EŞ İŞTEN GEÇMEDEN Yonca Eldener
Transkript
EŞ İŞTEN GEÇMEDEN Yonca Eldener
EŞ İŞTEN GEÇMEDEN Yonca Eldener . Es, Isten , Geçmeden Yonca Eldener Printed in Türkiye Edited by Foxit Reader Copyright(C) by Foxit Corporation,2005-2009 For Evaluation Only. Dr. Yonca Boyacı Eldener 1972’de Ankara’da doğdu. 1990 yılında TED Ankara Koleji’nden, 1994’te ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir Planlama Bölümü’nden mezun oldu. 1995 yılında Avrupa Birliği “Jean Monnet Bursu” ile Univeristy College LondonBartlett Mimarlık Okulu’nda mastır yaptı. 1996-2002 ODTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir Planlama bölümünde, perakende coğrafyası alanındaki tezi ile doktora derecesini aldı. Amerika’da basılmış, perakende ve dağıtım zinciri üzerine makaleleri bulunmaktadır. Bunlardan ikisi 1998’de Ford Vakfı Kahire - Orta Doğu Araştırma Yarışması Ödülü’nü aldı. 1997’de Hızlı Tüketim Mamulleri sektöründe pazar ölçümleme alanında kariyerine başladı. Uluslararası bir perakende şirketinde 1999-2002 yılları arasında mağaza açılışlarından sorumlu Geliştirme Müdürü, 2002-2009 yılları arasında mağaza açılışlarından ve teknik yatırımlardan sorumlu Geliştirme Direktörü, 2008-2010 yılları arasında satınalma, pazarlama, reklam, tedarik planlama, market markaları ve kalite birimlerinden sorumlu Kıdemli Ticaret Direktörü olarak çalıştı. 2010 -2011 yılları arasında aynı görev kapsamı ile ev-dışı tüketim sektöründe lider bir firmada Ticaret Direktörü olarak çalıştı. Evli ve iki kız çocuk annesidir. www.yoncaeldener.com 9 Sevgili eşim Emre Eldener’e, arkadaşım Feray Akın’a ve tüm sevdiklerime sonsuz teşekkürler… 9 Güzel annemin anısına… 1 Mustafa bulundukları plazanın en üst katındaki, tüm Maslak’a hakim ofisinde her sabah kendine taze kahve hazırlar, ceketini çıkarıp astıktan sonra sırtını deri koltuğuna yaslayıp saat 9.00’a kadar rahatsız edilmeden sabah gazetelerine göz gezdirirdi. Saat tam 9.00 olduğunda asistanı odasına günlük programını bildirmek için girer, önemli notlarını aktarırdı. Bugün de tam vaktinde, kahve kokusu sinmiş lüks ofis odasına giren asistanı onaylanması için fatura dosyasını masasına bırakmış ve bugünün son gün olduğunu hatırlatmıştı. Faturaları sırayla incelerken ihtiyacı olduğunda bilgi almak için ilgili müdürünü arıyor, sorular soruyordu. Eline aldığı son faturayı dikkatlice incelemiş, soru sormak için müdürlerini tek tek, defalarca telefonla aramak yerine hepsini odaya çağırmaya karar vermişti. “Feray günaydın, ben Mustafa.” “Günaydın.” “Pazarlama bölümü faturaları için aradım. Anlamadığım birkaç nokta var. Zeynep’i de alıp odama gelir misiniz?” “Tabii, hemen geliyoruz.” Müdürlerini beklerken camdan süzülen güneş ışığı 9 Mustafa’nın koyu lacivert gözlerine vuruyordu. Hafif kır saçları alnına dökülmüş, parmaklarını açarak birleştirdiği ellerini, dümdüz burnuna dayamıştı. Olağanüstü zevkli giyinen Mustafa’nın gömlek manşetlerine işlenmiş isim ve soyadının baş harflerine eşlik eden lüks kol düğmelerine düşkünlüğünü herkes bilirdi. Amerika’nın en saygın üniversitelerinden birinde mühendislik okumuş ve üzerine biri Amerika’dan, diğeri Londra’dan olmak üzere iki yüksek lisans derecesi almıştı. Herkesle son derece mesafeli bu adamın ne düşündüğünü bilmek imkânsızdı, bu nedenle ne kadar kızgın olduğunu anlamak da mümkün değildi. Biraz önce eline aldığı faturanın dip rakamının yüksekliğini görünce gözlerine inanamamış, rakamı doğru gördüğünden emin olmak için faturaya tekrar tekrar bakmış, doğru olduğunu anlayınca da müdürlerini çağırmıştı. İçeriye giren Feray ve Zeynep, masasının karşısındaki siyah deri koltuğa oturur oturmaz Mustafa konuya girdi. “Arkadaşlar, elimdeki faturanın ne olduğunu öğrenebilir miyim?” “Yeni kozmetik ürünlerimizin masrafları Mustafa Bey.” “Bu harcamanın ön onayını görebilir miyim Feray?” “Ürünün kârlılık çalışmalarına bakılmak kaydıyla satışa uygun olduğuna dair onayım var Mustafa Bey. Ama kârlılık onayı benim değil. Kârlılık onayını takip etmek Zeynep’in görevi.” Lafa giren Zeynep, “Kârlılık için finans bölümünden tüm verileri aldım ve ilgili birimlere gönderdim Mustafa Bey. Hepsiyle ilgili siz de elektronik postalarda ektesiniz.” “Ürünü getirmek ne kadar pahalıya gelmiş, bilmem farkında mıyız?” dedi Mustafa. “Pazarlama bölümü olarak genel merkezin istediği raporlarda bize talimat verildiği üzere ithalat ve diğer maliyetlere bakmıyoruz. Biz sadece alış fiyatına onay verdik ama diğer maliyetlerden sorumlu Ayşe’ye bildirdim.” Mustafa faturayı saplantı haline getirmişti, Ayşe’yi çağırdı. Telaşla odaya dalan Ayşe açıklamaya başladı, “Mustafa Bey, o maliyetlerin içinde depolama da var sanırım, çünkü benim onayladığım kısım bu rakamdan daha düşüktü.” “Ayşe Hanım, depo maliyetini eklesek dahi bu kadar tutmaz ki.” “Anlıyorum ancak depolama lojistik müdürünün işi olduğu için ben sadece işin depo teslimine kadar ki kısmına onay verdim.” Lojistik müdürü Ahmet’i odaya çağıran Ayşe, ilk defa Mustafa’nın bu kadar sinirli olduğunu hissetmişti. Ahmet de gelip oda kalabalıklaşınca koltuklarda yer kalmamış, ilave bir ofis sandalyesi getirmişlerdi. Ahmet yerleşince durumu açıkladı, “Mustafa Bey, çift ödeme yaptık depolamayla ilgili. İthalatçı firmayı değiştirirken hem eskisine hem yenisine ödedik.” “İşte dört müdürümü toplayınca net bir cevap geldi. Cevabı beğenmemiş olabilirim ama en azından net. Çift ödemeden dolayı bu kadar yüksek bir fatura söz konusu. Gelelim ‘nasıl’ sorusundan sonra ‘neden’ sorusuna. Neden çift ödedik, sorabilir miyim?” “Avukatımız Selma Hanım öyle önerdi.” “Selma Hanım’ın imzaladığı formu alabilir miyim?” “Selma Hanım form imzalamıyor, kendisine ulaşabildiğimizde kurşunkalemle paraf atıyor.” “Ahmet, kurşunkalemle mi tükenmezle mi diye sormuyorum. Sen onaysız yaptın bu işi o zaman!” 10 11 “Hayır, olur mu Mustafa Bey? Önce genel merkeze bildirdim ama oradaki sorumlu kişi yetkilerin değiştiğini, onaylayacak kişinin belli olmadığını ve durum acilse bizim lokal avukatımızın onayını almamızı söyledi. Ben de çok pratik bir yol denedim. Aynen şöyle oldu: Selma Hanım’ı kahve makinesinin yanında gördüm. Kahve makinesi bölgesi şirketin ‘köy meydanı’ konumunda ve normalde toplantıda olduklarından bir arada yakalayamadığımız konuyla ilgili diğer kişileri de etrafta bulabiliyorsunuz. Konumuzla alakası yok ama giriş kapısından kahve meydanına kadar koridor boyunca ‘Centrum’ tabelası asabiliriz diye bir önerim de ayrıca olacaktı.” Mustafa gülümsemedi. Lojistik müdürü yerinde toparlandı ve ciddileşerek devam etti. “Selma Hanım’a çok basit bir soru sordum. Yeni parfümümüz için ithalatçı firmayı değiştirmek istiyoruz, ancak henüz yenisi ile anlaşma yapamadık. Anlaşma yaparsak yüklü bir miktarı peşin talep ediyorlar. Yani aynı dönem için hem eskisine hem yenisine ödeme yapmış olmayalım. Hukuken kimle çalışılmalı: a) Eskisi, b) Yenisi, dedim. Selma Hanım, ‘Biliyorsunuz hukuk öyle siyah beyaz değil,’ diye cevapladı. Önce esastan incelemesi lazımmış. ‘Durum biraz acil olduğu için genel bir fikir almak istemiştim. Mesela hangisiyle çalışmak daha az riskli, o kadarını bile bilmem yeter,’ diye ısrar ettim ama bana, ‘İkisiyle de çalışıp ödeyin; sonra duruma istinaden dava açar, geri almaya çalışırız,’ dedi. ‘Ben de tam bunu soruyordum zaten çift ödeme yapmayalım derken,’ diye espri yaptım. Hani laf soktum anlasın iş çözülmedi diye ama Selma Hanım teşekkür edip kurşunkalemle parafladı. İsterseniz getirebilirim,” dedi. Mustafa sabit gözlerle dinliyor ve elindeki lüks dolmakalemin arkasını masanın üzerine vuruyordu. Ortalık sessizleşti ve lojistik müdürü bu sinir bozucu sessizliği bozmak için gereksiz yere devam etti konuşmasına. “Biliyor musunuz Mustafa Bey ne düşünüyorum? Günlük hayatınızda tanışsanız arkadaş olmayı kesinlikle düşünmeyeceğiniz insanlarla işyerinde yıllarınızı geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Selma Hanım evinde de böyle top çeviren biri midir, hep merak etmişimdir. Mesela kızı ‘Anne bak ipi boynuma geçirdim, intihar ediyorum’ diye seslense ‘Şekil yönünden neye sıkıldıysan esastan inceleyince durum farklı olabilir kızım’ mı diyecek? ‘Anne çekiyorum ipi!’, ‘O zaman sen ipi çek sonra Yargıtay’a götürürüz kızım…’ Ha ha hah ha!” Mustafa ayağa kalktı ve, “Herkes çıksın,” dedi. Müdürler ordusu odayı bir salise içinde boşalttı. Sonra kendi kendine, “Birazdan son durumu açıkladığımda şirket nasıl bu hale geldi anlamadık, diyeceksiniz. Hâlbuki herkes lanet olası kendi işini yapmış değil mi!” diye söylendi. “Genel merkez de ay üssü Alfa. Durumun ciddiyetini herkes umarım anlar.” 12 13 2 Hiç beklemediği bir anda karanlıkta duyulan “çıtttt” sesi ile gözünün kenarına sert bir cismin çarpması bir oldu. Acıyla elini gözüne götürdü ve kısık bir çığlık atıverdi. Bir saniye öncesine kadar büyük toplantı odasında bulunan herkes son derece dikkatli bir biçimde konuşmasını dinliyor ve notlar alıyordu. “Önümüzdeki çeyrekte, özellikle parfüm satışlarımızın arttırılması için güçlü tanıtım kampanyaları düzenlememiz gerekiyor,” demişti Zeynep, genel müdürü Mustafa’ya ve diğer müdür arkadaşlarına. Kahve kokusuyla dolmuş yarı loş toplantı odasında duvara projektör ile yansıtılmış sunumunu anlatıyorken, elindeki kırmızı lazer ışığı duvara yansıyan rakamların üzerinde gezdiriyordu. Son üç aydır aralıksız üzerinde çalıştığı projesini sunmaya ilk başladığında sesi ve elleri titremiş, toplantıya girdiğinden beri defalarca titreyen cep telefonu da dikkatini dağıtmıştı. Çok geçmeden heyecanını yenmeyi başarmış, en can alıcı bölüme geldiğinde projektörden duvara yansıyan ışık huzmesine Zeynep’in Hacivat misali ikiye katlanmış gölgesi girmişti. 14 Zeynep’in müdürü Mustafa, içtiği kahvenin plastik karıştırıcısını Zeynep sunuma başladığından beri eliyle eğip büküyordu. Sonunda kırılan karıştırıcının parçası kontrolsüz biçimde fırlamıştı. Karanlıkta parçanın nereye uçtuğunu göremeyen Mustafa, Zeynep’in çığlığıyla parçanın kime çarptığını anlamıştı. Telaşla ayağa fırlamış, sunumu iyi görebilmek için kapatılmış elektrik düğmesini açmıştı. “Zeynep, iyi misin? Nerene geldi?” diye sordu telaşla. “İyiyim Mustafa Bey, gözümün kenarına geldi. Küçük bir parça! Bir şey olmadı merak etmeyin,” dedi sesi titreyerek. “Hay Allah! Ne saçma kaza, kusura bakma Zeynep, ara verelim de yüzünü yıka istersen.” “Mustafa Bey haklı Zeynep, tuvalete gidip aynada bir bak istersen,” dedi iş arkadaşı Feray. “Bu arada madem konuşma bölündü söyleyeyim. Cep telefonun sürekli çalıyor. Önemli gibi geldi.” Tüm bunların olma olasılığı milyarda bir olmasa Feray ayarladı diyecekti. Bir de telefonu uzatmıştı yardım etmeye çalışır gibi. Herkesin çoktan dikkati dağılmış ve odadan çıkmaya başlamışlardı. Zeynep canının yanması bir yana, Mustafa’nın ilgisizliğine çok içerlemişti. Günlerdir hazırlandığı projesini müdürünün bu şekilde dinlemesine çok bozulmuştu. Cep telefonunu Feray’ın elinden alıp annesinden altı cevapsız arama geldiğini görünce afallamıştı. Koridora çıkarak annesini aramış ve annesi açar açmaz, “Efendim anne!” diye öyle bir çıkışmıştı ki Hülya Hanım karşı tarafta yerinden sıçradı. “Kızım görmüyor musun kaç kere aradım. Niye açmı15 yorsun Allah aşkına!” dedi sinirle. “Anne, toplantıda proje sunuyorum. Şu anda bu telefona bakıyor olmam bir mucize. Ara verdik, çabuk söyle lütfen. Ne oldu, niye bu kadar ısrarlı aradın?” “Ben Zeliha’yı hastaneye getirdim. Şimdi acildeyiz,” dedi Hülya Hanım telaşla. “Ne hastanesi?” “Zeliha’ya test yapıyorlar şimdi. Birazdan belli olacak durumu. Yine kafasına göre ilaç almış deli kadın!” “Çocuğa kim bakıyor o zaman?” diye sordu Zeynep telaşlanarak. “Karşı komşu Cavidan Hanım’a emanet ettik mecburen. Cem’e ulaşamadım bir türlü. Müsait olursan hastaneye gel bizi almaya,” dedi Hülya Hanım iç çekerek. “Anne, Tonguç’u arasaydın ya bir kere de.” “Aşk olsun Zeynep, kardeşinin bu saatte uyuduğunu bilmiyorsun sanki. Müsaitsen dedim zaten. Olmazsan ben hallederim.” “Diyelim ki Cem’e ulaşamadığın için en önem verdiğim toplantıdan çıktım ve hastaneye geldim. Gelmekle bitmiyor ki! Cavidan Hanım’ın izlerini çocuğun üzerinden silmek yıllar alabilir. Zeliha’ya ise ne diyeceğimi bilemiyorum, bence intihar girişimi olabilir. Zira yetişkin bir insanın son iki ayda üçüncü kez kafasına göre ilaç alıp hastanelik olmayacağını kabul ediyoruz bizler. Yani artık emekliliğe ayrılmak, çocuk bakmak istemiyorsa daha doğrudan söyleyebilir değil mi? Haa, aklıma gelmişken hastanede babam ve kardeşimin durumunu da sor! Yıllardır yan yatarak televizyon izlemekten sol omuzları sağ omuzlarından daha çıkıklaşınca ne yapılmalıymış? Eminim şu an yanlamasına uzanıp üzüm yiyen Romalı tarzında televizyon izliyorlardır. Benim de vaktim bolmuşçasına olanlarla bizzat ilgilenmek görevim. Gözümün çok acıması da hiç önemli değil. Biliyor musun anne, gözüm çok acıyor!” diyerek telefonu kapattı Zeynep. Telefonun diğer tarafında Hülya Hanım duyduklarına bir anlam veremedi. Aslında işin gerçeği çocuklarının konuşmalarına genel olarak anlam veremiyordu. Ancak ne dediklerini anlayıp nedenine anlam verememekle, ne dediklerini hiç anlayamamak arasında fark vardı. Zeynep giderek daha da gerginleşiyor ve anlaşılmaz oluyordu. Hülya Hanım Zeynep’i tekrar aradı ve ilk çalışta açtığı telefona, “Eminim plastik karıştırıcıların Mustafa Bey tarafında olanlarını önceden eğip büktüler ve direncini zayıflattılar anne. Ama benim direncimi asla zayıflatamayacaklar!” dedi Zeynep ve tekrar annesinin yüzüne kapattı. Hülya Hanım tam tekrar geri arayacaktı ki elinde kâğıtlarla kendine yaklaşan doktoru görüp vazgeçti. Zeynep, topukları ahşap parkeyi delercesine, toplantı odasına doğru mağrur bakışlarıyla yürüdü. Eliyle sildiği gözünün kenarındaki ince sıyrıktan hafifçe sızan kan, mendiliyle bastırınca durmuştu. Maslak insanı ölçülerinde epeyce kan dökmüş sayılırdı ve döktüğü kan yerde kalmayacaktı. Kaldığı yerden sunuma devam edecekti. İçeri girdiğinde Mustafa’nın toplantı odasında pencereden dışarıya bakarak telefonuyla konuştuğunu gördü. ‘İnşallah bundan sonrasını adam gibi dinler,’ diye geçirdi içinden. Ayakta, diğerlerinin de toparlanmasını bekliyordu devam etmek için. Mustafa ise telefonu kapamış ve yerine oturmuştu ama oldukça keyifsiz gözüküyordu. Herkes toparlanınca ayağa kalktı ve eliyle işaret ettiği Zeynep’i yerine oturttu. “Zeynep, toplantıya sonra devam edeceğiz,” 16 17 dedi. Diğer katılımcılara döndü, “Arkadaşlar, bugün için bu kadar. Zeynep, Feray, Turgut, Ayşe, Ahmet, Nilgün, siz kalın. Diğerleri çıkabilirler. Teşekkür ederim.” Herkes kaş göz işaretleriyle diğerinin ne olduğunu bilip bilmediğini anlamaya çalışırken odada kalan müdürler tedirginleşmişti. Ciddi bir şeyler olduğu kesindi, zira şirketin çaycısı Kadir’in, aldığı titreşimlerden saçları dikilmişti. Bu iyiye alamet değildi. “Arkadaşlar, haberler tatsız,” dedi Mustafa. “Bir süredir şirket sonuçlarımız istediğimiz gibi gitmiyor. Genel merkezde de yeniden yapılanma sonucu bir belirsizlik var biliyorsunuz. Hangi konuyu kime raporladığımız dahi karışmış durumda. Bu dönemden kazasız çıkmamız için bundan sonraki üç ay ne olursa olsun sonuçları düzelteceğiz. Aksi durumda şirket küçülmeye gider ve birçok arkadaşımız işini kaybeder. Sizden tek ricam bu konuştuklarımızın aramızda kalması. Altını çiziyorum, işten çıkarma yapılacak demiyorum ama, risk büyük. Bu nedenle hiç olmadığı kadar çok çalışacağız. Hafta başı tekrar toplanacağız, size bir süredir üzerinde çalıştığım aksiyon planlarımı anlatacağım ve fikirlerinizi alacağım.” Müdürler sessizlik ve endişe içinde eşyalarını toplayıp odadan çıktılar. O sırada Zeynep’in kızı Ece karşı komşuları Cavidan Hanım’la oturuyordu. “Uslu uslu otur bakalım anneannen gelene kadar. Niye bu kadar çok soru soruyorsun ki sen bakiiim?” dedi Cavidan Hanım. “Cavidan teyze DVD nerede bu evde? Göremedim,” diye sordu Ece. “Çikolata al.” “İstemem.” “Aaaal, sonra yersin, kolonya? Aç avucunu.” “İstemiyoruuum, niye kafama döktün teyze? İstememek hakkım.” “Ne hakkı, el kadar çocuk!” “Aneeeeeeee!” 18 19 3 Zeynep 30 yaşında, elâ gözlü, düz siyah saçlı, oldukça zayıf bir kadındı. Titiz ve hayatın kontrolünü elinde tutmaya ant içmiş Zeynep, düzenini bozacak ve kontrolüne müdahale anlamına gelecek her türlü girişime set çekerek bedelini stresle ödediği hayatı sonucunda istediği başarıya, yani unvana ve lüks bir sitedeki bir eve ulaşmayı hayal ediyordu. Büyük ve saygın bir holding olan Zorius Capital, Avrupa’daki birçok kozmetik markasının sahibiydi. Zeynep Zorius Capital’in Türkiye iştirakinde, altı yıldır aynı pozisyonda, terfi bekleyerek çalışmaktaydı. Terfi onayı şimdiye dek iki kez ana merkezdeki onay verecek kişilerin yer değiştirmesi sonucu son anda ertelenmişti. Haksızlıklarla şanssızlıklar el ele vermişti son dönemde kariyerinde. Diğer pazarlama müdürü Feray’ın türlü oyunlarla sorumluluğunu ona yüklediği ve kimsenin yönetmek istemediği ‘vebalı’ parfümün satılması imkânsızı başarması demekti. Kendine verilen hiçbir sorumluluktan kaçmamış olduğu için parfüm üzerinde bir süredir çok çalışıyordu ve yapması gerekenlerin başında Türkçede oldukça ayıp bir 20 kelimeyi çağrıştıran parfüm ismini değiştirmek geliyordu. Bugün isim değişikliğini de önereceği proje sunumunu günlerdir dört gözle beklemişti. Günün geride bıraktığı sönük etkiden dolayı yaşadığı hayal kırıklığına bir de tatsız küçülme haberi eklenmişti. Toplantı bittiğinde haber ışık hızıyla yayılmış, Mustafa’nın mesajı şirket içinde bir dönem çok özveriyle çalışılması gerektiği yönünde değil, birçok kişinin işten çıkarılacağı şeklinde algılanmıştı. Bir ‘işten çıkarılacaklar listesi’ aniden elektronik postasına düşünce, Zeynep spekülasyon çarklarının dönmeye başladığını anlamış, bakmadan bilgisayarını kapamıştı. Daha fazla şirkette kalmak istemiyordu. Zeynep o ana kadar terfi etmediği için kızgınlık duyarken, birden içini korku kapladı. Bir sürü taksit, çocuğun okul masrafları, bakıcı parası derken evin dönmesi için gereken parayı düşününce böyle bir olasılık korkunç gözükmüştü gözüne. Eşi Cem’in işinde ilerlemek veya daha çok kazanmak için en ufak bir isteği ve gayreti olmadığı gibi, son bir yıldır dozu artan çevreci eylemleri yüzünden vurdumduymazlığı da had safhadaydı. Evin iyi çocuğu olarak annesine de parasal destek oluyor, bu, Zeynep’in üzerindeki stresi daha da artırıyordu. “Allah korusun,” dedi kendi kendine. Daha da çok çalışması gerekecekti. 21 4 Annesi Hülya Hanım Zeliha’yı hastaneden, Ece’yi de komşudan alıp kendi evine götürdüğünü haber vermişti. Rahatlayan Zeynep çocuğunu almaya annesine gidecekti. Cem’e ise ulaşamıyordu. Binanın bodrum katındaki otoparka inmişti. Arabasına binmek üzereyken sileceğe sıkıştırılmış kartviziti fark etti. Kartın arkasında arabasına çarptığı için özür dileyen ve kendisi ile irtibata geçmesini rica eden birinin notu vardı. Kartı çevirdiğinde Tülay isimli birinin arabasına çarpmış olduğunu anlamış, kartı cebine koymuştu. Arabanın neresine çarpıldığını görmek için aracın etrafında dolaşıp tamponun yamulmuş olduğunu görünce yüzünü buruşturmuştu. Hasarın çok olmadığını düşünmüştü ama yerine oturup motoru çalıştırmak istediğinde panelde yanan uyarı işaretlerini gördü. Bu halde eve gidip gidemeyeceğini anlaması gerekiyordu. Arabanın torpido gözünden yardım servisinin telefonunu buldu ve çevirdi. Çalan telefonun açılmasını beklerken, “Tam gününü buldun arabama çarpacak,” diye söylendi. Telefona cevap veren görevli, Zeynep’in kendisiyle konuştuğunu sandı. 22 “Kimi aramıştınız hanımefendi?” diye sordu. “Merhaba, arabamın arızasıyla ilgili aramıştım.” “Peki, öncelikle güvenliğiniz için tüm konuşmalarımız kaydedilmektedir. Annenizin kızlık soyadının ilk ve üçüncü harfini rica edebilir miyim?” Müşteri hizmetlerinde çalışan bayanların ezberletilmiş metinler üzerinden konuşmaları hep sinirine dokunmuştu. Cevap verdi: “Neden? Arızayla ne alakası var?” “Sistemimiz bu şekilde. Almadan işlem yapamıyoruz.” “Bire üçe gerek yok. Tamamını söyleyeyim, zira herkes sorduğu için deşifre oldu zaten. Annemin kızlık soyadı Güzel, şimdiki soyadıysa Hörgüç. Canım kızlık soyadını bırakmak zorunda kalmış evlenince. Zamanında babamın dedesi tek hörgüçlü deve güreştirip bahis topladığı için kendisine takılan Hörgüç lakabına istinaden verilmiş. Ben evlenince bu soyadından kurtuldum ama annemle kardeşim Tonguç Hörgüç hâlâ aynı durumdalar.” “Kusura bakmayın. Soyadının tamamını alamıyoruz. Güvenliğiniz için kapatıyorum. Yeniden aramanız gerekiyor. Bizi seçtiğiniz için teşekkürler.” Zeynep itiraz etti ama telefon kapanmıştı bile. Sonunda arabanın ön panelinde yanan ışıkları tarif edip sorunu anlatabileceği birini bulmuştu. “Aracı kullanmayın,” demişti görevli. Sinir içinde telefonu kapatan Zeynep, çantasını ve bilgisayarını alıp binanın önündeki ana caddeye çıktı, otobüs duraklarına doğru yürüdü. Durağa vardığında, saatte bir geçen otobüsü kaçırdığını anlayıp dolmuşa binmeye karar verdi. Yanına yaklaşarak yavaşlayan ve kornaya basan taksiye de sinir olmuştu. Taksiye binecek olsa kendisi elini havaya kaldırırdı. Şöyle bir şey hiç olmuş muydu? 23 Taksi şoförü yavaşlar ve başını eğerek Zeynep’e doğru kornaya basar “dııııııt!” “Hay Allah iyiliğini versin, hiç taksiye bineceğim yoktu. E dur bineyim hadi!” “Nereye abla?” “Ver elini Çamlıca!” Yol kenarında beklerken uzaktan dolmuşu gördü ve elini kaldırdı. Dolmuş eli havada gördü ve anında içindeki yolcuları kafa topuna çıkar vaziyette sarsıp orta şeritte durdu. Zeynep de orta sıraya, yaşlı bir teyzenin yanına oturdu. Oturur oturmaz eline arkadan bir “Levent” parası, öne iletmek üzere tutuşturuldu. Zeynep de öndekinin omzunu azıcık dürtüp “1 Levent” uzattı ama adamcağız “Sorry (Pardon)” deyince turist olduğunu anladı. Genzini temizleyerek: “1, 4 Levent please, (1, 4 Levent lütfen)” dedi Zeynep. “Sorry, 1 for what? (Pardon, ne için 1?)” diye sordu turist. Yanında oturan yaşlı teyze de bir yandan, “Ne istiyormuş kızım?” diye Zeynep’e soruyordu. Zeynep turiste, “Please pass it to the driver,” deyip teyzeye döndü ve “Şoföre uzatır mısın dedim teyze. Böyle yabancı dillerde bazen tam karşılığı olmuyor ya söyleyeceklerinin,” dedi. “Nereliymiş ki bunlar?” diye sordu yaşlı teyze. Zeynep devam etti açıklamasına, “Mesela şu Koçtaş falan var ya, yapı market. Onların İngilizcesi ne biliyor musun teyze, DIY (do-it-yourself) yani ‘git kendin yap’ demek. Türkçede öyle dense yemin ederim kimse gitmez.” “Türkiye’yi sevmişler mi?” diye sordu yaşlı teyze. “Başka dilde kötü şeyleri çağrıştıran isimleri de önem- semiyorlar. Ben mesela bir parfümün pazarlama müdürüyüm ve ismi ayıp bir kelimeyi çağrıştırıyor Türkçede.” Zeynep 4. Levent Mahallesi’ne yaklaştıklarını fark edince, yolun karşı sırasındaki Emniyetevler Mahallesi girişinde inmek için parolayı söyledi: “Müsait bir yerde inecek vaaar!” Cep telefonuyla sohbet halindeki şoför, bedava kontörler sayesinde sosyalleşmekle meşguldü ve de durağı atlamıştı. Telefonu kapatıp Zeynep’in sesini duyduğunda bir sonraki kavşağa gelmişti bile. Zeynep’in itirazı boşunaydı. İnerken dolmuş sadece yavaşlamakla yetinip tam durmadığı için tek ayağı havada kalınca tökezleyerek düşmekten zor kurtuldu. Çantasının sapını çekerek minibüsün kapısından kurtarmaya çalışırken sağa sola savrularak zorlukla dengesini buldu ve topuğunun teki çıktı. Tek ayağıyla sıçraya sıçraya dayanacak bir direk buldu ve ayakkabısını eline alıp topuğunu düzeltmeye çalıştı. Minibüsten aşağıya itilmiş görünümü veren inişi yolda duran mahalleli gençlerin pek komiğine gittiği için ayrıca yıprandı. Etraftakilerle göz teması kurmamaya gayret ederek caddeden karşı kaldırıma, Notre Dame’ın kamburu tarzında, topallaya topallaya yürüdü. Utanmaz şoför bir de minibüsün arka camına “Hatalıysam: 053....” diye bir telefon numarası yazmıştı, trafiğe çıkması topyekûn hata olan biri için çok iddialı geldi Zeynep’e. Annesinin evine çok yaklaşmıştı. Kaldırımda yürürken fırından gelen taze ekmek kokusunu duyunca dayanamayıp içeri girmiş, cama dizilmiş nar gibi kızarmış taze ekmekleri görünce kendine gelmişti. Parayı ödemek için sekerek tezgâha yürüdüğü sırada cep telefonu çalmaya başlamış, çantasında birkaç dakikalık sondaj yaptıktan 24 25 sonra telefonu ancak bulabilmişti. Telefonu açtı ve kulağıyla omzu arasına sıkıştırarak, “Cem? Sonunda! Nerdesin bu saate kadar?” dedi. “20 kuruş,” dedi fırıncı. “Yani 2 milyon mu oluyor eski parayla?” dedi Zeynep. Kendisiyle konuştuğunu sanan Cem, “Bilmem! Kefalet sistemine mi geçtik ki?” diye sordu. “Sana demedim Cem,” dedi Zeynep. “Yani iki tane bundan vereceksin abla,” dedi fırıncı elindeki bozuk paraları gösterip. “Benim kızım küçükken bozuk para verince ben çalışan para istiyorum diyordu biliyor musunuz?” diye, sormadığı halde fırıncıyla zamansız da olsa bir anısını paylaşmıştı. Fırıncı gülümsemedi. Cem’in boğuk sesi geliyordu telefondan, “Anlamadım Zeynep?” “Zeliha için mi arıyorsun Cem?” “Ne Zeliha’sı?” “Tamam anlaşıldı, haberin yok! Sonra arar mısın Cem?” deyip fırıncıya döndü, “Kaç dediniz?” diye sordu. Elini tekrar çantasına soktu, güzelce bir çevirdi kazanda kepçe çevirir gibi çantanın dibinde, ancak köşesinden tutup yüzeye çıkardığı eşyalardan üçüncüsünde de isabet yoktu, cüzdanını bulamıyordu. Cep telefonunu kapatmadan tezgâha bıraktı ve çantasının içindekileri tek tek tezgâhın üzerine çıkarmaya başladı. Cep telefonundan Cem’in boğuk sesi geliyordu. Giderek artan telaşıyla cevap veremeyeceğini anlayınca telefonun kapatma tuşuna bastı. Cüzdanı çantasında son bir kez daha aradı ama nafile; düşürmüş olmalıydı. Telaşla dükkânın girişinden başlayarak minibüsten indiği yere kadar geri yürümeye başladı. Fırıncı arkasından, “Sonra ödersin abla,” diye seslenirken o çoktan köşeyi dönmüştü bile. Yok, yok, yok! İnanamıyordu. Cep telefonu tekrar çaldı ve tüm hıncını telefondan çıkarırcasına “Ceeem!” diye kükredi. “Zeynep çok acele gelmen lazım. Tarlabaşı’ndayım,” diye yalvardı Cem. “Niye ben gelecekmişim? Kendin gelsene.” “Gelemem, zincirliyim.” “Bana ne Cem? Zinciri nasıl bağladıysan öyle aç canım. Anlaşıldı neden sana ulaşamadığımız. Zaten de gelemem, çünkü cüzdanımı kaybettim.” “Polis kelepçenin anahtarını aldı. Sen gelmezsen anahtarı geri almaya ikna edemem. Normalde gece salıyorlar ama bu sefer gece de tutabilirler!” “Çürü orada inşallah! Kahretsin Cem, çocuk komşuda rehin, Zeliha hastanede, şu yaptığına bak! Çok şanslısın ki annem halletmiş.” “Geliyorsun o zaman.” “Önce eve gidip para bulmam lazım. Biraz bekleyeceksin.” 26 27 Zeynep aynı yolu iki defa yürüdü ama cüzdanını bulamadı. Umudu kalmayınca daha da gecikmeden önce eve uğrayıp para bulmaya, sonra gidip Cem’i almaya karar verdi. Annesine de Ece’yi akşam geç saatte alacağını haber verdi. Evde nerede nakit para vardı, hatırlamaya çalıştı. Ayrıca kimliği de cüzdanı ile kaybolduğu için pasaportunu bulması lazımdı. Nakit arayışına başladığı mutfak kavanozu boş çıkmış, sırayla ayakkabılık, elbise cepleri ve çantaların fermuarlı gözlerine geçmişti. Yatağın kenarına oturup elindeki çantanın ucundan tutmuş baş aşağı sallıyordu. Bu son çanta da umulanı vermezse korkulan olacak ve karşı komşu Cavidan Hanım’ın ziline basıp para dilenecekti. Bu yüzden son çantayı astarı sökülesiye salladı ama sonuç alamadı. Yaşlı komşu Cavidan Hanım, Zeynep zile iki kere bastıktan sonra bekâr, sigaradan sesi kalınlaşmış, kara kuru haliyle kapıyı açtı. Zeynep genzini temizleyip konuştu, “Cavidan teyze rahatsız ediyorum. Öncelikle Ece’ye baktığınız için teşekkür ederim. Şimdi ne istiyorsun derseniz cüzdanımı kaybettim. Akşam geri verilmek üzere sizden biraz ödünç almak istiyordum mümkünse.” “O çöpleri zamanında kapıya koymuyorsunuz, bekleyince kokuyor.” “Tamam Cavidan teyze, acelem var, verebilecek misiniz?” Cavidan Hanım bir yandan ağzında sigara tüterken konuşmaya devam ediyor, bir yandan da içeriye yürüyordu. Zeynep cüzdanını almaya gittiğini ümit etti ve bu duruma düştüğü için gözü seğirmeye başladı. Cavidan Hanım geri geldiğinde, “Gece geç geliyorsunuz. Geç kalmayın evladım, burası aile apartmanı,” dedi elindeki parayı uzatırken. “Çok teşekkürler Cavidan teyze. Ben hemen veririm eşim gelince. Ece için tekrar teşekkürler.” Kapıyı çarparak çıktı apartmandan ve dolmuşa bindi. Cem’i almaya Tarlabaşı’na gidiyordu. Cem, National Geographic okur, belgesel izler ve organik gıda yerdi. Greenpeace üyesi olan Cem dağcılık, dalgıçlık, paraşüt, parasailing, yelken ve binicilik öğrenirken, 30 yaşına kadar işe girip para kazanma safhasına gelememişti. Bir ara çöpten plastik şişe ve kâğıt toplayarak geri dönüşüme ve aile bütçesine katkı yapmak istemiş ama çöpleri toplayan Çingene çocuk kulağını ısırınca vazgeçmişti. Çingene çocuğun çöp bölgesi, belgesellerde egemenlik bölgesini koruyan erkek geyiklerinkine benzetilebilirdi. Zeynep’le lisede tanışmışlardı. Üniversite yıllarında çevrecilikle ilgilenmeye başlayan Cem, Hindistan ve Nepal’e uzun süren yolculuklar yaparken okulunu yedi yılda bitirebilmişti. En kısası üç ay süren ruhsal arınmaların ardından her sefer farklı yolculuklara çıkmanın hayaliyle annesine gözükmeye ve para almaya İstanbul’a 28 29 5 geri dönmüş, babasının harçlığını kesmesi bile onu durduramamıştı. En son Hindistan gezisinden döndüğünde uzun sakalları ve keçeleşmiş, kokan saçlarından ötürü sınırdan üç saatlik polis sorgusuyla geçebilmişti. Cem o kadar yakışıklıydı ki, yüzlerce kızın arasında onu elde edenin kendisi olması Zeynep’in aklını başından almıştı. Atletik bir vücudu, upuzun kirpikleri, dümdüz bir burnu ve muhteşem bir gülüşü vardı. O kadar uzun zamandır birliktelerdi ki ondan başka bir eş seçeneğini düşünmemiş olan Zeynep, mezun olunca ülkeye döner dönmez nikâh masasına oturttuğu Cem’i, birçok kadının düştüğü hataya düşerek, düzelteceğini sanmıştı. Cem süpermen misali gündüz bankada, akşam çevreci hareket için dernekte çalışıyordu. Aralarında giderek su yüzüne çıkan hayat görüşü farkı, çocuk olunca daha da belirginleşmişti. Zeynep çocuktan sonra daha tedirgin ve hayat endişesi taşır oldukça, Cem de giderek parasal tatminden uzaklaşıyordu. İkisi de ilişkilerinin iyi gitmediğinin farkındaydı. Zeynep dolmuşta Cem’i kaçıncı keredir kurtarmaya gittiğini düşünerek sinirlendi. Niye daha normal bir eşi olmadığına hayıflandı içinden. Bugün ona şirkette yaşadıklarını anlatıp içini dökmeyi beklerken, hiç de istemediği bir işe müdahil oluyordu yine. Taksim’e geldiğini herkesin inmesiyle dolmuşta tek kalınca fark etti ve telaşla ayağa kalkıp indi. Beş dakika kadar yürüyünce doğru yere geldiğini kalabalık sayesinde anlamıştı. Polis arabası, mahalleli ve atölye çalışanlarının kalabalığını yararak işyeri girişine doğru yöneldi. Cem tek eli giriş parmaklıklarına zincirlenmiş halde, yerde oturuyordu. Kocasının yanına gelince çömeldi. Biraz utanıyordu ve herkesin bakışları altında olmaktan hiç memnun de- ğildi. Derin bir iç çekti. Yarın öbür gün ünlü bir yönetici olsa basına nasıl açıklardı bu durumu? Cem hiçbir şey olmamış gibi hatır sordu, “Ne haber Zeynep?” “Bir de soruyor musun!” Yanlarındaki yaşlı teyze, Cem ile Zeynep’in arasında, elleri arkasında kavuşmuş, öne eğilerek ilgiyle konuşmaları dinliyordu. “Bu doğa hepimizin tamam mı? Sen dünya kaynaklarını düşünmeden tüketirken her gün buzullar eriyor. Şu an, şu saniye bile! Bak cümlemi bitirdiğimde eridi bir tane.” “Ne olmuş evladım?” dedi teyze merakla. “Kutup ayıları tutunacak buz parçası kalmadığı için yüze yüze yorgunluktan ölüyor teyze. Acil tedbir almazsak bu insanlık suçuna seyirci kalacağız.” “O kutup ayılarının sorunu evladım. Çok uzak, onu diyorum.” Zeynep araya girdi, “Gidip polisi bulayım. Para var mı üstünde Cem?” “Ben de ilk görünce sizi, bedava bir şey dağıtıyorsunuz sandım,” diye ısrar etti teyze. Sabrı taşan Zeynep teyzeye diklenerek, “Yok teyze yok! Bize bir müsaade eder misiniz?” dedi. “Biz emekliyiz evladım. Dağıtsanız iyi olurdu.” Zeynep kalabalığın arasından polise doğru yöneldi. Atölye çalışanlarından bir kişi Zeynep’e, “Yuuuh!” diye bağırmaya başladığında yerin dibine geçti. Cem de sanki yerde zincirlenmiş duruyor değil de, kendi sahasındaki tribün taraftarıymış gibi “Katilleeer!” diye adamlara laf yetiştirmeye başlamıştı. Buna mukabil, “Ulan züppe katil senin babandır,” diye kendini öne atan bir işçiyi diğerleri 30 31 kolundan ve gömleğinden tutmaya çalışıyordu. Cem, denim atölyesinin kullandığı kimyasalların insan sağlığına zararlarına dikkat çekmek için kendini zincirlemişti ancak atölye çalışanları sadece işlerini kaybetmemek derdindeydi. Polis arabasının yanına güçlükle varan Zeynep, “Eşimin kelepçesinin anahtarını alabilir miyim?” diye sordu. Memurun telsizinden gelen garip ve kesik sesler Zeynep’in dikkatini dağıtıyordu. “Maalesef.” Cevabı duyunca yüzüne ateş basan Zeynep, tahmin ettiğinden daha çok uğraşacağını anlayınca korkmuştu. O sırada mahalleden birkaç çocuk Zeynep’in etrafını sarmış, içinde bulunduğu üzüntülü durum umurlarında olmadan bir şeyler satmaya çalışıyorlardı. Yüzü gözü kir içinde kara bir oğlan, arsız bir ses tonuyla, “Abla mendil lazım mı abla? N’oolur al be abla. Abla n’oolur abla,” diye vızıldıyordu. “Kimlik,” dedi polis ruhsuzca. “Eşiminki mi?” “Hayır sizinki. Eşinizi yakinen tanıyoruz maalesef.” “Cüzdanım yanımda değil, kartvizit versem olur mu? Yanımda sadece o var.” Kartviziti eline alan polis okuyunca sırtlan gibi sırıttı ve sordu: “Kukuzia! Aksaray’daki gece kulübü değil mi bu yer?” “Ne münasebet! Avrupalı bir parfüm markası o. Ben pazarlama müdürüyüm,” dedi Zeynep sinirli sinirli. Polis damarına basmıştı. “Geçenlerde ben gördüm buranın adını. Elektrik direğindeki ilanda yazılıydı,” diye ısrar etti polis memuru sırıtarak. Zeynep utançtan mosmor kesilerek, “Yabancı şirket olunca anlamıyor adamlar memur bey. Ben de söylemeye çalıştım kaç kere bu ismin Türk pazarında tuhaf kaçacağını. Geçen gün bir proje sunumu yapıyordum ismi değiştirelim diye. Anlatmaya çalışırken gözüme plastik karıştırıcı parçası kaçtı aksilik ve yarım kaldı. Bir dahaki sefere başaracağım inşallah,” dedi sıkılarak. Zeynep konuşurken polis telsizini dinliyordu. “Evraklar!” diye sordu kafasını sallayarak. İnanmamıştı belli ki. Sümüklü oğlan çocuğu, “Abla, mendil mmmmm neee,” diye mırıldanarak ısrarla elindeki mendilleri satmak için Zeynep’in paçasına yapışmış çekiştirmeye devam ediyordu. “Oğlum, almayacağım!” dedi Zeynep. Sonra da polise döndü “Ne sordunuz memur bey?” diye sordu kaşlarını kaldırarak. “Aaablaa nooooluurrrr aaaa…” Çocuğa hışımla dönerek, “Oğlum anlamıyorum adamın dediğini. Ben bilmiyor muyum Bim’den mendil almayı da senden alacağım? Hadi bakiiim!” diye çıkıştı. Burnundaki sümüğü tişörtünün koluna silen çocuk, “İttir g.. k. ko…” diye küfrede küfrede uzaklaştı. Sonra koşarak, Zeynep fark etmeden arkasından küçük elleriyle bir yumruk indirip uzaklaştı. Canı yanmasa da siniri bozulan Zeynep ağlamaklı olmuştu. “Evraklar nerede bayan?” diye yineledi polis. Titreyen sesiyle, “Hangi evraklar?” diyebildi Zeynep. “Muhtardan ikametgâh ilmühaberi, nüfus cüzdan tasdiki, arkası beyaz fonlu 2 adet vesikalık fotoğraf, sabıka kaydı, vergi numarası ve vatandaşlık numarasını, burcunun yükseleni ile birlikte getirip şu formu imzalıyorsunuz,” diye formu Zeynep’in yüzüne bile bakmadan uzattı polis. 