ARTIK-DEĞER (Os
Transkript
ARTIK-DEĞER (Os
ORHAN HANÇERLİOĞLU’NUN EKONOMİ VE FELSEFE SÖZLÜKLERİNDEN EKO–404 KARŞILAŞTIRMALI İKTİSADÎ SİSTEMLER DERSİ İÇİN KAVRAMLAR V – 8.1 Bu notlardaki tanımlamalar Orhan Hançerlioğlu’nun Ekonomi1 ve Felsefe2 Sözlüklerinden alınmıştır ve 1991 yılında dağılan Sovyetler Birliği’nin resmî ideolojisi olan MarksistLeninist dünya görüşünü yansıtmaktadır. Okuyucuların, buradaki tanımlamaların ve değerlendirmelerin çağdaş iktisatçıların pek çoğu tarafından paylaşılmadığını hatırda tutmaları yerinde olur. 1 2 Orhan Hançerlioğlu (1986) Ekonomi Sözlüğü, 6’ncı basım, İstanbul: Remzi Yayınları Orhan Hançerlioğlu (1989) Felsefe Sözlüğü, 7’nci basım, İstanbul: Remzi Yayınları ALTYAPI: Bir toplumun sosyo-ekonomik temeli… Diyalektik ve tarihsel materyalizme göre insanlığın ilk hareketi, insanların yaşayabilmek için yaptığı üretim hareketidir. Hayvanlar doğada bulduklarıyla yaşarlar, insanlarsa yaşayabilmek için üretirler. Bu üretim sürecinde insanlar arasında zorunlu ilişkiler kurulur. Altyapı, bu üretim ilişkilerinin tümüdür. Üretim ilişkileri, toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İnsanların bütün öteki davranışları, bu ilk insanca davranışlarının üstünde yükselirler. İnsanlar önce yaşarlar, sonra yaşadıklarının düşüncelerini edinirler. Hem de nasıl yaşıyorlarsa öyle düşünceler edinirler, bir kulübede bir saraydakinden başka türlü düşünülür. Çiftçi, çiftçi gibi düşündüğünden çiftçi olmuş değildir, tersine, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünmektedir. Demek ki siyasal, hukuksal, dinsel, felsefesel, estetik, ideolojik vb. üstyapı oluşumları hep bu altyapı oluşumuna göre biçimlenir. Köleci üretim ilişkilerinin, yani köleci altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb. düşünceleri köleci düzenin gereklerine uygun olarak; feodal üretim ilişkilerinin, yani feodal altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb. düşünceleri feodal düzenin gereklerine uygun olarak meydana gelir. Altyapı temel belirleyicidir, ama üstyapı da altyapıyı etkiler ve değiştirir. Örneğin köleci üretim ilişkilerinde kapitalist hukukun, kapitalist üretim ilişkilerinde feodal ahlakın gerçekleşmesi ve geçerliği olanaksızdır. Metafiziğin sonsuz, saltık, her zaman ve her yerde geçerli sandığı üstyapı oluşumları (Siyasal, hukuk, ahlak, din, vb.) altyapı oluşumuna uygun olarak hep değişmiştir ve değişmektedir. Ne var ki bu değişmeler aynı hızda değildir. Altyapı değişirken üstyapı kurumları daha bir süre devam eder. Bundan başka üstyapı kurumları bir türden değildir. Örneğin kapitalist üretim ilişkilerinde siyasal, ahlaksal, felsefesel görüşler iki uyuşturulamaz sınıfın karşıtlığını yansıtır. Proletaryanın siyasal, ahlaksal, felsefesel görüşleriyle burjuvazinin siyasal, ahlaksal, felsefesel görüşleri sürekli olarak birbiriyle çatışırlar. Toplumun ilerici yanının üstyapı oluşumları, altyapıyı etkiler ve değiştirir. Buna karşı toplumun gerici yanının üstyapı oluşumları altyapının değişmesine karşı koymaya çalışır, onu engellemeye ve durdurmaya çabalar. Altyapıyla üstyapıdaki değişmelerin birbirine uygunluğu, ancak, sosyo-ekonomik bir biçimin başka bir sosyo-ekonomik bir biçime dönüşmesiyle gerçekleşir. Altyapıyla üstyapının karşılıklı etkileşimi üstüne tarihsel ve diyalektik materyalizmin kurucularından Engels, Joseph Bloch’a, 21 Eylül 1890’da Londra’dan şunları yazmıştır: “Materyalist tarih görüşüne göre, tarihin belirleyici etkeni, son çözümlemede, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Ama biri çıkar da bu deyişe, ekonomik etken tek belirleyici etkendir anlamını yamamaya kalkışırsa onu soyutlaştırır ve saçmaya indirger. Ekonomik altyapı etkendir ama ideolojik üstyapı da etkendir. Bütün bu etkenler, karşılıklı etki halindedir. Ekonomik hareket, sonsuz rastlantılar arasında beliren bir zorunluluk gibi, bu etkenler içinde kendi yolunu açar… Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz ama bunu belirlenmiş öncüller ve koşullar içinde yapıyoruz. Bütün bu öncüller ve koşullar içinde, son çözümlemede, belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal vb. koşullar, hatta insan beyinlerine yapışan gelenekler bile, temel olmamakla beraber bunda rol oynarlar… Yoksa Kuzey Almancasının ses uyumundaki değişikliği, gülünç olmadan, ekonomik açıdan açıklamak mümkün değildir… Düşmanlarımızın yadsımaya çalıştıkları başlıca ilkede direnmek zorundaydık. Bu yüzden karşılıklı etkiye katılan bütün etkenlere layık oldukları yeri vermeye fırsat bulamadık”. Altyapı’ya temel de denir. Bu temel, yani üretim ilişkileri insan bilincinden bağımsız olarak kurulmuştur. ALTYAPI (FS): Bir toplumun sosyo-ekonomik temeli… Diyalektik ve tarihsel materyalizme insanlığın ilk hareketi, insanların yaşayabilmek için yaptığı üretim hareketidir. Hayvanlar doğada bulduklarıyla yaşarlar, insanlar ise yaşayabilmek için 2 üretirler. Bu üretim sürecinde insanlar arasında zorunlu ilişkiler kurulur. Altyapı, bu üretim ilişkilerinin tümüdür. Üretim ilişkileri, toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İnsanların bütün öteki davranışları, bu ilk insanca davranışının üstünde yükselirler. İnsanlar önce yaşarlar sonra yaşadıklarının düşüncelerini edinirler. Hem de nasıl yaşıyorlarsa öyle düşünceler edinirler, bir kulübede bir saraydakinden başka türlü düşünülür. Çiftçi, çiftçi gibi düşündüğünden çiftçi olmuş değildir, tersine, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünmektedir. Demek ki siyasal, hukuksal, dinsel, felsefesel, estetik, ideolojik vb. üstyapı oluşumları hep alt yapı oluşumlarına göre biçimlenir. Köleci üretim ilişkilerinin, yani köleci altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb. düşünceleri köleci düzenin gereklerine uygun olarak; feodal üretim ilişkilerinin, yani feodal altyapının siyasal, hukuksal, ahlaksal vb. düşünceleri feodal düzenin gereklerine uygun olarak meydana gelir. Altyapı temel belirleyicidir, ama üstyapı da altyapıyı etkiler ve değiştirir. Örneğin köleci üretim ilişkilerinde kapitalist hukukun, kapitalist üretim ilişkilerinde feodal ahlakın gerçekleşmesi ve geçerliği olanaksızdır. Metafiziğin sonsuz, saltık, her zaman ve her yerde geçerli sandığı üstyapı oluşumları (siyasal, hukuk, ahlak, din vb.) altyapı oluşumuna uygun olarak hep değişmiştir ve değişmektedir. Ne var ki bu değişmeler aynı hızda değildir, altyapı değişirken üstyapı kurumları daha bir süre devam eder. Bundan başka üstyapı kurumları bir türden değildir. Toplumun ilerici yanının üstyapı oluşumları, altyapıyı etkiler ve değiştirir. Buna karşın toplumun gerici yanının üstyapı oluşumları altyapının değişmesine karşı koymaya çalışır, onu engellemeye ve durdurmaya çabalar. Altyapı ile üstyapıdaki değişmelerin birbirine uygunluğu, ancak, sosyo-ekonomik bir biçimin başka sosyoekonomik biçime dönüşmesiyle gerçekleşir. ARTIK-DEĞER: Emekçilerin kendi emek güçlerinin değerini ürettikten sonra fazladan ürettikleri değer... Diyalektik ekonomi terimidir, üretilen malların değeriyle bunların üretimi için ödenen ücretlerin tutarı arasındaki farkı dile getirir. Diyalektik ekonomiye göre kapitalist düzende bir malın değeri, onda billurlaşan insan emeğiyle belirlenir. Kapitalist düzende insanın emek gücü de mallaşmıştır ve pazarda öteki mallar gibi değiştirme değeriyle alınıp satılmaktadır. Her mal gibi insan-mal da değiştirme değeriyle satın alınır ve kullanma değerinden yararlanılır. Bir malın değiştirme değeri, onun yeniden üretim için gereken emek süresiyle belirlenir. İnsan-mal kendisini yeniden üretecek − yani ertesi günü aynı güçle çalışabilecek bir duruma gelmek için gereken ihtiyaçlarını gidermeye yetecek – bir süreden fazla çalıştırılmakla ayrıca bir de artık-değer üretmektedir. Bu durumda, diyalektik ekonomiye göre, emekçiye emeğinin karşılığı ödeniyormuş gibi gerçekte emek gücünün karşılığı ödenmektedir. Örneğin sekiz saatlik bir çalışma süresinde, emekçinin kendisini yeniden üretmesi için dört saatlik bir çalışma süresinin yeteceğini varsayarsak geriye kalan dört saatlik çalışma süresi artık-değer üretimini gerçekleştirir. Bu örnekte emekçi ancak dört saatlik emeğinin karşılığını ücret adı altında alarak geri kalan dört saatte ücretsiz çalışmış olmaktadır. Çünkü her malın değeri gibi insan-malın da değiştirme değeri kendisini yeniden üretmek için gerekli süreyle belirlenir. Örneğin yüz bin lira değerindeki bir makine on yılda tükeniyor ve yerine bir yenisinin alınmasını gerektiriyorsa her yıl on bin liralık değeri amorti ediyor ve böylelikle on yılda ancak kendisini yeniden üretiyor demektir. Makine ve başkaca hiçbir üretim malı artık-değer sağlamaz. Artık-değer sağlayan tek mal, insan-maldır. “Artık-değer üretimi, kapitalist üretim biçiminin mutlak yasasıdır”. “Kapitalisti emek gücünü satın almaya götüren bu malın sahip olduğu spesifik kullanma değeridir ki; bu da sadece bir değer kaynağı olmasından değil, kendi sahip bulunduğu değerden daha fazla bir değer kaynağı olmasından doğar”. 3 ARTIK DEĞER ORANI: Ödenmiş emekle ödenmemiş emek arasındaki oran… Artıkdeğer payı da denir. Ücretle artık değer arasındaki nispeti dile getirir. ARTIK-ÜRÜN: Üreticilerin kendi tüketimlerine gerekenden çok ürettikleri ürün... Üretim olanaklarının az ve sınırlı bulunduğu ilkel komünal toplumda insanlar ancak varlıklarını sürdürebilecek, yani yaşayabilecek kadar üretebiliyorlardı, artık-ürün yoktu. Üretim güçlerinin gelişmesiyle emeğin verimi arttı ve toplumun özel mülkiyete, dolayısıyla da sınıflara bölünmesine yol açan artık-ürün elde edilmeye başladı. Köleci toplumda gerçekleşen artık-ürün yeni ilişkiler gerçekleştirdi. Köleci toplumda başlayan ve feodal toplumla kapitalist toplumda gelişen artık-ürün, tüm sınıflı toplumları karakterize eder. Sosyo-ekonomik oluşumlar (köleci, feodal, kapitalist), artık-ürünün elde ediliş biçimiyle belirlenmiştir. Örneğin feodal toplumda artık-ürün açıkça görülür, çünkü zorunlu ürün elde edildikten sonra üreticilere yaptırılan ek çalışmayla, yani angaryayla elde, edilir. Buna karşı kapitalist toplumda artık-ürün, toplumsal ürünün içinde gizlenir ve görünmez. Artık-ürün, kapitalist toplumda artık-değerin kaynağıdır. BASİT YENİDEN ÜRETİM: Başlangıçtaki sermayeye eşit bir sermaye ile yapılan yeniden üretim… Diyalektik ekonomi terimidir. Genişletilmiş yeniden üretim deyimi karşılığında kullanılır. Yeniden üretim konusu, diyalektik ekonominin temel bilgilerinden biridir. Üretim, insan yaşamında sürekli olması zorunlu bir olgudur. İnsanlar sürekli olarak üretemezlerse yaşayamazlar. Kapitalizm düzeninde bu sürekliliğin özel bir anlamı vardır. Kapitalist, elde ettiği artık-değerin tamamını kişisel ihtiyaçlarına harcayarak üretim için daima başlangıçtaki sermayesine eşit bir sermaye kullanırsa bu basit yeniden üretim olur. Ama böylesine basit bir yeniden üretim kapitalizm düzeninde mümkün değildir. Sermayedar sürekli olarak işini genişletmek ve artık-değerin daima çoğalan büyük bir bölümünü üretim sürecine katmak zorundadır. Bu genişletilmiş yeniden üretimse kapitalizmin temel çelişmelerini doğurur: “Üretim güçleri geliştikçe tüketim ilişkilerinin dar temeliyle daha keskin bir çatışma haline girer”. Bu durum, üretimle tüketim arasındaki zorunlu dengesizliğin başlıca kaynağıdır ki kapitalizmin temel çelişkilerinin çoğu bu dengesizliğin ürünüdür. Bu anlayışa göre “sürekliliği içinde ve yeniden üretim olarak kapitalist üretim süreci, ne yalnız mal ne de yalnız artık-değer üretir. O, bunlara ek olarak, sermayedarla ücretli işçi arasındaki toplumsal ilişkiyi üretir ve ebedileştirir.” BAŞLANGIÇTAKİ BİRİKİM: İlk birikim… Ünlü İngiliz iktisatçısı Adam Smith tarafından kullanılmıştır. Adam Smith, kapitalizmin oluşmasını açıklamak için bir ilk birikimin açıklanması gerektiğini sezmişti. Marx, Kapital’inde şöyle der: “Sermaye birikimi artık-değerin varlığını, artık-değer kapitalist üretimin varlığını, kapitalist üretim de üretimin varlığını ve üreticilerin elinde büyük sermaye ve emek gücü kütlelerinin varlığını bir önkoşul olarak gerekli kılar. Bu dolanım, bir kısır döngüdür Bundan ancak, kapitalist birikime öngelen ve kapitalist üretimin sonucu olacağı yerde onun çıkış noktası olmuş bulunan, Adam Smith’in deyimiyle bir previous accumulation tasarımlamakla kurtulunabilinir.” BİLİMSEL SOSYALİZM: Karl Marx’ın Friedrich Engels’le birlikte bilimsel olarak açıkladıkları sosyalizm öğretisi… Bu deyim Marksist sosyalizmi, öteki tüm sosyalizm öğretilerinden, özellikle de ütopyacı ve gerici sosyalizmlerden ayırır. Marksizm’e göre Marksist sosyalizm bilimseldir, çünkü toplumsal ve tarihsel yasalara dayanır ve 4 bu yasalarla açıklanır. Öteki sosyalizm öğretilerinin hiçbirinde bilimsellik yoktur: Kimileri romantik düş ürünleridir, kimileri de kasıtlı saptırmalar ve yanıltmalardır. BİRİNCİ KESİM: Üretim mallarının üretimi… Diyalektik ekonomi deyimidir ve tüketim mallarının üretimi’ni dile getiren ikinci kesim deyimi karşılığında kullanılır. Kapitalist iktisatçılar bu deyimi, tarım ve madencilik gibi temel üretim kesimini dile getirmek için kullanırlar. Onlara göre ikinci kesim inşaat ve imalât sanayi; üçüncü kesim de ulaştırma, turizm, büro hizmetleri vb. gibi ilk iki kesimin dışında kalan tüm işlerdir. Bilimsel olan ayrım, diyalektik anlayışın ileri sürdüğü ayrımdır. Çünkü kapitalizmin en büyük hastalığı olan krizlerin nedenini açıklar. Örneğin makine üretim malı, ekmekse tüketim malıdır. Diyalektik ekonomide bu iki tür mal ve bunları üreten kesimler titizlikle birbirinden ayrılmıştır. Düzenli bir ekonomide bu iki kesimin birbiriyle dengeli olarak üretim yapması gerekir, bu dengenin bozulması kriz yaratır. Diyalektik anlayışa göre kapitalizm bu dengeyi yapısı gereği kuramaz ve bu yüzden de krize zorunlu olarak düşer. “Kapitalist üretimin gerçek sınırı bizzat sermayenin kendisidir. Sermaye değerlendikçe üretimin hem başlangıcı hem sonu, hem nedeni hem de amacı olur”. “Bütün krizlerin sonuç olarak nedeni, daima, kapitalist üretimin üretim güçlerini sürekli olarak geliştirme zorunluluğuyla karşıt durumda bulunan toplumun sınırlı tüketimidir”. Diyalektik anlayışa göre basit yeniden üretim için birinci kesimdeki değişken sermaye ile artık-değerin toplamı, ikinci kesimin değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu durumda üretim, hiçbir krizle karşılaşmaksızın kolaylıkla yenilenir. Ama bu ideal bir durumdur ve kapitalist düzende hiçbir zaman gerçekleşemez. Kapitalizmde artık-değerin bir bölümü, üretimi arttırmak için biriktirilir. Bu durumda da iki kesim arasında denge kurmak ve krize düşmemek mümkündür. Bunun için de, yani genişletilmiş yeniden üretim için de, birinci kesimdeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının ikinci kesimdeki değişmeyen sermayeden daha büyük olması gerekir. Örneğin birinci kesimde 4.000 (değişmeyen sermaye) + 1.000 (değişken sermaye) + 1.000 (artık-değer) = 6.000 üretim malına karşı ikinci kesimde 1.500 (değişmeyen sermaye) + 750 (değişken sermaye) + 750 (artık-değer) = 3.000 tüketim malı olmalıdır. Buysa ancak plânlı bir ekonomide mümkün olup kâr amacıyla düzenlenen kapitalist ekonomide kapitalizmin yapısı gereği gerçekleşemez. Üretim malları, tüketim mallarını üretmek için üretilir. Bu yüzden üretim malları hacmiyle tüketim malları hacmi arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tüketim malları üretimini gerekli sayıda tutabilmek için üretim mallarının gerekli sayıda üretimi zorunludur. Diyelim ki çok otomobil (birinci kesim) ve az benzin (ikinci kesim) üretildi, bu halde denge bozuktur ve birçok otomobil satılmadan kalır. Öyleyse her iki kesimi dengeli kılabilmek için üretilen malların hem niceliğini, hem de niteliğini göz önünde tutmak gerekir. İkinci kesimin birinci kesimden daha yavaş büyümesi olgusu, sermayenin organik bileşimindeki artışa uygun düşer. Diyalektikçi ekonomi bilgini Ernest Mandel şöyle demektedir: “Ekonomide daha yüksek bir büyüme oranı sağlamak için üretim araçları sektörünün tüketim araçları sektöründen daha hızlı büyümesi gerektiğini ileri süren kuram kaba bir anlayışsızlığa dayanmaktadır, yeniden üretim şemalarının açıkça gösterdiği gibi, genişletilmiş yeniden üretimi sağlamak için birikim oranının birinci sektörde ikinci sektördekinden daha yüksek olması değil, birinci sektörde birikmiş mutlak meblağın (toplamın) ikinci sektörde birikmiş mutlak meblağdan daha yüksek olması gerekmektedir” ve “hemen hatırlatalım ki genişletilmiş kapitalist yeniden üretim şemaları mallar arasındaki ilişkiyi değil, değer ilişkilerini yansıtır” (Traité d’Economie, bölüm XVI). 5 BURJUVA: Geçimini elleriyle çalışmadan sağlayan kentli… Kentlerde oturup elleriyle çalışmadan geçimlerini sağlayan ve yoksul olmayan kentlileri dile getirir. Görüldüğü gibi kentli ve kapitalist deyimlerinden farklı bir anlam taşır. Burjuva tipi, feodal düzenin bağrında oluşmuş ve ticaret yaparak zenginleşmiştir. Çağımızda burjuva, ya üretim araçlarına doğrudan ve dolaylı olarak sahiptir ya da çıkarı üretim araçları sahipleriyle özdeştir. Bundan ötürü de bu deyim en büyük kapitalistlerden küçük esnafa, serbest meslek sahiplerinden memurlara kadar elişi yapmadan geçinebilen tüm kentlileri adlandırır. Üretim araçlarına ve büyük sermayeye sahip olanlarına büyük burjuva, onların yönetici kadrolarını oluşturan büyük memurlarıyla varlıklı serbest meslek sahiplerine orta burjuva, yoksul olmakla beraber ancak geçinebilen küçük esnaf ve küçük tüccarlarla memurlara küçük burjuva denir. BURJUVA SİYASAL EKONOMİSİ: Metafizik düşünce sistemine bağlı olan ekonomi politik… Diyalektik düşünce sistemine bağlı olan ekonomi politik deyimi karşılığında kullanılır. Birincisi kapitalizmi, ikincisi sosyalizmi savunur. Bu bakımdan birbirleriyle tam karşıt anlayışlardır. Burjuva ekonomi politiği, öznel ve ruhbilimsel bir yöntemle çalışır. Sosyalist ekonominin karşısında bulunan bütün ekonomi okulları, sosyalistlerce bu adla nitelendirilir. BURJUVAZİ: Burjuvalardan oluşan sınıf… Burjuvazi, büyük kapitalistten küçük esnafa ve ekonomik güçleri paraya dayanan serbest meslek sahipleriyle bunların hizmetlerinde çalışan geniş bir bürokrasi kadrosuna kadar çok çeşitli insan gruplarını kapsar. Oysa bütün bunların ortak niteliği elişi yapmamak’tır. Bu ortak nitelik burjuva sınıfını, köylü sınıfıyla işçi sınıfından ayırır. Burjuva sınıfı, tarihte devrimci bir rol oynamış ve kimi yerde aristokrasiyle anlaşarak (İngiltere) kimi yerde de ihtilalle (Fransa) eski düzeni yıkmış, bu düzenin yerine kendi düzenini getirmiştir. Din gücü de kendisini bu yeni düzene uydurmak zorunda kalmıştır. Katoliklik yerini Protestanlığa bırakmıştır. Kendi fabrikalarında ücretli işçi olarak çalıştırılmak üzere toprak köleliğiyle mücadele etmiş (Amerika) ve toprak kölelerini azadlığa kavuşturmuştur. Korporasyon hukukunun yasaklayıcı bütün kalıntılarını temizlemiş ve onun yerine şahıs hukukunu getirmiştir. DEĞER: İnsan emeği… Metafizik ekonomi anlayışına göre değer, bir şeyin faydasıdır. Örneğin Adam Smith’e göre değer, bir malın başka malları satın alabilme gücüdür. Değerin insan emeğinden doğduğunu ve mal üretimiyle ilgili tarihsel bir kategori olduğunu diyalektik ekonomi anlayışı ortaya koymuştur. Bu anlayışa göre değer, malda maddeleşmiş toplumsal emektir. Değerin, kullanma ve değiştirme işlemleriyle ilgili iki yönü bulunduğunu binlerce yıl önce Aristoteles de görmüştü. Ekonomik değer, kullanma değeri değil, değiştirme değeridir. Örneğin bir kunduracının somut ekmeği kunduranın kullanma değerini yaratır, kullanma değeri kunduranın kullanılmasıyla gerçekleşir ve kundura malının dolaşım sürecinde hiçbir rol oynamaz. Kundura malının dolaşımı sürecinde rol oynayan sadece değiştirme değeridir. Bu değeriyse belli bir toplumdaki bütün kunduracıların toplumsal ortalama soyut emekleri belirler. Bir malın değeri, o malın üretilmesi için gereken toplumsal ortalama emek miktarıyla belirlenir. Bu mal öteki maldan daha değerliyse, bu onun daha iyi kullanımı olduğundan değil, bu mala öteki maldan daha çok emek harcandığı içindir. Ancak bu emek, bir işçinin somut emeği değil, o malı üreten bütün işçilerin toplumsal ortalama soyut emekleridir. Değiştirme sürecinde, yani mal pazarında, kullanma değerleri gibi somut emeklerin de hiçbir rolü yoktur. Bir mal elbette bir kullanma değeri taşıyacak ve elbette bir somut emeğin ürünü olacaktır. Ne var ki değiştirme 6 ilişkilerinde iki saatte yapılan bir kundurayla yarım saatte yapılan bir kundura aynı fiyata satılır, pazarda geçerli olan toplumsal ortalama soyut emeğin değeridir. Ekonomik değer kavramı, tarihsel süreçte değiştirme olayının başlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bir kimse kendisi giymek için bir kundura yaparsa onun kullanma değerini gerçekleştirmiş olur, ama o kundurayı kendisine gerekli olan başka bir malı elde etmek için değiştirme amacıyla yaparsa bu halde üretim işlemine yepyeni bir işlem, bir değiştirme işlemi katmış demektir. Kullanma değerleri aynı olan mallar değiştirilemezler, değiştirme işleminde geçerli olan kullanma değerinden başka bir değer -değiştirme değeri-dir. Kimse bir kundura verip yerine başka bir kundura almaz, bir kundura verip örneğin karşılığında bir kilo pirinç alır. Kullanma değerleri farklı olan bu mallarda ortak olan şey, onların değiştirme değerleridir. Fiyat, değerin para diliyle dile getirilişinden başka bir şey değildir. Fiyat, çeşitli piyasa etmenleriyle yükselip alçalabilir; ama uzun bir sürede yapılan son çözümlemede bütün mallar -fazla ve eksik fiyatlar birbirini götürerek- toplumsal ortalama emek değerleriyle satılırlar. DEĞER YASASI: Bir malın değerini, o malın üretimi için toplumsal olarak zorunlu olan emek süresinin belirlediğini saptayan yasa… Diyalektik materyalist öğreti kuramcılarınca ileri sürülmüş ve bilimsel olarak kanıtlanmış olan bu sosyo-ekonomik yasa, kapitalist mal üretiminin tek düzenleyicisidir. Bu yasaya göre bir malın değeri, o malı üretmek için toplumsal olarak gerekli emek süresiyle belirlenir. DEĞİŞKEN SERMAYE: Sermayenin ücretlere ayrılan bölümü… Bu, klasik ekonominin döner sermaye deyimiyle karıştırılmamalıdır. Ekonomi dilinde değişken sermaye, sadece ücretlerdir. Çünkü sermayenin sadece ücretler bölümüdür ki üretim sürecinden artık-değer üretmek suretiyle çoğalmış bir hacimle, yani değişerek çıkmaktadır. Klasik ekonomi anlayışının döner sermaye deyimiyse ücretlerle birlikte hammaddeler, yardımcı maddeler, ısıtma, aydınlatma harcamalarını da kapsar. Döner sermaye ile duran sermaye ayrımı kârların hesaplanmasında önemlidir, ama değer üretimi olayını gözlerden gizlemektedir. Değişken sermaye deyiminin karşılığı değişmeyen sermaye deyimidir ki bu da klasik ekonominin sabit sermaye deyiminden farklı bir anlam taşır. “Sermayenin, üretim araçları -yani hammaddeler, yardımcı maddeler ve iş âletlerihalini alan bölümü üretim sürecinde değer hacmini değiştirmez. Bunun için biz buna sermayenin değişmeyen bölümü, ya da kısaca değişmeyen sermaye diyoruz. Sermayenin işgücü haline giren bölümüyse, tersine, üterim sürecinde değerini değiştirir. Sermayenin bu bölümü, öz değerine eşit bir değeri yeniden ürettikten sonra üstelik kendisi de değişebilen ve az ya da çok miktarda olabilen bir artık-değer üretir. Sermayenin bu bölümü, durmadan, değişmeyen hacimden değişen hacme dönüşür. Bunun için biz buna sermayenin değişen bölümü ya da kısaca değişken sermaye diyoruz”. Bu tanım, şu olayı dile getirmektedir: Binalara, makinelere, hammaddelere, aydınlatma, ısıtma vb.’ne örneğin 100 lira yatırılmışsa sermayenin bu bölümü üretim sürecinden ancak kendini üreterek ve gene 100 lira olarak çıkar, hacmi değişmez. Çünkü bütün bu üretim araçları ancak kendi değerlerini üretirler, ürettikleri mala yeni bir değer eklemezler. Örneğin 10 kuruşluk iplik hammaddesi kumaş haline dönüşürken meydana getirilen bu üretime ancak kendi değeriyle, yani 10 kuruşluk değerle katışır, 10 liralık bir makine eğer on yılda yıpranıyor ve on yıl sonunda bir yenisiyle değiştiriliyorsa her yıl katıldığı üretime 1 liralık değerini geçiriyor demektir ve on yıl sonunda ancak kendi değerini üretmiş olmaktadır. Aynı üretim sürecinde emek gücü ücretlerine yatırılan 100 liraysa kendi değerini ürettikten başka örneğin 40 liralık da artık-değer üreterek 140 lira olarak çıkar, hacmi değişir. Değişmeyen ve 7 değişken terimlerinin kapsadığı anlam budur ve bu anlam özellikle sermayenin organik bileşimi kavramının anlaşılması için önemlidir. DEĞİŞMEYEN SERMAYE: Sermayenin üretim araçlarına harcanan ve üretim sürecinden hacmi değişmeden çıkan bölümü… DEĞİŞTİRME DEĞERİ: Bir malın ekonomik değeri… Kullanma değeri, yani, fayda karşılığında kullanılır. Ekonomi dilinde değer demek, değiştirme demek, değiştirme değeri demektir. Ekonomik değer kavramı tarihsel süreçte değiştirme olayı ile meydana çıkmıştır. Değiştirme olayından önce değer söz konusu değildi, ürünlerin sadece fizik niteliklerinden yararlanılırdı. Diyalektik ekonomi anlayışına göre kapitalist bir biçimde üretilen ve piyasaya sürülen her nesne, bir kullanma değeriyle bir değiştirme değeri taşır. Kullanma değeri olmayan hiçbir nesne değiştirilemez, ama aynı kullanma değerine sahip olan nesneler de değiştirilemezler. Hiç kimse bir ton buğdayı aynı nitelikte bir ton buğdayla değiştirmez, ama örneğin bir giyecekle değiştirir, yani kullanma değeri başka bir nesneyle değiştirir. Değiştirebilmek için kullanma değerinin farklı olması gereklidir. Öyleyse mallar hangi ortak yanlarına göre değiştiriliyor? Bu ortak yan, bu temel, bir malın gerektirdiği emek miktarı’dır. Pazarda birbirleriyle değiştirilenler eşit emek miktarlarıdır. DİYALEKTİK EKONOMİ: Ekonomi sorunlarını diyalektik yöntemle çözümleme anlayışı… Ekonomi sorunlarını metafizik yöntemle çözümleme anlayışını dilegetiren metafizik ekonomi deyimi karşılığında kullanılır. Metafizik ve diyalektik, birbirine tümüyle karşıt yapıda, iki dünya görüşüdür. Her ikisinin de felsefesel kaynağı antik çağ Yunan düşüncesindedir. Metafizik, spekülatif olduğundan hızla gelişmiş ve insan düşüncesine yirmi beş yüzyıl egemen olmuştur. Buna karşı diyalektik, bilimsel olduğundan ancak bilimlerin gelişmesiyle gelişebilmiş ve temel yasaları 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında keşfedilmiştir. Doğa ve son çözümlemede doğanın ürünü olan insan bilinci ve toplum, diyalektik olarak işlemektedir. Öyleyle doğasal, bilinçsel ve toplumsal tüm olguların iç gerçeğini kavrayabilmek için, onları işleyiş yöntemleriyle incelemek gerekir. Herhangi bir olguyu diyalektik yöntemle incelemek demek, onu bütünselliği, bağımlılığı, çok yanlılığı, çelişmeleri, hareketliliği, değişkenliği ve gelişkenliği içinde incelemek demektir. Metafizik inceleme ise bunun tam tersidir ve olguları bütünlülüklerinden ayırıp soyutlayarak, durgun, değişmez ve gelişmez olarak ele alır. Metafizik anlayış kavramlara kesin ve sonsuz anlamlar verir, diyalektik anlayışta ise kavramlar ancak belli koşullar içinde belli anlamlar kazanır. Bu anlamlar, sürekli olarak değişirler. Bundan başka diyalektik anlayışta ekonomi temel bilgidir, insanlık tarihi hayvanı insan eden üretim hareketiyle – yani ekonomik hareketle – başlamıştır. İnsanlar önce düşünüp sonra bu düşüncelerine uygun olarak yaşamış değillerdir, tersine, önce yaşamış ve sonra bu yaşayışlarına uygun olan düşünceler edinmişlerdir. Demek ki beşerî (insansal) düşünce ve ilişkiler, maddî ve ekonomik temel ilişkilerle belirlenmiştir. Ne var ki bu, çoğunlukla yanlış anlaşıldığı gibi, her şeyin ekonomi tarafından belirlendiği anlamını vermez. İnsanlar elbette maddî ve ekonomik ilişkilerine uygun düşünceler edinmişlerdir, ama edindirdikleri düşüncelerle de maddî ve ekonomik ilişkilerini etkileyip değiştirmişlerdir. Bir diyalektik ustası şöyle der: “Bu etkenler, karşılıklı etki halindedir. Ekonomik hareket, sonsuz rastlantılar arasında beliren bir zorunluluk gibi, bu etkenler içinde kendi yolunu açar. Yoksa kuzey Almancasının ses uyumundaki değişikliği, gülünç olmadan, ekonomik açıdan açıklamak elbette mümkün değildir. Kendi tarihimizi kendimiz yapıyoruz, ama bunu belirlenmiş öncüller ve koşullar içinde son çözümlemede, 8 belirleyici olanlar ekonomik koşullardır. Ama siyasal vb. koşullar, hatta insan beyinlerine yapışan gelenekler bile, temel olmamakla beraber, etkindirler”. DİYALEKTİK MATERYALİZM (FS): Her türlü gelişmenin genel yasalarını saptayan bilim... Bilimsel dünya görüşü, iki büyük öğretiden meydana gelmiştir: Tarihsel materyalizm ve diyalektik materyalizm. Her iki öğreti de diyalektik bir bağımlılık içindedir ve birbirini bütünler. Bundan başka ve aynı zamanda tarihsel gelişmeleri içinde düşünsel felsefeyle uygusal bilimin bütün olumlu verileri de bu öğretilerde bütünlenmiştir. “Çağdaş fizik doğum sancıları çekmekte ve diyalektik materyalizmi doğurmaktadır”. Diyalektik materyalizm; doğa, toplum ve bilinç olgularını evrensel bir varlık anlayışı içinde bütünler ve bu bütünlüğün aynı çelişme yasasıyla geliştiğini meydana koyar. Bundan ötürüdür ki diyalektik ve materyalist’dir. Diyalektik “hareket ve gelişme”, materyalizm “doğanın insan düşüncesinden bağımsız olarak varlığı” anlamındadır. Tarihsel ve diyalektik materyalist öğreti, ham ve metafizik yapılı diyalektikle ham ve metafizik yapılı materyalizmi aşıp yeni ve bilimsel birer anlam kazanan diyalektikle materyalizmin bağımlılığını ortaya koymakla oluşmuştur. Bu oluşma bilim ve felsefe tarihinde tek ve en büyük bir devrimdir. Bu oluşma sonucudur ki doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olay ve olgular aydınlanmış, kolaylıkla anlaşılır olmuş, gerçekler meydana çıkmıştır. Bu oluşma sonucudur ki bilim felsefeleşmiş ve felsefe bilimselleşmiştir, bilim ve felsefe birbiriyle kaynaşarak tek ve bütün bir bilgi olmuştur. Diyalektik materyalizm ile; idealizm olduğu kadar materyalizm de aşılmıştır, metafizik olduğu kadar diyalektik de aşılmıştır, materyalizm diyalektikleşirken diyalektik materyalistleşmiştir. Diyalektikle materyalizm arasındaki bileşim, evrenin anlaşılmasını olduğu kadar değiştirilmesini de zorunlu ve olanaklı kılmıştır. Bu yüzdendir ki diyalektik ve tarihsel materyalist öğreti hem bilimselfelsefesel bir kuram, hem de ve aynı zamanda bilimsel-felsefesel bir yöntemdir. Tek ve biricik bilimsel dünya görüşü diyalektik materyalizmdir. Bu dünya görüşü diyalektiktir; çünkü doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olaylara yaklaşma ve onları inceleyip kavrama yöntemi diyalektiktir; bu dünya görüşü materyalisttir; çünkü doğasal, toplumsal ve bilinçsel tüm olayları yorumlayışı materyalisttir. Diyalektik materyalizm, “bulunan doğa bilimsel sonuçlarla o sonuçlar üstünde düşünen düşünme tarzının karşıtlığı yüzünden, öğrenciler kadar öğretmenleri ve okurlar kadar yazarları da umutsuzluğa düşüren o sonsuz karışıklığa” son vermiştir. Diyalektik materyalizmin bilimselliği, bilimsel verilere dayanmasından ve ancak bilimsel verilerle biçimlenmesinden ileri gelir. Bilimseldir, çünkü bilimle çelişmez, tersine, bilimsel sonuçlarla uygundur. Bilimseldir, çünkü evrene, fantastik peşin yargılarla değil, evrene özgü gerçek ilişkileri çözümleyerek yaklaşır. Bilimseldir, çünkü evrenin bilimle bilinebileceğini savunur. Bilimseldir, çünkü hiç bir boş- inanç ve gericilikle bağdaşmaz. Görüldüğü gibi bu bilimsellik, kimilerinin sandığı gibi yakıştırılmış bir bilimsellik değil, bilime dayanan ve bilimi savunan, bilimle güçlenen ve bilimin gelişmesiyle oluşan bir kuramın gerçek bilimselliğidir. Gerek idealizmin ve gerek ham materyalizmin bilimsel olmadıkları ise doğa bilimlerine ters düşen kavramlarından ve yorumlarından kolaylıkla anlaşılır. “Bilimin her gelişmesinde diyalektik materyalist bilgilerin geçerliliği yeniden denetlenmeli ve geliştirilmelidir”. Diyalektik materyalizm, gelişme olgusunun genel yasalarının bilimi’dir, öylesine ki bilimsel gelişme olgusunu bütün öğretiler içinde tek başına temsil eder. Her bilim, gerçeğin farklı alanlarındaki gelişmesini ancak o alanlarda geçerli özel yasalara bağlar, diyalektik materyalizm ise bizzat gelişme olgusunu genel yasalara bağlar. Bu genel yasalar, kurgusal varsayımlar değil; bizzat doğanın, toplumun ve bilincin işleyişinden çıkarılmış ve onlara uygulanarak, denetlenmiş ve doğrulukları saptanmış 9 bilimsel yasalardır. Bu yasalar, karşıtların birliği ve savaşı yasası, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası adlarıyla anılırlar. Bu yasalar, evrende var olan her şeyin bizzat nasıl devinip geliştiğinin, süreklilikte kesintinin ve karşıtlıkların birdenbire dönüşümlerle, nasıl aşıldığının, eskinin yıkılıp yeninin nasıl oluştuğunun anahtarını verir. Diyalektik materyalizm, hem bilme ve hem de yapmanın öğretisi olmakla, kuramla kılgının (teoriyle pratiğin) bağımlığını da ortaya koymuştur. Teorisiz pratik ve pratiksiz teori olmaz. Pratik teoriyle başarılı olabildiği gibi teori de pratikten yansır. Diyalektik materyalizmin gereği gibi anlaşılması için yukarda sayılı üç genel yasayla madde, hareket, bilinç, zaman ve uzay, oluş, yasa vb. gibi kavramların diyalektik materyalist tanımlarının ve özel ve genel, içerik ve biçim, öz ve olgu, neden ve sonuç, zorunluluk ve rastlantı, olanak ve gerçeklik, mantıksal ve tarihsel vb. gibi ulamların birbirleriyle olan sıkı bağımlılıklarının, yansı kuramı adıyla anılan diyalektik materyalist bilgi kuramının ve tarihsel materyalist öğretinin bilinmesi gerekir. Diyalektik materyalizmin bilinmesi, bilimsel gelişmeyle sınırlı olarak, tüm olay ve olguların bilinmesi ve ilerde olacak olanların da doğru olarak tahmin edilmesi demektir. DİYALEKTİK YÖNTEM (FS): Diyalektik uygulama tekniği… Doğasal, toplumsal ve bilinçsel bütün olgular diyalektik gelişme yasalarıyla oluşur. Öyleyse bu oluşmayı anlamak için ona diyalektik yöntemle yaklaşmak zorunludur. Diyalektik, bu yüzden gelişmenin yasası olduğu kadar, gerçekliği değiştirme yöntemidir. Çünkü oluşmanın nasıl gerçekleştiği bilinince o oluşmayı nasıl incelemek ve o oluşmayı değiştirmek için ne türlü davranmak gerektiği de bilinir. Herhangi bir olgunun incelenmesinde diyalektik yöntemi kullanmak o olguya diyalektik bilgilerle bakmak demektir. Bu bilgiler, metafizik ve mekanik bilgilerin tam karşıtı olan bilgilerdir. Diyalektik kavrayış, çok yönlü bir kavrayıştır; bu yüzden de formüllere bağlanıp reçetelenemez. Her şeyden önce metafizik ve mekanik düşünme alışkanlığından kurtulmak gerekir, bunun için de diyalektiğin iyice bilinmesi başlıca koşuldur. “Doğayı, tarihi ya da bilinçsel etkinliğimizi incelediğimiz zaman hiçbir şeyin olduğu gibi ve olduğu yerde kalmadığını, her şeyin değişip geliştiğini görürüz. İlişkiler, tepkiler, değişimler ve bilişimlerle karşılaşırız. Hem de bu tabloyu bir bütün olarak görürüz, hareket eden nesneden çok harekete bakarız. Doğal diyalektikçi olan eski yunan filozoflarının yaptığı da budur ve bunu dile getiren ilk düşünür de Herakleitos’tur. Ama genelliği doğru olarak saptayan bu görüş, ayrıntıları açıklamaya yetmez. Ayrıntılar açıklanmadıkça da bütün anlaşılamaz. Bu ayrıntıları açıklayabilmemiz için onları doğal ve tarihsel ilişkilerinden koparıp ayırmamız, ayrı ayrı incelememiz gerekir. Nitekim böyle yapıldı. Ama bu zorunlu soyutlama, doğal nesneleri ve süreçleri, canlılıkları içinde değil, ölülükleri içinde inceleme alışkanlığı doğurdu. Bacon ile Locke bu inceleme biçimini doğa bilimlerinden felsefeye aktarınca metafizik düşünme yöntemi doğmuş oldu. Metafizikçi için nesneler ve onların insan zihnindeki yansıları birbirinden ayrılmıştır, birbirlerinden ayrı olarak incelenmeleri gerekir: bir şey ya vardır, ya da yoktur, bir şey hem kendisi hem de kendisinden başka bir şey olamaz. Olumluyla olumsuz birbirlerini kesinlikle kovar, neden ile sonuç birbirlerine karşı birer karşısav durumundadır. Metafizik düşünme yöntemi ilk bakışta çok açık görünür, ne var ki araştırmanın geniş alanına açıldıkça belli bir alanda yeterli ve gerekli olan bu yöntemin yetmezliği, tek yanlılığı, çözülmez çelişkilere düştüğü meydana çıkar. Ayrı ayrı nesneleri incelerken onların arasındaki ilişkileri unutur, hareketleriyle geçmişlerini ve geleceklerini görmez oluruz. Ağaçları tek tek incelerken ormanı göremeyiz. Oysa her organik varlık her an hem aynıdır, hem de aynı değildir. Her an dışardan sağlanmış maddeleri özümler ve başka maddeleri dışarı 10 atar, öyle ki her an kendisidir ve yine de kendisinden başka şeydir. Daha yakından incelenince bir karşıtlığın iki ucunun, örneğin olumluyla olumsuzun, karşıt oldukları kadar ayrılmaz ve karşıtlıklarına rağmen birbirleriyle iç içe olduklarını görürüz. Bunun gibi nedenle sonucun ancak tek olaylarda geçerli kavramlar olduklarını oysa o tek olayı evrenin bütünüyle olan genel ilişkisi içinde düşününce birbirleriyle rastlaştıklarını ve sürekli olarak yer değiştirdiklerini; evrensel etki ve tepkiyi göz önüne aldığımızda nedenle sonucun birbirine karıştığını, burada sonuç olan şeyin orada neden ve orada neden olanın burada sonuç olduğunu anlarız. Böylesine süreçlerin hiçbiri metafizik yöntemin çerçevesine giremez. Oysa diyalektik yöntemi, nesneleri ve onların betimlenmelerini, düşünceleri; ilişkileri, sıralanmaları, hareketleri, başlangıçları ve bitimleri içinde kavrar. Doğada hiç bir şey kalktığı yere dönen bir çemberin değişmezliğinde devinmez, tersine, gerçek bir tarihsel evrimle devinir. Yöntem belli bir amaca varma için izlenmesi gereken ilkeleri saptar. Doğru düşünme ve doğru uygulama amacına da bunu sağlayabilecek bir yöntemle varılır. Metafizik yöntem belli ve dar alanlarda bütünü parçalarında da tanımak için ya da parçalarını da tanıyarak bütünü daha iyi tanımak için soyutlamanın gerekli bulunduğu alanlarda geçerlidir. Bunun taban tabana karşıtı olan diyalektik yöntemi ise doğanın işleyiş biçiminden çıkarılmıştır ve gerçekten bilmenin geniş alanlarında; doğanın ve toplumun ve bilincin tüm olay ve olgularında geçerlidir. Diyalektik yöntemi bilimseldir ve bilimlerin gelişmesiyle oluşmuştur. Metafizik yöntem ise kurgusaldır ve kurgusal soyutlamalarla oluşmuş, hiçbir zaman da bilimlerle bağdaşamamıştır. Diyalektik inceleme somuttan soyuta ve sonra yeniden somuta varan bir yol izler. Diyalektik yöntem parçalarını da tanıyarak bütünü daha iyi tanımak için en soyuta indiği evrede bile doğa ve son çözümlemede doğanın ürünü olan toplum ve insan bilinci olay ve olgularını: 1. bütünsellikleri, 2. çok yanlılıkları, 3. bağımlılıkları, 4. hareketsellikleri, 5. çelişmeleri, 6. değişkenlikleri, 7. gelişkenlikleri içinde inceler. Diyalektik yöntemle inceleme önce bu olgu ve olayları tanıyıp bilmeyi, sonra da bu doğru düşünmenin sonucu olarak doğru uygulamayı gerçekleştirir. Bilimsel veriler göstermiştir ki doğa, toplum ve bilinç diyalektik olarak işlemektedir; öyleyse bunların olay ve olgularını incelemek için bunlara aynı yöntemle, yani diyalektik bir düşünüşle yaklaşmak gerekir. Diyalektik olarak işleyen doğa, toplum ve bilinç olaylarına onlara ters düşen metafizik yöntemle yaklaşılamaz. Doğa, toplum ve bilinç olaylarını diyalektik yöntemiyle tanımak, onlar üstünde düşünmek ve onları beşerî (insansal) eylemle etkileyebilmek için: 1. Onları somut bütünlükleriyle ele almak gerekir. Soyutlama, ancak onları parçalarında da tanıyarak bütünlüklerini daha iyi tanımak için yapılır. Onların gerçek bilgisi bu soyutlamanın yeniden somutlanmasıyla elde edilir. 