mülkiye kökenli ve “Türkçü-Milliyetçi” eğilimli bir yazar (Namık Kemal Zeybek, Erol Altunoğlu, Ziya Başkan, Feyzullah Budak, Altemur Kılıç, Mustafa Kahramanyol, Kürşat Zorlu, Hamdi Mert, Yalçın Özkan ile birlikte Ay Gazete’de yazmaktadır) bulunmaktadır. Ama işin ilginç yanı IBC de Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı ile ilgilenmektedir. Vakıf tarafından, BTC Konsorsiyumu tarafından ihaleyle duyurulan Boru Hattı Çevresindeki yerleşim birimlerinin kalkındırılmasına yönelik proje çağrısına başvurma kararı alınmış ve bu çerçevede Ardahan İlinin kalkınması için proje hazırlanıp sunulması kararlaştırılmıştır. Vakıf proje grubu Ardahan’ı ziyaret ederek Valilik, Posof, Hanak, Damal kaymakamlıkları ve belediye başkanlarıyla birlikte bölgenin kalkındırılması için ortak bir proje hazırlamış ve projeyi BTC konsorsiyumuna sunmuştur. Proje başarılı bulunup Ardahan için 2003-2005 döneminde BTC tarafından 900 bin dolar kaynak vakıf vasıtasıyla kullanıma sunulmuştur.Vakıf, Maliye Bakanlığına başvurarak bu proje için KDV muafiyeti almıştır. Muafiyet BTC ile Türk hükümeti arasındaki protokol çerçevesinde temin edilmiş ve Ardahan İli Kalkınma Projesi çerçevesinde 2003 yılında çeşitli faaliyetler gerçekleştirmiştir. Öte yandan vakıf, Irak ile de ilgilidir. Irak’taki savaşın başlamasının ardından Kuzey Irak’ta mağdur durumdaki Türkmenlere yardım için vakıf harekete geçmiş ve gelen yardım taleplerini işbirliği protokolü imzaladığı merkezi Ankara’daki Türkmeneli Kültür ve İşbirliği Vakfı aracılığıyla Kuzey Irak’a ulaştırmaya başlamışır. Bu çerçevede Almanya ve ABD’deki kuruluşlar Malteser, Americares ve Adra ile işbirliği yapmıştır. 2004 yılı sürecinde de faaliyetlerini genişleten vakıf, yine Bakü-TiflisCeyhan Boru Hattı BTC konsorsiyumundan Kahramanmaraş ilinin Toplumsal Kalkınma Projesi için destek istemiş, Ardahan’daki çalışmalarına Avrupa Birliği ihalelerine katılarak yenilerini eklemeyi hedeflemiştir. Öte yandan da Erzincan Refahiye ilçesi kaymakamlığıyla ortak bir kalkınma çalışması başlatmıştır. Ne ki, vakıfın “Türkçü-Milliyetçi” eğilimli yöneticisine karşın işbirliği içinde olduğu uluslararası örgütler şöyle sıralanmaktadır: Action Aid India - (Hindistan) ADRA Adventist Development and Relief Agency - (ABD) AJWS American Jewish World Service - (ABD) CIDA Canadian International Development Agency - (Kanada) Canadian Relief Foundation - (Kanada) CRS Catholic Relief Services - (ABD) Feed The Children (USA) DRF International Development And Relief Foundation - (Kanada) IPC International Protestant Churches - (ABD) Islamic Relief - İngiltere, SDCA Swiss Development and Cooperation Agency (İsviçre) UMCOR United Methodist Committee on Relief - (ABD) Worldcare - (ABD) Vakfın yardım kampanyalarına ayni ve nakdi katkıda bulunarak destek verenler arasında da şunlar bulunmaktadır: Ankara Protestan Kiliseleri Yardım Grubu Gemini Foundation - HSBC (İngiltere) Huntsman Corporation (ABD) OEM General Electric (ABD) Reuters Foundation (İngiltere) Trocaire (İrlanda) Şu günlerde de yoğun çalışmalarda bulunan vakıf, Sivil Toplum Kuruluşlarının eğitimiyle ilgili bir merkez kurmayı ve yönetimine Prof. Dr. Ahmet Mete Işıkara’yı getirmeyi planlamaktadır. Ek: 11 Fikret Başkaya: Emperyalizmin Yeni Gözdeleri: STK’lar Sömürü, baskı, zulüm, toplumsal eşitsizlik, adaletsizlik, ekseri sanıldığı gibi sadece zora, çıplak şiddete dayanmaz. Egemenlik esas itibariyle ‘gönüllü köleliğe’ veya ‘gönüllü kabullenmeye dayanır. En azından sömürü ve baskı düzeninin sürdürülmesinde ‘gönüllü köleliğin’ başat işlev gördüğünü söylemek mümkündür. Gönüllü kölelik de ezilen ve sömürülenlerin egemen (veya resmi) ideolojiyi içselleştirmeleri demektir. Başka türlü söylersek, egemen ideolojiyle insanların bilinci sömürgeleştiriliyor. Bilindiği gibi egemen ideoloji, kavramlar, sözcükler, söylemler ve kurumlarla oluşturuluyor. Bilincin sömürgeleştirilmesi için de ‘aydın’ denilenler, yazarlar, uzmanlar, bilim erbabı, şimdilerde think tank kuruluşları ve Nobel ödüllü iktisat profesörleri seferber ediliyor. Bir bütün olarak bu taifenin misyonu, yalanı gerçek, yanlışı doğru, kötüyü iyi, vb. ‘gibi’ göstermektir. Velhasıl bunların misyonu marksist anlamda ‘yanlış bilinç’ yaratmaktır. Tam da neoliberal saldırıyla sivil toplumun etkisizleştirilmek istendiği bir dönemde bizde Sivil Toplum Kuruluşları (STK) denilen kuruluşların yüceltilmesi boşuna değildir. Neoliberal saldırı her seferinde daha çok insanı işsiz, aç, korumasız bırakıp dışlıyor, marjinalleştiriyor. Neoliberal devlet insanların yaşamına dair hiçbir sorumluluk almaya yanaşmıyor. Zabıta işi hariç neredeyse herşeyden elini çekiyor. ‘Herkes başının çaresine baksın’ anlayışıyla hareket ediyor. Gerçek anlamda sivil toplum örgütü sayılması gereken kurum ve kuruluşları yıpratmak, etkisizleştirmek üzere sinsi ve/veya açık bir saldırı söz konusuyken, sivil toplum söyleminin ön plana çıkarılması ve içi boş kuruluşlara milyonlarca, milyarlarca dolar aktarılması boşuna değildir. Neoliberal ekonomik ve sosyal politikalarla her geçen gün yoksulların sayısı artarken, yoksullukla mücadele eden NGO’lara milyarlarca dolar aktarılıyor. Artık Dünya Bankası literatüründe kalkınma kavramı kullanılmıyor, onun yerini yoksullukla mücadele almış görünüyor. İnsanlar içine sürüklendikleri çaresizliğin asıl nedenini anlamasınlar diye bilimsel dedikleri çalışmalar finanse ediliyor. Tartışılması gerekenin tartışılmasını engelleyen kurum, kuruluş ve kişiler muteber sayılıp ödüllendiriliyor. Sistemi aşmaya yönelik kurum ve kuruluşlar da parasal desteklerle ‘ehlileştirilip’ içleri boşaltılıyor veya doğrudan yenileri kurduruluyor. Her gün bir taraftan insan haklarının, sivil hakların daha çok ihlâl edilmesine uygun bir ortam yaratılırken insan haklarından çok söz ediliyor. Bu amaçla STK’lar kurduruluyor, bunlar destekleniyor. Bu durum yoksulluğun ‘hayır kurumlarına’ ihale edilmesine benziyor. XIX’uncu yüzyılda kapitalist patronlar işçileri, kadınları, çocukları akıl almaz bir vahşetle sömürürken, eşleri kibar hanımefendiler kimsesiz çocukları koruma dernekleri kurarlardı. Bu tür girişimler arttıkça sokağa atılan çocuk sayısı daha hızlı artıyordu elbette. Bizde ‘Yardım Sevenler Derneği’ gibi kuruluşların şimdilerde yaptığı gibi... Gerçek anlamda eleştirel çabaların önünü kesmek için yeni bir ‘araştırmacılar’, ‘proje yöneticileri’ katmanı türetilmiş durumda. Projelerin neye dair olacağına, nasıl yapılacağına emperyalist ülkelerdeki vakıflar, dernekler, kurumlar, vb. karar veriyor. Bu amaç için milyonlarca, milyarlarca dolar harcanıyor ama bir şartla: Olup-bitenlerin kimin için ne anlama geldiğini tartışmamak, tartıştırmamak... Söz konusu STK’lar veya NGO’lar siyasete karışmadıklarını söylüyorlar. Aslında siyasete karışmamak diye bir şey olamayacağına göre, bununla söylenmek istenen şu: Bizim misyonumuz olup-biteni meşrulaştırmaktır... Neoliberal barbarlığı ve vahşeti normal, olağan, zorunlu bir şey olarak sunmaktır. Velhasıl söylenmek istenen şu: Küreselleşme önüne geçilemez bir süreçtir, çokuluslu şirketlerin gücüne karşı durulamaz, öyleyse ‘gerçekçi olmak gerekir’. Olup-bitene itiraz etmek yerine ona ‘uyum sağlamalıyız’, öyle boyumuzdan büyük işlere burnumuzu sokmamalıyız. ‘Mikro projelere’ yönelmekten başka seçenek yoktur... O zaman yapılacak şey de netleşiyor. Bir taraftan emperyalist sistem her seferinde açların sayısını artırıp, açlıkla değil açlarla mücadele ederken, diğer yandan da STK’lar, NGO’lar şu köye su götürüyor, sağlık kliniği açıyor, bu semtte dokuma tezgahları açıyor, ötede ‘yeni tarımsal ürünlerin’ denemesi yapılıyor. Bunlara cafcaflı isimler de bulunuyor: Alternatif tarım