32 33 “Ayıp be ayıp! Kapattırceniz zaten ekmek kapısını el âlemin. Bari mendil alaydın el kadar çocuktan,” diye atıldı teyze. “Daha önce sadece form ile salmışlardı memur bey. Şimdi de öyle yapabiliyor muyuz? Evde çocuğumuz bekliyor,” diye sordu Zeynep telaşla. “Ben de meraklısı değilim bayan. Anahtarı sana teslim edeyim, gidin evinize. Eksikleri sonra tamamlarsınız. Başka problem yok gibi saçmalıklarla uğraştırıyorsunuz. Şurayı imzalayın, hadi,” dedikten sonra “Gerçekten Aksaray’da değil yani şu yer?” diye son kere şansını denedi. Zeynep, Cem’in zincirini çözüp koluna girdiğinde mahalleli ve işçiler hep birlikte, “Kahrolsun anarşik, kahrolsun anarşik!” diye tempo tutmaya başlamışlardı. Kimisi Cem’in kafasını, kimisi Zeynep’in omzunu ittirirken Zeynep bir elinde form, diğer elinde Cem, kalabalığı yara yara caddeye çıkmaya çalışıyordu. Zeynep yaşlı teyzelerden kendini iten birini dişine göre bulunca, “Ne itiyorsun teyze ya?” dedi iki arada bir derede. Kadın “Anarşikler geldi dediler koştuk geldik. Gözün çıksın inşallah!” diye bir de çimdik attı. Çimdiğin acısıyla gözleri dolan Zeynep, en son mahallede çocukken bu kadar itilip kakılmıştı. Cem’le beraber Dolapdere’ye inip oradan da minibüse bindiler ve yol boyunca tek kelime konuşmadılar. Cem eve gitmek için bir durak önce inmiş, Zeynep de kızını almaya annesine gitmişti. O kadar yorgun gözüküyordu ki annesi yemek yedirmeden bırakmadı. “Bu nasıl çalışmak anlamıyorum ki? Bitap düştün kızım. Senin üzerinde nazar da var, ben Eyüp Sultan’a gider okurum size yavrum,” dedi kızıyla torununu kapıdan uğurlarken. Cem, Zeynep’in anahtar sesini duyunca kapıyı açmıştı. Elinde patlamış mısır kabı ile dikildi. “Neredesin güzelim? Ece’yi alıp hemen geleceğim demiştin,” diye sordu. Salonda televizyonun sesi sonuna kadar açıktı ve maçı sunan spiker her pozisyonu gol olmuşçasına heyecanlanarak naklediyordu. Cem durmadan ağzına mısır tıkıyor ve gözünü de televizyondan ayırmıyorken telaşlı olduğuna inanmak zordu. Zeynep, “Akşam yemeğini yiyip geldik,” dedi. “Hmmmm.” “Cem, bugün beynimden bir tel koptu sanki. Artık dayanamıyorum. Bir daha bu eylem saçmalığını ne duymak, ne dahil olmak istiyorum. Çok ciddiyim. Kendine gel lütfen!” “Hımmmm.” “Sadece senin sorunların yok hayatımızda. Sormadın ama söyleyeyim. Bugün arabama çarptılar, cüzdanımı kaybettim, iş yerinde de yarımızı işten çıkaracaklarını öğrendim.” “Hımmmmm.” 34 35 6 “Seni almaya geldiğimde polis asıldı ve yaşlı bir teyze beni çimdikledi haberin var mı?” “Hımmmmm.” “Topuğum da kırıldı, söylemiş miydim?” “Söylemedin.” “Demek söylemedim! Senin başına gelse böyle dinlemezdin zaten!” “Ne dedim ki ben şimdi?” “Hiçbir şey demedin, sorun da bu. Sadece hmmmlıyorsun.” “Dedim ya, söylemedin dedim ya.” “Ya Cem gerçekten inanmıyorum ve seni görmek bile istemiyorum. Yani çıkıp gideceğim şimdi ama param yok.” Cem, kadınlarla erkeklerin, genleri itibarı ile aynı canlı türü olmadığına emindi. Ya Zeynep homosapiens değildi, ya kendi. Evliliklerinin başında neyi yapamadığını anlamaya çalışmıştı ancak şimdi tecrübenin de vermiş olduğu rahatlıkla işin anlama kısmını atlayıp, doğrudan çözüm kısmına geçebiliyordu. “Zeynep, gel sana ayakkabı almaya, kapanmadan İstinye Park’a gidelim.” “Peki tamam. Hemen üstümü değiştireyim…” dedi yumuşayan Zeynep. Her kurtarma sonunda ayakkabı alına alına ayakkabılık dolup taşmıştı. Ve içeriden seslendi, “Ceeem, öbür çantamı gördün mü, siyah olanı? Zeliha kaldırmış galiba, bulamıyorum…” Cem yerinden kıpırdamamıştı ve Zeynep’in üst baş seçme ile harcayacağı zamanı televizyon izleyerek kazanma derdindeydi. “Görmedim canım. Sen çabuk giyinirsin değil mi?” 36 7 Mustafa odasına kapanmış, insan kaynakları müdüründen aldığı dosyanın üzerinde çalışıyordu. Olası bir durumda kimleri işten çıkaracağını önceden çalışmak istemişti. İnsan kaynakları müdürü dosyayı hazırlamak için saatler harcamış, onlarca farklı senaryo hazırlamıştı. Dosyalara çalışanların kıdemi, yaşı, cinsiyeti, medeni hali gibi bilgileri de koyarak bu iş en adil şekilde planlanabilsin istemişti. Önce evlileri bırakacak bir liste yapmış, sonra bekâr bayanları eklemiş, sonra yaşlıları tutmuş ve gençleri çıkarmıştı. Sonra gençlere acıyıp zaten tecrübesiz olup zor iş bulan gençleri eklemiş, yaşlıları çıkarmıştı. Sonra yaş itibarıyla zor iş bulacakları için yaşlıların yerine kadınları çıkarılacaklar listesine koymuştu ama bekâr kadınlardan boşanmış ve çocuğu olanlar var ise onlar en önce korunmalıydı belki de. Ancak eşine yüklü nafaka veren boşanmış erkekler de korunmalıydı. Bir de maaşı yüksekleri çıkarıp denemiş ama bu sefer de şirkette yönetici kalmamıştı. Birden önemli bir rahatsızlığı olanların bilgisini eklemediğini fark etmiş ve hastalığı olanlara anlayış gösterilmesi gerektiğini mesaj ile bildirmişti. Aklına kıstas geldikçe 37 Excel dosyasında yeni bir sayfa açarak senaryo eklemiş, ve dosya uzayıp gitmişti. Bu işin adil olması konusunda yitirdiği heyecanına Mustafa’nın koyduğu zaman kısıtlaması eklenince olduğu haliyle genel müdürüne yollamıştı. ‘Gizli’ olarak gönderdiği dosyanın şifresini “Schindler’in Listesi” koymuştu. Mustafa insan kaynakları müdürünün saatler harcayıp en önemli kıstası eklemediğini gördü. Listedeki isimlerin yanına çalışanların kimi tanıdığını ekledi ve baştan aşağıya listeye göz gezdirdi. Mustafa işten çıkarılacaklar olmasından çok itibar kaybına uğramaktan ve sonuçlardan sorumlu tutulmaktan çekiniyordu. Bu konuyla ilgili üst düzey tanıdıklarını devreye sokup genel merkezin nabzını tutmuş, faturanın kendine çıkarılmaması konusunda lobi yapmıştı. Kapının çalınmasıyla çalışması bölünen Mustafa başını kaldırdı ve Zeynep’in geldiğini gördü. Ofis kapısında konuşmaya başlayarak içeriye giren Zeynep, rahatsız edilmek istemeyen Mustafa’nın canını sıkmıştı. “Mustafa Bey beni bilirsiniz, öyle mevkide falan değilimdir. Kadir kim oluyor da, Turgut da kimmiş? Yani Feray kendini ne sanıyor da ben ne sanıyorum, anlatabildim mi? Kısacası ve fakat özetlemek gerekirse ben kartıma ‘executive (üst düzey yönetici)’ yazmak istiyorum. Feray’da yazıyor!” dedi bir çırpıda. “Unvan için her Türk gibi canımı seve seve feda edeceğimi bilmenizi isterim. Altımda bana raporlayan tek bir çalışan insan evladı olmamasına bile razıyım diyorum yani,” diye ekledi. “Zeynep, bu mitoz bölünerek türemiş ara kademe sarmalını ciddiye alıyor musun gerçekten? Sorumlu, süpervizör, şef, yönetmen, müdür yardımcısı hangisi hangi- sinin üstünde veya altında belli değil. Genel merkez kendi yaptığı uluslararası ücret ve unvan sisteminin altından kalkmak için uzay bilimci çağırmak durumunda kaldı. Şu anda onaylatamayacağımız işlere ilgimizi vermeyelim.” “Ben sadece kendimi gösterebilmek için bir şans istiyorum. Parfüm çok iyi, kalitesi de öyle! Ancak adı Kukuzia! Türkiye’de bu isimle nasıl satış yapacağız? İsim değişmediği için de benim kredi notum düşüyor.” “Ne kredi notu?” “Kredilendirme listesini görmediniz mi? Her personelin isminin yanında kredi notu var. Benimki pozitiften durağana çevrildi parfümün adı değişmeyince!” “Bu listeyi kim yapıyorsa helâl olsun. Bir kopya da bana at şimdi çıkınca. İnsan kaynakları özet bir dosya hazırlamalarını istediğimde iki hafta süre istedi biliyor musun? Parfümün ismine gelince, koca markanın adını mı değiştireceğiz diyor genel merkez. Keşke ithal etmeden önce bu konuyu çözmeyi bekleseydik. Şimdi stoklar elinizde yığıldı. Onları eritmen lazım.” “Yalnız Mustafa Bey, onayı ürünler bana devredilmeden önce Feray vermişti. Ben bu konuya açıklık getirmek isterim” “Neticede ürün sana bağlı ve stok konusunu çözmen gerek. Başka bir şey var mıydı?” “Bu işleri atlatırsak terfi beklentimi paylaşmak istedim. Bu olmazsa kendimi başarılı olmamış sayacağım,” dedi Zeynep. Mustafa gerilmişti. İğneleyici bir tonla sordu “Başarılı olmak ne demek sence Zeynep?” dedi koltuğunda geri yaslanarak. “Bence başarılı olmak genel müdür olmak, büyük bir 38 39 odanın olması, kahve makinesinden kahve almaya gitmek yerine odamda Nespresso makinesi olması falan. Gazetede haber olmak da çok harika olurdu. Benim kardeşim mesela, yıllardır gündüz uyuyup gece bir barda şarkı söylüyor. Güneş yüzü görmemekten cildinde pigment kalmamış ve hareket eden nesneleri gece görüş dürbününden bakarmışçasına yeşil bir siluet olarak görebiliyormuş. İyice zayıflamış ve saçı sakalı birbirine karışmış. Ben kendisiyle gündüzleri karşılaşmadığım için annemin anlattığı kadarıyla aktarıyorum. Babam bile ona bağırmak için gece saatin alarmını kurup kalkıyormuş ve söylenip geri yatıyormuş. Bence sesi de iyi değil. Biraz ayağı yere basar şeyler yapmak lazım hayatta,” dedi Zeynep. Kollarını kavuşturup kaşlarını çatmıştı. “Peki, burada bırakalım. Yarın görüşmek üzere,” diye cevap verdi Mustafa defterini kaparken. Zeynep’in bu yersiz konuşması canını sıkmıştı. Maslak’taki ofisleri “medeni bölge”, insanlar “medeni insanlar”, ofis binaları “plaza” sınıfına giriyordu. Konfor düzeyi yüksek Maslak insanı omzuna vurulup “Pardon” denmeyince, sırada önüne geçilince veya “Lütfen” denmeyince şaşırır, özellikle kariyer kadını payesini taşıyan Zeynep gibiler için kocasından dayak yememenin dayanılmaz hafifliğini mutluluktan saymak akla bile gelmezdi. Bu grup için hayat varoş insanından daha mutsuz geçerdi, çünkü beklenti düzeyi kopup gitmişti. Zeynep de bu nedenle böyle davranıyordu ancak dün ile bugün çalıştıkları şirketin aynı olmadığını algılamamış gözüküyordu. Şu anda unvan savaşı yerini mevcudiyet savaşına bırakmıştı ki bu da çok kaygan bir zeminde oynayacaklar, istihbaratlara güvenilemeyecek, dengeler anlık değişecek demekti. Mustafa ise bu günlere gelmeyi, stratejisini değişen dengelere göre her düzeyde ve her gün yeniden kurarak başarmıştı. Zorius Capital, birlikte olmayı seçmemiş bir grup insanın hava kararana kadar birlikte yaşadığı habitatıydı. İnsanlar ezelden beri ne dürtülerle birlikte yaşıyor veya yaşayamıyorsa, bu şirkette de aynı dürtüler hâkimdi. Çalışanlar birbirlerini kazanda pişirip yemesin, isyanlar çıkmasın, yönetime suikast veya rejim değişikliği denemeleri yapılmasın diye örgütlenmeler kurulmuştu. Şirketlerin büyüklüğüne göre değişen örgütlenme biçimi “kabile”den başlayarak sırasıyla “şeflik” ve “devlet” düzeyi kadar karmaşık olabiliyordu. Çokuluslu bir dev holdingin Türkiye Ofisi olan Zorius Capital ise Avrupa Birliği statüsüne benzemişti ve karışıp düğümlenmiş ip yumağı halindeki ilişkiler sarmalı çözülemez haldeydi. Bu nedenle Mustafa merkezde ve kendi ofisinde olan biten her şeyi inanılmaz bir detayda takip ediyordu. Çok sağlam kurduğu istihbarat ağını kullanır ama asla çapraz sorgu yapmadan güvenmezdi. Feray’ın parfüm stoklarıyla ilgili verdiği bilgiyi kontrol etmek için konuyu Zeynep’e de açması bu yüzdendi. Aldığı duyumlara göre işten çıkarma virüsü şirkette yayıldıkça akıl dışılıkların sınırları zorlanmaya başlanmıştı. Kulağını kahve bardağıyla cam ayraca dayayıp yan odayı dinlemeler, kendisi yokken çekmece karıştırmalar, birbirlerinin elektronik postalarını açmalar, masasında oturmayanların evraklarının -su faturaları dahil- delil amaçlı fotokopisini çekmeler diz boyuydu. Son toplantıda dolapta dinleme yaparken yakalanan genç stajyerin yaptığını itiraf etmesi de üstüne tuz biber olmuş, işten çıkarmalar stajyer düzeyine kadar düştü endişesiyle kredilendirme notları yeniden gözden geçirilmişti. 40 41 Zeynep, Mustafa’nın odasından çıkınca içini çekti. ‘Zor devirler bunlar,’ diye düşündü. Neredeydi o insanların doğurganlığın kadından kaynaklandığını düşünüp Tanrıçalarına taptıkları zamanlar? Ne zaman ki neslin devamını Bereket Tanrıça’sının tek başına yapma kudreti olmadığı meydana çıkmış, 1 erkek 4 kadına denkleştirilmişti toplumda. Kadınlar birden 24 ayar altından tenekeye dönüşüvermişti. O zamandan bu yana Zeynep ve hemcinsleri klonlanmadan sperm bankasına kadar türlü icatlara bel bağlamış durumda, yeniden tanrıça olmanın savaşını veriyordu. Çünkü ne diyordu reklam: “Kariyer de yaparım, çocuk da!” Zeynep de aynen böyle yapmıştı. Evde de mükemmel olmaya çabalayan Zeynep, eksik kalan bir şey olur da çocuğu ileride başarısız olur korkusuyla Ece doğduğu günden bu yana son eğilimler neyse uyguluyordu. Ece bebekken onu her gün bebek jimnastiğine götürmüş, titanyum tabanlı polar kılıflı fiber kapsüler sistemli araç koltuğu ile taşımıştı. Uyuturken önce organik tulumunu giydirmiş, boyası zararsız karyolasında yatırırken de Baby Mozart dinletmişti. Tüylü oyuncaklara, halılara, anneannelere, kucakta uyutmaya ve çocuğun kişisel gelişimine darbe vuracak daha nice faktörlere karşı durmuştu. Yaşı geldiğinde liste dışı kalmasın diye hamileyken Ece’yi Milföy Koleji müracaat listesine yazdırmıştı. Her şeyi planlamıştı. Ancak tüm bu çabalara karşın çalıştığı için ideal eğitimi veremiyordu kızına. Zeliha istenileni anlamadığı ve kendi bildiğini yaptığı için Zeynep’in eğitim hayalleri suya düşmüştü. Ne kadar direktif verse de istediği gibi olmuyordu. Zeliha Zeyneplerin evine Ece yedi aylıkken gelmiş ve o günden sonra da onlardan ayrılmamıştı. ‘Kapı gibi’ olup, tek eliyle çift kişilik yatak, üçlü koltuk takımı veya kriko takmadan dört kapılı arabayı havaya kaldırabilmekteydi. Bir kez cam silerken camdan düşmüştü. Tansiyon ilacı dahil sık sık kullandığı ilaçları etrafındakilere tavsiye eder, harika yemekler yapar, dar gelirli yaşamına rağmen huzurlu olmayı başarırdı. Zeliha’dan önce Zeynep Kafkaslar ve Balkanlara mensup bakıcıları birer birer denemiş, en uzun kalan bakıcı Katya, Ece’ye dört ay bakmıştı. Ayrılışı da hafızalarda iz bırakır şekilde olmuş, sonra annesinin Zeliha’yı Zeyneplere yerleştirip ağırlığını koymasıyla konu çok uzun bir süre kapanmıştı. Ece yedi aylıkken bir sabah Zeynep erkenden annesini gelip kahvaltıya oturmuş görünce şaşırmıştı. Zeynep, “Aa, anne! Günaydın!” demişti biraz iğneleyici bir tonla. Hülya Hanım, “Günaydın çocuğum,” diye cevap vermişti. “Erkenden seni görmek ne güzel anne. Hayırdır?” 42 43 8 “Dün aradım evi, bütün gün dışarıdaymışsın. Öyle tüm gün dışarıda çalışacağın zaman haberim olsun kızım, gelir ilgilenirim torunumla.” “Sağ ol anne. Rahatsız etmek istemem. Zaten Katya benim talimatlarımı harfiyen uyguluyor. Her gün yazılı talimat veriyorum Katya’ya. Yaptıklarının yanına çek atıyor. İnternetten de evi izliyorum zaten, ne neden yapılmıyor konusunu yakından takip edebiliyorum böylece.” Zeynep planlarını çocuğunun kaç aylık olduğuna bakarak üst ölçekli makro plan olarak hazırlıyor, sonra onları haftalık ve nihayetinde de günlük aksiyon planları haline getiriyordu. Her sabah Katya’dan bir önceki günün doldurulmuş formunu teslim alıyor, kontrol ediyor ve Katya’ya o gününkini teslim ediyordu. O sabah da kahvaltı masasına oturmadan Katya’dan bir önceki günün formunu istemişti. Masadan telaşla kalkan Katya formu getirip, Zeynep’in oturması için annesinin yanına boş bir sandalye koymuştu. Sandalyeye oturan Zeynep aldığı formu tek kaşını havaya kaldırarak ve kalemin arkası ağzında okumuş; bir takım notlar almıştı. Zavallı Katya her gün sınava giriyor gibi hissediyordu kendini. Ve Zeynep dikte etmişti “Katya, çocuğa perşembe günü obua dinletecektin. Yapamadıysan bileyim ve bugüne kaydırayım.” Katya, “Zeynep Hanım, ne zaman denesem korkup ağlamaya başlıyor. Ben de üzülüyorum.” “Çocuğun gelişimi için değişik müzik aletlerini dinlemesi gerekiyor. Zamanla ağlamayı bırakıp zevk alacak. Bebekler bu haftalarında müziğe bayılırlar.” “Zeynep Hanım denedim çok. Ağlayınca kucağıma almadan susturamıyorum. Kucağa almamı istemediği- niz için yatağına koyunca kıyameti koparıyor. Emzik de veremediğimiz için çok kızarıyor ağlarken. Çatlayacak kadar ağlıyor.” “Zeynepçiğim sen bilirsin ancak bu yaşta bebekler kucak ister,” diye araya girmişti Hülya Hanım. Zeynep yanıtladı, “Anne dört aylıktan başlayarak öğreniyorlar şımarmayı. Sakinleştirmek üzere renkleri öğreten bir kitap gösterilmesi en doğru olanıdır. Hem çocuğun zihinsel gelişimine dinlettiğimiz müzikle birlikte ritim duygusu da katılmış oluyor. Verdiğim günlük profanatik bakterilerden oluşmuş vitaminle duygusal titreşimlerin eşzamanlı alımı çok önemli.” “Anlıyorum seni, çocuğunu mükemmel yetiştirmek istiyorsun. Daha çok uzun süreler var kızım çocuğun önünde. Okula başladı mı yirmi yıl devam edecek. Biraz erken değil mi şimdiden kitaplar için?” “Yedi çok geç.” “Yedi aylık mı çok geç? Tabii kendi kararın yavrucuğum; ben sana üzülüyorum. Bu kadar sıkma kendini.” “Ben ileride çocuğum için endişelenmeyeceğim. Benim yaşıma gelmiş bir birey olduğunda bilinçli olarak yetiştirildiği için başarılı olacak. Bu tohumları şimdiden ekmezsem ileride hiçbir şey planladığımız gibi olmaz.” “Biz demodeyiz tabii. Sizler her şeyleri biliyorsunuz artık bu çağda. Sadece şunu diyeyim ki, çocuk yetiştirmek kimya laboratuarında deney yapmak gibi bir iş değildir; insanla uğraşmak farklıdır. Bu dediğim hep aklında olsun. Eşinle, çocuğunla ve hatta benimle ilişkinde her şey kontrolünde olabilecekmiş gibi düşünme. İnsanoğlu sadece aklıyla değil kalbiyle de düşünür. Biraz daha kontrolü gevşet kızım, çok gerginsin. Hadi ben annenim ve sana 44 45 anlayış gösterdim. Ya el! Hiç anlar mı adamı? Neyse, ben müsaade isteyeyim. Her şey mükemmel gidiyor anlaşılan. Ben merak ettiğim için uğramıştım.” Sandalyenin sırtına astığı hırkasını giyen Hülya Hanım kapıya yürümüştü. Annesine sinir olan Zeynep akşam işten gelince Katya’yı üzerinde montuyla bavulları elinde kapıda görünce şaşırmıştı. “Katya? Ne oldu?” Elinde tuttuğu anahtarı Zeynep’e veren Katya tek bir söz bile etmeden bavulunu alıp kapıdan çıkmış, Zeynep’in arkasından seslenmesini ve sorular sormasını hiç duymuyormuşçasına çıkıp gitmişti. Telaşla Ece’nin odasına koşan Zeynep yüksek sesle çalan Orhan Gencebay CD’sini çıkartmıştı. Obuayı çöp kutusuna atılmış, yerlerde 10 tane emzik sağa sola serpilmiş, yaptığı haftalık planı ortasından dart oku ile duvarda asılmış halde bulunca şaşırıp kalmıştı. Ece’nin her şeyden habersiz mışıl mışıl uyuduğunu görünce biraz rahatlasa da şok içindeydi. Hemen Hülya Hanım’ı arayan Zeynep annesinin olaya el koymasıyla bakıcı olayını ömür boyu rafa kaldırmıştı. O günden sonra Ece’ye annesine yıllarca temizliğe gelmiş Zeliha bakmıştı ve konu tartışmaya dahi açılamamıştı. Zeynep de hafta sonu anneliği yapabildiği kızıyla ilgili tüm hayallerini hap uygulama olarak bu kısa süreye sığdırmaya çalışıyordu. Bu hafta sonu da Zeynep planlarına başlamıştı. Hafta içi Zeliha ve annesi ikilisi ileyken genleşen Ece’yi hafta sonu büzerek kıvamına getirmesi gerekiyordu. Sabah erkenden kalkmış, kahvaltıyı hazırlamak üzere mutfağa girmiş ve omlet yapmaya koyulmuştu. Cem uyanmadan sabah gazetelerini bile almıştı. Zeynep kahvaltı hazır olunca Cem’e haber vermiş, sonra da Ece’yi öperek uyandırmıştı. Ece’nin uyku mahmurluğu geçinceye kadar sarılmış, sonra da banyoya giderek yüz yıkama, tuvaletini yaptırma ve benzeri hazırlıklar tamamlamıştı. Kahvaltı masasına oturduklarında ise Zeynep için en çetin bölüm başlıyordu. Yemeklerin yenmesi konusu… Bu konu kızı ile arasında Avrupa Birliği Müzakereleri kadar çetin geçiyordu. Zeynep en ikna edici sesiyle Ece’ye seslendi, “Canım, sana omlet yedireceğim, tamam mı?” “Böö!” “Tamam biraz ye, yanına da tost yapayım azıcık.” “Böööö!” “Kızım azar azar tadına bak. İstersen portakal suyu sıkayım taze taze?” “Bööööö!” Cem araya girdi, “Zeynep tamam üstüne gitme de tatsızlık çıkmasın sabah sabah. Aç kalıp ölmez nasılsa. Acıkırsa yer.” Zeynep atıldı, “Cem, bir müzakere başlığı kapanmadan diğerini açarak hiçbir zaman AB’ye girilmez, anlıyor musun?” “Nasıl?” “Yani yemek bitecek ki giyinme işine geçelim. Daha orada da giyilmesi gereken ile giyilmek istenen müzakere edilecek.” “Ak Merkez’e gidip ikinize de ayakkabı alalım mı?” Zeynep tam o sırada mutfaktan odasına kaçmış olan Ece’nin feryadını duymasaydı gevşeyecekti. Elindeki tabağı fırlatıp içeriye koştuğunda kızının oyuncağını almaya ça- 46 47 lışırken kafasına düşürmüş olduğunu görüp avazı çıktığı kadar Cem’e bağırmaya başladı. “Cem ne biçim koyuyorsun oyuncağı? Nasıl düşer kafasına anlamıyorum ki?” dedi ve kucağında sakinleştirmeye çalıştığı Ece’nin başını kontrol etti. “Zeynep, çocuk bu, düşe kalka büyüyecek. Oyuncağı ben ellemedim. Artık odasını da kendi toplayabilir bence.” “Cem, arabayı hazırla, acile gidiyoruz.” O sırada kucağında ağlayan kızını teselli etmeye çalışıyordu “That’s Ok darling (bir şey yok tatlım),” dedi. “Zeynep çocuk iyi gözüküyor. Acilde hafta sonu sadece nöbetçi doktorlar var. İstersen yarını bekleyelim. Evde de İngilizce konuşma artık çocukla. Okulda öğretiyorlar ya.” “Ya akşam uyur kalır da sabaha uyanmazsa Cem! Çocuğun eğitimine de karışma lütfen.” Cem, Zeynep isterse hastaneye götürmemekle ilgili hiç şansı olmadığını bildiği için içeride giyinmeye gitmişti. Pantolonunu giyerken seslendi, “Sakınan göze çöp batar. Titizlendikçe çocuğun başına gelmedik kalmadı. Geçen de üstüne sıcak su döktük. Biraz gevşemezsen kıza gerçekten bir şey olacak.” Cem tam kazağını da kafasına geçirmişti ki kapanan sokak kapısının sesini duydu. Zeynep yine kendi bildiğini yapıp kızını kaptığı gibi arabaya götürmüştü bile. Cem’in giyinmesini dahi beklemeyen Zeynep arkadan yetişmesi için Cem’e hangi acile gittiğini kısa mesaj atarak bildirmeyi ihmal etmedi. Hastanede Ece’nin hiçbir şeyi olmadığını anında anlayıp pimpiriklenen annelerden para koparmaya alışkın sosyete doktoru muayene sonuçlarını açıklayacakken Cem yetişti. “Günaydın doktor bey.” “Madem buralara kadar geldiniz, sizi boş göndermeyelim. Aşağıda yazılı ve servet tutarındaki testleri de yaptırın ki içiniz rahatlasın!” Doktorun uzattığı kâğıdı eline alan Zeynep, uzun hastane koridorunda kan alma bölümüne doğru yürürken Ece feryadı basıyordu. Kesinlikle sakin durup kan aldırmaya müsaade edecek gözükmüyordu. Cem Ece’yi Zeynep’in kucağından kaptığı gibi burnundan soluyarak uzaklaştı kapıdan. “Yürü Zeynep gidiyoruz. Testi falan yaptırmıyoruz. Okudun mu bilmiyorum ama prostat kanseri kontrolü istemiş doktor!” diyerek sert adımlarla önden uzaklaştı. Cem’in elini tutan Ece seke seke koridorda babasının yanında yürüyordu. Zeynep de arkadan yetişmeye çalışıyordu. Hemşire arkalarından muayene kâğıdına not düştü: “Hasta koopere değil, babası da öyle!” 48 49 9 Zorius Capital ofisinde pazartesi günü, gelecek üç ay içinde neleri yapmaları gerektiğiyle ilgili beyin fırtınası yapacakları toplantıya girmişlerdi. Tüm müdürler toplantı odasında Mustafa’yı beklerken, bir yandan sabah sohbetleri, bir yandan son toplantı hazırlıkları devam ediyordu. Zeynep hafta sonu ne yapabileceğiyle ilgili düşünmüş ve bir fikir bulmuştu. Genel merkezdeki pazarlamadan sorumlu direktör Hint asıllı İngiliz bir kadındı ve aklına Hint felsefesini parfüm satışıyla birleştirebileceği gelmişti. Sonuçta hem mistisizmin moda olması hem de birimleri ile ilgili nihai kararı verecek en üst düzey yöneticinin bu kültürden gelmesi bir taşla iki kuş vurmak olabilirdi. Hindistan ile ilgili en ufak bir fikri olmadığı için işin uzmanı olan Cem’e danışmıştı ama pek destek göremediği için fikir ham haldeydi. “Hindistan’ın Afrika’dan kopup Asya’ya yapıştığını ve Himalayalar’ın da çarpışmada oluştuğunu biliyor muydun?” diye sormuştu Cem, Zeynep fikrini açtığında. “Hayır Cem, önemli mi?” “Bence önemli. Sence ne önemli Zeynep? Her şeyi para harcatmak için araç olarak kullanmak istiyorsun ama ko50 nuştuğun ülkeyi hiç tanımıyorsun. Bu parayı harcamasın insanlar, ceplerinde kalsın. Böylece harcamak için doğal kaynakları sömürmeye de gerek kalmasın!” demişti Cem. Zeynep diğerleri gibi odada toplantının başlamasını beklerken bir yandan notlarını toparlamaya çalışıyordu. Göz ucuyla Feray’a bir bakış fırlatmış, göz göze gelince de samimiyetsiz bir gülümseme takınmıştı. Geçen yıl aralarında başlayan gerginlik giderek büyüyordu. Feray, Kukuzia’ın da içinde olduğu ürün grubunun sorumluluğunun Zeynep’e ve satışı en başarılı grubun da kendine kaydırılması için elinden geleni ardına koymamıştı. Önceleri bu durumu basit bir rekabet girişimi olarak gören Zeynep, bütçeler dağıtılırken yapılan haksızlıkla afallamıştı. Feray Kukuzia’nın yurt dışında satışının çok yüksek olduğunu öne sürmüş, yüksek bütçe hedefini Zeynep’e kaydırması için Mustafa’ya baskı yaparak istediğini koparmıştı. Bununla da yetinmeyen Feray’ın son üç aydır pazarlama biriminde iki müdür olmasının gereksiz olduğunu ve kendine bağlanmasını istediğini açıkça söylemesi, Zeynep’in savunmadan çıkıp saldırıya geçmesi gerektiğini anlamasında dönüm noktası olmuştu. Her şeye rağmen yılmayacaktı. Zoru başarırsa Feray da dahil kimse bileğini bükemezdi ne de olsa. Onunla çarpışmaya hazırdı ve ihtiyaç duyduğu kudret ona duyduğu kızgınlıkta mevcuttu. Odaya hızlı adımlarla giren Mustafa, herkese olağan sabah selamı verdikten sonra toplantıyı başlatmıştı. Herkes kendi sorumlu olduğu gündem maddelerine gelince bilgi aktarıyordu. Parfüm markalarının pazarlama planları gündemine gelindiğinde Zeynep konuşmaya başlayacağı an Feray sözünü kesmişti. 51 Feray, “Bence Kukuzia için Doğu mistisizminden esinlenerek bir kampanya içeriği oluşturmak enteresan olabilir,” dedi. Ağzı bir karış açık kalan Zeynep afallamış, Feray’ın daha fikir aşamasında olan hafta sonu hazırladığı planı nereden duymuş olabileceğine şaşmıştı. Sonra aklına sabah kahve alırkenki minik sohbet geldi. İlk defa bu sabah kahve alırken arkadaşlarına bugün Hint rüzgârları estireceği şakasını yapmasının ardından geçen yirmi dakika içinde, kendi fikri tedavüle başkası tarafından sokulmuştu bile. Anlaşılan şirket çalışanları şirketten çıkarılmayacağını gözüne kestirdikleri yöneticilere yardıma ve yandaşlığa başlamış, her olan biteni yetiştiriyorlardı. Doğu esintileri derken Hint temasını açamamıştı henüz Feray. Kulaktan kulağa aktarımda sorun vardı şükür. Acilen duruma müdahale etmek için hafifçe doğrularak, “Bir dakika,” diye atılan Zeynep can havliyle devam etti. “Mustafa Bey, etnik modasının rüzgârını da arkamıza alıp gizemli bir kampanya yapalım diyorum parfüm için. Hindistan mesela. Mistik yönüyle parfümün kavramsal çerçevesine oturtulabilir,” dedi. “Biraz daha açar mısın Zeynep?” “Hindistan’ın Asya kıtasına sonradan yapıştığını, çarpışmada Himalayalar’ın oluştuğunu biliyor muydunuz?” “Elbette, ancak konumuzla ilişkisini kuramadım.” “Ben de ama bu konuyu bir süredir derinlemesine inceliyorum demek istiyorum. Yani ben bu konuda çok faydalı olabilirim Mustafa Bey,” diye atıldı Zeynep, araya giren Feray ile aynı anda konuşarak. “İkiniz de aynı fikirdesiniz diye anlıyorum. O zaman takım kuralım. Beraber çalışın!” dedi Mustafa. Yerinden sıçrayan Zeynep, “Sizinle doğrudan çalışsam, en azından bir süreliğine,” diye rica etti Mustafa’ya yalvarır bakışlarla bakarak. “Zeynep, senin düzeyinde bir çalışana bunu tekrarlamaya lüzum olmaması gerekir diye düşünüyorum. Ne kadar aklımız ve gücümüz varsa birleştirsek iyi olur. Unutma, şirket sonuçlarını düzeltmek için zamanımız çok az. İki hafta sonra ikinizden bir sunum daha istiyorum. İyi gitmediğini düşündüğüm an keseceğim, bilgin olsun,” deyip toplantıyı bitirdi. Koşar adımlarla Mustafa’ya yetişen Zeynep, son kararının Feray ile birlikte çalışması olduğunu anlayınca takip etmekten vazgeçti. Arkasından seslenirken artık olduğu yerde duruyordu “Mustafa Bey bu arada cüzdanımı kaybettiğim için kimliklerim kayıp. Yarın için izin isteyecektim.” “Oluuur!” diye seslendi Mustafa arkasına bile dönmeden. 52 53 10 Zeynep, Feray ile birlikte çalışması gerektiğini duyunca aklını yitirmiş, bayanlar tuvaletinde sinirden ağlamıştı. İşin bütün satış sonuçlarının sorumluluğu onda olacak ama karar alırken onu içten çökertmek isteyen bu kadınla beraber çalışması gerekecekti. Üstelik tam olarak aklındakini uygulayabilmek için kendi işini başkasına elletmeyen biriydi ve bu nedenle rakibiyle takım kurmak onun için çok ağır bir darbe olmuştu. Kendini konuşurken ağlamayacak kadar teselli edebildiğinde odasına dönmüş, geldiğinde Feray’ın odasını basmak için siper almıştı. Bekleme süresince Zeynep’in yaydığı negatif enerjiden vazosundaki çiçekler solmuş, duvar sıvaları dökülmüş, hava bulutlanmış ve çay bardağı ortasından çatlamıştı. Yerkabuğunun çatlamasına ramak kala Feray odasına girmişti ve Zeynep kendi odasından fırladığı gibi Feray’a koşmuştu. Feray, odasına almak için girdiği çantasını omzuna asmışken, Zeynep kollarını kavuşturup kapıya dayanmıştı. “Feray, birlikte çalışma konusunu unut! Nasıl başkalarının fikrini bu kadar kolay sahiplenip için rahat edebiliyor şaşıyorum!” dedi Zeynep. 54 “Zeynep! Pazarlama direktörünün Hint asıllı olduğunu ve bu temanın yükselen eğilim olduğunu söylemeseydim bu fikrin aklına geleceği yoktu. Üç aydır aynı ürünü pazarlamak için birçok kez düşünmüş olmalısın. Doğu esintileri o zaman da vardı. Bu nedenle buna başkalarının fikri demeyelim senin için de uygunsa.” Feray’ın olayları bu kadar iyi birleştirmesine bozuldu. Kadının kıvrak zekâsından çekinmemek elde değildi. “Geç düşünmüş olmam arkasını muhteşem doldurmayacağım anlamına gelmiyor. Sen de hazırlıklı ol istersen, ben hızlı başlıyorum. Sadece iki haftam var ve oyalanmaya hiç tahammülüm yok,” dedi kapıdan omzunu çekerken. “Koordineli gitmezsek üzülürüm. Takım paylaşmak demektir. İlk defa toplantıda duyduğum fikirlerin olursa Mustafa Bey’i uyarmak durumundayım maalesef,” dedi odadan çıkarken. Zeynep arkasını döndüğünde, alenen odayı dinlemeye gelmiş kalabalıklar kendi aralarında bahsi açtılar. “Zeynep 1’e 10.” “Uçma abi, Feray 1’e 20. Kimden bahsediyoruz!” Feray kendine oynayan gence göz kırpıp odasından çıktı. 