2. Onları bütün yanlarıyla ele almak gerekir. Her olay ve olgu çok yanlıdır, tek yanını tanımakla bütünü tanınamaz. 3. Onları bağımlılıkları içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu, başkaca birçok olay ve olgularla bağımlıdır. Bu bağımlılıklarından kopararak onu incelemek, onun tanınmasını olanaksız kılar. 4. Onları hareketlilikleri içinde ele almak gerekir. Her olay ve olgu hareketseldir. Geçmişi, şimdisi ve sonrası vardır. Bu her olay ve olgunun bir tarihi olduğunu dile getirir. Hiçbir olay ve olgu geçmişinden koparılarak ve sonrasına bağlanmadan tanınamaz. 5. Onları çelişmeleri içinde ele almak gerekir. Hareketselliği gerçekleştiren çelişmedir. Neyle, neden, nasıl ve hangi yöne doğru çeliştiği bilinmeyen hiçbir olay ve olgu tanınamaz. 6. Onları değişkenlikleri içinde ele almak gerekir. Tüm olay ve olgular kimi yavaş kimi hızlı ama tümü de sürekli olarak değişirler. Bu değişkenlik, hareketselliğin zorunlu sonucudur. Onları değişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar. 7. Onları gelişkenlikleri içinde ele almak gerekir. Gelişme, hareket ve değişmenin zorunlu sonucudur. Olay ve olguların değişmeleri basitten karmaşığa, alttan üste ya da 11 aşağıdan yukarıya, az gelişmişten daha gelişmişe doğru gelişen bir süreç izler. Onları bu gelişmelerin dışında ve gelişmez olarak ele almak tanınmalarını olanaksız kılar. Bu ilkeleri tersine çevirmekle metafizik yöntemin ilkeleri elde edilir ve metafizik yöntemin geniş araştırmalardaki tüm yanılgılarının nedeni de kolaylıkla anlaşılmış olur. Demek ki metafizik yöntem olay ve olguları bütünlüklerinden soyutlanmış olarak, tek yanlı, bağımsız, hareketsiz, çelişmesiz, değişmesiz ve gelişmesiz bir durumda ele alır ve öyle görür. Oysa olay ve olgular kesinlikle bir bütüne bağlı, çok yanlı, başka olay ve olgularla bağımlı, hareketli, çelişmeli, değişmeli ve gelişimseldir. Demek ki ve pek açık olarak metafizik yöntemin tutumu ve bu tutumun sonucunda vardığı sonuçlar yanlıştır. Diyalektik yöntemi doğa, toplum ve bilinç olaylarını tanımanın ve onların üstünde düşünmenin yöntemi olduğu kadar onları değiştirmenin ve yeniden kurmanın da yöntemidir. Yöntemin bu niteliği, olguları bütünüyle tanıması ve bilmesi sonucudur. Ancak bilinen değiştirilebilir, bilinmeyen değiştirilemez. Bundan başka doğa, toplum ve bilinç olaylarını değiştirme işlemi bir bakıma zorunludur da. Doğa, toplum ve bilincin bizzat kendileri her an bilinçli insan pratiğiyle değiştirilmekte ve beşerî (insansal) yaşama daha elverişli biçimlere dönüştürülmektedir. Değiştirmenin yöntemi olan diyalektik yöntem bu yüzden yenici ve ilerici, bunun tam karşıtı olan değişmezliğin yöntemi metafizik yöntem ise bu yüzden tutucu ve gericidir. Diyalektik yöntemi tüm inceleme ve gözlemlerinde diyalektiğin üç temel yasasını (karşıtların birliği ve savaşı, nicelikten niteliğe ve nitelikten niceliğe geçiş, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasalarını) daima göz önünde tutar, onların bilgisiyle olay ve olgulara egemen olur. DÜNYANIN PAYLAŞILMASI: Kapitalist üretimin emperyalizm aşamasında kapitalist ülkelerin dünyayı aralarında bölüşmeleri... Dünyanın paylaşılması olayı 1873 ekonomik bunalımından sonra başlamıştır. Bu paylaşma, serbest rekabet kapitalizminin tersine, tekelci kapitalizmin zorunlu gereğidir. Sermaye ihraç edilecek sömürgeler elde etme zorunluluğu, hammadde kaynaklarını tekellere bağlamak ve anavatan işçilerine sömürüden küçük bir pay ayırmak zorunluluğuna eklenmişti. Sosyalist anlayışa göre sosyalizm çağındaki savaşların tek nedeni, dünyanın paylaşılmasıdır. Bu paylaşma, önceleri geri kalmış ülkeleri doğrudan doğruya sömürgeleştirmekle başlamış ve giderek bayrak dikme yerine ekonomik bağımlılık biçimindeki yeni sömürgeciliğe dönüşmüştür. Dünyanın paylaşılması, gelişme farkları yüzünden -ki kapitalizm bu gelişme farklarına dayanan bir düzendir- payının arttırılmasını isteyenlerce sık sık tekrarlanmış ve dünya birçok kez yeniden paylaşılmıştır. Son paylaşma 1939 ikinci Dünya Savaşı’yla gerçekleşmiştir. Bu paylaşmalar, her zaman, kapitalist ülkelerin görünüşteki güçlerine uygun değildir. Örneğin hiç de güçlü görünmedikleri halde Hollanda, Belçika, Portekiz vb. gibi ülkeler büyük sömürge imparatorluklarına sahip olmuşlardır. Buna karşı yeni sömürgecilik aşamasında bu ülkeler, büyük kapitalist ülkelere mal ve paraca bağlanarak sömürge imparatorluklarıyla birlikte yarı sömürge durumuna düşmüşlerdir. 20’nci yüzyılın ikinci yarısında eski anlamda sömürge hemen hiç kalmamış gibidir. Günümüzde gelişmemiş küçük ülkeler yurtlarında kendi bayraklarını dalgalandırmakta, oysa tümüyle bağımlı bir durumda bulunmaktadırlar. DOĞU DESPOTİZMİ: Doğu buyrukçuluğu... Egemen sınıfın temsilcisi olarak devletin, üretim koşullarına doğrudan doğruya el attığı Doğu toplumlarında gerçekleştirilen yönetime 17’nci yüzyıldan beri Doğu despotizmi denmektedir. Bu sistemde artıkdeğer, vergi biçiminde, devletin elinde toplanır. Toplumsal otorite despotik bir biçime dönüktür. Bu sistemde, bireylerin özel mülkiyeti yoktur, sadece kullanma hakları 12 vardır. Toprağın mülkiyeti devletindir. Bu gibi toplumlarda özel mülkiyet bulunmadığı halde toplumsal gelişmenin gerçekleşmemesi kimi iktisatçıların dikkatini çekmiş ve bu sistemin üretim biçimine Asya tipi üretim biçimi adı verilmiştir. Sistemin incelenmesi, böylesine bir despotizmle gelişmenin bağdaşamayacağı sonucunu vermiştir. Bu sistemde toplumun egemen sınıfı, despot’un yönetimi altında, yönetici memurlardır. Tüccar, burada, bir devlet memuru olarak ortaya çıkar. Devletçe alınan vergi, devleti temsil edenler yararına alınan toprak rantına dönüşür. Toplumun fazladan çalışma yükümü, devlet angaryası adını almıştır. Bu sistemde ticaret, bir pazar üretimi konusu değil, bir devlet gelişmesi ve savunması konusudur. Burada birey, başka bir bireye tek başına bağlı değil, topluluk halinde kendilerinden daha üstün bir azınlığa topluca bağlıdır. Bu sistemde köleciliği de devlet gerçekleştirmektedir, üretimde çalışan köleler devletin malıdır. Yönetici zengin sınıfın köleleri üretime katılmamaktadır. Üretimi kamçılayan hiçbir etken ve yatırım yoktur, elde edilen gelir ya savunma araçlarına ya da zevk ve sefa âlemlerine harcanarak çarçur edilmektedir. Buysa, toplumu, gelişme bir yana, günden güne daha kötüye götürmektedir. Daha açık bir deyişle, böylesine bir sistemde, özel mülkiyetin yokluğu kapitalist bir gelişmeye engel olmak bakımından daha kötü bir sonuç vermiştir. Çünkü kapitalist gelişmede hemen herkes, en yoksulları bile genel gelişmeden az da olsa paylarını alırlar. Ama Doğu despotizmi’nde ezilenler en kötü durumdadırlar ve Hint paryaları gibi sürünmektedirler. İlkel toplumdan feodal topluma geçilmeden, böyle bir sisteme dönüşülmesinin nedeni dış baskılarla, bir despot’u gerektiren iç çelişmelerin kaçınılmaz biçimde çoğalmış olmasıdır. EKONOMİK GELİŞME: Üretim biçimlerinin evrimi… Tarihsel süreçte her üretim biçiminin (komünal, köleci, feodal ve kapitalist) evrimi, kendinden daha üstün yeni bir üretim biçimine dönüşmekle sonuçlanmıştır. Bu deyim, ekonomik büyüme deyimiyle yakın anlamlıdır. EKONOMİK GELİŞME YASASI: Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk… Her sosyo-ekonomik oluşumun kendine özgü yasaları vardır, ama bütün sosyoekonomik oluşumlarda geçerli olan genel ekonomik gelişme yasası, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk yasası’dır. Bu genel yasa da, özel ekonomik gelişme yasaları gibi, nesneldir; yani, insan iradesinden ve düşüncesinden bağımsızdır, insanlarca bilinebilir ve kullanılabilir ama, değiştirilemez, yaratılamaz ve yok edilemez. Bu genel ekonomik gelişme yasasına göre üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk sürdükçe ekonomik gelişme gerçekleşir. Ekonomik gelişme önce üretici güçlerde, bunların içinde de ilkin üretim aletlerinde başlar. Daha açık bir deyişle, önce üretim aletleri değişir ve gelişir. Üretim ilişkileri bu gelişmeyi destekleyebilmek için bu değişme ve gelişmeye uygun olmalı, yani o da üretim güçleriyle birlikte ve onlara uygun olarak değişmeli ve gelişmelidir. Üretim güçlerinin değişmesi ve gelişmesi üretim ilişkilerinin değişmesi ve gelişmesini aşarsa –ki tarihsel sürecin belli sosyo-ekonomik formasyonlarında böyle olmuştur– üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesini engellemeye ve kösteklemeye başlar. Daha açık bir deyişle, önce üretim güçlerinin gelişmesine destek olan üretim ilişkileri, sonra köstek olur. Örneğin köleci düzende ilkin üretim güçleriyle üretim ilişkileri birbirine uygundu ve düzen gittikçe gelişiyordu. Bu gelişme yeni üretim aletleri meydana getirdi ve efendiyle köle arasındaki üretim ilişkileri bu yeni aletlerin kullanımına köstek olmaya başladı. Köleler bu yeni ve pahalı üretim aletlerine hiçbir ilgi duymuyorlar ve onları kırıyorlardı. Ekonomik gelişme bundan ötürü durdu ve bunalım başladı. Bu çıkmazı çözümlemek için köleleri yeni aletlerle ilgilendirmek ve 13 sorumlu kılmak, yani, üretimden onlara da pay vermek gerekti. Böylelikle köleyle efendi arasındaki üretim ilişkileri de değişmek zorunda kaldı ve köleci toplum yeni bir sosyo-ekonomik formasyon olan feodalizme zorunlu olarak dönüştü. Köle, üretimden az da olsa pay alan toprak kölesine dönüştüğü gibi köle sahibi efendi de toprak kölesine pay veren toprak sahibi bey oldu. Bu yeni ilişkiler ekonomik gelişmeye yol açtılar ve feodal düzeni bir süre geliştirdiler. Üretim güçleri hızla gelişmeye başladı ve bu gelişme de daha yeni üretim ilişkilerini gerektirdi. Kapitalist düzene zorunlu dönüşme de böylelikle gerçekleşti. EKONOMİK YASALAR: Ekonomik olguların gelişmesini belirleyen zorunlu, nedensel ve nesnel iç ilişkiler… Ekonomik olguların da yasalara bağlı bulunduğu keşfedilmiş ve ekonomi böylelikle bilimselleşmiştir. Ekonomik yasalar’a geniş anlamda toplumsal yasalar ya da tarihsel yasalar da denir. Toplumun gelişmesi, temelde, ekonomik gelişmeye bağlıdır. Bu gelişmeyse, tarihin belli dönemlerindeki üretim sürecinde o dönemlere özgü tekil, birkaç döneme özgü tikel ve tüm üretim sürecinde geçerli genel yasalarla belirlenmiştir. Bundan ötürüdür ki ekonomik yasalar, aynı zamanda, toplumsal ve tarihsel bir karakter taşırlar. Her sosyo-ekonomik formasyonun kendine özgü yasaları vardır, örneğin artı-değer yasası sadece kapitalist üretim biçimine özgüdür, öteki üretim biçimlerinde yoktur, tekil bir yasadır. Buna karşı sınıf savaşımı yasası köleci, feodal ve kapitalist sosyo-ekonomik formasyonlarda geçerlidir, tikel bir yasadır. Üretim ilişkilerinin üretim güçlerine uygunluğu yasası tüm üretim biçimlerinde (ilkel komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist) işler, genel bir yasadır. Bütün bunların üstünde ve tümünü kapsayan evrensel yasalar da vardır ki doğada, toplumda ve bilinçte olmak üzere evrenin tüm alanlarında etkindirler. Bunlar nicelikten niteliğe geçiş, olumsuzlamanın olumsuzlanması ve karşıtların birliği ve savaşımı yasalarıdır. Tekil, tikel ve genel ekonomik yasalar son çözümlemede bu evrensel yasaların güdümü altındadırlar. Belli üretim biçimlerine özgü tekil yasaların kimileri temel ve kimileri de onlara bağlı olarak türev yasalardır. Türev yasalar, bir temel yasadan türeyen ve o yasayı somutlaştıran yasalardır; temel yasanın egemen olduğu tüm tikel alanlarda işlerler ve temel yasaya bağlı olmalarından ötürü bütün bu tikel alanları birbirine bağlayıp somutlaştırırlar. Belli bir ekonomik alanı, o alanın temel yasasına bağlı olan bir türev yasalar hiyerarşisi işletir. Örneğin kapitalist üretim düzeninin temel yasası artık-değer yasasıdır. Ama bu temel yasanın türevleri olan değer yasası, emek yasası, yeniden üretim yasası vb. kapitalist üretim biçiminin tikel ekonomik olaylarını belirleyerek tüm kapitalist üretim biçiminde geçerli temel yasa olan artık-değer yasasını bütünler ve somutlarlar. Türev yasalar, somut olaylara temel yasalardan daha yakındırlar. Ekonomik süreç bu tekil, tikel ve genel ekonomik yasalarla belirlenir. Ekonomik yasalar da, doğa yasaları gibi nesneldirler, yani insan bilincinden ve iradesinden bağımsızdırlar. Ne var ki tüm toplumsal-tarihsel süreçte olduğu gibi ekonomik yasaların işleyişinde de insan etkinliği büyük bir rol oynar. İnsanlar bu yasaların bilgisine ve bilincine varmakla onları yönlendirebilirler, yavaşlatıp hızlandırabilirler, daraltıp genişletebilirler. Yasaların nesnel karakteri, insanların onlara etkin bir biçimde el atmalarını engellemez. Ekonomik yasalar, birçok engellerle karşılaşsalar da, ergeç kendilerine işleyebilecekleri yolu açarlar. Ama bu, ekonomik yasaların gereken yollarını kendiliklerinden açacağı anlamına gelmez, yasaların işleyişinde çıkarları olan toplum güçlerini ergeç oluşturacakları ve kendilerini işletebilecek bilinçli beşerî (insansal) etkinliği ergeç meydana getirecekleri anlamına gelir. Doğa yasalarının kendiliğinden işlemeleriyle oluşan ve gelişen evrende insanın varlaşmasıyla insan öğesi de bu sürece katılmış bulunmaktadır. Bundan ötürüdür ki toplumsal-tarihsel-ekonomik yasaların işleyişinde, doğa 14 yasalarından farklı olarak, nesnel etmenlerin (objektif faktörlerin) işlemesine öznel etmenler (sübjektif faktörler) de katılmıştır. İnsan bilincinden ve iradesinden bağımsız nesnel etmenler (doğa koşulları, belli bir üretim düzeyi, gelişmenin doğrultusunda beliren tarihsel ödevler vb.) ancak öznel etmenlerin (bireylerin, sınıfların, devletlerin bilinçli etkinlikleri) işlemesiyle meydana çıkabilir. Belirleyici olan nesnel etmenlerdir, ama bu nesnel etmenler öznel etmenlerin katkısı olmadan işleyemezler. Buna karşı öznel etmenler de ancak nesnel etmenler hazır olduğunda bir rol oynayabilirler. İnsansal katkı, doğanın kendiliğinden gelişmesine karşı, toplumsal gelişmenin temel özelliğidir. Ne var ki beşerî (insansal) bilinçlilik, günümüzün bilimsel aydınlığından önce kör bir bilinçlilikti. Toplumsal ve ekonomik gelişmenin yasaları bulunup insanlarca kavranmadan önce onlara egemen olunamazdı. İnsanın kendi ürününün kendine egemen olması ve onu köleleştirmesi bu yüzdendi. Bundan ötürüdür ki bu kavrayıştan önceki insan bilinçliliği, kendiliğinden gelişmenin yönlendirdiği çok dar ve bilgisiz bir bilinçlilikti. Bu tarihsel kendiliğindenliğin karşısında tarihin bilgili bir bilinçle yaratılması çağı, 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında başlayan büyük aydınlığın ışığında olmuştur. Yüzyılımızın bilinçli insanları için artık bütün ekonomik-toplumsal gerçekler apaçıktır. Bilgili bilinçlilikleriyle günümüz insanları artık nesnel yasaları kendi mutlulukları doğrultusunda yönlendirebilirler. Nesnel yasaların kendiliğinden işlemesiyle insan mutluluğunu ağlayacağını düşlemek, insan zekâsı olmaksızın, örneğin, ampulün kendiliğinden oluşacağını düşlemekten farksızdır. İnsanlar nasıl doğa yasalarının bilgisini edinerek Ay’a ayak basmayı başarmışlarsa, toplumsalekonomik yasaların bilgisini edinerek öylece kendi mutluluklarını yaratmayı da başarabilirler. EKONOMİ POLİTİK: Üretimin toplumsal yapısını inceleyen bilim… Ekonomi politik, üretimin ve bölüşümün toplumsal ilişkilerini tarihsel gelişmeleri içinde inceler ve bu bakımdan ekonomi değiminden çok farklı bir anlam taşır. Eski ekonomi üretim, tüketim ve bölüşüm gibi ekonomik olayları insan ilişkilerinin dışında ve soyut olarak incelerdi. 17’nci yüzyılda kullanılmaya başlayan ekonomi politik deyimi, Yunancadan gelen oikonomia sözcüğüyle toplumsal örgüt anlamındaki politeia sözcüklerinden yapılmıştır. Ekonomi politik, çeşitli gelişme aşamalarında üretimin ve bölüşümün özel yasalarını araştırı ve bu özel yasalardan üretim ve bölüşümün genel yasalarını çıkarır. Burjuva ekonomi politiği ve bilimsel ekonomi politik deyimleri de metafizik ve diyalektik ekonomi anlayışlarını birbirinden ayırmak için kullanılmaktadır. Sosyalistlerin burjuva ekonomi politiği adını verdikleri bilim, toplumsal değil, bireysel ekonomik faaliyetleri inceler ve bunları her zaman ve her mekânda geçerli sonsuz ve değişmez yasalara bağlamaya çalışır. EMEK GÜCÜ: Çalışma yeteneği… Emek gücü, insanın canlı varlığında bulunan ve onun herhangi bir kullanma değeri üretirken kullandığı fiziksel ve ussal yeteneklerinin tümüdür. İnsanın ürünü, onun emek gücüyle elde edilir. Üretim sürecinde üretim araçlarından yoksun bırakılan insan emek gücünü pazara çıkarmak ve satmak zorunda kalmıştır. Emek gücü böylelikle mal durumuna dönüşür ve fiyatı da, onun yeniden üretilmesi için gerekli zamanla belirlenen, değiştirme değeri olur. Oysa, pazardaki bütün mallar gibi, değiştirme değeri ile satın alınan bu malın kullanma değeri’nden yararlanılır. Ne var ki, emek gücünden başka bütün mallar kullanılırken yeni bir değer yaratmadıkları halde emek gücü kullanılırken değer yaratmak gibi bir olağanüstülüğe de sahiptir. Bunun nedeni, zaman öğesidir. Emek gücü de, kendisinin yeniden üretilmesi için gerekli zaman süresiyle sınırlı olarak kullanılsaydı artık bir değer yaratmazdı. Oysa, bir malı satın alanın onu dilediği gibi kullanmak hakkına 15 dayanılarak, emek gücü, kendisinin yeniden üretilmesi için sosyal olarak gerekli zaman’dan daha uzun bir süre kullanılarak artık-değer üretir. Bir sütçü sütünü satarken sütün değiştirme değerini alır ve sütün kullanma değerinden ayrılır, artık sütü alan o sütü dilediği gibi kullanabilecektir. Emekçi de emek gücünü satarken onun değiştirme değerini alır ve kullanma değerinden ayrılır, kapitalist de bu emek gücünün kullanma değerini dilediği gibi kullanabilmektedir. Diyalektik anlayışın dile getirdiği anlam budur. Bu anlayışa göre emek gücü de kendisinin yeniden üretilmesini için gerekli zaman süresiyle sınırlı olarak kullanılsaydı artık-değer yaratmayacaktı. EMPERYALİZM: Kapitalizmin tekelcilik aşaması… Eski sözcüklerde bir devletin genişleme ve öteki devletlere egemen olma isteği biçiminde tanımlanan emperyalizm deyimi ilkin 1880’lerde İngilizce olarak imparatorluk rejimi yandaşlarının öğretisi anlamında kullanılmıştır. Sözcük olarak imparatorluk anlamındaki Latince imperium deyiminden türemiştir, etimolojik kökü Hint-Avrupa dil grubunun elde etme düşüncesini dile getiren per sözcüğüdür. Emperyalizm, gelişmiş bir kapitalizmdir. Kapitalizmin temel niteliği olan serbest rekabet kendi zıddı olan tekelciliğe dönüşmüş ve kapitalizmi daha yüksek ve gelişmiş bir ekonomik düzeye ulaştırmıştır. “Serbest rekabet, kapitalizmin ve genel olarak mal üretiminin temel niteliğidir. Tekelcilikse serbest rekabetin tam zıddıdır. Ne var ki serbest rekabet büyük ölçüde bir sanayi yaratarak ve küçük sanayiyi saf dışı ederek, büyük tröstleri meydana getirip milyarları kullanan bir düzine kadar bankanın sermayesini bunlarla birleştirip kaynaştırarak tekeller haline dönüşmüştür”. Emperyalizm aşamasında sermaye ve kapitalist üretim çok yüksek bir çizgide yoğunlaşarak tekelleri doğurmuştur. Banka sermayesi sanayi sermayesiyle birleşerek finans kapital deyimiyle dile getirilen malî sermaye doğmuştur. Bankerlerin ve sanayicilerin yerini banker-sanayici olan yeni bir kapitalist tipi almıştır. Artık sanayi ürünleri yerine kapital ihraç edilmektedir. Uluslararası bir nitelik kazanan kapitalizm, uluslararası tekeller kurup dünyayı paylaşmıştır. Azgelişmişlik olgusu emperyalizmin ürünüdür. Çünkü kapitalizm ve onun yüksek aşaması emperyalizm gelişme farklarına dayanan ekonomik bir sistemdir, kimi ülkelerin olduklarından da daha geriye itilmeleri gerekir. Sosyalist ekonomi anlayışına göre yüksek kârlar, yani emperyalist kârlar, çeşitli ülkelerdeki sermayenin organik bileşimindeki farklardan oluşur. FABİANCILIK: İngiliz reformculuğu… Londra’da Edward R. Pease tarafından 1883 yılında kurulan Fabian Derneği’nin güttüğü sözde sosyalizme Fabian sosyalizmi denir. İngiltere’de kolektivizmin öncüsü sayılmıştır. Adını, Cunctator (Latince savaşı ılımlı kılan) diye anılan ılımlı ve törebilimci politikacı Romalı Fabius’tan almıştır. Amacı, Romalı Fabius’un ılımlı yöntemleriyle oportünist bir sosyalizmi gerçekleştirmekti. Burjuva aydınlarınca desteklenen bu dernek, 1906 yılında İngiliz İşçi Partisi’ni doğurdu. Bernard Shaw ve Wells gibi ünlü yazarlarla Sidney Webb, Béatrice Webb, O. Lodge gibi ünlü iktisatçıların katıldıkları bu dernek 1889 yılında Fabian Denemeleri’ni yayımladı. Sermayeyi ve sermayedarı toplum için gerekli sayıyor, sınırsız kazançların kötü sonuçlarını engellemek için devletin işe el koymasını öneriyordu. Fabiancılara göre sermayenin rolü toplum için yararlı ve zorunludur, sermaye kapitalistin işçiden aldığı emek birikimi değildir. Kapitalist, sanayi devriminde önemli bir görev başarmıştır ve bu yüzden de yarattığı değişim değerinin büyük bir parçasına hak kazanmış bulunmaktadır. Ne var ki sanayinin işletmesini bizzat yürütmediği ve onu zamanla ücretli işletmecilere bıraktığı için artık hiçbir hakkı kalmamıştır. Toplum, zenginliğin yaratılması için bireyle her an işbirliği yapan canlı bir varlık olarak ele alınmalıdır. Birey, toplumun yardımı olmadan tek 16 başına zenginlik yaratamaz. Gerçekte değeri yaratan da, ücreti ödeyen de toplumdur. Örneğin yeni bir kent yapılması, yeni bir demiryolu döşenmesi toprağın değerini arttırır. Toplum, değer yaratıcı olduğuna göre, kendi yarattığı değeri denetlemesi ve ondan yararlanması gerekir. Marx’ın düşündüğü değişim değerinin dışında başka değerler de vardır. Toprak bu değerlerden biridir. Toprağı değerlendiren, toplumun toprak ihtiyacıdır. Bu yüzden toprak geliri olan rantın da topluma mal edilmesi gerekir. Toprak sahipleri, kendilerinin değerlendirmedikleri toprak gelirini haksız olarak almaktadırlar. Gelişme mekaniktir, kendiliğinden ve yavaş yavaş olur. Bu yüzden bir parti kurulması bile gerekmez. Kapitalizm, nasıl olsa, küçük dönüşümlerle derece derece sosyalizme dönüşecektir. Sınıf mücadelesi diye bir şey yoktur. Fabiancıların toplum’dan anladıkları anlam devlet’tir, ekonomik sürecin dizginleri daima devletin elinde bulunmalıdır. Fabiancılar İngiltere’de işçi koşullarının düzeltlmesine çalışmışlar, Factory Act ve Trade Boards Act gibi yasalarla sağlık, yaşlılık, işsizlik sigortalarının gerçekleştirilmesinde etken olmuşlardır. Sosyalizm anlayışında Marx’a açıkça karşıdırlar. John Stuart Mill ve W. S. Jevons’un düşüncelerini güderler. İşçi Partisi kurulduktan sonra bu partiye katıldılar ve bu parti içinde eridiler. Fabiancılık 1938 yılında İşçi Partisi milletvekilleri tarafından kurulan Yeni Fabian Araştırma Bürosu (New Fabian Research Bureau)’yla yeniden canlandırılmaya çalışıldı. Alman tarihçisi Isaac Deutscher Silahsız Sosyalist adlı yapıtında (Bk. Rasih Güran çevirisi, s.233) bunu şöyle anlatır: Trotskiy, kısa ve keskin darbelerle Fabianizm’in sosyalist maskesini yüzünden atmış, muhafazakar ve liberal geleneğe bağlılığını, bayatlığını, modası geçmişliğini, ampirik dar kafalılığını, barış sahtekarlığını, monarşi ve imparatorluk karşısındaki fetişizmi açığa vurmuştu… Fabianizm, bu saldırı karşısında uzun bir süre kendisini toparlayamadı”. FEODALİZM: Toprak mülkiyetine ve toprak kölesi emeğine dayanan ekonomik düzen… Tarihsel süreçte köleci üretim düzeninin zorunlu dönüşümüyle oluşmuştur ve sınıflı toplum biçimlerinin ikincisidir. Özellikle 9’uncu yüzyıldan 13’üncü yüzyılın ortalarına kadar en yoğun biçimiyle ortaçağ Avrupa’sına damgasını vuran bu düzene bu adı yakıştıran 1727 yılında Conte de Boulainvilliers’dir, daha sonra Montesquieu bu adı yaymıştır. Fransızlar özellikle feodalite deyimini kullanırlar. Türkçe yazımıyla dilimizde de kullanılan feodalizm deyimi, Fransızcada feodal ıra (karakter) anlamını dile getirir. Aynı sözcük Almanca, İngilizce ve İtalyancada Fransızcadaki feodalite anlamını karşılar ki ortaçağın siyasal ve toplumsal örgütlenme biçimi’ni dile getirir. Fransızca Feodal deyimi fief sahibi demektir, bu da Osmanlıcada malikâne deyimiyle dile getirilen yurtluğa sahip olan anlamındadır. Feodalite sözcüğü, Latince birtakım askerlik hizmetlerini yerine getirmek şartıyla hükümdardan alınana toprak anlamına gelen feodum sözcüğünden türetilmiştir. Senyör adı verilen bu asker toprak beyleri, serf adı verilen toprak köylüsü üstünde birtakım haklara sahip bulunuyorlardı. Bu düzenin ana karakteri, toprak beylerinin toprak üstündeki mülkiyet haklarıyla belirlenmişti. Bu düzenin üretim ilişkileri, emeğinin veriminden serf’e bir pay ayırır. Serf, yani toprak kölesi, ilkel köleden farklı olarak, toprağın ya da iş süresinin küçük bir parçasında kendisi için çalışır. Böylelikle ödenmiş emekle ödenmemiş emek, zaman ve mekânca birbirlerinden ayrılarak gün ışığına çıkmış bulunmaktadır. “Daha düne kadar bütün Doğu Avrupa’da var olduğunu söyleyebileceğimiz biçimiyle toprak kölesi (serf) olan köylüyü ele alalım. Bu köylü örneğin üç gün kendi tarlasında ya da kendisine kiralanmış tarlada kendisi için çalışır. Üç gün de senyörünün malikânesinde karşılıksız angarya yapar. Öyleyse burada ödenmiş emek’le ödenmemiş emek, görünür bir biçimde, zaman ve mekân bakımından birbirlerinden ayrılmıştır” (Ücret, Fiyat ve Kâr, çev. Erdoğan Başar, s. 67,68) Feodalite sözcüğü her ne kadar Türkçeye 17 Derebeylik sözcüğüyle çevrilmişse de, Osmanlı derebeylerinin durumu Batı feodallerinden farklıdır, bizzat Engels, Osmanlı derebeylerini yarı feodal olarak nitelemiştir. Engels, 22 Aralık tarihli mektubunda şöyle der: “Hiç şüphe yok ki serflik ve toprağa bağımlılık, sadece ortaçağa özgü feodal bir biçim değil. Fatihlerin, toprağı, yerli halka kendi hesaplarına işlettikleri her yerde buna rastlıyoruz… Eski Türk yarı feodal sistemi’nin en yüksek anında bulunduğu sırada Türkiye’deki Hıristiyanların durumu buna benzer bir durumdu”. Profesör Niyazi Berkes de bu konuda şöyle demektedir: “Hükümdarın askeri gücü, mali darlığı yüzünden düştüğü için, mülkünün birçok yerlerinde malikliği lafta kalmaya, yani toprak gelirlerini alamamaya başlıyor. Yer yer sonradan derebeyi dediğimiz ve etimolojisini hala bugün de bilmediğimiz bir adla tanınan Batı feodalinden farklı bir tip ortaya çıkıyor. Bunların bazıları mahallin ayanı ve eşrafı, bazıları hükümete dirsek çeviren memurlar, bazıları bir yere yerleşmiş muhassıl ve mültezimler. Derebeyini derebeyi yapan menşe değil, yaptığı şeydir. Menşe bakımından geleneksel düzenin ayrı ayrı kategorilerinden gelmeleri mümkündür. Bu sözcüğün menşeini bilmiyoruz, sözcükteki dere onun su işleriyle ilgisi olan daha eski bir zümre adına mı delalet eder de sonraları Osmanlı tarihlerinde çok çeşitli vasıflarla zikredilen bu tipe genel sıfat olmaya başlamıştır. Eski tarihçilerin bunlardan, böyle çok çeşitli düzensiz şekilde sıfatlarla söz etmeleri bunların eski düzende yerleri olmadığını gösterir; çünkü eski düzende her unsurun gayet belirli bir adı ve tanımlaması vardı. Sırf koparabildiği gelirleri alabilmek için devlet bunları ister istemez tanıyor… Derebeyi, Avrupa feodali değildir ve eğer belirli tarihsel şartlar olsaydı mümkün olabilecek olan kapitalizmin gelişmesinin meydana gelmeyişinde onun feodal değil, derebeyi olmasının büyük rolü vardır” (Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Ankara 1968, s. 35) Feodalizm ya da feodalite tarihsel süreçte köleci toplumun dönüşmesiyle oluşmuş bulunan sosyo-ekonomik bir düzendir. Daha sonra kendisi de kapitalizm tarafından dönüşüme uğratılmış ve yerini kapitalizme bırakmıştır. Bu düzende egemen sınıf feodal beyler, bağımlı sınıf da köylülerdi. Genellikle bütün ülkelerde görülmüş olan feodal düzen, köleci toplum düzenini geçirmemiş ülkelerde ilkel komünal toplumun dağılmasından doğmuştur. Asker şefler ve eski köleci soylular toprağı ellerine geçirmişler ve köylüleri köleleştirmişlerdir. Feodal beyler arasında da belli bir sıra düzeni vardı, küçük toprak beyleri büyü toprak beylerine bağlıydılar ve bu düzenin Tanrısal koruyucuları olan din adamları en yüksek feodaller arasındaydı. Çin’de Konfüçyüs, Ortaçağ Avrupa’sında Aquino’lu Thomas vb. gibi feodal düzen ideologları, ezilen halkın feodallere saygı göstermesini sağlamak için ellerinden geleni yapmışlardır. Konfüçyus, “halk soylulara boyun eğmelidir, küçük insanların üstün kişilere itaatsizliği kargaşalık yaratır.” der. Thomas, toprak köleliğini onaylıyor “feodal sıra düzeni içinde toprak beyleri durumlarının kendilerine verdiği servete sahip olmalı ve onu dilediğince kullanmalıdır” diyordu. Bu düzende, ezilen çoğunluğun ezen azınlığa karşı verdiği savaş hep din savaşları biçimindedir. Köylüler, kendilerini ezenlerden kurtuluşları için dinden medet ummakta devam ediyor ve çeşitli mezhepler türüyordu. Katolik kilisesi ve engizisyon bu başkaldırmaları ezmenin başlıca araçlarıydı. Thomas More ve Campanella gibi büyük ütopyacılar da halkın çektiği büyük acıların zorunluluğu olarak feodal düzenin ürünleridir. Köylü savaşları, feodal düzenin bütün tarihi boyunca sürmüştür. Feodal ekonomik düzenin temel yasası bir artık-ürün elde edilmesidir. Bu artık-ürün senyörün ve adamlarının ihtiyaçlarına harcanır. Feodal beyin malikânesi kapalı bir ekonomik birimdir. Bu birim içinde kumaş dokunur, şarap yapılır, aletler ve silahlar imal edilir. Ticaretin sınırları pek dardır, hemen hemen komşu malikânelerle değiştirmelere inhisar eder. Bu