gibi... Bir NGO sokak çocukları için ‘projeler geliştirirken’ bir Think tank (ki ben bunlara yalan üretme dükkanları demeyi yeğliyorum) da şu önemli sorun üzerine ‘derin bilimsel araştırmalar’ yürütüyor... Tabii hepsinin parası da aynı kaynaktan veya kaynaklardan gelmek kaydıyla “Gerçekçi olmak” denilen aslında gerici olduğunu gizlemek içindir. Oysa, Murray Bookcin bu konuda aynı fikirde değil ve şöyle diyor: “ Geçekçi olun ve imkansızı gerçekleştirin, çünkü imkansızı gerçekleştiremezsek düşünülemez olanla karşı karşıya geleceğiz.” Aslında politikaya karışmıyoruz diyenler bal gibi birilerinin politikasının aracıdırlar. Şimdilerde açlıkla mücadele ettiklerini söyleyen ve açlıktan beslenen oldukça geniş bir ‘açlıkla mücadele bürokrasisi’ oluşmuş durumda. Aynı Hıristiyan misyonerlerin vaktiyle yaptıkları gibi... Bunlar aç bırakılan insanlara onları aç bırakanlar tarafından verilen paraları dağıtıyorlar ama kendi durumları açlarınkinden farklı. Lüks bir yaşam sürüyorlar, lüks otellerde konaklıyorlar, çok yüksek ücret alıyorlar... Ve açlık kazandırıyor... Bu aşamada Ghandi’yi hatırlamamak olmaz. Ghandi: “ Yoksulları rahat bırakın”...demişti. Ne yapmalarını isterdiniz? Onlar işlerini yapıyorlar. Meslekleri bu... Bir de bunlara ‘gönüllü kuruluşlar’ diyorlar... Başta emperyalist devletler olmak üzere, devlet ve büyük sermaye (çokuluslu şirketler) insanların kapitalist yağma düzenine yönelik öfkesini, kinini ve tabii mücadele azmini ve şevkini kırmak, sistemin mantığının ve işleyişinin tartışılmasını ve anlaşılmasını önlemek için milyonlarca, milyarlarca dolar harcıyorlar ama bu paralar doğrudan şu devletten bu STK’ya (NGO’ya) verilmiyor. Devletin yapmak istediği bir şeyi sözde ‘bağımsız’, ‘özerk’ bir kuruluşa yaptırması oldukça yaygın bir durumdur. Devlet veya çokuluslu şirket paraları önce bir vakfa, derneğe veya enstitüye aktarıyor. Bunlar da katı kurallar koyarak paraları kimi projelerde kullanılmak üzere Üçüncü Dünya ülkelerindeki NGO’lara ( STK’lara) aktarıyor. Böylece toplum ‘apolitize edilmek’, ‘depolitize edilmek’ isteniyor. Parayı verenin yönetmesi kuraldır ve Fransızca bir deyim: finanse eden yönetir şeklindedir. 1980’lerin ortalarından bu yana, başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler kapitalizme ve emperyalizme yönelik mücadeleyi etkisizleştirmek üzere önemli miktarda finansman sağlıyorlar. Yazık ki, bu konuda oldukça başarılı oldukları da bir vakıadır... James Petras, sol örgütlerin bu yolla nasıl ‘ehlileştirilip’ sömürü düzeninin bir parçası haline getirildiklerine dair Latin Amerikayla ilgili bir anektot naklediyor: “ Santiago Araştırma Enstitüsünün direktörü taşradan gelmekte olan annesini karşılıyor. Yeni Peugot’suyla annesini hava alanından alınca annesi soruyor: “ Bu güzel arabayı nereden aldın?” “ Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için arabaya ihtiyacım var”. Villalarla dolu bir bölgedeki oğlunun evine yaklaşınca anne soruyor: “Bu güzel evi nerden aldın?” Oğlu cevap veriyor: “ Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için yaptığım araştırmada bu eve ihtiyacım var”. Yemek odasına giriyorlar ve anne deniz ürünleri, tavuk, salatalar ve iyi bir kadeh şarapla donatılmış sofrayı görünce şaşırıyor, “ Pekâlâ bu yemeğe nasıl ulaştın?” Cevap: “Enstitü ödedi, diktatörlüğü yıkmak için bu yemeğe ihtiyacım var.” Bunun üzerine anne kafasını kaşıyor ve şu nasihati veriyor: “ Dikkat et ki, kimse diktatörlüğü yıkmasın, yoksa sen bütün bunları kaybedersin...”1 Gerçek anlamda ‘sivil toplumdan’ söz edebilmek için canlı bir siyasal-ideolojikentellektüel mücadele ortamı gereklidir. Oysa, yapılanlar ve yapılmak istenenler tam da toplumu siyasetten ‘yalıtma girişimidir’. Bu yüzden içi boş örgütler ve içi boş kavramlar piyasaya sürülüyor. Amaç insanları kolay güdülsünler diye sürüleştirmektir. Eğer insanlar başkaldırıyorlarsa tarihin öznesidirler ve tarihi yapabilirler. Elbette bu çabalar son tahlilde başarılı olamayacak. Aksi halde insanlığın bir geleceği olduğundan söz etmek mümkün olmazdı... 1. Petras’ın Brecha’da (Uruguay) yayınlanan yazısı Türkçe’de “Gerilla Bilanço Çıkarıyor’ adlı kitapta yer alıyor. Yukardaki alıntı Türkçe baskıdan yapılmıştır. Ek: 12 Turgut Sunalp Notları Talat Turhan’ın Notu1 27 Mayıs 1960’ta Kurmay Binbaşı idim. İskenderun 39. Tümen’de Harekat ve Eğitim Şube Müdürlüğü (G-3) görevine vekalet ediyordum. Tümen Komutanım her yönüyle üstün nitelikleri olan Tümg.Cemil Uluçevik’ti. Sabah erken saatlerde radyodan okunan bildiriyi duyar duymaz görevimin başına gittim ve MBK’ye bağlılık mesajını hazırladım. Komutanın yanında Kurmay Başkanı ile Kıbrıs Alay Komutanı Turgut Sunalp vardı. Sunalp, Demokrat Parti ‘nin 10 yıllık döneminin yedi yılını yurtdışında geçirdiği için DP yandaşı idi ve ihtilale karşı çıkıyordu. Aslında hepimiz tam bir belirsizlik içinde bulunmamıza karşın 27 Mayıs’ın yanında anında yer almıştık. Halk da coşku içinde idi... Uluçevik imzaya götürdüğüm mesajın doğrudan MBK’ye çekilmesine karşı çıktı. Bağlı bulunduğumuz 7. Kor. K.lığına gönderilmesini emretti. Direttimse de başarılı olamadım. Sunalp’tan etkilenmişti. Kuşkusuz normal koşullar içinde hiyerarşiye uygun bir şekilde gönderilmeliydi; ama bir ihtilal rejiminde hiyerarşi sökmezdi. Kolordu Komutanı General Kemal Yükep ile Kur. Bşk. Kur. Alb. Şinasi Osma arazide dolaşıp zaman kazanmaya çalışıyorlar, durumun aydınlığa kavuşmasını bekliyorlardı. Bu koşullarda bizim mesajın Ankara’ya ulaşması gecikti. O gün Ankara’da bulunan Tüm. Kom. Muavini Tuğg. Yahya Okçu ‘nun Tümen komutanıyla arası açıktı. Ankara’da 39. Tüm. harekata katılmadı havasını sezince orada ne söyledi ise 28 Mayıs öğlene doğru Ankara’dan refakatına verilen bir kaç subayla tümeni teslim alma girişiminde bulundu. Gelen subaylan konuk edip Gen. Yahya Okçu’yu evinde istirahata gönderdik. Ama hala mesajımız MBK’ye ulaşmamıştı... Tümende görevli subaylar galeyan halinde idiler. 28 Mayıs öğleden sonra komutan beni çağırdı. Yanında Tuğa. Haydar Olcaynoyan, Kur. Bşk. Kur. Alb. Kazım Gürkan ve Kur. Alb. Turgut Sunalp vardı. Alınması gereken tedbirler üzerinde tartışılırken Sunalp bana hitap ederek; “Binbaşı, binbaşı seni ezerim” demek cüretini gösterdi. Kendisini daha ağır biçimde yanıtladım. Komutandan özür dileyip oradan aynıdım. Odama döndüğümde Bnb. ve daha alt rütbede 15 kadar genç subay beni bekliyordu. Bana hitaben “Ya iradeyi eline al ya da biz müdahale ederiz” diyorlardı. ilk önce birbuçuk gün nerede olduklannın hesabını sordum onlardan, çünkü ben 32 saat görevimin başında idim. isteklerini protokola bağlayıp imzalattırdım. Turgut Sunalp’ı öldürmeyi bile düşünüyorlardı. Çünkü, 27 Mayıs sabahı Sunalp’ın “Türkiye’ de ihtilal olamaz, Sovyetler Türkiye’yi kanştırmak için aynı frekanstan yayın yapıyorlar” dediği duyulmuş, karşı tepkiler yoğunlaşmıştı... Subay odamda iken içeri Tümen Tabibi Yarbay girdi, ağlıyordu... Kendi emrinde de bir sıhhiye bölüğü bulunduğunu, görevalmaya hazır olduğunu açıklıyordu. Subayların tüm istekleri yerine getirilecek cinsten değildi; ancak onları yatıştırmak için protokola son imzayı da ben atmıştım. Ne yapacağımı düşünürken odama sınıf arkadaşım P. Bnb. Ziya Belibağlı girdi. Ankara’dan MBK üyesi Dündar Taşer’den selam getirdi ve oradaki havayı yansıttı. Taşer’in55 o an içişlerini yönettiğini öğrendim. İskenderun postahanesi Mu. Ütğm. Necati Urgunlu tarafından denetime alınmıştı. Şehirlerarası santral bölümünde iki gençkız vardı. Urgunlu’dan bana Taşer’i bulmasını ve santralı boşaltmasını rica ettim. Santralden Taşer’le konuştum. 