55 11 Zeynep Feray’la birlikte çalışma fikrini ciddiye dahi almamış, kendi yolunda ilerlemeye devam ediyordu. Mustafa’nın verdiği süre o kadar kısaydı ki zaman kaybetmek istemeyen Zeynep fikirlerini bir kâğıda dökerek hayata geçirmek üzere harekete geçmişti. Artık ser verip sır vermemek konusunda da akıllanmıştı ve evde çalışacaktı. Kâğıda hızlıca not ettiği fikirleri büyük bir bina cephesine reklam giydirmek, önemli bir televizyon programında ürünün tanıtımı ve güzel bir reklam filmi çektirmekti. Her şey istediği gibi giderse basın toplantısı da düşünüyordu. Böylece pazarlama planının baştan aşağı tüm adımları tamamlamış oluyordu. Bina cephesine reklam giydirmekle ilgili Unkapanı’nda yoldan görünen büyük bir duvarı gözüne kestirmişti. Bina yönetimi ile görüşmeyi düşünüyordu. Reklam filmi için de Hintli bir reklam yönetmeni fikri vardı. Henüz kimseyle paylaşmamıştı ve böyle biri nereden bulunur fikri dahi yoktu. Ayrıca parfümün ismini değiştirmek için de kendince bir kâğıda öneriler listesi oluşturmuştu. Televizyon programının hangisi olacağı konusundaysa etrafına danışmıştı. Cem, ‘National Geographic Wild’, babası, ‘Maç Kaç?’ adlı futbol programını 56 önermişti. Annesi ise evdeyken Zeliha ile izleyip durdukları ‘İncir Çekirdeği’ni önermişti. Akşam eve geldiğinde programı izleyebilmek için kaydettiği programı Zeynep mutlaka Cem’le birlikte izlemekte ısrar ettiği için Cem dernekte yiyeceği yemeği iptal etmiş ve eve erken gelmişti. Televizyonu açıp ellerinde salata kâselerinin olduğu tepsilerle birlikte televizyon karşısına geçip izlemeye koyulmuşlardı. Büyük jüri olarak programı değerlendireceklerdi. Cem içeriden bira almaya giderken göz ucuyla oturumu sarışın bir bayanın sunduğunu görünce duraksamış, etek boyunu görünce ise iç çekmişti. Hızlıca mutfağa gidip elinde şişeyle geri geldi. “Bayan sunucu ha! Etek de kısacık! Güzel! Amacıyla tutarlı.” Programın izledikleri oturumuna katılan konuk, rahmetli Ecevit’in berberiydi ve yeni bir parti kurmuştu. Türk siyaset tarihinde Samanyolu’ndaki yıldızların sayısı kadar parti olduğunu görmezden gelip nasıl seçilme olasılığı üzerine umutlanmış olabileceği bilinmiyordu. Yüzünde kendinden emin bir tavır vardı ve program sunucusunun sorularını cevaplıyordu. Spiker tiz sesiyle sordu, “Başkanlık sistemiyle ile ilgili ne düşünüyorsunuz?” Başkan, “Karmaşık ama karışık değil aslında; çözümlenebilir bence,” diye cevap verdi. Spiker farklı kameraya bakarak, başkasıyla konuşuyormuş gibi devam etti, “İnsan klonlanmasına ne demeli?” “Bu konu önümüzdeki yıllarda su sorunu kadar etkili olacak uluslararası ilişkilerde.” 57 “Canlı bir telefon bağlantımız var İstanbul’dan. Dudullu’dan Kadriye Hanım hattımızda. Kadriye Hanım televizyonunuzun sesini kısın lütfen. Duyabiliyor musunuz?” Kadriye Hanım bağırdı, “Duydum!” “İsviçre’nin CERN laboratuarında yapılan proton parçacıklarının hızlandırılması deneyiyle ilgili sorunuzu alalım Kadriye Hanım.” Kadriye Hanım boğazını temizledi ve sordu, “Benim sorum başkana şöyle. İsviçre bankalarında kimlerin paraları ile böyle deneyler yapılıyor? Kendileri başa geçerse ne yapacaklar? İSKİ’de tanıdık lazım, var mı?” “Çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Protonlar bence hareket etmezler, etseler de çarpışacaklarını sanmıyorum. Son sorunuzla ilgili olarak iş takibi bizim asli vazifemiz efendim. Benim tanıdığım yok ama sorarız,” dedi önünü ilikleyerek oturduğu koltukta doğrulurken. Spiker yine diğer kameraya bakarak gülümsedi, “Hem hoşça vakit geçirdik, hem öğrendik ve bir programın daha sonuna geldik. Bir dahaki programımızda görüşmek üzere hoşçakalın.” Programın yapım ekibi ve diğer tüm yazılı bilgileri jet hızıyla ekrandan kayarken eteğinin kısalığı nedeniyle yerinden kalkamayan spikeri tekerlekli ofis sandalyesiyle beraber sürüyerek masadan uzaklaştırdılar. Zeynep Cem’e döndü, “Ne düşünüyorsun? İyi değil mi?” Cem, “Spikeri görünce magazin sandım ve magazinse de konuyla uyumlu diye düşündüm. Ama program konularını görünce fikrim değişti.” “Ne demek istediğini anlamadım.” “Hayatım protonların çarpışması gibi bilimsel bir ko- nuda kabul günü gibi program yapmışlar,” dedi gülmekten ağzındaki salatayı püskürtürken. “Eğlendirici olmazsa kimse izlemiyor. Halkı eğitmek için magazini mecburen katıyorlar. Sanki babamla durmadan izlediğiniz Maç Kaç magazin değil.” “İyi de Maç Kaç bilimsel olma iddiasında değil. Fikrimi sordun ben de söyledim. Kararını verdiysen beraber izlemeseydik. Fikir değil onay istiyorsun belli ki.” “Cem, seninle tek bir şeyi dahi ihtilafa düşmeden konuşamıyoruz. Sana akıl danışmam hata zaten.” Hayal kırıklığı içerisinde yatak odasına gidip kapıyı kapattı. Cem, Zeynep’in çok alındığını görünce arkasından yatak odasına gidip son kez sordu, “Zeynep, gerçekten bu programın ana fikri kaçırdığını düşünüyorum.” Bir an duraksayan Zeynep, “Program onaylanmıştır,” deyip yorganı başına çekti. Sinirden sabaha kadar uyuyamayan Zeynep, bütün gece kurdu da kurdu. Gece yarısı saat 1.00’e doğru dayanamayarak yatakta doğruldu ve ışığı yaktı. “Cem kalk, konuşmamız lazım.” Parlak ışığa bakamayan Cem koluyla gözünü kapatarak zorlukla cevap verebildi, “Ne, ne oldu Zeynep?” “Ana fikir ne biliyor musun Cem? Parfümü pazarlayamazsam evimizin kuruma riski taşıyan geçim kaynaklarına ne olacak?” Cem diğer tarafa döndü ve horlamaya devam etti. Dinlemesi önemli de değildi. Önemli olan Zeynep’in söylemesiydi. Rahatladı ve uykuya daldı. Rüyasında sular kesilmişti. Cem kuyular kuruduğu için olduğunu düşünse de sebebi faturayı yatıramamalarıydı. 58 59 12 Zeynep cüzdanıyla birlikte ehliyetini de kaybettiği için sabah onu işe Cem bırakacaktı. Geç kalktıkları için kahvaltı edemeden evden hızlıca çıkarlarken terliklerle apartmana fırlayan Zeliha ayakkabılıktaki torbayı arkalarından yetiştirmişti. Bir gün önce Hülya Hanım Zeynep’e bir bluz almış ve onu göremeyince Zeliha’ya vermişti. Zeynep, “Neymiş o Zeliha?” diye sordu. “Annen sana gönderdi Zeynep Hanım. Söylemişti ama tam olarak hatırlamıyorum,” dedi. Zeynep torbanın içine baktı. İçindeki mor penye kumaş üstüne pullarla işlenmiş son derece frapan bluzu torbadan çıkarıp omuzlarından havada tuttu ve yüzünü buruşturdu. Hiçbir zaman giyilmeyecek ama annesi soracağı için de atılamayacak, yıllarca göze girmeyi bekleyen ama nafile bekleyen harem cariyesi gibi dolabı bekleyecekti zavallı bluz! “Sağ ol Zeliha. Sen bunu içeriye koy, elimde kalmasın.” Arabaya bindiklerinde, “Bluz mu?” diye sordu Cem. “Evet,” diye cevap verdi Zeynep. “Hiç bana göre değil ama annem bir şeyler alıp duruyor.” Yolda giderken, işe gidince yoğunluktan unutmamak 60 için annesini aramıştı. “Günaydın anne, bluz için aramıştım. Zeliha verdi sabah. Teşekkürler diyecektim.” “Bizim oradaki sosyete pazarından aldım. Kadınlar kapış kapış alıyordu, ben de sen seversin diye düşündüm,” dedi Hülya Hanım. Zeynep ilgisizliğini saklamaya çalışarak, “Evet, gerçekten değişik,” derken kendini Mustafa’ya benzetti. “Beğenmedin değil mi?” “Anne ne alakası var! Kötü demedim, değişik dedim sadece!” Hülya Hanım iyice alınmıştı ve sesi titreyerek, “Tamam tamam kızım, sen bizi de, aldıklarımızı da beğenmezsin,” dedi. “Ay anne ufak tefek şeyler nerelere varıyor pes doğrusu. Ne diyeyim, alma o zaman.” “Olur almam.” Zeynep telefonu kapadığında aradığına iyi mi kötü mü etmişti bilemedi. Akşam annesini görünce gönlünü alması gerekiyordu. Anneler en çok tartışılan ancak en çok sevilen kişilerdi ne de olsa. Şu konuşmalarının yarı dozunu bir arkadaşıyla yapsa sonsuza dek konuşmayacak noktaya gelirlerdi ve gelince de sonsuza dek konuşmamak o kadar acı vermezdi. Zeynep, annesini toplum içinde yeri olan ve çalışan bir kadın olmadığı için biraz aşağı görüyordu kendi fark etmese de. Annesi hemşirelik okulu mezunuydu ancak çok kısa bir süre çalışabilmişti. Zeynep’in doğumundan sonra ona bakacak kimsesi olmadığı için işini bırakmış olduğundan yakınır dururdu. Zeynep annesinin çok enerjik bir kadın olduğu için çalışamamanın verdiği boşluğu doldurmakta zorlandığını ve işin en kötüsünün babasından para istemek 61 olduğunu düşünmüştü. Yaşları küçükken annelerinin nüfuz alanındaydılar ama büyüdükçe annelerine ihtiyaçları azalmıştı ve anneleri de nüfuz alanını kaybettikçe altından mevcudiyet zemini çekiliyordu. O yüzden de bir bluz için değil, genel konumuna sitem ediyordu annesi. “Cem, ben ne dedim Allah aşkına? Sen yanımdaydın. Hiç beğenmedim lafı çıktı mı ağzımdan?” “Çıkmadı. Biraz heyecanlı söylemeni bekliyordu annen herhalde. Neyse, akşam gönlünü alırsın.” “Konuşmalar nerelere varıyor inanamıyorum. İyice alınganlaştı annem.” “Bu bluzlar Çin malı ve tekstil boyası kanserojen. Bu nedenle giymiyorum falan desen!” “Eskiden de kazak örüp dururdu. Şimdi örme kazak mı giyiliyor Allah aşkına? Giymiyoruz diye şimdi de böyle şeyler almaya başladı. Keşke bana karışmasa da kendine harcasa. İkimiz de mutsuz oluyoruz.” Zeynep, Hülya Hanım’ın hayatının yarısını vicdan azabı, diğerini endişe ile geçiren tüm Türk anneleri gibi, kardeşi evlenene, kendi de yorulmayana kadar içinin rahat etmeyeceğini biliyordu. Babası devletten emekliydi. O dönemin tüm babaları gibi çocuklarla ilgili hiçbir karara müdahil olmamış, çocuklar büyüdükçe ortaya çıkan sorunlardan da Hülya Hanım’ın yetiştirme biçimini sorumlu tutmuştu. Çocuklar büyürken seyrek de olsa koridorda babaları ile karşılaşacak olsalar annelerinin bacağına yapışıyor, böyle zamanlarda “Anne bu adam kim?” ve “O senin baban yavrum,” diyalogları cereyan ediyordu. Hastanede ilk defa babası dokunduktan sonra Zeynep’e ikinci kere dokunan erkek kişi onu gelinliğiyle evin eşiğinden geçiren Cem olmuştu. Babasına göre Zeynep iyi bir evlilik yapmıştı ama kariyerine fazla sardırdığı için çalışmanın dozunu iyice kaçırmıştı. Gül gibi kocasını kaçıracaktı çalışma hırsıyla. Kardeşinin de bu serkeş yaşam tarzının sorumluluğu annesinindi. Şımartmıştı çocuğu ve böyle serseri olmuştu. Zavallı Hülya Hanım elinden geleni yapıyor, gelmeyen içinse Eyüp Sultan’a dua etmeye gidiyordu sık sık. Hülya Hanım’a hayatını sorsanız, “Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler…” şarkısıyla özetleyebilirdi. Annesi ve babası evliliklerinin 40. yılını devirmişlerdi. Babasının iç çamaşırı dahil tüm giyeceklerini annesi aldığı için kendisi bedenini dahi bilmezdi. Her gün gazete okuyup tuttuğu futbol takımının o dönemki başkanı kimse ona söverdi. Futbol fanatiğiydi ve maçları hiç kaçırmazdı. Hülya Hanım da kendine aldırdığı ikinci televizyon sayesinde istediği dizileri seyrederdi. Yıllardır söylenmekle beraber hayatın sabitliği ve olağanlığı annesini oldukça güvende hissettiriyordu. Zeynep ise çocukluğundan beri bu durgunluktan çok sıkılırdı. ‘Hukukçular Sitesi’nde kışlıkları, ‘Gazeteciler Sitesi’nde yazlıkları, ‘Doktorlar Sitesi’nde de ahbapları vardı. Yazları kırk yıldır Ayvalık’a gidiyorlardı. Aile çay bahçelerinin beyaz flüoresan ışığında, tüplü televizyonda erkekler maç izlerken bayanlar da dondurma yiyordu. Pötikareli pamuklu masa örtülerinin bir kenarı sigara ateşinden yanmıştı, plastik küllükleri kapkaraydı ve boş yağ tenekelerinde yetişen fesleğenleri çok güzel kokardı. Kişi başına tüketilen en çok ayçekirdeği Türk yazlıklarında yenmekte olabilirdi ve Ayvalık da aynen böyle bir yerdi. Tüm çocukluğunun yazları burada geçmişti. Annesi yazlığının balkonunda bir yandan akşam kahvesini yudumlar, bir yandan da Zeynep’e kazak, şapka 62 63 veya hırka örerdi. Hayatının en huzurlu anlarını balkonda geçiriyor olurdu. Arada bir sahil kenarına konuşlanan kör şarkıcılar orglarıyla yeri göğü inletip rahatlarını kaçırırsa, “Kes kardeşim, kes birader! Dinlenmeye geldik buraya!” diye bağırırdı Rahmi Bey. Kör şarkıcı orguyla ritim tutarak, “sevgili Ayvalıklılar. Bazı müzikten anlamayan site sakinlerimiz, C bloktaki balkonda oturan beyefendi gibi, müziğimize çirkin saldırılar yapmaktadır. Ekmek paramıza yapılan bu saldırıyı kınıyorum. Evet efendim, yandan yandaaaan…” derdi. Böyle zamanlarda Zeynep, seyircinin tiyatro sahnesini görecek bir yerden oyunu izlemek için koltuk seçmesi misali, içeriden sürüklediği sandalyeyi en öne getirip balkondan sarkarak olayı hiçbir detayı kaçırmadan seyreder, çitlediği çekirdekleri balkondan aşağıya tükürürdü. Bu ücretsiz tiyatrodan çok eğlenirdi. “Ulan başlarım ekmek parana. Jandarmayı arıyorum!” diye telefona sarılan Rahmi Bey’i annesi, “Bırak telefonu Rahmi, uğraşma adamla, zaten kör,” diye avuturdu. Kış gelip de evlere kapanınca hayat sıradanlaşır, aynı rutin takvim sayfaları boyunca sürer giderdi. Zeynep ise ideal hayat standardını yakalamak için kariyer yemini etmişti. Bir kere yazlık alıp tüm yazı çay bahçesinde okey oynayarak geçiren bir eşi olmayacaktı. Yazlık alırsa zaten Ayvalık değil Bodrum’da alacaktı, çünkü artık Kuzey Ege moda değildi. Çekirdek evine dahi girmeyecek, abur cubur olarak mikrodalga fırında patlatılmak için mısıra müsaade edilecekti. Ece de tüm gününü plajda geçirmeyecek, onun yerine il sınırlarındaki bütün kurslar denetilerek yeteneği olan konu varsa atlanmamış olacaktı. Bütün bunları da çok çalışarak elde edebilirdi ancak. Cem’le vedalaştı, arabadan indi ve işyerinin kapısından içeri girdi. 64 13 Zeynep daha Feray ile ortak sunumlarına on gün olmasına rağmen, bir reklam filmi çekmek konusunda Mustafa’yı her bulduğu yer ve ortamda sıkboğaz edip sonunda “Bakarız”ı koparmıştı. Zeynep’in emrivaki biçimde ortaya attığı reklam filmi işi Mustafa’nın hoşuna gitmemişti. Feray’ı Kukuzia’nın satışlarını içeriden takip edebilmek için Zeynep’in peşine takmış, olası bir kötü gidişatı önceden görerek tedbir almayı planlamıştı. Zeynep ise kendisi ile bu konuda durmadan doğrudan yazışıyordu. Mesai bitimine yarım saat kala Mustafa durumu anlamak için iki kadını bir araya getirmişti. Bir araya geldiklerinde Zeynep reklam filmi, televizyon programı ve ürünün yeni isim önerisini de içeren pazarlama planını anlattı. “Önce isim konusundaki çalışmalarımdan bahsetmek istiyorum,” dedi ve göz ucuyla Feray’a baktı. Oturduğu yerde dikleşen Feray, Zeynep’in ne diyeceğini dikkatle dinliyordu. “Benim önerim ‘Mıstık’. Şimdi bu parfümü 20 yaş grubu kullanacak, yani ‘fıstık’lar. Değillerse de sürünce olacağını taahhüt ediyoruz. Hint temasının ‘mistik’i ile tüketici kitlenin ‘fıstık’ının bir karışımı.” 65 O sırada kahvesini yudumlamış olan Feray kahveyi püskürtünce bluzuna damlamış ve gayriihtiyari sandalyesini geri itmişti. Masanın üzerinde duran peçeteyle hem ağzını hem bluzunu kuruladı ve şaşkınlık içinde Mustafa’ya baktı. “Zeynep, gerçekten bu ismi öneriyor musun?” diye sordu gülmemek için kendini zor tutarak. “Elbette,” dedi Zeynep. “Zeynep, bu işler ciddi profesyonel firmaların uzun analizleri ve deneyimleri sonucu oluşuyor. Bu isme güzel veya değil demiyorum ancak marka isimden ibaret değildir. Gerçekten arkasındaki çalışmayı çok görmek isterim.” Zeynep isim önerisinin onaylanmasını beklemiyordu. Daha çok Mustafa’yı merkezle isim değişikliği konusunda yeniden konuşması için sıkıştırmaya çalışıyordu. Konuyu istediği yere çekmek üzere olduğunu düşündü ve gülümsedi. “İlle de bu isim olmak zorunda değil elbette. Bu benim önerim. Başka isim önerilerine de açığım,” dedi ve Mustafa’ya dönerek, “Mustafa Bey, birçok fikir geliştirdim ama desteğe ihtiyacım var. Vizyon çok önemli. Cesur olmalı ve doğruyu genel merkez anlayana kadar tekrar tekrar, yılmadan anlatmalıyız.” Mustafa devreye girdi, “Sonuçta zaman kısa ve bütçe yok. Markayla ilgili kararı şimdi vermek istemiyorum. İsim değiştirmek için merkezden onay alabileceğimizi hiç sanmıyorum ve onay gelse dahi isim değişikliğini merkezin önerdiği bir profesyonel ajans olmadan yapmayacağım. Maalesef harcamaları kıstığımız için ajans ile çalışmayı istesem de iki kere düşünmem gerek. Çinli üretici ek ücret talep etmeden yeni isimle ambalaj basabiliyor mu bilmiyoruz. İthalat izinlerinde de yeni düzenleme yapıldı biliyorsunuz, bu bize nasıl yansır anlamamız için kararnameyi beklememiz gerekecek. Bu iş yıl sonuna yetişmez ama yeniden bir konuşayım merkezle. Tamam mı?” O sırada içeriye giren çaycı Kadir, Mustafa’nın ortaya sorduğu soruya atladı ve araya girerek cevap verdi. “İnsanları ileri götüren de geri götüren de ileri görüşlü olmaktır. Örnek vermek gerekirse 16. yüzyılda Çinliler, vizyonsuz bir İmparatorları donanmanın tamamını yakmamış olsaydı, az kaldı dünyayı İngilizlerden önce fethediyorlardı. Velev ki öyle olsaydı dünyanın egemen kültürü beyaz Anglosaksonlar değil sarı Çinliler olacak, hepimiz gözlerimizi çektirmek için estetik ameliyat olacak ve güneşten yanmamak için tahta şemsiye kullanacaktık. Dört çocuğumla ben, tek çocuktan fazlasına sahip olmaları yasak Çinlilere kıyasla Karun kadar zengin sayılacaktım. Dünyanın başlangıcı Greenwich’deki 0 meridyen çizgisi değil, Yasak Şehrin giriş kapısı olacaktı. Lakin hepimiz şu kehaneti biliyoruz ki Çin’den sonra Türkler dünyaya egemen olacak. Şimdi üretimi ele geçirmiş olsalar da, 25 kuşak sonra torunlarımız rahat edecekler, tüm dünya Türkçe öğrenmek için dil okullarımızın kapısını zorlarken İngilizlere vize vermek için dışkı tahlili isteyeceğiz. Bu nedenle ana merkezi sıkıştırıp tüm inancımızla Türklerin yarattığı fikirleri savunmalı ve liderliğe hazırlanmalıyız,” dedi. Odadaki herkesin şaşkın bakışları altında kapıyı kapatıp çıktı. Mustafa, Feray ile göz göze geldi ve, “Burada keselim. Hepinize teşekkürler,” dedi. Feray, Zeynep odadan çıktıktan sonra yeniden Mustafa’nın odasına gitmiş ve çıkmıyorsa biraz daha kalmak istediğini söylemişti. Mustafa içeri girmesini işaret edince de masaya yeniden oturmuştu. 66 67 Feray duyduğu pazarlama planına oldukça direnç göstermişti ve bu planın başarılı olma olasılığını çok düşük gördüğünü söylemişti. Sürenin kısa oluşundan ve işin iyi kurgulanmamış olduğundan bahsetti. “Reklam filmi, TV programı ve basın toplantısı bir bütün olarak ele alınmamış, parça parça ve birbirinden kopuk fikirler olarak önümüze kondu,” dedi ve devam etti, “Tüketiciye ne mesaj verileceği dahi net değilken nasıl bir reklam filmi çekilecek anlamadım. Zeynep planları sana sunmadan önce benimle paylaşsaydı şimdiye daha çok ilerlemiş olurduk. Bu planlarla ilgili sen ne düşünüyorsunuz Mustafa?” “Fikirler enteresan ama süre kısa. Sen de destek olsan yapabilir misiniz? Ama gerçekten destek olmaktan bahsediyorum.” “Nesini beğendin anlamadım.” “Hindistan temalı reklam filmi enteresan olabilir.” “Hint teması benim fikrim biliyorsun. Ona yardım ederim. Aklımda reklam filmi çekimi için Hintli bir yönetmen ile temasa geçmek var. İngiltere’de okurken ev arkadaşım olan Ravi’yi arayabilirim diye düşünüyorum. Tanıştığımızın üzerinden çok geçti ama hâlâ görüşüyoruz. Ravi şu anda oldukça tanınan bir yönetmen.” “Senden korkulur Feray. Gel şöyle otur kucağıma,” dedi Mustafa gülerek. Mustafa çocukluğundan beri tanıdığı Tülay ile evlenmiş, çok zengin ve nüfuzlu bir aileden gelen karısının sayesinde işinde hızla yükselerek uluslararası bir şirketin tepe yöneticisi olarak Türkiye ofisinin başına geçmişti. Elde ettiği sosyete ve iş çevresinden sonuna kadar faydalanan Mustafa, sık sık Boğaz sırtlarındaki villalarında verdikleri davetlerle ilişkilerini sıcak tutmaya çalışırdı. Çocuğunun olmamasından duyduğu boşluğu ise arada yaptığı kaçamaklarla doldururdu. Mustafa’nın odası Feray’ın odasının bulunduğu koridorun sonundaydı ve eğilince kapısını görebiliyordu. Sabahtan beri Feray’ın koridorun sonundan her hareketini takip ettiğini kaçırmamış, mesafeli durarak onda daha da artan bir arzu yaratmaktan son derece tatmin olmuştu. Akşam kimse yokken ofisine geleceğini adı gibi biliyordu. Ve Feray’ı hırslandırıp Zeynep’in fikirlerinden beğendiklerinin üzerinde çalıştırmayı da biliyordu. Ertesi gün Feray, Zeynep’e Mustafa ile onun isteği üzerine konuyu teke tek görüştüğü ve projenin onaylandığı bilgisini vermiş, sadece İncir Çekirdeği’ni uygun bulmadığını söylemişti. Zeynep bir yandan fikrinin kabul görmesine sevinirken diğer yandan kendi olmadan Mustafa’nın Feray ile toplanmasına içerlemişti. Dün iş çıkış saatine kadar beraberlerdi ve ne zaman ayrıca toplanmışlardı anlayamadı, ancak ne olursa olsun iki hafta dolmadan planlarından çoğu hayata geçecek hale gelmişti ya, daha ne olsundu. Biraz bilgi toplamak için elbette çay ocağına yürüdü ve içeriye eğildi, “Kadir, bugün çok çok yoğun olacağım. Bana arada bir çay getir olur mu?” “Yoğun olacaksan bunun anlamı açık. Senin fikir akşam yapılan baş başa toplantıda onaylanmış. Hintliler de Masala çayı içer. Senin yönetmen için aldırdım marketten.” “Ne yönetmeni?” “Ravi. Reklam yönetmenin.” “Benim haberim yok!” “Reklam filmi için Hintli yönetmen bulundu.” “Kadir pes doğrusu!” 68 69 “Dur Zeynep Hanım ne pesi? Sen esas şunu dinle. Mustafa Bey’in eşinin galeri açılışı bir hafta sonra ve İstinye Park’ta. İlk sergi kimsesiz çocuklar yararına. Lazım olursa diye söylüyorum.” “Kadir sen dinleme yapıyorsun. Artık eminim.” “Yok be abla, dinleme yapsam bu kadarcık şey mi bilirdim? Senin için söylüyorum.” “Benim hakkımda neler biliyorsun benim bilmediğim?” “Kocanda peygamber sabrı var, onu diyeyim,” deyince Zeynep şok oldu. Zeynep tam cevap verecekti ki Feray yanından geçti gitti. Zeynep Hintli yönetmen işini sormak için arkasından ofisine girdi ancak Feray telefonda konuşurken fark etmemişti. Kapıda konuşarak içeri daldı “Feray, yönetmen mi bulundu?” Feray başını kaldırıp anlamsız bir ifadeyle cevap verdi, “Evet Zeynep. Benim tanıdığım bir arkadaşım. O işi hallettik.” Zeynep ağzı kulaklarında sekerek odasına gitmişti. İşler yoluna giriyordu. Cem’i kurtarma operasyonunda çimdiklenince moraran cildi sarıya dönmüş, neredeyse iyileşmişti. Arabası tamirden gelmiş, projesi de beklemediği kadar hızlanmıştı. Sadece çalınan cüzdanı kalmıştı çözülmedik ama onu bulmayı dilemek imkânsızı istemekti. Eve giderken mutluluktan, her zaman aklını yitirdiği trafik sıkışıklığına canı sıkılmamıştı. Maslak bile gözüne güzel gelmişti. Yüksek ve yeni binalarla giderek dolan bölgede yollar genişletildikçe geliş-gidiş yönünü ayıran refüjde dikili ağaçlar, 2 cm’e kadar daraltılmış toprakta cambazın ip üstünde durduğundan farksız duruyordu. Ağaçlar intihar edemediği, belediye de son kalan ağaçları kesemediği için karşılıklı bekleyiş devam edip gidiyordu. Durumdan habersiz kalabalıklar trafik ışıklarında bekleşiyor, yeşil yanınca yaya geçidinden karşı kaldırıma geçerek duraklara doğru akıyordu. Zeynep kalabalıkları izlerken diline takılan reklam cıngılını mırıldanıyor ve direksiyonda ritim tutuyordu. Beklediği süre boyunca cıngıldan kurtulamayınca radyoyu açan Zeynep, düzgün çekmeyen kanaldan ekolu ve dokunaklı erkek sesini zorlukla duyabiliyordu. “Değil mi ki onlar görmezler. De ki onlara o her şeyi bilendir...” Kanalı değiştiren Zeynep önce elektrosaz eşliğinde çalan bir türküye, sonra da bilinen tüm deyim ve tekerlemeleri tüketen Türk popunun feci örneklerinden birine rastladı. “Çevir kadayıfı yanmasın, yemezler oğlum, pişt, pist, ensem kalın…” Sonunda radyoyu kapayan Zeynep’in gözü yan koltukta duran özgeçmişlerle dolu dosyaya takıldı. Parfüm satışları artınca işler yoğunlaşacağı için elemana ihtiyacı olacağını düşünmüş, personel azaltılması yönündeki açıklamadan çok önce asistan aday randevularını ayarladığı için de iptal etmemişti. Ertesi sabah pozisyon için görüşme yapacağı adaylara neler soracağını aklından geçiriyordu. “Aşağıdaki kelimeleri sırayla tekrar edin, “şarj, deşarj ve şarjör” der Zeynep içinden. Hayali aday “şarz, dezarz ve zarzor” diye cevaplayınca Zeynep “Sıradaki…” diyerek ayağa kalkar ve adaya kapıyı açarak görüşmeyi bitirir. O sırada tanımadığı birine ait bir numaradan gelen telefon, hayalini bölmüştü. Merakla cevap verdiği telefondan 70 71 gelen boğuk, yaşlı bir kadın sesi, “Kızım merhaba,” demişti. “Hatırladın mı beni, dolmuşta yan yana oturmuştuk? Ecnebilerin arkasında.” Zeynep şaşkınlıkla, “Aaa evet. Hatırladım tabii. Buyurun teyze? Yaşlı teyze, “Yavrum cüzdanını düşürmüşsün dolmuşta. Yerde görünce aldım ve arkandan seslendim ama dolmuş durmadan devam edince duyuramadım. İçini açtım kusura bakma evladım,” deyince Zeynep çantasının içini yan koltuğun üstüne boşaltıp bir kalem aradı. Heyecanla konuşmaya devam etti, “Aaa buldunuz mu? İnanmıyorum. Ay teyze nasıl teşekkür etsem!” “Ne demek evladım! Kartından ulaşmaya çalıştım ama zor oldu biraz. Önce Aksaray’da bir yer söylediler. Edepsiz edepsiz tipler telefona çıktı falan. Neyse çocuğum sonunda ulaştım işte; gel benden al e mi kızım?” dedi yaşlı teyze. Duyduklarına inanamayan Zeynep telaşla bir kağıt ve kalem buldu “Ay teyze zahmet oldu. Nereden alayım cüzdanı? Adresi verirsen yazıyorum,” dedi. Adresi not eden Zeynep mutluluktan ve heyecandan havalara uçtu. Bir an önce gidip almak istiyordu cüzdanını. İnanamıyordu koskoca şehirde cüzdanının gelip kendini yeniden bulduğuna. Hayriye teyze gibi dürüst insanlar da çıkıyordu hayatta insanın karşısına. Teyzeye kesin çiçek alacaktı giderken. 72 14 Feray, Mustafa’nın isteği üzerine birkaç gündür o kadar yardımcı oluyordu ki Zeynep onunla uğraşıp tepki alamadığı için boşlukta hissetti kendini. Hiç yapmadığı bir biçimde Zeynep’ten gelen ısırıcı mesajlara cevap vermiyordu. Gece yarılarına kadar çalışıp Mustafa’ya atılan pazarlama çalışmaları havalarda uçuşmuyordu ve projeler kapışılmıyordu. Tek başına yarışan atlet gibi hissetti kendini. Feray’ın odasına gidip kendi gözüyle durumu kolaçan etmeye karar verdi. Reddedilen televizyon programının konusunu açarak Feray’la biraz uğraşmak istiyordu. “İncir Çekirdeği programını kime sorsam çok beğendiğini söylüyor. Yazık oldu bu fikre!” Önce Zeynep’e sonra saatine bakan Feray, yarın şirket eğitiminde yalnız yakalamayı planladığı Mustafa’ya yazıyor olduğu kısa mesajı bitirerek yolladıktan sonra hiçbir şey söylemeden odadan çıktı. Omzunu silken Zeynep, bu hafta cüzdanı dahi bulunduğu için hiçbir şeyi sorgulamayacak kadar keyifliydi. 73 “Sizin şirket küçülmeye gitmiyor mu?” diye sordu Cem. “Evet,” dedi Zeynep küpesini aynanın karşısında kulağına takarken. “Belki eğitimi iptal ederler demiştin diye sordum.” Zeynep cep telefonunu açtı ve gece 3.00’te güncellenmiş dosyayı indirerek konuştu, “Son anketlere göre %38, hayatın devam ettiğini ve şirketin çalışanına değer verdiği için bu ve benzeri masrafları kesmemesi gerektiğini düşünüyor. Yani ‘hak eden kalsın ve adam gibi muamele görsün’ diyenler %38. %42 de ‘masraf yaparken dikkatli olunsaydı personel çıkarmaya gerek kalmazdı’ diyor. Kalan %20 çekimser.” Cem ‘Hey Allahım!’ der gibi başını sallayıp içeriye gitti. Geç kalan Zeynep jet hızıyla hazırlanıp fırladı evden. Akşamdan hazırladığı beyaz gömleğini ve kot pantolonunu giymiş, kırmızı kemerini bağlamıştı. Geçen yaz genetiği değiştirilmiş organizmaları protesto ederken kurtarması sonrasında Cem’in aldığı gıcır gıcır parlayan cilalı ayakkabılarını da giydikten sonra kapıdan çıkmadan önce aynada kendine baktı ve sonra da koşturmaya başladı. Eğitim bir otelin konferans salonunda olacaktı. Şehir merkezinin epey dışındaki bir otel seçilmiş, personelin günlük kargaşadan uzaklaşarak hem havasının değişmesi, hem de eğitime odaklanması hedeflenmişti. Zeynep son hızla gelmesine rağmen eğitime en geç kalan olmuştu yine. Otoparkta gözleri, otomotiv fabrikasının üretim hattı gibi yan yana dizili aynı renk şirket araçları arasından Mustafa’nınkini aradı. Büyük Mercedes maalesef orada duruyordu. Koşarak konferans odasına girdiğinde eğitim çoktan başlamıştı. U şeklindeki masanın etrafında oturan herkes kendi isminin yazılı olduğu bir isim kartını önüne koymuştu. Beyaz saçlı, orta boylu ve oldukça kilolu Fahri boynundaki fuları ve konuşma tarzıyla odaya son derece hakim gözüküyordu. Odaya girince başıyla Zeynep’i selamlayarak ismini sordu. Tüm gözler Zeynep’e çevrilmişti. Geç kaldığını ne kadar sümen altı etmeye çalıştıysa o kadar gürültü yapıp dikkat çekti. En son oturmak için çektiği sandalyenin üzerinde olduğunu fark etmediği dizüstü bilgisayar çantasını yere devirdi. Utandığı için kısık bir sesle kendini tanıttıktan sonra oturduğu yerde küçüldü. Zeynep eğitim konusunda son derece isteksizdi. Bunun yerine kendi ürün grubunun pazarlamasıyla ilgili ofiste kalıp çalışmayı tercih ederdi. Şirketi adı ağza alınmayacak markayla parfüm pazarlamaya çalışırken, çalışanlarına içinde pazarlama da olan eğitim aldırması çok tezattı. Elindeki markörle ayaklı yazı panosuna kıstırılmış beyaz sayfaya terimleri yazarken, “Hukukta çok temel birkaç terimi bilmeniz şimdilik yeterli,” dedi Fahri. Eğitimin temel bilgileri içermesi hedeflenmiş, bu nedenle temel hukuk, finans, pazarlama ve organizasyon bilgilerinin verilmesi 74 75 15 planlanmıştı. ‘Gayri kabili rucu’, ‘zımni kabilinden’ gibi terimleri yazmaya başlayan Fahri, hukuk dalına giriş için Arapça bilmek gerektiğinden, bu bölümü simültane tercüman eşliğinde yapıyordu. Suratlarındaki boş ve tepkisiz ifadeyle bakakalan personele dönerek, “Tamam o zaman,” dedi ve yazılı sayfayı çevirdi. Tercüman da müsaade alarak odadan çıktı. “Çok kısaca temel finans göstergelerinden de bahsedeyim.” Tahtaya çizdiği grafikleri görünce kendine güveni sarsılan katılımcıları kısık gözlerle süzen Fahri devam etti, “Sorunuz olursa lütfen çekinmeyin.” Elini soru sormak için kaldıran Ayşe’yi dikkate bile almayan Fahri, cebinden başlığı gözüken piposuyla boynuna taktığı fularının tamamladığı entel havası sayesinde, eğitime katılanlara mahalle baskısı yaparak ne kadar bilgisiz olduklarının mesajını vermiş, salonda sorulabilecek soruların büyük kısmını baştan engellemişti. Böyle arada kaçan soruları da umursamayarak işi çözmüştü ve en az yorulacak şekilde hap eğitimler veriyordu. Böylece yemeğe erkenden çıkabiliyor, uzun uzun şarap ve yemek keyfi yapabiliyordu. Personelin bir kısmı tahtadaki grafiği çizmeye çalışıyor ve doğru yapıp yapmadığını yandaki arkadaşının kâğıdına bakarak kontrol ediyordu; diğer bir kısmı da kaşlarını çatarak anlamaya çalışıyordu. Zeynep daha grafiğin ancak eksenini çizmişken Fahri yine sayfayı değiştirdi ve, “Hızlı geçiyorum ki yemekten önce bitirelim,” dedi. “Pazarlamada size söyleyeceğim altın kuralı bilseniz yeter. Cinsellik sattırır, budur! Siz yine de yeni eğilimlerin adını bilin. İngilizce bir şeylerin kısaltılmışıyla anılan son eğilimleri müdürünüze sunun ve durup bekleyin. Bir hafta önce herhangi bir gurudan duymuş ise açılımını sizle bir- likte tekrar edecektir. Söylemediyse 1-0; hemen bastırın. WOM: word of mouth¸ yani ağızdan ağza pazarlama, XOM: Xanadu of Mandrake, Mandrake’nin Evi gibi” diye sözünü bitirdi Fahri. “Şimdi öğle yemeği için ara vereceğiz. Saat tam 13.30’da yeniden başlıyoruz. Teşekkürler.” Odadakiler toparlanırken anlatılanları anlayan varsa kendine de anlatmasını rica ederek yemek salonuna doğru yürümeye başlamışlardı. Tamamen aklı karışmış paralize şirket çalışanları yemek boyunca Fahri’nin uydurduklarını aralarında tartışarak öğle yemeğini yemişlerdi. Mustafa’yı kollayan Fahri ise hemen onunla aynı masaya oturmuş ve daha fazla iş kapmak için Mustafa’yı kafa kola almaya çalışmıştı. Bütün yemek boyunca sadece Fahri konuşmuştu. Mustafa aslında eğitimi iptal etmek istemişti, ancak insan kaynakları müdürü eğitimci ve otel masraflarının yarısını peşin ödediğini söyleyince eğitimi onaylamaya mecbur kalmıştı. Üstüne bir de Fahri’den hiç hoşlanmayışı eklenince keyfi kaçmıştı. Feray odadan çıkmadan önce mesajlarını kontrol etmiş, gece attığı mesaja cevap gelmediğini görünce yüzünü asmıştı. Mustafa’yı yemekte yakalamak için eğitim odasından hızla çıkarak kalabalığın önüne geçmiş, kendince Mustafa’ya yer tutmuştu. Yemek salonunda, Fahri ile birlikte giren Mustafa’nın eğitmenle yalnız olarak ayrı bir masaya oturduğunu görünce bir hafta önce başladığı rejimi bozarak garsonların sırayla getirdiği tabakları silip süpürmüş, yemekten sonra kahve içmek üzere bahçeye çıkan kalabalıktan mümkün olan en uzak köşeye sessizce oturmuştu. Mustafa’nın kendini ağırdan sattığını bile bile tuzağa düştüğüne kızıyordu. Zeynep ise yemek salonuna girdiğinde çantasını ya- 76 77 nına almadığını fark