değiştirme işlemlerinin dışında ziynet eşyaları ihtiyacını da duyan senyörler, bunun karşılığını savaşlarda ele geçirdikleri altınla 18 ödemektedirler. Bu ekonomi, bir para ekonomisi değildir, artık-ürün ya ihtiyaçlara harcanmakta ya da şarap, silah vb. ile değiştirilmektedir. Bu yüzdendir ki köle emeği senyörü zenginleştirir ama hiçbir zaman bir kapitalist durumuna getirmez. Çünkü bu üretim sürecinde bir para dolaşımı ve onun doğurduğu artık-değer yoktur. Para ekonomisi ve kapitalizm, feodal üretim düzeninin bağrında oluşmuştur. Feodaliteyi nasıl barbar akınları gerçekleştirmişse, kapitalizmin ilk tohumlarını atan burjuvaziyi de Norman, Arap ve Macar akınları gerçekleştirmiştir. Bu akınlardan korunmak için, dağınık yaşayan köle-köylüler toplanıp şehirleşmeye başlamışlar ve zamanla senyörlerden birçok haklar kopararak burjuvalaşmışlardır (şehirlileşmişlerdir). Şehirlerin doğuşu, ticari ve para ekonomisini geliştirmiştir. FEODAL MÜLKİYET: Toprak kölelerinin emeğiyle değerlendirilen toprak mülkiyeti… Feodal mülkiyet, mülkiyet tarihinin üçüncü biçimi olarak nitelenmiştir. Roma fetihlerinin ve buna bağlı olarak tarımın yayılmasının hızlandığı çok daha geniş bir alan üstünde ortaya çıkmaktadır. Geniş bir bölgeye dağılmış olan nüfusun seyrekliği, kentlerin gelişmesine uygun bulunmadığı yerlerde, yeni bir mülkiyet biçimi olarak feodal mülkiyet’i gelişmiştir. Bu mülkiyet biçiminde mülkiyeti emekleriyle değerlendiren toprağa bağlı köylü (serf) sınıfıdır, kentlerde de buna paralel olarak usta, esnaf ve tüccar loncalarında kalfa ve çırakların emekleri sömürülmektedir. Feodal mülkiyet, rütbeye göre mülkiyet adıyla da adlandırılmıştır. “Üçüncü özel mülkiyet biçimi, feodal ya da malikâne mülkiyetidir. Antik çağın siteden ve sitenin bir avuç toprağından başlamış olmasına karşılık, ortaçağ köyden başlamıştır. Bu başlangıç noktasının değişik olduğunu belirleyen şey, geniş bir alana dağılmış bulunan ve fetihlerin de kayda değer ölçüde artışını sağlayamadığı nüfusun seyrekliğidir… Çökmekte olan Roma imparatorluğunun son yüzyılları ve bu imparatorluğunun barbarların istilasına uğrayışı bir miktar üretim güçlerinin tahribine yol açtı; tarım azalmıştı, sanayi parasızlık yüzünden çürüme halindeydi, ticaret yavaş yavaş yok olmuştu ya da şiddetle yasaklanmıştı, şehir ve köy nüfusu azalmıştı. Bu şartlardan ve bu şartların belirlendiği fethin örgütlenme tarzından Cermen askeri yasasının altında feodal mülkiyet gelişti. Tıpkı kabile mülkiyeti ya da komünal mülkiyet gibi bu da bir komün üstünde kuruludur; ama doğrudan doğruya üretimde bulunan sınıf, eski komünde olduğu gibi köleler değil, serfleşmiş küçük köylülerdir. Feodalizm tam gelişmeye ulaşınca kasabalarda çatışma da ortaya çıkar. Toprak mülkiyetinin hiyerarşik sistemi ve bununla ilgili olarak senyörlerin silahlı adamları, soyluların serfler üstündeki egemenliğini sağladı. Bu feodal örgütlenme, eski komünal mülkiyet kadar, boyunduruk altında tutulmuş bir sınıfa karşı kurulmuş bir ortaklıktı. Ama üretim şartları değişik olduğu için, ortaklığın biçimi ve doğrudan doğruya üreticiyle ilişki de değişikti. Toprak mülkiyetinin bu feodal örgütlenmesinin, kasabalarda lonca mülkiyeti biçiminde, zanaatların feodal örgütlenmesi biçiminde bir karşılığı vardı. Burada mülkiyet, başlıca birey olarak her kişinin emeği üstündeki mülkiyetten ibaretti… Böylece feodal dönemde başlıca mülkiyet biçimi, bir yanda serf emeğinin zincirle bağlı bulunduğu toprak mülkiyeti, öte yanda gündelikçilerin emeğine hükmeden küçük sermayeli bireysel emekti. Her ikisinin de örgütlenmesini belirleyen, üretimin sınırlı şartları: Toprağın küçük ölçüde ve ilkel olarak işlenmesi ve sanayinin zanaat tipinde oluşuydu. Feodalizmin altın çağında pek az işbölümü vardı. Her toprağın kendi içinde, şehir ile köy çelişkisi barınıyordu… Daha geniş bölgelerin, feodal krallıklar olarak, gruplaşmaları, toprak sahibi soylular için olduğu kadar kasabalılar için de zorunluluktu. Onun için egemen sınıfın örgütü olan soyluların başında her yerde bir kral vardı” (Kapitalizm Öncesi Ekonomi Şekilleri, Ankara 1967, s.137–139) 19 FEODAL ÜRETİM BİÇİMİ: Toprak mülkiyetine ve toprak kölesi emeğine dayanan üretim biçimi… Bu üretim biçiminin ayırıcı niteliği: toprağın ya da iş süresinin belli bir bölümünde kendisi için de çalışan ve buna bağlı olarak kullandığı üretim araçlarıyla ilgilenen toprak kölesi emeğine dayanması, toprağın küçük ölçüde ve ilkel olarak işlenmesi, sanayinin zanaat tipinde oluşudur. “Toplumsal tabakalar halinde farklılaşma olayı açıkça görülmektedir. Ama köyde hükümran prenslerin, soyluların, din adamlarının ve köylülerin farklılaşması; şehirlerdeyse usta, kalfa, çırak ve az bir zaman sonra ortaya çıkan gündelikçilerin farklılaşması istisna edilecek olursa başkaca önemli bir işbölümü ortaya çıkmamıştı. Tarımda küçük parçaların ayrı ayrı işlenmesi ve bunun yanı sıra köyde ev sanayisinin bulunması dolayısıyla işbölümünün gelişmesi güçleşmişti. Sanayideyse, belli bir zanaat içinde işbölümü olmadığı gibi, farklı zanaatlar arasındaki işbölümü de pek az gelişmişti. Sanayi ve ticaretin birbirinden ayrılması olayı, eski şehirlerde daha önceleri ortaya çıkmıştı, yeni şehirlerdeyse bu ayrılma daha sonraları, yâni bu şehirler birbirleriyle karşılıklı ilişkiler kurdukları zaman gelişti”. Bu üretim biçiminde toplumsal karşıtlık, bir yanda egemen sınıf olarak toprak beyleri (senyörler) ve öbür yanda toprak köleleri (serfler) olarak uçlaştı. Sömürü, kölelik rejiminde olduğu gibi ekonomi dışı baskıya dayanıyordu. Toprak beylerinin silah gücü, toprak kölelerinin başkaldırmasını önlüyordu. Buna rağmen bu evrede de büyük köylü ayaklanmaları olmuştur. Üstyapı (din, hukuk, eğitim, ideoloji vb.), bu üretim biçimine göre biçimlenmiştir. FİNANS KAPİTAL: Banka ve sanayi tekellerinin birleşmiş sermayesi… Kapitalizmin emperyalizm aşaması finans kapitali çağıdır. Hilferding’in aynı adı taşıyan yapıtından alınıp geliştirilen bu terimle kapitalizmin emperyalizm aşamasında bankalarla sanayi sermayesinin kaynaşması dile getirilir. Bu aşamada bankacı ve sanayici tipleri, banker-sanayici tipine dönüşmüştür. Bankalar sanayi şirketlerinin ve sanayi şirketleri de bankaların hisse senetlerini satın alarak kaynaşmış ve çok güçlü bir finans kapital meydana getirmişlerdir. Emperyalizmin dev tekellerinin sermayesi bu sermayedir. Bu sermayenin dünya pazarlarına egemenliği, finans oligarşisinin egemenliğidir. FİNANS OLİGARŞİSİ: Finans kapitalistleri azınlığın devletlere ve dünya pazarlarına egemenliği… Fransızca oligarchie deyimi küçük bir azınlığın takım halindeki egemenliğini dile getirir. Kapitalist üretim düzeninin emperyalizm aşamasında finans sermayesiyle dev tekeller kurulmuş ve bu tekelleri ellerinde bulunduran çok küçük bir azınlık, sadece ekonomik yaşama değil, devletlerin iç ve dış politikalarına da egemen olmuştur. Bu güçlü azınlığa finans oligarşisi denir. Finans oligarşisi, devletleri nüfuzu altında tutmakla da kalmaz, büyük kapitalist devletlerde görüldüğü gibi hükümetlerin bizzat kurucusu ve fiili olarak başkan ve bakanlarıdır. Hükümetlerin politikası bu oligarşinin çıkarlarına göre düzenlenir. Savaşlar, bu oligarşinin dünyayı yeniden paylaşmak gereğini duydukları zaman yapılır. Bunun dışında da çok kârlı olan savaş endüstrisinin sürümü için dünyanın birçok kesimlerinde soğuk ya da küçük savaşlar sürdürülür. FİYAT MEKANİZMASI: Kapitalist üretimde hangi malların, ne miktarda, nasıl ve kimler için üretileceğini en doğru olarak saptayan hesap… Kapitalist ekonomide fiyat mekanizması çok önemlidir ve en dikkatli hesap makinesi olarak nitelenir. Bu anlayışa göre fiyat mekanizması, toplumda kaynakların dağılımını ve gelirin bölüşümünü en doğru biçimde sağlar. Üreticiler fiyatlara göre üretirler, tüketiciler fiyatlara göre tüketirler. 20 GEÇİM: Yaşamak için gerekli araçları sağlama işlemi… İnsanlar, her şeyden önce yaşamak ve bunun için de yemek, içmek, barınmak vb. gibi ihtiyaçlarını karşılamak zorundadırlar. Çünkü “insanlar önce yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler”. Bu yüzdendir ki insanların ilk ve temel faaliyetleri, ekonomik faaliyettir. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin altyapı kavramıyla dile getirdiği gerçek budur. GENİŞLETİLMİŞ YENİDEN ÜRETİM: Artık-değerden bir bölümünün üretimin arttırılmasına ayrılması halinde gerçekleşen üretim... Basit yeniden üretim deyimi karşılığında kullanılır. “Artık-değerin sermayeden nasıl doğduğunu gördük. Şimdi sermayenin artık-değerden nasıl doğduğunu göreceğiz. Artık-değer harcanacak yerde avanse edildiği ve sermaye olarak kullanıldığı takdirde yeni bir sermaye teşekkül ederek eskisine katılır. Bundan böyle birikiş, artık-değerin sermayeye dönüşmesiyle sağlanır”. Örneğin 20,000 liralık artık-değer üreten 100,000 liralık bir sermaye varsayalım. Bu artık-değerin 10,000 lirasını kapitalist kendi yaşamı için ayırsın. Öteki 10,000 lirasının örneğin 2,000 lirası değişen sermaye ve 8,000 lirası değişmeyen sermaye olmak üzere tümünü sermaye yapsın. Artık-değer oranı % 100 olduğu takdirde bu yeni sermaye 2,000 liralık artık-değer üretecek ve bu yeni artık-değer, 100,000 liralık sermayenin vermekte olduğu 20,000 liralık artık-değere eklenecektir. Bu defa, kapitalistin gene 10,000 lirasını kendi ihtiyaçlarına ayırdığını varsayarsak, 12,000 liralık bir sermaye ile genişletilmiş üretim yeni artık-değerler verecek ve bu genişleme böylece devam edecektir. GEREKLİ EMEK: Emekçinin kendisini yeniden üretmek için harcadığı emek… Bu emek gereklidir, çünkü üretim sürecine giren her mal gibi insan-mal olan emekçi de kendisini yeniden üretmek zorundadır. Diyalektik ekonomi anlayışına göre kapitalist üretim, sürekli bir üretim, yani bir yeniden üretimdir, durduğu an yok olur. Örneğin bir kumaş üretiminde nasıl ip bitince yerine aynı ölçüde iplik sağlanması gerekirse emek gücü bitince de yerine aynı ölçüde emek gücü sağlanması gerekir. Malın kendisini üretmesi bu demek olduğu gibi, emekçinin kendisini üretmesi de bu demektir. Hammadde malı kendisini üretime katıldığı miktarda geri getirerek üretir, örneğin yüz bin liralık iplik mallaşıp satılınca yüz bin lirası geri gelir, bununla da aynı miktarda iplik alınıp üretim sürecine sokulur. Çünkü nasıl yeni iplik üretim sürecine sokulmadığı takdirde üretim durursa, yeni emek gücü de üretim sürecine sokulmadığı takdirde üretim öylece durur. Yeni emek gücü demek işçinin ertesi işgününde aynı güçle çalışmaya başlayabilmesi demektir. İşçinin ertesi gün aynı işgücüyle çalışmaya başlayabilmesi için yemesi, içmesi, uyuması, giyinmesi, ısınması, barınması vb. gereklidir. Bunları sağlamak için de emekçiye belli bir miktarda para gereklidir. İşte işçiye ücret adı altında verilen para, bu paradır. İşçi ürettiği mala kattığı emek gücünün bu değerini geri almak, yani gerekli emek süresinde çalışmak zorundadır. Ama emek gücü biçimindeki insan-malın, dünyadaki bütün hammadde mallarından farklı olarak, çok büyük bir önemli özelliği vardır: tüketilmekle hemen bitmez, bir süre daha devam eder. Yüz bin liralık iplik, kumaş olup satılınca hemen yok olur, ama yüz bin liralık emek gücü kumaş olup satılınca tümüyle yok olmaz, geriye bir süre daha çalışabilecek emek gücü kalır. İşte bu gerekli emek süresi’nin dışındaki fazla sürede çalıştırılan emek gücüdür ki, kendisini yeniden üretebilecek değerden daha fazla bir değer, kapitalistlerin kâr adını verdikleri bir artı değer üretir. Bundan ötürüdür ki yüz bin liralık iplik mallaşıp satılınca kapitaliste sadece kendi değerini (yüz bin lira) getirdiği halde yüz bin liralık emek gücü mallaşıp satılınca kapitaliste 21 kendi değerinden çok fazlasını (örneğin gerekli emek süresinin bir katı kadar fazla çalıştırılırsa iki yüz bin lira) getirir. Dünya üstünde insan-maldan başka hiçbir hammadde malı yoktur ki kendisinin yeniden üretimi için gereken değerden fazla bir değer, bir artık-değer getirsin. Kapitalizm, emek gücü denilen bu hammadde malından doğmuştur. GEREKLİ EMEK SÜRESİ: İşgününün, emekçinin kendisini yeniden üretmek için çalıştığı bölümü… Bu çalışma süresinde emekçi, ertesi günü kendisini yeniden çalışabilecek bir duruma getirecek olan değeri üretir, yani kendisini ertesi günü yeniden çalışabilecek duruma getirmek için gerekli yemek, içmek, ısınmak, barınmak vb. sağlayacak parayı kazanır. GERİCİ SOSYALİZM: Sosyalizm adı altında sosyalizme direnen akımlar… Bilimsel sosyalizm, kilise sosyalizmini, küçük burjuva sosyalizmini, Alman kürsü sosyalizmini gerici sosyalizm deyimiyle niteler. İKİNCİ KESİM: Tüketimde kullanılan malları üreten sanayi… Üretimde kullanılan malları üreten sanayiyi dile getiren birinci sektör deyimi karşılığında kullanılır. Ekonomi dilinde ikinci seksiyon deyimiyle de dile getirilen bu deyim ikinci kesim deyimiyle özleştirilebilir. Sektörler kapitalist ekonomide büsbütün başka bir anlam taşırlar. Kapitalist ekonomi dilinde tarım ve madencilik kesimine birinci sektör, inşaat ve imalat sanayisi kesimine ikinci sektör, ulaştırma- ticaret- borsalar- bankacılık ve eğlence sanayisi kesimine üçüncü sektör adları verilir. Gerçekte bu anlamlar bilim dışıdır. Örneğin bir makine üretim malı, ekmek ise tüketim malıdır. Düzenli bir ekonomide bu iki kesimin birbiri ile dengeli olarak üretim yapması gerekir, kapitalizm bu dengeyi yapısı gereği kuramaz ve bu yüzden de krize zorunlu olarak düşer. “Bütün krizlerin sonuç olarak nedeni, daima, kapitalist üretimin üretim güçlerini sürekli olarak geliştirme zorunluluğuyla karşıt durumda bulunan toplumun sınırlı tüketimidir”. Basit yeniden üretim için birinci kesimdeki değişken sermaye ile artıkdeğerin toplamı, ikinci kesimin değişmeyen sermayesine eşit olmalıdır. Bu durumda üretim hiçbir krizle karşılaşmaksızın, kolaylıkla yenilenir. Ama bu ideal bir durumdur ve kapitalist düzende hiçbir zaman gerçekleşmez. Kapitalizmde gerçek değerin bir bölümü üretimi artırmak için biriktirilir. Bu durumda da iki kesim arasında denge kurmak ve krize düşmemek mümkündür. Bunun için de, yani genişletilmiş yeniden üretim için de, birinci kesimdeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının ikinci kesimdeki değişmeyen sermayeden daha büyük olması gerekir. Örneğin birinci kesimde 4.000 ( değişmeyen sermaye) 1.000 (değişken sermaye ) + 1.000 (artıkdeğer) = 6.000 üretim malına karşı ikinci kesimde 1.500 (değişmeyen sermaye) + 750 ( değişken sermaye ) + 750 (artık değer ) = 3.000 tüketim malı olmalıdır. Buysa ancak planlı bir ekonomide mümkün olup kâr amacıyla düzenlenen kapitalist ekonomide – kapitalizmin yapısı gereği – gerçekleşemez. Üretim malları, tüketim mallarını üretmek için üretilir. Bu yüzden üretim malları hacmiyle tüketim malları hacmi arasında zorunlu bir ilişki vardır. Tüketim malları üretimini gerekli sayıda tutabilmek için üretim mallarının gerekli sayıda üretimi zorunludur. Diyelim ki çok otomobil (birinci kesim) ve az benzin (ikinci kesim) üretildi, bu halde denge bozuktur ve birçok otomobil satılmadan kalır. Öyleyse her iki kesimi dengeli kılabilmek için üretilen malların hem niceliğini, hem de niteliğini göz önünde tutmak gerekir. İkinci kesimin birinci kesimden daha yavaş büyümesi olgusu, sermayenin organik bileşimindeki artışa uygun düşer. 22 İLK BİRİKİM: Artık değer üretimi için gereken ilk para ve mal… Ekonomi literatüründe genellikle kısaca ilk birikim deyimiyle dile getirilir. Diyalektik ekonomi anlayışına göre bu bir mülksüzleştirme işlemidir ve tarihsel süreçte kaba güç kullanarak zorla gerçekleştirilmiştir. Paranın sermayeye dönüşmesi ve artık-değer yaratarak yoğunlaşmaya başlaması için bir ilk birikim gerekliydi. Paranın tutumlu bir hayat yaşamakla biriktirildiği ve bundan sonra sermaye olarak kullanıldığı yolundaki metafizik sava karşı diyalektik ekonomi kuramı şöyle der: “İlk günahın İlahiyattaki rolü ne ise ilk birikimin siyasal ekonomideki rolü de odur. Âdem baba elmayı aşırmış, insan ırkı da günahı yüklenmiş. Günahın kaynağı, böylece, geçmişe ait bir masal gibi anlatılır. Bunun gibi, bir zamanlar birbirinden farklı iki halk takımı varmış. Birinci takım çok akıllı, çok tutumlu, çok çalışkan; ikinci takımsa çok budala, çok müsrif, çok tembelmiş. Sonunda çalışkanlar takımı bütün zenginliklerin sahibi olmuş, tembel ve ayyaş takımınaysa emeklerinden başka satacak bir şey kalmamış. İşte bu ilk günah yüzündendir ki halkın büyük bir çoğunluğu ne kadar çalışırsa çalışsın emeklerinden başka hiçbir şeye sahip olmamaya ve sonsuza kadar yoksul kalmaya mahkumdur. Artık hiç çalışmayacak olan ötekilerse günden güne daha çok zenginleşeceklerdir. Bu çocukça safsatalar tekrarlanır durur”. İlk birikim Hindistan’dan, Afrika’dan, Amerikan yerlilerinden gasp edilen altınlarla ve özellikle İngiltere’de toprak kapama yasalarıyla köylülerin topraklarının zorla gasp ekilmesiyle gerçekleştirilmiştir. “Sermayenin ilk birikimi, yani tarihsel doğuşu nasıl olmuştur? Bu, sadece, üreticilerin mülksüzleştirilmesi, yani sahibinin emeği üzerine dayalı olan özel mülkiyetin ortadan kaldırılması anlamı taşır… Bireysel ve dağınık üretim araçlarının toplumsal olarak temerküz etmiş üretim araçlarına dönüşmesi, büyük halk yığınlarının topraktan, geçim araçlarından ve çalışma araçlarından yoksun kılınması, halk yığınlarının bu korkunç mülksüzleştirilişi sermaye tarihinin başlangıcını teşkil eder. Böylelikle, çalışmayla kazanılmış özel mülkiyetin yerine başkalarının çalışmasıyla kazanılan kapitalist özel mülkiyet geçmiştir”. Ortaçağ İngiltere’si, yünlerini, Flarendres’in yünlü kumaş üreticilerine satıyordu. Yün fiyatları yükselince İngiliz soyluları köylüleri topraklarından kovarak tarlaları koyunları için otlak haline getirdiler. “Amerika’nın gümüş ve altın alanlarının keşfi, yerlilerin köle durumuna sokulması, bunların madenlere tıkılması ya da büsbütün yok edilmesi, Hindistan’da fetihlerin ve yağmacılığın başlaması, Afrika’nın zenci avı için bir çeşit kapalı ticaret alanı haline getirilmesi: İşte, ilk birikim yöntemleri bunlardır”. İNGİLİZ ÜTOPYACI SOSYALİZMİ: İngiliz düşçü toplumculuğu… Mutlu düzenler düşlemek geleneği, İngiliz düşünürü Thomas More’la başlamıştır. Asla gerçekleştirilemeyecek düşünce anlamında kullanılan utopia sözcüğünü ortaya atan da Thomas More’dur. More’un romanımsı bir denemeyle açtığı İngiliz ütopyacılığı çığırı, değerli sosyalist Robert Owen’le son bulur. Ütopyacılığın ayırıcı niteliği, sorunu, sağduyu ve adaleti egemen kılarak çözümlemek istemesidir. Ütopyacılık, topluma, bilimsel açıdan değil, insan severlik açısından bakar. Bununla beraber Owencilik bu bilimdışı düzenleme anlayışının çok ileri bir aşamasıdır. Socialism: Utopian and Scientific adlı yapıtında Robert Owen’i öven Engels, “İngiltere’de işçilerden yana her toplumsal davranışta ve her gerçek ilerlemede Robert Owen’in adı anılır” der ve konuyu şu sözle bitirir: “Sosyalizmi bir bilim yapmak için, önce onun gerçek bir tabana oturtulması gerekiyordu”. İŞSİZLİK: Emekçilerin iş bulamamaları durumu… Klasik ekonomide “emek gücü seviyesiyle istihdam seviyesi arasındaki fark” olarak tanımlanır. İşsizlik, kapitalist üretim düzenine özgü bir toplum düzensizliğidir ve gerçekte bu düzenin kaçınılmaz 23 ve zorunlu sonucudur. Kapitalist üretim, yapısı gereği, sürekli gelişmek zorundadır ve gelişir. Geliştikçe de sermayenin organik bileşimi giderek yükselir, bu yükseliş zorunlu olarak birçok emekçiyi zorunlu olarak üretim dışına iter ve işsiz bırakır. Kapitalist iktisatçılara göre bunun nedeni teknik ilerlemedir, teknik ilerleme iş hacmini ilkin daraltıp sonra genişleterek durumu dengeler ve bu düzensizliği kendinden onarır. “İktisatçıların yarattıkları bir dogmadır bu. Bunlara göre, sermaye birikimi olarak ücretler yükselir. Yükselen ücretler işçi nüfusunun hızla çoğalmasının nedeni olur. Bu çoğalış, emek piyasası yeniden dolup taşıncaya ve dolayısıyla sermaye emek arzına oranla yetersiz bir miktara düşünceye kadar devam eder. Bu durumda ücretler düşer ve madalyonun öteki yüzü söz konusu olmaya başlar. Ücretlerin düşmesi sonucu olarak işçi nüfusu yavaş yavaş azalır ve sermaye işçi nüfusuna oranla yavaş yavaş bollaşır… Böylece, yeniden emek arzının talebinden daha düşük olacağı ücretlerin yeniden yükselmeye başlayacağı vb. bir durum meydana gelir”. Emekçiler sermaye birikimini meydana getirmek suretiyle ve bunu başardıkları ölçüde, kendi işsizliklerini bizzat yaratırlar. Çünkü “sermayenin birikme gücünü sağlayan nedenlerle işgücünün boşta kalmasını gerektiren nedenler aynıdır’’. Amerika başkanı Truman, bir demecinde, bu gerçeği şu sözlerle açıklamıştı: ‘‘İş arayanların bulunması ekonominin sağlığı açısından daima iyi bir şeydir’’ (Bk. L’Echo de la Bourse, 15.12.1959 tarihli nüshasında yayımlanan Truman’ın demeci). Kimi kapitalist iktisatçılara ekonomicilere göre de “işsizliğin ortadan kalkması, işçilerin ücretlerini aşırı derecede yükseltmelerine neden olur ve enflasyona yol açar”(Bk. Economist dergisi, 20.8.1955 tarihli sayısı). Gerçekte işsizliği doğuran, emek arzı ve talebindeki sürüm ve aramanın yasası değil, kapitalist üretimin kendi içyapısıdır. Sermaye biriktikçe, yani çoğaldıkça sermayenin organik bileşimi çok hızlı büyür, yani sermayenin küçük bir bölümü ücret halini alır ve büyük bölümü değişmeyen sermayeye katılır. Bu, sermayenin organik bileşiminde, değişken sermaye bölümünün değişmeyen sermaye bölümüne göre göreli bir azalmasıdır. Bundan dolayıdır ki çok sayıda işçi sürekli olarak iş dışı kalır. İktisatçılara göre çeşitli işsizlik türleri ayırt edilmiştir. İşsizlik, başlıca, toptan işsizlik ve bölümsel işsizlik olmak üzere ikiye ayrılır. Toptan işsizlik emekçilerin işsiz ve ücretsiz kalma durumudur, bölümsel işsizlik ise günlük ya da aylık iş süresinin kısıtlanmasını dile getirir ki ücreti kısıtlama ölçüsünde azaltır. Bu ayırma, açık işsizlik ve gizli işsizlik ayrımına uygun düşer. Açık işsizlik işçilerin iş bulamayıp işsiz kalmaları durumudur, gizli işsizlik ise emek gücünün düşük verimlilik ve düşük ücretle çalıştırılması halindeki işsizliktir. KAPİTALİST TOPLUM: Sermaye ile belirlenen toplum biçimi… Bu toplum biçimi birbirine düşman sınıfların varlığını gerektirir. Ayrı birer sınıf halinde örgütlenmiş kapitalist sınıf olmadan emekçi sınıfı ve emekçi sınıfı olmadan kapitalist sınıf ve kapitalizm olamaz. KAPİTALİST ÜRETİM BİÇİMİ: Üretim araçlarının özel mülkiyetiyle belirlenen ve artıkdeğer elde etmek amacını güden üretim… Bu üretim biçiminde üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip olmak ve onlardan yoksun bulunmakla beliren üretim ilişkileri kendilerine uygun düşen paylaşımı belirler. Daha açık bir deyişle, üretim ilişkileri hangi biçimdeyse paylaşım da zorunlu olarak ona uygun olur. KAPİTALİZM: Sermayeye dayanan ve kâr amacı güden üretim düzeni... Tarihsel materyalizme göre kapitalizm, tarihsel süreçte birbirlerinden toplumsal-ekonomik yasalar gereğince zorunlu olarak türemiş beş üretim düzeninden dördüncüsü, üç sınıflı toplumun da üçüncüsü ve sonuncudur. Üretim araçlarına sahip olanların üretim 24 araçlarından yoksun bırakılanlara egemenliği kölelik düzeniyle başlamış, feodal düzenden geçerek son ve en büyük aşaması olan kapitalizme dönüşmüştür. Bu düzen, 17’nci yüzyılın sonlarına doğru oluşmuştur. Kapitalist düzeninde bütün üstyapı kurumları, kapitalizmin gereklerine göre belirlenir. Bu düzenin güdücüsü kâr etkenidir, bütün toplum mekanizması bu amaca göre düzenlenir. Bu düzenin kaçınılmaz ve uyuşturulamaz çelişkisi de kapitalist-emekçi çelişkisidir. Çünkü kapitalist, zorunlu olarak, en az geçim – en çok iş saati’ni gerçekleştirmeye çalışır. Bu emekçiye verilecek ücretin mümkün olduğu kadar kısılması ve emekçiden alınacak verimin mümkün olduğu kadar çoğaltılması demektir. Ama bunu gerçekleştirmek belli bir çizgiden öteye mümkün değildir. Çünkü, emekçinin en az geçimiyle en çok işi, gücüyle sınırlıdır; belli bir çizgiden daha çok çalışmaya gücü yetmeyeceği gibi, belli bir çizgiden daha az yiyip içmekle de güçten düşer. Kapitalizm, tarihsel süreçte, endüstri kapitalizminden finans kapitalizmine ve artık buradan tekel kapitalizmine dönüşmüştür. Kapitalizmin bu yeni aşaması zorunlu olarak emperyalist bir niteliktedir. Sermaye birikimiyle ilgili olarak sermayenin organik bileşimindeki zorunlu büyüme tekelciliği ve emperyalizmi zorunlu kılmıştır. Kapitalizmin bu aşamadaki gelişmesi sanayi ile tarım arasında, sanayiin çeşitli kolları arasında, bir ülkenin çeşitli bölgeleri arasında ve çeşitli ülkeler arasında eşit olmayan gelişmeye dayanır. Tarihsel materyalizme göre kapitalist üretim düzeninin uyuşturulamaz çelişkisi bireysel olanla toplumsal olan arasındaki çatışmadır, üretim araçları bireysel mülkiyette toplanırken emek toplumsallaşmıştır. Bu bakımdan üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesine engel olmakta ve her ikisi arasındaki uyuşturulamaz çelişki gittikçe keskinleşmektedir. KÂR: Maliyet fiyatıyla satış fiyatı arasındaki fark… Farsçadır, konuşma dilinde alışveriş işlerinin sağladığı para kazancı olarak tanımlanır. Diyalektik anlayışa göre kâr, artıkemekten elde edilen artık-değerdir ve kapitalist ekonominin hem amacı hem de geliştirici gücüdür. Bu anlayışa göre, “üretimin miktarı, üretimle toplumsal ihtiyaçlar arasındaki ilişkilere göre belirlenecek yerde, ödenmeyen emeğin genel olarak gerçekleştirilen emek içindeki oranıyla –ya da kapitalistlerin diliyle söyleyecek olursak kârla– belirlenir. Sonuç olarak kapitalist üretim biçimi, insan ihtiyaçlarının giderilmesiyle değil, belli bir kârın gerçekleştirilmesiyle duruverir” ve “avanse edilen toplam sermayenin zürriyeti olmak sıfatıyla artık-değer, kâr biçimini alır “. Kapitalistin bu gerçeği görememesi, maliyet fiyatını malın değeri sanmasından ileri gelir. Nitekim bu büyük yanılgıya ütopyacı Fransız sosyalisti Proudhon da düşmüştür. Artık-değerin kattığı ek değer maliyet hesabına girmez, yani maliyet fiyatının içinde artık-değerin kattığı ek değer yoktur. Üretim fiyatı, malın maliyet fiyatıyla artıkdeğerin toplamıdır. Bu gerçek görülemediği takdirde bir malın nasıl olup da maliyet fiyatının üstünde satılabildiği asla anlaşılamaz. Satış fiyatı, pazarda, birbirinden farklı olabilen üretim fiyatlarının ortalamasıyla teşekkül eder. Değer, böylece, ortalama kâr halini alır. Bu durum, şöyle bir örnekle açıklanmaktadır: Toplam sermayeleri 100 olan üç firma varsayalım. Diyelim ki birinci firma değişmeyen sermaye olarak –yani binalara, makinelere, hammaddelere, ısıtma ve aydınlatmaya– 60 ve değişken sermaye olarak – yani işçi ücretlerine 40 yatırdı. Artık-değer oranının da yüzde yüz olduğunu varsayalım. Bu firma, ürettiği maldan 40 artık-değer elde edecek ve ürettiği malın değeri –yani üretim fiyatı– değişmeyen ve değişen sermayelerle artık-değerin toplamı olarak 140 olacaktır. Diyelim ki ikinci firma değişmeyen sermayeye 70, değişken sermayeye 30 yatırdı. Bu firma da ürettiği maldan 30 artık-değer elde edecek ve ürettiği malın değeri aynı toplamayla 130 olacaktır. Üçüncü firmanın da değişmeyen sermayeye 80, değişken sermayeye 20 yatırdığını varsayalım; bunun elde 25 edeceği artık-değer 20 ve ürettiği malın değeri 120 olacaktır. Şimdi bu üç ayrı değerde gerçekleşmiş olan aynı mal, pazarda ortalama satış fiyatı olan 130’a satılacaktır. Böylece kâr da ortalanarak, mallarını, birinci firma değerinin altında, ikinci firma tam değerinde, üçüncü firma değerinin üstünde sattığı halde her üç firma da yüzde 30 kâr etmiş olacaktır. Görüldüğü gibi, en gelişmiş-yani değişmeyen sermayeye ayırdığı sermaye payı en büyük olan-firma, azgelişmiş firmaların kârının bir bölümünü böylelikle cebine indirmiş olmaktadır. Örneğimizde en gelişmiş firma üçüncü firmadır ve toplam sermayesine oranla yüzde 20 artık-değer elde ettiğinden ötürü yüzde 20 kâr etmesi gerekirken yüzde 30 kâr etmekte ve yüzde 40 kâr etmesi gerekirken yüzde 30 kâr eden en gelişmemiş firmanın (birinci firma) yüzde 10 kârına da sahip olmaktadır. Belçikalı iktisatçı Ernest Mandel de şöyle demektedir: “Mülkiyetin özel biçimi kâr etmeyi üretimin amacı, geliştirici gücü haline getirir; üretici güçlerin gelişmesine düzensiz bir nitelik verir. Üretim, en acil gerçek ihtiyaçların karşılanması gerektiği sektörlerde değil, en yüksek kârların sağlanabildiği sektörlerde gelişir.” (Ekonomi El kitabı, Orhan Suda çevirisi, c.I, s.172). Kâr getiren işe kârlı ya da kârlı iş, kârdan alınan paya kâr hissesi kârın paylaşılmasına kârın taksimi, bir işten kâr sağlamaya kâr getirme denir. Kâr deyimi konuşma dilinde kazanç deyimiyle anlamdaş olarak da kullanılmaktadır. KÂR ORANI: Elde edilen toplam artık-değerin o üretimde yatırılan toplam mala oranı… Örneğin bir girişimde sermayedarın 100.000 lira toplam sermaye harcadığını ve buna karşı toplam 10 bin lira toplam artık-değer elde ettiğini varsayarsak bu örnekte kâr oranı yüzde 10’dur. Değişmeyen sermayeyi C, değişken sermayeyi V, artık-değeri de S ile gösterirsek kâr oranı S/(C+V)’dir. Artık değer oranı S/V’dir. Sermayenin organik bileşimi C/V’dir. Sermayedar, kendi işletmesinden yaratılan artık-değerin, yatırdığı sermayenin tümüne oranla sağlandığını kabul eder. İşte bu orana kâr oranı denir. Kapitalist üretimde, özellikle enflasyon evrelerinde, bu kâr oranı devletçe saptanmaya çalışılır. Buna kâr hadlerini tespit etmek işlemi denir. Enflasyon evrelerinde hızlı fiyat artışları gerçekleştiğinden narh sistemi uygulanıp satış fiyatı dondurulamaz, Bu yüzden kâr oranının sınırlaması düşünülür. Buysa, karışık maliyet hesaplarının iyice incelenmesine bağlı olan, pek güç bir işlemdir. Denetlenmesi de ayrı bir güçlük gösterir. Çeşitli işletmelerin ciroları birbirinden çok farklı olduğundan hangi mala ne oranda kâr tanımak gerektiğinin saptanması da başka bir güçlüktür. KÂR ORANIN DÜŞME EĞİLİMİ YASASI: Kapitalist ekonominin, değişmeyen sermayenin artmasını ve ona oranla değişken sermayenin azalmasını gerektiren, özünden zorunlu olarak doğan kâr oranının düşmesi… Bu eğilimi önce Ricardo görmüş, ne var ki nedenini çözemeyerek Maltus’un tümüyle gerçek dışı olan nüfus yasasına bağlamıştı. Şöyle diyordu: “Kâr, doğal olarak azalma eğilimi gösterir. Çünkü sermayenin gelişmesiyle yaşamak için gerekli maddelerin artışı gittikçe daha çok emeği gerektirir” (Principes de l’Economie Politique et de l’Impot, c. I, s. 108). Daha sonra diyalektik öğreti bu eğilimin kapitalist üretimin özünden zorunlu olarak doğduğunu tanıtladı. Bu öğretiye göre kapitalist rekabet, üretim tekniğinin durmadan yenileştirilmesini gerektiriyordu. Bu yüzden de değişmeyen sermayenin payı durmadan artıyor ve değişken sermaye ile –işçi ücretleri değişmese bile– aralarındaki oran durmadan değişiyordu. Buysa artık-değerin, yani kârın zorunlu olarak düşmesinin gerektirmekteydi. Çünkü kâr oranı, artık-değerin değişken ve değişmeyen sermaye toplamına bölünmesine eşittir. Daha açık bir deyişle, artık-değeri –yani kâr adı verilen ek değeri– sağlayan değişken sermaye –yani işçi ücretlerine harcanan sermaye bölümü–dür. Bu bölüm, sermayenin gittikçe artan değişmeyen bölümüne 26 oranla gittikçe azalmakla kâr oranı da zorunlu olarak azalır. Kapitalist üretimde üretim tekniğinin durmadan yenileşmesi zorunlu bulunduğundan değişmeyen sermayeye yatırılan para durmadan artmaktadır. Bu halde değişken sermayeye yatırılan para da bir miktar artsa ve böylelikle artık-değer çoğalsa bile kâr oranı düşer. Bu durum şu örnekte açıkça görülecektir: diyelim ki toplam sermaye 100’dür, bunun altmışı değişmeyen sermayeye ve kırkıda değişen sermayeye yatırılmıştır. Artık-değer oranın da yüzde yüz olduğunu varsayalım. Bu yatırımdan 40 artık-değer elde edilecek ve kâr oranı yüzde 40 olacaktır. Bir süre sonra üretim tekniğinin durmadan yenileşmesi zorunluluğundan diyelim ki toplam sermaye 200’e çıkarılacaktır. Bunun 150’sinin değişmeyen sermayeye ve 50’sinin de değişken sermayeye yatırıldığını varsayalım. Bu yatırımdan 50 artık değer elde edilecek ve kâr oranı yüzde 25 olacaktır. Görüldüğü gibi, artık-değer (yani, kâr) 40’tan 50’ye çıktığı halde kâr oranı yüzde 40’tan yüzde 25’e düşmüş olmaktadır. Bu çözümün metafizik yöntemle neden elde edilemeyeceği şöyle anlatılır: “Bu yasa son derece basit görünmektedir. Ama böyle olduğu halde şimdiye kadar hiçbir ekonomist bunu keşfedememiştir. Onlar, bu olayla karşılaştıklarında, birbiriyle çelişen düşünceler ileri sürdüler. Ama bu yasa, kapitalist üretimde o kadar önemliydi ki, bunu Adam Smith’ten beri bütün ekonomi politiğin çözmeye uğraştığı bir esrar saymak mümkündür. Öyle ki, Adam Smith’ten beri bütün ekonomi okulları sadece bu konudaki varsayımlarının başkalığıyla birbirlerinden ayrılmışlardır. Öbür yanda, günümüze kadar bütün ekonomi politiğin değişmeyen sermayeyle değişen sermaye arasındaki fark çevresinde –bu farkı bir türlü açıklamayı başaramadan- dönüp durduğu, hiçbir zaman artık-değeri kârdan ayrı olarak, nede kârı bütün saflığı içinde, onu teşkil eden çeşitli öğelerden –sanayi ya da ticaret kârı, faiz, toprak rantı gibi- ayırarak düşünmediği, sermayenin farklı organik bileşimini ve dolayısıyla genel kâr oranın teşekkülünü asla bütün derinliğiyle çözümleyemediği göz önüne alınırsa, onun bu yasayı neden bir türlü bulamadığı anlaşılır”. KARŞILIK (FS): Bir şeyin karşısına konulan… 1. Latince iki kat etmek anlamındaki duplicatio sözcüğünden türetilen bu terim, skolastik mantıkla karşılığa karşılık anlamını dilegetirirdi. Artık kullanılmamaktadır. Leibniz istisnanın istisnası anlamında da kullanılmıştır. Türçemizde yanıt sözcüğüyle anlamdaş olarak kullanılmaktadır. 