39. Tümen’den emin olmalannı ilettim ve protoko!’u tümüyle dikte ettirip, ondan yapılabileceklerin değişik aralıklarla MBK emri olarak 39. Tümene gönderilmesini istedim. MBK’ dan mesaj yağmaya başladı, işler rayına oturdu, ‘icraat başladı’, tepkiler yatıştı... O sırada bölgeden dört kişinin gözaltına alınıp Ankara’ya gönderilmesi emredildi. Adana Valisi, Adana Emniyet Müdürü (Zülfü Ağar), Antakya’dan Abdullah Çilli ve soyadı Kuseyri olan bir kişi. Bu kişilerin uygar bir şekilde Ankara’ya gönderildiğini biliyorum. Abdullah Çilli ‘yle uzun süre sohbet ettiğimi anımsıyorum. Bir olayı aynntı da olsa açıklamak istiyorum. O günlerde bir beyefendi odama geldi. Adana’dan Ankara’ya uçakla gitmek için izin istiyordu. Kendisine uçuşların serbest olduğunu söyledim. Adını ve sanını öğrenecek zamanım yoktu. Yanm saat sonra MBK’ dan uçuşlann izine bağlandığı konusunda emir geldi. Devlet adına vatandaşı yanıltmanın ağırlığını taşıyamazdım. Meçhul kişinin Adana’ya iki saatten önce gidemeyeceğini bildiğim için bir topçu keşif uçağı ile görevlendirdiğim bir subayı boş izin belgesiyle Adana Hava Alanı’na gönderdim. Tarifime göre yolcu bulunmuş, uçması sağlanmıştı. Ankara dönüşü teşekkür için ziyaretime geldi. Hatay’ın tanınmış ailelerinden Mürsaloğlu ailesindendi. Bu ailelerin bir bölümünün CHP’yi, bir bölümünün de DP’yi tuttuğunu öğrendim. Kendisine yardımcı olduğum kişi CHP’li imiş sonra dost olduk. Yönetim anlayışımı hep bu duyarlılık içinde sürdürmeye çalıştım; ama bu tarz yadırganıyordu... İskenderun’da 27 Mayıs sonrası cereyan eden olayları, özellikle Turgut Sunalp’ın durumunu saptamak için Genelkurmay, Yargıç Yüzbaşı Turgut Akan’ı soruşturma için Tümen’e gönderdi. Sanırım Akan 15 günde görevini tamamladı; bana teşekkür edip bir kaç klasörle aynldı. Soruşturma sonucu o günun koşullannda Turgut Sunalp’ın kesinlikle emekli edilmesı gerekıyordu. Ancak MBK üyesi Kur Alb Sezai Okan, onu kurtardı. Sunalp bu olayı hiç unutmadı; 12 yıl sonra Zihni Paşa köşkünde bana işkence yapılırken seyirsiler arasında bulunduğunu daha sonra öğrendim. Em. Amiral Vedii Bilget’in Notları 11 Mart sabahı Genişletilmiş Komutan Konseyi, Genelkurmay’da toplanmıştı. Tağmaç ve Kuvvet Komutan’larının dışında 27 üst rütbeli General ve Amiral de oradaydı: Deniz Kuvvetleri’nden Kemal Kayacan, Bülend Ulusu ve Necmettin Sönmez; Kara Kuvvetleri’nden Zeki İlter, Semih Sancar, Eşref Akıncı, Faik Türün, Kemalettin Eken, Hamza Görgüç, Hamza Günalp, Kemal Tarhan, Doğan Özgöç-men, Kemal Ersun, Fehmi Başer, Hayati Savaşçı, Turgut Sunalp, Zeki Erbay, Fethi Esener, Atıf Erçı-kan ve Kenan Evren; Hava Kuvvetleri’nden Nahit Özgür, Remzi Yelman, Ahmet Dural, Mehmet Eziler ve İrfan Özaydınlı. Tağmaç, komut verir gibi sert bir sesle “Bugüne nasıl gelindiği ve siyaset üzerinde durmayacağız. Ortam nedir ve ne yapılması gerekir sorularına cevaplarınızı istiyorum” demişti. Kemal Kayacan’a göre, “Silahlı Kuvvetler’de birlik ve beraberlik ve Komuta zincirinden ayrılmamak temin edilmeli, subay ve astsubaylar biliçlendirilmeli, en kısa zamanda seçime gidilmeli, milli bir koalisyon ya da kuvvetli bir hükümet kurulmalı, Anayasa’nın öngördüğü sosyo-ekonomik reformların ele alınması” gerekiyordu. Bülend Ulusu, “Bugün toplum bir bölünme içindedir, birkaç yıl sonra durum daha da kötü olacaktır. Bölünmenin Silahlı Kuvvetlere sıçramayacağını söylemek güçtür. Kuvvetli Parlamento ve hükümet teşkili emir komuta zinciri içinde sağlanlamlıdır” görüşündeydi. Necmettin Sönmez, “Tedbirlerle meseleler halledilir. Ancak bu sistemle Türkiye’nin problem-lerine çare bulunamaz. Atatürk’ün ilkeleri bugün yokolmuştur. Yönetimde bir fikir ve doktrin yoktur. Seçim ve başka bir hükümetle çare aramak gaflet olur. Ufak tefek tedbirlerle durum düzeltilemez. Zaman, Silahlı Kuvvetler aleyhine çalışmaktadır. Zamanın takdiri size aittir. Ancak hazırlıklı bulun-mak ve Silahlı Kuvvetleri bir fikrin etrafında toplamak gayreti gösterilmesi gerekir” kanısındaydı. Semih Sancar,”Ordu, cereyanların tesiri altındadır. Fakat orduda bir örgüt olduğunu sanmı-yorum. Başka fikirler besleyenler dışarı atılmalıdır. Hiyerarşik düzende dahi bir hareket yapılsa bile biraz sonra ekipler birbirini yemeğe başlar. Emir Genelkurmay Başkanından gelmeli, Kuvvet Komu-tanları fazla ses vermemelidir” düşüncesindeydi. Eşref Akıncı, “Bu Anayasa ve demokrasi ile mesele hallolmaz. Ordu el atsın deniyor, önümüz-de 1960 misali var. Sonra ne olacak? Bu işten nasıl sıyrılacak?” diye soruyordu. Faik Türün, “Anayasa bize uygun değildir. Etnik grupların ve mezheplerin faaliyetleri geliş-miştir. Aşırı ideolojiler gelişme zemini bulmuştur. Öğretmen kadrosu aşırı sola kaymıştır. Yargı organı aşırı sola hizmet etmektedir. Gençlik sol eylemlerin mihrakı olmuştur. Sendikalar sola kaymıştır. Bölücülük ve sol beraberdir. Basın ve TRT memleketin parçalanmasında rol almaktadırlar. Büyüklere bazı tarihi vazifeler düşmektedir. Fazla zaman kaybedilmemelidir. Ordunun bu işe müdahale etmesi lazımdır. Yeni bir Kurucu Meclis kurulmalıdır. Ordu aktif vazife alıp yıpranma-malıdır. Aşırı solun beli kırılmalıdır. Öğretmen kadrosu tasfiyeye tabi tutulmalıdır” yanıtını vermişti. Hamza Günalp, “Sosyal ve ekonomik reformlar yapılmalı, Gençliği ve milleti Kemalizm etrafında toplamalıdır. İktidarın çekilmesini temin edip itibarlı bir kişi etrafında yeni hükümet kurmak gerekir” demişti. Doğan Özgöçmen, “Bugünkü ortam, 1960’a benzememektedir. Hükümet fiilen memleket çocuklarını ikiye bölmüştür. Yüksek komuta hiyerarşik durumunda bir değişiklik yapılmadan iktidarın değiştirilmesi gereklidir” savındaydı. Hayati Savaşçı, “Basın, yayın, TRT nizama konulmalıdır. Gerekirse Anayasa tadil edilmelidir. Silahlı Kuvvetlerin tedavisi şarttır. Kurala uygun kararı Komuta katı vermelidir” biçiminde konuştu. Turgut Sunalp, “Memleketin iç güvenliği kritik hale gelmiştir. Hükümet başkanının ve muha-lefet liderinin durum ve tutumları malumdur. Ordu içinde ve dışında tertip ve hazırlıklar vardır. Geçen zaman, sağ ve solun lehine, ordunun aleyhinedir. Alttan gelecek bir hareket memleketi batırır. Dur demenin zamanı gelmiştir. Komuta zinciri içinde verilecek emre amadeyim” diye kestirip atmıştı. Atıf Erçıkan, “Hep demokrasiyi zedelemeyelim diye işe karışmama yolu tuttuk. Ama maalesef el koyma zamanı gelip geçti” savındaydı. Nahit Özgür, “Silahlı Kuvvetler mensupları durumdan memnun değiller. Bir karışıklık var. Birçok nedenlerle bugüne gelinmiştir. Ordudaki genç kuşaklar bu mesele ile meşguldürler. Bu ortam-da gittikçe aktif rol alma eğilimi artmaktadır. Bir karar safhasına gelinmiştir. Bu kararı komuta katı vermelidir” görüşünü savundu. İrfan Özaydınlı, “Halk efkârı Silahlı Kuvvetler’den bir karar beklemektedir. Esas konu, bu kararın nasıl tecelli edeceğidir. Silahlı Kuvvetler idareye el koysun mu koymasın mı? Bu mecburiyet ergeç doğacaktır” düşüncesini öne çıkardı. Ahmet Dural, “Fertler ne bugünden memnun ne yarından emindirler. İktisadi istikrarsızlık ve emniyet olmayınca durum tabii olarak bu hale gelmiştir. Durumu siz büyükler düzeltirsiniz” diyerek susmuştu. Telefon çaldı. Genç bir teğmen arıyordu. 