edip eğitim salonuna geri döndü. Sandalyesine doğru yürürken bir titreme sesi duymuş, nereden geldiğini anlayamamıştı. Önce dikkate almadığı ses ısrarla devam edince kaynağını bulmaya çalışmış, masayla duvarın arasına dik olarak düşmüş bir cep telefonu görmüştü. Eğilip eline aldı ama kimin olduğunu anlayamamıştı. Odada tam bir sessizlik olmasa telefonu duymak ve bulmak imkânsız olurdu. ‘Düşüren şanslıymış,’ diye geçirdi içinden. Telefonu yanına alıp yemek salonuna götürerek kime ait olduğunu anlamaya çalışacaktı. Sonra aklına numaradan kendi telefonunu çaldırmak geldi. Neticede şirketteki birçok kişinin telefonu kendinde kayıtlıydı ve kendini aradığında telefonun ekranında gözüken isimden anlardı kime ait olduğunu. Bir yandan yürüyor bir yandan da telefonunun ekranına bakıyordu. Hızlıca yürürken ekranda ismin belirmesiyle duraksadı. Telefon Feray’ındı. Ağır ağır yürümeye başladığında düşünüyordu. Uzaktan yemek odasında Feray’ı gördü ve bir an bakıştılar gibi geldi Zeynep’e. Ve ani bir dönüşle bayanlar tuvaletine gidip kapıyı kapadı. Telefonu karıştırıp karıştırmamayı rahat rahat düşünmek istiyordu. Feray olsa onunkini karıştırır mıydı acaba? Feray karıştırsa da Zeynep’in karıştırması doğru olur muydu? Feray can düşmanı değil miydi? Hayatta da böyle fırsatlar az ele geçmez miydi? Karıştırırsa pişman olur muydu? Nadir çıkan fırsatları değerlendirmezse pişman olmaz mıydı? Tersi olsa ona acıyan olur muydu? Bir saniye içinde birbirine tamamen zıt fikirler aklında uçuştu, çarpıştı ve çatıştı. Çizgi filmlerdeki şeytan ve meleğin film kahramanının aklını kendi tarafına çelmek için çekiştiği sahne gibi çelişkiler yaşadı. Elinde telefonla klozetin üzerine oturmuş düşünüyorken, tuvaletin seramik döşemeleri topuk sesleriyle yankılandı. Zeynep irkilince telefonu elinden düşürmüş, yaklaşan topuk sesi kapının dar aralığından tuvalet kapısının önüne kayan telefonun yanında durmuştu. Gelen kadın telefonu fark edip eline almış, “Pardon, telefonunuzu düşürdünüz,” demişti. Tanınmamak için sesini çıkarmayan Zeynep kıpkırmızı kesilmişti. Yanaklarına ateş basmış, hırsızlık için Feray’ın evine girmişken basılmış gibi hissetmişti kendini. “Pardoon,” diye ısrar eden kadın kapıya vurup kilidini sağa sola zorlamıştı. Zeynep ağzının içinde “Hıhııı,” diye geveledi ve ayakkabıları görünmesin diye klozetin üstüne oturup dizlerini karnına çekti. Telefonu içeriye geri ittiren kadının, “İttirdim, aldınız mıı?” sorusuna cevap vermeyince şaşıran kadın “Allah Allah,” dedi. Biraz bekledikten sonra Zeynep’in yanındaki tuvalete girdi, yere eğilip yan tarafta kimse var mı diye baktı ama göremeyince tuvaletten çıktığı kapanan kapı sesiyle anlaşıldı. Zeynep elleri titreyerek kesin kararını vermişti. Ya hiç buraya getirmeyecekti telefonu ya da sonuna kadar gidip karıştıracaktı. Ve karıştırmaya başladı. Önce elektronik postalara göz gezdirdi. Mustafa’dan ve yönetimden gelen tüm mesajları açıp ilk paragrafını okuyup kapadı. Sonra kısa mesajları karıştırmaya başladı. Mustafa’ya atılmış son mesajı açtı ve okudu. “Konuşmamız gerek. Beni arar mısın?” Mesajı kapatıp diğerlerini açtı, aceleyle okudu ve telefonu kapattı. Epey zaman harcamıştı ancak ilginç bir şey görememişti. En son telefondan kendini aramış olduğunu hatırlayıp hafızayı sildi ve tuvaletten çıktı. Cebine koyup sakladığı telefonu eğitim odasına gidip aceleyle, kimseye 78 79 göstermeden bulduğu yere geri koydu ve çoktan yemeğini yiyip bahçeye çıkan gruba katıldı. Tüm zamanını tuvalette geçirip yemeği kaçırmıştı. Açlıktan eğitimin geri kalanında salona konan kuru pastaları ve nane şekerlerini yemek zorunda kaldı. Feray ise yeniden mesajlarını kontrol etmek istediğinde telefonunun yanında olmadığını fark edip eğitim odasına doğru yürüdü. Düşürdüğü telefonunu zorlukla bulabildi. Öğle yemeği bitince katılımcılar teker teker odaya girip yerlerini almış, aralarında sohbet ediyorlardı. Fahri öğleden sonraki bölüme başlamak üzere, katılımcıların dikkatini toplamak için genzini temizlemişti. Mustafa ise öğleden sonraki kısma kalmayarak, kimseye görünmeden erkenden ayrılmıştı. Herkes sessizleşince Fahri, “Ve son olarak organizasyondan bahsedip bitirelim,” diye başladı konuşmasına. Bir yandan yürüyor, bir yandan konuşuyordu etkileyici bir ses tonuyla. “Aslında personel seçimi karpuz seçmeye benzer. Öyle yarım saatlik mülakatlarla anlaşılmaz kimin ne olduğu. Ofise getirip kesmeden kelek mi olgun mu çıkacağı anlaşılamaz. Çalışınca çıkar ne mal olduğu demek istiyorum.” El kaldırarak söz alan şirket çalışanlarından Selin sordu, “Bizim sorunumuz -ki tüm şirket adına konuşuyorum şu an- daha çok işimizi kaybetmemekle ilgili. Küçülmeye giden bir şirkette hayatta kalmak için ne yapmalıyız?” Fahri Bey “Esas itibarıyla ‘kelek’ olmayan bir personelin taleplerini tam anlamıyla karşılayan bir şirkette nihai son şöyle olur; herkes müdür olmuştur ve genel müdüre doğrudan raporlamaya başlamıştır. Bu yüzden de şirket maaşları kaldıramaz hale gelmiştir. Söyleyin bana şirkette kaç müdür, kaç idari çalışan var?” diye insan kaynakları müdürüne döndü. “Toplam 200 kişiyiz. 168 müdür ve 32 idari personel var. 168 müdürden 45’i de kıdemli müdür.” “Gördünüz mü? Demek ki şirketinizde akıllı insanlar çalışıyor. Diğerlerinden daha da ‘üstün’ olmak için farklılaşmaya çalışmışsınız ve yöneticilerinizi zorlamışsınız arkadaşlar.” Zeynep başını sallayarak onayladı ve anlatılanları harfiyen not aldı. “Sayılara bakınca tecrübeme dayanarak şirkette çöküş devri başlamış diyebilirim; hemen yeni bir iş aramak akıllıca olur.” Panoda asılı ideal organizasyon şemasının anlaşılıp anlaşılmadığını görmek için herkesin gözünün içine tek tek baktı ve, “Sorunuz var mı?” diye bitirdi konuşmasını. İnsan kaynakları müdürü, “Benim endişem, bu panik ortamında iyilerin iş bulup, iş bulamayacakların şirkette kalmasıyla gerçekleşecek doğal seleksiyon.” Şirket çalışanlarından biri söz aldı ve, “İnsan kaynakları müdürü şirkette çalışanları iyiler ve kötüler diye ayırıyorsa başka söze ne gerek var? Biz motive olsak şirket çalışırdı. Bizi motive etmeliydiniz.” “Bu eğitim motivasyon değil mi o zaman? Haksızlık etmeyelim. Elimizden geleni yaptık personel motivasyonu için,” dedi alınan insan kaynakları müdürü. Başka bir çalışan ayağa fırlayıp, “Birçoğumuzu işten çıkarmayı konuşuyoruz ama hayati olmayan masraflar yapıyoruz. Bu eğitim yerine bir arkadaşımız işsiz kalmasaydı daha adil olurdu,” dedi sinirle. Başını iki yana sallayarak itiraz eden bir diğeri de, “Olur mu canım. Çok kişi çalışsın diye en asgari düzeyde imkânlarla yerimizde mi sayalım? Şartları geri çekersek bir 80 81 daha yerine gelmez. Önümüzdeki 10 yıla ipotek koymak demek bu.” Söz alan bir diğeri lafa girdi: “Şirket personelini tanımak için çabalamalıydı. Hangimizin ne konuda yeteneği var bilinmediği gibi kariyer planı da yapılmıyor. Örneğin ben lojistik birimine geçmek istemiştim ama finans kökenli olduğum için merkez tarafından izin verilmemişti.” “Evet, güzel bir noktaya değindiniz,” dedi insan kaynakları müdürüne dönerek. “Bu duruma gelmemek veya gelmişseniz de durdurmak için personeli iyi anlayacaksınız.” Boğazını temizleyip konuşmaya devam etti, ortamı yatıştırması gerekiyordu. “Nasıl olacak bu? İyi gözlemci olarak! Bir personelin odanıza istifa, zam, şikâyet, intikam vb duygulardan hangisi için geldiğini içeri girişinden anlamak mümkündür. Örneğin çalışma arkadaşını şikâyet etmek için odaya yürüyenler topuklarıyla döşemeyi delercesine sert basar. Maaş zammı isteyenlerinse alt dudağı titrer, zira başkalarına ne maaş verildiğini duyunca odanızı basmışlardır. Yengeç gibi yan yan yürüyenler istifa için gelmişlerdir. Kapının yanında buldukları ilk sandalyeye oturup kapıyı kaparlar. Önce müdürlerini ve şirketi ne kadar sevdiklerini, sonra da iş aramadıkları halde yakalarını bırakmayan fırsatları anlatırlar. Bu davranışları analiz edip, insan kaynaklarını buna göre tedbir alıp yöneteceksiniz.” İnsan kaynakları müdürü cevap verdi, “Gerçekten doğru söylüyorsunuz, ancak birim değişikliği önerdiklerimiz de kabul etmeyebiliyor.” Turgay bir süredir havada bekleyen kolunu diğer eliyle destekleyerek havada tutmaktan sıkıldı ve Fahri söz vermese de lafa girdi: “Fahri Bey, en adil işten çıkarma nasıl olmalı? Dünya örnekleri var mı sizde?” Bir diğeri atıldı, “Yönetimler işlerin bu noktaya gelmesine nasıl müsaade ediyor, onu da anlamak isteriz? Eğitim verdiğiniz diğer şirketlerde bizim durumumuzda olanlar var mı? Ne yapmışlar?” Sakalını ovuşturan Fahri yere bakarak konuşurken ağır ağır yürüyordu, “Var tabii. Bir işten çıkarılacak personeli seçme metodu var. Yemek arasında genel müdürünüze bu metodu satmaya çalışıyordum. Ama ona gelmeden önce size sorayım. Şirketin kağıt üstündeki sonuçları nasıl?” Feray cevapladı, “Bütçenin çok gerisindeyiz ve de zarar gözüküyor.” Fahri devam etti, “O zaman kâğıttaki rakamları düzeltin. Bunun için daha önceleri gösterdiğiniz performans düzeyini çok yukarıya taşımalısınız çünkü çark durmuş. Hepinizin iyiliği için çarkın dişlilerini dişlemeyi bırakın ve takım oyunu oynayın.” İnsan kaynakları müdürü atıldı, “Selma Hanım, tüm faturaların fotokopisini alıyorsunuz. Size gönderilmemiş bir faturayı çoğaltmak doğru mu?” Selin de söze girdi, “Bilgi işlem müdürünün elektronik postaların tamamına ulaşma yetkisi var. Bunu kullanması etik mi? Onlar bana ait mesajlar.” Bilgi işlem müdürü kendini savundu, “Ben açmadım. Kelime aratarak, içinde aradığım kelimeleri olan postaları açmadan arşivledim. Selma Hanım da bir kere bir dava için ayrılan birinin elektronik postalarını açtırmıştı.” Selma Hanım sinirlendi, “Onu insan kaynakları müdürü istemişti.” Zeynep de bir kez odasına girdiğinde çekmecesinin açık olduğunu görmüştü ama kendisi de Feray’ın cep telefonunu karıştırdığı için söz almaya yüzü yoktu. Sessizce 82 83 bir köşede atışmaları dinlerken sonunda dayanamayarak ayağa kalktı, “Arkadaşlar lütfen kendimize karşı dürüst olalım. Birbirimizi dinlemedik mi? Projelerimizi engelledik, gruplaştık ve gizliliği ihlal ettik. Artık sadece çok çalışmaya yoğunlaşalım.” Ayşe atıldı, “Ne yani, biz mi suçluyuz tüm bu olanlardan? Daha neler Zeynep! Biz karar verici miyiz Allah aşkına! Denileni yapıyoruz sadece.” “Değiliz tabii. Ben sadece zamanımız az kalmışken şimdiye kadar yaptığımız hataları sürdürmeyelim diyorum Ayşe.” “Ben hatalı görmüyorum kendimi. Ne yaptım ki ben? Sadece sabahlara kadar çalıştım ve gayret ettim. Sonucunda elimizde olmayan birçok aksilik oldu. Benim verilmeyecek bir hesabım yok. Olanlar düşünsün,” dedi Feray’a dönerek. Ayşe Feray’ın Mustafa ile olan ilişkisi nedeniyle yönetim yanlısı olduğunu ima etmişti ama bu konuyu bilen hiç kimse olmadığı için diğerleri anlamamıştı. Kendi de kimseden duymamıştı ama doğru olduğuna adı gibi emindi. Kendi başının yanmayacağını bilse Zeynep’e söyleyip onu şöyle bir sarsmak isterdi. Onun azmini ve çalışkanlığını çok takdir ediyor ama saflığına inanamıyordu. Şirketin küçülme kararından en çok rahatsızlık duyan ve etkilenen insan kaynakları müdürü dayanamayarak araya girdi, “Hiç birlik olup gücümüzü birleştirmeyi denedik mi?” dedi. “Zeynep haklı. Son bir gayretle mücadele edelim.” “Ya ben takımla uğraşırken diğeri kendini garantiye alırsa ve ben açıkta kalırsam? Enayi yerine düşmüş olmaz mıyım?” dedi Pelin. “Evet! Diyelim sen takıma çalıştın, arkadaşın çalışmadı ve o şirkette kaldı. Sen çıkarıldın. Kararından pişmanlık mı duyarsın, gurur mu?” dedi Bengü. Konu kontrolden çıkmış ve işten çıkarmaların bu şekilde tartışmaya açılması Pandora’nın Kutusu’nu açmıştı. Kontrolü tamamen elinden kaçıran Fahri ellerini çırparak araya girdi, “Arkadaşlar, burada bırakalım artık. Karar sizin. Hepinize kolay gelsin.” Eğitim dağılırken birlik olmak isteyenlerle birbirinin yerine oynamak isteyenler cepheleşmesi iyice gün yüzüne çıkmıştı. Muhalif gruplar eğitimden sonra toplanıp konuşmak için kendilerine birer köşe seçmişlerdi. Zeynep hiçbir gruba müdahil olmak istemediği için en önden odayı terk etmişti. O kendi planlarını yapmış ve işine yoğunlaşmıştı. Ayşe odaya girince gözleri Zeynep’i aradı. Göremeyince arkadaşına, “Zeynep’e haber verdiniz mi?” diye sordu. “Parfümden başka bir şeyle vakit kaybetmek istemiyormuş.” “Anladım! Zorius Capital dün de sonuç odaklı bir yer değildi ama bugün hiç değil. Hala çalışarak sonuç alınabileceğini düşünüyor yani. Üzüldüm,” dedi. 84 85 Pazar günü Zeynep ile Cem, bulunan cüzdanı almaya gideceklerdi. Ece’yi Hülya Hanım’a bırakmak üzere kapıdan çıkıyorlardı. Cavidan Hanım da kapıyı açmış fırsat kolluyordu her zamanki gibi. Zamanlamayı yine mükemmel tutturmuştu. “Anahtarla kapıyı kilitlerken sürekli anahtarlığınız kapıya çarpıyor. Dünyanın sesi geliyor. Çıkarır mısın kızım süsleri, ucunda anahtardan daha çok süs var ayol.” Ece elindeki lazer ışığını Cavidan teyzenin kahverengi ev terliğinden başlayarak örgü hırkasının düğmelerine doğru daireler çize çize gezdiriyordu. “Ne o elindeki zamane? Kör edeceksin gözümüzü!” “Bu arada Cavidan teyze, sizden aldığım ödünç parayı vermek için biz de zile basacaktık zaten,” dedi Zeynep, Cem’in kolunu parayı vermesi için dürterken. “Bozuk yok, 100 TL bozabilir misiniz?” diye sordu Cem. “Sonra ver,” deyip kapıyı suratlarına kapadı Cavidan Hanım. Asansör dördüncü kata gelene kadar Ece, Zeynep’in kalan son beyin hücrelerini de sömürmüştü. “Anne, larda yüzen al sancak ne demek?” Zeynep, “Şafaklarda kızım o,” diye düzeltti ama Ece devam etti. “Munüstünde tüten ne demek?” “Kızım hece bölünmüş işte. Yurdumun üstünde.” “Anne lav niye love diye yazılıyor?” Hülya Hanım’ın evine vardıklarında Ece anneannesinin kucağına atlamış ve Zeynep annesine merhaba bile diyemeden kapı yüzlerine kapanmıştı. Hülya Hanım Ece’yi kucağına almış, öpe öpe seviyordu. İçeriden sesleri geliyordu. “Kraliçe kızım benim, canım!” Zeynep annesinin yüzüne bile bakmamasına ve torununa saldırmasına alışmıştı. Ece’yi bırakır bırakmaz yol tarifi almak üzere Hayriye teyzeyi aradılar. Üçüncü çalıştan sonra telefona Türkçesi bozuk genç bir kadın cevap verdi. “Merhaba, Hayriye Hanım’la görüşebilir miyim?” dedi Zeynep. “Hastadır o. Yatyor” “Ne zaman arayalım o zaman?” “Bilmiyor. Hasta o.” “Akşamüstü arasak müsait olur mu acaba?” “Yok. Doktor gidecek. Hasta. Kim arıyor?” “Zeynep aradı der misiniz? Cüzdanını alacakmış derseniz hatırlar. Teşekkürler.” Cüzdanı alma işi yatınca Zeynep biraz tedirgin olmuştu. Cüzdan bulunmuş ama bir türlü eline alamamıştı. “Hazır Ece annemdeyken biz de kahve içelim mi Ortaköy’de Cem?” diye sordu Zeynep. “Olur, gidelim hadi. Ne zamandır gitmedik,” dedi Cem. “Beş yıl olmuş mudur Cem? Zaman akıp gidiyor gerçekten.” 86 87 16 Ece doğmadan önce Cem’le Zeynep Ortaköy’e çok giderlerdi. Ortaköy’de eğlence seçenekleri çoktu. Denizde dizili balonlara nişan alıp patlatarak eğlenmek, güvercinlere yem atmak, çığırtkan garsonları gıcık etmek için üç kez daire çizerek önlerinden tekrar tekrar geçmek, küpe almak, kumpircilerin arasından yürümek ve daha niceleri. Çocuk olduktan sonra gidecekleri yerleri ona göre seçmeye başladıklarından, daha çok alışveriş merkezlerine gider olmuşlardı. Oysa Boğaz kıyısı onlara İstanbul’da olduklarını hissettiriyordu. Ortaköy’e varınca son moda House Cafe’ye oturdular. Yanlarına göğsündeki isim kartından adının Deniz olduğunu okudukları garson kız yanaştı. Tercihler o kadar fazla, kız da o kadar havalıydı ki sipariş verirken yanlış yapmamak için devre arası antrenörden taktik alan basketbol oyuncuları gibi kapanıp tartışıyorlar ve Cem açılıp nihai kararı takım kaptanı olarak iletiyordu. Garson kız sordu, “İçecek bir şey alır mıydınız?” Cem ile Zeynep kapandılar, Cem doğruldu ve bu çok kolay ilk soruya hemen cevap verdi. “Kahve” “Sütlü mü sütsüz mü?” Yine kapanıp açıldılar. Cem yanıtladı: “Sütlü.” “Diyet sütlü mü normal sütlü mü?” Ve sorular devam ettikçe zaman akıp gidiyordu; kafeinsiz mi kafeinli mi, kahvelerinizi aynı anda mı getireyim ayrı ayrı mı, şekeriniz kahverengi mi olsun beyaz mı? Hatta bir soruda ne sorulduğunu anlayamadıkları için cep telefonundan internete bile girmişlerdi. Üstüne zortini mantarı sosu ister misiniz? Zortini zortini hah! Buldum. İtalyan dişi dağ keçisi dışkısıyla fermente edilmiş marine tuz! “Çok kolay, istemiyoruz!” Garson kız siparişin uzamasından rahatsız olmuştu ancak seçenek bombardımanı ile tüketiciyi bitiren dünyayı yaratan onlar değildi. Cem küçükken kahve denince sorulan tek soru orta, şekerli ve az şekerli olurdu. Sipariş nihayet sona erdiğinde garson kız ceylan gibi sekerek mutfağa doğru yöneldi. Zeynep arkasından kızı düşündü elinde olmadan. Bayrak kırmızısı kısacık saçları diken gibiydi. Kolunda da Uzakdoğu dillerinden birinde yazılmış dövme vardı. Kızcağız nerede oturur, ne yer ne içerdi? Maddi durumu hallice olsa garsonlukla ne işi olurdu? Varoşlara da bu saçlarla adımını atsa mahallede sosyal ayaklanma çıkardı. Deniz siparişleri getirdiği tepsinin altına koyduğu broşürü hiç konuşmadan masalarına bıraktı. Broşürü eline alıp okumaya dalan Cem, Zeynep’in “Neymiş o?” sorusuna kafasını kaldırmadan cevap verdi “Boğaz’dan geçecek tankeri protesto gösterisi düzenliyorlarmış.” Zeynep de barın yanında duran gazetelikten bir iki gazete seçti ve masaya oturdu. Bir sayfa yazıya karşılık üç sayfa ilan vardı gazetelerde. Özellikle konut reklamları dikkatini çekti. “Dikkat! Konut alana yaşam tarzı bedava!” Gülümseyerek çocuğunu havaya kaldırmış, yeşilliklerin içinde oynaşan sarışın çifte bakıp, kendinizi ilk bulduğunuz banka şubesine atarak gırtlağınıza kadar borçlanmanız an meselesiydi. Zeynep de iş durumu belli olur olmaz aynen böyle yapacak, gelen misafirlerin giriş izni aldığı güvenlikli sitedeki evinde ayrıcalıklı bir yaşama sahip olacaktı. Böyle bir sitenin satış ofisinden çıkıp bankaya gittiğini hayal etti. Zeynep hayali banka şubesinde müdür odasında por- 88 89 selen fincanda çay yudumlarken sorar: “Merhaba. Zodiac Park Residence için kredi kullanacaktık ancak önce bir gezmek isteriz.” Banka müdürü evrak imzalamakla meşguldür ve kafasını kaldırmadan cevaplar: “Tabii, sitenin son teknoloji donanımlı bilgisayarlı otopark kapısına gelmek için Dudullu köy içinden ilk sağa sapıp toprak yolu takip edin. Sağdaki ahırları geçince satış ofisinden Jale Hanım sizi Rolce Royce’la gezdirecek. Çok akıllı bir yatırıma imza atıyorsunuz.” “Terasta golf sahası var mı bu projede de?” “Top aşağı caddeye kaçınca telef olan vatandaşlar olabiliyor diye iptal ettik ama beyzbol sahası koyduk. Beyzbol sporu Türkiye’de hak ettiği yerde değil maalesef. Artık sizler hakkını verirsiniz. Mersi.” “Biz size mersi. Kredi kartına 1000 taksit de yapıyor musunuz? Veya taksit atlayıcı, hava bükücü, bade süzücü vb. de var mı?” “Kadınlara yönelik geliştirdiğimiz son kredi kartımızı alırsanız mümkün. Üstelik epilasyon kremi spatulası şeklinde olduğu için tüylerinizi de kazıyabiliyorsunuz.” “Ayna şeklinde kredi kartı duymuştum Garanti Bankası’nın ama bunu duymamıştım! Bu da güzel!” Zeynep gazetenin diğer sayfalarını da karıştırdı. Sonra Cem’in elindeki gezi dergisine göz attı. Cem, “Bu sene tatil köyüne gitmeyelim de neresi olursa razıyım,” dedi. “Aa Cem bak burada süper bir tane otel var, koya tam tepeden bakıyor, Assos’ta,” dedi Zeynep eliyle reklamı işaret ederek. “O merdivenlerden kim indirip çıkaracak her gün çocuk arabasını? Kaz Dağlarına ne dersin?” dedi Cem. Zeynep atıldı, “Çocuk düşer.” “Karadeniz yaylaları?” “Çocuk yürümez. Butik otel?” “Çocuk kabul edilmiyor. “Antalya?” “Yanar, biter, kül oluruz.” Yanlarına yaklaşan garson sözlerini böldü, “Başka bir isteğiniz var mıydı?” “Ben cam bardakta siyah Türk çayı alacağım demleme. Yeterli açıklama oldu mu?” dedi Cem. “Peki, ben hallederim kalan detayları kendime göre, OK? Ya siz?” dedi Zeynep’e dönerek. “Ben yeşil çay istiyorum.” “Tamam,” dedi garson kız masanın üzerine bıraktığı broşürü geri almak için eğilirken. Eliyle broşürün kalmasını işaret eden Cem, garsona orada yazanlarla ilgili birkaç soru sormakla meşgul olduğu için Zeynep’in dalgınlaştığını fark etmemişti. Garson kız uzaklaşınca Zeynep lafa girdi. “Cem, sana bir şey soracağım.” Biraz buruktu sesi. “Sor Zeynep!” “Sana ait olmayan bir şey bulsan karıştırır mıydın?” “Yani kimin olduğunu anlamak için içine bakardım kastın buysa. Bir şey mi bulup karıştırdın?” “Aslında sayılır.” Biraz sessizlik oldu ve Zeynep devam etti. “Ben yerde bir cep telefonu buldum ve kime ait olduğunu anlamak için baktım.” “Kiminmiş?” “Feray’ın.” “Vaaay! Benim bildiğim Zeynep tamamını kopyalamıştır.” 90 91 “Nereden çıkarıyorsun Cem? Sence ben böyle biri miyim?” “Karıştırdın mı?” “Evet.” “O zaman öyle birisin Zeynep.” “Feray olmasa yapmazdım.” “İşte vicdanını kusur işlemek için rahatlatan insan egosu.” “Cem ben ciddiyim. Gerçekten soruyorum.” “Hayriye teyze senin cüzdanı karıştırsa hoşuna gider mi?” “Karıştırmış zaten. Beni öyle bulmuş.” “Acaba senin olduğunu anlayınca devam etmiş mi karıştırmaya?” “Bakmamıştır canım. Kadın bana düşman mı Feray gibi?” “Bir şey bulamadın galiba?” “Yok, bulamadım. Nereden anladın?” “Bulsan kusuruna hak verecektin iyi ki yapmışım diye. Bulamadığın için sorguluyorsun diye düşündüm.” “Bingo!” “Zaten ne bulacaktın ki?” “Ne bileyim, belli mi olur? Günlük yazışmalar vardı. Bir kısa mesaj vardı, gece Mustafa Bey’e yazılmış. Kadın gece de çalışıyor. Beni ara falan gibi bir şey diyordu.” “Feray Mustafa Bey’e sen diye mi hitap ediyor?” Zeynep bir an duraksadı. “Yani evet, öyle yazmış. Dikkat etmedim. Normalde siz diyor ama beni ara yazmış diye hatırlıyorum. Hakikaten, niye öyle yazmış acaba?” “Sen Mustafa Bey’e sen diye mi hitap ediyorsun?” “Olur mu canım? ‘Siz’ diyorum. Belki yalnızken Feray’a müsaade ediyordur, ne bileyim.” “Hmmm.” “Aslında doğru söylüyorsun. Geçen de akşam geç saatte bitirdiğimiz toplantının sonrasında baş başa yeniden toplantı yapmışlar. Niye yalnız toplantı yapsınlar ki gece gece?” “Gece baş başa toplantı mı yapmışlar?” “Ben de ayakta uyuyorum ya! Bunların arasında bir şey mi var yoksa Cem?” “Bilemeyiz.” “Aldatıyor demek. Ben sana söylemiştim bu kadın çok kötü diye. Şimdi de evli bir erkekle ilişki ha! Vay canına! Hakikaten ayakta uyuyorum ben.” “Neyse Zeynep seni ilgilendirmez kimsenin özel konusu.” “Ne demek ilgilendirmez! Bana rakip bir kadın benim müdürümle ilişki yaşarsa bu her şeyi değiştirir. Benim projeme Feray’ı yamamasının sebebi belli oldu. Başarımdan pay alacak. Bundan emin olmam lazım.” “Diyelim ki oldun, ne yapacaksın?” “Bilmiyorum.” “Hayatta bir davan olması önemli tabii. Ama aksi bir durumda bir çıkış planın olsa iyi olurdu. İyi bakalım, kolay gelsin.” 92 93 Cem sabah ofise geldiğinde Ortaköy’de masaya bıraktığı broşür ilgili sorular sormak için Deniz’e telefon etmişti. Deniz, detaylı bilgi vermek için akşamüstü izne çıkarken House Cafe’ye çok yakın olan ofisine uğrayabileceğini söylemiş, saat 18.00 için randevulaşmışlardı. Akşam Cem’in ofisteki işi neredeyse bitmişti ve misafiriyle tanker protesto eylemini rahat rahat konuşabilecekti. Son müşteri bankadan çıkıp güvenlik görevlisi şubenin kapısını kapadığında sohbete başlamışlardı. Cem, Deniz’in bahsettiği eylem organizasyonunda bazı konuların atlanmış olduğuna dikkat çekip, geçmiş tecrübelerinden örnekler veriyordu. Konuştukça laf lafı açmış, konu geçmişte yaptıkları eylemlerden gittikleri ülkelere atlamıştı. “Hindistan’da mı yaşadın?” diye sordu Cem heyecanlanarak. “Evet. Bir yıl kaldım Hindistan’da. Geçen yıl döndüm ama yeniden gitmeyi dört gözle bekliyorum.” “Gerçekten mi? Ben de uzun süreler kaldım Hindistan’da. Benimki çok oldu tabii,” dedi gülerek ve devam etti, “Senden yaşım büyük, epey öncedir, ama tesadüfe bak.” “Beni olduğumdan genç sandığın için teşekkür ederim ama maalesef 32 yaşındayım.” Günün yorgunluğu üstlerine çökmüş olarak başladıkları konuşma sonunda ortak konuların çoğalmasıyla keyifleri yerine gelmişti. Yarım saat kadar sonra Cem aniden Deniz’e döndü ve, “Gel sana bir yemek ısmarlayayım işin yoksa. Şu protesto planını adam gibi şekillendirelim,” deyiverdi. “Olur Cem Bey. O zaman bir eve uğramak isterim sorun olmazsa. Hemen gider gelirim, evim çok yakında,” dedi. Cem’in onun fikrine bu derece değer vermesi çok hoşuna gitmişti. Bıkmıştı ideallerini anlamayan içi boş erkeklerden. “Sorun yok. Buradan beraber çıkarız. Bu arada bana Cem diyebilirsin.” “Tamam Cem. Ne giyeyim, kot giysem sorun olur mu?” “Olmaz. Doğal Yaşamı Destekleme Derneği’nin bir restoranı var Beyoğlu’nda. Uygun mudur?” Cem görüşmenin arkasından biraz daha çalıştı. İşiyle ilgili elektronik postaları okudukça canı sıkılıyordu. Yöneticisi bütçe hedeflerini tutturabilmeleri için yıl sonuna kadar mesaiye kalacaklarını bildirmiş, akşamları derneğe giden Cem’in izin taleplerini reddetmeye başlamıştı. İstanbul düşerken Türklerin surlara dayandığı sırada Bizanslıların meleklerin cinsiyeti erkek midir kadın mıdır tartışmasını yapması misali, küresel ısınma tehdidi kapıya dayanmışken dünyevi işleri tartışmakla meşguldü şirketi. Ne yapılacaksa kendileri gibi bir avuç insanın yapması gerekiyordu. Çok yoğun düşüncelerle doluydu Cem’in kafası. İşini sevmiyordu ve gerçekten yapmak istediği şey bu değildi. Yola çıkıp Deniz’i alıncaya kadar da aklı işteydi. Arabanın 94 95 17 kapısını açan Deniz’in gülümsemesini görünce tüm stresi uçtu gitti. Cem, Deniz’i Beyoğlu’na götürdü. Protesto eylemini konuşmakla başlayan yemeğin ortalarına gelindiğinde insanların bu konuyla ilgili duyarlılığını arttırmak için fikir üstüne fikir geliştirme noktasına gelmişlerdi. Cem ile Deniz’in elektriği tutmuş, uzun sohbet boyunca lafı birbirlerinin ağzından almışlardı. Deniz’in tesadüfen Hindistan’da yaşaması nedeniyle çok fazla ortak konu çıkınca ortam çok içtenleşmişti. İlk gördüğünde mesafeli ve sakin bulduğu Cem’in bu işe duyduğu heyecan Deniz’in çok hoşuna gitmişti. Cem de yemekten öyle keyif almıştı ki saatler su gibi geçti. Yemek bitmiş, organik şaraplar içilmiş ve restoranda ikisinden başka kimse kalmayana kadar oturulmuştu. Hesap ödenince Boğaz’da yürüyüşe gidilmiş, dondurma yenmiş ve sohbet bitmek tükenmek bilmemişti. Deniz’le içten içe flört eden Cem, suçu kadeh kadeh içtiği şaraba atarken, aslında bilincinin son derece açık olduğunun farkındaydı. Zeynep’in cep telefonundaki son aramasına göz ucuyla baktı ve telefonu cebine atıp arkadaşına gülümsemeye devam etti. Haşlanmış mısır yemek dışında aktivite kalmamıştı yapılacak. Cem sınırları zorlayarak arabada çay içme işine dahi girişmişti. Arabada bir süre sessiz oturdular. Deniz gitme zamanının geldiğini hissettirmek için saatine baktı. “Saat on iki olmuş,” dedi. Buna karşılık Cem hiç beklenmeyecek bir şey yaptı ve Deniz’in elini avucunun içine aldı. Gözlerini bu zarif ellerden ayırmadan bir süre bekleyen Cem, anı içine sindirdikten sonra elini çekti ve arabayı çalıştırdı. O bile gitme vaktinin geldiğini fark etmişti. Sonunda pazartesi günü Hayriye teyzeyi arayıp evin tam adresini almış ve işten biraz erken çıkıp cüzdanı almaya gitmişti Zeynep. Tesadüfen evleri çok yakındı. Hayriye teyzenin oturduğu Emniyet Evler ile 4. Levent’i büyük bir bulvar ayırıyordu. Bulvarda her daim yoğun trafik olur, yayalar karşıya geçebilmek için yolun altındaki tüp geçidi kullanırdı. Hayriye teyzenin evi yakın olmasına yakındı ancak 4. Levent ile Emniyet Evler’i ayıran yol Amerika ile Meksika’yı ayıran sınır, tüp geçit de sınırdan kaçmak için kazılmış tünel gibiydi. Yolun Levent tarafı İstanbul’un eğitimli ve geliri yüksek kişilerinin oturduğu bir semtken, karşısı şehre sonradan gelenlerin yaptığı gecekondulardan dönüşmüştü. Gerçi Amerikan sınırındaki gibi kalın dikenli teller yoktu ortada ama herkes görünmez sınırı bilirdi. Mesela 4. Levent tarafında bir apartman penceresinden içeri zumlayınca elinde şarap kadehi, mutfak kapısına dayanmış döpiyesli kadının mutfak önlüğü giymiş ve gömlek kollarını sıvamış kocasını soğan doğrarken gülümseyerek izlediğini ve arkadan kocasına sarılıp öpünce kocasının 96 97 18 irkilip kahkaha attığını duyardınız. Yolun Emniyet Evler tarafında bir pencereye zumlarsanız pijama üstüne beyaz atlet giymiş kocanın soğanı yumruğuyla bölünce irkilen karısına elinin tersi işareti yaptığını görürdünüz. Bu nedenle Hayriye teyzenin çiçeğini Emniyet Evler tarafından almıştı Zeynep. Aynı çiçeğe üç kat fazla ödemeye hiç niyeti yoktu. Akşam altıda Zeynep elinde çiçekçiden aldığı buketle binanın önüne gelmişti. Apartman girişindeki mavi mozaik taşlarla yazılı “Maşallah”, girişi hizalayamamış halde içerideki tüm hizasız ve şakülü kayık inşaat işlerinin habercisiydi. Apartmanın önündeki ahşap direğin üstünden apartmana doğru bağlanan siyah elektrik kabloları arapsaçı olmuştu ve bu nedenle hiçbir devlet yetkilisi ellemeye yanaşmıyordu. Hayriye teyze babasından kalan iki katlı binada maaile oturuyorken, zamanla akrabalar daireleri müteahhide satmış, geride bir tek o kalmıştı. Ancak Zeynep binaya girdiğinde daire kapısının önünde birikmiş bir kalabalık gördüğünden binada tek dolu dairenin Hayriye teyzeninki olduğunu fark etmemişti. Binaya ağlaşan, dizlerini döven, gözyaşını beyaz oyalı tülbendinin ucuyla silen kadınların doluşmuş olmasına anlam veremedi.. Elinde kırmızı karanfiller ile merdivenlerden ikinci kata çıktı. Üç numaraya geldiğinde kapının açık olduğunu, eşikte de başı önünde ağlaşan kadınları görünce girip girmeme konusunda tereddüt etti. Hayriye teyzenin yakını olduğu belli olan bir kadın, “Başın sağolsun kızım, Hayriye teyze sizlere ömür. Ben karşı komşusuydum,” dedi sessizce. Zeynep’i öptü ve sırtını sıvazladı, sonra da eliyle içeriye buyur etti. Ayakkabısını diğerleri gibi kapının önünde çıkaran Zeynep, kadını takip edip açık kapıdan salona girmiş, içerideki kederli ve meraklı kalabalığın her hareketini göz ucuyla takip ettiğini fark edip rahatsız olmuştu. Sarışın, Türk olmadığı her halinden belli bir genç kadın çay servisi yapıyordu misafirlere. Ortaköy’e gittikleri gün telefonu açan kadın olmalı diye düşünmüştü Zeynep. Elindeki kırmızı karanfillerle kalabalığın ortasında eğreti biçimde oturmuş, ekmek kemiren sümüklü oğlan çocuğunun ısrarlı bakışları altında elini nereye koyacağını şaşırmıştı. Komşu, ortalıktaki rahatsız edici sessizliği bozmak için giriş yaptı: “Hoş geldiniz,” dedi Karadenizli şivesiyle. Zeynep cevap verdi, “Hoş bulduk; başınız sağolsun.” “Sağolun kızım. Hepimizin hepimizin. Bir şey içer miydin?” “Teşekkür ederim. Hiç zahmet etmeyin. Arabayı çok kötü yere park ettim. Çok kalmayacağım zaten.” “Siz nereden tanıyordunuz Hayriye teyzeyi?” “Aslında tanıyorum sayılmaz. Yani tesadüf dolmuşta yan yana oturduk geçen gün. Dolmuşta düşürdüğüm cüzdanımı bulunca aramıştı rahmetli gel al diye. Tuhaf oldu şimdi. Sizin nerede olabileceğinden haberiniz var mı? Alıp bir an önce gideyim de kalabalık yapmayayım. Daha sonra tekrar taziyeye geliriz eşimle.” “Ne bilin kızım. Nasu bişiydi? Gidip bir odasına bakıverek.” “Benim cüzdanım siyah, önden çıtçıtlı, arkasında bozuk para gözü olan deri bir cüzdandı. Çok pahalıydı ama indirimden çok ucuza almıştım. İçinde çok para yoktu. Olsa da önemli değil de içinde kimliklerim var. Ehliyet çıkarmak çok zor oluyor biliyorsunuz.” 