2. Fransızca opposé teriminin çevirisi olarak kullandığımız karşılık terimi, birbirine düşman olmadan karşı olan anlamını dile getirir. Söz konusu olan birbirinin karşısına konulma durumudur ve bu bakımdan karşıt’la çelişik terimlerinden ayrılmalı, onlarla karıştırılmamalıdır. Bu anlamda karşılık deyimi, karşı deyimiyle anlamdaştır. KARŞIT (FS): Birbirine düşmanlıkla karşı olan… Karşıt terimi, karşılık düşüncesine düşmanlık terimini ekler. Örneğin yalın önerme deyimi karmaşık önerme deyiminin karşılığıdır ama karşıtı değildir. Oysa ak deyimi kara deyiminin karşıtlıkla karşılığıdır. Aristoteles, kategoryalar’ın da karşıt’ı, dört karşı olma durumundan biri olarak saptadıktan sonra şöyle der: Ak, karanın akıdır denilmez, ama karanın karşıtıdır denir. Birinin olumlanması öbürünün yadsınmasını gerektirir; bir şey karaysa mutlaka ak değildir. Ama birinin yadsınması öbürünün olumlanmasını gerektirmez; bir şey kara değilse mutlaka ak olması gerekmez, örneğin sarı ya da kırmızı olabilir. Aristoteles, bunu şöyle dile getirmiştir: “bütün hallerde bir orta terim vardır. Orta terim her iki ucun yadsımasıyla tanımlanır: ne ak ne kara gibi”. Karşıt’ın bu orta terime, başka bir deyişle üçüncü olasılığa yer vermesi, onu üçüncü olasılığa yer vermeyen çelişkiden ayırır. Bunun için ak-kara terimleri karşıtlıkla karşı ve renkli renksiz terimleri 27 çelişiklikle karşıdırlar (Çünkü bir şey, renkli değilse mutlaka renksiz, renksiz değilse mutlaka renklidir. Üçüncü olasılığa yer yoktur). Başka türlü söylersek, karşıt terimlerden birinin olumlanması öbürünün yadsınmasını gerektirir, ama birinin yadsınması öbürünün olumlanmasını gerektirmez (Çünkü bir şey, aksa mutlaka kara değildir, ama ak değilse mutlaka kara olması gerekmez), buna karşı çelişik terimlerden birinin yadsınması öbürünün olumlanmasını gerektirdiği gibi birinin olumlanması da öbürünün yadsınmasını zorunlu olarak gerektirir. KARŞITLARIN BİRLİĞİ VE SAVAŞIMI YASASI (FS): Diyalektik ve Tarihsel materyalizmin saptadığı üç temel yasadan biri… Nicelikten niteliğe geçiş yasası ve olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası ile birlikte doğanın, toplumun ve bilincin üç evrensel yasasından biridir. Nesnel gerçeğin ve insan bilgisinin her alanında etkin ve geçerlidir. Doğada, toplumda ve bilinçte tüm nesneler, olaylar ve süreçler içlerinde bir karşıtlık (yani diyalektik iç çelişki) taşırlar, bu karşıtlık tüm hareket ve gelişmenin kaynağıdır. Nesneler, olaylar ve süreçler bu karşıtlıkla devinir ve gelişirler. Bu karşıtlıklar hem bir birlik (biri olmadan öbürü de olmaz), hem de bir savaşım (biri öbürünü sürekli olarak dışındalar) içindedirler, birbirlerine geçişirler (biri öbürünü sürekli olarak alt etme, onun yerine geçme eğilimindedir). Doğa, toplum ve bilinç bu evrensel yasayla işler ve gelişir. Gelişme, bu savaşım sonucu, birliğin ortadan kalkıp yerine yeni bir birliğin doğması demektir. Bundan ötürüdür ki karşıtların birliği geçici (yani göreli, ilineksel, ikincil), karşıtların savaşımıysa sürekli (yani saltık, temel, birincil)’dir. Bu yasadan ötürüdür ki eski, daima yerini yeni’ye bırakır. Doğada örneğin yumurta bu yasayla civciv olur, toplumda örneğin feodalite bu yasayla kapitalizm olur, bilinçte örneğin bilgi bu yasayla ilerler. Hareket ve gelişme, karşıtların savaşımının sonucu olduğundan bu yasaya “diyalektiğin özü” denir. Gerçekten de diyalektiğin yapısı bu birlik ve savaşımdır, diyalektik deyiminden anlaşılması gereken bu birlik ve savaşımdır. Her nesne olay ve süreçte diyalektik birlik ve savaşım içseldir, hiç bir dış etkiyi gerektirmez, yani dışsal bir etkinin sonucu değildir. Kaldı ki diyalektik deyimi daima içsel olanı dile getirir; örneğin bir meyvenin ağaçtan koparılması mekanik bir hareket, kendiliğinden olgunlaşıp düşmesi diyalektik bir harekettir. Karşıtların birliği ve savaşımı da böylece diyalektik, yani içseldir. Karşıtların birliği ve savaşımı yasası, hareketin ve gelişmenin kendiliğindenliğini dile getirir. KARŞITLARIN ÇELİŞMESİ (FS): Karşıtların birbirlerini dışındalamaları sonucu meydana gelen çelişme… Karşıtların savaşımı deyimiyle anlamdaştır. Diyalektik ve tarihsel materyalist felsefe dilinde karşıtlık, çelişkisel bir ilişkidir ve bundan ötürüde çelişkisel deyimiyle eşanlamlıdır. Ne var ki bu diyalektik çelişmeyi mantıksal çelişme ile asla karıştırmamak gerekir. Mantıksal çelişki tutarsızlık anlamındadır ve düşüncelerdeki tutarsızlık dile getirir. Örneğin “bu şey hem artıdır hem de aynı zamanda eksidir” dersek mantıksal olarak çelişkiye düşmüş oluruz. Ne var ki doğada ve nesnel gerçeklikte bu böyle değildir. Örneğin “atom hem artı hem de eksidir”, çünkü hem artı yüklü ve hem de aynı zamanda eksi yüklü parçalar taşır, bu bilimsel bir gerçektir. Demek ki ustan ve düşünceden kaynaklanan biçimsel mantık çelişmeleriyle doğadan ve gerçeklikten kaynaklanan diyalektik nesnel çelişmeleri birbirinden ayırmak gerekir. Bunun nedeni ussal ve mantıksal olanın soyut, doğal ve gerçek olanın ise somut oluşudur. Soyut olan donmuştur ve değişmez, bundan ötürü de düşüncel bir yaprak hem yeşil ve hem de aynı zamanda sarı olamaz; buna karşı somut olan hareketseldir ve değişir, bundan ötürüdür ki gerçek bir yaprak hem yeşil ve hem de aynı zamanda sarı olabilir. Bundan ötürü metafizikçiler ve idealistler 28 çelişmenin düşünceye özgü bulunduğunu, doğada çelişme olamayacağını savlarlar. Antik çağlı Zenon’dan çağdaş Amerikalı düşünür S. Hook’a kadar tüm metafiziğin ve idealizmin süregelen savı budur. Metafizikçiler ve idealistler bu yanlış savlamayla da yetinmezler, düşünsel soyutluğun hareketsizliğini ve değişmezliğini doğaya ve nesnel gerçekliğe aktarırlar ve örneğin “tarih yinelemelerinden ibarettir”, ya da “güneşin altında yeni bir şey yoktur” derler. Oysa tarih hiçbir zaman yinelenmediği gibi güneşin altında da hiçbir zaman eski bir şey yoktur, her ikisi de her an yeni ve yepyenidir. Çünkü doğal ve nesnel çelişme, her an eskiyi yok ederek yeniyi meydana getiren bir çelişmedir. Çelişme terimi hem ussal ve hem de doğasal alanda kullanılır, ne var ki her iki alanda ayrı şeyleri dile getirir. KARŞITLIK (FS): Karşıtların niteliği… Karşıtlar arasındaki karşı olumu dile getirir. Karşıtlık, birbirine karşı olup birbirlerini dışındalayan iki nesnel olgu ya da düşüncenin, ilişkisidir. Nesnel olgular arasındaki, karşıtlıklar diyalektik karşıtlıklardır, düşünceler arasındaki karşıtlıklarsa mantıksal karşıtlıklardır. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. Nesnel karşıtlıklar daima bir çelişki ilişkisi içinde bulunurlar, yani hem birlik hem de savaşım içindedirler. Mantıksal karşıtlıklarsa birbirlerini dışındalayan karşıt ya da çelişik kavram ve önermelerin karşıtlığıdır. KEMALİZM: Teokratik düzenden olumlu bilime yönelme politikası… Kemalizm deyimi, Atatürkçülük anlamında Batılılar tarafından ileri sürülmüş bir deyimdir. Batılılar, ulusal kurtuluş savaşımızla başlayan büyük Türk devrimini bu adla nitelemişlerdir. Türk lideri Mustafa Kemal Atatürk (1881–1938)’ün siyasal ve toplumsal görüşlerini dile getirir. Atatürk dünya tarihinde ilk kez, kapitalizmin son aşaması emperyalizme başkaldıran ve ulusal kurtuluş savaşı’nı gerçekleştiren insandır. Atatürk’ün başlattığı ve başarıyla gerçekleştirdiği bu eylem, emperyalizmin boyunduruğunda yaşayan bütün sömürülen uluslara örneklik etmiştir. Bundan ötürü Batılıların deyimiyle Kemalizm ve bizim deyimimizle Atatürkçülük belli bir anlamda emperyalizme başkaldırmayı ve ulusal kurtuluş savaşını gerçekleştirmeyi dile getirir. Başta Lenin olmak üzere tüm sosyalist yazar ve düşünürler Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Atatürkçülüğü övmüşlerdir. Bağımsızlık savaşının kazanılmasından sonra Atatürk, gerçek bir bilimsel anlayışla, hemen ülkenin ekonomi politikasını saptamaya yönelmiş ve 1923 yılında İzmir’de Türkiye İktisat Kongresi’ni toplamıştır. Atatürk’ün yedi yüzyıllık Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı düzen, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir üretim düzenidir. Osmanlı ekonomisinin yarı-feodal niteliği (bu terim, Osmanlı üretimi için, 22 Aralık 1882 tarihli mektubunda Engels tarafından kullanılmıştır), feodal toprak mülkiyetinin ve dolayısıyla siyasal feodalizmin hiçbir zaman Osmanlı üretim düzeninde yer almamış bulunmasından gelmektedir. Osmanlı derebeyleri hiçbir zaman Avrupa’nın feodal senyörleri niteliğini taşımadığı gibi Osmanlı köylüsü de hiçbir zaman Batı feodalizminin serf’leri olmamıştır. Toprağın mülkiyeti, kimi zamanda ve kimi yerde sembolik de olsa, daima devletin üstünde kalmış; tımar ve zeamet adı verilen yöntemlerle sadece toprak ürününden belli bir ölçüde vergi alma yetkisi toprak beylerine ve ağalarına bağışlanmıştır. Bu sistemde ticaret hiçbir zaman gelişmemiş ve feodalizmin bağrında oluşup onu kapitalist üretime dönüştüren tüccar sınıfı hiçbir zaman var olmamıştır. Bu sistemde ticaret, bir Pazar üretimi konusu değil, bir devlet gelişmesi ve savunması konusudur. Egemen sınıf, feodal sınıf değil, bürokrasi sınıfıdır. Toprakta çalışanlar da feodal sınıfın köleleri değil, devletin kullarıdır. Tarihsel süreçte bu terimlerin çok ayrı gerçekleri yansıtan çok ayrı anlamları vardır. Egemen sınıfın köleleri, üretime katılmamakta, saraylarda ve köşklerde uşaklık etmektedirler. Üretimin pek küçük bir bölümü üreticilerin kendi 29 ihtiyaçları için ayrılmakta, büyük bir bölümü de tımar ve zeamet sahipleriyle devlet arasında paylaşılmaktadır. Pazar üretimini gerçekleştirecek ve dolayısıyla tüccar sınıfını oluşturacak en küçük bir etken yoktur. Devlet angaryasıyla elde edilen üretim fazlası, ticaret pazarına değil, devletin savunma araçlarına ve zevk âlemlerine harcanarak çarçur edilmektedir. Yarı-feodal deyiminin kapsadığı anlam budur. Böyle bir sistemde toprak mülkiyetinin, özel kişilerin elinde değil, devletin elinde oluşu kapitalist gelişmeye engel olmak bakımından çok daha kötü bir sonuç verir. Devlet, varlığını, bütün gelirleriyle –zevk ve safa âlemlerinin dışında – ordusunu güçlendirerek yeni fetihler ve dolayısıyla yeni gelir kaynakları elde etmekle ayakta tutabilir. Yeni fetihlerle elde edilen yeni gelir kaynakları da aynı kısırdöngüye girdiğinden daha yeni fetihler ve daha yeni gelir kaynakları gerekir. Bu fetihler, güçlenmeye başlayan Batı burjuvazisi karşısında dikilinceye kadar, böyle sürüp gider. Bu düzenin kendi sınırları dışında gelişen yeni bir genç düzenle çatışması ve bu çatışma sonunda yıkılıp gitmesi kaçınılmazdır. Bu kaçınılmazlığın sonucu olarak Batı emperyalizmi, onu yarı-sömürgelikten tam sömürgeliğe dönüştüreceği sırada tarihte görülmemiş bir olayla karşılaşmış, her bakımdan bitmiş ve çökmüş bir ülkenin Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde şahlandığına ve dünyanın en güçlü ordularına kafa tuttuğuna tanık olmuştur. Batı kapitalizmi ve onun en gelişmiş biçimi olan emperyalizmi, tarihte ilk kez, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde bağımsız yaşama hakkını savunan topsuz tüfeksiz bir avuç çıplak insan karşısında yenilgiye uğramıştır. Emperyalizmin yarı-sömürgeleştirip çökerttiği Osmanlı düzeninin yıkıntıları üstünde kurulan yeni Türkiye’nin o günkü ekonomik durumunu, değerli aydın Emin Türk Eliçin (1906 – 1966) şöyle anlatır: “42 bin köyü, 1000 kasabası ve 67 kentiyle, 750 bin kilometre karelik koskoca bir coğrafya parçasını kaplayan Türk yurdunda son derece ilkel geçim şartları içinde yaşayan 12 milyonluk bir halk oturmakta… Bir milli pazardan, bir milli ekonomiden eser bile yok… Tandır çukurunda tezek yakan Orta Anadolu köylüsü Karadeniz kıyısında kömür yakıldığından nasıl habersizse, Amerikan ve Romen buğdayı yiyen Karadeniz halkı da dağların hemen ardındaki Sivas’ın bir buğday ambarı olduğunu bilmemekte. Ekonomik ilişkiler bakımından İran ve Suriye, Erzurum’a İzmir’den çok daha yakın. Bir yerde kıtlık olur, halk acından ölür; başka yerde yiyecekler çürür ya da hayvanlara yedirilir… Dar geniş bütün hatları bir arada yalnız 4072 kilometrelik hepsi yabancı malı bir demiryolu şebekesi, 18 bin 335 kilometre karelik bakımsız şosesi, birkaç liman şehri arasında işleyen topu topu 72 bin tonilatoluk ufak bir teknesi vardır. Cumhuriyetin daha ilk yılında dışarıya ancak 85 milyonluk mal satabilmiş, buna karşı 145 milyonluk mal alınmıştır, 60 milyon açıktır… Kağşamış birkaç askeri fabrika sayılmazsa, iç pazarın ihtiyacına şöyle böyle yetecek hiçbir üretim dalı yok. İçerlek köşelerde kalmış, tek tük el tezgâhları ortadan çekilmek için ilk araçla gelecek yabancı ticaret mallarını beklemekte” (Bk. Eliçin, Kemalist Devrim İdeolojisi, İstanbul 1970, s. 268–273). Böylesine bir yıkıntının ortasında nasıl bir ekonomik politika güdülecektir? Atatürk, bunu saptamak için, 1923 yılında, İzmir’de, Kazım Karabekir Paşa’nın başkanlığında Türkiye İktisat Kongresi’ni toplamıştır. Şöyle demektedir: “Bir milletin hayatıyla doğrudan doğruya ilgili olan ekonomisi, çöküşünün de yükselişinin de nedenidir. Zamanımız bir ekonomi çağıdır. Kılıç kullanan kol yorulur, ama saban kullanan kol yorulmaz, her gün daha çok güçlenir ve toprağına daha iyi sahip olur. Osmanlı fatihleri her şeyden önce sabanın karşısında yenilerek çekildiler, asıl felaket bu çeşit yenilgiden doğdu. Kılıçla zafer kazananlar yerlerini er geç sabanla zafer kazananlara bırakmak zorunda kalırlar. Ulusal egemenlik, ekonomik egemenlikle pekitilmelidir, yoksa kazanılan siyasi ve askeri başarılardan bir şey çıkmaz. Halk çağı demek iktisat çağı demektir” (Bk. Şevket Süreyya Aydemir, Tek 30 Adam, c. III, s. 352). Bu çok doğru sözlere ayrıca şunları da ekleyerek ekonomik tutumun siyasal sınırlarını çizmekte ve iktisat kongresine yol göstermektedir: “Biz istiklalimizi emin bulundurmak için heyeti umumiyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir mesleği takip eden insanlarız” (Bk. Tekinalp, Kemalizm, İstanbul, 1936, s. 226). Kongrenin açış nutkunda da şunları söylemektedir: “Zannolunmasın ki biz ecnebi sermayesine hasım bulunuyoruz. Hayır. Fakat mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet, ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her millet gibi Türkiye de buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız” (Bk. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, İzmir 1923, Siyasal Bilgiler Fakültesi yayını, Ankara 1968, s. 252 – 253). Ne yazık ki İktisat Kongresi’nin üyeleri, Atatürk’ün bu güzel sözlerini anlayabilecek bir nitelikte değildi. Bu da iktisadi misak adı altında verdikleri şu kararlardan bellidir: “ Hırsızlık, yalancılık, ikiyüzlülük ve tembellik en büyük düşmanımızdır. Bağnazlıktan uzak bir dini bütünlükle çalışmak her şeyde baş ilkemiz olacaktır. Türkler bilgiye ve kültüre âşıktır. Maarifi mukaddes saydıklarından mevlidi şerifi ve kandil gününü aynı zamanda bir kitap günü olarak kutlarlar. Türkler, hangi sınıf ve mesleklerden olurlarsa olsunlar, candan sevişirler. Türk kadını ve kocası, çocuklarını, iktisadi misaka göre yetiştirir” (Bk. İktisadi Misak, madde 6). Büyük Atatürk, bu kararları okuduğu zaman kim bilir nasıl acı acı gülmüş ve “bu kafalarla bu işi nasıl başaracağım?” diye uzun uzun düşünmüş olmalıdır. Atatürkçülüğün toplumsal hedefi, muasır medeniyet (çağdaş uygarlık) deyimiyle dile getirilmiştir. Yedi yüzyıllık bir Doğu geleneği içinde oluşan Osmanlı İmparatorluğu, Atatürk’ün çabasıyla Batı modeline uygun bir Türkiye Cumhuriyetine dönüştürülmüştür. Kemalizm’in en büyük başarısı her türlü tutuculuğa karşı çıkarak ordu ve gençliğe ilericiliği aşılamak olmuştur. Şöyle der: “Bilim, daima ileriye ve yeniliğe götürür. Bu, dönüşsüz bir nitelik olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı daima ileriye ve yeniliğe uzun adımlarla yürümeye devam edecektir” (İkdam Gazetesi, 1 Eylül 1925). Atatürk, devlet anlayışını altı ilkede toplamıştır. Bu altı ilke şunlardır: Devrimcilik, laiklik, devletçilik, ulusçuluk, halkçılık, cumhuriyetçilik… Bu ilkelerin tümü tutucu, teokratik, halka sırt çevirmiş bir Doğu despotizmine tepki olarak ve gericiliğe tam karşı bulunan bir ilericilik açısından saptanmıştır. Bunun içindir ki ilkelerin tümü ilericilik ilkesinde özetlenir. Atatürk “En gerçek yol gösterici, bilimdir” (En hakiki mürşit ilimdir) demiştir. Bunun içindir ki Atatürkçülük bilimsel olana yönelmek demektir. Atatürkçülüğün gerçek anlamı budur. KENDİLİĞİNDENLİK (FS): İnsanların bilgili etkinlik ve denetimlerine dayanmayan toplumsal-ekonomik gelişmenin niteliği… Doğa yasaları kendiliğinden işledikleri halde toplumsal-ekonomik yasalar kendiliğinden işlemez. Toplumsal-ekonomik yasaların işlemesi için insan etkinliği gereklidir. Doğa yasalarıyla toplumsalekonomik (tarihsel) yasalar arasındaki büyük ayrım buradadır. Toplumsal-ekonomik yasalar da, doğa yasaları gibi, nesneldir; yani insan bilincinden ve iradesinden bağımsızdır. İnsanlar bu yasaları yaratamazlar ve yok edemezler. Ama onları işletecek ya da işlemlerine engel olacak koşulları hazırlarlar, böylelikle de bu nesnel yasalara egemen olurlar. Ne var ki bu egemenlik, ancak nesnel ve zorunlu yasaların bilgisini edinmekle gerçekleşebilir. Yasa bilinip kavranmadıkça ona egemen olunamaz. İnsanlar, bilgisini edinmekle, değil nesnesi bizzat insan olan toplumsalekonomik yasalara, doğa yasalarına bile egemen olmuşlardır; örneğin yerçekimi yasasının öğrenilmesiyle tonlarla ağırlığındaki bir uçak yerçekiminden kurtarılıp havalandırılabilmiştir. Bunun gibi, insanlar, doğa yasalarına göre yıldırımın 31 düşmesine engel olamazlar ama tanıyıp ne olduğunu bilmekle yıldırımsavarlar yaparak onu kendilerine zarar vermeyecek bir biçimde düşürebilirler. Yeni kuşaklar, kendilerinden önceki kuşaklarca hazırlanmış olan toplumsal-ekonomik maddî koşulların içinde doğarlar. Demek ki onların yaşamını belirleyecek olan bu maddî koşullar onların irade ve isteklerinden bağımsızdır, yani nesnel ve zorunludur. İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu keyiflerine göre değil, içinde bulundukları nesnel ve maddî koşulların zorunluluğu doğrultusunda yaparlar. İnsan, nesnel yasalara bağlı bulunan eylemine öznel amaçlar katar, bu öznel amaçlarıyla da nesnel yasaları yönlendirir. İnsanların istek ve amaçları kendiliğinden gerçekleşmez, bunları gerçekleştirebilmek için bilgili ve etkin olmaları gerekir. İnsanların istek ve amaçlarının kendiliğinden gerçekleşeceğini ileri sürmek, örneğin insan zekâsı (Edison) olmaksızın ampulün kendiliğinden oluşacağını ileri sürmekten farksızdır. Bundan ötürüdür ki tarihsel süreçte kendiliğindenlik ne kadar gerçek ve bilimselse, nesnel ve maddî yasaların zorunluluğunu abartan kendiliğindencilik (spontaneizm) o kadar gerçekdışı ve bilimdışıdır. İnsanlar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısına kadar toplumsal-ekonomik yasaları bilmiyorlar ve tanımıyorlardı. Bundan ötürüdür ki günümüze kadar gelen toplumsal-ekonomik gelişme nesnel ve maddî yasaların güdümü altında kendiliğinden olmuştur; insanlarca planlanamamış, yönlendirilememiş, denetlenememiştir. İnsanın kendi ürününün kendine egemen olması ve onu köleleştirmesi bu yüzdendir. İnsanlar bilgisizlikleri yüzünden kendi tarihlerine egemen olamamışlar ve toplumsal-ekonomik gelişmelerini zorunlu olarak tarihin nesnel akışına bırakmışlardır. Tarihsel süreçteki bütün toplumsal-ekonomik oluşumlar (ilkel komünal üretim biçimi, köleci üretim biçimi, feodal üretim biçimi, kapitalist üretim biçimi) insanların bilgili etkinliklerinin ve denetimlerinin dışında kendiliğinden gerçekleşmiştir. Ama bu kendiliğindenlik, yukarda da önemle belirttiğimiz gibi, doğa yasalarının kendiliğindenliği gibi değildir, insanların bilgisiz etkinlikleriyle oluşan toplumsal-ekonomik yasaların kendiliğindendir. Yukarda da belirttiğimiz gibi, toplumsal-ekonomik yasaların işleyişi, doğa yasalarından farklı olarak, beşerî (insansal) etkinliği şart koşar. Çünkü toplumsal-ekonomik yasalar, doğa yasaları gibi doğanın değil, insan toplumunun yasalarıdır ve bu yasaların nesnesi doğa değil bizzat insandır. Evrende insanlar olmasaydı toplumsal-ekonomik yasalar da olmazdı. Bundan ötürüdür ki toplumsal-ekonomik yasalar, doğa yasalarından farklı olarak, iki yan taşırlar: І. Nesnel etmenler (doğa koşulları, belirli bir üretim düzeyi), ІІ. Öznel etmenler (bireylerin, sınıfların, devletlerin bilinçli etkinlikleri). İnsanların bilinç ve iradelerinden (isteklerinden, öznel amaçlarından) bağımsız olan nesnel etmenler ancak öznel etmenlerin işlemesiyle meydana çıkabilirler. Buna karşı öznel etmenler de ancak nesnel etmenlerin hazır olduğu zaman bir rol oynayabilirler. Bu çift yanlılıkta temel ve belirleyici olan nesnel etmenlerdir, çünkü son çözümlemede yukarda da açıkladığımız gibi, öznel etmenler de içinde bulundukları nesnel koşullardan oluşurlar. İnsanların istek ve düşünceleri gökten zembille inmez, içlerinde bulundukları maddî ve nesnel koşulların ürünüdür; her fırsatta örneklediğimiz gibi çiftçi, çiftçi gibi düşündüğü için çiftçi olmuş değildir, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünür. İnsanların istek ve düşünceleri içlerinde bulundukları nesnel ve maddî koşullardan yansır. Ne var ki bu nesnel ve maddî koşulların bilgisini edinmekle, giderek onları daha derinden kavramakla bu düşünceler de insanların çıkarları doğrultusunda büyük bir etkinlik kazanır, böylelikle de nesnel ve maddî koşulları değiştirir. İşte bilgili etkinlikle bilgisiz kendiliğindenlik arasındaki büyük fark budur. İnsanlar 19’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri toplumsal-ekonomik gelişmenin bütün sırlarını öğrenmiş ve çözümlemiş bulunmaktadırlar. Demek ki artık toplumsal-ekonomik yasalara egemen olabilirler, onları denetleyebilirler ve kendi 32 çıkarları doğrultusunda yönlendirebilirler. Toplumsal-ekonomik gelişmenin kendiliğindenliği böylelikle son bulacaktır. KOMPRADOR: Sömürücü yabancılarla işbirliği yaparak kendi ülkesinin sömürüsüne katılan yerli... İspanyolcadır, satın alan anlamına gelir. Eskiden yabancı gemiler için mal satın alan yerlileri adlandırırmış. Günümüzde geri bıraktırılmış ülkelerin çıkar karşılığında kendi ülkesini emperyalist ülkelere sömürten yerlisini adlandırır. KOMPRADOR BURJUVAZİ: Sömürücü yabancılarla işbirliği yaparak kendi ülkesinin sömürüsüne katılan ve sanayileşmesine engel olan burjuva kesimi... Sanayi burjuvazisi deyimi karşılığında kullanılır. Bu tip burjuvazi elindeki parayı sanayi işinde kullanmaz, ya doğrudan doğruya ya da montaj sanayisi perdesi altında dış ticarete yatırır. Emperyalist bankalarla işbirliği yapar, köylülüğün bağımlı tutulmasına ve yerli sanayinin engellenmesine yardım eder. Geri kalmışlıktan kurtulmanın tek yolu olan sanayileşmenin, tek engeli komprador burjuvazidir. Tefeci-tüccar olarak rizikosuz, kolay ve rahat kazanç geri kalmış ülkelerdeki kimi burjuvaları bu yola sürükler. KÖLE: Emeğin verimliliğinin artmasıyla meydana çıkan insan mal... İnsanların kendi tüketimleri için ürettikleri zamanlarda köle yoktu. Savaş esirleri fazladan bir boğaz beslememek için öldürülüyordu. Zamanla geliştirilen üretim araçları emeğin verimliliğini arttırdı ve insanlar tükettiklerinden fazlasını üretmeye başladılar. O zaman, kendi tükettiğinden daha fazlasını üretebilen köle, yani insan-mal ortaya çıktı. Köle, köleci düzenin ürünüdür. Bir bakıma insanın insanı sömürmesi sürüp gittiği sürece her çağda var olmuştur, fakat daima nitelik değiştirmiştir. Bu bakımdan köle’yi, feodal düzenin ürünü olan toprak kölesi’yle karıştırmamak gerekir. Köle kavramı, tarihsel gelişimin belli bir evresine özgüdür, bu evre köleci toplum evresidir. Köle, artı-ürün sağlar, fakat artık-değer sağlamaz, çünkü artı-değer sermayenin varlaşmasıyla varlaşmıştır. Kölenin emeğinin ödenmiş bölümü bile ödenmemiş görünür. Çünkü bir bakıma köleci, köleye hiçbir şey ödemez, ama köle yaşayabilmek için işgücünün bir bölümünü kendi tüketimi için harcamış olmaktadır, bu yüzden de işgücünün kendisini üretmeye yetecek karşılığı dolaylı olarak ona ödeniyor demektir. Oysa, kölenin bütün emek gücü köle sahibine karşılıksız bırakılmış gibi görünür. Aristoteles, ünlü yapıtı Politika’da şöyle demektedir: “İnsanlar da kendi aralarında, bir ruh bir bedenden ve bir insan bir hayvandan ne kadar farklıysa, o ölçüde farklıdırlar. En alt sırada olanlarda emek verimi, beden gücünün kullanımına dayanır. Kaldı ki böyleleri de sadece bu işe yarar. Yaratılışları bakımından köledirler, köle olarak yaratılmışlardır. Onlar için en iyisi bir efendinin egemenliği ve buyruğu altında yaşamaktır” (Politique, Fransızca çeviri, kitap I, bölüm V, 1254 B, 16-20). Antikçağ Yunan köleciliğinin büyük düşünürü Aristoteles, kölelerin çalışmaktan ayakta duracak halleri kalmadığını bilmezlikten gelerek, köleleri bir çeşit hayvan olarak nitelemekte ve dik durma yeteneğinden bile yoksun bulunduklarını söylemektedir (İbid, 28). Köleci düzenin ürünü olan büyük dinler de Aristoteles’le aynı kanıdadır ve köleliği bir tanrı vergisi olarak onaylamaktadırlar. Köleci düzende köle sağlamanın başlıca üç kaynağı olmuştur: Savaş tutsakları, köle alım-satımı, toplumun yoksul üyelerinin borçlarından ötürü köleleştirilmesi. Bu üç kaynaktan sağlanan köleler, köleci üretim düzeninin üretici gücüydüler ve üretimin verimini ilkel komünal toplumda hayal bile edilemeyecek ölçüde arttırıyorlardı. Köle sömürüsü de, daha sonra gerçekleşecek olan sömürüler gibi, sömüren ve sömürülen iki sınıf arasındaki çelişkileri gittikçe keskinleştirerek bir sınıf savaşımıyla biçimlenmiş ve çeşitli köle 33 ayaklanmaları (örneğin Spartakus), verimin artmasıyla hızla gelişen üretim araçlarının özel bir bakım gerektirmesi gibi nedenlerin de eklenmesiyle, köleci düzeni feodal düzene dönüşmüştür. KÖLECİ TOPLUM: Köle emeği sömürüsüne dayanan toplum… Eşanlamda kölelik düzeni, kölecilik düzeni, kölelik rejimi, köleci sistem, kölecilik deyimleri de kullanılmaktadır. İlkel komünal toplum üretim araçlarının gelişmesiyle dağılmaya yüz tutmuştu. Taş ve tahtadan araçlar yerlerini madensel araçlara bırakmışlardı, demirden ve bronzdan sabanlar ve baltalar yapılmıştı. Tarım ve hayvancılık birbirinden ayrıldı ve ilk toplumsal işbölümü gerçekleşti. Bu iki alan arasında değiştirme olayı başladı. Birlikte çalışma gereksizleşti ve toplum her biri bağımsız birer ekonomi birimi olan ailelere bölündü. Özel mülkiyet gerçekleşti ve sömürü olanakları açıldı. Araçlar özel mülk olunca o araçların ürünleri de özel mülk oldu. Üretim güçlerindeki bu değişiklikler, insanlar arasındaki ilişkilerde de (üretim ilişkilerinde) değişikliği gerektirmiş ve emeğin verimliliğinin artması, ilkel komünal toplumu köleci topluma dönüştürmüştür. İlkel komünal toplumda savaş tutsakları fazla bir boğaz beslememek için öldürülürlerken, artık çalıştırılmakta ve çalışamayacak bir duruma gelince öldürülmektedirler. İlkel komünal toplumun bağrında meydana gelen kölelik rejimi, gittikçe güçlenerek Asya ve Afrika’da köleci toplumun oluşmasını gerçekleştirmiştir. İlkin, köleler ilkel komünal toplumun kolektivist yapısına uygun olarak, bütün toplumun malı sayılmışlardır. Bu evrede köle emeği üretimde önemli rol oynamıştır. Kölelik rejimi, üretici güçlerin gelişmesiyle koşutlu olarak olgunlaşmıştır. Üretimin artması el emeği talebini arttırmıştır. Bununla bağımlı olarak köleci devlet kurulmuş ve yeni köleler elde etmek için büyük savaşlar gerekmiştir. Savaş gereği, köleci devleti büsbütün geliştirmiştir. Karşılıklı diyalektik etkilerle oluşan yeni düzen eski Afrika ve Asya’da en üstün aşamasına ulaşmıştır. İlk köleci devlet biçimleri, kabile federasyonlarıdır. İlk köleci toplumlar, İ.Ö. 4’üncü bin yıldan başlayarak Sümer, Akad, Babil, Asur, Hitit vb. gibi devletlerdir. Bunların son ve yetkin örnekleri antikçağ Yunan ve Roma köleci toplumlarıdır. KÖLECİ ÜRETİM BİÇİMİ: Köle emeğine dayanan ve ona ancak yaşayabileceği kadar bir pay bırakarak artı-ürününe el konulan üretim biçimi… Bu deyim bir sınıfın tarımsal emek gücünün en ilkel biçimine el konmasını dile getirir. Bu üretim biçiminde, kölenin, işgücü değil bizzat kendisi maldır. Özel mülkiyet köle üstünde gerçekleşmiştir. Efendi, nasıl bir tarlanın ya da öküzün sahibiyse, öylece kölenin de sahibidir. Hindistan’daki kast düzeni köleleri iki ayaklı hayvan sayıyor, köleci düzenin ideologlarından Romalı Varro İ.Ö. 1’inci yüzyılda onları üçe ayırdığı üretim aletlerinden biri olarak tanımlıyordu. Varro’ya göre üç türlü üretim aleti vardı. Sessiz aletler (arabalar), söz söylemeyen sesli aletler (hayvanlar), söz söyleyebilen sesli aletler (köleler). “Köle üretiminin anorganik koşulu olarak hayvanlarla birlikte doğal varlıkların arasına katılır ve kendisine toprağın bir parçası gözüyle bakılır”. Köleci üretim düzeninin iki karşıt sınıfının (köle sahipleriyle kölelerin) dışında kendi emekleriyle geçinmeye çalışan zanaatkâr ve köylü tabakaları yer almaktadır. Bu üretim biçiminin bir başka özelliği de üretici sayısının olağanüstü artmış olmasıdır (Örneğin Yunan sitelerinde özgür insanların oranları kölelere göre onda birdir). Köle emeğinin yanında doğa güçlerinden (örneğin su ve rüzgâr gücünden) de yararlanmaya başlanmıştır. Gerek tahılların işlenmesinde ve saklanmasında, gerek kumaş ve deri yapımında büyük teknik ilerlemeler kaydedilmiştir. Bütün bu gelişmeler, köle emeğinin gittikçe artan veriminin ürünleridir. 34 KÖLE EMEĞİ: Üretimi gerçekleştirmek için kölece harcanan emek… Bu emek köle sahiplerinin ev işlerinde, tarlalarında, madenlerinde ve sanayi atölyelerinde harcanırdı. Böylelikle kol emeği özgür insanlara layık görülmeyen aşağılık bir nitelik kazandı. Köle emeğinin sahibi kölelerini besler ve barındırır. Demek ki köle adını taşıyan insan-malın üretimiyle tüketimi arasındaki fark, köle sahibinin net kârıdır. Kölelik ekonomisinin temeli köle emeğidir. Çalışmanın özgür insana layık olmayan bir eylem sayılması, köleyi ve köle emeğini toplum için zorunlu kılmıştı. Kölecilik çağının bütün düşünürleri, dinleri, yasaları kölenin doğal olduğunu bu yüzden kabul ederler ve köleci düzeni sürdürmek için çeşitli öneriler ileri sürerler. KÖLELİK: Kölenin niteliği… Bu mülkiyet özel mülkiyet konusu ve dolayısıyla insan-mal olma niteliğidir. Kölelik rejiminde üretim ilişkilerinin temeli, yalnız üretim araçları üstünde değil, aynı zamanda köle üstünde de özel mülkiyetin gerçekleşmesidir. Bu durum tarihte ilk kez toplumu sınıf bölünmesi’ne uğratmıştır. Sınıf kavramı, köleci toplumda oluşmuştur. Dinler, köleliği çeşitli biçimlerde desteklemişlerdir. Örneğin Yahudilerin Tevrat’ında şöyle yazar: “Köleni yapabileceği işe sür, yapmazsa zincire vur’’ ( Vaiz, XXIII, 24–28 ). “saman, değnek ve yük eşek içindir; emek, öğüt ve çalışmaksa köle için” (ibid), “Köle için para ödediğini ve o kaçarsa para kaybedeceğini hatırla” (ibid, 30, 31). İlk sömürü biçimi köle emeğinin sömürüsüdür. Oysa bu pek güçlü bir sömürüydü. Bu sömürü, özellikle eski Yunan sitelerinde ergasteries denilen işyerlerinde toplanan ve işbirliğiyle verimi artan kölelerin emeğiyle gerçekleşiyordu. Mandel, Traite d’Economie adlı yapıtında şu örneği verir; Ksenofon’un anlattığına göre İ.