28. Tümen alarmdaydı. Tümgeneral Abdurrahman Ergeç, manevra giysileriyle dolaşıyordu. Neler oluyordu? “Sakın heyecanlanmayın. Kimseyle konuşmayın. Evinizde oturun” dedim. *** Ay sonundaki (Ağustos 1972) atamalarda terfi edeceğini ve kendine yeni görev verileceğini bilen Korgeneral Turgut Sunalp Ankara’ya geldi. Korgeneral Hayati Savaşçı ile sohbet ederken boşboğazlık yaptı ve ağzından bazı şeyler kaçırdı. Ertesi gün, İstanbul’da gözaltına alınanların Şubat ayında kurulan Sıkıyö-netim Tahkikat Komisyonu Başkanı Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün denetimindeki MİT’in özel bir sorgu evinde tutulduklarını öğrendik. MİT Müsteşarı Nurettin Ersin de sorgularda bulunuyordu. Sunalp, “ağızlarından söke söke bilgi alınıyor” demişti. Bu da, gözaltındakilere işkence yapıldığı anlamına geliyordu elbet. Kimileri buna inanmak istemediler. Bir subayın diğerine işkence yapmasını ya da işkence edilmesini izlemesini- akılları alamıyordu. Oysa, 1961-63 arasında neler görmüştük! Ağustos sonunda “27 Mayısçı ve devrimci tüm unsurları yoketme” planı tutmamışa benziyordu. Gürler, Genelkurmay Başkanı olmuştu.Batur, görevinde kalmıştı.Görev süresi biten Celal Eyiceoğlu’nun yerine Kemal Kayacan, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na getirilmişti. Gürler’den boşalan Kara Kuvvet-leri Komutanlığı da Orgeneral Semih Sancar’ındı. Bu arada Turgut Sunalp da Orgeneral olmuş ve Genelkurmay İkinci Başkanlığı’na atanmıştı. *** 7 Şubat (1973) günü, Milli Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülürken, AP ve MGP’liler “Üniversitede geniş çapta tasfiye” istediler. Ayni gün, Madaoğlu davasında savcı çok uzun bir iddianame okudu. Ortada geniş bir gizli örgüt bulunduğunu öne sürdü ve sanıklar için 12 yıla varan ağır hapis cezaları istedi. Ertesi gün, Kıbrıs’ın Rum kesiminde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Makarios kazandı. Seçilmesinde en büyük desteği Moskova’ya yakınlığıyla bilinen AKEL partisinden almıştı. Washington ve Atina duruma tepki gösterdiler. Bu arada, Türkiye’de Askeri Şura toplantısı yapıldı. Toplantı ertesinde, Gürler’in durumu da irdelendi. Faik Türün, Namık Kemal Ersun ve Orhan Yiğit, Sunay’ın görev süresinin uzatılmasından yanaydılar. Hilmi Fırat, eğer bu sağlanamazsa Gürler’in adaylığının desteklenmesini istedi. Emin Alpkaya ve Nahit Özgür, Muhittin Taylan’ın cumhurbaşkanı olmasını uygum gördüklerini söylediler. Doğan Özgöçmen ise, ortaya isim atılarak parlamentonun baskı altına alınmamasına, bunun ters sonuçlar verebileceğine dikkat çekti. Gürler, bu noktada sessizliğini bozdu. Ona göre politikacılar içtenliksizdiler ve oyunlar peşindeydiler. Silahlı Kuvvetler içinde ayrılık çıkartmaya çalışıyorlardı. 12 Mart’a önceleri ses çıkarmamışlardı ama şimdi Anayasa’ya aykırı bir eylem sayıp dava edilmesini bile kışkırtıyorlardı. Turhan Bilgin ve Seyfi Öztürk aralıksız orduya sataşıyorlardı. Siyasi huzur ve istikrar, ancak devletin başına reformcu ve yetenekli bir insanın seçimiyle sağlanabilirdi. Turgut Sunalp, İstanbul’da sürdürülen davanın ve araştırmaların Gürler’in başını istediğinini biliyordu. Batur ve Kayacan da suçlu çıkarılmak isteniyorlardı. Ziverbey’de olan biteni yakından izlemişti. Gülümseyerek bir öneride bulundu. Bir muhtıra daha verilsin, her türlü seçim ertelensin, revizyon edilecek bir hükümet kurulsun. Gürler, Batur ve Kayacan’ın başlarını daha da belâya sokmaya çalışıyordu. Namık Kemal Ersun, bir bildiri yazılmasını, konunun MGK’da görüşülmesini, Silahlı Kuvvetler’e sataşmaların durdurulması ve Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunda Turgut Toker aracılığıyla Demirel’le bağlantı kurulmasını önerdi. Faik Türün, bütün parti liderleriyle konuşulmasından yanaydı. Toplum psikolojisi dikkate alınmalıydı. O da bu yolla, Gürler’in önünün kesileceğini varsayıyordu kuşkusuz. İstanbul’da yürüttüğü davalarla kıstırmayı düşünüyordu hepsini. Nahit Özgür, üçüncü maddenin işletilmesinin istenmediği havası verilmesinin 12 Mart muhtırası etkisini zayıflattığından yakındı. Kemal Kayacan, açık ve net konuştu. İki aday saptanmalıydı. Biri mutlaka Gürler olmalıydı. İkincisinin adı açıklamamalıydı. Bir toplantı yapılması düşüncesindeydi. Liderler gelirler ya da gelmezlerdi. Bir bildiri yayınlanırdı ve Muhtıra’nın üçüncü maddesi de mutlaka tehdit unsuru olarak kullanılırdı. *** 23 Şubat’ta, (1973) Kemal Kayacan’ın Deniz Kuvvetleri’ndeki odasında bir toplantı yapıldı. Batur’un ve Semih Sancar, Turgut Sunalp, Eşref Akıncı, Orhan Yiğit ve İhsan Över’in katıldıkları toplantıda, AP Senatörü Mahmut Vural’ın TBMM içinde 100 dolayında AP’linin Demirel’e karşın Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanlığını destekleyecekleri yolundaki haberi irdelendi. Bu konuda, oy vermeyi taahhüt edenlerden yazılı bir belge istenmesi kararlaştırıldı. 4 Haziran’da (1973) Amiral Bahattin Özülker’den bir haber geldi. Celil Gürkan’ın göaltına alındığını duyar duymaz Fahri Korutük, Genelkurmay İkinci Başkanı Turgut Sunalp’i çağırtmıştı. “Neler çevirdiğinizi biliyorum. Bilget Amiral’e dokunursanız karışmam” demişti. Şaşırdım kaldım. Özülker, “bu arada rahat dur”mamı diliyordu. Sunalp’i sıkıştıran yalnızca Korutürk değildi. Kemal Kayacan da İstanbul’daki gelişimin farkındaydı. “Bir cunta yönetimi getirmek amacıyla ihtilâl öngören gizli örgütün en üst kademesini işgal edip emir ve kumandasını kendi elinde bulunduran zevatın yüksek askeri rütbeli kişilerden” oluştuğu ve bunları suçlayacak kanıt toplamak için eyleme geçildiğini anlamıştı. 5 Haziran’da, Muhsin Batur’la görüştü. Birlikte Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’a gittiler. Kısa bir konuşmadan sonra çıktılar. Sancar, Sunalp’i çağırdı ve çok sert bir dille suçladı. Sunalp’e düşen İstanbul’u arayıp Faik Türün’ü uyarmaktı. Sancar, Tağmaç değildi. Ertesi gün Celil Gürkan, İlyas Albayrak ve Fakih Özfakih serbest bırakıldılar. *** Temmuz (1973) ayının en çarpıcı olayı, içlerinde Or ve Korgenerallerin de bulunduğu çok sayıdaki subayın erken ve olağandışı atanmaları oldu. Bunun bir nedeni Gürler’in adaylığı sürecindeki dalga-lanmalardı. Diğer nedeni ise, özellikle Gürler’in emekliliğinden sonra daha da somut biçimde geliştirilen 12 Mart öncesinde “Bir cunta yönetimi getirmek amacıyla ihtilâl öngören gizli örgütün en üst kademesini işgal edip emir ve kumandasını kendi elinde bulunduran zevatın yüksek askeri rütbeli kişilerden” oluştuğunu işkence yoluyla elde edilen ifadelerle kanıtlayıp 27 Mayısçı ve devrimci kadroları tümden tasfiye etmek eylemine karışanlardı. Bu bağlamda, Turgut Sunalp de Genelkurmay İkinci Başkanlığı’ndan alınıp Akademiler Komutanlığı’na atandı. Sunay-Tağmaç komploculuğu dönemi geride kalmaktaydı. *** “Sabotaj davası”, bir ülkede herhangi bir kişi ya da kişilerin yargı organı kararı ile suçlu bulunmadan, kimi kurumlarca peşinen suçlu ilan edilmesine en tipik örnekti. Gözaltındaki kişilere daha sanık sıfatı bile verilmeden TRT ve basın organları davayla ilişkili herkesi suçlu ve vatan haini saymış, konuya ilişkin kitap bile bastırılmıştı. Ne ki şimdi, tümünün suçsuz oldukları saptanıyordu. Çektikleri işkencenin ve ailelerinin karşı karşıya kaldıkları durumun sorumlusu kimdi? Hiç kuşkusuz, Turgut Sunalp’ti. Davayla ilgili olarak, 10 Ağustos 1972 tarihinde, Birinci Ordu ve İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı -o sıralarda 15. Kolordu Komutanı gözüken Korgeneral- Turgut Sunalp’in imzasıyla bir bildiri yayaınlamıştı. Bildiride Sunalp, “Komutanlığımız, Sıkıyönetim idaresi ilanından bu yana diğer anarşik eylemlere olduğu kadar sabotaj faaliyetleri üzerine de büyük titizlikle eğilmiş ve sırasıyla 27 Kasım 1970’de Kültür Sarayı’nı yakan, 5 Mart 1972 gecesi turistik Marmara gemisini batıran ve 28 Haziran 1972 gecesi de Eminönü arabalı vapurunu havuz kapağına sabotaj suretiyle yarı batık hale getiren bu örgütlere bağlı sabotaj ekiplerinin bütün delilleriyle birlikte meydana çıkarmış ve faillerini yakalamıştır” diyordu. Oysa bildirinin yayınladığı gün bile, yanan Kültür Sarayı’nın sahnesini yapan Brauken Bau firmasının yangının hemen ardından uluslararası yangın eksperlerine olay yerinde hazırlat-tığı rapor devletin elindeydi. Bilirkişi Prof.Ehle, yangının “büyük ihmal, dikkatsizlik ve sorumsuzluk” nedeniyle çıktığını belirtmişti. On ton dekor malzemesi sahnenin sofito bölümündeydi. Yangından bir gün önce, beşyüz vatlık bir spotun, sofitoda bir dekor parçası üzerinde ayni şekilde bir yangın başlatmış ama önlenmişti. Öte yandan, havalandırmayı yapan klima cihazının hiç kapatılmadığı, haftada bir kez olsun sahne bakımı yapılmadığı, ana vananın kapalı tutulması nedeniyle yangını söndürmek için kulla-nılan yağmurlama sisteminde hiç su bulunmadığı, yangın uyarı düzeneğinin işlemez durumda olduğu raporda açık açık yazılıydı. Tüm bu verilere karşın Sunalp, sanki bir yargıç gibi ortaya atılıyor ve olayın “sabotaj” olduğunu bildirip suçluların yakalandığını duyuruyordu. İş bununla da bitmiyordu. Olayın üzerlerine yükleneceği kişilerden bir çoğu, Sunalp’in bildirisi yayınlandıktan çok sonra tutuklanıyorlardı. Örneğin Yaşar Yılmaz bildiriden 14, Osman Kiper 36, Hasan Sabri Kısar 45 ve Yücel Yaman ise 60 gün sonra gözaltına alınıyorlardı. 