98 99 Zeynep’e ters bir bakış fırlatan komşu cüzdanı aramak için söylenerek ayağa kalktı, “Münasebetsiz,” diye mırıldandıktan sonra salon kapısından içeri seslendi, “Elena, cüzdan görmüş müydün buralarda?” diye seslendi mutfaktaki kadına. Son altı ayında Hayriye teyzeye bakan Elena mutfaktan salona geldi. Emin hareketlerle doğrudan büfeye yürüdü. Büfeden bir naylon poşet çıkardı ve Zeynep’e verdi. Zeynep poşeti açıp da cüzdanı görünce hızla çantasına koydu. “Çok teşekkürler,” diyerek ayağa kalkıp kapıya yöneldi. Elena bozuk Türkçesiyle arkasından seslendi, “Sorması ayip siz ne taraf gidiyorsun?” “Levent tarafına, niye?” “Arabayla geldiyeseniz beni de birakabilir?” diye sordu Elena. Zeynep istemeye istemeye, “Hemen çıkabilecek durumdaysanız olur tabii,” dedi. Hiç hoşuna gitmemişti kadının ona takılması. “Ben hazırım. Ayakkap ve montum giyip geliyor,” diye içeri koştu Elena. Zeynep önde Elena arkada, kimseyle göz teması kurmadan hızlıca merdivenden indiler. Zeynep apartmanın hem yamuk hem de aşırı kavisli merdiven basamaklarını ikişer ikişer inmeye çalışırken son anda tırabzanlara tutunmasaydı az kalsın tökezleyip aşağı düşüyordu. Yerleri ahşap desenli muşamba ile kaplı, nem kokusu içine sinmiş apartmanın siyah demir kapısını yüklenerek açtı ve dışarı çıktı. O sırada gelen cenaze arabası tek tekerleğiyle kaldırımın üzerine çıkıp apartman kapısına olabildiğince yanaşmaya çalışıyordu. Beklenen hüzünlü an gelmiş, son yolculuk başlamıştı. Zeynep, Hayriye teyzenin vefatına çok şaşırmış ve çok etkilenmişti. Gazetelerde öyle haberler vardı ki, gerçek hayatta böyle şeylerin olabileceğine ihtimal bile vermek zordu: “Kocasını yedi ve eline mum dikti”. Ölüm veya felaketler sadece tanımadığınız insanların -başkalarının- başına gelirmiş refleksiyle sayfaları çevirirken, yakınlarınızdan birini kaybetme korkunuz bilinçaltına itiverirdi okuduğunuz haberin vahametini. Ancak ölen kişiyi bir kez dahi görmüşseniz, sarsıntısını derinden hissederdiniz. Ve hemen pişmanlık duyacağınız ne yaptığınızı geçirirdiniz aklınızdan, öleni doğru dürüst tanımasanız bile. Zeynep de Ortaköy’e gittikleri gün aradığı kadının hasta olduğunu öğrendiği halde cüzdanı almak için gitseydi bir şey yapabilir miydi diye anlamsızca geçirdi içinden. Elena’nın ‘Hazırım’ demesiyle daldığı düşüncelerden çıkıp arabayı çalıştırdı. 10 0 101 Hülya Hanım üfleyerek başını bir sağa bir sola çevirdi, elleriyle yüzünü kapattı, yavaşça ellerini geri çekti ve namazını bitirdi. Diz üstü oturduğu yerden doğrulmak için sağ elinden destek aldı. Ayağa kalkınca yerdeki çantasını alıp omzuna astı. Çoraplarıyla parmak ucuna basarak caminin dış kapısına gidip ayakkabılarını buldu ve giydi. Eyüp Sultan’a çocuklarına dua etmeye gelmişti yine. Çocukları için çok endişeleniyordu. Kızının çok yorulmamasını diledi. Tonguç içinse kendi bile inanmayarak iyi bir eş ve iş diledi. Belki de Rahmi haklıydı Tonguç’u şımarttığını söylerken. Başka nasıl çocuk yetiştirilir bilmiyordu ki! Bildiğinin en iyisini yapmaya çalışmıştı yıllarca ama sonuç pek hayal ettiği gibi olmamıştı. Zorla bitirdiği liseden sonra Açık Öğretim’e girdiği için şükürler eden Hülya Hanım, tehdit, teşvik, rüşvet, ültimatom ve benzeri yöntemlerin tamamını sonuna kadar kullanmaktan çekinmeyerek oğluna üniversiteyi bitirtmişti. Tonguç ile uğraştığı zamanlarda kızı sağolsun ne okulda ne özel hayatında hiç sorun çıkarmamıştı. Tonguç okulu bitirdiğinde Zeynep zaten evlenmiş ve çalışma hayatına göbekten daldığından yüzünü kimse göremez hale gelmişti. Camiden çıkıp dolmuş durağına doğru yürürken hay- li düşünceliydi. O sırada Boğaz’dan geçen dev tankerin düdüğü Eyüp’e kadar ulaştı ve Hülya Hanım irkildi. Türk bakanın damadının satıp Rus devlet başkanının damadının aldığı Rus bandıralı tanker Boğaz’dan geçiyordu. Hülya Hanım dolmuş durağında, damadı Cem’in Sarayburnu’nda bağlı duran tekneye binecek protestocular arasında olduğunu bilmeden bekliyordu. Cem başına bağladığı beyaz bez parçasındaki yamulan “Defol” yazısını düzeltmeye çalıştı. Can yeleklerini giymiş ve başlarına yazılar takmış diğer protestocularla tekneye binmek için kuyruğa girmişti. Sıra Cem’e geldiğinde Deniz, elini uzatıp tekneye çıkmasına yardım etti. Cem’in başındaki “Defol” yazılı bezi düzeltti ve gülümseyerek, “Merhaba Cem,” dedi. Cem ne takarsa taksın o kadar yakışıklı gözüküyordu ki kalbi yerinden hopladı Deniz’in. Teknede yaklaşık 20 kişi kadardılar. Grup liderleri elindeki megafonu açıp ses kontrolü yapmış, çalıştığından emin olunca arkadaşlarına dönerek, “Arkadaşlar eksik var mı?” diye sormuştu. Herkesin orada olduğunu anlayınca da motoru çalıştırıp tankere doğru hızla yol almaya başlamışlardı. Cem ve diğer protestocular liderlerinin konuşması sırasında, söylediklerini desteklemek için alkışlıyorlardı. Tekne son sürat yol alırken helikopterdeki gazetecilerin yakın takibini gördükçe daha da havaya giriyorlardı. Teknenin akşamdan kalma kaptanı en fazla havaya giren kişi olmalıydı, zira hızını o kadar geç yavaşlattı ki tekne kıç tarafından tankere çarptı. Sarsıntının hızıyla yere devrilen protestocular sersemlemişti. Cem’in düşerken demire çarpan kafası kanamıştı ancak gazetecilerin hâlâ çekim yaptığını görünce sürünerek liderine ulaşmıştı. 10 2 103 19 Yere düşmüş grup lideri elinden düşürdüğü megafonun açık olduğunu unutmuş kaptana ana avrat söverken, tüm Boğaz ve de basın tankere bu kadar da kızılmayacağı fikrindeydi. Cem megafonu alarak, “Bu işin faili, çevre katili!” diye bağırmaya başlamış, coştukça coşan Cem’in yanına gelen Deniz elindeki ilk yardım çantasıyla Cem’in kanayan alnını temizlemeye çalışmıştı. Tekneye yaklaşan Sahil Güvenlik anons yapmaya başlamıştı. “Derhal tekneyi boşaltın. Zorluk çıkarmayın. Bu bir emirdir!” diye bağırdı bir asker. Teknede sersemlemiş protestocular zorlukla ayağa kalkıp ıslık çalmaya ve alkışlarla sahil güvenlik ekibini protestoya başladılar. Yanaşan gemiden tekneye atlayan görevliler protestocuları yaka paça tekneden indirdiler. 20 kişinin teker teker T.C. kimlik numarasını alan sahil güvenlik, protesto ekibinin liderini gözaltına aldı. Üzerlerinde uçarak çekim yapan basına şov yapan Cem de son dakikada liderle birlikte gözaltına alınanlar kervanına katıldı arkadaşlarının isyanları altında. Bu arada arkadaşları telefonlara sarılarak nereye götürüldüklerini öğrenmeye çalışıyorlardı. Elleri kelepçeli Cem’i karada teslim alan polis, kafasını eliyle bastırarak polis aracına bindirdi. O sırada Deniz de karaya çıkmış, ilk bulduğu taksiye binerek şoföre, “Öndeki polis aracını takip et!” diye bağırıyordu. Patinaj yapıp hızla takibe koyulan taksi Serbent karakolunda park eden polis aracından 100 metre ileride durmuştu. Deniz telefonla arkadaşlarına Cem’i nereye götürdüklerini bildirdi ve arkadaşlarından liderlerinin durum bilgisini aldı. “Ben şimdi indim Serbent karakolunun önünde. Gelen olursa diye on dakika bekliyorum, sonra tek de olsa gireceğim içeriye.” Elena, Zeynep’in peşinden binip arabanın arka koltuğuna oturdu. Zeynep şaşırdı ve öne oturabileceğini söyledi ama Elena teşekkür edip arkada oturmaya devam etti. Yol kısa olduğu için bir an önce Elena’dan kurtulmaya bakan Zeynep, lafı çok uzatmayıp arabayı çalıştırmıştı. Ana caddeye çıkmış, trafikte ağır ağır ilerleyip köprünün altından 4. Levent tarafına geçmişti. Sabancı Kulelerini geçtikten hemen sonra sağda polis kontrolüne takıldı. Ona doğru yürüyen polis memurunu görünce camını indirip iyi akşamlar dileyen Zeynep, elinde hazır ettiği ehliyet ve ruhsatını memura uzattı. Memur ehliyet ve ruhsat kontrolü yaptıktan sonra aracın içine doğru eğilerek Elena’nın da kimliğini sordu. İşin uzamasından sıkılan Zeynep Elena’ya doğru dönerek kafasıyla hadi işareti yaptı ve, “Kimliğini soruyor,” diye tekrar etti. Elena bozuk Türkçesi ile kimliğinin yanında olmadığını söyleyince giderek sinirlenmeye başlayan Zeynep, “Ne demek yanımda yok?” diye çıkıştı, “Ev şuracıkta, gidip getir o zaman.” Arka koltuğa başını uzatıp cips kırıntıları, çocuk oto koltuğu ve McDonalds oyuncakları benzeri ipuçlarını gö- 10 4 105 20 ren polis Zeynep’in çocuğu olduğunu anlayınca, “Yabancı hanım bakıcınız mı?” diye sordu. O ana kadar böyle bir şey aklına bile gelmeyen Zeynep, “Hayır. Tanışalı 10 dakika ya oldu olmadı daha. Yol üstünde geçerken bırakmamı rica etti,” diye cevap verdi polise. Benzer durumları her gün yaşayan polis memuru, “Hanım izinsiz çalışıyor olabilir mi?” diye sorgusuna devam etti. Soruların uzamasından öyle kolayca kurtulamayacağını anlayan Zeynep iyice telaşlanmıştı. “Bilmiyorum ki. Gerçekten tanımıyorum. Aldığım ev çok yakın, gidip kimliğini getirse olur mu?” diye yalvardı polise. Polis memuru, “Bayanın kimlik taşıması mecburidir. Nerede çalışıyor o zaman?” diye sordu. Zeynep hikâyesini en acıklı ses tonuyla anlatırken kendi de inandırıcı olmaktan ne kadar uzak olduğunun farkındaydı. Olay baştan sona saçmaydı. “Geçen hafta benim arabama çarptılar. Ben de işe gitmek için dolmuşa bindim. Cüzdanım düşmüş, yan koltukta oturan teyze düşürdüğüm cüzdanı bulmuş. Beni aradı buldum gel al diye sağolsun. Ben de Emniyet Evler’e cüzdanımı almaya evine gittiğimde vefat ettiğini öğrendim. Bu bayan da o evdeydi ve gelenlere çay servisi yapıyordu. Cüzdanımı da hatta o geri verdi. Serbent’e bırakmamı rica ettiği için ben de onu bırakıp evime gidecektim ki siz durdurdunuz. Anlatırken biraz saçma geliyor ama gerçekten böyle oldu.” Zeynep’in evraklarıyla arabadan uzaklaşıp ekip otosunun yanına giden polis memuru amiriyle geri gelerek karakola kadar gideceklerini söyleyince Zeynep şok geçirdi. İtiraz edecek gibi oldu ama polisin ciddi ifadesini görünce vazgeçti. Polis aracına binip Elena ile birlikte karakola gittiler. İfadeleri alınmak üzere bilgisayarın başında çalışan görevli bir memurenin yanına oturdular. Karakolun eski ve kirli odaları buz gibiydi ve memurlar kalın hırkayla oturup çay içerek ısınmaya çalışıyordu. Polis telsizinden sürekli ihbar ve aranan kişilerin anonsları yapılıyordu. Sıraları gelince önce Zeynep sonra da Elena ifade verdiler. Serbent karakolunda geçen bir saat içinde Elena’nın kaçak çalıştığı kesinleşmişti ancak Zeynep ile ilişkisinin olmadığının tespit edilmesi gerekiyordu. Polis Ece’nin de karakola gelmesini istemişti. “Neden kızım da gelecek memure hanım?” diye sordu kaşlarını çatarak Zeynep. “Adım Refika. Yabancı kadın yanınızda çalışıyorsa kızından anlarız. Getiriyorlar mı kızını?” diye ciddileşti Refika. “Yabancı bakıcı çalıştırmak ciddi suç.” Elena ifade verirken Zeynep Cem’i defalarca aramış ama ulaşamamış, sonunda Zeliha’yı aramıştı. “Zeliha, ben Zeynep. Şimdi senden bir şey isteyeceğim ama anneme çaktırmayacağına söz ver ve dediğimi duyunca sessiz kal. Anladın mı?” “Hiii Zeynep Hanım, ne oldu?” “Ya Zeliha, telaş etme diyorum sen ne yapıyorsun! Yalnız mısın?” “Tamam Zeynep Hanım. Arka odaya geçtim. Ne oldu?” “Bir aksilik oldu ve Serbent karakolundayım. Önemli bir şey yok, sakın telaşlanma. Sadece Ece ile birlikte acil bir bahane bulup buraya gelmen gerekiyor.” “Ne diyeyim Hülya Hanım’a gece gece?” “Zeliha uyduracaksın bir şey artık. Çabuk gel gözünü seveyim.” 10 6 107 “Tamam! Bir şey bulurum.” Rahatlayan Zeynep, Refika Hanım’a, “Böylesi daha iyi. Gerçek ortaya çıkar bir an önce,” dedi ve, “Geldiklerinde size mi haber vereceğim? Nasıl yapacağız?” diye sordu. “Benim odama geçelim, oradan kapıdan girenler görünüyor. Bir çay ikram edeyim sana,” dedi. Odaya gittiklerinde Refika Hanım’ın eliyle işaret ettiği sandalyeye çökmüştü. “Çalışıyor musunuz?” diye sordu Refika Hanım. “Evet, bir kozmetik firmasında çalışıyorum. Sizin işler yoğun mu hep böyle?” “Gördüğünüz gibi. Ne uzar ne kısalırız, gün geçiriyoruz işte. Haydi beklerken işlemlere başlayayım da sizi geçe bırakmayalım. Nüfus cüzdanınızı alayım.” Zeynep Refika Hanım’la sohbet ederken kapıdan karakola girenleri görebiliyordu. Zeliha ile Ece’nin içeri girmesini beklerken polisin yaka paça Cem’i kapıdan soktuğunu gören Zeynep bir çığlık atıverdi. Elleri arkadan kelepçelenmiş Cem, Zeynep’in yanındaki sandalyeye oturup ifadesi alınmak üzere aynı polis memuresine teslim edilince şoka girmişti. “Cem???” “Zeynep? Ne işin var burada?” Zeynep, Cem’in yine bir olaya karıştığını anlamış, Cem’e cevap vermeden sinirle Refika Hanım’a dönerek, “Tanıştırayım Süpermen, polis; polis, Süpermen!” dedi. “Ben Cem Bey’i tanımaz mıyım Zeynep Hanım. Sadece eşiniz olduğunu bilmiyordum,” dedi Refika Hanım. “Merhaba Refika Hanım,” dedi Cem. “Merhaba Cem Bey. Kızınız da geldi,” dedi Refika Hanım kapıyı işaret ederek. Zeynep Ece’nin Zeliha’nın elinden tutarak seke seke karakoldan içeri girdiğini gö- rünce konuşmayı kesip odadan çıkmıştı. Cem ve Refika Hanım da Zeynep’in arkasından karakol girişine gittiler. Ece annesini gördü ama Zeliha’nın elini bırakıp bağırarak “Elenaaa!” diye girişte oturan kadının boynuna sarıldı. Zeynep küçük dilini yutmuştu. Olanlarla ilgili en ufak bir fikri olmayan Cem de ailecek karakolda ne yapıyor olduklarına anlam verememişti. İmalı imalı bakan Refika Hanım’a, “Haydaaa, ne oluyor ya?” dedi Zeynep. “Sizin kız bakıcıyı seviyor anlaşılan,” dedi Refika Hanım. Zeliha araya girdi, “Polis hanım, yedi aylıktan beri kızın bakıcısı benim.” dedi. “Madem bakıcınız değil, kim bu kadın? Ne oluyor anlamadım!” diye isyan etti polis. “Doğruyu söyleyin bayanlar. Yoksa sizi bu gece bırakamayabiliriz. Bunun cezası var,” diye hatırlattı. “Nasıl yani? Geceyi burada mı geçirecek Zeynep Hanım?” diye sıçradı gözleri faltaşı gibi büyüyen Zeliha. Sonra da dönüp, “Cem Bey, benden önce yetmişsiniz valla,” dedi saf saf. Zeynep yere çömeldi, Ece’nin omuzlarından tutarak şefkatle sordu, “Ececim merhaba. Nereden tanıyorsun kızım bu kadını?” Ece, “Anne, okulumda çalışıyordu ya!” diye cevap verdi. Zeliha araya girdi, “Zeynep Hanım bilmez. Çocuğu okuldan alıp bıraktığım saatte o işte oluyordu. Ben hatırladım kadını eski anaokulundan. Saçı o zaman kumraldı.” Zeynep Refika Hanım’a dönerek, “Gördünüz mü? Okuldan tanıyormuş kadını! Bizde çalışmıyor, yemin ediyorum size. Zeliha bizde çalışıyor,” diyebildi sesi titre- 10 8 109 yerek. “Sorun çocuğa ona kim bakıyor diye Allah aşkına da gidelim evimize,” dedi. Ece, “Sen bakıyorsun,” diye cevapladı annesine dönüp. Zeynep iyice sinirlenmişti “Kızım ben çalışıyorum, nereden ben bakıyormuşum sana? Zeliha teyzen bakıyor ya? İyice saçmaladın yani.” Ece, “Ama bana bakıyorsun. Yüzün bana dönük, gözlerin bana bakıyor.” Cem bu cevaba kahkahayı patlatınca Zeynep öyle bir bakış fırlattı ki en son çocukken annesi ‘ben sana evde gösteririm’ bakışı attığında bu kadar sinmişti. Refika Hanım’a döndü ve, “İnanabiliyor musun olanlara?” diye yüzünü ovuşturdu çaresizce. Duruma gülmemek için kendini zor tutan Refika Hanım, “Üzülmeyin Zeynep Hanım. Ben amirimle konuşurum, sizi uzun tutmayız. Anlaşıldı durum, merak etmeyin,” diye teselli etmeye çalıştı Zeynep’i. Bakıcı sorununu çözen Zeynep’in Cem için telaşlanma sırası gelmişti. Sakin olmaya çalışıyordu ama korkudan ağlamak üzereydi. “Ya eşim ne olacak?” diye sordu sesi titreyerek. O sırada karakolun dışında Deniz, çantasından çıkardığı sakızı sinirli sinirli çiğneyip sakinleşmeye çalışıyordu. Ayağına sürünen tekir sokak kedisini eğilip sevdi. Saatine baktığında sadece beş dakika geçmiş olduğunu gördü. Yeniden arkadaşlarını aradı. “Geliyor musunuz? Biraz daha gecikirsek Cem’i içeride iyice benzetirler,” dedi endişeyle. Telefondan gelen tiz ses, “Biz biraz trafiğe takıldık. Sen beklemeden gir o zaman,” dedi. Telefonu kapatıp çantasına koyan Deniz’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Kelepçeyi çantanın içinde kavradı ve hızlı adımlarla karakoldan içeri daldı. Böyle bir şeyi beklemeyen polis şaşkınlıkla, “Duuur!” diye bağırdı ama Deniz çoktan içeri girmiş ve karakol kapısının demir parmaklıklarına kendini kelepçelemişti. “Bu Allahın belası çevreciler değil mi yine? Tam baş belası bunlar. Ara amiri sor ne yapalım diye,” dedi polislerden biri. “Abi kızın kaçıncı karakol basışı. Her yeri bizden iyi biliyor. Bunu tahmin etmemiz lazımdı biliyor musun? Faka bastık Allah kahretsin!” dedi diğer polis. “Şimdi bunun kılına bile dokunamayız,” dedi ellerini pişmanlıkla birbirine çarpan üçüncüsü. Cem Deniz’in yanına çömeldi. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpan Deniz soluk soluğaydı. “İyi misin Cem?” diye sordu elini Cem’in omzuna koyarken. “Merhaba Deniz, iyiyim.” dedi Cem. O da şaşırmıştı Deniz’i görünce. Çömeldiği yerden ayağa kalkınca elini çekmek zorunda kalan Deniz, Zeynep’i o an fark etti. “Tanıştırayım, eşim Zeynep,” dedi Cem. “Merhaba,” dedi Deniz şaşkınlık içinde. Zeynep yanlarına geldi ve, “Cem, seni bu akşam burada tutacaklar gibi gözüküyor. Zeliha Ece’yi bize götürecek ve akşam bizde kalacak. Şimdi onları taksiye bindirip eve göndereceğim ve arkasından da dayını arayıp yardım isteyeceğim. Sen de arkadaşlarını ara ve buraya gelip olayı büyütmemelerini söyle.” Deniz’e dönerek, “Siz de ailemizin iyiliği için kelepçenizi çözüp ayrılın lütfen,” dedi. 110 111 21 Kendini karakolun dışına zor atan Zeynep hıçkırarak ağlamaya başladı. Hayal kırıklığını ifade edecek kelime bulamıyordu. Kadının Cem’e hayranlığını görmemek imkânsızdı. Böyle bir karşılaşmayı son derece küçük düşürücü bulmuştu ve Cem yüzünden içine girmek zorunda olduğu sıra dışı durumlara kocasının tuhaf hayranlarıyla karşılaşmalarının eklenmesine iyice tepesi atmıştı. Karakoldaki işleri bitirip eve döndüklerinde ne olup bittiğini iyice bir anlayacaktı. Sakinleşip Cem’in dayısını araması gerekiyordu ama bir türlü kendine gelemiyordu. Sinirleri iyice yıpranmıştı ve gözünden akan yaşlara hakim olamıyordu. Daha fazla beklemeden telefon numarasını çevirdi. Gözlerinde biriken yaşlardan tam karşısında polisin karakola getirdiği ayaklarını yere sürüye sürüye yürüyen küçük bir oğlan çocuğunun siluetini gördü. Yaşları sildiğinde yüzü simsiyah, üstü başı dökülen, gözleri pırıl pırıl erkek çocuğun Tarlabaşı’nda ona mendil satmaya çalışan Çingene oğlan olduğunu seçebildi. Polisin oğlanı içeri sokuşunu izlerken dayısı telefonu açmıştı. “İhsan dayı merhaba, Zeynep. Müsait misiniz?” “Zeynepcim kızım merhaba. Ne oldu senin sesin titriyor güzelim?” Zeynep, “Öyle mi? Farkında değilim,” dedi gözyaş112 larını silerken. “Dayı, küçük bir sorunumuz var. “Cem şu Boğaz’dan geçen tankeri protesto gösterisi yapanların arasındaymış. Basın da orada olunca olay büyümüş ve protestocuları gözaltına almışlar. Cem karakolda, ben de yanındayım. Aklıma sen geldin. Yardım eder misin bize? Kimseye söylemek istemiyorum,” diye devam etti. “Hangi karakoldasınız?” diye sordu İhsan dayı. “Serbent’teyiz. Dayı ne yapabiliriz sence?” diye sordu Zeynep. “Üzülme kızım. Dur birkaç telefon edeyim. Seni geri ararım. Çekiyor mu telefonun?” diye sordu dayısı. Endişelenmiş ve sesi ciddileşmişti. Zeynep, “Evet çekiyor. Ben mi seni arayayım sen mi ararsın dayı?” “Ben ararım kızım,” deyip ekledi, “Bu arada biz yarın akşam yemeğe gelemeyeceğiz yengenle. Annene söylersin, tamam mı kızım?” Zeynep ne yemeği olduğunu anlamadı ama üzerinde de durmadı bu telaşenin içinde. O sırada Hülya Hanım da Zeynep’i hatırlamadığı yemekle ilgili aramış, meşgul olunca da Cem’e ulaşmıştı. Hülya Hanım o kadar çok çaldırmıştı ki Cem açmak zorunda kaldı. “Hülya anne, sizi sonra arayayım mı? Uygunsuz bir yerdeyim.” “Sadece yarın akşam yemeğine gelirken salatalık alın diyecektim. Dayınlara da sorar mısın geliyorlar mı diye oğlum?” Cem konuşma uzamasın diye soru sormadı ama hiçbirşey de anlamadı. Zeynep içeri girdiğinde Deniz’in gitmiş olduğunu gördü ve alt dudağını ısırdı yeniden ağlamaya başlamamak için. Cem’in yanında durmamak için de karşıda oturan 113 oğlan çocuğuna doğru yürüdü. Çocuğa, “Ben Zeynep. Adın ne senin?” dedi elini uzatarak. Oğlan çocuğu, “Hasan,” diye cevap verdi Zeynep’in elini sıkarak. “Ne için getirdiler seni Hasan? Büyüğün yok mu başında?” diye sordu. Yüzü pislikten kapkara ama gözleri de bir o kadar parlak oğlan çocuğu ellerini sallayarak, “Yok!” dedi. Refika Hanım araya girdi, “Çingeneler çalıştırıyor onu. Yaşı küçük olduğu için yurda göndereceğiz şimdi. Orada yemek yiyip yatıyor. Sonra süresi dolunca geri dönüyor.” Zeynep’in içi burkulmuştu. Ece’ye aldığı şekerleri cebinden çıkarıp Hasan’a verdi, çocuğun başını okşarken İhsan dayının aramasıyla dışarıya çıktı. “Kızım merhaba. Aradım birkaç yeri. Birazdan telefon ederler; zaten sizi bırakacaklar suç durumu olmadığı için. Ciddi bir durum yok,” dedi. “Çok sağol dayı. Saçmalık geldi başımıza.” “Olsun kızım herşey insanlar için. Haydi iyi akşamlar.” Yarım saat sonra işleri bitmişti ve karakoldan ayrılmaya hazırdılar. Zeynep önce Hasan’la, sonra Refika Hanım’la vedalaştı. “Teşekkürler Refika Hanım. Biz alışkın değiliz tabii ama siz her gece çekiyorsunuz bu olayları,” dedi burnunu çekerek. Elindeki kağıt mendil parça parça olmuştu ıslanınca. “Ne demek, işimiz,” dedi Refika Hanım. Zeynep’e acımıştı. Zeynepler yoldayken polis karşı komşu Cavidan Hanım’a Ece’nin bakıcısı hakkında sorular sormuş ve suratına üflenen sigara dumanı altında eşkâli verilen Zeliha’nın Elena olmadığına emin olmuştu. Cem’in de bankada çalışan beyefendi bir komşu olduğunu söylemişti Cavidan Hanım. Yol boyunca Cem ile Zeynep birbirleriyle ne konuştular ne de yüz yüze baktılar. Cem evlerinin kapısını açarken Cavidan Hanım anında kapıyı açmış ve konuşmaya başlamıştı, “Polis geldi, aradı sizi. Apartmanımıza hiç yakışmıyor. Niye aradılar sizi?” diye hesap sordu. “Yabancı bir kadını bakıcımız sanmışlar da Cavidan Hanım teyze, yanlışlıkla,” dedi Zeynep. “Kusura bakmayın, sizi de mi rahatsız ettiler?” Cavidan Hanım, “Zeliha televizyonun sesini çok açıyor çalışırken. Söyle kıssın. Durulmuyor gürültüden,” deyip kapıyı suratlarına çarptı. Zeynep de yatak odası kapısını Cem’in suratına çarptı ve içeriye almadı. Zeliha da televizyonu kapadı ve gölge gibi Ece’nin odasına çekildi. 114 115 22 Deniz de kendini karakoldan dışarı atmıştı. Eve yürüyerek gidecekti. Gözlerinden süzülen yaşlar soğuk havada yanaklarını dondurmuştu. Cem’e sırılsıklam âşık olmuştu. Kendini bütün gün Cem ile yediği akşam yemeğini düşünürken bulmuş, geçen her an kalbi defalarca uçurumdan aşağı atlıyormuşçasına hoplamıştı. Fiziksel olarak nerede bulunursa bulunsun aklı Cem’de olmuştu. Onun yanında olmak için dayanılmaz bir arzu duymuş, akşam olmasını ve onu dernekte görmeyi beklerken geçirdiği sürenin uzun mu kısa mı olduğunu algılayamayacak kadar uyuşmuştu. House Cafe’de sabahı internette arama yaparak, Cem ile bilgi bulmaya çalışarak ve karısını içten içe kıskanarak geçirmişti. Bir temasın dün yabancı birini bugün merak edilen, kıskanılan, hoşlanılan, kısacası içselleştirilen bir kişi haline getirmesine hayret etmişti. Bu kadar kısa bir sürede nasıl bu hale geldiğine inanamıyordu. Sırf bir kere eline değdiği için birinin eşini kıskanır hale gelmesi, düşünmemeye çalıştıkça aklından ondan gelecek telefonu hayal etmek dışında bir şey geçmemesi yalnızlığın çaresizliğinden mi, yoksa kadınlara özgü duygusallıktan mı kaynaklanıyor bilmiyordu. 116 Mutlak bir akıl tutulması yaşıyordu. Sabah böyle bir ilişkinin sonunu, olabilecekleri, yani ona bu kadar tutulmuş olmasının kadınsal endişelerini düşünecek halde değildi. Teknede Cem yanındayken varlığını hissetmek için sokulmuş, protesto bitip Cem’i götürdüklerinde düşünmeden arkasından koşmuştu. Kontrolünü tamamen kaybetmişti ve Cem ile uzaklara kaçmak gibi en çılgın şeyleri yapmak mümkün ve doğru gelmeye başlamıştı. Ancak biraz önce olanlardan sonra utanmıştı. Cem’in evli olduğunu bilse de karısıyla bu şekilde karşı karşıya gelmek, bilmekle yaşamak arasındaki farkı derinden hissettirmişti. Aynı zamanda bir an önce Cem’i dernekte görüp bundan sonra nasıl davranacağına dair bir sinyal almayı umarak kendiyle çelişiyordu. Utanmak, aşık olmak ve cevabı öğrenmek arasında sıkışmıştı. Çok canı sıkılıyordu. Cem ise kendine geldiğinde yaptığına pişman olmuştu. Deniz’den çok hoşlanmıştı ama bu kadar kontrolsüz davranmak son dönemde işinde yaşadığı strese ve yıllardır evliliğindeki tatminsizliğine rağmen ona hiç yakışmamıştı. Cem, değerlerine her şeyden çok önem vererek büyütülmüş, kendi de bu değerlere sıkı sıkıya sarılmıştı ama şimdi görüyordu ki Zeynep ile hayat görüşlerinin giderek daha da farklılaşmasından doğan boşluk kendini dahi şaşırtacak davranışlara sürüklüyordu onu. Deniz’e de tamiri imkânsız bir haksızlık ettiğini düşünerek kahrolmuş, teknede her hareketini takip ettiğini gördükçe utançtan yerin dibine geçmişti. Deniz’le konuşması gerekiyordu ama öncelikle karısıyla olan sorununu halledecekti. 117 Sabaha kadar gözünü kırpmayan Zeynep, saat altı buçuk olunca daha fazla bekleyemeyip her zaman erken kalkan annesini aradı. Acilen candan biriyle konuşmaya ihtiyacı vardı. Sabahın erken saatinde gelen telefona şaşıran Hülya Hanım telaşlandı. “Anne, günaydın. Uyandırmadım kimseyi inşallah!” “Yok kızım, günaydın. Erkekler kütük gibi uyuyor. Hayrola sabah sabah?” “İşe gitmeden arayayım dedim. Anne çok garip bir olay yaşadık dün. Biraz sinirim bozuldu.” “Öyle mi? Anlat bakayım?” “Cüzdanım bulunmuştu ya, dün almaya yaşlı bir teyzenin evine gittim. Vardığımda teyze ölmüştü. Cüzdanı bakıcısı bulmuş ve o verdi.” “Ay kızım tek başına İstanbul’da tanımadığın evlere gidiyorsun. Her türlü pislik var bu şehirde. İnsan hiç tek başına gider mi?” “Cem müsait değildi anne.” Zeynep hikâyenin Cem ile ilgili kısmına değinmeden kalanını annesine bir çırpıda anlatıverdi. Diğer tarafta endişeyle Zeynep’i dinleyen Hülya Hanım, “Allah korumuş yavrum. Canım benim, yorgunluktan sinirlerin de bozulmuştur. İstersen al seninkileri gel bize, kahvaltıyı beraber yapalım, öyle gidin işe,” dedi. “Yetişemeyiz anne. Zeliha da gelmedi daha.” “Zeliha’yı ararız buraya gelir. Ece’yi de getir. Bir gün geç gitse bir şey olmaz. Biz götürürüz babanla okula. Akşama kalabalıkta konuşamayız, iki kelime ederdik.” “Ne kalabalığı?” “Akşam sizde yemek var ya?” “Bu akşam mı? Bizde mi?” “Kızım kaç gündür söylüyorum. Aşk olsun. Hatta Cem’in dayısını da karısıyla çağırdım. Gelecekler mi sorsana bir Cem’e?” “Bana söylemiş miydin anne?” “İşteyken söylediklerimi hiç akıl verip dinlemiyorsun Zeynep! Kaç kere söyledim çocuğum.” “Gerçekten çok yoğun oluyorum gün içinde anne, cidden söyledin mi?” “Allah Allah, ilk defa duyuyormuşsun gibi konuşunca garip oluyor.” “Aaa şimdi anladım neden bahsettiğini. Tamam tamam! İhsan dayıyla konuştuk dün, gelemiyorlar.” “Bak gördün mü? Ben de uğraşmasam koptun gittin sen, kimseyle bir araya gelemeyeceğiz. Neyse Cem’e gelirken salatalık malzeme alın demiştim dün gece, sizin köşedeki markette güzel salatalık oluyor.” “Ne salatalığı anne, dün akşam canımız çok sıkıldı diye anlatıyorum bir saattir. Ne ara salatalık al diye söyledin Cem’e, inanılır gibi değil!” “Dün akşam konuştum. Haberi var Cem’in.” “Anne, ben bu akşam evde uzanıp yatmak istiyordum. 118 119 23 İptal etsek olmuyor mu?” “Her şeyi ben hazırlıyorum zaten. Senin bir şey yapmana gerek yok ki. Bir tek salatalık alsın Cem o kadar?” “Ay başlayacağım salatalığına anne! Tonguç’a söyle bir kere de. Hem gündüzleri çalışmadığı için daha kolay olur. O da senin çocuğun değil mi de bizden istiyorsun her şeyi!” “Zeynep aynı şeyleri konuşup durmayalım. Akşama görüşürüz. Kafan dağılır, iyi de olur. Geç çıkma işten sakın!” “Tamam anne, tamam. Yetişmeye çalışırız.” Akşam Cem ile etraflıca durumlarını konuşmayı planlayan Zeynep bu organizasyona inanılmaz bozuldu. Annesi kafasına göre durmadan planlar yapar, bu planlardan Zeynep’in son dakikada haberi olurdu. Yemek hazırlamak üzere Zeyneplere gitmeden önce evde Rahmi Bey ve Tonguç’un önüne kahvaltıyı koyar, boğazlarına dizdirip yedirtirdi. Zeyneplere varınca da hazırlıklara başlamadan önce televizyonun karşısına geçer, ayağını sehpanın üzerine uzatır, yarım pantolon çorap lastiğinin bacağındaki izi geçene kadar çay keyfi sürerdi. Sonra da Zeliha’ya seslenir, iş bölümleri dahilinde hazırlığa dalarlardı. Normal bir gün olsa, en azından annesinin yemek yetmez diye elletmediği tüm yiyeceklerle misafirlerin gidişi sonrası çekilen ziyafetle avunuyor olur, hazırlık için çok emek harcayan annesinin hatırı için bu kadar itiraz etmezdi. Ama bu gece yemek olması gerçekten çok kötü olmuştu. İkinci gece de Cem’le konuşmazsa sabaha kadar uyuyamayacağı için ertesi gün ayakta duracak hali kalmayacaktı. Üstelik kurmaya da başlamıştı. Deniz’in Cem’e olan hayranlığı aşikârdı ama Cem’in durumunu bilmiyordu. Konuşmaları ertelendikçe olasılıklarla ilgili kaç senaryo yazmış ve her birine uygun suçlama ve savunma hazırlamış olacağından korkuyordu. Ancak annesine yemeği neden iptal etmesini istediğini anlatmak daha da zor olacağından yapacak bir şey yoktu. Annesi hazırlık için o kadar çok uğraşıyordu ki, misafirleri uğurladıktan sonra uyurken yorgunluktan silkinip babasını da kendini de birkaç kez uyandırıyordu. Sarsıntıları artçı deprem zanneden babası tavana sıçrayıp söyleniyor, rövanşını horlayarak alıyordu. O günkü akşam yemeği için Hülya Hanım iki gün önceden ne pişireceğini titizlikle planlamıştı. Yemek vereceği evin durumundan habersiz, hazırlığa başlamak için yerinden doğruldu. “Zeliha, şu Zeynep’in beğenmediği mor bluzu da getir kızım, çantama koyayım. Nasılsa giymeyecek, alayım da dua edecek başka birine hediye edeyim. Dua da eder belki. Bizim nankörlerden iyidir,” dedi yerinden kalkarken. Zeliha içeriye bluzu almaya gittiğinde seslendi, “Hülya abla, başlayalım mı yemeğe? Ben o yemeği daha önce denemedim.” “Saat kaç oldu? Saati görmüyorum, uzağı seçemiyorum artık.” Akşamüstü olduğunda nefes almadan yaptıkları hazırlık bitmek üzereydi. Cem uykusuzluktan çalışacak hali kalmadığı için eve erken gelmiş, ancak eli boş gelmişti. “Cem oğlum nerde salatalıklar? Unuttun mu?” diye seslendi Hülya Hanım. “Almadım Hülya anne,” dedi Cem. “Oğlum seni bekliyorum getir salatalıkları da salata yapalım diye. Sen de Zeynep gibi işe kaptırıp unuttun değil mi? Aşk olsun!” “Yok, unutmadım Hülya anne.” “O zaman git al oğlum.” 12 0 121 “Hülya anne, ben alamam o marketten. Poşetleri geri dönüşümlü değil, biraz tartıştık.” “Cem oğlum salatalıklar…” dedi eli belinde. “Tamam Hülya anne, diğerine gidiyorum...” Hülya Hanım ağzının içinde geveleyerek damadının başından beri alışamadığı bu hallerine söylendi. Topu topu bir salatalık istemişti Allah kahretmesin! Damadı nesini bu kadar olay haline getiriyordu anlamadı. Kızına acıdı gerçekten. Zaten işinde bu kadar yorulurken evde de en ufak konuyu dünyamızın gidişatına dayandırarak konuşmak yorucu olmalıydı. Her şeyin anlamını bu kadar didiklemenin alemi var mıydı? Cem iyiydi, hoştu ama tuhaf olduğu tartışılmazdı. Keşke kızına daha iyi bir kısmet çıksaydı diye üzüldü ara sıra aklından geçirdiği gibi. Cem ise çaresizce yeniden sokağa çıktı. Tartıştığı marketin sahibiyle karşılaşmamak için montunun yakalarını havaya kaldırıp yüzünü iyice gömerek hızlı adımlarla diğer markete yürüdü. Eli cebinde, tezgâhındaki meyve sebzeleri düzelten diğer market sahibine sordu, “Abi, sağlıklı mı bunlar?” Satıcı eline aldığı kese kağıdını bir yandan doldurmaya başladı, “Olmaz mı abi? Kaç kilo?” Cem kaşını havaya kaldırarak sordu, “Ben organik sebze meyve dışında almıyorum. Nereden geldi bunlar?” “Abi organik valla. Taze dalından sabah koptu.” “Nereden geliyor ki sabah topladın şimdi satıyorsun İstanbul’un göbeğinde? Ben iki saatte karşıya geçemiyorum.” Kese kâğıdının yarısını doldurmuş satıcı daha ne kadar koyacağını kestirmeye çalışarak sordu, “Buranın malı abi, yerli salatalık. Kaç kilo tartiim?” “Mesela tarlada ilaçlama yapılmış mı? Kimyasal böcek ilacı kullanılmış mı? Hatta kimyasal ilaçlanmış başka sebzelere dokunmuş mu?” “Abi tarlam Surdibi’nde, orda sürüyorum. Ellerimle topladım, kendi imkânlarımca organik diyebilirim.” “Topkapı’da otoyol dibinde ne organiği anlayamadım? Toprakta yetişen her sebze organik mi oluyor! Şehirde tarım mı olur zaten? Bir kere tanım itibarı ile şehir tarım yapılmayan yer demek. Ne cüretle bir de organik diyebiliyorsun düpedüz halk sağlığını tehdit ederken!” “Sabahtan beri iki gram bişey alıcan diye dil döküyorum. Bas git Allahını abi valla; almazsan alma. K….. organiği ...” “Ne dürtüyorsun kardeşim, seni tarım bakanlığına şi... aaah! Tamam gidiyorum.” Yürürken ayağına takılan torbayı bir tekmeyle savuran Cem, dayanamayıp arkasından koşarak, rüzgârla havalanan poşeti yakalayıp çöpe atmak üzere cebine koydu. Eve ikinci kez eli boş gitme riskini göze alamadığı için kapıcı çocuğu çağırıp eline para sıkıştırdı. Apartman girişinde çocuğun salatalık almasını beklerken markete söyleniyor, boş girişte yankılanan kendi sesinden etkilendikçe efkârlanıyordu. Kimse konunun önemini nasıl oluyor da göremiyor, aklı almıyordu. Akşam yemek saati zamanında evde olmaları için talimat alan Tonguç da, Rahmi Bey de arka arkaya içeri girmişlerdi. Cem’in anne ve babası da arkalarından gelmiş, salona geçmişlerdi. Annesinin korkusuyla salonda bir süre geçirmek zorunda kalan Tonguç, zorla dayandığı yarım saatin sonunda aniden fenalık geçirerek ayağa fırlamıştı. Arkadaşlarıyla takılmak için kaçmaya çalışırken 12 2 123 ayakkabılıkta neden bu kadar erken kaçtığının hesabını soran annesine, binlerce kere gördüğü insanlara neden Hawaii’ye inmiş boynuna çiçek takılacak turist muamelesi yapılıyor olduğunu anlamadığını söyleyince ceza olarak harçlığından olmuştu. Deniz de aynı saatlerde dışarıdaydı. Hiç istemediği halde akşam iş çıkışı arkadaşlarıyla kahve içmeye gitmişti. Arkadaşları yine ondan habersiz, tanıştırmak için birini çağırmışlardı. Arkadaşlarının iyi niyetine rağmen bu duruma hep sinir olmakla utanmak arası hisler duymuştu. Bir kadının ciddi bir ilişkisi yoksa bu onun değerini düşürüyordu sanki. Beğenilmemiş, istenmemiş, yani ‘seçilmemiş’ oluyordu. Üzerindeki sosyal baskı her kadını ister istemez etkiliyordu. Tanıştırdıkları kişi de o derece zevzekti ki Deniz utancından yerin dibine geçti. Yaşı ilerlediği için bütün iyi ve düzgün adamların bittiğini, ona bu seçeneklerin kaldığını düşündü. Eve girerken gözyaşlarını tutamıyordu. Kendini yatağa atıp ağlamaya başladı. Bir süre sonra da gönül yorgunluğuyla ayağa kalktı ve Cem’e mesaj yazmaya karar verdi. Bir şekilde Cem’i yalnız yakalamayı ve iyi de olsa, kötü de olsa durumu netleştirmeyi düşünüyordu. Elini tutarak bu işi başlatan o değil miydi? Gözyaşlarını silerek Cem’in cep telefonuna mesaj attı. O sırada kapıdan içeri giren Zeynep hâlâ cep telefonunda işle ilgili bir sorunu çözmeye çalışıyordu ve unuttuğu akşam yemeğini eve girince hatırladı. Misafirleri tek tek öperken Cem’i atlamış ve içeriye üstünü değiştirmeye gitmişti. Gelip masaya oturunca yemek masasının altından telefonundaki mesajları kontrol etmeye devam etmişti. Ertesi gün duvar reklamı için gideceği Unkapanı randevusunun onayını da yemek sırasında almıştı. Cem’in gözü bir yandan sesini kıstığı ve oturduğu yerden izlediği maçta, diğer yandan yemek boyunca yazıştığı Deniz’den gelen mesajlardaydı. Zeynep, Cem’in de Deniz’e duyduğu ilgi olarak yorumladığı mesajlaşmaları gözünün ucuyla takip ediyordu. Arada bir mesajları okurken gülümsediğini gördükçe sinirlerini hoplatmıştı. Adam düpedüz flört ediyordu karşısında. Misafirlerin ise bu durum çok da umurunda değildi. Annelerle babalar kahkahalarla sohbet etmiş, akşam yemeği oldukça samimi geçmişti. Anne ve babası ayrılır ayrılmaz Cem en arka odaya geçip kapıyı kapamıştı. Hülya Hanım ve Zeliha’ysa ortalığı topluyorlardı. Zeynep, Cem ile bir türlü yalnız kalıp konuşamamanın -en azından yemek boyunca Deniz’le yazışıp durmalarından dolayı laf sokamamanın- verdiği sıkıntı ile mutfağa girerken sırada kapıda Zeliha ve annesinin kahkahalarını duyunca şaşırdı. Hülya Hanım ile Zeliha mutfakta oturmuş gözlerinden yaş gelene kadar gülüyorlardı. Gergin Zeynep zoraki bir gülümsemeyle annesine ve hâlâ evde olan Zeliha’ya döndü. “Anne, siz daha fazla yorulmayın. Ellerinize sağlık ama gerisini ben hallederim,” dedi. “Olur mu çocuğum! Canın çıkıyor bütün gün. Zaten bitti sayılır. Zeliha bizde kalacak bu akşam.” Zeynep, “Bir sorun yok inşallah,” dedi. “Zeliha’nın kocası Rıza abin biraz hastalanmış,” dedi Hülya Hanım. “Hayırdır Zeliha, neyi var Rıza abinin?” “Ateşi çıktı, zatürreeydi bence,” dedi Zeliha kaşlarını kaldırarak. “Zeliha öyle yine kafana göre teşhis koyma adama. Gittiniz mi doktora?” 