Ö. 5’inci yüzyılda bir kölenin fiyatı 180 – 200 drahmiymiş. Demosten, babasının mobilya ve bıçakçılık atölyelerindeki kölelerin, günlük bütün masrafları çıktıktan sonra günde bir obol bıraktıklarını, bununsa yılda 50 drahmi ettiğini, köleyi satın almak için harcanan 200 drahmi ve on yılda 500 drahmi ettiğini, köleyi satın almak için harcanan 200 drahmi bundan çıkarılınca her kölenin on yılda 300 drahmilik bir kazanç sağladığını hesap edermiş. (ibid, c.1, s.101). KRİZ: Tüketilemeyen üretimin doğurduğu ekonomik çöküntü... Krizlerin kapitalist üretim düzeninin yapısından doğan kaçınılmaz bir hastalığı olduğu diyalektik ve tarihsel materyalist öğreti tarafından keşfedilmiş ve açık seçik sergilenmiştir. Devresel olmasının nedeni de, değişmeyen sermayenin devresel olarak yenilenmesi zorunluluğudur. Kapitalist birikim yasasına göre üretim, tüketimden daha hızlı artmak zorundadır. Kapitalizm öncesi krizler büsbütün başka nedenlerle olurdu. Savaşlar, salgın hastalıklar, su baskınları, depremler vb. gibi doğal ve toplumsal çöküntüler yüzünden tüm üretim azalırdı. Bundan ötürü de kapitalizm öncesi kriz, kullanma değerlerinin noksan üretiminden doğan bir krizdi. Kapitalizm krizleriyse, bunun tam tersine, değiştirme değerlerinin aşırı üretiminden doğan krizlerdir. “Malın ilk başkalaşması, aynı zamanda hem satış hem alış olduğu için, bağımsız bir süreçtir. Alıcı mala, satıcı da paraya – demek ki her an dolaşıma katılabilecek bir mala – sahip olur. Hiç kimse bir başkası alıcı olmadan satıcı olamaz. Ama kendisi satıyor diye de hiç kimse onun malına hemen alıcı olmak zorunda değildir. Dolaşım, ürün değişimini, satış ve alış çelişmesi olarak parçalar ve ikiye ayırır. Bu iki bağımsız ve biri ötekine karşıt sürecin bir bütünlük meydana getirmesi ve bu iç bütünlüğü ise dış çelişmeler içinde hareket etmesi şu sonucu doğurur: Bir malın tam başkalaşmasının birbirini tamamlayan bu iki evresi arasındaki zaman süresi çok uzayacak, satışla alış arasındaki ayrılma çok açık ve belli bir hale gelecek olursa bunların arasındaki bağımlılık, kendisini bir kriz yaratarak zorla ortaya koyar. Malın özünde var olan, 35 kullanım değeriyle değiştirme değeri arasındaki çelişme, özel emeğin aynı zamanda kendisini toplumsal emek olarak ortaya koyması zorunluluğu, özel soyut emeğin aynı zamanda genel soyut emek olması, doğal şeylerin bireyselleşmesi, kişilerin nesnelleşmesi, işte bütün bu mala özgü çelişme ve zıtlıklar, malların başkalaşmaları sırasında doğan çelişmelerde en gelişmiş hareket biçimlerini bulurlar. Bundan ötürüdür ki bu hareket biçimlerinde kriz ihtimali, ama ancak ihtimal olarak, saklıdır. Bu ihtimalin gerçekleşmesi, basit mal dolaşımı açısından henüz kendilerini göstermeyen, uzun bir ilişkiler zincirinin varlığını gerektirir”. Krizin nedeni, kapitalist üretimde gittikçe ve zorunlu olarak artan malların, halk tarafından gittikçe ve zorunlu olarak satın alınamamasıdır. “Bütün krizlerin son nedeni, kapitalist üretimin, üretim güçlerini – sanki bunların önünde toplumun mutlak tüketim yeteneğinden başka sınır yokmuş gibi – geliştirme eğilimi karşısında halk yığınlarının yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir”. Kriz, çok üretilip az tüketilme olayından doğar, buysa kapitalist sistemin zorunlu çelişkisidir. Para, belli ellerde toplandıkça öbür ellerde zorunlu olarak azalır. Halk yığınlarının tüketimi, ihtiyaçlarıyla değil, satın alma güçleriyle sınırlıdır. Bundan ötürüdür ki her kapitalist yükselişi zorunlu olarak bir kapitalist alçalış kovalar. Bu alçalış, yani kriz döneminde, savaşın her türlüsü zorunludur. Kumaş sanayisi silah sanayisine dönüşür, buğday ve kahve yakıt olarak kullanılır, süt veren inekler kesilir, yeni makineler hizmete konulmasın diye ihtira beratları satın alınır, birçok ürünler denize dökülür, tarlalar yakılır ve fabrikalar yıkılır. Ve bütün bunların sonunda kapitalist sistem yeni bir dengeye yönelir, krizlerin devresel karakterinin nedeni de budur. Buna karşı metafizik düşünceli iktisatçılar krizlerin nedenlerini açıklamak için usa aykırı ve gülünç kuramlar ileri sürmektedirler. Örneğin bunların en ünlülerinden Stanley Jevons’a göre krizlerin nedeni güneş lekeleridir. Krizler her on yılda bir zorunlu olarak tekrarlanır, çünkü her on yılda bir güneş üstünde lekeler meydana gelir ve bundan ötürü doğa koşulları değişir. Güneş lekelerinden doğan sıcak dalgalar üretimi çoğaltır. Ekonomik gelişme başlar ve yatırımlar artar, bunun sonucunda da kriz meydana gelir. Bu kuramı ileri süren Prof. Stanley Jevons (1835–1882) marjinalciliğin kurucularındandır ve çağdaş kapitalist ekonominin önemli düşünürlerinden sayılmaktadır. Güneş lekeleri kuramı, birçok metafizik yapılı iktisatçılar – özellikle Beveridge – tarafından savunulmuştur. Bu sözde bilimsel kuram, iktisatçıların kapitalizmi savunmak için en akla hayale sığmaz varsayımları bile ileri sürmekten çekinmediklerinin en belli kanıtlarından biridir. Belçikalı ekonomi bilgini diyalektikçi Ernest Mandel şöyle demektedir: “Sermayenin devresel hareketi ortalama kâr oranının eğimli düşüşünü sağlayan mekanizmadan başka bir şey değildir, sistemin bu düşüşe karşı gösterdiği bir tepkidir. Bu tepki krizler sırasında sermaye üretiminde harcanan emek niceliğinin toplumsal bakımdan gerekli emek niceliğine, tek tek her mal değerinin toplumsal bakımdan belirlenmiş değere ve bu malların içerdiği artık-değerin de ortalama kâra periyodik olarak uymasını sağlar. Kapitalist üretim bilinçli olarak planlanmış ve örgütlenmiş bir üretim olmadığından bu ayarlamalar önceden değil, sonradan yapılır. Bundan ötürü de şiddetli sarsıntılara yol açar”( Mandel, Traite d’economie, bölüm XI). Kriz, devresel olarak şu evrelerden geçer. Bu evreler ortalama kâr oranının evreleridir: 1. Ekonomik canlanma, 2. Refah, 3. Aşırı üretim, 4. Kriz ve çöküntü. MARKSİZM: Alman düşünürleri Karl Marx ile Friedrich Engels’in diyalektik ve tarihsel materyalist öğretileri… Alman düşünürleri Karl Marx (1818–1883) ve Friedrich Engels (1820–1895)’in tarihsel ve diyalektik materyalizm öğretileri Marksizm adıyla anılır. Marksizm, yüzyıllardan beri insan düşüncesini yöneten metafiziğin yerine doğanın işleyiş yasası olan diyalektiği koyar. Diyalektik, böylelikle, insanın geçmişini 36 çözümleyecek ve geleceğine yön verecek eyleminde uygulayacağı bir yöntem olmuştur. Bu yöntem, bütün bilimleri ve özellikle altyapıyı gerçekleştiren üretim sürecini geniş çapta kapsamaktadır. Bu anlayışa göre insanlık tarihi, üretim süreciyle belirlenen ve biçimlenen toplumsal-ekonomik oluşumların tarihidir. İnsanlar yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler. Yaşayacak durumda olmak demek, üretmek demektir. Marksist ekonomi Kapital adlı yapıtta verilmiştir. Yapıtın birinci cildi (1867) Marx tarafından yazılmış, ikinci (1885) ve üçüncü (1894) ciltleri Marx’ın ölümünden sonra bıraktığı notlardan Engels tarafından tamamlanmıştır. Hilferding şöyle der: “Marx’ı kendisinden önceki bütün düşünürlerden ayıran, sistemin temelindeki toplumsal kuram, yani tarihsel materyalizm görüşüdür. Bu kuram, ekonomik kategorilerin aynı zamanda tarihsel kategoriler olduğunun anlaşılmasını sağladığı için değil –çünkü bunun anlaşılması tek başına yeterli değildir–, toplumsal yaşamı yöneten yasanın özünü de ortaya koyduğu için değerlidir. Bu kuramla evrimin mekanizması keşfedilebilir; ekonomik kategorilerin nasıl doğdukları, nasıl bir dönüşüm ve değişim geçirdikleri, nasıl ortadan kalktıkları ve bütün bunların nasıl olduğu kanıtlanabilir” (Hilferding, Aus der Vorgeschichte der Marxischen Oekonomi, in Die Neue Zeit, kitap 29, c. 2, s. 626). İncelemeci Max Beer de şöyle yazmaktadır: “Kapital’i iyice anlayabilmek için şunları hatırda tutmak zorunludur: 1. Marx, mutlak karakterde hiçbir tarif vermez. Sermaye, ücret, değer vb. gibi kavramlar tarihsel kategorilerdir; yani belirli bir tarih dönemi için, öteki dönemlerde olmayan, belli bir anlamları vardır. Örneğin değer kavramı, bazı dönemlerde bir şeyin faydasını anlatabilir, başka dönemlerde bir nesnenin ya da bir kişinin faziletiyle ya da güzelliğiyle belirlenebilir. Bu arada bugünkü toplumda değer, Marx’ın bilimsel bir analizle emeğe irca ettiği üretimle belirlenmektedir. 2. Marx, bilimsel yoldan keşfedilen prensipleri eşyanın kendi özü olarak görür. Örneğin, değer teorik ifade, fiyat ise onun ampirik ifadesidir. Ampirik ifade şüphesiz teoriden uzaklaşır, ama teorisiz anlaşılması da imkansızdır. 3. Marx, kapitalist ekonomik süreci, politik ya da öteki bütün dış müdahalelerden arınmış olarak görür. Marx’ın Kapital’de sözünü ettiği işçi mücadeleleri ve emeğin korunmasına değin kanunlar, egemen sermayenin etkisini azaltmaktan çok, üretim güçlerinin gelişmesine yardım eder. 4. Marx, kapitalist sınıfı her zaman tümüyle alır ve hiçbir zaman ayrı ayrı kapitalistleri ele almaz” (Beer, Karl Marx, Şerif Hulusi ve Muvaffak Şeref çevirisi, s. 93–94). Marksist ekonomi anlayışı, Adam Smith ve özellikle David Ricardo gibi büyük liberal ekonomi bilginlerinin attıkları tohumların geliştirilmesi ve bilimselleştirilmesiyle oluşmuştur. METAFİZİK EKONOMİ: Ekonomi sorunlarını metafizik düşünme yöntemiyle çözümleme… Diyalektik ekonomi deyimi karşılığında kullanılır. Diyalektik ve metafizik, birbirlerine tümüyle karşıt yapıda ayrı birer dünya görüşüdür. Metafizik düşünce sistemi, insan düşüncesinin doğadan kopmasıyla başlamış ve günümüze kadar süregelmiştir. Doğa üstünde düşünmeye başlayan insan, bilimin aynı hızla ilerleyememesi nedeniyle, belli bir aşamada, düşüncesini doğa verileriyle denetlemek ve patrikte de geçerli olup olmadığını denemek olanağından yoksun kaldığından fizik olayların üstünde (metafizik) hayaller kurma yolunu bulmuştur. Fizik yapıda kalması gereken insanın metafiziğe düşmesinin nedeni budur. Nesnelerin özünü kavrama yolunda gerçeklerden kopmuş olarak ve sadece düşünce planında gerçekleşen metafizik, modern bilimin doğuşuyla birlikte 17’nci yüzyılda kendine özgü bir bilimsel yöntem olmuştur. İşte bu, diyalektik yöntemin tam karşıtı bulunan düşünme ve araştırma yöntemine metafizik yöntem denir. Bu yöntemin başlıca niteliği nesne ve olguların sadece bir yanını görmektir. Bu tek yanlılık, zorunlu olarak, bir öznelciliğin 37 ürünüdür. Çünkü bir başkası da aynı nesne ya da olgunun bir başka yanını görebilir ve bilim nesnel, bütün insanlar için geçerli olma niteliğini yitirir. Bu tek yanlılık ve öznelcilik, toplumsal koşullarda kimi toplumsal güçlerin çıkarlarını sağlamaya eğilimlidir. Nesne ve olguları sadece bir yanından görmek, zorunlu olarak, onları, bütünden kopmuş, bağımsız, donuk ve hareketsiz, çelişmesiz, değişmez ve gelişmez olarak ele almayı gerektirir. İşte bütün bu nitelikler, diyalektik yöntemin tam karşıtı olan düşünme yöntemi nitelikleridir. Tüketimsiz üretimi incelemek ya da üretimi hiç düşünmeksizin değeri tüketim alanında aramak vb. metafizik ekonomi anlayışının zorunlu ürünleridir. Ekonomik bir kategoriyi dondurmak, onu değişmesiz ve gelişmesiz olarak her zaman ve her yerde geçerli saymak da bu yönteme özgü büyük yanılgılardır. Bu yöntem, bilimsellikten yoksun spekülasyonu, krizin nedenlerini güneş lekelerinde aramaya kadar vardırır. Değerin nesnel yanını görmezlikten gelerek onu fayda ve ihtiyaç gibi bireysel, öznel ve psikolojik etkenlerle açıklamaya çalışır ve bu yüzden değeri sadece bir kullanma niteliği sayarak antikçağda Aristoteles’in bile farkına vardığı değiştirme değerini yadsır. METAFİZİK YÖNTEM (FS): Metafizik düşünme ve uygulama tekniği... Metafizik düşünme, diyalektik düşünmenin tam karşıtı olarak, doğasal, bilinçsel ve toplumsal nesne ve olguları; hareketsiz, bağımsız, çelişmesiz, değişmez ve gelişmez olarak düşünmektir. Nitekim böylesine nesne ve olgular ne doğada, ne bilinçte, ne de toplumda vardırlar ve ancak doğadışı’nda (metafizik alanda) varsayılabilirler. Evrende her şey sürekli bir hareket, çelişme, değişme, gelişme içindedir ve birbirleriyle bağımlıdır. Doğayı, insanı ve toplumu bu doğasal işleyiş yasaları içinde ve nesnel gerçekliklerine uygun olarak düşünmek ve incelemekse metafizik yöntem’in tam karşıtı olan diyalektik yöntem’in düşünme ve uygulama tekniğidir. Metafizik yöntem nesneleri “bir daha değişmemek üzere kesin ve son biçimiyle yapılmış gibi” kabul eder ve kavramları kesin, her zaman ve her yerde geçerli olarak tanımlar. Oysa nesneler gibi kavramlar da sürekli olarak çelişir, değişir ve gelişirler. Metafizik kavramının kendisi bile tarihsel süreçte çeşitli değişiklikler geçirmiş ve çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Açıkça görüldüğü gibi nesne, kavram ya da olay olsun; herhangi bir olguyu sonsuzca geçerli olarak ele almak düşünme, inceleme ve uygulama işlemlerini büyük yanılgılara düşürür. Metafizik yöntemin bütün yanılgıları bu yüzdendir. Metafizik düşünce, insan düşüncesinin doğadan kopmasıyla başlamış ve günümüze kadar sürüp gelmiştir. Ne var ki insan düşüncesinin bu serüveni tarihsel süreçte zorunluydu. Doğa konusunda düşünmeye başlayan insan, bilimlerin aynı hızla ilerleyememeleri yüzünden belli bir aşamada düşüncesini doğa verileriyle denetlemek ve pratikte de geçerli olup olmadıklarını doğrulamak olanağından zorunlu olarak yoksun bulunuyordu. Bunun içindir ki düşünce fizik’ ten kopmuş ve zorunlu olarak metafizik hayaller kurma yolunu tutmuştur. Düşüncesini sürekli olarak fizik dünya ile bağımlı tutarak geliştirme durumunda bulunan insanın bu zorunlu düşünsel serüveni, modern bilimin doğuşuyla, 17’nci ve 18’inci yüzyıllarda kendine özgü bir bilimsel yöntem olmaya dönüşmüştür. Çünkü, bilimlerin gelişmesi sırasında “doğabilimleri, özellikle olguları toplamak, çeşitli nesne ve olayları tasvir etmek ve sınıflandırmak” zorundaydı ve “bir nesneyi tasvir etmek için onu öteki nesnelerin topundan ayırmak gerekiyordu. Olguları birbirinden ayrı olarak, evrensel bağlılıkları dışında ele almak alışkanlığı buradan doğmuştur. Buysa nesnelerin gelişmesini, kaynaklarını görmeyi ve kendilerinden farklı olan başka nesnelerden dönüşme yoluyla nasıl meydana geldiklerini anlamayı olanaksız kılıyordu. İşte, nesneleri birbirlerinden ayrı olarak ve gelişmeleri dışında ele alan metafizik yöntem böyle doğdu ve uzun bir süre insanların bilinçlerine egemen olarak bilimsel düşünce alanında gelenekleşti”. Metafizik yöntem 38 günlük yaşamda ve bilimin aşağı derecelerinde az çok işe yaramış, ne var ki gelişmenin karmaşık süreçlerini çözümlemeye yetmemiştir. Bundan başka kimi toplumsal koşullarda kimi toplumsal güçlerin siyasal çıkarlarını korumaya da elverişli ve yatkındır. Örneğin düzenin değişmemesini isteyenler hemen metafiziğe sarılırlar ve metafiziğin bütün kurumlarını harekete geçirirler; çünkü metafiziğe göre var olan düzen sonsuz geçerlidir, hep böyleydi ve hep böyle kalacaktır. Oluşmanın genel yasalarının bilgisinden, yapısı gereği zorunlu olarak, yoksun bulunan metafizik; geçmişi aydınlatamaz, bugünü anlayamaz ve geleceği önceden göremez. Var olan’ı geçmişteki evrimi içinde çözümlemek, bugün neden böyle bulunduğunu anlamak ve gelişmesinin etkin güdücülerine göre geleceğini tahmin etmek ancak diyalektik yöntem’le mümkündür. Metafizik yöntemin araştırmada kullandığı araç, biçimsel mantık’tır (özdeşlik, çelişmezlik, üçüncü durumun olanaksızlığı). Bu mantıkla metafizik birbirlerine sıkıca bağlıdırlar. Günümüzde, diyalektiğin büyük başarıları karşısında, bütün metafizik ve idealist öğretilerin mantıkçılığa dönüşmelerinin nedeni budur. Çünkü mantık ‘her şeyi kesinlikle sınıflandıran, kendi kendisiyle özdeş görmemizi zorunlu kılan, sonra da bizi seçmek -ya evet, ya hayır demek- durumunda bırakan ve iki karşıt durum arasında üçüncü bir olanak tanımayan bir araç, bir düşünme yöntemidir’. Doğasal, bilinçsel ve toplumsal süreçlerin sayısız örnekleri arasında herhangi birini seçersek bu mantığın şu sonucu zorunlu olarak doğurduğunu görürüz: Demokrasi demokrasidir (Özdeşlik), demokrasi karşıtı bulunan diktatörlük olamaz (Çelişmezlik) ya demokrasiyi ya da diktatörlüğü seçmek gerekir, bunların bir arada bulunabilecekleri üçüncü bir durum yoktur (Üçüncü durumun olanaksızlığı); Oysa burjuva demokrasileri gibi halk demokrasileri de kesin anlamıyla demokrasi değildirler. Bu demokrasiler karşıtı bulunan diktatörlüğü de içerirler ve böylelikle hem demokrasi, hem diktatörlük üçüncü durumunun içindedirler. Burjuva demokrasileri burjuva sınıfı için demokrasi, öteki sınıflar için diktatörlük olduğu gibi sosyalist halk demokrasileri de işçi sınıfı için demokrasi, burjuva sınıfı için diktatörlüktür. Bu örnekte açıkça görüldüğü gibi, doğasal, bilinçsel ve toplumsal süreç metafizik mantığın kesin’liğine hiç bir zaman uymamaktadır ve böylesine kesinlikler daima gerçekdışıdır. Diyalektik dünya görüşüne bağlı incelemeciler metafizik yöntem’in ayırt edici niteliklerini şöyle saptamışlardır: 1. Şeyler durağanlıkları, özdeşlikleri içinde görülür; 2. Şeyler birbirinden ayrılır, karşılıklı ilişkilerinden çözülür; 3. Şeyler arasında sonsuz bölmeler, aşılmaz duvarlar kurulur; 4. İki karşıt şeyin aynı zamanda var olamayacağı ileri sürülerek karşıtlar birbirinin karşısına konur. Bilimsel felsefenin ustalarından biri şöyle der: ‘Doğa, diyalektiğin deneme tezgâhıdır ve modern doğa bilimi onuruna, onun bu deneme tezgâhı için her gün artan zengin bir olgular hasadı sağlayarak, böylece doğada her şeyin son çözümlemede metafizik olarak değil, diyalektik olarak olup bittiğini, doğanın durmadan yinelenen bir çevrimin sonsuz tekdüzeliği içinde hareket etmeyen, gerçek bir tarih geçirdiğini tanıtladığını söylemeliyiz. Burada, herkesten önce; bugünkü bütün organik doğanın, bitkilerin, hayvanların ve dolayısıyla insanın da milyonlarca yıl süren bir evrim sürecinin ürünü olduğunu tanıtlayarak doğanın metafizik anlayışı’na en büyük darbeyi indirmiş bulunan Darwin'i anmak gerek’. NİCEL FARKLILIK (FS): Benzerler arasındaki farklılık… Benzemeyenler arasındaki farklılığı dile getiren nitel farklılık deyimi karşılığında kullanılır. Nicelik, herhangi bir nesnenin, benzer ve bir türden parçalara ayrılabilmesindeki ya da bu parçalardan birleşme yoluyla meydana gelmesindeki özelliğidir. Örneğin elmayla armut arasındaki farklılık nitel, buna karşı üç kilo elmayla beş kilo elma arasındaki farklılık niceldir. 39 NİCEL GELİŞME (FS): Nicelikçe çoğalma, büyüme ve serpilme… Nitelikçe çoğalma, büyüme ve serpilmeyi dile getiren nitel gelişme deyimi karşılığında kullanılır. Örneğin bir insanın boyunun uzayıp ağırlığının artması nicelikçe gelişme, bilgilenip olgunlaşmasıysa nitelikçe gelişme gelişmedir. Diyalektik materyalist felsefede nicel gelişme deyimi, gözle görülmeyen ve derece derece biriken gelişmeleri (birikimleri) dile getirir ve nitel sıçrama deyimi karşılığında kullanılır. NİCELİK (FS): Nesnenin ölçme konusu olan yanı… Diyalektik materyalist analiz nicelik’le nitelik’in nesnel gerçeğin birbirinden ayrılmaz iki yanı olduğunu açıklamıştır. Nicelik ile nitelik bağımlıdırlar, birbirlerine dönüştürülürler, ayrıştırılamazlar. Sadece nicel ya da sadece nitel olan hiç bir şey yoktur. Soyut kavramlar bile bu bağlamdan koparılamazlar. Örneğin üç (nicelik)ya kalemdir, ya insandır, ya elmadır (nitelik); güzel (nitelik) ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güzeldir (nicelik). Bilimsel felsefenin bir ustası en soyut nicelik olan sayıların da bir niteliği bulunduğunu göstermiştir: “16 sayısı sadece 16 tane 1’in toplamı değil, aynı zamanda 4’ün karesi ve 2’nin dördüncü kuvvetidir. Temel sayılar, başka sayıların kendileriyle çarpımından meydana gelen sayılara yeni ve kesin nitelikler verirler”. Her nesne ve olay, belli bir nitelikle belli bir niceliğin birliğidir. Bu birliğin bozulması o nesne ya da olayı başka bir nesne ya da olaya dönüştürür. Bir şeyin neyse o kalması için niteliksel yanıyla niceliksel yanının belli bir oranda birleşmiş, dengeye girmiş olması gerekir. Örneğin azotla oksijenin birleşiminden meydana gelmiş, ama birbirinden başka olan çok sayıda madde vardır. İki azotun bir oksijenle birliği güldürücü bir gaz, iki azotun beş oksijenle birliği katı bir kristaldir. Gazın gaz ve kristalin kristal olabilmesi için niceliklerinin nitelikleri ile kurduğu dengenin bozulmaması gerekir. Bu dengenin bozulması, örneğin dört oksijenin eklenmesi ya da çıkarılması, gazı kristale ve kristali gaza dönüştürür. Bu dönüşme için, örneğimizde olduğu gibi niceliğin azalması ya da çoğalması da herhalde gerekli değildir, niceliğin toplam olarak aynı kaldığı halde birlikteki dengesel orantısını değiştirmesi de yeter. Örneğin ısıyı mekanik harekete ya da mekanik hareketi ısıya çevirdiğimiz zaman nicelik toplam olarak aynı kaldığı halde nitelik değişmektedir. Ne var ki ısıdan azalan nicelik harekete, ya da hareketten azalan nicelik ısıya eklenmiştir. Demek ki bir nesnenin neyse o kalması için niteliği ile niceliği arasındaki dengeyi koruması gerekir, bu denge bozuldu mu o nesne başka bir nesne olur. Ne var ki bir nesnenin nitelik değiştirmesi için, son örneğimizde olduğu gibi, toplam olarak değişmese bile, her halde bir nicelik değişimi gereklidir. “Nicelik değişmesi olmaksızın Nitelik değişmesi mümkün değildir”. Nicelikle niteliğin bağımlı birliğinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne ya da olayın az ya da çok sürekli bir varlık biçimi vardır. Ve niceliksel olarak değişirken bu nitelik varlık bu niteliksel varlık biçimini belli bir varlık sınırına kadar sürdürür. Niteliğin değişmesi için niceliğin değişmesi zorunludur, ama her nicelik değişimi nitelik değişimini gerektirmez. Niteliğin değişmesi için niceliğin belli bir sınırı aşacak derecede değişmesi, yani belli bir nesne ya da olayın birliğinde nitelikle ilişkisel dengesini bozacak kadar azalması ya da çoğalması gerekir. Örneğin 1-99 ısı dereceleri arasında su niteliğinde olan iki hidrojenle bir oksijen 0 ısı derecesinde buz ve 100 ısı derecesinde gaz niteliğine dönüşür. Bunun gibi, kapitalist bir toplumda sosyalistlerin sayısı seçmen sayısının yarısına kadar çoğalsa da o toplumun kapitalist niteliğini değiştirmez, seçim sınırı olan seçmen sayısının yarısını aşınca toplumun niteliği değişir ve kapitalist toplum toplumcu toplum olur. Demek ki belli denge sınırını aşan her nicelik değişimi bir nitelik değişimini zorunlu kılar. Ne var ki her nitelik değişimi 40 de yeni nicelik değişimlerine olanak sağlar. Hareketin ve gelişmenin temel yasası budur. NİCELİKTEN NİTELİĞE GEÇİŞ (FS): Gelişmenin, niceliksel değişmelerin niteliksel değişmelere dönüşmesiyle gerçekleştiğini açıklayan yasa… Diyalektik materyalizmin meydana koyduğu bu yasa, doğada, bilinçte ve toplumda alt olandan üst olana doğru ilerlemenin hangi koşullar altında gerçekleştiğini açıklar. Bu nesnel yasaya göre her türlü gelişme, nicelikçe birikmelerin zorunlu olarak nitelik değişimini gerektirmesiyle gerçekleşir. Örneğin yüz dereceye kadar kaynatılan su nitelik değiştirip buhar olur, bilgisi çoğalan tıp öğrencisi nitelik değiştirip hekim olur, gerekli oy sayısını bulan milletvekili adayı nitelik değiştirip milletvekili olur vb… Bu nesnel ve evrensel yasa evrim ve devrim deyimleriyle de dile getirilir. Evrim ve devrim, gelişmenin, birbirlerine sıkıca bağımlı iki yanıdır. Gelişmenin gerçekleşebilmesi için bir yanda nicelikçe birikmeler(evrim), öbür yanda nitelikçe değişmeler (devrim) gereklidir. Evrimsel gelişme, zorunlu olarak, devrimsel gelişmeyi doğurur. Nicelikten niteliğe bu geçiş, ani olarak, sıçrama’yla gerçekleşir. Örneğin 99 dereceye kadar niteliğini sürdüren su bir dereceye niteliğini sürdüren su bir derece daha ısınmakla birdenbire buhar, bin oy alması gereken ve 999 oya kadar aday niteliğini sürdüren kişi bir oy daha almakla birdenbire milletvekili olur. Doğa, toplum ve bilinç bu yasayla devinir ve gelişir. Gerçekleşen, eski’nin yok olarak yerini yeni’ye bırakmasıdır. Ne var ki bu yeni, her gelişme sürecinde mutlaka eskiyle zıtlaşan bir yeni değildir. Yeni, kendinden önceki aşamaya göre yeni olduğu halde, kendinden sonraki aşamaya göre eskidir. Kimi yerde de yenileşmiş bulunduğu halde eski yapısını sürdürür. Örneğin iç çelişmelerdeki nicel birikimin gerekli sınırı aştığı noktada kapitalizm emperyalizm aşamasına sıçramıştır, ama gene de kapitalizm yapısını korumaktadır. Bu demektir ki daha az yetkin bir yapıya göre niteliksel olan değişme, daha yetkin bir yapıya göre nicelikseldir. Niceliksel değişmelerle niteliksel değişmeler de birbirlerine sıkıca bağımlıdırlar, nicelik değişmeleri nitelik değişmelerini doğurduğu gibi nitelik değişmeleri de nicelik değişmelerini doğurur. Örneğin yeni bir makine(nitelik) üretimi artırır (nicelik) üretimin artması (nicelik) daha gelişmiş bir makineyi (nitelik) gerektirir, daha gelişmiş bir makine de (nitelik) üretimi daha çok artırır (nicelik) vb.. Diyalektik materyalizmi gerçek anlamına kavuşturup nesnel gerçeklikten yansıyan bilimsel ayrıntılarını saptadığı bu yasa, ilkin idealist bir yapıda Alman düşünürü Hegel tarafından ileri sürülmüştür. NİCELİKTEN NİTELİĞE GEÇİŞ YASASI (FS): Diyalektik ve tarihsel materyalizmin saptadığı üç evrensel yasadan biri… Diyalektik ve tarihsel materyalizmin saptadığı bu evrensel yasa da öbür karşıtların birliği ve savaşımı yasası’yla yadsımanın yadsıması yasası gibi doğada, toplumda ve bilinçte; bunların tüm süreçlerinde geçerlidir, bu yüzden evrenseldir. Gerçekte bu üç yasayı da keşfeden Alman düşünürü Hegel’dir, ne var ki her üç yasayı da gizemselleştirmiş ve soyutlamıştır. Bu yasaları nesnel gerçekliğin bir yansıması olarak gören ve saptayan diyalektik ve tarihsel materyalizm olmuştur. Diyalektik materyalist felsefe bu üç evrensel yasayı nesnel gerçekliği bilmenin ve onu dönüşüme uğratmanın yasaları olarak yeniden düzenlemiştir. Özellikle bu yasaların toplumsal gelişmede değişen koşullara göre özgül biçimler aldıklarının saptanması, tümüyle diyalektik materyalist felsefenin ürünüdür. Örneğin niceliksel ve niteliksel değişmeler görelidir, kimi özellikler bakımından niteliksel olan değişmeler başka özellikler bakımından niceliksel olabilir; kapitalizm tekelci kapitalizme dönüşmüştür, bu değişme kimi özellikler bakımından da nitelikseldir, ama kimi özellikler bakımından da nicelikseldir, çünkü kapitalizm niteliği 41 değişmemiştir. Bu örneklerde görüldüğü gibi bu evrensel yasanın çeşitli koşullardaki çeşitli özgül biçimleri diyalektik materyalist felsefe tarafından incelenmiş ve saptanmıştır. Bu yasa, kısaca, nicelikten niteliğe geçiş deyimiyle de nitelenir. NİCELİK VE NİTELİK (FS): Nesnel gerçekliğin diyalektik materyalist felsefe tarafından ortaya konan birbiriyle sıkıca bağımlı iki yani… Nesnel gerçeklik, belli bir nicelik ve nitelik birliğidir. Sadece niceliksel hiçbir nesne olamayacağı gibi sadece niteliksel hiçbir nesne de olamaz. Bir nesneyi, bir olguyu, bir olayı ya da bir süreci anlayabilmek için onu hem niteliksel, hem de niceliksel yanıyla ele almak gerekir. Demek ki söz konusu olan, idealistlerin ve metafizikçilerin yaptıkları gibi ya sadece nicelikleri ya da sadece nitelikleri ele almak değil, mekanikçi materyalistlerin yaptıkları gibi nitelikleri niceliklere indirgemek değil; niceliksel belirtici özelliklerle niteliksel belirtici özellikler arasındaki diyalektik ilişkiyi görmek ve kavramaktır. Niceliklerle nitelikler arasındaki bu sıkı ilişki, aynı zamanda hareketin kaynağını da açıklar. Hareket herhangi bir nesne ya da olguya; idealistlerin, metafizikçilerin, mekanikçi materyalistlerin sandıkları gibi dışardan verilmiş değil, içsel değişimlerinin ve gelişmelerinin (yani, niceliksel birikimlerle niteliksel dönüşüme uğramalarının) ürünüdür. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin kurucularından ve bilimsel felsefenin ustalarından biri şöyle der: “Her değişiklik, niceliğin niteliğe dönüşümü, cisimde bulanan şu ya da bu biçimdeki hareket miktarının nicel değişikliğinin bir sonucudur. Fiziksel sabitler, hareketin nicel olarak artırılmasının ya da azaltılmasının ilgili cismin durumunda nitel değişiklik sağladığı, yani niceliğin niteliğe dönüştüğü düğüm noktalarından başka bir şey değildir.” Niceliği niteliğin karşısına koyan ve aralarındaki bağımlılığı kavramayan metafizik görüşe karşı diyalektik görüş nicelikle niteliğin koparılamaz sıkı bağımlılığını meydana koymuştur. Örneğin her nicelik bir niteliği ve her nitelik bir niceliği karşılar. Üç sayısı, ya kalemdir ya insandır, ya elmadır. Güzel niteliği, ya az güzeldir, ya çok güzeldir, ya daha güzeldir. Ne nicelik ne de nitelik birbiriyle bağımlı kılınmadan hiçbir anlam vermezler. Örneğin her nesne belli bir nicelikte sıvı, belli bir nicelikte katı ve belli bir nicelikte gazdır. Daha açık bir deyişle her nesne, belli ısı derecelerine göre üç nitelikten birini alabilen, hem katı, hem sıvı, hem gaz olan bir yapıdadır. Nesneleri, belli ısı derecelerine göre katı, sıvı, ya da gaz niteliklerine bürüyen o nesnelerin içindeki atomların niceliksel değişimleridir. Herhangi bir nesne, molekül sayısını değiştirmekle başka bir nesne olur. Niceliksel değişmeler niteliksel değişmeleri meydana getirir. Doğada ve toplumda her nitelik değişimi bir nicelik değişiminin ürünüdür. Buna karşı her nitelik değişimi de nispi bir süreklilik görünüşü içinde yeni bir nitelik değişimine doğru yol alan yeni bir nicelik değişimidir. Nicelik ve nitelik, nesnel gerçekliğin bağımlı iki yanıdır. Niceliksiz nitelik olamayacağı gibi, niteliksiz nicelik de olamaz. Nicelikle niteliğin ilişkisinde temel olan niteliktir, çünkü bir nesne niceliksel olarak değişirken niteliğini sürdürür. Ancak niceliğin, nitelikle ilişkisel dengesini bozacak kadar çoğalması ya da azalmasıdır ki yeni bir niteliğe geçiş sağlar. NİTEL (FS): Nitelikle ilgili… Niteliksel deyimiyle anlamdaştır ve nicel deyimi karşılığında kullanılır. Metafizik düşünce sisteminde önce bu iki deyim birbirine karşıt sayılmış, sonra nitel niceliğe indirgenmiştir. Klasik mantıkta bilim öncesi bilgi betimsel olduğundan ötürü nitel bilgi olarak tanımlanır ve nicel terimlerle belirtilemeyeni dile getirir. NİTEL ÇELİŞKİ (FS): İç karşıtlıklar arasında niteliksel karşıtlıktan doğan çelişki… Diyalektik materyalist çelişkiyle Hegelci çelişkiyi birbirinden ayıran ve özellikle 42 karşıtların birliği ve savaşımı yasasında çelişkinin mekanik yorumunu meydana koyan ve büyük yanılgıları önleyen çok önemli bir terimdir. Her çelişme karşıtların birliğini ve savaşımını gerçekleştirmez, karşıtların birliğini ve savaşımını gerçekleştiren iç karşıtlıklar arasında niteliksel karşıtlıktan doğan nitel çelişkidir. Bu çok önemli bilgi göz önünde tutulmazsa karşıtlar arasındaki bağımlılık mekanik bir hareketliliğe bürünür ve bir saatin rakkası gibi sürekli olarak iki karşıtlık arasında gidip gelir, örneğin kapitalizm sosyalizme dönüştükten sonra sosyalizm de gene kapitalizme dönüşür. Bunun gibi savaş barışa dönüşür, barış da gene savaşa dönüşür, demek ki savaş sonsuzca sürüp gidecek ve insanlık savaştan kurtulamayacaktır. Oysa kapitalizm sosyalizme dönüşür ama sosyalizm yeniden kapitalizme dönüşmez, savaş barışa dönüşür ama barış yeniden savaşa dönüşmez. Çünkü bunların birliğini ve savaşımını oluşturan soyut kavramsal karşıtlıkları değil, içsel ve niteliksel karşıtlıklarıdır, yani iç karşıtlıkları arasında niteliksel karşıtlıktan doğan nitel çelişki’leridir. Örneğin kapitalizm sosyalizmle karşıtlığından ötürü değil, kendi iç nitel çelişki’sinin aşılmasından ötürü sosyalizme dönüşür. Sosyalizm ise yeniden kapitalizme dönüşmez, çünkü onu oluşturan kapitalizmin iç nitel çelişkisi artık aşılmıştır ve yok olmuştur. Daha açık bir deyişle, sosyalizmin içinde kapitalizmin iç nitel çelişkisi yoktur ki onu yeniden kapitalizme dönüştürsün. Sosyalizmin iç nitel çelişkileriyse onu yeniden kapitalizme dönüştürmez, tersine, bizzat kendisini araştırır ve geliştirir. Bir olayın ya da sürecin karşıt gibi görünen yanlarının diyalektik karşıtlığı temsil etmediği ve hele iç nitel çelişki’yle hiçbir ilişkisi bulunmadığı asla unutulmamalıdır. NİTELİK (FS): Nesnenin algılama konusu olan yanı… Diyalektik ve tarihsel materyalist felsefede nitelik nesne ve olayların varlık biçimidir. Nesne ve olayları neyseler o yapan, başka nesne ve olaylardan ayıran, onları sınırsızca ve sonsuzca çeşitlendiren nitelik’leridir. Her nesne ve olayın niteliksel yanıyla bağımlı olarak bir de niceliksel yanı vardır. Bundan ötürüdür ki nitelik ve nicelik birbiriyle bağımlıdır. Sadece nitel ya da nicel olan hiçbir nesne ya da olay yoktur. Özdeş olan nesne ve olaylar arasında ki farklar nicelik farkları (büyük ya da küçük elma, dilimlenmiş ya da bütün elma, üç ya da beş elma vb.), özdeş olmayan nesne ve olaylar arasında ki farklar nitelik farkları (insan, ağaç, kuş, taş vb.)’dır. Felsefesel nitelik kavramı, konuşma dilindeki nitelik kavramı gibi bir değer yargısı taşımaz ve nesne ya da olayların özelliklerine indirgenemez; yokluğu o nesne ya da olayı neyse o olmaktan çıkaracak olan, nesne ya da olayın bütünsel öz yapısını dile getirir. Nicelik değişikliği bir nesne ya da olayı belli bir sınıra kadar kendisi olmaktan çıkarmaz, bir elma dilimlere de bölünse gene elmadır. Ama nitelik değişikliği bir nesne ya da olayı kendisi olmaktan çıkarır, bir elma yüksek ısıda kaynatılıp eritilirse elma olmaktan çıkar. Demek ki niceliksel değişme belli bir sınırda niteliksel değişmeyi gerektirir. NİTELİKTEN NİCELİĞE GEÇİŞ (FS): Nicelikten niteliğe geçişle işlemeye başlayan karşıt süreç… Bir nesnenin niteliksel değişikliği o nesnenin niceliksel değişikliğini gerektirir. Bu gerçek, doğal olaylarda olduğu kadar toplum olaylarında da böyledir. Örneğin, bir makine (nitelik) üretimi artırır (nicelik), üretimin artması da yeni bir makineyi gerektirir (nicelikten niteliğe geçiş). Her devrim bir evrim sürecinde, her evrim de bir devrim sürecinde gerçekleşir. Diyalektik anlayış, nitelikle niceliğin karşılıklı ilişkileri içinde birbirlerine olan etki ve bağlılıklarını ortaya koymuştur. OLUMSUZLAMANIN OLUMSUZLANMASI YASASI (FS): Diyalektik ve tarihsel öğretinin açıkladığı üç büyük evrensel yasadan biri… Karşıtların birliği ve savaşımı 43 yasasıyla nicelikten niteliğe geçiş yasası adlarını taşıyan öteki evrensel yasalarla birlikte olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası doğanın, bilincin ve toplumun evriminde geçerli olan evrensel bir yasadır. Sonsuz ve sınırsız evrim, tüm evrende bu üç yasanın işlemesiyle gerçekleşir. Her üç yasa da ilkin idealist bir açıdan ve mantıksal düşence alanına özgü olmak üzere alman düşünürü Hegel tarafından ileri sürülmüştür. Diyalektik ve tarihsel materyalist öğreti onu idealist yapısından çıkararak maddî yaşama ve topluma uygulamış, evrenselleştirmiştir. Sonsuz ve sınırsız evrende sonlu ve sınırlı olan nesne ve olaylar bu yasalarla doğar, büyür ve ölürler. Ne var ki ölümleri de yeni bir doğumu sağlamak, yani genel gelişmeyi gerçekleştirmek içindir. Her yeni eskir ve yerini daha yenisine bırakır. Eski’nin yerini yeni’ye bırakması olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Çünkü eski, bir zamanlar yeniydi ve kendisinden eski olanı olumsuzlayarak varlaşmış ve yeni olarak kendini meydana koymuştu. Şimdiyse bu olumsuzlayan yeni, kendisinden daha yeni olan tarafından olumsuzlanmaktadır. Bundan ötürüdür ki “eski var oluş biçimleri olumsuzlanmadıkça hiçbir alanda gelişme olmaz”. Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, karşıtların birliği ve savaşımı yasasının doğal bir sonucudur. Evrende her nesne, olay ya da süreç birbirilerini karşılıklı olarak yok etmeye çalışan çeşitli karşıt yönler ve eğilimler taşır. Bu onların savaşımıdır. Ama bütün bu karşıt yönler ve eğilimler, aynı zamanda, birbirleriyle sıkıca bağımlıdırlar, biri olmadan öbürü de olamaz. Bu da onların birliğidir. Gelişme sürecinde yeninin eskiyi olumsuzlaması, karşıtlar arasındaki çelişkilerin çözülmesinden ve aşılmasından başka bir şey değildir. Olumsuzlamanın olumsuzlanması yasası, aynı zamanda nicelikten niteliğe geçiş yasasıyla da organik bir bağlılık içindedir. Çünkü olumsuzlama, eski bir nitelikten yeni bir niteliğe geçiş demektir ki bu da niceliksel birikimlerin gereken olgunluğa ulaştıkları zaman sıçramayla gerçekleşir. Her yeni, eskinin bağrında ve onun olumlu bölüm ve eğilimlerinden oluşur; bundan ötürüdür ki her yeni, aynı zamanda eskinin daha yetkinleşmiş ve gelişmiş bulunan özelliklerini de taşır. Diyalektik olumsuzlamayı, metafizik olumsuzlamayla karıştırmamak gerekir. Metafizik olumsuzlama eskinin tümüyle yok olup gitmesidir, diyalektik olumsuzlama ise eskinin yerine eskinin değerli yanlarının korunarak yeniye geçirilmesidir. Böyle olmasaydı gelişme gerçekleşemezdi. Nitekim metafiziğe göre gelişme bir kısır döngüdür ve eskiye dönüş yönündedir. Diyalektik gelişme anlayışı da gelişme sürecinde zaman zaman eskiye dönüşlerin varlığını kabul eder; ne var ki son çözümlemede gelişme daima alttan üste, basitten karmaşığa, aşağıdan yukarıya ve daha az gelişmişten daha çok gelişmişe doğru ilerler. “Dünya tarihini, düz geriye dönüşsüz, büyük sıçramalarla hep ileriye doğru giden bir devrim olarak görmek diyalektiğe ve bilime aykırı bir görüştür, yanlıştır”. Geriye dönüşler her zaman olabilir, ama toplum son çözümlemede sürekli bir ilerleyiş içindedir. Bir sosyo-ekonomik oluşum, daima, yerini, kendisinden daha yetkin bir sosyo-ekonomik oluşuma bırakmıştır ve bırakacaktır. Gelişme olumsuzlamanın olumsuzlanması aşamasında, daha önceki aşamaların olumlu özellik ve eğilimlerini daha yetkin bir biçimde tekrarladığından, alttan üste doğru – örneğin bir uzay gemisinin göğe doğru yükselişi gibi – dümdüz bir yol izlemez, sarmal (helezonî, spiral) bir yol izler. Diyalektik olumsuzlama mekanik olumsuzlamadan da titizlikle ayırt edilmelidir. Mekanik olumsuzlamada olumsuzlanan nesne bir dış etkenle yok edilir, diyalektik olumsuzlamada ise onu ortadan kaldıran kendi iç çelişkilerinin gelişimsel aşamasıdır. Örneğin bir böceğin üstüne ayağımızı bastırıp öldürebiliriz, bu mekanik bir olumsuzlamadır; ama böcek yaşamını tamamlayıp kendiliğinden ölür, bu diyalektik olumsuzlamadır. Mekanik olumsuzlama da birçok durumlarda yararlı olabilir; örneğin zararlı böcekler bu yolla yok edilir, buğdaydan bu 44 yolla un ve ekmek yapılır. Olumsuzlamanın olumsuzlanması deyimi, dilimizde, yadsımanın yadsınması deyimi ile de dile getirilir. OSMANLI EKONOMİSİ: Yarı-feodal üretim düzeyi... Yarı-feodal deyimi, Osmanlı üretim düzenini nitelemek için tarihsel ve diyalektik materyalist öğretinin kurucularından Friedrich Engels tarafından kullanılmıştır. Yarı-feodal deyimi, feodal toprak mülkiyetinin ve siyasal feodalizmin hiçbir zaman Osmanlı üretim düzeninde yer almamış oluğunu dile getirir (Bk. Engels’in 22 Aralık 1882 tarihli mektubu). Osmanlı derebeyleri Avrupa’nın feodal senyörleri niteliğini taşımadığı gibi Osmanlı köylüsü de Batı feodalizminin serfleri olmamıştır. Toprağın mülkiyeti, kimi zaman ve yerde sembolik de olsa, daima devletin üstünde kalmış; tımar ve zeamet adı verilen yöntemlerle sadece toprak ürününden belli bir ölçüde vergi alma yetkisi toprak beylerine ve ağalarına bağışlanmıştır. Bu sistemde ticaret hiçbir zaman gelişmemiş ve feodalizmin bağrında oluşup onu kapitalist üretime dönüştüren tüccar sınıfı hiçbir zaman var olamamıştır. Bu sistemde ticaret, bir Pazar üretimi konusu değil, bir devlet gelişmesi ve savunması konusudur. Egemen sınıf, feodal sınıf değil, bürokrasi sınıfıdır. Toprakta çalışanlar da, feodal sınıfın köleleri değil, devletin kullarıdır. Tarihsel süreçte bu terimlerin çok ayrı gerçekleri yansıtan çok ayrı anlamları vardır. Egemen sınıfın köleleri üretime katılmamakta, saraylarda ve köşklerde uşaklık etmektedirler. Üretimin pek küçük bir bölümü üreticilerin kendi ihtiyaçları için ayrılmakta, büyük bölümü tımar ve zeamet sahipleriyle devlet arasında paylaşılmaktadır. Pazar üretimini gerçekleştirecek ve dolayısıyla tüccar sınıfını oluşturacak en küçük bir etken yoktur. Devlet angaryasıyla elde edilen üretim fazlası, ticaret pazarlarına değil, devletin savunma araçlarına ve zevk âlemlerine harcanarak çarçur edilmektedir. Yarı-feodal deyiminin kapsadığı anlam budur. Böyle bir sistemde toprak mülkiyetinin, özel kişilerin elinde değil devletin elinde oluşu kapitalist gelişmeye engel olmak bakımından çok daha kötü bir sonuç verir. Devlet, varlığını, bütün gelirleriyle –zevk ve safa âlemlerinin dışında– ordusunu güçlendirerek yeni fetihler ve dolayısıyla yeni gelir kaynakları elde etmekle ayakta tutabilir. Yeni fetihlerle elde edilen yeni gelir kaynakları da aynı kısır-döngüye girdiğinden daha yeni fetihler ve daha yeni gelir kaynakları gerekir. Bu fetihler, güçlenmeye başlayan Batı burjuvazisi karşısına dikilinceye kadar, böylece sürüp gider. Bu düzenin, kendi sınırları dışında gelişen yeni bir genç düzenle çatışması ve bu çatışma sonunda yıkılıp gitmesi kaçınılmazdır. PLANCILIK: Üretimi tüketim gereksinimlerine göre düzenleme… Planlama, birbirlerine tam karşıt anlamda olarak, kapitalist planlama ve sosyalist planlama olmak üzere iki kampta gerçekleşmiştir. Kapitalist planlama, sermayeyi geliştirmek ve bunalımlara engel olmak amacı içinde yapısal planlama ve konjonktürel planlama olmak üzere ikiye ayrılır. Diyalektik ekonomi anlayışına göre kapitalist planlama özel sermayenin yararına, sosyalist planlama kamunun yararına göre düzenlenir. Bütünsel gelişme amacıyla yapılan planlama, bir bakıma, temel yasası gelişme farklarına dayanan kapitalist üretimle kökten çelişiktir. Çünkü kapitalist üretimin genel yasası, başkalarının zararından kâr etmektir. Kapitalist planlamayı ilk önerenlerden biri Amerikalı iktisatçı W.C.Mitchell (1874–1948)’dir. Devletin işsizliği önlemek için kapitalist bir plan yapması gerektiğini önerenlerden biri de İngiliz iktisatçısı John Maynard Keynes’tir. Bunları izleyen Rosenstein-Rodan, Chenery, Nurkse gibi iktisatçılar da ekonomik kararların bir merkezden alınması ve bir plana bağlanması gerektiğini, piyasa fiyatlarının mevcut durumu yansıtmakla beraber geleceği haber vermediklerini ve bu bakımdan yatırımların gerekli koordinasyonunu 45 sağlayamayacaklarını, merkezleştirilmiş bir yatırım planlamasına gidilmesinin her bakımdan zorunlu bulunduğunu savunmuşlardır. Ne var ki özel sektörün bu plana uymaya nasıl zorlanacağı ayrı bir güçlük yaratmaktadır. Bu güçlüğü çözebilmek için çeşitli maliye, dış ticaret, para ve kredi politikaları önerilmiştir. Bununla beraber kapitalist planın özel sektör için emredici değil, sadece yol gösterici olması istenmiştir. Plan düşüncesinin kapitalist kesimde İkinci Dünya Savaşına doğru ve savaş ekonomisiyle ilgili başlamasına karşı -örneğin Fransa’da ilk planlama 1947’de yapılmıştır- sosyalist planlama 1920’lerde oluşmaya başlamış ve 1928’de uygulamaya geçilmiştir. Bunalımlara engel olmak amacını güden kapitalist planlamaya karşı bunalımsız bir ekonomi olan sosyalizmin planı toplumun bütünsel gelişmesi amacını güder. Belçikalı iktisatçı Ernest Mandel şöyle der, “Burjuvazi planlamayı, ancak kâr saikini tehlikeye düşürmediği, ekonomik hayatın tümünü kapsamadığı, kâr için yapılan üretim yerini ihtiyaç için yapılan üretim alamadığı ölçüde kabul eder ve uygular” (Mandel, Ekonomi Elkitabı, Orhan Suda çevirisi, c.II, s. 279). İngiliz iktisatçısı John Strachey, 1945 seçimlerinden önce, İngiliz işçi partisinin tutumunu halka anlatmak için yazdığı küçük bir kitapta sosyalist planlamayı, bilimsel terimleri bir yana bırakarak, herkesin anlayacağı bir dille şöyle açıklamaktadır: “Kapitalist sistemde üretim kâr amacı gözetilerek yapılır. Kâr düzenleyicisi ortadan kalkınca ne üreteceğimizi bize bildirecek başka bir düzenleyici bulmamız gerekir. İşte bu düzenleyici planlamadır. Her yıl ne gibi eşyanın, ne miktar üretileceğini o bize bildirir. Planlama kurulu, bütün ulusun ihtiyaçlarının toplamını saptar, öbür yandan da yurdun üretim kaynaklarının tümünü deftere geçirir. Sorun, Bu ikisini birbirine denk getirmektir. Planlama kurulu üretim için gereken bütün işçileri, makineleri, binaları, hammaddeleri vb. gereken işlere göre düzenler. Bu iş zordur, ama bunu yapmamak yapmaktan daha kolay değildir. Hem biz bunu, başımız sıkıştığı için, savaş içinde kapitalist düzenimizde yapmadık mı? Savaşta başarıyla yaptığımızı barışta neden yapmayalım?” SAĞCILIK: Ekonomik açıdan mevcut üretim düzeninin olduğu gibi kalmasını isteyen tutum… SAİNT-SİMONCULUK: Fransız iktisatçı Saint -Simon’un ütopyacı sosyalizmi... Fransız iktisatçısı Claude Henri de Rouvroy Comte de Saint-Simon (1760–1825), idealist ve metafizik yapısına rağmen, toplumsal evrimi, sınıf savaşımının bu toplumsal evrimin itici gücü olduğunu ve sınıf farklarının da özel mülkiyetten doğduğunu görmüş ve açıklamıştır. Toplumun kendi çağındaki yapısı (Bk. Parabol kuramı) ve geleceğin sanayi toplumunun nasıl kurulacağı üstünde, ütopik ama ilginç düşünceler ileri sürmüştür. Bilimsel olarak olumlu bir toplum kurulması önerisi, o sıralarda ona kâtiplik etmekte olan geleceğin ünlü olgucusu (pozitivisti) Auguste Comte’u etkilemiştir. İnsanın insan tarafından sömürülmesi ortadan kalkmalıdır, diyordu. Ama bunu gerçekleştirmek için ileri sürdüğü öneriler bilimsellikten uzaktı. Yeni-platoncu bir seçkinler yönetimi anlayışıyla toplumun endüstriyeller dediği işverenler, tüccarlar, bankerlerle birlikte işçileri de kapsayan karma bir sınıf tarafından yönetilmesini istiyordu. Hıristiyanlığın -Hıristiyanlarca çoktan bırakılmış olan- yoksulluk felsefesini, kendi deyimiyle “en yoksul ve en kalabalık sınıf”ın kalkınmasına uyguluyor ve bunun yeni Hıristiyanlıkla mümkün olabileceğini ileri sürüyordu. Bu bakımdan Saint-Simonculuk, idealist sosyalizm ya da ülkücü sosyalizm adlarıyla da anılır. Kapitalist müteşebbisin kârını haklı buluyor, ancak faiz ve rantın birer sömürü olduğunu söylüyordu. Üretim araçları mülkiyetini kabul etmekte, ancak bunun yetkin ellerde toplanmasını istemekteydi. Saint-Simonculuk akımında izdaşları onun bu 46 düşüncesini doğru bulmayarak üretim araçları üstündeki özel mülkiyeti bütünüyle bir sömürü aracı saymışlardır. Saint -Simonculuğa prodüktivizm de denir. Çünkü üretim araçları üstünde organizatör otorite saydığı devlet bunları en verimli olanlara dağıtacaktır. Saint-Simon, böylelikle “herkese yeteneğine göre” ilkesini önermektedir. Verimli üretimden herkes bu üretime katılmasıyla orantılı olan payını alacaktır. Enfantin, Bazard vb. gibi Saint-Simoncular, kimi yerde ustalarını eleştirmişler, kimi yerde de düşçülükte ustalarını kat kat geride bırakmışlardır. Saint-Simon bütün ütopyacılığına rağmen çağını geniş çapta etkilemiş bir düşünürdür. Engels onun için: “Büyük Fransız Devrimi’ni soylular, burjuvalar ve yoksullar arasında geçen bir mücadele olarak görmek gerçekten dâhiyane bir kavrayıştır. Politikanın üretim biliminden başka bir şey olmadığını ve ilerde ekonominin içinde eriyeceğini görmüştür. Onda, sonraki sosyalistlerin ileri sürdükleri düşüncelerin -doğrudan doğruya ekonomik düşünceler dışında- hemen tümünü içinde taşıyan dâhiyane bir kavrayış genişliği vardı” der. SANAYİ DEVRİMİ: Kapitalizmde buhar ve makineleşmeyle gerçekleşen büyük aşama... Sanayi devrimi anlamını dile getiren İng. industrial revolution deyimi, İngiliz ekonomicisi Arnold Toynbee (1852–1883, tarihçi Toynbee’nin yeğeni) tarafından ileri sürülmüştür. XVIII. yüzyılda gerçekleşen ve bu yüzyıla damgasını vuran bu devrim, geniş çapta makineleşmenin ürünüdür. Birçok yazarlar, bu devrimin, 1760 yılında hazırlandığını ileri sürerler. Çünkü 1757 Plassey savaşıyla Hindistan’ın İngiltere tarafından yağmalanması başlamış bulunuyordu. Bengal’de ele geçirilen ganimetler Londra’ya gelmeye başlamıştı. 1759 yılında İngiltere bankası ilk kez 10 ve 16 dolarlık kâğıt paralar ihraç etmiştir. İngiltere’nin 1757–1780 yılları arasında Hindistan’dan 40 milyon sterlin sağladığı hesaplanmıştır (Bk. Brooks Adams, La Loi de la Civilisation et de la Decadence, s. 375–380). 1770 yılında İngiltere’nin yıllık ek değeri sanayi alanında 24.5 milyon sterlindir. 1770–1780 yıllan arasında Batı Hindistan’ın köle emeği de İngiltere’ye ayrıca bir 40 milyon sterlin daha sağlamış bulunmaktadır. Bu süre içinde sadece Doğu ve Batı Hindistan’dan sağlanan gelirler doğmakta olan İngiliz sanayisinin disponibl birikim fonunu iki mislinden fazla artırmıştır (Bk. H. V. Wisemann, A Short History of the British West Indies, s. 50). Ekonomiciler, genellikle sanayi devrimini üç döneme ayırırlar ve birinci sanayi devrimi adını verdikleri dönemi 1774 yılında James Watt’ın buhar makinesini buluşuyla başlatırlar, ikinci sanayi devrimi 1869 yılında Gramme makinesi buluşuyla ve üçüncü sanayi devrimi de İkinci Dünya Savaşı sonunda bilgisayar ve otomasyon kullanımıyla başlatılmaktadır. Friedrich Engels: “Sanayi devriminin, toplumu, burjuvalar ve emekçiler olarak bölmesinin ilk sonuçları nelerdir?” sorusuna şu karşılığı verir: “Birincisi, makine emeğinin ucuzluğu nedeniyle sanayi ürünlerinin fiyatları son derece ucuzladı ve el emeğine dayanan eski sanayi düzeni tümüyle yıkıldı. Bunun sonucu olarak da sömürülen ülkelerin gözleri zorla açtırılmış oldu. Bu ülkeler, İngiltere’nin ucuz mallarını aldılar ve kendi el emekçilerini yok olmaya bıraktılar. Böylece binlerce yıldır hiçbir ilerleme göstermemiş olan ülkeler, örneğin Hindistan ve Çin, devrime yönelmiş oldu. Büyük sanayi, böylece, dünyanın tüm küçük yerel pazarlarını dünya pazarına katarak dünyanın bütün halklarını birbirleriyle ilişki içine sokmuş oldu. Artık, bir ülkede olan her şey öteki ülkelerde de yankılar uyandıracaktır. İkincisi, sanayi devrimi burjuva sınıfını zengin ederek egemen sınıf durumuna getirmiştir. Bunun sonucu olarak da aristokrasiyi, lonca ustalarını ve bunları temsil eden saltık monarşiyi yok etme yoluna sokmuştur. Monarşilerin yerlerini burjuva hükümetler almaktadır. Üçüncüsü, sanayi devrimi burjuvazi yine ölçüde yaratmışsa aynı ölçüde proletaryayı da yaratmıştır. Çünkü proletaryanın 47 çoğalması ve büyümesi, burjuva sermayesinin çoğalması ve büyümesiyle bağımlıdır”. Engels, “sanayi devriminin öteki sonuçları nelerdir?” sorusuna da özetle “bunalım” karşılığını verir. SERMAYE: Artık değer elde etmek için kullanılan para ve mal… Sermaye deyimi, ilkçağlarda faiz karşılığı olarak ödünç verilen para ve malı dile getiriyordu. Çağdaş medeni hukukta da bu anlamda kullanılmakta ve anapara’yı dile getirmektedir. Klasik ekonomide, elde edilmiş olan her türlü serveti dile getirir, gelir elde etmek için işletilebilecek her türlü mal ve paradır. Ticaret hukukunda, bir girişime ya da ortaklığa yatırılan her türlü mal ve parayı dile getirir. Anonim şirketlerde üç anlamda kullanılmaktadır: 1. Şirketin kuruluşu sırasında kurucuların ya da ortakların vermeyi yükümlendikleri para ve her türlü hakları dile getirir, 2. Ortaklık statüsünde dile getirilen ve birbirine eşit paylara bölünmüş olan önceden saptanmış saymaca sermayeyi dile getirir. 3. Şirketin kullanılan ya da kullanılmaya hazır (fiili) varlığını dile getirir. Gerçekte sermaye, birikmiş insan emeği’dir. Sermaye, kapitalist düzene özgü bir kavramdır ve dile getirdiği üretim araçlarıyla para ancak artık-değer yaratmak için kullanılmakla sermaye niteliğini kazanırlar. Yoksa bir ailenin kötü günler için biriktirdiği para, başını sokmak için aldığı ev, bir köylünün bizzat ekip biçtiği toprak sermaye değildir; bütün bunlar ancak artık-değer üretmek için kullanılırsa sermayeye dönüşürler. Sermaye; kapitalist düzende, bir toplumsal ilişkidir. Her sermaye iki bölümden meydana gelir: Makine, hammadde, bina, aletler gibi üretim araçlarına yatırılan değişmeyen bölüm ve emek gücünün alınmasına harcanan değişken bölüm. SERMAYE BİRİKİMİ: Artık-değerin tüketilmeyen bölümünün sermayeye eklenmesi yoluyla gerçekleşen birikim… Diyalektik ekonomi anlayışına göre artık-değerin ilk birikim’e eklenmesi sermaye birikimi’ni gerçekleştirir. Kapitalist, emek gücünü yeniden üretmesi için gereken zamandan daha çok çalıştırdığı emekçinin emeğinden artık-değer elde eder. Bunun bir parçasını da sermayesine ekler. Sermaye çoğaldıkça daha çok emekçi çalıştırır, daha çok emekçi çalıştırdıkça da sermayesine daha çok artık-değer eklenir. Sermaye, böylece, gittikçe büyüyen bir süreçle birikir. SERMAYE BİRİKİMİNİN GENEL YASASI: Sermayenin artması oranında işsizliğin de artacağını ileri süren yasa… Tarihsel materyalist öğretinin ileri sürdüğü bu yasaya göre “sermayenin genişleyici gücünün gelişmesini sağlayan nedenlerle emek gücünün boşta kalmasına yol açan nedenler aynıdır”. Bu anlayışa göre sermayenin gelişmesi, sermayeyi yaratanların işsizliği temeline dayanır. SERMAYENİN İLK BİRİKİMİ: Kapitalist üretime geçilebilmesi için zorunlu bulunan öncel zenginlik… Kapitalist üretime geçilmesi için, zenginliklerin kimi ellerde toplanması ve kimi ellerin de emek gücü haline dönüştürülmesi gerekiyordu. Tarihsel materyalizme göre bu olay, özellikle İngiltere ve Fransa’da, köylülerin soylular tarafından zorla topraklarından atılarak mülksüzleştirilmeleri sonucunda gerçekleşmiştir. Böylelikle hem sermayeye dönüştürülecek gerekli para, hem de emekçi orduları sağlanmıştır. SERMAYENİN MERKEZİLEŞMESİ: Sermayenin giderek daha az sayıda ellerde toplanma eğilimi… Rekabetle ezilen küçük sermayenin ortadan kalkması ve zorunlu olarak büyük sermayeye katılmasıyla gerçekleşir. Kapitalizmin çelişmeleri gereği bu süreç zorunludur. Nitekim kapitalizmin gittikçe tekelleşmesi, bu yasayı 48 doğrulamaktadır. Toplumsal sermaye, fizikte olduğu gibi, önce bir itme hareketiyle bireysel sermayelere ayrılır. Sonra da bunun tam karşıtı olan bir çekme hareketiyle birbirini çeker ve gittikçe az sayıda ellerde toplanmaya başlar. “Bu dönüşüm süreci, eski toplumu tepeden tırnağa kadar çözüp ayırır ayırmaz, emekçiler proletaryaya ve onlara ait iş araçları sermayeye çevrilir çevrilmez, kapitalist üretim biçimi kendi ayakları üzerinde duracak hale gelir gelmez, emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşması, toprakla öteki üretim araçlarının toplumsal olarak ve dolayısıyla ortak üretim araçları olarak geniş ölçüde kullanılan üretim araçları haline dönüştürülmesi ve özel mülk sahiplerinin daha çok mülksüzleştirilmesi yeni bir biçim alır. Bu mülksüzleştirme, kapitalist üretim düzeninin kendi iç yasalarının işlemesiyle, sermayenin merkezileşmesi olarak gerçekleşir”. SERMAYENİN ORGANİK BİLEŞİMİ: Sermayenin değişmeyen bölümüyle değişen bölümü arasındaki oran... Sermayenin organik bileşiminin çözümlenmesi, özellikle geri bırakılmış ülke ve firmaların, gelişmiş ülke ve firmalarca, gelişmelerine yardım etmek şöyle dursun, nasıl büsbütün geriye itildiklerini matematik kesinlikle saptayan ve gösteren çok önemli bir bulgudur. Kapitalist üretim düzeni, gelişme farklarına dayanan düzendir. Firmalar ve ülkeler arasındaki gelişme farkları da sermayenin organik bileşimindeki değişikliklerden doğar. Her sermaye bir değişen, bir de değişmeyen bölümden meydana gelir. Makineler, binalar, hammaddeler, ısıtma ve aydınlatma masrafları vb. gibi emekçi ücretleri dışındaki bütün harcamalara yatırılan sermaye değişmeyen sermaye’dir; çünkü üretim sürecinden çoğalmadan, yani değişmeden çıkar. Dokunan bir kumaşa katılan on liralık iplik, üretim süreci sonunda gene on liralık ipliktir. On yılda eskiyen bin liralık bir makine her yıl üretimine yüz liralık eskimesini katıyor ve üretim süreci sonunda her yıl yüz lira amorti ederek on yılda sadece kendisini üretiyor ve başkaca hiçbir değer sağlamıyordur. Sadece emekçi ücretlerine ayrılan sermaye bölümü değişken sermaye’dir, çünkü üretim sürecinden artık-değer yaratarak, yani çoğalarak ve değişerek çıkar. “Sermayenin, üretim araçları, yani hammaddeler, yardımcı maddeler ve iş aletleri halini alan bölümü, üretim süreci boyunca değer hacmini değiştiremez. Bunun için biz buna, sermayenin değişmeyen bölümü ya da kısaca değişmeyen sermaye diyoruz. Sermayenin emek gücü haline girmiş bölümü ise, tersine, üretim süreci boyunca değerini değiştirir. Sermayenin bu bölümü, öz değerine eş bir değeri yeniden ürettikten başka, üstelik, kendisi de değişebilen ve az ya da çok olabilen artık-değer üretir. Sermayenin bu bölümü, durmaksızın, değişmeyen hacimden değişen hacme dönüşür. Bunun için biz buna, sermayenin değişen bölümü ya da kısaca değişen sermaye diyoruz”. Değişken sermayenin getirdiği ek değer (artık-değer, kapitalist deyimle: kâr), büyük parçası değişmeyen sermayeye (örneğin makinelere, hammaddelere) olmak üzere toplam sermayeye katılır. Çünkü gelişmemiş ülke ya da firmanın yarattığı değerden de pay alacak olan gelişmişlik rantı ancak bu yolla sağlanabilir. Bunun nasıl olduğu şu örnekte açıkça görülür: Diyelim biri gelişmiş, öbürü geri kalmış iki ülke ya da firma üretimlerine yüzer liralık sermaye yatırıyorlar. Gelişmişin makinesi çok, geri kalmışın da işçisi çok. Artık-değer oranının yüzde yüz olduğunu (yani işçilerin dört saat kendilerini üretmek, dört saat de artık-değer üretmek üzere sekiz saat çalıştıklarını) varsayalım. Diyelim gelişmiş ülke ya da fabrikanın elde ettiği malın üretim değeri 80 (değişmeyen sermaye) + 20 (değişken sermaye) + 20 (değişken sermaye oranında elde edilen artık-değer) = 120 ( malın üretim değeri) olsun. Buna karşı gelişmemiş bir fabrika ya da ülkenin üretim değeri 20 + 80 + 80 = 180 olsun. Bu örnekte gelişmemiş fabrikanın üretimi 80, gelişmiş fabrikanın üretimi 20 artık-değer, yani kâr sağlayacaktır. Ne var ki her iki fabrikanın malı pazarda ortalama satış değeriyle (120 49 + 180) / 2 = 150’ye satılır. Böylece gelişmemiş fabrika ya da ülkenin yarattığı değerden 30’u gelişmiş fabrika ya da ülkenin kasasına akar. Bu demektir ki gelişmişlik gelişmemişliğin varlığıyla mümkündür ve gelişmemişlik gelişmişliğin zorunlu koşuludur. SERMAYENİN YOĞUNLAŞMASI: Artık-değerin bir bölümünün katılmasıyla sermayenin gittikçe büyümesi… Bu büyüme, sermayenin merkezileşmesi’yle ilişkilidir. Sermaye, yoğunlaştıkça, gitgide daha az sayıda ellerde toplanır. Sermaye birikimi yasası da bu yoğunlaşma ve merkezileşmeyi açıklar. Genel olarak bu böyle olduğu gibi özel olarak da böyledir. Daha açık bir deyişle sermaye, genel olarak yoğunlaşıp daha az ellerde toplanma eğilimi gösterdiği gibi her sermaye biriminde de yoğunlaşır. Bireysel sermayeler de büyürler ve büyüdükçe de birbirlerini çekerler ve birbirlerini değiştirirler. Bu, sermayenin yapısı gereğidir. Sermaye durmadan çoğalma eğilimindedir. Çünkü sermayenin çoğalması kapitalist gelişmeyi sağladığı gibi kapitalist gelişme de sermayeyi çoğaltır ve yani yoğunlaştırır. Sermaye kimi zaman bölünebilir, dağıtılabilir; ama ana eğilimi durmaksızın birikme ve yoğunlaşma yolundadır. SINIF: Tarihsel olarak belirlenmiş bir üretim düzeninde üretim araçlarıyla ilişkileri bakımından çıkar ortaklığıyla birleşmiş insan kümesi... Sınıf, tarihsel bir olgudur ve üretim araçları üstünde özel mülkiyetin elde edilmesiyle ortaya çıkmıştır. Tarihsel süreçte sınıflı toplum, üç sosyo-ekonomik yapı içinde gerçekleşmiştir: Köleci, feodal ve kapitalist. İlk sınıflar köle sahipleri sınıfı’yla köle sınıfı’dır. Köleci toplumda oluşan bu sınıflar feodal toplumda toprak sahipleri sınıfı’yla toprak köleleri sınıfı’na dönüşmüştür. Feodal toplumun bağrında oluşan kapitalist sınıfı’yla emekçi sınıfı da kapitalist üretim düzenini oluşturmuştur. Sınıf niteliği taşımayan birleşik insan kümelerine de (örneğin memurlar, aydınlar, serbest meslek sahipleri, esnaf vb.) küme (zümre) denir. Bunlar her çeşit sınıftan olabilirler ve aralarında sadece mesleksel olarak (yani üretim araçlarıyla ilişkileri bakımından değil) çıkar birliği vardır, temel çıkarları bağlı bulundukları sınıfın çıkarlarıdır, bundan ötürü de aralarında sadece mesleksel bir birlik vardır, sınıfsal bir birlik yoktur. Sınıflı toplumların tarihi, bu sınıfların sürekli olarak çekişmelerinin tarihidir. Çekişme, sadece sınıfsal karşıtlıktan doğmaz, sınıfsal ilericilikten ve gericilikten de doğar. Örneğin bir öncekine göre ilerici olan toprak sahipleri sınıfı köle sahipleri sınıfıyla, kapitalist sınıf hem köleci sınıfıyla (örneğin Amerika’nın kuzey-güney savaşları) hem de toprak sahipleri sınıfıyla (örneğin anamalcı toprak reformu) çekişir. SOLCULUK: Çeşitli anlayış ve ölçülerde devrimcilik tutumu… Temel anlamında, mevcut ekonomik düzenin değişmesini ve ileriye doğru dönüştürülmesini isteyen tutumu dile getirir. Mevcut ekonomik düzenin olduğu gibi kalmasını isteyen tutumu dile getiren sağcılık deyimi karşılığında kullanılır. Her iki deyim de 1789 Fransız Devrimi’nin ürünüdür. Devrimden sonra kurulan Mecliste egemenliği ele geçiren devrimci burjuva sınıfı temsilcileri solda, tutucu (muhafazakâr) toprak sahipleri sınıfı temsilcileri sağda oturmuşlardı. SOSYALİST HIRİSTİYANLIK: Katolik inançlarını sosyalizm açısından yorumlayan Hıristiyanlık… Ütopyacı ve bilimdışı sosyalizmin dinsel öğütleriyle gerçek sosyalizme yönelik gelişmeden alıkoyma amacını güder. Bu çabaya son yüzyılda Katolikliğin en büyük otoritesi olan papalar da katılmaktadırlar. Yayımladıkları çeşitli genelgelerle eşitsizliklerin giderilmesini, emekçilere daha yüksek bir yaşama seviyesi 50 sağlanmasını, yoksullara şefkat gösterilmesini ve yardım edilmesini, hatta üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin hafifletilmesini önermektedirler. Sosyalizmin bilimsel yanını ya hiç bilmezler, ya da görmezlikten gelirler. Çoğunlukla sosyalizmi, yoksullara şefkat ve merhamet düzeni sanırlar; amaçları, sosyalizm değil, Hıristiyanlığın yayılmasıdır. Hıristiyanca bir sosyalizmi önerenler arasında Philippe Buchez, Mainz piskoposu Von Ketteler, Frantz Hitze, kardinal Manning gibi din adamları ve Le Play, Le Tour du Pin, Albert de Mun gibi düşünürler vardır. Örneğin Le Play, liberalizmi yererek insanlığın ıslaha muhtaç bulunduğunu, bunu da ancak kilise otoritesinin gerçekleştirebileceğini ileri sürer. Le Tour du Pin, korporasyonlar kurularak üretime çeki düzen verilmesini önerir. Albert de Mun, sınıf kavgasının yerine patron-işçi işbirliğinin geçirilmesini öğütler. SOSYALİST MÜLKİYET: Üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin kaldırılmasıyla gerçekleşen tüketim araçları mülkiyeti… Sosyalist ekonomi anlayışına göre sosyalizm, üretim araçları üstündeki özel mülkiyeti kamuya mal etmekle tüketim araçları üstündeki mülkiyeti gerçekleştirir. Üretim araçları özel mülkiyetteyse bu araçların ürettiği tüketim araçları da o özel mülkiyete ait olur. Bu bakımdan, mülkiyeti yok eden sosyalizm değil, kapitalizmdir. Asıl özel mülkiyet, pek küçük bir azınlığın üretim araçlarına sahip olmakla tüketim araçlarına da sahip olduğu kapitalizmin aşılmasıyla gerçekleşir. Böylelikle bütün insanlar gittikçe daha çok tüketim araçlarına sahip olmak olanağına kavuşurlar. Bu olanak, bütün toplumun el ve işbirliğiyle çalışarak gerçekleştirecekleri çok hızlı gelişmesiyle elde edilir. SOSYALİST PLANLAMA: Toplumun ihtiyaçlarını gidermek ve bütünsel gelişmeyi sağlamak amacıyla yapılan planlama… Sosyalist anlayışa göre kapitalistin kârını ve gelişmesini sağlamak amacıyla yapılan kapitalist planlama deyimi karşılığında kullanılır. Planlama, önceliği gerektiren üretimi gerçekleştirmek için ekonomik faaliyetlerin güç birliğine ve dengeli çalışmaya sokulmasıdır. Bu, teknik bir koordinasyondur. Sosyalist planlamanın amacı topluma mal ve hizmet bolluğu sağlamaktır. Mal ve hizmet bolluğu deyimi eğitim, sağlık, spor, kültür ve eğlence olanaklarını kapsar. Gerçekte plansız bir ekonomi olan ve kâr etmek amacıyla gerçekleştirilen kapitalist üretim, dengesiz bir gelişmeyle gerekmeyenleri de gerektiğinden çok üretmekle insan gücünü boşuna harcamakta ve toplumsal geliri israf etmektedir. Kapitalist üretimde fiyatları düşürmemek için çok üretilen birçok malların denize döküldüğü ve yakıldığı sık sık görülmüştür. Sosyalist planlama, arzı ve talebi disipline alır ve dengeye sokar. Üretim, toplam üretimde hiçbir azalma olmaksızın, belli malların üretimlerin de değişiklik yapmak suretiyle düzeltilir. Toplam üretimin azalmaması, toplam tüketimin azalmaması demektir. Ne var ki toplumun ilaç ve ekmek ihtiyacı giderilmeden güzellik kremi ve lüks otomobil üretimine girişilmez. Ama bu ilaç ve ekmek ihtiyacı giderildikten sonra o güzellik kremlerinin ve lüks otomobillerin çok daha güzelleştiricileri ve lüksleri de yapılabilir. Sosyalist planlamanın temeli, öncelikle gerçekleştirilecek amaçlara erişebilmek için mevcut kaynakların gereken büyüme oranını sağlayacak biçimde dağılımını düzenlemektir. SOSYALİST PROTESTANLIK: Protestanlık inançlarını sosyalizm açısından yorumlayan Hıristiyanlık… Ilımlı reformlar ve yatıştırıcı tedbirlerle toplumsal gerginliğin azaltılması çabalarına, kimi Katolikler gibi, kimi Protestanlar da katılmıştır. Örneğin İngiltere’de 19’uncu yüzyılın ortalarına doğru Protestanlar Hıristiyan Sosyalizm adlı bir gazete çıkardılar; amaçları, Hıristiyanlığı sosyalistleştirmek değil, sosyalizmi ve 51 işçileri Hıristiyanlaştırmaktı. Bir de Emekçi Birliklerini Teşvik Derneği kurdular; işçilerin tüketim kooperatiflerini kurmasını öneriyorlar, bir yandan da üretim araçları üstündeki mülkiyetin sözünü etmeksizin toprak mülkiyetinin düzeltilmesini istiyorlardı. Gerçekte bu istekler, işçi istekleriymiş gibi ileri sürülen burjuva isteklerinden başka bir şey değildi. 20’nci yüzyılda 1’inci Dünya Savaşı’ndan sonra Manchester Psikoposu W. Temple’in öncülüğü ile kiliseler arası bir sosyalizasyon konferansı toplandı. Bu konferansta üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin devamına karar verilmekle beraber bankalara hücum edildi ve sanayinin yeniden düzenlenmesi istendi, bankaların ve çok büyüyerek ezici bir güç haline girmiş bulunan işletmelerin devletleştirilmesi önerildi. 19’uncu yüzyıl Almanya’sında Protestan papazı Rudholf Todt, Hıristiyanlık temeli üstünde kurulmuş bir devlet sosyalizmini öneriyordu. Todt’un öncülük ettiği bu hareket sonraları ikiye ayrıldı, bir kolundan Sosyalist Hıristiyan Partisi meydana geldi ve öbür kolu Protestan papazları Naumann ve Göhre’nin önderliğinde Sosyal Demokrat Partisi’ne katılmaya çalıştı. 20’nci yüzyılda Protestan papazları Dinci Sosyalist Birliği’ni kurdular. Fransız Protestanları arasında da buna benzer pek çok sosyalist hareketler de gelişmişti. Örneğin, 1887 yılında Charles Gide’in önderliği altında Protestan Sosyal İnceleme ve Eylem Birliği, 1908 yılında P. Passy’nin önderliğinde Sosyalist Hıristiyanlar Birliği, Protestanlığın pratikte gerçekleşmesini isteyen Sosyal Hizmet Okulu Hareketi gibi bir takım Protestan dernekleri din temeli üstünde oportünist bir sosyalizm önermişlerdi. SOSYALİST REKABET: Olağanüstü başarıları değerlendirerek çalışmanın teşvik edilmesi ve yarıştırılması… Sosyalist anlayışa göre daha fazla para kazanmak amacını güden kapitalist rekabet deyimi karşılığında kullanılır. Sosyalist rekabet, çalışma niteliğinin geliştirilmesi ve emeğin üretkenliğinin arttırılması amacını güder. Kapitalist üretimin kıran kırana rekabet anlayışı ile ilgisi yoktur. Kapitalist rekabet başkalarının zararı üzerine kuruludur, sosyalist rekabet ise toplumun yararında temellenir. Maddî ve manevî teşvik unsurlarını taşır. SOSYALİST SANAYİLEŞME: Topyekûn makineleşme… Çiftçiliği de içine alan bütün üretim alanlarının makineleşmesi, sosyalizmin amacıdır. Böylelikle insana gördürülen ağır işler makinelere gördürülecektir. İnsanların bu gibi işlerden mümkün olduğu kadar hızla kurtularak zamanlarını beşerî (insansal) ve kültürel faaliyetlere harcamaları gerekir. Sosyalist anlayışa göre asıl beşerî faaliyet, bütün ağır işleri makinelere gördürerek o makinelerin daha iyi işlemesini ve doğanın daha verimli kılınmasını sağlayacak olan yaratıcı faaliyettir. İnsan doğa tarafından yönetilen değil, tersine, doğayı yöneten bir varlıktır. Asıl insanlık bu amaca eriştikten sonra başlayacaktır. O zaman, bugünkü uygarlığımıza insanlık öncesi denecektir. Çalışma, insan için, katlanmak zorunda bulunduğu bir yük değil, mutlu yaşamanın vazgeçilmez bir koşulu olacaktır. İnsan, çalışmak zorunda bulunduğu için değil, çalışmamazlık edemeyeceği için çalışacaktır. Hem de bu çalışma doğaya gördürebileceği işler de değil, beşerî (insansal) ve bilinçsel yaratıcı faaliyetlerde gerçekleşecektir. Kapitalist üretimde insanların bir bölümünün özel mülkiyeti altında bulunan ve ancak bu oranla sınırlı olarak gelişebilen makineler, bütün insanlığın hizmetine girecek hızla ve sınırsızca gelişecektir. SOSYALİST TİCARET: Devlet eliyle yapılan dağıtım… Ticaret, kapitalist üretimde bir dağıtım aracıdır. Sosyalist üretimde dağıtım, devlet eliyle yapılır. Sosyalist iktisatçılara göre kapitalist üretimden sosyalist üretime dönüşme evresinde ticaret ilişkileri hemen yok olmaz. Dış ticaret hemen devletleştirilir, iç ticaret sınırlı olarak 52 daha bir süre devam eder. Çünkü her üretim biçiminin kendine özgü bir dağıtım biçimi vardır. Sosyalist devlet kendi ürettiklerini kendi dağıtım merkezlerinde dağıtır, bireysel üretime bıraktıklarını da pazarda dağıttırır. Piyasa ilişkileri, üretimin bütünüyle toplumsallaşacağı zamana kadar zorunludur. Bilimsel zorunluluk taşıyan bir süre için sadece toptancı ve yarı-toptancı gibi aracıları ortadan kaldırmak, fiyatları devlet eliyle saptamak mümkündür. Nasıl kapitalist üretimde feodal ilişkiler daha bir süre devam etmişse, öylece sosyalist üretimde de kapitalist ilişkiler daha bir süre devam edecektir. SOSYALİST ÜCRET: Bireyin topluma verdiğiyle bağlı kalmaksızın toplumun bireye sağladığı olanakların tümü… Ücret, bir insanın emek gücü karşılığının paraca dile getirilişidir. Sosyalist iktisatçılara göre sosyalist ücret kavramı, kapitalist ekonomideki ücret kavramından çok daha geniş bir anlam kapsar. Sosyalist ekonominin geçiş döneminde de ücret vardır, emek gücünün niceliğine ve niteliğine göre verilir. Ama bu ücret, kapitalist üretimdeki gibi bireysel bir ücret değil, paraca dile getirilenin çok daha fazlasını kapsayan toplumsal bir ücrettir. Bedava eğitim, bedava tiyatro ve sinema, bedava konser vb. gibi toplumun bütününce finanse edilen birçok parasız olanaklar sosyalist ücret kavramının kapsamı içindedir. SOSYALİZM: Kapitalist üretim düzeninin aşılmasıyla gerçekleşen üretim ve toplum düzeni… Tarihsel materyalizm öğretisine göre sosyalizm, emeğin gittikçe toplumsallaşmasına karşı üretim araçları mülkiyetinin gittikçe bireyselleşmesi çelişmesini taşıyan kapitalist düzeni aşılarak gerçekleşir. Bu aşma, kapitalist üretim düzeninin olumsuz yanını yok ederken olumlu yanını muhafaza eder ve daha üstün bir aşamaya dönüştürür. İnsanlık, köstekleyici çelişmenin ortadan kalkmasıyla, yeni bir hız ve güçle gelişmeye başlar. Bu çelişmenin aşılması, genel olarak mülkiyetin ortadan kalkmasını değil, sadece mülkiyetin kapitalist üretime özgü biçiminin, üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin ortadan kalkmasını gerektirir. Çünkü insan aletsiz çalışamaz. Çalışma aletleri özel mülkiyet konusu olunca, çalışmanın verimi de bu aletleri ellerinde bulunduranların özel mülkiyeti konusu olur. Çalışma aletleri topluma mal edilmekle çalışmanın verimi de topluma mal edilir. Tarihsel süreçte köleci üretim düzeni sadece köle sahiplerini, feodal üretim düzeni sadece toprak sahiplerini, kapitalist üretim düzeni sadece üretim araçları sahiplerini geliştirmiştir. Kaldı ki bu gelişmeler de olumsuz gelişmelerdir, çünkü bir insanın bireysel gelişmesi ancak bütün insanlığın toplumsal gelişmesiyle mümkündür. Sosyalist üretim düzeni, fiyat mekanizmasıyla değil, plan mekanizmasıyla işler. Sermayedarın kâr etmesi için değil, insanların ihtiyaçlarının giderilmesi için üretilir. Üretim, bütünüyle, kapitalistin geleceğine değil, insanlığın geleceğine yönelir. Bilim ve kültür çok büyük bir hızla gelişir. Nedenleri ortadan kalkacağı için savaşlar, israflar ve her türlü kötülükler de ortadan kalkar. SOSYO-EKONOMİK OLUŞUM: Toplumun üretim ilişkileriyle belirlenen yapısı… Tarihsel materyalist öğretinin en önemli kavramlarından biridir. Tarihsel süreçte bu oluşumlar ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum ve sosyalist toplum olmak üzere birbirlerinden dönüşerek sıralanmışlardır. SÖMÜRGE: Bağımsızlığını yitirmiş ve başka bir ülkenin malı olmuş ülke… Değer kaynakları sömürülen ülke anlamındadır. Başka bir ülkenin malı olmak demek, o ülkenin yararına üretim yapmak ve kendi üretiminden yararlanma hakkını yitirmek demektir. 