23 Kasım 1972’de İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı bir brifing düzenliyor ve Sunalp basına, “Yapılan sabotajların Tersane-İş adlı Marksist-Leninist bir sendika tarafından düzenlendiği, 1 milyon 165 bin lira dağıtıldığı, Kültür Sarayı’nın yakılabilmesi için işin çok önceden planlandığı, personelin bir kısmının bu işten haberli olduğu”nu söylüyordu. Ama brifing günü bile, daha ortada açılmış herhangi bir dava yoktu. 1973 yılı Şubat ayında dava henüz mahkeme aşamasına gelmişti. Ama Birinci Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığı “Komünistler Gençlerimizi ve İşçilerimizi Nasıl Aldatıyorlar?” adlı bir kitap yayınlamıştı bile. Kitap, büyük fabrikalara ve üniversitelere ücretsiz dağıtıldı. Hatta, Almanya’daki işçilerimize bile gönderildi. Kitapta “sabotaj davası”na büyük yer verildi. “İşte komünistlerin bir vahşet örneği daha” denildi ve “Avrupa’nın en büyük ve en güzel kültür sarayı, birkaç vatansızın eliyle yakıldı”, “Vatanı içten vurmak amacı güden satılmışlar aldıkları 465 bin karşılığında Marmara gemisini yakıp Haliç sularına gömdüler”, “Bazı soysuzlar komünistlerden aldıkları 300 bin lira karşılığında Eminönü araba vapurunu batırdılar” yargısında bulunuldu. Daha dava başlamadan tutuklular “vatansız”, “satılmış”, “soysuz”, “komünist” ilan edildiler. Tercüman ve Son Havadis gazeteleri “Ekonomik bir çöküntü planlıyorlardı”, “Mali serveti yoketmek peşindeydiler” gibi manşetler attılar. Suçlamalar giderek parasal boyutu içermekteydi. Hatta bu dava, seçimlerden önce İstanbul’da sıkıyönetimin uzatılmasına gerekçe bile gösterildi. Oysa şimdi, tüm tutuklular beraat etmiş ve sabotaj savları çürük çıkmıştı. Turgut Sunalp neyin peşindeydi? Neden bu davayla böyle yakından ilgilenmiş, daha dava açılmadan suçlular ilan etmişti? Olayların “sabotaj” sayılmasında neden bunca çaba göstermişti? Acaba tüm bunun sırrı sigorta şirketlerinin tazminat ödeyecekleri açıklamasında mı gizliydi? Hiç kuşkusuz, olayların “sabotaj” olarak belirlenmesi sigorta şirketlerinin işine yarıyordu. Turgut Sunalp, İstanbul sıkıyönetiminde etkinken 12 Mart öncesinde “Bir cunta yönetimi getirmek amacıyla ihtilâl öngören gizli örgütün en üst kademesini işgal edip emir ve kumandasını kendi elinde bulunduran zevatın yüksek askeri rütbeli kişilerden” oluştuğunu işkence yoluyla elde edilen ifadelerle kanıtlayıp 27 Mayısçı ve devrimci kadroları tümden tasfiye etmek eylemini düzen-leyenlerdi. Hatta bu dava ve araştırmalarla Gürler’in başını da istiyordu. Batur ve Kayacan’ı da suçlu çıkarmak peşindeydi. Ziverbey’de olan biteni yakından izlemişti. Ama, 1972 yılında benim de tutuk-lanmam olasılığı üzerine Fahri Korutük’ten “Neler çevirdiğinizi biliyorum. Bilget Amiral’e doku-nursanız karışmam” zılgıtını yemişti. Ayni yılın Ağustos’unda Genelkurmay İkinci Başkanlığı’na atanma günlerinde Korgeneral Hayati Savaşçı ile sohbet ederken boşboğazlık yapmış ve ağzından bazı şeyler kaçırmıştı. İstanbul Ziverbey’de Sıkıyönetim Tahkikat Komisyonu Başkanı Tümgeneral Memduh Ünlütürk’ün denetimindeki MİT’in özel bir sorgu evininin işkence uygulamalarına ayrıldığını söylemiş ve “ağızlarından söke söke bilgi alınıyor” demişti. MİT Müsteşarı Nurettin Ersin de sorgularda bulunduğu fısıldamıştı. 1973 Şubat ayındaki Askeri Şura toplantısında ise “Bir muhtıra daha verilsin, her türlü seçim ertelensin, revizyon edilecek bir hükümet kurulsun” önerisinde bulunarak Gürler, Batur ve Kayacan’ın başlarını daha da belâya sokmaya çalışmıştı. Ama artık Sunay-Tağmaç komploculuğu dönemi geride kalmıştı ve getirildiği Genelkurmay İkinci Başkanlığı’ndan alınıp Akademiler Komutanlığı’na atanmıştı. 27 Mayısçı ve devrimci kadroları tümden tasfiye eylemleri suya düşmüştü. Sunalp’e bir mektup yazıp “Sabotaj olayları iddiasının neresindeydiniz? Sigorta şirketlerinin sözcülüğünde mi?” diye sormaya karar verdim. Talat Turhan’ın Açıklamaları: 1. Org. Turgut Sunalp, 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı Org. Faik Türün’ün görevli olarak İstanbul dışında bulunduğu zaman İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı’na vekalet ediyordu. Bu kısa süreli vekaletini fırsat bularak Sabotaj Davası’nı tezgahladı. Ancak idam istemiyle yargılanan 22 sanığın tümü beraat etti. Bu fiyaskoya karşın yıllar sonra Turgut Sunalp sanıkların suçlu olduğuna inandığını açıklayıp antikomünist (!) tavrını sürdürdü. Emekli olduktan sonra da politik denemesi fiyaskoyla sonuçlanınca Ottowa Büyükelçiliğiyle ödüllendirildi. 2. Org. Turgut Sunalp, beni Sabotaj Davası’nda da sanık yapmak için çok uğraşmıştır. Bkz: Talat Turhan’ın 10 klasör, 4500 sayfalık savunması, 1975, “Somut Hukuki Savunma”, Sabotaj Davasıyla İlişki bölümü (yayınlanmadı) 1. Bkz: Devrimci Bir Kurmay Subayın Etkinlikleri, 1. Kitap, Sorun Yayınları, Birinci Baskı: Haziran 2001 Ek: 13 National Bureau of Economic Research (NBER) Ulusal İktisadi Araştırmalar Bürosu (National Bureau of Economic Research - NBER) 1920 yılında “özel, kar amacı gütmeyen ve partilerden bağımsız” olarak kurulmuştur. 600’den fazla -12’si Nobel ödüllü Amerikalı- iktisat profesörünü içermektedir. Bu yönüyle dışarıdan bakılınca “oldukça güvenilir” bir “iktisadi araştırma” kuruluşu olarak görülür. Oysa 1921’de banker Pierpont Morgan öncülüğünde kurulan CFR’a (Council of Foreign Relation - Dış İlişkiler Konseyi) bilgi veritabanı hazırlama odağı olarak tasarlanmıştı. Daha sonraki aşamada, James Woolsey döneminde CIA ile bağlantılı konuma getirildi. Michael H. Moskow’un başkanlığında yönetilen NBER’in üst düzey kadrosundaki isimler Elizabeth E. Bailey, Martin Feldstein, Susan Colligan, Robert Mednick, Kelly Horak, Gerri Johnson, Peter C. Aldrich, John H. Biggs, Andrew Brimmer, John S. Clarkeson, Don R. Conlan, George C. Eads, Jessica P. Einhorn, Martin Feldstein, Jacob Frenkel, Judith M. Gueron, Robert S. Hamada, George Hatsopoulos, Karen N. Horn, Judy Lewent, John Lipsky, Laurence Meyer, Alicia H. Munnell, Rudolph A. Oswald, Robert T. Parry, Richard N. Rosett, Marina v. N. Whitman, Martin B. Zimmerman, George Akerlof, Jagdish Bhagwati, Ray C. Fair, Michael J. Brennan, Glen G. Cain, Franklin Fisher, Saul H. Hymans, Marjorie B. McElroy, Joel Mokyr, Andrew Postlewaite, Uwe E. Reinhardt, Nathan Rosenberg, Craig Swan, David B. Yoffie, Arnold Zellner, Jeffrey M. Perloff, Gail D. Fosler, Arthur Kennickell, Richard C. Green, Robert Mednick, Angelo Melino, Richard B. Berner, John J. Siegfried, Thea Lee, William W. Lewis, Gavin Wright ve Eli Shapiro’dur. 365 Fifth Avenue, Suite 5318, New York’daki merkezi ve 30 Alta Road, Stanford, California’daki ek birimiyle sürekli araştırma ve analiz projeleri üreten NBER, yerküre üzerindeki birçok “bağımsız bilimci” barındıran sivil toplum kuruluşlarını (STK) desteklemektedir. Türkiye’ye de yoğun ilgi gösteren kuruluşun ülkemizle ilgili bazı araştırma