12 4 125 “Yok gerek kalmadı.” “Hadi bakalım. Ben de siz ortalığı toparlarken bir duşa girsem ayıp olmaz inşallah?” diye bir kaçış uydurdu. Kendini koyuvermemek için zor tutuyordu. Kapıdan çıkarken durakladı ve sordu, “Neye gülüyorsunuz bu kadar?” “Sen duşa gir çık, anlatırız Zeynep Hanım,” dedi Zeliha gülümseyerek. “Tamam o zaman,” dedi Zeynep içeri giderken. Evde yalnız olmamak daha iyiydi belki de. “Ne çekti kadın bu adamdan da hâlâ bıkmadan bakıyor, üstelik şikâyet de etmiyor halinden. Ben ise bıktım ve şikâyetçiyim,” dedi kendi kendine. Zeliha’nın kocası Rıza, Hopdediks’in küçükken iksir kazanına düşüp hayatının geri dönülmez biçimde değişmesi misali, küçükken babasının sattığı kaynayan mısır kazanına düşmüştü. Yüzü haşlanan ve ömür boyu izi yüzünde kalan Rıza haşlanınca çok ağlamış, hem susması için hem de kazana düştüğü için annesinden yediği tokadı hiç unutamamıştı. Ne olduysa bu tokat yüzünden olmuştu. Küçüklüğünde zaten canı yanmışken bir de “Sus!” diye atılan tokatla ikinci dalga travma geçiren nice dimağlar, bu yüzden büyüyünce karılarını döver olmuşlardı. Uslu durmadığı için polis amcalara verilmiş, annesini mi babasını mı daha çok sevdiği sorusuyla arada kalmış, yıllarca arkadan ağlayan tabakta kalmış yarım lokmalara üzülmüşlerdi. Sonuçta Rıza diye bir tür çıkmıştı ortaya. Zeliha, Zeynep içeri girdiğinde sabah başına gelenleri anlatıyordu Hülya Hanım’a. Sabah Rıza’ya koyduğu zatürree teşhisine istinaden ilaç vermişti. Zeliha’nın avucunun içindeki hap kadının kürek kadar büyük ellerinin içinde küçük dursa da kanuni sınırların müsaade ettiği en büyük haptı. Rıza kocaman hapı ağzına atmış ama yutamamıştı. Hap boğazında takılıp kalınca kısık sesle Zeliha’dan su istemeye çalışırken bir yandan da öksürmüştü. Zeliha telaşla mutfağa koşup, kızaran Rıza’ya su getirmişti. Rıza yere oturup dizlerinin üzerinde öksürürken morarmaya başlayınca, Zeliha panikle adamın sırtına yumruğu geçirmişti. Zeyna’dan aşağı kalmaz Zeliha demir yumruğunu sırtına indirince Rıza dengesini kaybetmiş ve öksürürken yüzüstü yere düşmüştü. Telaştan çığlığı basan Zeliha, Kırkpınar güreşlerinde yağlı elleriyle rakip güreşçinin kispetine elini daldırıp silkeleyen pehlivanlar gibi, perişan haldeki Rıza’yı, yakasından elini soktuğu gibi yerden kaldırmıştı. Ön dişi kırılmış Rıza elinde hem hapı hem dişini tutarken, “Anam anam!” diye bağırmıştı. Rıza küfrederek ayağa kalkınca Zeliha başına gelecekleri anlayıp kapıdan dışarı atmıştı kendini. Rıza da arkasından eline aldığı terliği fırlatmış ve kapanan kapıya çarpan terlik gecekondunun girişinde yuvarlanmıştı. Rıza o kadar sinirlenmişti ki, evde yakıcı ve delici ne kadar alet varsa taarruza hazır durumda elinin altında bulundurarak Zeliha’nın gelmesini pusuda beklemişti. Zeliha kendini sokağa atmış, başka gidecek yeri olmadığı için Hülya Hanımlara gitmişti. Yolda telaşı yerini gülmeye bırakmış, ağzını tülbendiyle kapatarak kıkır kıkır gülmüştü. Ateşten yanarken terlik fırlatacak gücü varsa kendine de bakacak gücü var demekti Rıza’nın. Zeliha hayatında ilk defa, istemeden de olsa, yediği dayakların rövanşını almıştı. Zeynep banyoya girmeye gidince Zeliha devam etti. “Abla işte karşı komşudan Rıza’nın ne durumda olduğunu ve eve gelip gelemeyeceğimi kontrol etmesini rica 12 6 127 ettim. Komşu sağolsun bizim evin ziline basmış da, basmasıyla kapının açılıp tekmeyi yemesi bir olmuş. Benim Rıza gözetleme deliğinden bakmış ama komşuyu benimle karıştırmış. Biliyorsun o camlar lunaparklardaki aynalar gibi yamuk gösteriyor.” “Zeliha karnım ağrıdı gülmekten. Kızım ara ver gözünü seveyim,” dedi Hülya Hanım kahkahalar atarken. “Bitti abla. Sonra da zaten karşı komşu topallayarak kendini eve atınca oğlu Hakan babasına da haber verip bizim evi basmış, nasıl anama bacıma vurursun diye!” Hülya Hanım içtiği çayı püskürtmüş, dizlerini dövüyordu. “Şimdi durum iyiceymiş. Mahalleli Rıza’yı evire çevire dövmüş ve bana dokunmamasını da tembih etmiş. Benimki durmaz bilirim. Bu gece kalsam ne olacak? Yine aynı tas aynı hamam. Ne yapacaksın ki başka Hülya abla? Sabah ola hayrola.” “Kızım bizim evimiz senin de evin sayılır. Ne zaman sıkılırsan gel. Rahmi baban Rıza ile de konuşur yavrum. Sen sıkma canını. Akşam akşam güldürdün beni. Hadi kalk işi bitirelim bari.” Zeliha her zamanki gibi ayağa kalktı, günlük işlerine devam etti. Zeynep ise banyonun kapısını kapar kapamaz ağlamaya başlamıştı. Büyük bir telaşa kapılmış, kalbi hızla atmaya başlamıştı. Deniz, Cem’in kadın haliydi sanki. Hayat görüşleri ve davaları bu kadar aynıyken Zeynep’in aralarına girme şansı ne kadar olabilirdi? Evlilikleri ve çocuklarının oluşu Cem’i durduracak kadar önemli yer tutacak olsa kızıyla bu kadar az zaman geçirmezdi. Zeynep ile her konuda düştükleri ihtilaf mı galip gelecekti aynı frekansta oluşla girilen bilek güreşinden? Cem ile Deniz’i kendine sorsa ‘Ying-Yang,’ annesine sorsa ‘tencere-kapak’ diye tanımlardı. Kocasının ona göre ‘tuhaf ’ hayat tarzını ilişkileri açısından şanssızlık olarak görür, tercih edilen erkekler listesine gireceğini aklına bile getirmezdi. Bu yüzden içine girdiği rehavet ve güven onun ne kadar yakışıklı olduğunu unutturmuştu. Şu anda yüzüne bakınca yakışıklı olduğunu bile fark edemiyordu alışmışlıktan. Bu yüzden onu ilk gördüğünde ayaklarının yerden kesildiğini hatırlaması gerekti çekiciliğini tartabilmek için. Ne yapacağına ve nasıl davranması gerektiğine karar veremiyordu. Cem’i yeniden baştan çıkarmaya çalışsa küçük düşeceğinden korktu. Konuyu açmazsa Cem Zeynep’in umurunda olmadığını sanabilirdi. Veya suskunluğun üstüne yatıp yeni sevgilisiyle birlikte olmaya devam ederken Zeynep ona hak etmediği bir huzur hediye etmiş olurdu. Konuyu açar ve Cem’den Deniz ile birlikte olmaya karar verdiğini duyarsa bunu kaldırmasının çok zor olduğunu biliyordu. Yanlış anlamış olma olasılığı var mı diye geçirdi içinden ama Deniz’in gözlerindeki bakışı kaçırmayacak kadar tecrübesi vardı maalesef. Zeynep ağlamaktan, annesiyle Zeliha da içeride gülmekten sarsılıyorlardı. Gören olsa evi tımarhane sanırdı. Ağladığını anlarsa annesinden bir torba nasihat dinleyeceği için Zeynep banyo işini uzatmıştı, ancak gelen seslere bakılırsa hâlâ annesi de, Zeliha da evdeydiler. Bir saat geçince banyo küvetinden çıkmıştı. Başına sardığı havluyla aynaya bakmış, omuzlarını dikleştirmiş ve saçlarını düzeltmişti. O azimli ve çalışkan bir kadındı ve sorumluluğu olan işlerden hiçbirini şimdiye kadar aksatmamıştı. Kendini aynada süzdü ve mağrur bir bakışla motive etmeye çalıştı. Banyodan çıkacak ve teker teker 12 8 129 işlerini yoluna sokacaktı. Ancak tam çıkarken yerdeki ıslak karoya basınca ayağındaki terlik ters döndü ve bileği burkuldu. Dengesini kuramadan hızla kapı koluna kafasını çarptı ve aradan beş saniye bile geçmeden kafasında ceviz büyüklüğünde bir şiş oluştu. Sekerek aynaya gidip alnına baktı ve yıllardır ilk defa ağız dolusu bir küfür patlattı. O kadar sinirlendi ki daha da yüksek sesle bir küfür daha etti kahkaha sesleri hazır onun sesini bastırıyorken. “Allah belasını versin Deniz gibi kırmızı saçlı çatlağın… Tüm evli adamlara takan yılan kadınların… Senin gibi kocaya da…” Biraz önce tesis ettiği güven ve nezaket dolu duruş televizyonda gördüğü dinamitle yıkılan binalar gibi yerle bir oldu. Kafasından bir tel atmıştı ve mekanizması bozulmuştu sanki. Annesi merak edip seslenince de tabii ki küfretti. Banyodan çıkınca Hülya Hanım Zeynep’i salona çağırmıştı. Zeliha mutfaktayken Zeynep ile biraz konuşmak istediği belliydi. Zeynep ise kaçıyordu. “Anne aslında ben de yardım edeyim Zeliha’ya.” “Gel otur, yapar Zeliha,” dedi koltuğa otururken. “Sen iyi misin? Berbat gözüküyorsun da Zeliha’nın yanında sormayayım dedim.” “Yok bir şey anne. Bildiğin şeyler.” “Kafana ne oldu? Şişmiş alnın.” “Çarptım.” “Kızım neyin var senin?” “İşlere canım sıkıldı anne. Şirkette çalışanların yarısını işten çıkaracaklar.” “Üzülme! Her şey olacağına varır.” “Ben sabahlara kadar uğraşıyorum ekmek paramız için ama Feray ne yapıyor? Patronla ilişkiye giriyor. Bu yollara girmeyenlerinse sonu meçhul,” dedi gözleri dolarak “Feray kim?” “Pazarlamadaki diğer müdür. Neyse ya anne, boşver.” “Herkesin günahı boynuna kızım! Sen doğru bildiğin yolda devam et. Başka ne yapacaksın?” dedi Hülya Hanım. “Anne, birinin kocasını aldattığını duysan ne yapardın?” “Sevdiğim biriyse üzülürdüm herhalde. Niye sordun?” “Benim içimden ne yapmak geliyor biliyor musun? Şeytan Mustafa Bey’in karısına git her şeyi anlat diyor.” “Aa Zeynep, kendine gel. Kızım seni ne ilgilendiriyor elalemin ne yaptığı? Söylenir mi hiç kadına böyle şey!” Gözleri hayretten faltaşı gibi açılmıştı. “Söylenir.” “Canım benim, sinirlerin bozulmuş senin. Başka şeye mi canın sıkıldı evladım?” diye sordu ellerini avucuna alırken. “Şu anda çok mantıklı geliyor. Evet, çok mutlu olurum karısına söylersem ve hepsini perişan görürsem.” “Yazık değil mi kadına? Sen olsan duymak ister miydin?” “Yalanla yaşayacağıma elbette duymak isterdim.” “Kadının bilmediğini nereden çıkardın?” “Bilse ayrılırdı.” “Öyle koca boşamak dile kolay.” Duraksayan Zeynep, “Ben öyle düşünmüyorum. Devir değişti artık. Koca eline bakmıyorum şükür. Kimseye ihtiyacım yok. Olmuyorsa zorla olmaz.” “Bak Zeynep. Devir değişti evet, kadının yükü daha da ağırlaştı. Hem evde hem işte dünyanın sorumluluğu var omuzlarında.” 130 13 1 “Kadınlık gururu ne olacak peki?” diye sordu Zeynep tüm kırgınlığıyla. Daha fazla lafı uzatmak istemeyen Hülya Hanım konuya girdi. “Cem seni aldatıyor mu Zeynep?” Bu kadar doğrudan bir soru beklemeyen Zeynep sarsıldı ve çözüldü. “Bilmiyorum anne,” diye hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Deniz diye birinden şüpheleniyorum,” diye devam etti. “Yani kadın Cem’e kesin aşık ama Cem ona aşık mı bilmiyorum. Yazışıp durdular yemek boyunca, görmedin mi? Öyle de tuhaf ki görsen.” Zeynep sanki karşısında Deniz varmışçasına sinirleniyor, anlatırken ayağa kalkıp oturuyor ve elleri kolları havada kadını tarif ediyordu. Hülya Hanım duyduklarına perişan olmuştu. Onun için çocuklarından birinin boşanması olasılığı başına gelebilecek en kötü felaketti. Yüzü berbat gözüküyordu dinlerken. “Cılız, kirpi gibi kırmızı saçlı, kollarında dövmeler var. Göbeğine de pirsing1 yaptırmış…” “Ah Zeynep, ben sana başında söylemiştim Cem sana göre değil diye. Neyse şimdi artık olan oldu. Kocanı elinde tutmaya bak.” Zeynep biliyordu annesinin böyle diyeceğini. Aklı gençliğine gitmişti. Evlenmeye karar verdiklerinde Cem’i annesiyle tanıştırmış, tanışma yemeğinde annesinin suratına çöken sahte gülümseme aklından hiç çıkmamıştı. Annesi ne kadar ciddi oldukları ve evlenmeye niyetleri olup olmadığını bütün gece çıkarmaya çalışmış ve gecenin sonunda gerginlikten titreyen elleriyle su bardağını kırmıştı. İlk gördüğünden beri içine sinmemişti Cem. Bir kere koca olmak için aşırı yakışıklıydı. Eninde sonunda (1) Cildin ve altındaki yağ tabakasının ya da kıkırdağın delinmesi ve takı ya da iğne takılması usulü ile gerçekleştirilen vücut süsleme sanatı 132 başka bir kadın kancasını takacaktı Cem’e. Bir de çok tuhaf şeyleri önemsiyordu. Hülya Hanım çoğunlukla neden bahsettiğini anlayamıyordu. “Biliyordum böyle diyeceğini anne. Aradan yıllar geçmiş, şimdi yine aynı yere mi döndük?” “Kızım Cem iyi çocuk da farklı olduğunu baştan beri biliyorduk. Sen de biraz işlerini hafiflet Zeynep. Kadın dediğin bu kadar çalışır mı Allah aşkına? Evini ihmal ediyorsun bak. Karıştırmamak için yardım da istemezsin. Bu kadar yükün altında ezildin ama kabul etmiyorsun işte?” “Benim çalışmamla ne alakası var şimdi? Yine bana döndü konu. Para kazanmasam boşanmam bile mümkün değil. Özgürlüğüm o benim.” “Kızım, para nasılsa kazanılır. Önce kocanı kaybetmemeye bak. Niye ayrılasın durduk yerde? Ben şimdi size dua ederim. Nazar değdi size. Kızın adı Deniz mi demiştin?” “Evet, niye?” “Türkan’dan doğma Cem’i Deniz musibetinden defedeceğiz dua ederken, onun için ismini sordum.” “Of anne, ya suçluyorsun ya dua ediyorsun. Hiçbiri gerçekten bana yardımcı olmuyor. Anlattığıma pişman ettiriyorsun gerçekten.” “Daha iyi ne çözüm olacakmış, lafa bak! Öyle bir halledeceğiz ki bu işi şaşıracaksın. Sen şimdi ağlamayı bırak. Kocanın yanına git ve anla bakalım durumu. Bir çare bulacağız ancak öyle ayrılmak, kadına meydanı bırakmak falan yok. Haydi kalk toparlan ve elini yüzünü yıka. Akşam Cem’den ayrı yatma sakın.” “Biliyor musun, ben çok şanssızım anne.” “Zeynep! Ne şanssızı Allah aşkına! Şu Zeliha kadar olamadın gitti. Kadının her gün sırtında kötek ama bir 13 3 kere yıkıldığını görmedim. Senden de az çalışmıyor. Sabah yedi dedin mi bizde. Ev, çocuk, yemek, akşama kadar ayakta çalışıp sonra üstüne bir de evde çalışıyor. Bak bir gün evde yemek olmasın Rıza ne yapıyor kadına. Şanssızım falan diye bir şey yok hayatta. Mücadele edeceksin. Durum değişti, ne yapalım? Oturalım mı yani? Haydi görüşürüz.” Herkes çekilince Zeynep yatak odasına giderek hemen yatağına girdi ve yorganı üzerine çekti. Bütün günün yorgunluğunu üstünde hissediyordu. Gözleri bir süre sonra odanın karanlığına alışınca gözlerini tavana dikti. Cavidan Hanım’ın çöpü kapının önüne çıkardıktan sonra sinirle çarptığı apartman kapısının yankısı duyuldu. Ardından gecenin karanlığı ve sessizliği çöktü her yere. Perde aralığından süzülen sokak lambasının ışığını izleyerek uykuya daldı. Derinden nefes alıyor, gözbebekleri hızlı hızlı hareket ediyordu. Rüya başlamış, sınırlar kalkmıştı. Rüyasında Zeynep hurdalığa bakan bir tepenin üzerinde Hayriye teyze ile oturuyordu. Çöpler etrafa yayılmış, aç martılar tepelerinde daireler çizerek tur atıyorlardı. Denizden esen ayazdan korunmak için montunun yakalarını havaya kaldırıp gözleriyle alanı taradı. Zeynep, “Hayriye teyze, konuşamadık sen ölünce. Nerede şimdi benim cüzdanım?” diye sordu. Hayriye teyze gülümseyerek hurdalığı işaret etti, “Şurada Zeynep. Kendin al evladım sana zahmet. Ne zamandır orada duruyor. Öldükten sonra kullanmıyoruz eşyaları,” dedi. “Ay bu dünyada çok lazım eşya, hele de cüzdan. İyi ki buldun gerçekten. Her şeyim içinde.” “Kısmet!” “Hayriye teyze, öbür dünya nasıl?” “Niye sordun?” “Annem ölürse ona ne olacağını merak ettim sadece.” “Kızım, her şeyin sonunu bilsen yaşamak istemezdin. Bu arada sözünü unutma; mezar taşımı sen yaptıracaktın, yaptırdın mı?” “Aklımda da seninle konuşmadan yaptırmadım. Ne yazacağım unvanına? Merhume mi?” “Düz Hayriye yazacaksın. O kadar. Kalmıyor ki unvan munvan… Sen de taktın unvana kızım.” 134 13 5 “Zeynep, iki dakika otur biraz konuşalım,” dedi Cem. Sabah yatak odasında giyinmeye çalışan Zeynep’le konuşmaya çalışıyordu. “O akşamdan beri hiç konuşmadık. İşe biraz geç gitsen olmaz mı? İstersen seni kahve içmeye götüreyim.” Başını kaldırmadan konuştu Zeynep. “Cem gelemem. Sabah Unkapanı’nda randevum var. Hintli yönetmen de cuma günü geliyor. Bu hafta benim için çok önemli. Başarılı geçirirsem şeytanın bacağını kırabilirim. Başka bir şeyle kafamı karıştırmak istemiyorum.” “Zeynep, böyle bir konuyu dahi işin için erteleyecek misin gerçekten? Bu seninki para kazanmak değil, başka bir şey. Önem listende kaçıncı sıradayım dur tahmin edeyim! Zorius Capital, Ece, İstinye Park, annen, rezidanslar, tamam buldum. Sonuncuyum!” “Cem sen farklı mısın sanki? Ben kaçıncı sıradayım? Tekstil kimyasalları ile tankerlerin arasında olabilir miyim? Esas sen başka bir şey düşünmez ve yapmaz oldun. Bilmem farkında mısın ama sorumsuzluk noktasına geldi birçok şey. Her neyse, bir günde bu hale gelmediğimize göre bir hafta daha bekleyebiliriz diye düşünüyorum. Şimdi çıkmam lazım, çok geç kaldım.” Zeynep bir gece önce Cem ile konuşmasına engel olduğu için annesine kızarken birden korkuya kapılmıştı. Düşündükçe bu ilişkiyi engellemenin imkânsız olduğuna karar vermiş, yüzleşmeyi ertelemek istemişti. Annesine bahsettiği kadınlık gururu ile kendini kandırmanın cazibesi birleşince bir süreliğine kaçmak istedi kötü haber almaktan. Ancak konuyu Cem’in açması iyi olmamış, onu önemsemediği izlenimi yaratmıştı. İşinde de en kritik dönemeçteyken özel hayatındaki sorunlarla asla uyumayan Feray’ı ihmal etmesi çifte kayıp yaşamasına neden olabilirdi. Aklını işle dağıtmak ona iyi bir fikir gibi gelmişti. Evden çıkıp Unkapanı’ndan geçerken gözüne kestirdiği binanın yan cephesine reklam giydirme işini konuşmak üzere akşam yemekte aldığı randevuya gitti. Bu sefer duyulmasın diye işler belli bir noktaya gelene kadar kimseye söylemeyecekti. İşin olup olmayacağını anlamak istediği için de binanın hem kullanıcısı hem de sahibi konumundaki Dilim Kıyma Vakfı’yla görüşecekti. Vakıf İstanbul Manifaturacılar Çarşısına yakındı. Ünlü olma hayaliyle plak doldurmak için kuyruğa girenlerden tutun, yeni evlenip perde almaya gelenlere kadar her çeşit insan vardı ortalıkta. Askılı mini etek giyenden iki gözü hariç başka bir yeri görünmeyen çarşaflı kadınlara kadar geniş bir yelpazede vatandaş akıyordu caddelerden. Şuracıkta durup da bu duruma bakan bir aklıselim olsaydı, Türk Standartları Enstitüsü adlı kurumun neden var olduğunu ve hangi standardı baz aldığını anlayamazdı. Zeynep vakıf binasının önünde durmuştu. Güzelim tarihi yapı çok bakımsız gözüküyordu. Zile basmıştı ve kapıyı 136 13 7 24 bir bayan açmıştı. Binanın kapı eşiğinde son derece nazik bir ses tonuyla sordu, “Pardon, bir kozmetik firmasından geliyorum. Saat 9.00’a bir reklam işi için randevu almıştım. Vakıf müdürüne geldiğimi haber verebilir misiniz acaba?” diye sordu. Zayıf kız sordu, “Biraz bekletebilir miyim?” Kız Zeynep’i içeri almamış, kapının önünde bekletmişti. İçeri giderken kapıyı örttü ama tam kapatmadı. Birkaç dakika sonra geri gelerek içeriye girmesi için Zeynep’e eliyle yol gösterdi. Masasının başında günlük gazetelere göz gezdiren yetkili Şükrettin Bey’in odasına yönlenmişlerdi. Şükrettin Bey gözlüğü burnunun üstünde incecik bir şerit gibi duran, ince bıyıklı, nur yüzlü bir adamdı. Eliyle işaret ederek konuştu, “Buyurun içeri. Seniyye kızım çay koy hanıma.” Zeynep bir yandan otururken bir yandan da aceleyle konuya girmişti, “Biz bir reklam kampanyası tasarlıyoruz yurt çapında. Otoyoldan gözükeceğini düşünerek sizin binanızın yan cephesine parfüm reklamı giydirelim istiyoruz.” Şükrettin Bey, “Olur Allahın izniyle. Kısmet değilse şu kapıdan dışarı çıkamaz insan! Seniyye, Hümmüniye nerde?” dedi. “Umarım kısmet olur Şükrü Bey,” diye devam etti Zeynep. “Şükrettin yavrum, canın sağolsun. Allah bilir kimin içi iyi, kimin değil.” “Şükrettin Bey, yani genel olarak bu fikre nasıl bakıyorsunuz? Olabilir mi sizce?” “Hayırlısı ne ise o olsun Zeynep Hanım.” “Peki, nasıl anlayabiliriz hayırlı mı değil mi diye? Bence öyle olacak inşallah da siz nasıl düşünürsünüz?” “Ben dosyayı alayım, bir efendiye sorar danışırım Zeynep Hanım.” “Efendi kim? Müdürünüz mü?” “Efendim?” “Anlayamadın pardon, efendi mi dediniz, efendim mi?” Şükrettin Bey kaşlarını kaldırıp Zeynep’i süzdü ve, “Siz reklamın bir kopyasını dosyaya koyduysanız, bakalım,” diyebildi şaşkınlıkla. “Koydum tabii, müdürünüze ben de gerekirse anlatırım detayları.” Şükrettin Bey ayağa kalktı ve, “Siz bana bırakırsınız ben hallederim Zeynep Hanım. Hayırlısı olsun inşallah,” diyerek, Zeynep’in elini sıkmadan uzaktan selamladı. Zeynep tam kapıdan çıkmak üzereydi ki Şükrettin Bey koşar adımlarla arkasından yetişti. “Zeynep Hanım, bu ürün inancımızca sakıncalı muhteviyata sahip değil inşallah?” “Yok canım, bildiğimiz sıradan bir ürün, merak etmeyin.” Kapıdan çıkarken sorunun ne anlama geldiğini düşündü. Yine de gelmekle çok iyi etmişti. Sonuç alır mı bilmiyordu ama dosyayı içeri aldırmıştı. Vakfın hızlı cevap vermesini umuyordu çünkü yıl sonuna çok az zaman kalmıştı. Ofise döndüğünde koridorda Kadir ile karşılaşmış ve üzerinde görüşme yaptığı vakfın logosu olan dosyayı gayriihtiyarî ters çevirmişti. “Merhaba Kadir,” dedi Zeynep. “Merhaba Zeynep Hanım. Çok şıksınız bu sabah.” “Çok naziksin Kadir. Ne güzel karşılama bu, sağol.” 138 13 9 “Feray Hanım da şık ama geçen sezonun elbisesini giymiş diye duydum. Bu da indirim mağazasından almış demektir, çünkü geçen sene giyse bilirdik diyor bayanlar. Seninkinin durumunu ben anlamam erkek olduğum için ama öğlene gelir haberi.” Zeynep ‘Hay Allahım’ der gibi başını iki yana salladı ve, “Çay alabilir miyim Kadir?” dedi. “Mustafa Bey’e papatya çayı verdim gevşesin diye. Eşinin kafesi açılmış bugün. Galerisi de haftaya açılıyormuş. Sana nasıl bir çay getireyim?” “Ben çok moralliyim şükür. Yeşil çay içerim Kadir.” Bir kere de masaya gidip normal bir şekilde olanları duysa şaşıracaktı. Ancak bazen bu durumun avantaj sağladığını da kabul ediyordu Zeynep. Örneğin Tülay’ın kafesinin bütün detaylarını öğrenmişti. Feray ile Mustafa’nın ilişkisini anladığından beri Zeynep patronunun karısıyla tanışmanın yararlı olabileceğini düşünmeye başlamıştı. Elle tutulur bir planı yoktu ama takmıştı Tülay’la tanışmaya. İsteğinin derinlerde yatan sebebi ise, Mustafa’nın nasıl birini beğenmemiş ve aldatıyor olduğunu görme merakıydı. Galeri açılışında kimsesiz çocuklar yararına bağış toplanacağını öğrendiğinde tanışma fırsatını nasıl yaratacağını bulmuştu. Karakolda tanıştığı küçük Hasan için bir şeyler yapılabilir mi diye sormak için Tülay ile tanışacaktı. Hasan’a Refika Hanım’dan ulaşması ise çok kolaydı. 140 25 Zeynep öğle arasında Maslak’taki işyerine çok yakın İstinye Park’taki Tülay’ın kafesine doğru yürüyordu. Kafeye yaklaştığında içeride Tülay olduğunu tahmin ettiği bir kadının oturduğunu fark etmişti. Kadının beklenmedik düzeydeki güzelliği ve zarafeti oldukça şaşırtıcıydı. ‘Güzellik, zenginlik ve seçkinlik! Mustafa Bey daha ne istiyor acaba?’ diye geçirdi içinden. Zeynep içeriye girmiş, başıyla Tülay’ı selamlamıştı. “Merhaba, rahatsız etmiyorum umarım?” Tülay nezaketle gülümsedi “Buyurun, kafemiz açık ancak galerimiz henüz açılmadı.” “Tülay Hanım aslında sizinle iki dakikanız varsa görüşmek istiyordum. İsmim Zeynep. Eşinizin yanında çalışıyorum.” Kaşlarını kaldıran ve durumdan hoşlanmayan Tülay sahte bir gülümsemeyle, “Öyle mi? Geleceğinizden haberim yoktu. Memnun oldum ancak çok kısa bir süre içinde basın burada olacak. Bu nedenle zamanım inanın çok kısıtlı.” “Sadece iki dakika yeterli Tülay Hanım. Kimsesiz bir çocukla ilgili.” 14 1 O sırada ardı ardına kafeye gelip giden arkadaşları Tülay’ı yanlarındaki arkadaşlarıyla tanıştırıyorlardı ve Zeynep gerçekten kötü zamanda gelmişti. Ayakta duran Tülay kalkmak üzere olan bir grup arkadaşını yolculamak üzereydi. Zeynep’in Tülay’ın yanında dikildiğini fark edenlerden biri, onu Tülay’ın arkadaşı sanarak, “Merhaba, siz de oturun Allah aşkına, zaten biz kalkıyoruz,” dedi. Zeynep, “Çok az kalacağım, hiç rahatsız olmayın,” diye cevapladı. Zeynep, Tülay ve arkadaşları aralarında konuşurken onları baştan aşağı süzüyordu. Marka tespit edebilen hassas koku alıcıları devreye girmiş, istemsiz biçimde kadınların tek tek üstlerini tarıyordu. Zenginlerde, süslense de onda olmayan bir hava vardı ve bu da kendini kötü hissettiriyordu Zeynep’e. O da giyimine elinden geldiğince özenmesine rağmen onlar gibi gözükmüyordu. Bronz tenleri mi, ciltleri mi söylemek zordu. Cep telefonlarının kılıflarına kadar en pahalısını taşıyan kadınların sahip olduğu her şey ona kendini çok kötü hissettirdi ama hiçbiri marka ayakkabı ve çanta kadar yüreğine hançer saplamadı. Bunlar söz konusu olduğunda mücbir sebepler dahi onu alışveriş yapmaktan durduramaz, gerekirse evlerini ipotek ettirme pahasına marka çanta alırdı. Kriz bile çıksa, iç kaynaklı, dış kaynaklı, döviz kur grafiği U şeklinde, V şeklinde dinlemez, bu konuda tüketici güven endeksini asla düşüremezdi. “Tülay kültür ve sanat hayatımızın duayenlerindendir. Kişiliği ve çizgisi ile mükemmel bir hanımefendi değil mi Zeynepçim,” dedi oturan kadınlardan biri. Bir sandalyeyi geriye çekip Zeynep’i oturtmuştu bile. “Siz ne iş yapıyorsunuz?” Zeynep, “Tülay Hanım’ın eşi Mustafa Bey genel müdürüm. Ben pazarlama müdürüyüm. Feray diye bir müdür daha var ve aynı seviyedeyiz aslında. Sadece geçenlerde Feray’a bir ‘executive’ pozisyonu verildi ama ben de Mustafa Bey’le son konuştuğuma göre...” derken bir diğeri araya girdi. “Canım benim, hepsi olur inşallah.” Tek eliyle Zeynep’in elini tutmuş, sağ orta parmağındaki yüzüğünün dev taşı kendi ağırlığından yana devrilmişti. Zeynep, “İnşallah,” dedi. Kadın elini çeker çekmez de çantasından hemen parfüm eşantiyonu çıkarıp masada oturan kadınlara birer tane verdi. “Bu yöneticisi olduğum parfüm. Size de bir tane vereyim,” deyiverdi. “Bunu mu satıyorsun canım? Ne kadar?” dedi en sonda oturan kadın. Zeynep’in yüzü asılmıştı. “Yok canım, yöneticiyim dedim ya,” dedi sinirle. “Öyle mi canım, ne hoş!” dedi kadın büyük porselen dişleri parlarken. Zeynep biraz bozulmuştu. O da kadının canını biraz sıkmak istedi. “Siz çalışıyor muydunuz, yoksa eşinizin finanse ettiği bir butik mi işletiyorsunuz?” “Tülay da dahil bu masadaki herkes dört kuşaktır İstanbullu ailelerden geliyor. Endemik tür sayılırız yani,” dedi kahkaha atarken ve devam etti. “Ne eşimin finanse etmesi, biz finanse ediyoruz onları ayol. Allah iyiliğini versin.” Zeynep zengin olmanın çalışmamak için bahane olamayacağında kararlıydı ve ısrarla sordu “Ev kadını mısınız yani?” “Köpek çantası tasarımcısıyım.” Afallayan Zeynep bir yaşına daha girdi kadının ne iş yaptığını duyduğunda.“İlginç. Memnun musunuz peki?” 142 14 3 “Evet, Türkiye’de bu bir ilk canım benim.” Zeynep’in önemsiz bir işte çalıştığı için imada bulunduğunu sandığı kadın, para kazanma derdi olmadığı için konuşmanın üzerinde bile durmadı. O sırada, Tülay yanlarına oturmuş, arkadaşlarıyla ilgilenmeye çalışıyordu. Zeynep de yanlarına oturan Tülay’ı yakalamışken sohbet açabilmek için kadına dönerek, “Tibet soluk kesici olmalı,” dedi. Tülay hiç gitmediği halde kendine verilen tavsiyelere uyarak kafenin cam vitrinine uluslararası şubeli bir zincir imaj vermek üzere, “Milano, İstanbul, Tibet” yazmıştı ve soruyu duyunca lafı değiştirmek istedi. Masanın üzerinde Zeynep’in hazırladığı, Hasan’a ait bir dosya duruyordu. Şeffaf dosya kapağının altından fotoğrafı görünen Hasan’a baktı ve, “Çocuk sizin mi Zeynep Hanım?” diye sordu. Soruyu duyunca Zeynep inanılmaz bozulmuştu. Her halinden sokak çocuğu olduğu belli Hasan’ı Zeynep’in çocuğu sanmak, onu kenar mahalle kızı yerine koymaktı. “Yok canım, benim kızım var ve evde. Bunlar kimsesiz çocuklar. Ben de bu konuyla ilgili sizinle görüşecektim. Yani bunun için buradayım.” “Öyle mi, siz de mi hayır işleriyle uğraşıyorsunuz?” diye sordu Tülay. O sırada yanında oturan arkadaşının hesabı ödemiş gitmeye hazırlandığını fark edince ona dönerek, “Canım, eğer vaktin varsa biraz oyalan alışveriş merkezinde de çıkışta beni de al. Arabamı çarptım geçen hafta, maalesef tamirde. Beni eve senin bırakmanı istirham edeceğim,” dedi. Kadın, “Ay ne demek! Elbette hayatım. Bir kahve ziyaretine daha gideceğim Sabancı Müzesi’nde ama daha çok vakit var. Biraz çarşı gezeyim, dönünce alırım seni. Kaçta geleyim canım?” diye sordu. Toparlanıp kalkmaya çalışıyordu ki Zeynep lafa girdi. “Ya inanmayacaksınız hanımefendi, bana da kadının biri çarpmış geçen hafta. Dikkatli kullanmıyorlar. Şu ‘kadın şoför’ olayı gerçek. Arabam mahvolunca dolmuşa binmek zorunda kaldım ve cüzdanımı düşürdüm dolmuşta. Allahtan yaşlı bir teyze bulmuş da beni aradı gel al diye. Elalemin dikkatsizliği bana patladı ya inanamıyorum. Aklıma gelmişken şu kadını bir arayayım. Kartını bırakmış sileceğe,” diye mırıldandı. Tülay Zeynep’in sohbetinden başından beri hoşlanmamış, röportaj için gelecek gazetecinin girmesine çok az kaldığı için gözü kapıda kalmıştı. Nezaketinden Zeynep’i bölmek istemediği için garson ile göz teması kurup hızlı servis yapmasını istediğini anlatmaya çalışıyordu. Zeynep de kadınlar vedalaşana ve Tülay ile baş başa kalana kadar, aklına gelmişken sabah arabasının sileceğine sıkıştırılan kartvizitteki cep telefonunu çevirdi. Telefon çalarken bir yandan da elinde tuttuğu menüden içecek seçmeye çalışıyordu. O sırada Tülay’ın da telefonu çaldı. Yolcu etmek için arkadaşları ile meşgul olan Tülay çantasını karıştırmaya başladı telefonu bulmak için. Zeynep kulağına sıkıştırdığı telefonu karşı tarafı çaldırırken, “Yeşil çay lütfen,” dedi garsona. Tülay da telefonunu bulmuş ve çağrıya cevap vermek üzere, “Alo,” demişti. Zeynep’in çaldırdığı telefon açılmış, karşıdan gelen, “Alo?” sesine cevaben, “Merhaba, Tülay Hanım’la görüşmek istemiştim” diye cevap vermişti. Tülay ve telefondan gelen ses aynı anda, “Buyurun benim,” deyince Zeynep de, Tülay da mosmor oldular. Tülay arabasına çarptığı kişinin Zeynep olduğunu anlayınca ortalık 144 14 5 elektriklendi. Zeynep biraz önce söylediklerinden yerin dibine geçmiş, Tülay da kendi hakkında söylenenlere bozulmuştu. Araya giren arkadaşı olayı toparladı. “Ay ne tesadüf, çok hoş canım benim. Sen Mustafa’nın iş yerinde çarptın herhalde. Hayat sürprizlerle dolu gerçekten. Tülaycım cana gelmemiş boşver. Ben seni kaçta alayım şimdi?” deyip diğerleriyle birlikte ayağa kalktı. “Üçte al canım,” dedi Tülay zorlukla. Zeynep çok utanmış ve kendini sınıf zincirinin en alttaki halkası gibi hissetmişti. Arabasına çarpan Tülay değilmiş gibi bir de suçlu çıkmıştı söyledikleri yüzünden. Tülay saatine bakarak buz gibi bir ifadeyle sordu, “Tam olarak ne için uğradım demiştiniz Zeynep Hanım?” Açıkça gitmesini tercih ettiğini belli ediyordu her hareketiyle. Zeynep aynı tepkiyle karşılık verecek konumda değildi ve işi toparlayıp derhal buradan ayrılması şarttı. “Hasan diye kimsesiz bir çocukla tanıştım. Dosyada gördüğünüz çocuk. Annesiz babasız o kadar sefil koşullarda yaşıyor ki, eğitimi için belki sizin yardımınız olur diye düşündüm.” Dosyayı eline alan Tülay zoraki gülümsedi, “Çok düşüncelisiniz Zeynep Hanım. Ben dosyayı inceleyeyim müsaadeniz olursa. Galeri açılışımda yardım toplanacak, dosyayı getirmeniz zamanlı olmuş. Aracınız için de eşim hemen birini tayin edip yaptıracaktır,” dedi. Ayağa kalkıp elini uzattı, “Gerçekten özür dilerim.” “Ne demek Tülay Hanım, siz kusura bakmayın. Benim de daha anlayışlı olmam gerekirdi. Hepimizin başına her an gelebilecek bir şey.” Tülay kimsesiz çocukla ilgili dosyayı eline alınca ters davrandığı için biraz utandı. Sevmediyse de iyi bir iş için kalkıp buralara kadar gelmişti. Zeynep kapıdan çıkarken yerinden fırlayıp arkasından seslendi, “Hasan’ı biz aldırırız ve açılışa o da katılır Zeynep Hanım.” “Çok teşekkür ederim Tülay Hanım. Çok naziksiniz,” dedi Zeynep. Sesi titriyordu. Zeynep galeri açılışına davet edilmemişti. Tülay Hanım araba konusunu Mustafa’ya açınca galeriye gittiği de ortaya çıkacaktı. Tülay’ı merak ediyorsa uzaktan bakması veya kafeye gitse de tanışmaması daha yerinde olurdu ama yapmıştı bir kere. Daha da kötüsü Zeynep, Tülay ve arkadaşlarından özellikle yapmadıkları halde alt tabaka muamelesi görmüştü. Eski Türk filmlerinde 1970’lerin İstanbul’unda partiler olurdu. Afro peruklu ve İspanyol paça pantolonlu tüm davetliler köylü kızın salona girmesiyle kafalarını ona çevirir ve alay etmeye başlarlardı. Tecavüzcü Coşkun kızı bir daire içine alır, arkadaş topluluğundaki en yakın adi arkadaşına iterek paslardı. Voleybol paslaşması esnasında herkes kızı itip dalga geçmeye ve, “Görgüsüz!” diyerek şuh kahkahalar atmaya başlardı. Kızın partiye gelirken elinde getirdiği plak kendisine olduğu gibi hediyesine de önem vermeyen ruhsuz İstanbul sosyetesi tarafından kırılırdı ve kız plağın yerdeki kırıklarında aksini görürdü. Bir misafire bu şekilde davranılması akıl alacak şey değildi ve Hindistan’da bile böyle bir kast sistemi nadir görülürdü. Yalnızlığına paralel hiçliği yüzüne vurulurken, kız koşarak partiden kaçardı. Sanki fazlaca abartılı Türk filmlerinin bu acıklı köylü kızının sosyete karşılaşması sahnesi, Zeynep’in şahsında bu kafede vücut bulmuştu. Kendi gibi aldatılan Tülay’ın neye benzediğini merakından gelmişti ve öğrenmişti. Güzelim seçkin ve zengin 146 14 7 kadınlar bile aldatılabiliyor diye ders mi çıkaracaktı? Yoksa bu tabakaya sıçramak için çalışarak elde edilen mevkiden fazlasının, en az birkaç kuşak geriye giden bir soyağacının olması gerektiğini mi? 26 Eğitimden sonra kurulmuş muhalif bir grup, Feray’ın yönetim yanlısı oluşuna sinir olduğu için çayına ilaç katmıştı. Kadir olayla ilgisi olmadığına yeminler etmiş, ishali geçince geçmiş olsun ziyaretine odasına uğrayacağına ve kimden şüphelenmesi gerektiğine dair bilgi vereceğine söz vermişti. Son iki günü tuvalette geçiren Feray halsizlikten ne çekim setiyle uğraşabilmiş ne de o sabah gelecek olan arkadaşı Ravi’yi havaalanından almaya gidebilmişti. Hintli yönetmen İstanbul’a geldiğinde oyuncu mankenlerle birlikte yönetmene şehri gezdirmek ve çekimlerde refakat etme görevini Zeynep üstlenmişti, Feray’ın işe gelemeyişine çok memnun olmuştu. Normal koşullarda Mustafa, Feray’dan bağımsız çalışmasına oldukça ters tepki veriyordu. Bu nedenle de Feray’ın hastalanması ekmeğine yağ sürmüştü. Zeynep Mustafa’ya tek başına bir şeyleri başarabileceğini göstermek için çekimlerin her detayıyla saatler harcayarak strese girmişti. Duyduğu kadarıyla oldukça ünlü bu yönetmende şöhret hastalığı kapsamında kapris diz boyuydu. Bu nedenle de sorun çıkmaması için hassasiyet gerekiyordu. 