53 SÖMÜRÜ: Bir bölüm insanların başka bir bölüm insanları çalıştırarak onların emeğine el koyması... Sosyalist ekonomi anlayışına göre köleci, feodal ve anamalcı düzenlerin tarihi, bir sömürü tarihidir. Çünkü toplumların üretimini üretim araçlarından yoksun bırakılmış olanlar gerçekleştirir. Bunları ürettikleri artık-değerse üretim araçlarına sahip çıkanların cebine girer. Bu, üretim araçlarının onu kullanacak olan emekten ayrıldığı bir üretim düzeninde zorunlu bir sonuçtur. İnsan, alet yapmak ve yaptığı aleti kullanmakla insanlaşmış, hayvan türünden koparak gelişmeye başlamıştır. İnsan, bir alete -yani, üretim aracına- sahip olmadan üretemez. Bir insanın başka bir insana egemen olabilmesi ve onu köleleştirebilmesi sadece onu üretim aracından yoksun bırakmasıyla mümkündür. Kendisini bir başkası için kesin olarak gerekli kılamayan insan, onu hiçbir zaman köleleştiremez. Bu kesin gerekliliğin de tek yolu, köleleştireceğini üretim aracından yoksun bırakarak o üretim aracına sahip çıkmaktır. Fransız düşünürü Jean-Jacques Rousseau, Eşitlik Üstüne Söylev adlı ünlü yapıtında şöyle der: “Bir toprağın çevresine kazıklar çakıp burası benimdir, demeye cesaret eden ve etrafında buna inanacak kadar budalalar bulan ilk insan bugünkü uygarlığımızın atasıdır. Kazıkları çekip atarak öteki insanlara, bu adamı dinlemeyiniz, meyvelerin herkesin olduğunu ve toprağın hiç kimsenin olmadığını unutursanız mahvolursunuz, diyebilecek bir adam, insanlığı ne kadar suçlardan, savaşlardan, yoksulluk ve acılardan korumuş olurdu”. TARİH (FS): Geçmişte neler olup bittiğini araştıran ve inceleyen bilim… Bilmek anlamına gelen Yunanca historein deyiminden türetilmiştir. Konuşma dilinde geçmiş zaman anlamını dile getirir. Zamansal akış içinde gerçekleşen olaylar olarak tanımlanır. Terim olarak tarih bilimi demektir. Bir anlamda tarih; bir olayın gününü, ayını ve yılını bildiren bir deyimdir. Tarih, bilimsel bir niteliğe, 19’uncu yüzyılda tarihsel materyalizm öğretisiyle kavuşmuştur. Tarihin doğal-yasalı süreç olduğu bu öğretiyle tanıtlanmıştır. Tarihsel ve diyalektik materyalizm öğretisinden önce tarih, ya doğaüstü güçlerce yönetilen ya da büyük insanların rastlantısal olarak ve keyiflerine göre biçimlendirdikleri bir olaylar dizisi olarak görülüyordu. Bununla beraber, tarihin doğal bir süreç olduğunu sezen tarihçiler de çıkmıştır. Başta Arap bilgini İbni Haldun olmak üzere A. Thierry, F. Guizot, F. Mignet gibi 1930–1840 restorasyon dönemi Fransız tarihçileri bunlardandır. Ne var ki hiç biri sorunun köküne inememiştir ve idealist bir düzeyde yüzeysel gözlemlerle yetinmek zorunda kalmışlardır. Tarihsel ve diyalektik materyalizm öncesi tarih bilimine tümüyle idealist tarih görüşü egemendir. Örneğin Hegel, tarihi, insan bilincinden üstün bir tümel bilincin yön verişiyle açıklar. Çağdaş İngiliz tarihçisi Toynbee’ye göre de “tarih, tanrısal bir planın gerçekleşmesidir”. Gerçekte tarih, doğal ve toplumsal gelişme süreci’dir. Toplum tarihi, doğa tarihinden farklı olarak, insanlarca yapılır. Ne var ki tarihi yapan insanlar, idealist tarih anlayışında ileri sürüldüğü gibi önder kişiler değil, üretim faaliyetlerinde bulunan halk yığınlarıdır. “Tarihin ilk temel koşulunu, yani insanların tarih yapabilmeleri için yaşamaları gerektiği koşulunu ileri sürmekle işe başlamalıyız. Yaşam, her şeyden önce yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb. demektir. Demek ki ilk tarihsel eylem, bu gereksinimleri karşılayan araçların, yani maddî yaşamın kendisinin üretilmesidir. Bu, binlerce yıl önce olduğu gibi bugün de insan yaşamını sürdürmek için her günün her saatinde yerine getirilmesi gereken tarihsel bir eylemdir, tüm tarihin temel bir olgusudur… Demek ki daha ilk baştan insanların birbirleriyle maddî bir bağlantı içinde oldukları ve bu bağlantının insanların gereksinimleri ve üretim tarzlarınca belirlendiği ve insanlar kadar eski olduğu bir gerçektir. Bu bağlantı, durmadan yeni biçimlere girerek her türlü siyasal ve dinsel 54 saçmalıklardan bağımsız bir tarih ortaya koymaktır… Bugüne kadar tarihin bu gerçek temeli ya göz önüne alınmamış, ya da tarihin gelişmesinin ilgilendirmeyen bir konu sayılmıştır. Bu yüzden de tarih, her zaman, mutlaka kendi dışında bir ölçüte göre yazılmıştır. Buna karşılık gerçekten tarihsel olan ne varsa tarih dışına itilmiştir. Bundan ötürü de tarih de tarihte sadece prenslerle devletlerin siyasal eylemleri, dinsel ya da başka türden kurumsal kavgalar görülebilmiştir… Gerçekte, tarihteki tüm çalışmaların kaynağı, üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir”. Tarih “kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insan faaliyetlerinden başka hiçbir şey değildir”. Tarihi insanlar yapar, ama görüldüğü gibi bunu keyiflerine göre yapamazlar. İnsanlar üretim güçleri ve üretim ilişkileriyle belirlenirler. Üretim güçleri ve üretim ilişkileriyse kendilerinden önceki kuşaklarca hazırlanmıştır. İnsanlar, diledikleri bir ortamda değil, böylesine zorunlu bir ortamda doğarlar. İçinde gözlerini açtıkları ortamın, kendilerinden önce varlaşmış yasalarına uymak zorundadırlar. Bundan ötürüdür ki insanlık tarihi, insanlar tarafından yapıldığı halde, yasalı ve yani nesnel bir süreçtir. Ama insanlar amaçlı faaliyetleriyle, kendilerinden bağımsız olan bu nesnel süreci etkileyip değiştirebilirler. O zaman, mevcut ortam yeni bir ortama ve mevcut nesnel yasalar da yeni nesnel yasalara dönüşür. İnsanlık tarihi, toplumsal-ekonomik formasyonların değişim ve dönüşüm tarihidir. TARİHSEL MATERYALİZM: Toplumsal ve ekonomik gelişmenin yasalarını saptayan kuram... Alman düşünürleri Karl Marx’la Friedrich Engels’in birlikte oluşturdukları bu kurama göre, insanlar arasında kurulan bütün ilişkilerin temeli maddîdir. İnsanlar önce yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler. Yaşayacak durumda olmak demek: yemek, içmek, barınmak vb. demektir. Demek ki yaşamlarının toplumsal üretimi içinde insanlar, iradelerinin dışında zorunlu ilişkiler kurarlar. Bu ilişkiler, üretim tarzlarının zorunlu ilişkileridir. Bu ilişkilerin bütünü, toplumun ekonomik yapısını meydana getirir. İnsanların varlıklarını belirleyen şey bilinçleri değildir, tersine, insanların toplumsal varlıklarıdır ki bilinçlerini belirler. Bu ilişkiler nasıl ebedî olmayıp tarihsel ve gelip geçiciyseler, onların soyut dile getirilişleri olan düşünceler ve kategoriler de tarihsel ve gelip geçicidirler. Yeni üretim güçleri (yani, başta insan olmak üzere üretimde kullandığı toprak, her türlü alet ve bilgiler) kazanan insanlar, tarih boyunca, üretim tarzlarını ve bundan ötürü de üretim ilişkilerini değiştirmişlerdir. İnsanlık tarihi, üretim güçlerinde ve ona bağlı olarak üretim tarzlarında ve bundan ötürü de üretim ilişkilerinde meydana gelen bu gelişimsel dönüşmelerle oluşmuştur. Üretim gücünün artması ve değişmesi nasıl üretim tarzlarını ve ilişkilerini değiştirmişse, böylece, bunlardan meydana gelen düşünce ve kategorileri de değiştirmiştir. Çağdaş kapitalist üretim biçimi ve bundan doğan üretim ilişkileri, böylesine tarihsel bir gelişim ve dönüşme sonunda, ilkel komünal üretim biçiminin köleci üretim biçimine, köleci üretim biçiminin feodal üretim biçimine, feodal üretim biçiminin de kapitalist üretim biçimine dönüşmesiyle meydana gelmiştir. O da, ötekiler gibi, bütün üstyapılarıyla birlikte, ebedî olmayıp tarihseldir ve gelip geçicidir. Bütün bu tarihsel dönemlerde göreli süreklilik, üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin birbirine uygun düşmeleriyle sağlanır. Bu süreklilik, zamanla, üretim güçleri ve üretim ilişkileri arasında başlayan uyuşturulamaz çelişmenin aşılmasıyla bozulur. O zaman toplum yeni bir üretim tarzına dönüşür ve bu yeni tarza uygun düşecek yeni üretim ilişkileri kurar. Kapitalizm da nasıl böylesine bir dönüşmeyle, tarihsel ve zorunlu bir gelişmenin sonucu olarak gerçekleşmişse, öylece, tarihsel ve zorunlu bir gelişmenin sonucu olan sosyalizme dönüşecektir. Çünkü kapitalizmin temel çelişkisi, emeğin gittikçe toplumsallaşmasına karşı üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin gittikçe bireyselleşmesidir. Demek ki bu çelişmenin 55 aşılması, üretim araçları üstündeki özel mülkiyetin de, tıpkı emek gibi, toplumsallaşmasıyla gerçekleşecektir. Bu aşamada, insanlık tarihine hükmetmiş olan dış güçlerin tümü insanların egemenliği altına girecektir. Ancak bu aşamadan sonradır ki insanlar, kendi tarihlerini kendileri yaratacaklardır. Bu aşama, insanlık öncesi çağı’nı insanlık çağı’na dönüştürecektir. TARİHSEL MATERYALİZM (FS): Toplumsal gelişmenin maddî temele dayandığını tanıtlayan öğreti... Tarihsel materyalizm öğretisi, tarihi diyalektik yöntemle inceleyerek, toplumsal gelişmenin nesnel ve maddî temele dayandığını meydana çıkarmış ve tanıtlamıştır. Tarihsel materyalizme gelinceye kadar tarih, metafizik ve bireyci açılardan ruhsal bir temele dayandırılarak açıklanmaya çalışılıyordu. Bu açılara göre tarih ya tanrı işi, ya tanrısal-doğasal bir planın gerçekleşmesi, ya evrensel ruhun güdümü, ya da üstün insanların düşüncelerinin ürünüdür. Bu çeşitli deyimlerin tümü, nesnel ya da öznel bir ruhçuluğu dile getirmekteydiler. Onlara göre toplumsal gelişmenin tek sözle ruhsal bir etkiydi. Buysa doğrulanamayan bir varsayımdı. Metafizik görüş açık ve kesin bir ruhçuluğa, bireyci görüş gizli ve dolaylı bir ruhçuluğa dayanıyordu. Metafiziğe göre savaşları tanrı yaptırıyordu, bu düzeyde insanların kaderlerine boyun eğmekten başka yapabilecekleri hiç bir şey yoktu. Bireyciliğe göre savaşları birey (üstün kişi ya da üstün düşünce) yaptırıyordu, bu durumda da insan topluluklarının kaderlerine boyun eğmekten başka yapabilecekleri hiç bir şey yoktu. Her iki karşılık da kolay ve rahat, tarihsel olayların kendilikleri (mahiyet) incelenmeden verilmiş karşılıklardı. Metafizik ve bireyci öğretiler tarihsel olayların kendiliklerini inceleyemezlerdi, çünkü onlara göre kendilikler bilinemezdi. Metafizik ve bireyci anlayışa göre kendilik ruh’tur ve ruh yapı olarak bilinemez bir şeydir. İşte materyalizm bu temel görüşte ağırlığını koymakta ve tarihi de bu temel görüşe uygun olarak çözümlemektedir. Kendilik madde’dir ve maddî yapı olarak bilinebilir bir şeydir... Tarihsel materyalizme göre tarihsel olayların ya da eşdeyişle toplumsal gelişmenin nedeni maddî bir nedendir; tarihi tanrı (metafizik düşünce) ya da üstün insan (bireyci düşünce) değil, insanlar (toplum) yapar. İnsanların düşüncelerinin (fikir) altında sınıflar ve sınıf çatışmaları yatmaktadır. “İnsanlar yaşayacak durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler”. Yaşayacak durumda olmak demek; yemek, içmek, giyinmek, barınmak için ekonomik eylemde bulunmak demektir. Düşünceleri meydana getiren bu ekonomik eylemlerdir. Çiftçi, çiftçice düşündüğünden çiftçi olmuş değildir, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünmektedir. Ama bu tarihsel zorunluluk hiç bir zaman bireyin (fert, kişi) etkinliğini engelleyemez. Çiftçi, çiftçi gibi düşünmek zorundadır ama çiftçi gibi düşünerek içinde yaşadığı ortam ve koşulları etkiler ve değiştirir. Eğer böyle olmasaydı diyalektik düşüncenin vardığı sonuç da, metafizik ve bireyci düşüncelerin vardıkları sonuçlar gibi, kör bir kadercilikten başka bir şey olmazdı. Tarihsel materyalizmin açıklanmasında genellikle yanlış anlaşılan bu nokta çok önemlidir. Diyalektik anlayış, bu karşılıklı etki (karşılıklı eylem, interaction) anlayışıdır. Doğasal ve toplumsal bütün fenomenler hem etkilenir hem etkiler. Doğasal gelişmenin belli bir noktasında insan ve bilinç oluşmuştur. Artık bilinçli insan da doğasal diyalektiğe katılmış ve kendi tarihini bizzat kendisi yapmaya başlamış bulunmaktadır. Bilinçli insan, kendisini değiştiren ve oluşturan koşulları, karşı etkisiyle değiştirmekte ve oluşturmaktadır. Toplumsal bilinç biçimleri üretim ilişkilerine bağlıdırlar ama bir yandan da o üretim ilişkilerini etkilemekte ve değiştirmektedirler. Üretim ilişkileri alt yapıdır; üst yapıyı meydana getiren siyasal, dinsel, kültürel bütün değerler altyapıca belirlenir. Ama üstyapı da, altyapıyı belirler ve değiştirir. Bu oluşma, neden-sonuç zincirinde sıralanan mekanik bir oluşma değil, karşılıklı etkiyi kapsayan diyalektik bir oluşmadır. İnsanların tarihi 56 de aynı diyalektik oluşun içindedir ve karşılıklı etkilerin çatışmasıyla gelişmektedir. Tarihte büyük adamların ortaya çıkışı da bu tarihsel gerekirciliğin (tarihsel determinizm) zorunluluğudur. Onları meydana çıkaran, onlara karşı duyulan toplumsal gereksinmedir. Tarihte, ne zaman bir lider gereksinmişse o lider hemen bulunmuştur. Her sınıf liderini kendi toplumsal yapısından çıkarmış ve kendi yapısına uygun bir biçimde belirlemiştir. Büyük adamın ya da liderin rolü, kendi toplumunun koşullarının gerektirdiği doğrultuda belirmiştir. Tarihin gözlenmesi ve incelenmesi bu savı doğrulamakta ve yasalaştırmaktadır. Kişi, toplumsal koşulların gerektirdiği zaman ve gerektirdiği biçimde Sezarlaşır. Sezarlaşınca da Sezar gibi düşünmeye başlar ve Sezarca etkiler. Metafiziğin ileri sürdüğü gibi Sezarca düşünce gökten inmiş ya da kendi kendine oluşmuş değildir Sezarca düşünce, Sezarlığı gerektiren koşulların ürünüdür... Tarihsel materyalizm, sosyal evrimin genel yasalarının bilimidir. Tarih, materyalist diyalektik incelemeyle bilimselleşmiş ve olağanlıklar yığını ya da kader çizgisi olmaktan kurtularak tüm toplumsal yaşamda geçerli yasa’lara kavuşmuştur. Bu yasalar şunlardır: Toplumun temeli, üretim biçimidir (üretim biçimi, insanların yaşamak için gereksedikleri bütün şeyleri elde etme biçimidir). İnsanların çeşitli değer ölçülerini kapsayan üstyapı, bu temelce belirlenir (insan, bu temel belirlenişle belli bir kültüre, ideolojiye psikolojiye varır). Belli bir doğrultudaki toplumsal gelişme, üretim ilişkilerinin üretim güçlerine uygunluğu sırasınca ve süresince mümkündür, üretim ilişkileri üretim güçlerine köstek olmaya başladıkları zaman değişme (transformasyon) zorunludur. Üretim biçimi, insanlar arasındaki üretim ilişkileriyle üretim güçlerinin (üretim güçleri; insan, toprak, hammaddeler, makine, alet, edinilmiş bilgiler ve benzerleridir) birbirlerine olan karşılıklı etkileriyle belirlenir. Bu karşılıklı etkiler birbirlerini köstekleyebilirler (örneğin köleci üretim biçiminde fazla üretim yeni ve pahalı aletler meydana getirdi, köle sahipleri bu pahalı aletleri işin sonucuna hiç bir ilgi duymayan kölelerin ellerine veremez oldular, üretim ilişkisi üretim gücünü köstekledi ve köleci üretim biçimi zorunlu olarak feodal üretim biçimine dönüştü). Toplumsal yasalar, insan bilincinden bağımsız bir tarihsel zorunluluğa bağlıdır; ancak bu tarihsel zorunluluk insanların eylemlerinden doğan bir zorunluluktur, insan etkisinden bağımsız bir zorunluluk değildir. Daha açık bir deyişle örneğin köleci üretim biçiminden feodal üretim biçimine geçiş, geceden sonra gündüzün oluşu gibi insan dışı bir olgu değil, insan eyleminin meydana getirdiği bir olgudur. Pek açıktır ki insan olmasa toplumsal olay olmaz, toplumsal olay olmayınca toplumsal yasa belirmezdi. Yasalarıyla birlikte toplumsallık ya da tarih, bizatihî insancalık demektir. Tarihsel materyalizm öğretisi, diyalektik materyalizm öğretisiyle sımsıkı bağımlıdır ve birbirinden ayrılamaz. Toplumsal olayların gerçek nedenlerini açıklamak ve ideolojik olayları bu nedenlerle bağımlı kılmakla yeni ve açık bir dünya görüşü getirmiştir. Doğa ve toplum bütünlüğü bu dünya görüşünün başlıca niteliğidir. Toplumun da, doğa gibi, kendine özgü nesnel yasalarla geliştiği ve bu yasaların da, doğa yasaları gibi, zorunlu bulunduğu tarihsel materyalizmle meydana konmuştur. Bu yasaların işleyişinde nesnel etmenle öznel etmenin kopmaz bağımlılığı gün ışığına çıkmıştır ki bu ancak diyalektik bir anlayışla kavranabilirdi. TARİHSEL YASALAR (FS): Tarihsel gelişmeyi belirleyen nesnel ve zorunlu iç bağlılıklar düzeni... Toplumsal yasalar deyimiyle anlamdaştır. Tarihsel zorunluluk deyimiyle de dile getirilir. Herhangi bir şey öyle olmak zorundaysa o şeyde yasalılık var demektir. Toplumsal gelişme de zorunlu olarak gerçekleşir, demek ki yasalıdır. Tarihsel yasalar, insan bilincinden ve iradesinden bağımsızdır. Daha açık bir deyişle insanlar bu yasaları ne ortadan kaldırabilir, ne de yenilerini yaratabilirler. Ama bu yasaları keşfedebilirler ve böylelikle tarihin akışına etken olabilirler. İnsanın özgürlüğü, bu 57 nesnel yasaları bilip tanıması ve onları kendi yararına kullanabilmesidir. Tarihsel yasalar insanın bilinçli etkinliğini dışındalamazlar, tam tersine, beşerî (insansal) etkinliği zorunlu olarak içerirler. Çünkü insanlar yoksa hiç bir toplumsal yasa da yoktur. Düşünceler gökten zembille inmezler ya da insan beyninde kendi kendilerine varlaşmazlar. Düşünce, insanın maddî yaşamının bilinçsel yansımasıdır. Önce yaşanılır, sonra bu yaşanılanın düşünceleri edinilir. Ama düşünce, bir kez varlaştı mı, “yığınları etkisi altına alarak maddî güçler haline gelir”. Evet, tarihin, insan düşüncesinden bağımsız nesnel yasaları vardır. Ama bu nesnel etmenlerin işleyebilmesi için öznel etmenin, yani insanların bilinçli etkinliklerinin işe karışması gerekir. Ne var ki öznel etmenler, gerekli nesnel etmenlerin (yani nesnel koşulların) hazır olduğu zaman işe karışabilirler ve etkin bir rol oynayabilirler. Örneğin FransızRus savaşı, Rusya’nın karlı stepleri yerine Afrika çölünde (nesnel etmen) yapılsaydı, insanın bilinçli etkinliği (öznel etmen) orada kar fırtınaları oluşturamazdı. Ama Rusya steplerinde kar fırtınaları başlayınca (nesnel etmen), insanların bilinçli etkinliği (öznel etmen) işe karıştı ve Napoléon ordularını darmadağın etti. Ne var ki General Kutuzov’un bilinçli etkinliği (öznel etmen) işe karışmamış olsaydı, sadece kar fırtınaları (nesnel etmen) Napoléon ordularını yenik düşüremezdi. Tarihsel ya da toplumsal yasalar, beşerî (insansal) etkinliğin genel yönelişini belirler. Örneğin bir toplumun gelişmesi için, üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle uygunluğu gerekir. Bu, tarihsel ve toplumsal bir yasadır. Üretim ilişkileriyle üretim güçleri arasındaki uygunluk bozulmuş ve üretim ilişkileri üretim güçlerinin gelişmesini destekleyecekleri yerde kösteklemeye başlamışlarsa, insanlar ne etseler toplumlarını geliştiremezler. Ne var ki tarihsel ve toplumsal yasalar da ne etseler, insansal etkinlik olmaksızın bu uygunluğu kendiliklerinden sağlayamazlar. İnsansal etki, tarihsel yasanın doğrultusunda işe karışırsa toplum değişime uğrar ve bu uygunluk yeniden sağlanır. Ama toplum da artık eski toplum olmaktan çıkar ve yepyeni bir toplum olur (Örneğin köleci bir toplumken feodal bir toplum olur). Bu konuda altı çizilmesi gereken bir bilgi de şudur: Tarihsel ve toplumsal yasaların her türlü engellere rağmen ergeç kendilerine bir yol açacakları söylenir. Burada söylenmek istenen, bu yasaların gerekli değişimleri insansal etki olmadan kendi kendilerine gerçekleştirecekleri değil, ergeç bu yasaların uygulanmasında çıkarı olan toplum güçlerinin oluşacağı ve nesnel yasaları bilinçli etkenlikleriyle işletebilecekleri gerçeğidir. Yoksa toplumsal yasalar, insansal etkinlik olmaksızın, asla kendiliklerinden işleyemezler ve kendilerine işleyebilme yolu açamazlar. İnsansal etkinlik, sadece bu yasaları işletmekle kalmaz, tarihin zorunlu yürüyüşünü hızlandırır ve gerçekleşecek yeniliğin doğum sancılarını hafifletir. Toplumun yöneticileri arasında tarihin nesnel yasalarına karşı çıkanlar olmuştur. Alman’ların Hitler’i bunun en yeni örneklerinden biridir. Ama görüldüğü gibi Hitler de tarihin nesnel yasalarına yenilmiştir, çünkü hiç bir insan tarihin tekerleklerini tersine döndüremez. Anlamdaş olarak kullanıldıkları halde tarihsel yasalar deyiminin toplumsal yasalar deyiminden daha özgül bir anlamı da vardır, belli toplumsal yasaların belli tarihsel bir kesime özgü bulunduklarını da dile getirir. TEMEL ÇELİŞKİ (FS): Bir olguda tüm öteki çelişkileri belirleyen çelişki… Bir olgu ya da olayda çeşitli ve sayısız çelişkiler vardır, ama bunlardan sadece biri temel çelişki’dir. Tüm öteki çelişkiler onunla belirlenir. Örneğin kimyasal bir süreçte temel çelişki atomların birleşmesi ve ayrışmasıdır, biyolojik bir süreçte temel çelişki katabolizmayla anabolizma çelişkisidir. Diyalektik materyalist felsefe dilinde, belirlenen tüm öteki çelişkilere ikincil çelişkiler denir. 58 TEMEL İLİŞKİLER (FS): Üretim ilişkileri… İnsanlar arasında çeşitli ve sayısız ilişkiler vardır, ama bunların içinde sadece biri belirleyici ilişkidir. Üretim ilişkileri, insan bilincinden ve isteğinden bağımsız olarak var olan ve maddî üretim sürecinde insanlar arasında biçimlenen maddî ilişkilerdir. Bu ilişkiler olmadan hiçbir toplumsal ilişki olamaz. TOPLUM: Belli bir üretim biçimiyle belirlenen örgütlü insan topluluğu… Toplum deyimiyle dile getirilen insan topluluğu, belli bir ekonomik altyapıyla belirlenmiş belli üstyapı kurumlarına sahip olan sosyo-ekonomik bir biçimlenmedir. İdealist anlayışta birey olarak insan karşılığında kullanılırsa da diyalektik anlayış onu bireyle bağımlı kılar. Birey olarak insan, ancak toplumsal ilişkileriyle varlaşır. Bireysiz toplum olamayacağı gibi toplumsuz da birey olmaz. İdealist felsefede toplumdan soyutlanan ve toplumun karşısına konulan(onunla zıtlaştıran) birey, diyalektik felsefede toplumsal ilişkilerinin bir bütünüdür. İdealist anlayış bireyle toplumu uzlaşmaz olarak görür ve uzlaştırma yolları önerir. Oysa birey, toplumla uzlaşmaz değil, tam tersine, toplumsuz var olamaz. Bireyin öznel yanı nesnel (toplumsal) yanından ayrılamaz. Uzlaşmayan çıkarlar bireyle toplum arasında değil toplumun bir bölümüyle öbür bölümü arasındadır: “Toplum sadece bir bireyler yığını değildir, bu bireylerin birbirleri karşısındaki yerini gösteren ilişkilerin toplamıdır. O, toplum içinde ve toplum dolayısıyla bir köledir. Toplum, insanı insan olarak ortaya koyduğu gibi, kendisi de onun tarafından ortaya konur’’. Amerikalı ekonomici Th. Cooper de Lectures on the Elements of Political Economy (1826) adlı yapıtında şöyle der: “Toplum denen bütüne, sözcüklerden nesne yapanların zihninden başka hiçbir yerde bulunmayan nitelikler giydirilmiştir. Ekonomi politikte bu kadar çok güçlüklere ve yanlışlara yol açan şey budur”. TOPLUMSAL OLARAK ZORUNLU EMEK: Bir mal birimi üretmek için toplumsal olarak gerekli süre… Her üreticiye özgü edimsel emek süresini dile getiren edimsel emek süresi (fiilî mesai müddeti) deyimi karşılığında kullanılır. Diyelim bir çift kundurayı kunduracı Hasan altı saatte, kunduracı Hüseyin beş saatte, eski aygıtlarla çalışan bir kundura fabrikası iki saatte, yeni bir fabrika yarım saatte üretiyor. Bu saatler her birine özgü edimsel emek süreleridir. Ama aynı nitelikte varsaydığımız bütün bu kunduralar pazarda aynı fiyata satılır. Daha somut örneklemek için şöyle diyelim: Belli bir pazarda bir çift kunduraya bir kilo kahve veriliyor. Bütün bu kunduralar, ister yarım saatte üretilmiş olsun, bir kilo kahveyle değiştirilecektir, demek ki eşit değer taşımaktadır. Bu örnekten pek açık olarak şu sonuç çıkar: Demek ki toplumsal olarak gerekli bir emek süresi var. Bu süre, ortalama üretim koşullarında, ortalama bir emek yoğunluğu olan süredir, yani toplumsal ortalama’dır. Bireysel emek süresi, Pazar fiyatları aracılığıyla kendiliğinden, bu toplumsal olarak zorunlu emek süresine indirgenir. ÜRETİM ALETLERİ: Emek araçlarının emek nesnelerini doğrudan doğruya dönüşüme uğratan bölümü… İş aletleri ya da emek aletleri de denir. İnsanın üretebilmesi için emek nesneleri ve emek araçları gerekir. Örneğin buğday üreteceğiz diyelim. Buğdayı üretmek için toprağımız ve tohumumuz (emek nesnesi), ayrıca bir de sabanımız (emek aracı) olmalı. Yoksa üretemeyiz. Emek araçları deyimi, aletler ve makineler gibi emek nesnelerini doğrudan doğruya (yani, araçsız olarak) dönüşüme uğratan üretim aletleri’ni kapsadığı gibi binalar, yollar, kanallar, taşıtlar, vb. gibi emek nesnelerini dolaylı olarak dönüşüme uğratan araçları da kapsar. Bundan ötürü üretim aletleri deyimi, emek araçlarının özgül bir bölümünü, emek nesnelerini dolaysız 59 olarak etkileyen bölümünü dile getirir. Üretim aletleri, avadanlıklar (duvarcının malası, dülgerin testeresi vb. gibi bir işi yapmada ya da onarmada kullanılan aygıtlar) ile makinelerden ibarettir. Bunlar, insanın emeğiyle emek nesnesi arasında dolaysız olarak iş görürler. Toplumun evrimiyle birlikte üretim aletleri de evrimleşir, sayıları ve türleri artar, nitelikçe zenginleşir. İlk insanların taş aletlerinden günümüzün gelişmiş makinelerine gelinceye kadar çok uzun bir tarihsel evrim süreci izlenmiştir. Üretim aletleri ilkin bireysel bir nitelik taşıyorlardı (yani, bireylerce kullanılıyorlardı) ,bu uzun evrim süreci sonunda ve kapitalist üretim düzeninde toplumsallaşmışlardır (yani, birçok emekçilerin ortak emeğiyle kullanılabilmektedirler). Buna karşı, ilkin toplumun ortak malıydılar, bu evrim süreci sonunda bireysel mülkiyet altına girmişlerdir. Emek araçları’nın ve emek araçlarının bir bölümü olduğu üretim araçları’nın ve son çözümlenmede üretim araçlarının da bir bölümü olduğu üretim güçleri’nin belli bir bölümü bulunan üretim aletleri (daha açık bir deyişle; üretim aletleri emek araçlarının, emek araçları üretim güçlerinin bir bölümüdür), üretim güçlerinin en hızlı ve kesintisiz evrimleşen devrimci öğesidir. Bundan ötürüdür ki herhangi bir sosyo-ekonomik düzeni sürekli kılan üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin uygunluğu yasası gereğince bu uygunluğu bozan ve üretim ilişkilerinin yavaş evrimini geride bırakarak yeni bir sosyo-ekonomik düzen dönüşümüne yol açan en devrimci öğe (üretim güçlerinin en devrimci öğesi) üretim aletleri’dir. Bundan ötürüdür ki üretim aletlerinin evrimi, toplumsal gelişmenin temel itici gücüdür. Üretim aletlerinin evrimiyle toplumun evrimi, karşılıklı bir etkileşim içindedirler; toplumun evrimi üretim aletlerini geliştirirken üretim aletlerinin gelişmesi de toplumu geliştirir. ÜRETİM ARACI: Üretim yapabilmek için gerekli araç… İnsanlar üretim araçlarını doğada hazır buldular. Toprağın kendisi bizzat bir üretim aracıydı. Sonra, taş ve sopa gibi doğada buldukları hazır üretim araçlarını kullandılar. Bu buluşlar insan toplumunu geliştirdi, ne var ki toplum gelişince bu doğal araçlar yetmedi. O zaman araç üretmeye başladılar. “Üretim aracı, daha şimdiden emek ürünü olduğuna göre, yani mülkiyete temel olan öğe emek tarafından yaratıldığına göre, komün, ilkel biçimiyle kalamazdı. Bu mülkiyet biçimine dayanan komün, daha şimdiden üretilmiş ikincil bir şey olarak, emekçinin kendisi tarafından yaratılmış bir şey olarak görünmektedir”. ÜRETİM ARAÇLARI: İnsanın üretime geçebilmesi için gerekli bulunan araçların tümü… İnsan emeğinin üretime girişebilmek için muhtaç bulunduğu emek nesneleri ile emek araçlarını kapsar. İnsanın üretime başlayabilmek için her şeyden önce emeğiyle etkileyip değiştirebileceği nesnelere ihtiyaç vardır. Bu nesnelerin başında insan eli değmemiş ilkel biçimiyle doğa gelir. Doğanın ayırt edici özelliği insandan bağımsız oluşudur. İnsan doğayı üretmemiş, tersine, onun bağrından çıkmakla kendi varlığının önkoşulu olarak hazır bulmuştur. Doğa, bir üretim nesnesi olarak bizzat hazır bulunduğu gibi taş, sopa vb. gibi ilk emek araçlarını da bağrında bulundurmaktadır. Ne var ki bütün bu nesne ve araçlar bir dereceye kadar yeterlidir. Üretim, bu ilkel yapısıyla belli bir aşamaya eriştikten sonra emek ya da üretim nesneleriyle özel olarak hazırlanmış üretim araçlarını gerektirir. Bu gelişme aşamasından sonra gerekli emek nesneleri ve emek araçları insan tarafından üretilmiştir, yani bu nesne ve araçlar da artık beşerî (insansal) üretimin ürünü olmuşlardır. Artık insan daha gelişmiş bir üretime girişebilmek için maden, pamuk, iplik, vb. gibi emek nesneleriyle balta, kürek, saban, vb. gibi emek araçlarını bizzat üretmeye başlamıştır. İnsan, kendisi tarafından üretilen ilk iş aleti’ne böylelikle sahip olmuştur. Bundan ötürü insan “alet yapan hayvan” olarak tanımlanır. İnsanın doğaya karşı, elleri ve dişleriyle yaptığı 60 amansız ilkel mücadelenin sonucu olan bu nitelik, insanı insan eden bir niteliktir. Gittikçe gelişmekte olan üretim, nesnelerle aletlerden başka araçları da gerektirmiş; binalar, yollar, kanallar, köprüler, taşıtlar vb. yapılmıştır. İşte, insanın derece derece gelişen üretimi için gerekli bütün bu araçların tümü, üretim araçları deyimiyle dile getirilmiştir. Görüldüğü gibi, insan doğayı teknik dönüşüm (üretim)’e uğratmak için başta doğanın kendisi olmak üzere, dayanıklı ve dayanıksız, birçok araçlar kullanmıştır. Üretim araçları deyimi, bu genel anlamı dışında özel olarak da sadece dayanıklı, yani bir kullanışta tükenmeyen araçları dilegetirir. Demek ki çok önemli terimler olarak, emek nesnelerini doğrudan doğruya etkileyerek dönüşüme uğratan üretim aletleri’yle emek nesnelerini dolaylı olarak dönüşüme uğratan binalar, yollar, taşıtlar gibi üretimsel etkenler emek araçları’nı oluşturur. Emek araçlarıyla emek nesneleri, üretim araçları’nı oluşturur. Üretim araçlarıyla onları kullanacak insan ve bilgisi üretim güçleri’ni oluşturur. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri, üretim tarzı’nı oluşturur. Üretim tarzı da toplumsal-ekonomik oluşum’u gerçekleştirir. Bu terimlerin her biri, kendinden önceki tüm terimleri kapsar ve içerir. Üretim araçları deyiminin karşısında tüketim araçları deyimi yer alır. Ama bu iki deyimi birbirinden ayıran işlevsel bir ölçüttür: kasaplık öküz tüketim aracıdır ama sabana koşulan öküz üretim aracıdır, evi aydınlatan elektrik tüketim aracıdır ama makineyi çalıştıran elektrik tüketim aracıdır. ÜRETİM ARAÇLARI ÜRETİMİ: İnsanın üretim yapabilmesi için gerekli araçların üretilmesi… Tüketim araçları üretimi deyimiyle birlikte diyalektik ekonominin en önemli terimlerindendir. Toplumsal üretimi bu iki kesime ayırmadıkça yeniden üretim yasalarının açıklanması olanaksızdır. Üretim araçları üretimine birinci kesim, tüketim araçları üretimine ikinci kesim denir. ÜRETİM DÜZENİ: Tarihsel süreçte oluşmuş üretme yöntemlerinden her biri... Friedrich Engels “toplumsal nitelik kazanmış olan üretici güçlerle bireysel olarak kalmış bulunan üretim biçimleri arasındaki çatışma (üretim düzeniyle mülkiyet düzeni arasındaki çatışma) nedendir?” diye sorar ve bu soruyu şöyle yanıtlar: “Ortaçağda, emekçilerin kendi üretim araçlarındaki özel mülkiyetine dayanan küçük üretim; toprakta, özgür ya da serf olan küçük çiftçilerin tarımı; şehirlerde, loncalarda örgütlenmiş el zanaatçılığı genellikle yürürlükteydi. İş araçları (toprak, tarımsal araç ve gereçler, ilişkiler, avadanlıklar) tek tek kişilerin, tek işçinin kullanılmasına adapte olmuş iş araçlarıydı ve bu yüzden de zorunlu olarak küçük, önemsiz ve sınırlıydı. Ama işte bu yüzden, genellikle, hepsi de üreticinin kendisinindi. Bu dağınık, sınırlı üretim araçlarını bir araya toplamak, genişletmek ve onları o günün güçlü üretim kaldıraçlarına (manivelalarına) dönüştürmek, kesinlikle, kapitalist üretim ve onu gerekli kılan burjuvazinin tarihsel rolüydü. Ama burjuvazi, bu cüce üretim araçlarını, onları aynı zamanda bireysel üretim araçları olmaktan çıkarıp insanların ancak ortaklaşa (elbirliğiyle) işletebileceği toplumsal üretim araçları haline getirmeden, büyük üretici güçlere dönüştüremezdi. Çıkrığın, el tezgâhının, demirci çekicinin yerine iplik makinesi, mekanik tezgâh, buharlı çekiç kondu. Bireysel işliğin (atölyenin) yerini yüzlerce, binlerce işçinin işbirliğini gerektiren fabrika aldı. Üretim araçları gibi üretimin kendisi de bir bireysel işlemler serisinden bir toplumsal işlemler serisine, ürünler bireysel ürünlerden toplumsal ürünlere dönüştü. Artık fabrikalardan çıkan iplik kumaş, madeni eşya tamamlanmadan önce ardarda ellerinden geçtiği birçok işçinin ortak ürünüydü. Bu işçilerin hiçbiri; bunu ben yaptım, bu benim ürünümdür, diyemezdi. Ama belli bir toplumda, yavaş yavaş ve önceden düşünülmüş bir plana dayanmadan emekleyen kendiliğinden işbölümü üretiminin temel biçimiyse, 61 orada, ürünlerin karşılıklı değişimi, alım-satımı tek tek üreticilerin çeşitli ihtiyaçlarını giderebilecek duruma getiren metalar biçimini alır. Ortaçağdaki durum buydu. Örneğin köylü tarımsal ürününü zanaatçıya satıyor ve ondan elişi ürünler satın alıyordu. Bu tek tek (bireysel) üreticiler toplumuna yeni bir üretim tarzı girdi. Toplumun bütününde başat olan kendiliğinden ve hiçbir plana dayanmadan ve fabrika içinde örgütlenmiş yeni bir iş bölümü belirdi. Bireysel üretimin yanı başında toplumsal üretim ortaya çıktı. Her ikisinin de ürünleri aynı pazarda ve bu yüzden, hiç değilse yaklaşık olarak eşit fiyatlara satıldı. Ama belirli bir plana dayanan örgüt, kendiliğinden olmuş iş bölümünden daha güçlüydü. Bireylerin ortaklaşmasından (kolektifleşmesinden) doğan toplumsal güçle çalışan fabrikalar, mallarını tek başlarına çalışan küçük üreticilerden çok daha ucuza üretiyorlardı. Bireysel üretim, bütün alanlarda yenildi. Toplumsallaştırılmış üretim, eski üretim yöntemlerinin hepsini baştan aşağı değiştirdi. Ama onun devrimci karakteri aynı zamanda, öylesine az anlaşılıyordu ki tersine, meta üretimini arttırmanın ve geliştirmenin bir aracı olarak tanıtılıyordu. Toplumsal üretim ortaya çıktığı zaman meta üretimi ve değişimi için belirli araçları, ticaret sermayesini, zanaatçılığı, ücretli işi hazır olarak buldu ve bol bol kullandı. Böylece, toplumsallaştırılmış üretim kendini yeni bir meta üretimi biçimi olarak tanıtmakla birlikte, onun yarattığı şartlardan eski mal edinme biçimlerinin tam geçerlikte kalması ve onun ürünlerine de uygulanması doğal bir şeydi. Meta üretimini evriminin ortaçağ aşamasında emeğin ürünün kimin olacağı sorunu ortaya çıkarmazdı. Genellikle tek kişi olan üretici, ürününü gene kendi el işi olan hammaddeden, kendi araçlarıyla kendisinin ya da ailesinin el emeğiyle üretiliyordu. Onun için, yeni ürünü mal edinmesine hiçbir ihtiyaç yoktu. Ürün, doğal olarak, bütünüyle onundu. Ürün üzerindeki mülkiyet, bundan ötürü, onun kendi emeğine dayanıyordu. Başkasının yardımına başvurulan yerde bile bu, genellikle az önemliydi ve genellikle ücretten başka bir şeyle ödeniyordu. Loncalı çıraklar ve kalfalar, doyurulmak ve barındırılmaktan çok, kendi başlarına buyruk ustalar (zanaatçılar) olabilmeleri için öğrenmek amacıyla