belgelerine internet üzerinden ulaşmak mümkündür: 1980 Ağustos ayında w0532 kodlu Anne O. Krueger ve Baran Tuncer’in (şimdilerde iktisat profesörü, Dünya Bankası Başekonomisti, Sosyal Demokrasi Derneği SDD Danışma Kurulu Üyesi, Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği Danışma Kurulu Başkan Vekili, Türkiye Aile Sağlığı ve Planlaması Vakfı TAP Yönetim Kurulu Başkanı, 17.11.197431.03.1975 tarihleri arasında kurulmuş Sadi Irmak hükümetinin Gümrük ve Tekel Bakanı) hazırladıkları “Microeconomic Aspects of Productivity Growth under Import Substitution: Turkey” http://papers.nber.org/papers/w0532 1987 Mart ayında w2195 kodlu Anne O. Krueger’in hazırladığı “The Importance of Economic Policy in Development: Contrasts Between Korea and Turkey” http://papers.nber.org/papers/w2195 adresinden 1988 Ekim ayında w2731kodlu ve Ritu Anand ile Sweder van Wijnbergen’in hazırladıkları “Inflation, External Debt and Financial Sector Reform: A Quantitative Approach To Consistent Fiscal Policy With An Application to Turkey” http://papers.nber.org/papers/w2731 adresinden 1993 Aralık ayında w4567 kodlu Dani Rodrik tarafından hazırlanan “Taking Trade Policy Seriously: Export Subsidization as a Case Study in Policy Effectiveness” http://papers.nber.org/papers/w4567 adresinden 1995 Kasım ayında w5339 kodlu Dani Rodrik tarafından hazırlanan “Trade Strategy, Investment, and Exports: Another Look at East Asia” http://papers.nber.org/papers/w5339 adresinden 1996 Eylül ayında w4990 kodlu Geert Bekaert ve Michael S. Urias tarafından hazırlanan “Diversification, Integration and Emerging Market Closed-End Funds” http://papers.nber.org/papers/w4990 adresinden 2002 Ekim ayında w9297 kodlu Stanley Fischer tarafından hazırlanan “Financial Crises and Reform of the International Financial System” http://papers.nber.org/papers/w9297 2003 Mart ayında w9587 kodlu Andrew Leigh, Justin Wolfers ve Eric Zitzewitz tarafından hazırlanan “What Do Financial Markets Think of War in Iraq?” http://papers.nber.org/papers/w9587 2003 Haziran ayında Craig Burnside, Martin Eichenbaum ve Sergio Rebelo tarafından hazırlanan “Government Finance in the Wake of Currency Crises” http://papers.nber.org/papers/w9786 Ek: 14 İstanbul Bilgi Üniversitesi1 STK Eğitim ve Araştırma Birimi İstanbul Bilgi Üniversitesi STK Eğitim ve Araştırma Birimi’nin faaliyetleri Açık Toplum Enstitüsü (OSI) ve Hollanda’lı Kurumu (ACT) tarafından desteklenmektedir. Birimde bir OSI, bir ACT, bir İBÜ temsilcisinin yanı sıra Ahmet İnsel, Aydın Uğur, Can Paker, Erdal Yıldırım, Metehan Sekban, Murat Belge, Osman Kavala, Turgut Tarhanlı ve Feray Salman’dan oluşan bir Danışma Kurulu görev yapmaktadır. Birim, Prof. Dr. Mete Tunçay, Prof. Dr. Fatmagül Berktay, Prof. Dr. Aydiı Uğur’un katıldığı Sivil Toplum ve Demokrasi Seminerleri ile İnsan Hakları Eğitimi Birliği’nden Felisa Tibbitts, Uluslararası Af Örgütü’nden Alain Bovard, İşkence Kurbanları Merkezi’nden Nancy Pearson, London School of Economics’den Dr. David Lewis, STK’larda Kaynak Geliştirme, Andrea Fox Krupp, John Hopkins Üniversitesi’nden Andrea Fox Krupp’un katıldıkları STK Seminerleri düzenlemektedir. Ayrıca, STK’lara hukuki yardım hizmeti sunmaktadır. Birim çeşitli STK Proje çağrılarına da aracılık etmektedir. Bunların bazıları şunlardır: “AB Endüstriyel İlişkiler ve Sosyal Diyalog Programı: Endüstriyel alanda sektörler arasında ve sektör içi sosyal diyaloğun geliştirilmesi için etkinlikler desteklenmektedir. Toplam bütçe 11.925.000 Euro’dur. Program dört altbaşlık altında yürütülmektedir: 1) Avrupa sosyal diyaloğunun desteklenmesi, 2) İşçilerin finansal katılımının desteklenmesi, 3) Endüstriyel ilişkiler alanında uzmanlığın geliştirilmesi, 4) Kurumsal sosyal sorumluluk. “AB DIHAG Makro Projeler - Yerel Halkların Haklarının Korunması Programı: Bu teklif çağrısı kapsamında yerel halkların ve temsilcilerinin haklarının korunması için varolan BM veya diğer uluslararası mekanizma ve prosedürlere katılımı, katkısı ve izleme etkinlklerine yönelik kapasite gelişimi desteklenmektedir. Toplam bütçe 5.771.000 Euro’dur. “AB AENEAS Programı - Gelişmekte Olan Ülkelerle Göç Alanında İşbirliği: Programın amacı gelişmekte olan ülkelere göç akışının her boyutunun daha etkin yönetimi için tamamlayıcı teknik ve finansal destek sağlamaktır. Toplam bütçe 30.000.000 Euro’dur. Desteklenecek etkinlikler köken ülkelerin demografik, ekonomik ve sosyal durumlarının analizi ve yasal göçün avantajları ve yasadışı göçün sonuçlarıyla ilgili kamuoyu farkındalığı için çalışmalar; bölgesel ve altbölgesel diyalog toplantıları; yasal ve bölgesel yetkililer için dış kaynaklı emek ihtiyaç analizi ve strateji geliştirme için kapasite geliştirme; ekonomik göçe yönelik personel eğitimi, bilgi ve deneyimin derlenmesi ve ağlar oluşumu; bilginin yayılması ve yasal danışmanlık; kişilerin belgelenmesive veri toplama için kapasite gelişimi; 1951 Cenevre Mültecilerin Statüsü Sözleşmesine uygun uluslararası koruma ve sığınma için yasal çerçeve ve ulusal politikaların gelişimi için kurumsal ve idari çerçevenin geliştirilmesi; uluslararası korumaya erişimin desteklenmesi; mülteci ve sığınmacıların kabul şartlarının kayıt ve belgelenmesinin geliştirilmesi; yasadışı göçün önlenmesi ne yönelik olarak üçüncü ülkelerde etkin politikaların oluşturulması için bölgesel ve alt-bölgesel işbirliği ve diyaloğun desteklenmesi; sınır kontrolleriyle ilgili bölgeler arası işbirliğinin teşviki; yolculuk belgelerinin ve vizelerin güvenliği için kapasite gelişimi; sığınma, göç ve suçun önlenmesiyle ilgili ulusal yasaların ve yönetim sistemlerinin etkinliğinin oluşturulması, uygulanması ve izlenmesi için kapasite gelişimi ve personel eğitimi; sınır kontrollerinin geliştirilmesi için kurumsal ve idari çerçevenin değerlendirilmesi ve geliştirilmesi; yasadışı göç edenlerin kendi ülkelerine yasalara saygı ve kalıcılık temelinde iadesi ve dönüşü için ilgili üçüncü ülkelerde kapasite gelişimi; dönenlerin sürdürülebilir bir şekilde yeniden entegrasyonu ve yerleştirilmesi için destek; sosyo ekonomik yeniden bütünleşmelerine yönelik eğitim ve işgücüne katılımları programlarının desteklenmesi; üçüncü ülkelerin ilgili diğer ülkelerle iadelerle ilgili müzakerelerine destek; iade anlaşmalarının uygulanmasının desteklenmesi; dönenler hakkında bilginin ve kimlik tespitinin değişimidir. “AB Barış için Ortaklık Projesi: AB Komisyonu Ortadoğu Barış Sürecini destekleyecek projelere destek vermektedir. Toplam Bütçe 5.700.000 Euro’dur. Amaçlar toplumlar içinde çatışmanın dönüştürülmesi ve aşılması için kapasite geliştirilmesi, barış sürecinin yeniden başlatılması için gereken koşulların oluşturulması ve Ortadoğu’da kalıcı ve adil bir barış için sağlam bir temel oluşturulmasına katkıda bulunulmasıdır. Proje alanları, gelecekteki Filistin devletinin bütün boyutlarıyla doğası; Ortadoğunun gelecekteki bölgesel şekli; mülteciler sorunu, Kudüs konusu; sınırlar ve yerleşimler sorunu ile doğal kaynaklara ve özellikle suya erişim sorunudur. “MATRA-KAP Küçük Ölçekli Elçilik Projeleri Programı Proje başına verilen fon miktarı 11.500 Euro’dur. Sorumlu kurum, Hollanda Büyükelçiliği veya İstanbul Konsolosluğu’dur. MATRA Programı Orta ve Doğu Avrupa ile Türkiye’de sosyal alanda çalışan sivil toplum kuruluşları ve yerel yönetimlere yönelik bir fondur. Program kapsamındaki faaliyetler devlet, devlet kurumları, sivil kuruluşlar ve bunların birbirleriyle ilişkilerinde değişim sürecini teşvik etmeyi amaçlamalıdır. Bu nedenle MATRA Programının temel amacı iyi yönetişim, demokratik yurttaşlık ve sivil topluma katkı yapmaktır. MATRA-KAP Porgramı ise MATRA Programının temel temaları kapsamında küçük ölçekli STK’ların kurulmasına veya veya bu tür STK’ların faaliyetlerinin desteklenmesine yöneliktir. “Danimarka Büyükelçiliği - FEU Fonu Fon miktarı proje başına 13.000 Euro’dur. Sorumlu kurum Danimarka Büyükelçiliği’dir (Lale Refioğlu). Program kapsamındaki faaliyetler AB siyasi kriterlerine uyum; kapasite geliştirme ve eğitimcilerin eğitimidir. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin kurucu vakfı olan Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı 31 Ekim 1994 tarihinde kurulmuştur. Bilgi Eğitim ve Kültür Vakfı’nın başkanlığını 1994-1996 yılları arasında Oğuz Özerden yürütmüştür. 1996’dan itibaren de Latif Mutlu başkanlık görevini üstlenmiştir. Vakıf üyeleri Latif Mutlu, Oğuz Özerden, Prof. Dr. Gülten Kazgan (Kurucu Rektör), Prof. Dr. Asaf Savaş Akat (İlk Rektör), Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Uğur Alacakaptan, Prof. Lale Duruiz, Prof. Dr. Serdar Mutlu, Bülent Akarcalı, Yiğit Ekmekçi, Halit Kakınç, M. Orhun Çavdar, Orhan Gemicioğlu ve Mustafa Sarıgül’dür. Mütevelli Heyeti’nde ise Oğuz Özerden (Başkan), Prof. Dr. Serdar Mutlu (Başkan Yardımcısı), Prof. Dr. Lale Duruiz, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Şükrü Arslan Kızılot, Bülent Akarcalı, Yiğit Ekmekçi, Orhan Gemicioğlu, Nebil İlseven, Mustafa Sarıgül ve Ali Hakan Sümerval bulunmaktadır. Rektör Prof. Dr. Lale Duruiz’in altındaki öğretim ve yönetim kadrosu ise şu isimlerden oluşmaktadır: Prof. Dr. Taner Berksoy (İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. İhsan Bilgin (Fen-Edebiyat Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Aydın Uğur (İletişim Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Turgut Tarhanlı (Hukuk Fakültesi Dekanı), Prof. Dr. Beyza Oba (Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü), Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan (Meslek Yüksek Okulu Müdürü), Prof. Dr. Alan Duben (Uluslararası Programlar Merkezi), Prof. Dr. Gülten Kazgan (TESAR - Toplum, Ekonomi, Siyaset Araştırma Merkezi Müdürü), Prof. Dr. Turgut Tarhanlı (İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü), Prof. Dr. Rona Aybay (Deniz Hukuku Araştırma Merkezi Müdürü), Emre Gönen (Avrupa Dokümantasyon Merkezi Müdürü), Assoc. Prof. Dr. Nevin Yurdsever Ateş (Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü), Asst. Prof. Dr. Leyla Keser Berber (Bilişim Teknolojisi Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü), Oya Başaran (İngilizce Dil Programları Direktörü), Serdar Katipoğlu, (MScKütüphane ve Enformasyon Hizmetleri Müdürü), Dr. Halit Kakınç (Dış İlişkiler Koordinatörü). 1. y.n.: Bilgi Üniversitesi ABD Derin Devletinin temel örgütlerinden biri olan Comission on Foreign Relation’ın (CFR) görünen yüzünün yayın organı olan “Foreign Policy” dergisini yayınlamaktadır. ABD ve Türkiye baskılarında yer alan yazarların çoğu Global Elit-Küresel Seçkinlerden oluşmaktadır. Ek: 15 Açık Toplum Enstitüsü Açık Toplum Enstitüsü (OSI), merkezi New York’da bulunan özel bir vakıftır. ABD’li spekülatör ve darbeci George Soros tarafından “açık toplumların oluşmasını sağlamak için reform politikalarını şekillendirmek; eğitim, medya, toplum sağlığı, insan hakları, kadın hakları, hukuk, ekonomi ve sosyal alanlardaki reformları desteklemek” amacıyla kurulmuştur. Ana amacı eski SSCB, Doğu ve Orta Avrupa ülkelerindeki Soros Vakıfları’na destek vermektir. OSI, Soros Vakıflar Ağı çalışmalarını, Afrika, Orta Asya, Kafkaslar, Latin Amerika, Güneydoğu Asya, Haiti, Moğolistan ve Türkiye’yi kapsayan bir coğrafyaya, 50’den fazla ülkeye taşımıştır. Türkiye’ye geldiğinde, “Ordu sizin en değerli ihraç maddenizdir” türünden densiz sözler sarfeden Soros hakkındaki bizim görüşümüzü “aşırı” bulacaklar için “ılımlı” bir görüşün, Nuray Mert’in 16 Aralık 2003 tarihli Radikal Gazetesi’ndeki “Politika spekülatörü Soros” başlıklı yazısına bir göz atalım: “…söz konusu olmuşken Soros’u daha yakından tanımakta yarar var. Bir kere, Soros sadece bir uluslararası para spekülatörü değil, aynı zamanda, bir uluslararası politika spekülatörü. OSI (Open Society Institute) başta olmak üzere kendi kurduğu sivil toplum kuruluşları dışında, birçok ülkede, sivil toplum kuruluşlarına, basın yayın organlarına, siyasi partilere mali destek veriyor. Dolayısıyla neyin peşinde olduğu konusunda ciddi bir spekülasyon alanı oluşuyor. Başarmaktan övünç duyduğu şeyler arasında, Doğu Avrupa’nın ‘Amerikanlaşması’ var. İdeolojik planda liberal sol fikirleri, sivil toplumu, demokrasiyi destekleyen Soros, Brezilya seçimlerinden önce, solun lideri Lula’nın seçilme ihtimalinin önlenmesi gerektiğini öylemiş, ‘Roma İmparatorluğu’nda sadece Romalılar oy kullanırdı. Modern küresel kapitalizmde sadece Amerikalılar oy kullanır, Brezilyalılar değil’ diyerek skandal yaratmıştı. (İsabel Hilton, The Guardian, 20 Eylül 2003). Sivil toplum kuruluşlarının yönetim kadrolarında, 1895-89 ABD Dışişleri, istihbarat ve araştırmadan sorumlu yardımcılığını yapan Morton Abromowitz, eski büyükelçi Warren Zimmerman gibi ABD yönetim kadrosundan pek çok isim var. Yatırım yaptığı şirketlerden Carlyle, savunma taahhüt işlerinden büyük paralar kazanıyor. 1997 Uzakdoğu ekonomilerini sarsan para spekülasyonlarında da büyük paralar kazandıktan sonra, bu konuda soru soranlara, ‘Piyasadaki oyunculardan biri olarak eylemlerimin sonuçları ile ilgilenmek zorunda değilim’ demişti. Bir gazetecinin ifadesiyle, ‘Soros bazılarının düşündüğü gibi tam anlamıyla maaşlı bir CIA ajanı olmayabilir. Ama şirketleri ile sivil toplum kuruluşlarının ABD yayılmacılığı ile iç içe olduğundan şüphe edilemez.’ (Neil Clark, Newstatesman, 2 Haziran 2003) Soros şimdilerde, Bush politikalarına ve Irak savaşına karşı durarak prim yapıyor. Demokrat Parti’ye yatırım yapıyor olması durumunu yeterince izah ediyor, ama yine Clark’a göre durum daha vahim, zira, ‘Pax Americana’yı genişletmeye dönük Soros stratejisi Bush modelinden farklı, özellikle de incelmişlik bakımından. Fakat daha az ihtiraslı veya daha az ölümcül değil.’ Clark, Soros nezdinde Bush politikalarının en affedilelmez yanının; ‘ABD’nin ihtiraslarını bu kadar açık ederek oyunu ele vermek gibi bir günah işlemek’ olduğunu söylüyor ve devamında; ‘Soros ile örgütleyip para sağladığı sivil toplum kuruluşları, yıllardan beri ‘özgür dünya’nın sınırlarını genişletme işini o kadar ustalıkla yürütmüştü ki neredeyse kimsenin ruhu duymamıştı’ diyor. Soros’un hikâyesi uzun, biz bitirmeden hemen belirletim, tabii ki, bir şekilde Soros’tan maddi destek almış tüm sivil toplum kuruluşlarının ABD politikalarının aracı olduğunu düşünmek yanlış olur. Birçok durumda, Soros’un desteklediği kurumların gayeleri, anlayışları, Soros’unkinden tamamen farklı olabilir. Ama tam da bu yüzden anlayıp dinlemeden Soros’u savunmak, en hafifinden, eski bir siyasi tabirle, ‘faydalı salaklık’ olur.” Ne ki, ülkemizde “faydalı salak”ların sayısı hiç de az değildir. Soros önceki yıllarda, Unilever’e bağlı iki şirketi (Yudum ve Sırma) satın alarak gıda sektörümüze girmişti. Ocak 2005’deki Davos Zirvesi’nde Başbakan Erdoğan’ın kendisine yapmış olduğu yatırım davetinin “yüksek himayesi altında” şimdi de yeni yatırımlar için yeniden ülkemize geliyor. Gazetelere bakılırsa, Soros’un danışmanları ortaklık kurmak veya satın almak için Türk gıda sektöründeki 20’den fazla firmayla temasa geçmişler bile. Bunlardan çok daha önemlisi -ve kötüsü-, Soros Türk Telekom’u da ele geçirmeye çalışıyor. Bu kere incelerken, Türkiye’nin ekonomisinde ve siyasetinde adı artık daha çok duyulacak olan Soros’un iki kuruluşunun kimliğini bilgi notu olarak bir kenarda saklamakta fayda olacak. Bunlardan biri, vergi cenneti Hollanda Antilleri’nde kurulu, pek çok kraliyet hanedanının ve İsrail’i destekleyen büyük sermaye çevrelerinin paralarını işleten Quantum Fund (Quantum Fonu). Diğeri de, danışmanlık hizmeti örtüsü altında pek çok firmanın yanı sıra Quantum Fund’u da yöneten bir başka Soros şirketi: Soros Fund Management (Ayrıntılı bilgi için Bkz: Mustafa Yıldırım: Sivil Örümceğin Ağında, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 3.Baskı, İstanbul, 2004). Artık bunlar Türkiye’de de baş rolde olacaklar. Soros’un Türkiye’deki yatırım teşebbüsü, tam bir “Besle kargayı, oysun gözünü” durumu olacak. Çünkü, ortak olunmuş veya satın alınmış Türk şirketlerinin parasının bir bölümü, danışmanlık hizmeti, sosyal faaliyetler, sponsorluk talep eden bazı Türk kuruluşlarının desteklenmesi ve benzeri örtülerle, Soros’un Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye’deki yan organlarına akıtılacak. Böylelikle, Soros’’un firmalarında imal edilen malları satın alan herkes gözümüzü oyacağı kesin olan kargayı kendi elleriyle beslemiş olacak. 