148 14 9 Bir gün önce çekim setini kurmak için ölçü almak üzere gelen marangozla arka panonun rengini tartışıyordu. “Abla, panoyu kırmızı yaptın, setin tabanını da aynı renk yapalım,” diye önermişti marangoz. “Sabit usta, istemiyorum. Sen bana birkaç renk kartelâsı daha getir, tam karar veremedim zaten.” “Başka kalmadı bende, hepsine baktık. Arkadaştan sorayım o zaman. Yalnız pazartesinden önce getiremem.” “Neden? Olur mu öyle şey! Hemen getir de hızlanalım Sabit usta. Yetişmeyecek.” “Abla başka işlerim de var, bu akşam gelemem.” “Gecikecek bütün işler! Sabit usta biraz hızlanman lazım! Bu böyle olmuyor!” demişti göz ucuyla marangoza bakarak. Zeynep’in attığı iğneleyici laf el aletlerini toplayan Sabit ustanın umurunda olmamıştı. Kendi istediği renk ve biçimlerdeki birtakım eşyaları kendi istediği takvimde getirmişti. Gözü kapıda onu bekleyen Zeynep’i hayal kırıklığına uğratarak zamanında gelmemiş, ancak ansızın haber vermeden elinde pano parçalarıyla sette bitmişti. Baskına Anadolu yakasında yakalanan Zeynep koşarak yetişmeye çalışmış, setin kilitli kapısını ustalara açmak için Üsküdar’dan kanat takıp Galata Kulesi’ne uçmak zorunda kalmış, gelen panonun renginin kendi tarif ettiği olduğu konusunda iftiraya uğramış ve istemediği renk ile gecikmek arasında seçim yapmak zorunda kalmıştı. Aslında panonun cilasının tonu Zeynep’ten başka kimsenin umurunda olmamıştı ama düğün hazırlığı yapan gergin gelin misali Zeynep her detaya kafayı takıp perişan olmuştu. İşleri ucu ucuna yetiştirebilmişti. Zeynep, üzerinde ‘Ravi Kumar Köri’ yazılı pankartla, sabah 7.00’de Atatürk Havalimanı yolcu karşılama bölümünde beklemeye başladı. 10 Kasım’dı ve hava buz gibiydi. Bir süre sonra başında siyah türbanı ve beyaz giysileriyle Ravi, eşi ve beş kişilik model ekibi geldiler. Eşi yeşil bir Hint giysisinin altına terlik giymiş ve altın, işlemeli, uzun sallantılı bir küpe takmıştı. Burnunun yanı parlak taşlarla süslüydü. Tek omzunun üzerinden atkı gibi geriye sarkıttığı bir kumaşa dolanmış kadın, halıya sarılıp kaçırılmak üzere paketlenmiş gibiydi ve sırtı da açıktı. Zeynep mevsime pek de uygun giyinmemiş kadını en geç iki gün içinde soğuk algınlığından doktora götüreceğine emindi. Türkiye’nin ‘güneş ve plaj’ imajı insanlara her daim sıcak olduğunu düşündürse de internette hava durumu kontrol etmemek bu devirde affedilemezdi. Zeynep ülkemizde yabancı milletlere karşı duyulan meraktan henüz habersiz olan misafirlerini kapıda bekleyen minibüse bindirmek üzere götürürken, havaalanında bekleyen ziyaretçilerin tamamı birer birer misafirleri süzüyordu. Hatta ellerini arkada kavuşturmuş bir grubun oluşturduğu insan koridorunun arasından yürüyerek geçerken “Aç kapıyı bezirgan başı”nı söyleyesi gelmişti. Bayanları otele bırakacak, Ravi’yi de doğruca ofise götürecekti. Yönetmen Mustafa ile bir saat görüştürecek, otele dönerek bayanları alıp özel izin aldıkları İstinye Park’ta çekime gideceklerdi. Her şey bitince Boğaz kenarında bir balık lokantasına gidilerek Hindistan’ın Türkçede ‘Hindi’ ülkesi anlamına gelip İngilizcede Türkiye’nin ‘hindi’ anlamına gelmesi nasıl bir karışıklık sonucu olmuş olabilir teması işlenecekti. Her şey planlanmıştı. On beş dakika sonra Ravi kadınları odalarına yerleş- 15 0 15 1 tirip lobide göründü. Ardından yola çıktılar. Binaya vardıklarında güvenlikten bir kimlik de Ravi için alıp ofisin olduğu en üst kata çıktılar. Kartlarını okutup ofise girdiler. Ravi Zeynep’in arkasından ofise girmişti ki sirenler çalmaya başladı. Zeynep 10 Kasım olduğunu hatırladı ve dokuzu beş geçe birden sireni duyup saygı duruşuna geçince başı önüne eğik yürüyen Ravi Zeynep’e çarptı. Özür diledi ancak Zeynep taş kesmiş, ayakta, cevap vermeden dikiliyordu. Ravi ne olduğunu anlamak için etrafa baktı. Montunun tek kolunu çıkarıp tekini çıkarmamış halde Turgut’u, kahve makinesinin yanında elinde kahveyle Kaan’ı, tuvaletin kapı kolunu tutar halde Mustafa’yı, öksürüğünü tutmaktan morarmış Ayşe’yi ve benzerlerini ayakta, hareketsiz ve yere bakarak dikilir halde görünce şaşkınlıktan ağzı beş karış açık kaldı. Bir dakika sonra tüm ofis çalışanlar sanki hiçbir şey olmamış gibi günlük işlerine döndüler. Turgut montunun diğer kolunu çıkardı, Kaan kahveden eli yandığı için bağırdı, Mustafa tuvalete girdi ve Ayşe de öksürdü. Ravi sanki film izliyordu da mutfağa giderken dondurduğu filmi kumandaya basıp yeniden başlatmıştı. Zeynep şaşkın adama olayı açıklamaya çalıştı. Ravi çok şaşırdığını söylediğinde Zeynep küçüklüğünden beri yapageldiği bu normal olayın nesinin garipsendiğini anlayamadı. Zeynep afallamış adamı Mustafa’nın odasına götürdü. Mustafa, Ravi daha yerine oturmadan sohbete başlarken kapıyı Zeynep’in yüzüne kapadı. Bir saat sonra ofisten çıkana kadar birkaç öncelikli işini bitirmek üzere odasına giden Zeynep, bilgisayarının başında Mustafa’dan haber gelene kadar çalışmayı planlıyordu. Tam o sırada telefonu çaldı. Arayan Dilim Kıyma Vakfı’ndan Şükrettin Bey’di. Heyecanla telefona cevap verdi Zeynep. “Alo?” “Selamünaleyküm Zeynep Hanım.” “Şükrettin Bey merhaba. Nasılsınız?” “Hamdolsun Zeynep Hanım, sizin reklam isteğinizi efendiye aktardık şükür. Kendileri ‘Ala’ diye zikrettiler. Sizden bir ricam ürünün tam muhteviyatını bir dosya ile bize göndermeniz. Ben de size talep ettiğimiz bağış miktarını bildireceğim inşallah. Hayırlı olsun.” “Bu kadar hızlı geri dönüş beklemiyordum, çok sevindim. Dosya bugün elinizde olur merak etmeyin. Hayırlı olsun gerçekten.” Zeynep’in yüzü aydınlanmıştı. Şu çekimi de atlatırsa işleri yoluna koymuş olacaktı. Saat 10.30 olunca Zeynep Mustafa’yı telefonla arayarak saati hatırlatmak zorunda kaldı. Çekim yapmak üzere İstinye Park’a gideceklerdi ve zar zor aldıkları özel çekim izni saat 11.00-12.30 arasındaydı. Daha Ravi Bey’in eşini ve modelleri alacaklardı otelden. Aceleyle ofisten çıkıp otele varmış, hızla ekibi toplayıp çekim yerinin yolunu tutmuşlardı. Planlarına göre alışveriş merkezinin üst katında çekim ekibi onları bekliyor olacaktı. Ravi’nin eşi de alışverişle oyalanacaktı. Zeynep kadına acıdı ve hayatta koca parasıyla alışverişte kendini kaybeden tüm kadınların adına kariyerinde ek bir basamak çıkmaya ant içti. Kendisi gibiler hem anne, hem eş, hem evlat, hem abla, hem yönetici olabiliyorlardı da diğerleri neden bu mücadeleden kaçıyorlardı? Zeynep’e göre bu inanılmaz bir zayıflıktı. Kadınların çalışmamasını son derece kabul edilemez bulur, çalışılmıyorsa mecburiyetten olduğunu sanırdı. Kendi isteği ve tercihi ile evde oturan ve huzur ve mutluluğu evde yakalayan kadınların yanlış yapıyor olduğundan son derece 15 2 15 3 emindi. Bu nedenle de herkesin ona özendiğini zannederdi. Kısacası çalışmamak bir seçim değil mecburiyet olabilirdi ancak. Ravi’nin elinde limitsiz kredi kartlarıyla üst kattaki en lüks giyim mağazalarının olduğu bölüme çıkan ‘acınası’ eşinden ayrılıp çekim alanına gitti. Ravi çoktan çekim ekibinin yanına gidip tanışmış, kendinden emin ve yaptığı işe son derece hâkim biçimde direktifler vermeye başlamıştı. Ravi tam bir maestroydu ve etraftaki herkesi öyle bir etkisine almıştı ki Zeynep adamı hayranlıkla izlemeye koyulmuştu. 20 dakika içinde tüm ekip çekime başlamış, kızlar elleriyle saçlarını atarak poz vermeye ve gülümsemeye koyulmuşlardı. Model kızlar birbirinden renkli uçuşan tüllerle Hint müziği eşliğinde son derece ilginç bir atmosfer oluşturmuşlardı. Her şey çok iyi gidiyordu ve çekim bitmek üzereydi. Kendini işe kaptırmış olan Ravi, mükemmel olması için mankenlerin nerede duracağını, ışığı ve müziği aynı anda yönetiyordu. Bir iki kere çalan telefonunu kapasa da ısrarlı arama eşinden geldiği için çekime eliyle işaret yaparak ara vermiş ve telefonunu açmıştı. Konuşurken yüzü birden değişen Ravi bir yukarı bir aşağı yürümeye başlamıştı ve ne konuştuğunu anlamasalar da bir terslik olduğu belliydi. Ravi telefonu kapatınca, “Zeynep, çok acil üst kata çıkalım. Eşim bir problem yaşıyormuş,” dedi öfkeyle. Zeynep koşar adımlarla yukarı kata çıktığında gördüğü kalabalığın hayra alamet olmasını diledi ve Ravi’nin eşinin bayıldığını düşündü. Tek anlamadığı neden kadının başında doktor değil de kameraman olduğuydu. Kalabalığı yararak kocasına koşan kadın hıçkırıklar içinde konuşmaya başlamış, Zeynep Hintçe konuşmaları anlayamadığı için durumu Ravi’nin yüzüne bakarak kes- tirmeye çalışmıştı. Ravi Zeynep’e döndü ve konuşmalarını İngilizceye çevirdi. “Üst kata açıklık alana çıkmış, her yerde bir sürü inek heykeli görmüş. Burada da ineklere önem veriyorlar diye sevinerek her zamanki gibi diz üstü yere çömelip dua etmeye başlamış. Etrafını kalabalık sarmış; ne oldu anlamadım diyor.” “Hangi inekler? Dekor olarak konan süs ineklerini mi diyorsunuz?” dedi Zeynep. Alışveriş merkezine uğrayan ünlüleri çekmek üzere muhabirler her daim ortalıkta oldukları için maalesef olayı kaçırmamışlardı. Ravi’nin eşi ne olduğunu anlayamadan bir kameramanın çekime başladığını anlatmıştı ağlayarak. Etrafta toplananlar kadının etrafını sarıp birbirlerini dürtüp gülmeye, Ravi’nin eşinin cep telefonu ile resmini çekmeye, “Hello mö mö!” diye laf atmaya başlamış da bitirmişlerdi bile. Ravi’nin uzaylı muamelesi gören eşinin giysisini elleyen bir çocuğu annesi zorlukla kucağına alıp uzaklaştırmıştı. Çekimi engellemeye çalışan Zeynep zar zor araya girdi ve Ravi’yi ve karısını uzaklaştırmaya çalıştı. Zeynep, “Ravi Bey, emin olun kimsenin niyeti kötü değil. İnsanlara tuhaf gelmiştir,” dedi kızgınlıktan köpüren adamı sakinleştirebilmek ümidiyle. “Biz tuhafız siz normalsiniz öyle mi? Hele de sabahki donup kalma olayından sonra…” diye iyice köpürerek önden hızlı adımlarla yürümeye başladı. Ravi o kadar sinirlenmişti ki, Zeynep’in otele bırakmasına bile müsaade etmeden ekibini ve eşini alıp bir taksiye binip gitti. Zeynep de, “Atamıza saygı duruşumuza tuhaf diyemezsiniz! Ayrıca saygı duruşu donup kalma da değildir,” diye arkasından bağırdı. Adam taksiyle yanından 15 4 15 5 geçerken, “Ben de karının burnundaki parlak boncuğa gıcık oldum, anladın mı!” diye bağırıyordu Türkçe. Daha akşama kalmadan, öğlen haberlerinde bir alışveriş merkezindeki dekoratif ineklere tapan Hintli misafirler konusunda alevli bir tartışma başladı. Bunların put sayılması ve derhal yok edilmesinden, Hindistan Büyükelçisinin Hint vatandaşlarına gösterilen saygısızlığa tepkisine kadar bir dizi olay çıktı. Ülkücü gençler rövanşın kurban bayramında olacağını kameralara bağıra bağıra ve elleriyle boğaz kesme işareti yapa yapa anlatırken Şükrettin Bey Zeynep’i arayıp reklam projesini iptal ettiğini haber verdi. Kös kös ofise dönen Zeynep mümkün olan en az kişiyle karşılaşmayı diliyordu ama aksi gibi bordroda kayıtlı tüm personel suratlarındaki arsız ve malumata aç gülümsemeyle Zeynep’i karşıladı. Turgut öne fırladı, “Vay be Zeynep Hanım. Yüzyılın olayı yani…” dedi Ayşe de bir adım geri çekilerek, “Mustafa Bey seni bekliyor Zeynep, gelir gelmez odama gelsin dedi,” diye ekledi. Mustafa, Feray’ı ve Zeynep’i durum değerlendirmesi yapmak üzere ofisine çağırmıştı. Zeynep odaya yürürken yer yarılsa da içine girse diye diledi ama maalesef yer yarılmadı. Feray ofise yeni gelebilmiş, karnı ağrıdığı için odada sessizce oturuyor, Zeynep’le Mustafa’nın gelmesini bekliyordu. Mustafa odaya koşar adımlarla girince arkasından odaya giren asistanı elindeki ünlü bir gazetenin internet çıktısını masaya koyup, “Mustafa Bey, gazeteyi de görmeniz iyi olur!” deyip odadan çıktı. “Ne yazmış?” diye sordu çıktıyı eline alıp okumaya başlayan Feray’a. “Söz konusu Zorius Capital olunca şaşırmak olağan bir durum halini aldı. Parfümün tuhaf adından şirket içi huzursuzluklara kadar akıl almaz olayları anlamaya çalışalım derken bu olay pes dedirtti!” Mustafa şaşırdı, “Bayağı sert yazmış her kimse. Şirket detaylarını bilmesi tuhaf. Yarın tekzip yayınlattıralım. Adamı tanıyor muyuz?” “Adamı hepimizi tanıyoruz. Eğitime gelen Fahri Bey!” “Anladım! İş istedi vermedik diyedir. Arar iş veririz, biter! Başka bilgi var mı bana vereceğiniz? Bir durum değerlendirmesi yapıp hepsini toparlayayım,” derken kartvizit defterini çıkarmıştı tanıdıklarını aramak için. Zeynep suratı kıpkırmızı, sandalyeden düşmek üzere, zar zor dinliyordu konuşulanları. Elinde mendili, kısık kısık ağlıyordu. Mustafa, “Basınla ilgili tüm konuları üst yönetime bildirmek zorundayım. Merkezde rapor edeceğimiz halkla ilişkiler direktörünü yakından tanıyorum ve konuyu aktarırken yumuşatacağım. Ancak açık konuşmak gerekirse bugünkü olayın hoş karşılanmayacağını düşünüyorum. Zeynep, basın toplantısını iptal etme. Durumu toparlamak için kullanacağım.” Zeynep ağlamaya başladı ve hıçkırıklardan zor duyulan sesiyle, “Ben çıkabilir miyim müsaadenizle? Kendimi çok kötü hissediyorum,” diyebildi. “Peki, erken çıkabilirsin. Git eve dinlen biraz. Haftaya da izin kullan. Biraz gözden uzak olman iyi olur her şey yatışana kadar. Sana doğrudan ulaşmaya çalışan olursa konuşmayıp asistanıma yönlendireceksin. Anlaşıldı değil mi?” dedi suratı asılarak. Zeynep ortalığı karıştırıp duruyordu. Eşini ne diye ziyarete gittiğini de anlamamıştı. Zeynep ortalıkta oldukça 15 6 15 7 durumun kontrolü zorlaşıyor, her taşın altından başlatılmış bir girişim veya yapılmış bir görüşme çıkıyordu. Dilim Kıyma Vakfı ayrıca onu da aramış, durumu sert bir dille eleştirerek isimlerini karıştırmamalarını bildirmişti. 27 “Anneeeee!” diye ağlayarak telefonu açtı Zeynep. “Zeynep? Ne oldu? Ece’ye mi bir şey oldu?” “Yok anne, hepimiz iyiyiz. İşle ilgili, gerçekten bu sefer bir felaket oldu. Haberleri izlemedin mi?” “Yoo.” “Başıma gelmedik kalmadı. Televizyonlara, gazetelere çıktık. Mustafa Bey de beni olaylar yatışana kadar sürgüne gönderiyor.” “Kızım, yavaş anlat. Anlamadım, kim neye gönderiyor?” “Parfüm hakkında olabilecek en kötü yazılar çıktı gazetede, reklam filmi sorun oldu. Bir sürü şey. Sonuçta buradan gitmem lazım bir süre. Kimsenin yüzüne bakmak istemiyorum. Anne beni bir yere götür.” “Bir yere mi? Ne bileyim kızım kışın ortasında. Ben geleyim de yüz yüze konuşuruz. Bekle.” “Cem’i de görmek istemiyorum. Başka kimi arayacağımı bilemedim. Burada kalmayalım, söz ver anne.” “Kızım öyle deme. Ölüm yok ucunda. Hallederiz tamam mı? Kapat şimdi de çanta hazırlayayım o zaman.” 15 8 15 9 “Nereye gitsek?” “Ben seni nereye götüreceğimi biliyorum ama bir arayayım kadını evde mi diye. Evdedir gerçi nereye gidecek yaşlı kadıncağız ama ne olur ne olmaz. Nazar değdi size, ben hep söylüyorum.” “Nereye gidelim diyorsun? “Eşme’ye.” “Orası ne ya?” “Zeynep, madem götür diyorsun soru sorma bari. Tanıdığım bir yaşlı teyze var. Ona gidiyoruz. Haydi, topla sen de eşyalarını. Ben basit bir çanta yapacağım zaten. Zeliha’yı da ararım Ece için.” “Yok! Sakın arama anne! Ona Cem bakacak hafta sonu. Bir kez de o baksın! Ekmek pişirsin, yoğurt mayalasın, masal okusun, banyodan sonra kremini sürsün, sabah şurubunu ve vitamini versin. Aman Tanrım, hepsini ben yapıyorum bunların!” “Zeynep sakin ol! Kaçta geliyor Cem? Ne diyeceğiz adama? İki kadın gece gece çıkıp gitmek çok garip olmaz mı kızım?” “Olmaz! Sen onun ne gariplikler yaptığını bilsen ‘bu ne ki’ dersin! Akşam sekiz gibi geliyor, Ece’yi teslim eder çıkarız.” “Tövbe yarabbim, sen büyüksün! Geldim o zaman. Otobüsle mi gideceğiz?” “Yok anne, ben arabayı alırım. Düştüğünde yanında araban olacak ki özgürce kaçasın, annen olacak ki güvende olasın. Saat sekize geliyor. Bütün gün bir şey yemedim. Hem bir şeyler atıştırayım hem de çanta hazırlayayım. Daha Cem’e ben yokken neler yapması gerektiğinin notunu yazacağım. Bu arada Eşme nerede?” “İzmit’i geçince.” Zeynep telefonu kapatınca hızlıca bir şeyler atıştırmak için mutfağa gitti. Mutfak ev yapımı mayalanmış yoğurt kokuyordu. Ece doğduğundan beri yoğurdu kendi yapıyordu Zeynep. Ekmeği de kendi pişiriyordu. Kendine bir sandviç yaptıktan sonra yanına yolluk olarak Aydın’dan getirttiği organik meyvelerden aldı. Kızı sağlıklı beslensin diye saatlerini harcıyordu işten geldikten sonra. Evin düzeni için de durum aynıydı. Sandviçiyle yatak odasına gidip bir yandan yerken diğer yandan çantasını hazırlamaya koyuldu. Giyinme odasında gözüne ayakkabılar ilişmişti. Lostra salonundan getirdiği cilalanmış ayakkabıları renklerine göre yan yana dizmek için ne çok zaman harcamıştı. Gözü özenle katlanmış çoraplara, asılmış kravatlara, tek tek dizilmiş kol düğmelerine gitti. Zeynep bu işlerle uğraşırken Cem evdeki eş değil, ayakaltında dolanan ve ayağına sürtündükçe tekme yiyen sokak kedisi muamelesi görürdü. Böyle zamanlarda Cem gazetesini eline alıp uzanırken Zeynep hiç oturmaz, nereye oturursa oranın altını temizlemek için Cem’i defalarca yerinden kaldırırdı. Çöpleri ayrıştırmak, Ece’nin çantasını hazırlamak ve diğer tüm hazırlıklarla uğraştığı zaman boyunca Zeynep Cem’in ona anlattığı veya okuduğu hiçbir haberi dinlemezdi. Cem de Zeynep’in neyi nasıl dizdiği veya nereye koyduğunu anlattığı zaman dinlemez ve ihtiyacı olduğunda bulamazdı. Zeynep dolaptan çıkardığı bir çantaya eşyaları yerleştirmeye başladı. Giysilerini, diş fırçası ve macununu yanına aldıktan sonra kütüphaneden kitap seçmeye gitti. Kitaplığa bakınırken gözü dalmıştı ve birden kendini eşyaları karıştırırken buldu. Kütüphanenin altındaki fotoğrafların 16 0 161 olduğu dolabı açarak en üstten birkaç albüm alıp karıştırdı. Sonra raflarda duran resim çerçevelerini tek tek eline alıp baktıktan sonra yerine koydu. Ece’nin okuldan getirdiği babalar günü kartını öptü. Eşyaları eline aldıkça yüzünde bir tebessüm belirip yok oluyordu. Yıllardır tanıyordu Cem’i ve en kendine ait olduğunu düşündüğü eşyada bile o vardı. Şimdiyse ilişkileri nereye gideceğini dahi bilmediği bir döneme girmişti. Daha üniversite yıllarından biliyordu Cem’in dünya görüşünü ama Zeynep de tüm diğerleri gibi eşinin değişeceğini ve kendine benzediğinde de düzelmiş olacağını sanmıştı. Cem de sınıf birincisi olmak için sabahlara kadar çalışıp, olamadığında ağladığını biliyordu Zeynep’in. Üniversite sınavında istediği bölümü kazanamadığında, burs alamadığında, işe girmek için yüzlerce yerden ret cevabı dahi alamadığında yanındaydı. O zamanlar farklılıklarına katlanmak, birbirlerini düzeltmek ümitlerini canlı tutabildikleri için mümkün gözüküyordu. Şimdiyse yıllar içinde ikisi de diğerinin istediği biçimde değişmediği gibi, bir de tahammülsüzleşmişlerdi. Evlilik resimlerini, davetiyelerini, düğünü düşündü. İşler ayrılmaya giderse Cem’den kopmak tahmininden daha zor olacaktı. Bu yüzden kızgınlığı yerini korkuya bırakınca ertelemek istemişti konuşmalarını. Yoksa işleri yoğun olduğu için değil. İlişkileri bu hale yavaş yavaş geldiği için gidişatın adı konana, yani Deniz ortaya çıkana kadar sorunlar olabildiğince dile getirilmemişti. Şimdiyse zaten yüzleşmeden kaçış yolu kalmamıştı. İşin kötü tarafı, işinde de yüzleşmeden kaçış yolu kalmamıştı. Kendince yapmaya çalıştığı projelerle kimse ilgilenmiyordu ama her seferinde yeni birini bularak ümit yaratıyordu kendine. Oysa takdir gösterilse çoktan terfi etmiş olur, onay verecek kişilerin değişimine kurban gitmezdi. Zeynep bir yerlerde hata yapıyordu. Çocukluğundan beri kimsenin başına yeni icatlar çıkarmamış, herkesin bildiği ‘doğru’ yoldan çıkmamıştı. Her zaman çok planlı olmuş, hiçbir işini tesadüfe bırakmamak için çok gayret göstermişti. Azimliydi ve bıkmadan usanmadan çalışırdı hedefine ulaşmak için. Terfi ederse güzel bir sitede ev alabilecekler, çocuğu apartman dairesinden kurtulup yeşilliklerde oynayabileceği için daha mutlu olacaktı. Daha çok kazanacağı için hayatları iyileşecek, özellikle kızına en iyi imkanları sunacağı için ileride sıkıntı çekmesini engellemiş olacaktı. Kısacası bunlar olunca herkes mutlu olacak, ailesini de gururlandıracaktı. Bugün annesinin yüreğini ağzına getirerek, onu gururlandırma yolunda ne kadar kötü durumda olduğunu görünceyse çok utanmıştı. Banyoda başını çarptığı gün küfredince çok iyi geldiğini hatırlayıp yüksek sesle koca bir küfür patlattı evde kimse yokken. Bu sanki onu iyi çocuk olmaktan kurtarıyor ve omuzlarındaki yükü hafifletiyordu. Cem’in anahtarlarının sesiyle kendine geldi ve elinde tuttuğu resim çerçevesini yerine koyup hazırladığı çantanın fermuarını kapadı. Sırtına astığı çantayla Cem’i antrede karşıladı. Cem Zeynep’i elinde çanta ile görünce dehşete kapıldı ve gayriihtiyari bileğinden tutarak sordu, “Nereye Zeynep?” “Korkma Cem, bir çantayla kayıplara karışmayacağım. İşten uzaklaştırıldım,” dedi elini çekerek. “Bu hafta şeytanın bacağını kıracağıma kendi bacağımı kırdım. Allah belasını versin!” “Zeynep, nereye gittiğini söyler misin? Ne oldu işte tam olarak?” 16 2 163 “Parfüm reklamı tam bir skandal oldu. Allah belalarını versin topunun!” “Okudum gazetede. Aradım ama ulaşamadım.” “Mustafa Bey skandal basına düşünce bir süre ortadan kaybolmamı istedi. Pis herif!” “Sen küfür mü etmeye başladın?” “Ben de söz dinleyip ortadan yok oluyorum. Beni ararsan Mustafa Bey’in asistanına yönlendirmek zorundayım haberin olsun. Konuşmam yasak!” “Onun demesiyle mi karar vereceğiz nerede olacağımıza Zeynep? Bırak çantanı da otur Allah aşkına!” “Annem gelecek birazdan ve yola çıkacağız. Sorunların kaynağı benmişim meğer. Biraz ortadan kaybolursam ben yokken bütün işler yoluna sokulur herhalde! Dünya daha temiz bir yer olur, Zorius’a da para yağar falan.” “Zeynep böyle konuşma. Kimsenin seni sorumlu tuttuğu yok. Madem hafta sonu işe gitmeyeceksin, Ece’yi annene bıraksaydın da baş başa kalsaydık.” Zeynep antredeki pufa oturdu ve, “Deniz ile aranda ne var Cem? Onu mu seviyorsun? ” diye sordu. Gözleri dolmuştu, “Ben neyi yanlış yapıyorum?” Cem de yanına çömeldi. Yıllardır üzülmesin diye yüzüne söyleyemediği gerçek fikirlerini söylemenin zamanının geldiğini düşündü. Konuşurken sesi titremeye başladı. “Zeynep, aramızda bir şey yok. Zaten sorun Deniz değil. O ortaya çıkınca sorunumuzdan kaçacak yerimiz kalmadı sadece. Seni üzmek istemem ama söylemek zorundayım, ben bu halimizden mutlu değilim. Ben bir proje değilim Zeynep, Ece de öyle. Bizimle ilgili planlar yapıyor ve istediğin gibi olmamıza çalışıyorsun.” “Bunun için mi terk edeceksin bizi?” “Zeynep, o kadar sınırlıyorsun ki kendini, bize de sana da yazık oluyor. Terfi edemedin diye evde tadımız tuzumuz kalmadı. Olmazsa ne olacak? O şirkette başarılı olmak ne demek ki ayrıca? Tanıdığı olan terfi ediyor zaten. Benim gözümde hiçbir değer yok.” “Senin gözünde yok ama başkalarının gözünde var. Şirkette terfi etmenin bir anlamı ve değeri var. Bunun getirdiği yan avantajlar ve saygınlık var. Hiç önemi yok mu bunların?” “Zeynep, bunların seni mutlu ettiği açık ve bunlara önem vermeni eleştirmiyorum. Marka çanta bile sevebilirsin, sorun yok. Sadece olmazsa ne yapacaksın onu soruyorum. Planların işlemiyor, hiç beklemediğin şeyler oluyor. Böyle gergin devam mı edeceğiz yoksa şirketinle ilgili bir karar alacak mısın? Ve benimle ilgili?” “Ben sorumluluk sahibiyim. Bu iş bana uygun değil deyip bırakmak kolay. Üstelik işimi de seviyorum. Geçindirmemiz gereken bir ev varken gönlümün her istediğini nasıl yapayım? Seninle ilgili alacağım karar senin de ne yapacağına bağlı değil mi? Ben seni tamamen olduğun gibi kabul edersem işler düzelecek sanıyorsun ama senin de yapman gerekenler yok mu? Sen ideallerine bağlı yaşamaktan istedin, ideallerinden başka bir şey yapmaz oldun. Bana yardımcı olmuyorsun ve giderek daha da çok korkuyorum, güvencesiz hissediyorum kendimi. Kendini karakolluk ederken iş siciline işlendiğini ve bunun Türkiye’de ne demek olduğunu bilmiyor olamazsın ama yapıyorsun işte. Sen bu haldeyken hayatımızı garantiye almak için daha çok çalışmam ve çabalamam gerektiğini görmüyor musun?” “Zeynep, ne garantiye alması gözünü seveyim! Neyi 16 4 165 öngörebildin şu son bir aydır? Hangi planın işe yaradı? Hangi iş istediğin gibi gitti? Yaşadıkça görebileceğin şeyleri önden planlamaya çalışıyorsun! Hayat akıyor bize sormadan, onunla beraber gitmeliyiz.” “Sen hep akıntının tersine gidersin ama!” “Ben bankacılığı sevmiyorum. Bugüne kadar çalıştıysam da sorumluluk baskısıyla çalıştım ve aslında çok mutsuzum.” “Sana acımıyordum ruhuna ters işi yaptığın için. Senin çoğunluğa ters düşmeni kastetmiştim.” “Çoğunluk bir zaman sonra benim tarafımda akacak ama ben çok önce hareket ettim. Zamanlamam yanlış farkındayım. Ama ben de şanslıyım. Yeşiller Partisi’nden teklif aldım. Kabul etmeyi düşünüyorum.” “Sana teklif mi geldi?” “Evet, bu hafta başı teklif yaptılar ama konuşamadığımız için söyleyemedim.” “İyi bakalım, paketi iyi mi bari?” “Huzur payını da koyunca hiç fena değil.” “Anladım. Yeter ki sen mutlu ol diye aradaki maaş farkını kapatmam gerekecek çünkü paramız ucu ucuna yetiyor. Ama ben de senin gibi yapmayı denemeliyim belki de. “Carpe Diem2” başlıklı iş başvuru mektubumun arkasına özgeçmişimi ekleyip salayım internete.” “Dalga geçme Zeynep. Beraber karar veririz ne yapacaksak. Henüz evet demedim. İkimizin de yardıma ihtiyacı var. Biliyorum, ben de sana yeterince yardımcı olmadım bugüne kadar. Beni karıştırır mısın bilmem ama sana destek olmak istiyorum. Sen de bana ol lütfen.” (2) “Bilmiyorum Cem. Nasıl bu hale geldim ve göremedim ben de anlamıyorum. Bütün bunlar bir günde olmadı ama birden işimi ve seni kaybetme tehdidi ortaya çıkana kadar normalde nasıl davranıyorsam öyle davranmaya devam ettim. İşlerin kötü gideceğine ihtimal vermedim herhalde. İşte de Feray’ın ne yapmaya çalıştığını ve Mustafa Bey’in nasıl biri olduğunu bile bile normalde nasıl çalışıyorsam öyle devam ettim. Ben de farkındayım böyle yürümeyeceğinin. Biraz düşünmek istiyorum.” “Ben de sizinle geliyorum Zeynep.” “Şimdi gelme Cem. Biraz yalnız kalayım.” “O zaman pazar günü dönüşte almaya gelirim.” O sırada kapı zilinin çalınmasıyla konuşmaları bölündü. Ayağa kalkan Zeynep otomata basarak giriş kapısını açtı. Daire kapısını açıp dışarıya adımını attı, birden aklına bir şey gelince geri girdi ve, “Madem özgür ruh olacaktın neden evlendik Cem? Hem de çocuk yaptık. Bana yardım etmek istiyorsan sen de bunu düşün ben yokken. Biliyor musun, yarın Ece’nin ara yıl müsameresi var. Gelemediğim için ne kadar üzgün olduğumu söyle,” deyip yoluna devam etti. Cem arkadan seslendi, “Nereye gittiğinizi söylemedin.” “İzmit yakınında Eşme diye bir yere.” “Varınca ara.” ‘Gününü gün et, zamanın tadını çıkar, günü yakala, günü yaşa’ gibi anlamlardaki özdeyiş. 16 6 167 28 Hülya Hanım’ı apartman girişinde yakalayan Zeynep doğrudan arabaya yönlendirmişti. Çantalarını bagaja koyarken Cem’in her zaman özlediği azlıkta eşya ile seyahat ediyor olduklarını görüp gülümsedi. Normalde tatile giderken ağzına kadar dolan bagaj bir kez yerleşti mi, içinden bir şey almak veya eklemek, anayasanın, değiştirilmesi teklif dahi edilemez üç maddesi halini alırdı. Aksi gibi mutlaka bavullardan bir şey almak gerekir, amansız bir tartışma çıkardı Cem ile Zeynep’in arasında. “Hazır mısın anne?” diye sordu Zeynep. Hülya Hanım başıyla onaylayınca arabaya oturdular ve yola çıktılar. Yolda aralıksız konuşan Hülya Hanım köprü trafiğinde sıkışmış oturuyor olmasalar çoktan Zeynep’in dikkatini dağıtıp kazaya sebebiyet vermişti. İstanbul il sınırını geçip İzmit’e varmaları üç saat almıştı ve Zeynep de yorulmaya başlamıştı. Hülya Hanım ise bütün enerjisiyle bir yandan kızıyor, bir yandan üzülüyor, bir yandan da dua ediyordu. Zeynep telaşla, “Allah kahretsin!” deyiverdi. Annesi, “Aşk olsun Zeynep,” deyince, “Sana demiyorum anne,” dedi endişeyle. “Arabanın yağ lambası yanıyor.” 16 8 Önündeki panelde yanan lambayı arabasına çarptıklarında konuştuğu yardım servisinden tanıyordu. Zeynep, “Yağ sızdırıyorsa yandık,” dedi. “Önemli bir şey mi? Eyvah!” “Bildiğim kadarıyla evet.” Torpido gözünden servis numaralarının olduğu sayfayı buldu ve arabadan dışarı çıkarak telefon etti. “İyi günler, aracımızda arıza var sanırım. Göstergede yağ lambası yanıyor. Yardımcı olabilir misiniz?” dedi Zeynep. Yetkili, “Anlıyorum. Aracın yağ çubuğuyla yağ seviyesine bakın o zaman. İlk çentikten aşağıdaysa aracı kullanmayın, çekici çağıralım. İlk çentikten yukarıdaysa 50 km. daha yol yapabilirsiniz demektir. Servisimiz Eşme yolunda. Bir kontrol edip bilgi verirseniz karar verelim ne yapılacağına,” dedi kibarca. Zeynep, “Eşme yolundaysa iyi. Yol üstünde demektir. O zaman bakıp arıyoruz,” dedi. Endişeyle yağ kontrolü yapan Zeynep aracın servise gidecek kadar yağı olduğunu görünce biraz nefes aldı. Arabaya binip çalıştırdı. Hülya Hanım ne olduğunu merak edip soruyordu, “Zeynep, kızım neymiş?” “Anne, arabaya baktırmak için tamirhaneye gideceğiz ama yakın,” dedi. “Tamirhane mi? Araba mı bozuldu? Hey Allahım, başımıza neler geldi görüyor musun?” “Anne bir şey yok. Bir baksınlar, anlarız durumu.” Ağır ağır servise giden Zeynep gece tamirci çocuğu uyandırmak zorunda kaldı. Çocuk kaputu açıp arızayı anlamaya çalışırken Zeynep annesini tamirhanenin sahibinin oturduğu sobalı küçük odaya yerleştirip tamircinin yanına döndü. 