çalışıyorlardı. Bu sırada üretim araçları ve üreticiler, bütün atölyelerde ve yapımevlerinde (manifaktürlerde) toplanıyor, gerçekten toplumsallaştırılmış üretim araçlarına ve toplumsallaştırılmış üreticilere dönüşüyorlardı. Ama toplumsallaştırılmış üreticilerle üretim araçları ve onların ürünleri, bu değişiklikten sonra hala daha önceki gibi, yani bireylerin üretim araçları ve ürünleri gibi işlem görüyordu. O zamana kadar iş araçlarının sahibi ürünü mal edinmişti, çünkü ürün onun ürünüydü ve başkalarının yardımı istisnaydı. Şimdiyse iş araçlarının sahibi, ürün artık onun ürünü olmayıp başkalarının ürünü olduğu halde, ürünü kendisine mal etmekteydi. Böylelikle, artık toplumsal olarak üretilen ürünleri, üretim araçlarını gerçekten kullananlar ve metaları gerçekten üretenler değil, kapitalistler mal ediniyordu. Üretim araçları ve ürünün kendisi, aslında, toplumsallaşmıştı; ama bireylerin özel ürünü ve bundan dolayı herkesin kendi ürününe sahip olmasını ve pazara göndermesini ön şart koşan eski mal edinme biçimine bağlı kalınıyordu. Üretim tarzı, ikincinin dayandığı şartı ortadan kaldırmakla birlikte, mal edinmenin bu biçimine bağlı kalıyordu. Yeni üretim tarzına kapitalist karakterini veren bu çelişki, bugünkü toplumsal uzlaşmaz karşıtlıkların hepsinin çekirdeğini içermektedir. Yeni üretim tarzının bütün önemli üretim alanlarındaki ve bütün imalatçı ülkelerdeki üstünlüğü arttığı oranda, bireysel üretim önemsiz bir hale geldi ve toplumsallaştırılmış üretimle kapitalist mal edinmenin bağdaşmazlığı o oranda gün ışığına çıktı”. ÜRETİM GÜÇLERİ: Üretim araçlarıyla onları kullanacak insan ve bilgisi… Üretici güçler ya da toplumsal üretici güçler de denir. Bununla birlikte üretici güçler deyimini 62 sadece insan’a özgü kılan tanımlar da vardır. (Örneğin Bk. Materyalist Felsefe Sözlüğü, Aziz Çalışlar çevirisi, Sosyal Yayınlar 1972, s.484. Şöyle tanımlanıyor: Üretim usullerine, üretim tecrübesine ve iş itiyatlarına sahip bulunanlar. Üretici güçler, insanların, maddî zenginlik üretmek için kullanılan objeler ile tabiat kuvvetleri karşısında aldıkları tavrı ifade eder). Jean Baby, Principes Fondamentaux d’Economie Politique adlı yapıtında şöyle der: “Üretim güçleri ya da toplumun üretici güçleri deyiminden ne anlamalıyız? İlkin maddi servetlerin üretimine yarayan üretim araçları; aletler, avadanlıklar, makineler, hammaddeler, fabrikalar, binalar vb. Sonra da bu üretim güçlerini kullanan insanlar. Üretim güçlerine bir de üretimi yapanların bilinci demek olan ansal öğeyi eklemek gerekir. Gerçekten de üretim yapabilmek için teknik bilgilere, üretim deneyine ve iş alışkanlıklarına gerek vardır. Bu ansal öğe de toplumun üretici güçlerindendir. Demek oluyor ki üretim güçleri; üretim araçlarını, insanları ve üretim deneyini kapsar”. “Üretim güçleri, üretimin, üretim tarzının bir yüzüdür. Üretimin, üretim tarzının öteki yüzü, insanların üretim süreci içinde birbirleriyle olan ilişkileri, insanlar arasındaki üretim ilişkileri’dir”. En önemli ya da temel üretim gücü, kuşkusuz, insanlardır. Çünkü onlar olmayınca, üretim araçları hiçbir işe yaramazdı. Ama insan, belli bir üretim aracına bağlı değildir. Taştan, sopadan saban ve traktöre kadar çeşitli üretim araçlarını birbirinin yerine koyarak üretimi gerçekleştirmiştir. Üretim toplumsal bir olgu olduğuna göre ana üretim gücü olan insanlar arasındaki ilişkiler de, yani üretim ilişkileri de büyük çapta değer kazanır. “Maddî servetleri üretmek için işledikleri doğayla savaşımlarında insanlar, bir başlarına ve birbirlerinden ayrılmış bireyler değillerdir, ortaklaşa kümeler halinde birleşerek üretebilirler. Bundan ötürü üretim, hangi koşullar içinde olursa olsun, daima toplumsal bir üretimdir”. Bir toplumun üretim güçlerinin ne ölçüde gelişmiş olduğu, en açık biçimde, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Her yeni üretim gücü, örneğin yeni toprakların üretime açılması gibi sadece nicelik bakımından bir artışı söz konusu olmamak koşuluyla, işbölümünü biraz daha geliştirir… Bu iş bölümü ve işbirliği biçiminin bizzat kendisi de bir üretim gücüdür. Dahası, insanların kullanabildikleri üretim güçlerinin toplamı, toplumun karakterini belirler. Demek ki insanlık tarihi, her zaman, üretim ve değişimin (mübadelenin) tarihiyle bir arada incelenmeli ve açıklanmalıdır. Sürekli olarak sayıları ve bununla orantılı gereksinimleri artan insanların yapabilecekleri tek şey, sürekli olarak üretimi geliştirmektir. Üretimin gelişmesi nesnel bir zorunluluk, bir toplum yasasıdır. İnsanlar, üretimini geliştirmeden yaşayamazlar. Üretimsel gelişme sürecindeyse ilk gelişen üretim güçleri, bunların içinde de en hızlı gelişen, üretim araçları’dır. Daha az çalışmayla daha çok verim elde edebilmek için insanlar sürekli olarak üretim araçlarını geliştirirler, sürekli olarak daha yetkinlerini meydana koyarlar. Üretim ilişkileri ise bu hızlı gelişmeye hiçbir zaman ayak uyduramaz, köhner, kokuşur ve dev adımlarıyla ilerleyen üretim güçlerinin ayaklarına takılarak onları kösteklemeye başlar. İşte dönüşüm bu yüzden zorunlu olur ve ilerlemiş üretim güçleri köhnemiş üretim ilişkilerini yıkıp devirerek kendilerine uygun yeni üretim ilişkileri oluştururlar. Tarihsel süreçteki tüm toplumların başına gelen budur. ÜRETİM İLİŞKİLERİ: Üretim sürecinde insanlar arasında kurulan ilişkilerin tümü… Ekonomik ilişkiler de denir. “Üretim, ilişkilerin varlığını şart koşar. Bu ilişkilerin biçimini belirleyen de gene üretimdir”. Üretim ilişkileri, insan bilincinden ve isteklerinden bağımsız, nesnel ilişkilerdir. Bir toplumun üretim biçimi, birbirinden ayrılmaz ama birbirleriyle çelişkiye de düşebilen, üretim ilişkileri ile üretim güçlerinden oluşur, “üretim biçiminin bir yüzü üretim güçleriyse, öbür yüzü de üretim ilişkileridir”. Bu temel üretimsel ilişkiler, tüm öteki ilişkileri de belirleyerek 63 kendilerine uydururlar. “İnsanlar, yapmakta oldukları toplumsal üretimde, belli ve kaçınılmaz ilişkilere girerler. Bu üretim ilişkileri, maddî üretim güçlerinin belli bir aşamasına uygun düşer. Üretim ilişkileri, toplumun ekonomik yapısını oluşturur. Hukuksal ve siyasal tüm üstyapı kuruluşları bu temelin üstünde yükselir. Maddî yaşamın üretiliş biçimi toplumsal, siyasal ve dinsel yaşam süreçlerinin genel niteliğini belirler. İnsanların yaşamlarını belirleyen bilinçleri değil, tersine, bilinçlerini belirleyen yaşamlarıdır. Üretim ilişkileri, hukuksal dilde mülkiyet ilişkileri adını alır. Gelişmesinin belli aşamasında toplumun üretim güçleri, o zamana kadar içinde işledikleri üretim ilişkileriyle (ya da hukuksal dille söylersek, mülkiyet ilişkileriyle) çatışmaya başlar. O zaman üretim ya da mülkiyet ilişkileri, üretim güçlerinin geliştirici destekleyicisi olmaktan çıkıp engelleyicisi köstekleyicisi olur. Bu halde, toplumsal dönüşüm kaçınılmazdır. Ekonomik temelin değişmesiyle üstyapı kurumları da değişmeye başlar”. Mülkiyet ilişkilerinden başka bir şey olmayan üretim ilişkileri, toplumun; üstünde hukuksal, siyasal, dinsel, ideolojik vb. üstyapısının oluştuğu, ekonomik altyapıyı oluşturur. “İnsanlar, üretim sürecinde, sadece doğayla ilişki kurmazlar, birbirleriyle de ilişki kurarlar. Üretim, ancak, belli bir biçimde birlikte çalışmak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiştirmek yoluyla yapılır. Doğayla olan ilişki, yani üretim, bu toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşir. İnsanların toplumsal ilişkileri, doğal olarak, üretim araçlarının niteliğine bağlıdır. Nasıl bir silahın keşfiyle bir ordunun örgütlenişi değişirse yeni bir üretim aracının ortaya çıkışıyla da öylece toplumun örgütlenişi, yani üretim ilişkileri değişir. İnsanların üretim yaparken giriştikleri toplumsal üretim ilişkileri; maddî üretim araçlarının, üretim güçlerinin değişmesine uygun olarak değişir ve gelişir. İlkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum böylesine birer üretim ilişkileri bütünleridir ve her biri insanlık tarihinin ayrı bir gelişme aşamasını dile getirir. Kapital (sermaye) de bir toplumsal üretim ilişkisidir. Kapitali oluşturan çalışma araçları, hammaddeler belli toplumsal koşullar altında ve belli toplumsal ilişkiler içinde kullanılmaktadır”. Üretim ilişkilerinin üretim güçlerine uygun düşmesi gerektiği, yoksa toplumsal dönüşmenin kaçınılmaz olacağı yolundaki toplumsal ve nesnel yasa, tüm insanlık tarihinin içyüzünü ve gelişme nedenini açıklamıştır. Bu yasaya göre, herhangi bir üretim biçiminde bulunan bir toplumun gelişebilmesi için üretim güçleriyle üretim ilişkilerinin birbirlerine uygun düşmesi zorunludur. Zamanla bu uygunluk bozulur ve üretim ilişkileri mevcut durumlarını muhafazaya çalışırken üretim güçleri gittikçe gelişerek onlarla çelişmeye başlar. Üretim güçleri gelişerek değişmekle üretim ilişkilerini de zorunlu olarak değiştirirler. Üretim ilişkilerinin üretim güçleriyle çelişkili bağlantısında, devrimci öğe üretim güçleridir. Önce onlar değişir. Üretim ilişkileri, onların değişimine ayak uydurmak zorundadır. Çünkü üretim güçleriyle üretim ilişkileri, her zaman, çözülmez bir birlik içinde var olmuş ve gelişmişlerdir. Çelişkilerin aşılması ve bu birliğin yeniden kurulması gerekir. Bu birlik olmazsa, toplum da olmaz , “toplumun anatomisi, ekonomisiyle başlar”. “Üretimin toplumsal biçimi ne olursa olsun üretim güçleriyle üretim ilişkileri her zaman için bu biçimin öğeleri (unsurları) olarak yerlerini korurlar. Ne var ki birbirlerinden ayrıldıkları durumlarda, bu öğelerden herhangi biri, tek başına, ancak potansiyel olarak böyledir. Üretimin sürdürülebilmesi için bu öğelerin birleşmeleri gerekir. Bu birliğin sağlandığı her özel biçim, toplum yapısındaki değişik ekonomik çağları birbirinden ayırt eder “. Tarihsel süreçte beş temel üretim ilişkisi tipi gerçekleşmiştir. İlkel komünal üretim ilişkisi, köleci üretim ilişkisi, feodal üretim ilişkisi, kapitalist üretim ilişkisi, sosyalist üretim ilişkisi. 64 ÜRETİM KRİZİ : Tüketimden çok üretmekten doğan bunalım… Bundan ötürü aşırı üretim krizi de da denir. Üretim krizinin bilimsel nedeni çözümlenmiş ve açıklanmıştır. Üretim krizlerini nedenlerini açıklama amacını güden metafizik kuramlar tümüyle bilimdışıdır. Bu bilimdışı kuramların arasında açıkça saçma ve gülünç olanları da vardır ki çağdaş ekonominin en ünlü bilginlerince ileri sürülmüştür. Örneğin Avusturyalı iktisatçı Joseph Schumpeter’e göre – iktisatçı Hansen de bu düşüncededir – ekonomik krizleri icatlar doğurur. Teknik bir yenilik önce ekonominin gelişmesini sağlarsa da bir süre sonra bu yenilik nedeniyle artan üretim, tüketim hacmiyle gerekli dengesini yitirir, ekonomik kriz başlar. Eşit saçmalık ve gülünçlükteki bir başka kurama göre de krizler her on yılda bir zorunlu olarak tekrarlanır, çünkü her on yılda bir güneş üstünde lekeler meydana gelir ve bundan ötürü doğa koşulları değişir. Güneş lekelerinden doğan sıcak dalgaları üretimi çoğaltır. Ekonomik gelişme başlar ve yatırımlar artar, bunun sonucunda da kriz meydana gelir. Bu kuramı ileri süren Profesör Stanley Jevons (1835–1882) marjinalciliğin kurucularındandır ve çağdaş kapitalist ekonominin önemli düşünürlerinden sayılmaktadır. Güneş lekeleri kuramı, birçok metafizik yapılı iktisatçılar – özellikle Beveridge – tarafından savunulmuştur. Oysa krizler, kapitalist üretimin zorunlu hastalığıdır. Devresel olmasının nedeni de, değişmeyen sermayenin devresel olarak yenilenmesi zorunluluğudur. Kapitalist birikim yasasına göre üretim, tüketimden daha hızlı artmak zorundadır. Kapitalizm öncesi bunalımlar büsbütün başka nedenlerle olurdu. Savaşlar, salgın hastalıklar, su baskınları, depremler vb. gibi doğal ve toplumsal çöküntüler yüzünden tüm üretim azalırdı. Bundan ötürü de kapitalizm öncesi kriz, kullanma değerlerinin noksan üretiminden doğan bir bunalımdı. Kapitalizm krizleri ise, bunun tam tersine, değiştirme değerlerinin aşırı üretiminden doğan bir bunalımdır. Tüketime yetecek olandan daha çok üretilen mallar piyasada satılamaz, yani değiştirme değerini gerçekleştiremez ve zorunlu iflaslar kapitalist düzeni altüst eder. Kapitalizmin bu çelişkisi daha açık bir deyişle, üretimin büyük ölçüde gelişmesiyle tüketimin daha sınırlı gelişmesi arasındaki çelişkidir. Birinci seksiyonla (üretim malları üretimi), ikinci seksiyon (tüketim malları üretimi) arasındaki dengenin bozulması krizin tek ve açık nedenidir. Bu, sermayenin organik bileşiminin artmasından ve kâr oranının düşmesinden ötürü üretimde gerçekleşen bir anarşidir. Belçikalı ekonomi bilgini Ernest Mandel şöyle demektedir: “Sermayenin devresel hareketi ortalama kâr oranının eğilimli düşüşünü sağlayan mekanizmadan başka bir şey değildir, sistemin bu düşüşe karşı gösterdiği bir tepkidir. Bu tepki krizler sırasında sermayenin değerini yitirmesinde belirir. Krizler, mal üretiminde harcanan emek niceliğinin toplumsal bakımdan gerekli emek niceliğine, tek tek her mal değerinin toplumsal bakımdan belirlenmiş değere ve bu malların içerdiği artık değerin de ortalama kâra periyodik olarak uymasını sağlar. Kapitalist üretim bilinçli olarak planlanmış ve örgütlenmiş bir üretim olmadığından, bu ayarlamalar önceden değil, sonradan yapılır. Bundan ötürü de şiddetli sarsıntılara yol açar” (Mandel, Traité d’Économie, bölüm ХІ). Kriz, devresel olarak şu evrelerden geçer. Bu evreler kâr oranının evreleridir: 1. Ekonomik canlanma, 2. Refah, 3. Aşırı üretim, 4. Kriz ve çöküntü. Kapitalist üretim düzeninde sürekli olarak üretim artışını körükleyen, kapitalist üretimin temel yasası gereğince, her an daha çok kâr elde etme zorunluluğudur. Bundan başka, üretim araçları üretiminin her an daha çok genişlemesi de her türlü genişletilmiş üretimin ekonomik yasasıdır, üretim araçları üretimini her an arttırmadan hiçbir genişletilmiş üretim yapılamaz. Toplumsal sermayenin yalın yeniden-üretimiyle genişletilmiş yenidenüretimin çözümü, birinci ve ikinci sektörün içindeki çeşitli dallar arasında gerçekleşmesi gereken canlılığın ancak üretim krizleriyle sağlanabildiğini gösterir. 65 Kapitalist yeniden-üretime özgü uyuşturulamaz karşıtlıklar yüzünden aşırı üretim krizleri kaçınılmazdır ve önlenemez. ÜRETİM TARZI: Toplumun tarihsel olarak oluşturduğu ve geliştirdiği üretme ve dolayısıyla yaşama yöntemlerinden her biri… Üretim biçimi deyimiyle anlamdaş olarak kullanılıyorsa da her iki terim arasında, küçük de olsa, bir anlam ayrılığı vardır. “İnsanların yaşama araçlarını üretim biçimleri, daha önce hazır buldukları ve yeniden üretmek zorunda kaldıkları yaşama koşullarına bağlıdır. Üretim tarzı’nı sadece bireylerin fizik varlığının yeniden üretilmesi olarak görmemek gerekir. Bu üretim tarzı, daha çok, bu bireylerin etkinliklerinin belli bir yöntem’idir, yaşamlarını dile getirişlerinin belli bir yöntem’idir, belli bir yaşama yöntemi’dir. İnsanların yaşamlarını dile getirme biçemleri (üslupları) onların ne olduklarını kesinlikle gösterir. Demek ki insanların şöyle ya da böyle olmaları, üretim yöntemlerinin şöyle ya da böyle olmasına tıpatıp uyar, ürettikleri şeye uyduğu gibi bu şeyi üretiş biçimleri’ne de uyar. Öyleyse insanların ne oldukları, onların üretimlerinin maddî koşullarına bağlıdır”. ÜSTYAPI: Altyapıyla belirlenen her türlü bilinçsel etkinlikler… Diyalektik ekonomi dilinde altyapı deyimi karşılığında kullanılır. “İnsanların maddî yaşamları bilinçleriyle değil, bilinçleri maddî yaşamlarıyla belirlenir”. Bundan ötürüdür ki maddî yaşam altyapı, bilinçsel yaşamsa üstyapıdır. İnsan bilinci de toplumsal bir üründür. İnsanlar yaşamaları için gerekli araçları ürettikleri gibi siyasal, felsefesel, dinsel, hukuksal, ahlaksal vb. düşünce ve kurumları da üretirler. Ama bütün bu üretimlerin temeli maddî üretimdir. İnsanlar önce üretip sonra yaşamazlar, önce yaşayıp sonra bu yaşayışlarına uygun düşünceler edinirler ve bu düşüncelere uygun yapılar kurarlar. Örneğin köleci üretim biçimi kölelik ahlakını, köle dinini ve köleci devlet düzenini üretmiştir. Belli bir biçimde üreten insanlar zorunlu olarak belli bir toplumsal ve siyasal ilişkiler içine girerler. Düşünsel ve toplumsal üstyapı, belli kişilerin yaşama sürecinden çıkıp gelişir. İnsan düşündüğü gibi yaşayamaz, yaşadığı gibi düşünür. Çiftçi, çiftçi gibi düşündüğü için çiftçi olmuş değildir; çiftçi olduğu için, çiftçi gibi düşünmektedir. Ama çiftçi gibi düşündüğü için de çiftçilik koşullarını etkiler ve değiştirir. İnsan yaşamı, alt ve üstyapının karşılıklı etkileriyle oluşur, gelişir ve kurumlar, insan iradesinden bağımsız ve zorunlu olarak, bu temelin üstünde yükselirler. Bundan ötürüdür ki altyapı değiştirilmeden üstyapı değiştirilemez ve altyapıyı olduğu gibi bırakarak doğrudan üstyapı değişikliklerine yönelen bütün düzeltme çabaları sonuçsuz kalmaya mahkûmdur. Çiftçinin düşüncesi değiştirilmekle çiftçilik koşulları değiştirilemez, ancak çiftçilik koşulları değiştirilmekle çiftçinin düşüncesi değiştirilebilir. Hukuk, ahlak, din, siyasal vb. bütün üstyapı kurumları ekonomik altyapıya sımsıkı bağlıdır ve altyapının gerektirdiği zorunlu kurumlardır. Ancak çiftçi olmak çiftçi gibi düşünmeyi gerektirir, ama çiftçi gibi düşünmek de çiftçiliği oluşturur, yani altyapı üstyapıyı belirlerken üstyapı da altyapıyı belirler. Gelişme süreci, karşılıklı etkilerle (etkileşimlerle, enteraksiyon’larla) oluşur. Tarihsel süreçte her sosyo-ekonomik yapının üretimsel temeliyle belirlenen kendine özgü üstyapısı olmuştur. Örneğin köleci düzenin hukuku köle sahiplerinin, feodal düzenin hukuku toprak sahiplerinin haklarını korumuştur. Bununla beraber üstyapı kurumlarının altyapıya bağımlılıkları yanında özerklikleri de vardır. Bu özerklikleri altyapıyı değiştirme çabasında belirir. Altyapıyla üstyapının diyalektik etkileşiminde temel olan altyapıdır, kültürel üstyapı altyapı tarafından belirlenir. Çünkü insanların varlık koşulları olan, ilk ve vazgeçilmez eylemleri ekonomik eylemleridir, “insanlar önce yaşayabilecek durumda olmalıdırlar ki tarih yapabilsinler”; yaşayacak durumda olmak demek yemek, içmek, giyinmek, barınmak vb. demektir ki, tek sözle üretimsel 66 eylemde, ekonomik eylemde bulunmak demektir. Üstyapı’nın birçok özellikleri vardır. İlkin, pek karmaşık gibi görünür: Bir yanda maddî yaşamın siyasal ve hukuksal kurumları (Devlet, hükümetler, meclisler, her türlü yönetim örgenleri, polis, mahkemeler, hapishaneler vb.) yer alırken öbür yanda tinsel yaşamın düşünsel ve toplumsal ilişkileri (ahlak, din, sanat, ideoloji, hukuk vb.) yer alır. Bu karmaşıklığın meydana getirdiği bütün, sanki bağımsızmış ve özerkmiş gibi görünür. Ne var ki bu görünüş tümüyle aldatıcıdır. Çünkü altyapıdaki köksel değişmenin bir süre sonra üstyapıyı altüst ettiği kolaylıkla görülür. Gerçekte üstyapı, bağımsız ve özerk olmadığı gibi, bir türden (mütecanis) de değildir. Her üstyapıda üç ayrı bölüm vardır: Göçüp gitmiş olan üstyapının kalıntısı olan bölüm (örneğin kapitalist düzenin üstyapısında feodal düzenin kalıntısı olan üstyapı kurumları), egemen durumda bulunan üstyapı bölümü (örneğin kapitalist düzenin kapitalist üstyapı kurumları), filizlenmekte olan geleceğin üstyapısının öncü bölümü (örneğin kapitalist düzenin üstyapısında filizlenen sosyalist üstyapı kurumları). Bu bölümlere egemen olan, elbette, var bulunan düzenin egemen sınıfının üstyapısıdır. Bundan ötürüdür ki egemen üstyapı altyapıyı etkileyip düzenin sürdürmeye çalışır. Ne var ki insanlar, düzensizliklerin bilincine de yine bu üstyapı düzeyinde varırlar. Bu yüzden, toplumların evrimini sanki üstyapı yönetiyormuş gibi görünür. Düşüncelerin, kavramların ve bilincin üretimi, başlangıçta, insanların maddî faaliyeti ve maddî ilişkileriyle iç içedir. Düşünme ve insanlar arasındaki zihinsel alışveriş bu düzeyde insanların maddî davranışlarının açık dışa vuruşu olarak görünür. Bir halkın siyasal, hukuk, ahlak, din, metafizik vb. dilinde dile gelişini bulan zihin üretimi de aynıdır. Kavramlarını, düşüncelerini vb. insanlar üretirler; yani, sahip oldukları üretim güçlerinin ve bunlara uygun düşen üretim ilişkilerinin belli bir gelişimiyle şartlanmış gerçek, faal insanlar üretirler. Bilinç, hiçbir zaman bilinçli var oluştan başka bir şey olamaz; insanların var oluşlarıysa onların maddî yaşama süreçleridir. Eğer insanlar ve koşulları, ideolojide camera obscura (görüntüyü baş aşağı yansıtan bir orta çağ aygıtı)’da olduğu gibi baş aşağı görünüyorsa, bu, insanların tarihsel yaşama süreçlerinin bir sonucudur. Bu ideolojiler, insanların maddî yaşama süreçlerinden yansıyan soyutlamalardır. Demek ki ahlak, din, metafizik vb. ile bunlara uygun düşen bilinç biçimleri sözde bağımsız görünüşlerini artık koruyamazlar. Çünkü bunların ne tarihleri ve ne de gelişmeleri vardır, insanlar maddî üretimlerini ve maddî ilişkilerini geliştirmekle düşüncelerini ve düşüncelerinin çeşitli ürünlerini de geliştirirler. Yaşam bilinçle belirlenmez, tersine, bilinç yaşamla belirlenir. ÜSTYAPI (FS): Altyapıyla belirlenen düşünceler, kurumlar ve her türlü bilinçsel ürünler… Tarihsel materyalizm dilinde altyapı ya da temel deyimleriyle birlikte kullanılır. Altyapı deyimi üretim ilişkilerini dile getirir. Bu temelce belirlenen üstyapı din, siyasa, hukuk, sanat, ahlak, felsefe, ideoloji vb. gibi her türlü düşünce biçimlerini ve bunların doğurduğu kurum ve örgenlikleri kapsar. Kültürel üstyapı, ekonomik altyapı tarafından belirlenir. Çünkü insanların ilk ve vazgeçilmez. Eylemleri ekonomik eylemlerdir. “insanlar önce yaşayacak durumda olmalılar ki tarih yapabilsinler”. İnsanlar ne tür bir ekonomik yapı içindeyseler o türlü bir düşünüş ve yaşama biçimi içindedirler. “Bir kulübede bir saraydakinden başka türlü düşünülür”. Bir çiftçi, çiftçi gibi düşündüğü için çiftçi olmuş değil, çiftçi olduğu için çiftçi gibi düşünmüştür. Ancak, çiftçi olmak çiftçi gibi düşünmeyi gerektirir, ama çiftçi gibi düşünmek de çiftçiliği oluşturur, yani altyapı üstyapıyı belirlerken üstyapı da altyapıyı belirler. Gelişme süreci karşılıklı etkilerle oluşur. Tarihsel süreçte her sosyo-ekonomik yapının üretimsel temeliyle belirlenen kendine özgü bir üstyapısı olmuştur. Örneğin köleci düzenin hukuku toprak sahiplerinin haklarını korumuştur. Bununla beraber üstyapı 67 kurumlarının altyapıya bağımlılıkları yanında özerklikleri de vardır. Bu özerklikleri altyapı değiştirme çabasında belirir. ÜTOPYACI SOSYALİZM: Bilimsel olmayan sosyalizm öğretileri… Özellikle Fourier, Saint-Simon, Robert Owen gibi düşünürlerin sosyalizm anlayışları bu adla anılır. Ne var ki ekonominin temel kavramları diyalektik bir çözümlemeyle bilimsel bir gerçekliğe kavuşturulmadıkça sosyalizm önerileri hayalcilik planında kalmak zorundaydı. Toplumsal düzensizliğe çare arayan ve altyapıyı bilimsel olarak çözümleyemeyen düşünürler, idealist düşünce yapıları içinde zorunlu olarak üstyapı düzeltmeleri düşlemekteydiler. Ama bu düşçü araştırmalar, ekonomik düzensizliğin sağlam bir eleştirisini yapmışlar ve zaman zaman bilimsel gerçeklere parlak sezişlerle yaklaşmışlardır. Nasıl kimya bilimi ütopyacı bir simya, astronomi bilimi ütopyacı bir astroloji evresi geçirmek zorunda kalmışsa bilimsel sosyalizm de öylece ütopyacı bir sosyalizm evresi geçirmek zorunda kalmıştır. Ütopyacı sosyalizm deyimi küçümseyici bir anlam taşımaz, sadece sosyalist düşüncenin evriminde zorunlu bir evreyi adlandırır. Ne var ki ütopyacı sosyalizm bilimsel sosyalizmin üç büyük kaynağından biri olduğu halde, bilimsel sosyalizm ütopyacı sosyalizmle de savaşmak ve onu çürütmek zorundaydı. Bu zorunluluk, evrensel diyalektik yasaların zorunluluğudur. Her gelişen, kendisini geliştireni, yok etmekle gerçekleşebilir. Ütopyacı sosyalizme yönelen bilimsel eleştiriler, onun büyük önemine duyulan saygıyı zerrece eksiltmeksizin, sadece bu zorunluluğu dile getirirler. YASA: Evrensel gelişmeyi belirleyen zorunlu, nedensel ve nesnel iç ilişki… Hukuk açısından yasa kavramı, toplumsal ilişkileri düzenlemek için devletçe konulmuş kuralları dile getirir. Bu kuralları temellendiren devlet yapısını kuran ilkelere de anayasa denir. Yasa da, devlet ve hukuk gibi tarihsel bir olgudur. Bir zamanlar yoktu, ilkel komünal toplumda kamu düzeni, gelenek ve göreneklerle, tüm toplumun ortak çıkarlarını temsil eden yaşlıların etkisi ile sağlanırdı. Toplumun yapısı, köleci üretim düzenine dönüşmekle devlet, hukuk ve yasa gereği duyuldu. Köle sahipleri azınlıktaydılar. Büyük çoğunluğu oluşturan kölelerden korkuyorlardı. Onları çalıştırmak ve baskı altında tutabilmek için silahlı bir örgüt kurmak ve kurallar koymak zorunluluğunu duydular. Devlet, hukuk ve yasa böylelikle doğdu. Hukuk, devletçe konulmuş kamusal davranış kurallarını düzenleme aracıdır ve belli bir toplumun siyasal düzenini koruma amacını taşar. Tarihsel süreçteki ilk yasalar (örneğin Hamurabi Yasası) kölelerin çalıştırılmasına ve köle mülkiyetinin korunmasına ilişkin yasalardır. Özellikle köleci üretim düzeninde ortaya çıkan özel mülkiyet kurumu da, korunabilmek için, belli kuralları yani yasaları getirmiştir. İnsanların yaptıkları bu yasalar dışında yasa kavramı bilimsel açıdan evrenin işleyiş kurallarını dile getirir. İnorganik ve organik doğa; bilinç ve toplum; tek sözle tüm evren bu nesnel (insan düşüncesinden ve iradesinden bağımsız) yasaların zorunluluğuyla işler ve gelişir. Yasalar bu bakımdan belli türlere ayrılır. İlkin evrenin tümünde (yani bir taşın, bir bitkinin yaşamından toplumun yaşamına kadar tüm evrensel alanlarda) geçerli evrensel yasalar vardır. 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında keşfedilen bu yasalar 3 tanedir. Karşıtların birliği ve savaşımı yasası, olumsuzlanmanın olumsuzlanması yasası, nicelikten niteliğe geçiş yasası. Genel, tikel ve türev tüm yasalar bu üç evrensel yasanın güdümü altındadır. Toplumsal ekonomik süreçlerin gelişmesinde örneğin köle-köle sahibi hem bir birlik hem de bir karşıtlıktır. Biri olmadan öbürü de olmaz, ama biri öbürü ile sürekli olarak savaşır, bu savaşımın sonunda da köleci toplum gelişerek feodal topluma dönüşür. Köleci toplum kendinden önceki toplumsal-ekonomik oluşum olan ilkel komünal toplumu olumsuzlayarak 68 oluşmuştur. Ne var ki kendisi de feodal toplum tarafından olumsuzlanmıştır. Köleci düzenin iç çelişkileri ilkin nicelikçe çoğalmış ve olgunluk noktasına gelince topluma nitelik değiştirterek köleci üretim biçimini feodal üretim biçimine dönüştürmüştür. Bu evresel yasaların dışında fizikteki Ohm yasası ve toplumsal-ekonomik süreçlerdeki sınıf savaşımı yasası gibi tek ya da az sayıdaki olgularda geçerli olan tikel yasalar vardır. Örneğin sınıf savaşımı yasası tarihsel süreçte gerçekleşmiş olan 5 toplumsalekonomik formasyonun (komünal, köleci, feodal, kapitalist, sosyalist) sadece üçünde (köleci, feodal, kapitalist) geçerlidir, öbür ikisinde (komünal, sosyalist) sınıflar bulunmadığından işlemez. Fizikteki erkenin sakınımı yasası ve toplumsal-ekonomik süreçlerdeki üretim güçlerinin üretim ilişkilerine uygunluğu yasası gibi çok sayıdaki olgularda geçerli olan yasalara da genel yasalar denir. Örneğin üretim güçlerinin üretim ilişkilerine uygunluğu yasası tarihsel süreçteki tüm sosyo-ekonomik formasyonlarda geçerlidir. Yukarda belirttiğimiz üç evrensel yasanın dışındaki bütün yasalar özel yasalar’dır, her biri kendi alanına özgüdür ve öbür alanlarda geçersizdir. Örneğin fizik yasaları toplumsal-ekonomik süreçlerde geçerli olmadığı gibi, toplumsal-ekonomik yasalar da biyolojik süreçlerde geçersizdir. Hiçbir yasa kendi alanından başka bir alana indirgenemez. Metafizik ve idealist düşence sisteminin büyük yanılgısı örneğin sosyal Darvincilikte olduğu gibi, bunları birbirine karıştırmak olmuştur. Biyolojik Darvinciliği topluma uygulamaya kalkışmak ya açık bir kasıtlılığın ya da bilimsel bilgiden yoksulluğun ürünüdür. Bir başka bakımdan da yasalar temel yasalar ile türev yasalar olmak üzere ikiye ayrılır. Türev yasalar, bir temel yasadan türeyen ve o yasayı somutlaştıran yasalardır. Türev yasalar temel yasanın egemen olduğu tüm tikel alanlarda işlerler ve temel yasaya bağımlı olduklarından ötürü bütün bu tikel alanları birbirine bağlayıp somutlaştırırlar. Herhangi bir alanı o alanın temel yasasına bağımlı olan bir türev yasalar hiyerarşisi işletir. Türev yasa somut olaylara temel yasadan daha yakındır. Örneğin, kapitalist üretim biçiminin temel yasası artık-değer yasasıdır. Ama bu temel yasanın türevleri olan değer yasası, emek yasası, yeniden üretim yasası vb. kapitalist üretim biçiminin tikel olaylarını işleterek tüm kapitalist düzende geçerli temel yasa olan artık-değer yasasını bütünlerler ve somutlarlar. Yasalar, olgular arasındaki nesnel, nedensel ve zorunlu iç ilişkileri yansıtırlar. Yasalılık bilimin temelidir. Bütün bilimlerde olduğu gibi ekonomi biliminin de yasaları bulunmasaydı, ekonomi bir bilim olmazdı. YEDEK SANAYİ ORDUSU: Tekniğin gelişmesiyle iş alanları dışına itilen emekçiler… Aynı anlamda nispî artık nüfus ya da nispî aşırı nüfus deyimleri de kullanılmıştır. Tarihsel materyalizme göre kapitalist üretim yapısı gereği sürekli olarak gelişmek zorundadır, çünkü büyük kârlar gelişme farklarından doğar. Gelişmiş olan, gelişmemiş olanın kârını da paylaşır. Bu bakımdan sermayenin organik bileşimi sürekli ve hızlı olarak büyür, değişmeyen sermaye -yani makine ve binalara harcanan sermaye- değişken sermayeye -yani işçi ücretlerine harcanan sermayeye- oranla durmadan artar. Bu teknik ilerleme işçileri iş alanlarının dışına iterek yedek sanayi ordusunu ya da nispî artık nüfusu meydana getirir. İşsiz bırakılan bu nüfus, bizzat kendi kendini de çoğaltır. Çünkü, çalışmayan işçiler çalışan işçilere rekabet edeceğinden işçi ücretlerini düşürürler, çalışan işçiler işlerini korumak ve yerlerinde kalmak için ya iş gününü uzatmak ya da emeklerini yoğunlaştırmak zorunda kalırlar. Bu da yeni emek güçlerinin işten çıkarılmaları sonucu doğurur. İşgününü uzatmak ya da emeği yoğunlaştırmak yoluyla beş işçiye yaptırabileceği bir işte hiçbir patron sekiz işçi tutmaz, işçilerden üçüne yol verir. Bundan başka sermayedarlar ilerleyen teknik sayesinde kadın ve çocukları da kullanmaya başlarlar, bu da birçok işçilerin işsiz kalmalarına sebep olur. Okula gitmesi gereken çocuk ve çocuk doğurup büyütmesi 69 gereken kadın, çalışması gereken erkek işçinin yerini alır; çünkü hiçbir patron ucuz ücretli bir çocuğa işlettirebileceği bir makine için daha büyük ücretli erkek işçi kullanmaz. Birbirini karşılıklı olarak etkileyen bütün bu nedenlerle yedek sanayi ordusu bizzat kendi kendisini de büyütmekte devam eder. YENİDEN ÜRETİM: Üretimin süreklilik niteliği… Üretim her an yenilenen bir süreçtir. Kapitalist üretimse kâr amacı güttüğünde özellikle böyledir. Üretimin sonunda elde edilen artık-değerin bir bölümü yeniden üretime yatırılır. Artık-değerin tümünün kişisel gereksinimler için harcanarak üretime başlangıçtaki ana malla devam edilmesine basit yeniden üretim, artık değerin bütünü kişisel gereksinimler için harcanmayarak bir bölümünün yeni üretime yatırılmasına ve böylelikle üretimin genişlemesine genişletilmiş yeniden üretim denir. Basit yeniden üretim olağan bir durum değildir, olağanüstü hallerde gerçekleşebilir. Kapitalizm öncesi üretim biçimlerinde bile, durgunluk devreleri dışında, toplumun gelişebilmesi için üretim daima geliştirilmiştir. İlkel toplumlarda örneğin yiyecek maddelerinin biriktirilmesi bile genişletilmiş bir yeniden üretimi dile getirir. Kapitalist üretim biçiminin ayırt edici özelliği ise, üretimin sürekli olarak genişletilmesi, yani toplumsal artık-ürünün üretici bir biçimde tüketilmesidir. Ne var ki genişleyen bir üretimin bunalımlara düşmeden sürüp gidebilmesi için: 1. Üretim süreci boyunca kullanılmış üretim mallarının yenilenmesi için gerekli üretim mallarıyla iş gücünün devamını sağlayacak tüketim mallarının üretilmesi, 2. Bu üretim mallarıyla tüketim mallarının değerlerini gerçekleştirebilecek satın alma gücünün yaratılması, 3. Bu satın alma gücünün de hem üretim malları hem tüketim malları bakımından arz ve talep arasında bir denge sağlayacak biçimde dağıtılması şarttır. Diyalektik anlayışa göre kapitalist üretimin yapısal çelişkisi bu şartları zorunlu olarak gerçekleştirememesindendir. Kapitalist üretim bu şartları gerçekleştiremez, çünkü yapısı gereği üretimi ancak satın alma gücünü daraltarak genişletmektedir. Satın alma gücünün kapitalist dağıtımı, üretim malları üreten sektörle tüketim malları üreten sektörde, arz ve talebi hiçbir zaman eşitleyemez. Kapitalist üretimde krizlere düşülmesinin nedeni budur. Kapitalist üretimde sermayenin organik bileşimi hızla büyür; yani sermayenin makine, bina, ham madde vb. ayrılan bölümü (değişmeyen sermaye) işçi üreticilerine ayrılan bölümüne (değişken sermaye) oranla hızla artar. Kapitalist üretim çarkı, yapısı gereği, bu yasayla işler: sermaye birikimi kapitalist gelişmeyi, kapitalist gelişme sermaye birikimi hızlandırır. Bunun zorunlu sonucu üretimin hızla artmasına karşı tüketimin sınırlandırılmasıdır. Böylesine bir dengesizlikte kriz kaçınılmazdır. Diyalektik ekonomi, basit ve genişletilmiş yenilen üretimin işleyiş yasalarını saptamıştır. Yeniden üretim şemaları adı verilen şemalarda açıklanan bu yasalar kısaca şudur: Basit yeniden üretimin gerçekleştirilebilmesi için üretim malları üreten sektördeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının tüketim malları üreten sektördeki değişmeyen sermayeye eşit olması, genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleşebilmesi için üretim malları üreten sektördeki değişken sermaye ile artık-değer toplamının tüketim malları üreten sektördeki değişmeyen sermayeden büyük olması gerektir. Diyalektik ekonomi anlayışına göre bu yasalar, çok önemli şu iki gerçeği gün ışığına çıkarmaktadır: 1. Genişletilmiş yeniden üretimin aşırı üretime ve dolayısıyla bunalıma düşülmeden gerçekleşebilmesi için her sektörde üretilen malların miktar, mahiyet ve değer hacimlerinin önceden saptanması ve bilinmesi şarttır, aksi halde kriz kaçınılmazdır, buysa kapitalist üretimin yapısı gereği mümkün değildir, demek ki kapitalist üretimde kriz kaçınılmazdır. 2. Her sektördeki malların miktar, mahiyet ve değer hacimlerinin önceden saptanması ve bilinmesi ancak sosyalist plancılıkla ve 70 sosyalist ekonomide mümkündür. Demek ki krizsiz bir üretim ancak sosyalist ekonomide gerçekleşebilir. 71