1930 yılında Macaristan’ın Budapeşte kentinde doğan George Soros 1947’de İngiltere’ye göç etmiş ve London School of Economics okulundan mezun olmuştur. Öğrencilik yıllarında düşünür Karl Popper’ın çalışmalarını tanıyan Soros’un düşünce gelişiminde ve toplumsal çalışmalarında bu etkilenim önemli rol oynamıştır. Soros, 1956 yılında ABD’ye taşındı ve kurduğu uluslararası yatırım fonundan büyük gelir elde etti. 1979 yılında ilk vakfı olan Açık Toplum Fonu’nu New York’da, Doğu Avrupa’daki ilk vakfı olan Avrupa Vakfı’nı da 1984’de Macaristan’da kurdu. Bugün, 30’u aşkın bulunan vakıflar ağını fonlamaktadır. Soros, Orta Avrupa Üniversitesi ve Uluslararası Bilim Vakfı’nın da kurucusudur. 1994 yılında ağ kapsamındaki vakıflara 300 milyon dolar harcamıştır. 1995 yılında bu miktar 350 milyon, 1997 yılında 428 milyon, 2000 yılında 494 milyon dolara çıkmıştır. Açık Toplum Enstitüsü’nün Türkiye Danışma Kurulu dokuz üyeden oluşur ve yaklaşık iki ayda bir toplanır. Danışma Kurulu üyeliği rotasyona tabidir ve her yıl üyelerin üçte biri yenilenir. Bu kurulun 2001-2002 yılı üyeleri Nebahat Akkoç, Şahin Alpay, Üstün Ergüder, Murat Belge, Osman Kavala, Ömer Marda, Nadire Mater, Oğuz Özerden ve Can Paker; 20022003 yılı üyeleri Nebahat Akkoç, Şahin Alpay, Özlem Dalkıran, Üstün Ergüder, Murat Belge, Osman Kavala, Ömer Marda, Nadire Mater, Oğuz Özerden, Can Paker ve Salim Uslu; 20032004 yılı üyeleri Nebahat Akkoç, Özlem Dalkıran, Neşe Düzel, Ahmet İnsel, Eser Karakaş, Osman Kavala, Oğuz Özerden, Can Paker ve Salim Uslu; 2004-2005 yılı üyeleri ise Sabih Ataç, Neşe Düzel, Hasan Ersel, Ahmet İnsel, Eser Karakaş, Osman Kavala, Oğuz Özerden, Can Paker ve Ayşe Soysal’dır. Tüm dönemlerde Kurul Başkanı Can Paker’dir. OSI, 2003 yılı içinde Türkiye’de yirmiyi aşkın kuruluşun projelerine New York’taki Genel Merkezi tarafından malî destek sağlanmıştır. Bunlar şöyledir: Açık Site’nin İnternet Yayıncılığı Projesi; Afet için Sivil Koordinasyon Derneği’nin Gezici Afet Eğitimi Merkezi; Anadolu Kültür’ün, Anadolu Kültür Odakları Projesi; Ankara Sinema Derneği’nin Gezici Avrupa Filmleri Festivali; Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın Okul Öncesi Eğitim ve İşlevsel Yetişkin Okur-Yazarlık ve Kadın Destek Programları; Beyoğlu Gazetesi; Bilgi Üniversitesi’nin Avrupa’lı Türkler Araştırması; Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi; Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi; Boğaziçi Üniversitesi’nin çeşitli Araştırma Projeleri; Boğaziçi Üniversitesi’nin Sosyal Politika Forumu; Eğitim Reformu Girişimi; Kadın Girişimciler Derneği’nin Kadın Fonu Projesi; Kadın Merkezi’nin Namus Cinayetlerini Önleme Projesi; Kadın Yurttaş Ağı’nın Kadınlara Hukuk Danışmanlığı Projesi; Kadınların Kamu Hayatında Karşılaştığı Engeller Araştırması; Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı’nın Kültür Karıncaları Projesi; Nişantaşı Yaya Sergisi; Proje 4L İstanbul Güncel Sanat Müzesi’nde bir Modern Sanat Sergisi; Sabancı Üniversitesi - İstanbul Politikalar Merkezi’nin Avrupa Birliği İzleme Projesi; Sabancı Üniversitesi’nin, Toplumsal Duyarlılık Modelinin Yaygınlaşması Çalışmaları; Tarih Vakfı’nın, Ders Kitaplarını Gözden Geçirme Çalışması ve STK Rehberi; Turist Rehberleri Vakfı’nın Çocuk ve Müze Projesi; Şizofreni Dostları Derneği’nin Ruhsal Engelli İnsanlar için İnsan Hakları Savunuculuğu Projesi; Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi; Uçan Süpürge’nin, “Köprüler Kuruyoruz” Belgesel Film Gösterimi ve 6.Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali; Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın 2004 Programı’na Destek; Türkiye Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Araştırmalar Vakfı’nın Türkiye’deki Seçmen Davranışları Araştırması; ve Uluslararası Basın Derneği’nin Gazeteci Eğitimi Projesi. 2004 yılı içinde ise projelerine mali destek sağlanan kuruluş sayısı otuzu aşmıştır. Başka bir deyişle, OSI’nin Türkiye’deki etkinliği bir yıl içinde yarıb yarıya artmıştır. 2004 yılında OSI’den destek alanlar şöylece sıralanmaktadır: Afet için Sivil Koordinasyon Derneği’nin Gezici Afet Eğitimi Merkezi; Anadolu Kültür ‘ün, Anadolu Kültür Odakları Projesi; Anadolu Halk Kültür Vakfı’nın, Görünen Köy Projesi; Ankara Sinema Derneği’nin Gezici Avrupa Filmleri Festivali; Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın Okulöncesi Eğitim ve İslevsel Yetişkin Okur-Yazarlık ve Kadın Destek Programları; Bağımsız Türkiye Komisyonu’ nun, Avrupa’da Türkiye Çalışması; Batman Kadın Merkezi’nin, Kadının İnsan Hakları Eğitimi Projesi; Bilgi Üniversitesi’nin Avrupa’lı Türkler Araştırması; Bilgi Üniversitesi Sivil Toplum Kuruluşları Eğitim ve Araştırma Birimi; Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Merkezi; Boğaziçi Üniversitesi’nin çeşitli Araştırma Projeleri; Bilgi Üniversitesi’nin 20 İlde İnsan Hakları Filmleri Gösterimi; Boğaziçi Üniversitesi’nin Sosyal Politika Forumu; Centre for European Policy Studies ‘in, Çağdaş Türkiye’nin Avrupa Dönüşümü Projesi; Centre for European Reform ‘un, Avrupa Birliği ve Türkiye için Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Adaylık Süreci Stratejisi; Dev.Maden-Sen ‘in, Özel Sektör Madenciliği Alanında Ekonomik ve Sosyal Haklar Uygulamalarının Araştırılması ve Geliştirilmesi Projesi; Diyarbakır Barosu ‘nun, Herkes için Adalet Projesi; Eğitim Reform Girişimi; İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı ‘nın, Şimdi!Now! ve Sınır’da Sanat Sergisi; Kadın Girişimciler Derneği ‘nin Kadın Fonu Projesi; Kadın Merkezi’nin Namus Cinayetlerini Önleme Projesi; Kadın Yurttaş Ağı’nın Kadınlara Hukuk Danışmanlığı Projesi; Kadınların Kamu Hayatında Karşılaştığı Engeller Araştırması; Kültür Bilincini Geliştirme Vakfı ‘nın Kültür Karıncaları Projesi; Kültürlerarası İletişim Derneği’nin, Anadolu Buluşması Projesi; Sabancı Üniversitesi - İstanbul Politikalar Merkezi’nin Avrupa Birliği İzleme Projesi; Sabancı Üniversitesi’nin, Toplumsal Duyarlılık Modelinin Yaygınlaşması Çalışmaları; Tarih Vakfı’nın, Ders Kitaplarını Gözden Geçirme Çalışması ve STK Rehberi; Turist Rehberleri Vakfı’nın Çocuk ve Müze Projesi; Şizofreni Dostları Derneği’nin Ruhsal Engelli İnsanlar için İnsan Hakları Savunuculuğu Projesi; Türkiye İsrafı Önleme Vakfı’nın Türkiye Grameen Mikrokredi Projesi ve bu proje ile ilgili yapılan Değerlendirme Çalışması; Uçan Süpürge’nin, “Köprüler Kuruyoruz” Belgesel Film Gösterimi; Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı’nın 2004 Programı’na Destek; Türkiye Sosyal, Ekonomik ve Siyasi Araştırmalar Vakfı’nın Türkiye’deki Seçmen Davranışları Araştırması ve Uluslararası Basın Derneği’nin Gazeteci Eğitimi Projesi.