169 “Selam. Ne durumdayız?” diye sordu Zeynep. Haberler kötüydü. Aracı ertesi sabaha kadar tamir ettiremeyeceklerini öğrendiler. Zeynep kendi hayal kırıklığından geçmiş, Hülya Hanım’ı teselli etmeye çalışıyordu. Tamirci adamlar o kadar sıcak ve misafirperverdi ki, merkezdeki bir otel sahibi ahbapları arandı, Zeynep ve annesine derhal bir aile odası ayarlandı. Gece Eşme’de, Yıldız Otel’de kalacaklardı. Servisin sahibi Mahmut ağa kendi aracıyla Zeynepleri şehir merkezindeki otele teslim etti. Gidene kadar Hülya Hanım tüm bunların nazara geldiklerinden olduğundan emin, dualar ediyor, belirli aralıklarla da Zeynep’in yüzüne üflüyordu. “Allahım akşamlar yüzü suyu hürmetine…” Zeynep ile annesinin nerede olduğunu merak eden Cem de telefon etmişti. “Araba bozuldu Cem. Gerçi gideceğimiz yere vardık ama tamiri zaman alacak galiba. Daha önce de olmuştu ya. Aynı şey tekrar etti.” “Zeynep, ben söylemiştim gece yola gitmeyin diye. Neredeyseniz geliyorum almaya.” “Şimdi gerek yok. Otele vardık ve yatıyoruz. Ben seni ararım yarın,” deyip Cem’le vedalaştı Zeynep. Cem ise bir yolunu bulup ertesi gün Eşme’ye gitmek istiyordu. On dakika içinde Eşme’ye varmışlardı. Kasaba o kadar ücra ve bakımsız haldeydi ki sanki Cumhuriyetin kurulduğu gün dondurulmuş ve zaman tünelinde havada asılı kalmıştı. Otel odasının tavanından sarkan ampulde avize takılı değildi. Kapıları kilitlenmeyen ve tuvalet kapısı kapanmayan odanın perdelerinde güve yenikleri vardı. Odanın neminin kırılması için Zeynepler gelene kadar elektrikli ısıtıcı çalıştırmışlardı. Otel ne kadar perişansa kasabalı da o kadar güler yüzlü ve cana yakındı. Mümkün olan en az çarşafa temas edecek şekilde kıvrılıp yatan iki kadın endişenin ve üşümenin verdiği bitkinlikten hemen uyuyakalmışlardı. Sabah uyandığında para çekmek için adı Atatürk, İnönü veya Fevzi Çakmak olması gereken ana caddelerden birini bulmuşlardı. Ziraat Bankası’nı görünce de kasabanın tam göbeğinde olduklarına emin oldular. Sonra da kahvaltı edecek makul bir yer bulup bir an önce gidecekleri kadını bulmayı planlıyorlardı. Kahvaltıda araba tamir olana kadar neyle oyalanacaklarını düşünüyordu Zeynep. Çok geçmeden cevabı öğrendi: öğlen, Eşme Belediyesi meydanda Ayva Festivali düzenliyordu. Zeynep, “Anne duydun mu? Öğlen festival varmış!” dedi heyecanla. Garson çocuk, “Öğle namazının bitmesiynen başlıyor. Belediye reisi de gelcek, sanatçı da gelcek. Siz ona mı geldiniz?” diye sormuştu saf saf. Sinirleri gerilmiş Hülya Hanım kükremişti ellerini havaya kaldırıp, “Ben festivale mestivale gitmem! Allahım sen bizi bağışla yarabbi, bu tanımadığımız yaban ellerden kazasız belasız evimize dönmeyi nasip et…” demiş ve oda anahtarını kaptığı gibi merdivenlerden yan binadaki otele gidip yukarıya çıkmıştı. Aradığı yaşlı teyzenin öğleyin geleceğini öğrenince de festivale gitmeye razı olmuştu. Otel kasabanın tam meydanındaydı ve festival alanına bakıyordu. Bu yüzden de festivale katılmak ve katılmamak arasında zaten gürültü bakımından hiç fark yoktu. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlayan etkinlikte ilk olarak halk oyunları ekibi bir gösteri yapmıştı. Ardından ayvasıyla ünlü Eşme’de bekleneceği gibi ayva üzerine yoğunlaşmış aktiviteler düzenlenmişti. Ayvayla ilgili şiir 170 171 yarışmasında dereceye girenler şiirlerini okumuşlardı. Belediyeye ait Mehteran Bölüğü yarım saatlik bir gösteri sunarken festivale katılanlara kasabanın önde geleni Mahmut Ağa tarafından yaptırılan ayva kompostosu ve ayva reçeli ikram edilmişti. Hülya Hanım giderek huzursuzlanır halde hiçbir ikramı kabul etmemişti. Ayva üstüne “daha neler!” dedirtecek tüm aktiviteler icra edilince bu zorlama silsilesinden sıkılan halk bir an önce sanatçının çıkması için homurdanır olmuştu. Festivale katılan konuk sanatçı Ayfer, “Sevgili Çeşmeliler” diye sık sık hata yaptığı için halk tarafından ayıplanıp ıslık eşliğinde laf atılarak düzeltildi. Ayfer çok esmer, saçı parlak altın rengi gölgeli bir kasaba şarkıcısıydı ve perdesiz sesiyle Sezen Aksu’dan İbrahim Tatlıses’e kadar uzanan bir yelpazede şarkı katletmişti. Yerel halk için sanatçının varlığı yeterli olduğundan sesine kimse dikkat etmemişti zaten. “Ne kadaaar zulmetseeeen ah etmem sana, her iki cihandaaaa gül kana kanaaaa, seninle cehennem ödüldür banaaaa, sensiz cennet bile sürgün sayılır,” dedi iki elini çarparak seyircilere kendini alkışlamasını istediğini anlatmak için. “İstek şarkısı göndersem bunu seçerdim herhalde. Sürgünde olan biri için ne kadar uygun bir eser,” dedi Zeynep sinirden gülerek. Halk konser boyunca o kadar çok ve yüksek sesle çekirdek çitlemişti ki müziğin sesini bastırdığı ve çekirdek kabukları dağından sahne artık görülemediği için konser dağılmıştı. Zeynep kalabalık konser çıkışında bir an annesini göremeyince telaşlandı. Biraz etrafı kolaçan ettikten sonra annesinin köşedeki bir duvarın üstünde oturmuş kasabalı kadınlara doğru salınarak yürüdüğünü gördü. Annesi laflayan kadınları selamlamış ve yanlarına oturmuştu. Zeynep de yanlarına gelince duvara oturdu. Zaman yavaş akıyordu kasabada. İnsanın içinden koşuşturmak gelmiyor, aksine hayatın ağır ritmine kapılıp yere serilesi geliyordu. Güneş de çıkmış, içlerini ısıtmıştı. Kadınlara İstanbul’dan geldiklerini söylemişler, İstanbul’u bir ya da iki kere görenler şehrin karmaşasından kendilerini nasıl Eşme’ye geri attıklarını anlatmışlardı. İstanbul’a hiç gitmemişler hallerine şükretmişler, tüm kadınlar kendi kasabalarının cennet olduğu konusunda fikir birliğine varmışlardı. Herkes sırayla çocuklarından, gelin veya damatlarından ve torunlarından bahsediyordu. Kadınlar Zeynep’e de çekirdek ikram etmişlerdi. En son genç kızken Ayvalık’ta duvara tüneyip çekirdek çitlemişti Zeynep. Bir an tereddüt ettikten sonra bu içten insanları kıramadı. Eline aldığı bir avuç çekirdeği yedikten sonra kabuklarını aynı çocukluğunda yaptığı gibi yere tükürdü. Annesinin de kendinin de dişleri ve dudakları simsiyah olmuştu. Birbirlerine bakıp gülümsediler. Hülya Hanım kadınlara yaşlı teyzeye geldiklerini söylemiş, herkesin birbirini adıyla tanıdığı bu yerde evinin tam yerini de öğrenmişti. Teyze öğle namazından dönene kadar yerinde pinekleyen Zeynep burada olmaktan çok huzur duymuş, tam anlamıyla mutlu olmuştu. Zeynep bu kadınlarla sohbet etmemiş ve buraya gelmemiş olsa onların hayatına üzüleceğini düşününce yüzünde buruk bir gülümseme belirdi. Ekonomi dergilerine poz vermemişler, sitede oturmamışlar, marka çanta giymeyip cüzdanı naylon poşete sararak taşımışlardı ama hiç üzülecek halleri yoktu. İşin tuhafı kadınlar Zeynep ve annesinin haline çok üzülmüşlerdi. Zeynep oturduğu duvarın üstünde düşüncelere dalmıştı. Kadınlarla sohbet eden annesine baktı. Bu kaçamak 172 173 uzun zamandır baş başa kalamadıkları annesiyle zaman geçirmek için büyük fırsat olmuştu. Tonguç evin haylaz çocuğu olarak her zaman ilginin odağı olduğu için kardeşine içinde bastırılmış bir öfke duyuyordu. Bir çocuk için en paylaşılmaz şeylerden birinin anne ilgisi olduğu düşünülürse Tonguç’un onun elinden aldığı şey çok değerliydi. Üstelik ondan hiç beklenmeyenler Zeynep’ten beklendiği için her zaman üzerinde bir iyi çocuk baskısı olmuştu. Tonguç da doktor veya mühendis olsaydı ve ailesi onunla gurur duysaydı, annesinin övünme ihtiyacının baskısı eşit dağılmış olurdu. Sorunlu çocukla ilgili aile içi yakınmalar sorunlu çocuğun içinde bulunduğu durumu aşmasını imkânsız kıldığı için girilen sarmaldan çıkılamıyor, iyi çocuk ilelebet annesinin ilgisinden mahrum kalıyordu. Şimdi ise istemeden de olsa ailede sorun yaşayan çocuk olmuş, bu da ona annesinin ilgisini hediye etmişti. Zeynep annesinin pençelerini Tonguç’un üzerinden çektirdiği için kardeşi de rahat bir nefes almıştı. Garip bir biçimde Zeynep ilgiye, Tonguç özgürlüğe kavuşmuştu. İstanbul’da Hayriye teyzenin ölümüyle aklına düşen annesini kaybetme korkusu yüzünden, Cem’e fark ettirmese de birkaç gece uykusu kaçmıştı. Annesine bir şey olsa, bu koşuşturmanın içinde onunla ağızlara layık bir sohbet edemeyişinden, Tonguç yüzünden annesine kötü davranmasından, aldığı hediyeleri beğenmemesinden ve işteyken ondan gelen telefonları açmamasından duyacağı pişmanlıklardan korkuyordu. Annesiyle ilgili kaybının verdiği derin üzüntü dışında pişmanlık kalsın istemiyordu geride. Cem için de durum aynıydı. Onu kaybetse dahi yapmadıklarından dolayı olsun istemiyor, ‘yürümedi’ dediğinde elinden geleni yapmış olmak istiyordu. Ve Cem’i avucunun içinde gibi gördüğü zamanlar geride kalmalıydı. Bal gibi kıskançlıktan deliye dönmüştü Deniz ortaya çıkınca. Ona bu haliyle hayran biri tehdit olarak ortaya çıkmasaydı, hala kocasını değiştirmeye çalışıyor olacaktı. Şimdiyse onu değiştirmek yerine kaybetmemek için, anlamaya çalışmak zorunda kalmıştı. Bugüne kadar bazı şeyleri gerçekten çok kötü yaptığını ve yaşadığını düşünüyor, değişmesi gerektiğini yavaş yavaş fark ediyordu. Elbette yaşam sürerken her gün ölecekmişçesine hareket etmek mümkün değildi. Ancak gerçekten önemli konuları bu kadar ikinci plana atmak da, bir mutluluğu elde etmek için koşuştururken diğerini feda etmek de doğru değildi. Bir denge kurmak istiyordu bundan sonrası için. Ailesiyle daha fazla zaman geçirmek istiyordu. Zeynep, annesi yaşlı teyzeye gitmek için ayağa kalktığında onun için her şeyden çok neyin değerli olduğunu düşünüyordu. Cevap hiç kuşkusuz ailesiydi. Yani kesinlikle işi değildi. O zaman işine neden bu denli önem verdiğini anlamaya çalıştı. Kendi kalıplarını anlamayı deniyordu. Fark etti ki kabul, onay ve saygıya çok ihtiyaç duyuyor ve bunları işiyle elde etmeye çalışıyordu. Çalışmadığı için annesinin babasından bunların hiçbirini görmediğini sanmıştı. Ufacık bir teşekkür için sabahtan akşama kadar yemek pişirmeye uğraşıp yorgunluktan bayıldığını her gördüğünde işine daha da çok sarılmıştı. Çalışırsa sadece onu tanıyanların değil, unvanını söylediği herkesin başarısıyla ilgili ortak bir kabulü ve takdiri olacaktı. Oysa şirketinde istediği unvanı vermemeleri başarısız olduğu anlamına gelmezdi. İyi projeler çıkarmış, fikirleriyle Feray’ı dahi kıskandırmıştı. Şirketi takdir etmiyor diye mutsuz olma- 174 175 malıydı. Fikirleri ve azmiyle gurur duymalıydı. Biraz kendi iç dünyasına dönebilmeyi, mutlu olmayı öğrenmeliydi. Cem ile yaptıkları son konuşma onu farklı düşünmeye zorlamıştı. Şimdiye kadar yapageldiği şeylerden farklı bir yolu hiç düşünmemişti, aslında farklı bir yol bilmiyordu da. Ancak denemek istiyordu. Ve denemek için yardım almak istiyordu artık. Annesi “Haydi, gidiyoruz kızım,” deyince ayağa kalktı. Böyle zor bir dönemdeyken yaşadığı huzur kaçamağı çok hoşuna gitmişti ‘Hayatta mutlak mutluluk veya mutsuzluk yok, mutlu ve mutsuz anlar var,’ diye düşündü. 29 Ece sabah uyanmış ve babasının yanına gitmişti. Ayılamayan Cem’i oynamak için birkaç kez dürttükten sonra kendi başına odasına gidip oynamaya devam etmişti. Annesinin telefonu üzerine uyanan Cem saatin dokuz olduğunu görünce geç kalma telaşıyla yataktan fırlamış, üzerini giyinip Ece’yi kahvaltı masasına oturtmuştu. Ece önüne konan tostu yememişti. Daha doğrusu elini dahi kaldırmamıştı bir şey yemek için. Cem de her zaman savunduğu üzere acıkırsa yiyeceğini düşünerek tostu kaldırdı ve evden çıkmak üzere Ece’yi hazırlamaya çalıştı. Yanına ne alacağını Ece’ye sorarak düştüğü gafleti erken fark ederek Zeynep’i aradı. Zeynep’in hazırladığı çantayı alması yeterliydi ama yanında durduğu halde çantayı on dakika göremeyen Cem, bulana kadar dediği yerde olmadığıyla ilgili ısrarla Zeynep’e söylendi. Zeynep ona bıraktığı notları okursa her işi halledeceğini söylese de Cem ısrarla dinlemiyordu. “Zeynep, dur kapatma. Okul taksitinin yatması için pazartesi son gün demişsin. Ne yaptık o işi?” “Bir şey yapmadık. Sen yapacaksın ya Cem, onun için 176 177 sana yazdım. Ben şehir dışındayım.” “Hayatım nereye yatacak? Kaç para? Geç yatırsak ne olur anlamadım? Sen gelince hallet bu işi.” “Cem, gerekli olup da orada yazmayan tek bir şey yok. Neresini anlamıyorsun? Tamam, elleme de yanlış olmasın bari. Ben gelince yaparım.” Çantayı omzuna asan Cem Ece’yi antreye götürdü. Çocuk kapının yanında ayakta dikiliyordu. Cem onun ayakkabısını bağlamayı bilmediğini ve kahvaltı ederken olduğu gibi hazırlanmak ve kapıdan çıkmak için elini dahi kaldırmadığını görünce şaşırdı. “Kızım hazırlansana!” Boş boş bakan Ece içeriye koştu. Geç kalacağından ötürü giderek strese giren Cem arkasından seslendi, “Hayatım nereye gidiyorsun? Hazırlanmanı söylemiştim ya!” Koşarak odasından kaptığı oyuncak bebeğini getiren Ece, “Hazırım,” dedi. Cem ise ayakkabısını, montunu, şapkasını giydirdikten sonra dahi Ece’nin ayakta dikilmesinin nedeninin “Yürü” komutunu beklemesi olduğunu neden sonra anlayabildi. Arabaya binişteki tüm mikro süreçlerin direktifini almazsa Ece bekliyor ve oyun oynuyor oluyordu. Zeynep ne biçim yetiştirmişti çocuğu! Acil yardım istediği annesini evinden almak ve sonra Ece’nin okuluna yetişmek üzere evden çıktılar. Arabaya doğru giderken babasının tuttuğu elini çekip düşürdüğü oyuncağını yerden almaya çalışan Ece, Cem’i iyice bunaltmıştı. Arabaya bindiklerinden çok kısa bir süre sonra da Ece babasına çişinin geldiği müjdesini vermişti. “Kızım neden kapıdan çıkmadan yapmadın? Daha bir dakika olmadı yola çıkalı?” “Çok çişim var,” dedi Ece cevap olarak. Cem kızının güzel küçük suratına baktı. Ece’yi niye tuvalete gitmediğiyle ilgili sorgulamanın saçmalığını fark eden Cem, hızlıca çocuğu eve geri çıkartmıştı. Arabada çişin gelmesi Cem’in sorunuydu. Çocukların ajandasıyla büyüklerinki hiçbir zaman örtüşmüyordu. Cem için o sabah, uyanıp Ece’yi hazırlamaya çalışmakla geçmişti. Ece ise sabahı tuvalette tuvalet fırçasının sapıyla ve devrilince içinde su olduğunu ıslanan çoraplarından anladığı kovayla oynamakla, yanına alacağı oyuncağı seçmekle geçirmişti. Cem müsamere saatine çok yaklaştıklarını gördükçe geriliyorken annesi de durmadan cep telefonundan arıyordu. Evden çıkmanın bu kadar zaman alacağı aklına bile gelmemişti. Zeynep’e hep geç kaldıkları için söylenirken arka planda bunlar yaşanıyordu demek. Babaannelerine gidene kadar Ece yolda uyuyakaldı. Başı aşağıya düşmüştü, ne arada bu kadar derin uyuyakalmıştı anlayamadı Cem. Işıklarda durdukça arka tarafa uzanıp Ece’nin başını düzeltiyordu ama ilk gaza bastığında kızının kafası yine öne düşüyordu. Arabaya binen Türkan Hanım ise çocuğun başını düzeltmek isterken uyandırmıştı. Uykudan uyanınca huysuzlanan Ece ayağıyla babaannesini ittirip ayağını uzatmaya çalışırken sıkışınca tepinmeye başladı, “Babaanne git, sen şişkosun…” diye mızmızlandı. Türkan Hanım alınıp, “Evladım yaşlanınca kilolar birikiyor. Kim sana öğretiyorsa bunları o da ayrı mesele tabii,” diye içerledi. Cem arka tarafa dönüp, “Kızım, ne biçim konuşuyorsun babaannenle!” dedi Ece’ye ve sonra da annesine dönerek, “Anne, biz böyle bir şey konuşmuyoruz aramızda, aşkolsun. Çocuk o,” dedi. Türkan Hanım da, “Çocuk tabii bilmez. Ama duyduğu- 178 179 nu kapar bunlar. Akıllı torunum benim. Kimden duydun kızım?” diye Ece’yi sıkıştırınca Cem patladı, “Anne sıkıştırma çocuğu, televizyondan, arkadaşlarından her yerden duymuş olabilir. Ne demek istiyorsun?” diye ısrar etti ve Ece’ye dönerek, “Yeter Ece! Sen de sus artık!” diye çıkıştı. Ece ayılamamış ve gözlerini elleriyle ovuşturarak inatla, “Şişkosun,” diye tekrar ediyordu. Türkan Hanım, “Araba çok dar tabii. Arkada sıkışınca çocuk beni kilolu sandı. Ne canım arabalar var, içine fil binse kimse kimseye değmiyor,” diye laf soktu. Cem, “Büyük arabalar çok benzin tüketiyor. Kendi başımayken her yere bisikletle gidiyorum,” diye cevap verdi. Ece ise “Şişko, şişko,” diyerek tempo tutuyordu. Cem ortalığı sakinleştirmek için araya girip, “Anne isterseniz müsamere çıkışı bir fabrika satış mağazası var. Size oradan bir ayakkabı alalım,” deyince Türkan Hanım Cem’e döndü ve, “Oğlum hayırlısıyla gidelim şu müsamereye, sonra bakarız. Ayakkabı mayakkabı görecek halde değilim şimdi,” dedi. Ece yüzünden ona alınmıştı. Okulun otoparkında manevra yapan annelerle aynı yere aracı koymak bezdirici olmuştu Cem için. Arabadan indirdiği Ece’yi elinden tutmuş çekiştirerek koşar adımlarla müsamerenin yerini öğrenmeye çalışırken, Türkan Hanım da ağrıyan ayağıyla onlara yetişmeye çalışıyordu. “İyi günler. Öncelikle burası Atatürk İlkokulu değil mi? Emin olalım.” “Evet! Siz kime bakmıştınız?” “Bugün müsamere var diye geldik.” “Hangi sınıf?” Cem Ece’ye döndü, “Kızım hangi sınıftasın?” “Acıktım.” “Dur canım. Sınıfını söyler misin önce?” “Acıkırsam yiyeceğimi söylemiştin. Acıktım.” Cem genç bayana dönerek, “Hangi sınıflarda müsamere var A, B, C diye sayarsanız biz hatırlayınca dur diyelim.” “Beyefendi, kaçıncı sınıfta, onu söylemiyorsunuz. 1 mi, 2 mi?” “Ha! İlkokula başlamadı daha.” Arkadan gelen Türkan Hanım Ece’yi kaptığı gibi binadan içeri sokmuştu. Cem onlara yetiştiğinde babaannesi çantasından çıkardığı muzu Ece’ye yedirirken müsamerenin de yerini öğrenmişti. Ece’yi sınıf öğretmenine teslim edip geri geliverdi. “Niye beklemiyorsun anne?” diye sordu Cem. “Oğlum geç kaldık. Çocuk aç, sen hâlâ laflıyorsun.” “Bu müsamere işi saçma zaten. Anne babaların hassasiyetini kullanıyorlar. Bunca hazırlığı hiçbir işe yaramayan gösteriye harcayana kadar çocukları aileleriyle birlikte ağaç dikmeye götürseler daha faydalı olurdu.” Cem konuşurken Türkan Hanım iyi bir yerden koltuk kapma derdindeydi. Tüm veliler ellerinde kamera ve fotoğraf makineleriyle sahnedeki çocuklarına el sallıyor, boğazlarına saplanan hıçkırıkları kontrol etmeye çalışıyorlardı. Kuğu Gölü Balesi’nin dünya prömiyerinde başbalerinin annesi olunsa bu kadar duygu seli yaşanırdı salonda. Cem annesinin gözyaşlarını tutamayıp duygulandığını görünce şaşırdı. Ece’yi görebilmek için diğer velileri ezmeye çalışan ve sanki orada olduklarını bilmiyormuş gibi Ece onları görsün diye beline kadar sarkıp el sallayan annesini izledi. Gösteriden sonra torununu ayakta alkışlayan Türkan Hanım öğretmeninin getirdiği Ece’yi görünce ağrıyan bacağının acısını unutmuş, torununa sarılarak öpmüştü. 180 18 1 “Canım kızım, güzel çocuğum. Demek Pamuk Prenses oldu benim güzelim.” “Babaanne, masalını da okur musun bana?” “Anne, müsamerede yer alan kız çocukların hiçbiri kırılmasın diye neredeyse hepsi Pamuk Prenses rolündeydi,” dedi Cem. “Doğal seleksiyondan hiç mi haberleri yok bunların? En iyi oynayan Pamuk Prenses olur. Zaten büyüyünce annesi gibi pazarlama düzenine alet olacaksa sihirli ayna parayı verene en güzel olduğunu söyleyecek. Prensten önce ata atlayıp şatoya basıp gidecek veya… ” Türkan Hanım doğruldu ve yüzünü Cem’in burnuna soktu: “Susar mısın?” Cem bir adım geri attı ve şaşırdı. “Ne oluyor ya?” “Küçük bir çocuğu sevindirmek güzeldir. Mutlu anımızı bozuyorsun. Benim ve Ece’nin mutlu anını! Fikirlerini sonraya sakla. Ağacını da dikeriz ama sonra, anladın mı? Birini diğerine tercih etmek zorunda değilim. Ara annesini de anlatalım müsameremizi. Kızımın sesini duysun.” Zeynep’in telefonunu çeviren Cem telefon açılınca Ece’ye uzattı. Eşme’de kurşunlar patlarken girdiği örtünün altında gülme krizine tutulmuş Zeynep müsait olmadığını söyleyip kapatacaktı ama Ece’nin sesini duyunca kuş gibi sevindi. Farkında değildi ama hâlâ gülüyordu. Ece’yle konuşurken sekiz tane Pamuk Prenses olduğunu duyunca daha yüksek sesle gülmeye başladı. 182 30 Hülya Hanım Zeynep’e doğru eğildi, “Kadın eve gelmiş. Haydi gidip döktürelim.” “Ne yapalım anlamadım?” “Kurşun! Ona geldik ya!” “Ne kurşunu? Bana kurşun demedin ki! Yaşlı teyzeye gidiyoruz ve nazar değdi dedin. Ben de dua sandım.” “Fark ediyor mu buralara kadar gelmişken Zeynep?” “Anne, dua başka, üstümden kızgın kurşunlar akması başka. Daha neler!” “Zeynep! Yeter. Yogaya giderken iyiydi kurşun mu değil?” Zeynep gıkını çıkaramadan kurşuncu teyzenin evinin eşiğinde buldu kendini. Annesinin ittirmesiyle tökezleyerek içeri girdiğinde başında beyaz tülbentle tertemiz bir nine karşıladı anne kızı. “Hoşgeldin yavrum,” dedi teyze sarılıp öperken. Zeynep birden yumuşadı ve teyzenin samimi kucaklaşmasına karşılık verdi. “Hoşbulduk teyze.” Dişleri eksik olduğu için boğuk sesle konuşan güler yüzlü ninenin bembeyaz bir teni ve masmavi gözleri vardı. 18 3 Yaşlılıktan buruşmuş elleriyle Zeynep’in elinden tuttu ve iki büklüm kamburuyla salona getirdi. “Ben annenle mutfakta hazırlayayım kızım. Bekle sen. Bu arada dua et e mi, Allahtan ne istiyorsan iste çocuğum,” dedi beyaz tülbendi uzatırken. Zeynep tülbendi başına dolayıp gözlerini kapadı. Mutluluk ve başarı diledi ama bunlar kendi için ne anlama geliyor, kafası karışmaya başlamıştı. Hülya Hanım’la teyze kurşunu mutfaktaki ocakta bir kap içinde eritmiş ve gelmişlerdi. Zeynep tülbendin altına girdi ve soğuk su dolu kabı tutan Hülya Hanım, teyzeye, “Tamam, dök teyze,” dedi. Kızgın kurşunu soğuk su dolu kaba dökerlerken iki kadın beraber dua etmeye başladılar. Soğuk suya temas ettiği anda patlayan kurşunlar sağa sola saçılırken Zeynep tülbendin altında gülme krizine tutuldu. Nazarların üzerinden kalkmasıyla ağladığını ve rahatladığını sanan annesi, “Allah kabul etsin,” diye sırtını sıvazlarken teyze kızgın kurşun kabını mutfağa götürdü. İçeri geri geldiğinde Zeynep hâlâ gülüyordu ve tülbendin altından çıkmıştı. “Çok iyi geldi, Allah razı olsun,” dedi teyzeye dönerek. “Ne çıktı bakalım?” dedi Hülya Hanım. Küçük parçalara ayrılan patlamış kurşunu inceleyen teyze parçaları bir şeylere benzeterek yorumlar ve açıklamalar yapıyordu. “Kızın üstünde çok nazar varmış. Bak, göz göz olmuş kurşun. Çocuk iki kadından üzülecek.” Zeynep de Hülya Hanım da Feray ve Deniz’e yordukları iki kadını duyunca başlarını salladılar. Teyze devam edince biraz kafaları karıştı “Biri yabancı, uzak ülkede. Gözü çıksın ecnebinin. Diğeriyse bu odada.” “Ne demek bu odada anlamadım?” dedi Hülya Hanım. Teyze devam etti, “Kızım bu kızcağız kendi kendine zarar veriyor.” Sonra Zeynep’e dönerek, “Sen çok mu dert ediyorsun her şeyi kendine yavrum?” dedi sırtını sıvazlayarak. Zeynep şaşırdı ve, “Bilmem ki teyze. Öyle mi yapıyor muşum?” dedi. Hülya Hanım araya girdi, “Teyze, başka biri daha var mı? Kırmızı dik saçlı bir kadın?” “Yok çocuğum, çıkmamış.” Zeynep de Hülya Hanım da duyduklarından memnun olmuş, rahatlamışlardı. “Şükür,” dedi Hülya Hanım Zeynep’e bakarak. “Haydi, biz de yavaş yavaş kalkalım kızım. Arabamız da tamir olmuştur inşallah!” Zeynep kurşun dökülürken Cavidan Hanım’dan gelen telefonu açmamış, geri arayacağı sırada tamirci servisinden gelen telefon araya girince de unutmuştu. Servisten aracın öğleden sonra 3.00’te hazır olacağını haber vermişlerdi. Araba hazır olana kadar yemek yemek için bir lokanta arayacakları sırada Cem yeniden telefon etti. “Zeynep merhaba.” “Merhaba Cem. Nasılsınız? Ece nasıl?” “Ece iyi. Annemle beraber. Ben Eşme’ye geldim. Şimdi dolmuş durağındayım, meydandaki.” “Eşme’ye mi geldin? Ciddi misin?” “Evet. Siz neredesiniz?” “Biz de şimdi yemek için bir yer bakınacaktık. Araba 3.00’te hazır olacakmış.” 184 18 5 “Elemtere fiş Kem gözlere şiş Üzerlik çatlasın Nazar eden patlasın.” “Tamam, buluşup beraber yiyelim o zaman.” “Tamam, tabii. Şaşırttın beni.” Zeynep annesine Cem’in geldiğini haber verdi. Hülya Hanım Deniz ile ilgili döktürdüğü kurşunun sonuçları üzerine gelen bu haberle iyice rahatlamıştı. “Kızım gördün mü bak! Ben sana demiştim her şey yoluna girer diye. Haydi bekletmeyelim Cem’i,” dedi. Bir gün önce müsamere bitince Türkan Hanım Cem’e dönüp “Ee, gidiyor muyuz ayakkabı almaya?” diye sormuştu. “Anne, öyle dedim ama cumartesi günü acayip kalabalıktır şimdi her yer. İsterseniz ben size para vereyim, hafta içi siz kendiniz gidin,” diye savsaklamıştı. “Daha iyi! Sen para ve çocuğu bana ver, sonra istediğini yap. Ben küçük prensesimle gezerim, onu parka götürürüm, yediririm. Baban zaten gözü kapıda bekliyor Ece gelsin diye. Akşam bizde kalsın.” Anne babasının artık onun yüzüne bile bakmadan torunlarına saldırmalarına biraz alınacaktı ama üşendi. Akşam Deniz ile buluşur, sabah da Eşme’ye yola çıkarım diye planlamıştı. “Zahmet oluyor anne size de. Yarın akşam almaya gelirim. Bir şey lazım mı size?” diye nezaketen sormuştu. “Gelinim lazım. Orada burada ileriki nesillere bırakacağımız dünya mirasını konuşana bakın! Şurada kendi nesline bir saat bakamadın oğlum. Çocuk yetiştirmek babalara kalsa hayvanları bir yana bırakır insan türünün soyu tükeniyor diye telaşlanırdık vallahi. Ben seve seve bakarım Ece’ye de, ancak bu gecelik idare ederiz. Sonra gece annesini ister. Zeynep ne zaman geliyor demiştin?” “Sabah çıkarsam akşama doğru dönmüş oluruz.” 186 31 Zeynep Cem’e çok açık bir soru sormuştu. “Madem bağlanmak sana göre değil neden evlendik ve çocuk yaptık özgür ruh?” Cem, Ece’yi annesine bıraktıktan sonra mutfak masasına çöktü. Kendine bir kadeh şarap açtı ve basit gibi gözüken bu sorunun cevabını veremediğini fark etti. Cem düzene karşıydı ama bunu yaparken karşıtlığını tüm yaşamın merkezine koymuş, onunla yaşamak yerine onun için yaşamaya başladığı noktada da bazı sorumluluklarını ihmal etmeye ve Zeynep’i anlamamaya başlamıştı. Annesinin söylediği gibi Ece’yle ilgili hiçbir konuya müdahil olmadığını dehşete kapılarak görmüştü. Zeynep Ece’yle ilgili her şeye sonsuz bir titizlik göstererek Cem’i oyundan dışlamıştı ama Cem de bu durumu yan cebine koymuştu. Zeynep’in istediğinden çok daha fazla işi ona yüklemişti ve Zeynep’in karıştırtmaması bahanesi kızını neden bisiklete binmeye, ağaç dikmeye veya sinemaya götürmediğini açıklamıyordu. Ne zaman başladığını hatırlayamayacağı kadar uzun süreden beri çevreciliğe ilgi duyuyordu. Daha doğrusu bu konuya ilgi duymaya başlamak değildi onun durumunun 18 7 açıklaması. Çevrecilik kendi olduğu şeydi. Tüm çevresi onun ‘tuhaf ’ olduğunu bilse de umursamamaya çalışırdı. Küçükken diğerlerini, özellikle de ailesini umursamamak gibi bir şansı yoktu, çünkü yapılan seçimlerde onların etkileri ve yönlendirmesi belirleyiciydi. Neticede bir ortama doğuyordu ve o ortam onu tuhaf bulduğu için başka bir kaba sığdırmaya çalışıyordu. Ancak kendi kararlarını verebilecek duruma geldiğinde istediği hayatı yaşamaya kararlıydı. Öyle de yapmıştı ve kendini bu anlamda başkalarının anlayamadığı isimsiz kahraman olarak görüyordu. Ancak kahramanlık yaparken sorumsuzluğa kaymış, o da ‘çevrekolik’ olmuştu. Kendi sorumluluklarını bir kenara iterek bunların peşinden koşmak değildi niyeti. İnandıklarına karşı diğerlerinin duyarsızlığını eleştirirken, o da aynını Zeynep’in inandıklarına ve çabalarına karşı yapmıştı. İlk defa Zeynep’in yükünü anlamış, evin düzenini sağlamak, çocukla uğraşmak ve aynı zamanda çalışmanın zorluğunu fark etmişti. Bu zamana kadar da bu yükü paylaşmadığı için birbirlerini anlamamış ve uzaklaşmışlardı. Şimdi ilişkilerinin geldiği noktada kendi payının da olduğunu görüyordu. İdeallerini paylaşmadığı için yargılamak yerine, Zeynep’in duyarlılıklarına saygı duyması gerekirdi. Zeynep kızını sağlıklı beslemek için doğal yiyecekler yedirmek için olmadık zahmete katlanıyordu ve bu anlamda amacı farklı da olsa Cem’in savaşını verdiği yaşam tarzı ile Zeynep’inki çok da farklı değildi. Cem Türkiye Yeşiller Partisi’nden aldığı İstanbul İl Başkanlığı teklifini kabul edecekti. Artık bu ideali iş olarak da seçtiğine göre önünde yeni bir dönem var demekti. Ancak bazı dengeleri yeniden kurması gerektiği de açıktı. Sonu nereye varır ve Zeynep ile ilişkisi nasıl devam eder bilmiyordu. Tek bildiği onun saygı duyulmayı hak ettiği ve kendilerine yardım etmeden pes etmeyeceğiydi. Cem salı akşamı aile yemeğinde Deniz’in attığı mesajda yazdığı görüşme davetini kabul etmişti ve bu akşam buluşacaklardı. Ancak ayakları geri gidiyordu. Sıkıntının sebebini çok iyi biliyordu. Deniz’den hoşlandığı için değil, Zeynep ile olan mutsuzluğunu bastırmak için kadınla flört etmeye kalkmıştı. Gençken kızlar bir türlü yakasını bırakmadığında bile Zeynep’i aldatmamışken, sözde olgunlaşmışken nasıl böyle davranmıştı? Karakolda Zeynep’le karşılaşmasalar daha da dönülmez bir noktaya gelecek hatayı en azından işin çok başındayken durdurabileceğine şükrediyordu. Elindeki kadehi kafasına dikip saati kontrol etti. Saatin yediye geldiğini görünce Deniz’i aramak için telefonu çevirdi. Yaptığı haksızlıktan dolayı ondan özür dilese de hiç hak etmediği halde kalbini kıracaktı Deniz’in. Deniz, Cem ile buluşacakları restorana gitmiş, uzun süre beklemiş ve bazen çantasının fermuarının ucuyla, bazen limonata bardağıyla oyalanmaya çalışmıştı. Buluşma saatini kırk dakika geçmişti ve zaman ilerledikçe kederi artıyor, boğazına düğümlenen acıyı bastırmaya çalışıyordu. Garsona hesabı eliyle işaret etmişti. O sırada Cem’den gelen telefonu gördü. Gözlerinden süzülen yaşları silerek telefona cevap verdi. “Efendim Cem?” dedi buruk bir sesle. “Seni bu kadar geç aradığım için çok üzgünüm Deniz.” Deniz ses tonundan Cem’in gelmeyeceğini anladı ve hıçkırarak ağlamaya başladı, “Geliyor musun Cem?” “Gelemeyeceğim Deniz, bu doğru değil. Bunu sana anlatabilmem çok zor. Dün gece hiç uyumadım.” “Neden doğru değil Cem? Anlamıyorum gerçekten. En 188 18 9 azından yüz yüze konuşsaydık.” “Deniz, ben çok üzgünüm. Seni eşimle olan sorunuma ortak ederek haksızlık ettim. Çok utanıyorum ama gelmem mümkün değil.” “Geçen hafta görüşmeyi kabul ettiğinde de evliydin. Ne değişti şimdi?” “Deniz, sana şimdi bu haksızlık gibi geliyor ama sonra daha çok üzüleceğini biliyorum. Gelmem bencillik olur. Eşiyle sorun yaşayan biri ancak başka bir arayışını kapatmak için diğeriyle birlikte olur. Zeynep çok zor bir dönemden geçiyor, ben de öyle. Sorunlarımızı çözmemiz gerek.” “Beni daha çok sevmeyeceğini nereden biliyorsun?” “Bu sorunun cevabını aramak istemiyorum. Çok üzgünüm Deniz. Şimdi kapatmam gerek.” “Teşekkürler kendimi bu kadar ucuz hissettirdiğin için. Buraya kadar geldiğim için aşağılandığımı düşünüyorum,” dedi Deniz telefonu kapatırken. Hıçkırıklardan sarsılmaya başlamıştı. Oturduğu yerde kedere boğuldu. Hesabı ödeyip hızla dışarıya attı kendini. Hayal kırıklığına uğramıştı. Cem’e gerçekten aşık olduğuna emindi ancak aynı zamanda kendiyle de hesaplaşmaya başlamıştı. Sonuçta evli bir erkekle beraber olmaya çalışıyordu. Erdemlerini yok saymak için bu kadar bahane üretmiş olması yalnızlığıyla kolay kolay açıklanacak bir durum değildi onun için. Cem doğru olanı yapmıştı ve onunla başka bir ortamda tanışmış olmayı dilerdi. 19 0 32 Sabah doğrudan otobüs olmadığı için önce İzmit’e, oradan da ilçe dolmuşlarıyla Eşme’ye giden Cem öğleden sonra Eşme’ye varınca Zeynep’e geldiğini haber vermişti. Zeynep onun geldiğini duyunca çok sevinmişti. Öğle yemeğini birlikte yedikten sonra tamirciden gelecek telefonu beklerken bir çay bahçesine oturmuşlardı. Kaçın kurası Hülya Hanım mendil kadar küçük Eşme çarşısında gezeceğini bahane edip onları yalnız bırakmıştı. Eşme’de kaldığı bütün günü düşünerek ve annesiyle sohbet ederek geçiren Zeynep çayını karıştırırken konuşmaya başladı. “Cem, benim işten çıkarılmama olasılığım sıfır. Bildiğim sonu beklemenin anlamı yok, bir şeyler yapmam lazım.” “Ne zaman belli olacak kimlerin çıkacağı?” “Eli kulağında. Biliyor musun neden çıkarılacağım kesin?” “Parfüm yüzünden değil mi?” “Tüm kötü koşullar ve şanssızlık bir yana, kendi yüzümden de çıkarılacağım. Yıl ortasında Feray ile yarışa girdiğimde parfüm satışına odaklandım. Düşünüyorum da 191 satışa odaklanmak baştan beri hataydı ama o dönem için ölümcül değildi. Ölümcül hata küçülmeyi duyduğum an tepki vermememdi. Bu parfümün sorumluluğunu üstümden atmam, hedefimi başka bir şeye kaydırmam gerekirdi. Kâğıt üstünde olmasa bile en azından zihinlerde üstümden atmalıydım. Yani parfüm satmazsa ‘başarısız’ damgasını yemeyi kabul etmiş oldum. Ve bu dönemde başarısızlığın karşılığının terfiden olmak değil işinden olmak demek olduğunu çok geç fark ettim. İş hayatı bu! Kurallar hiçbir zaman istediğim gibi adil olmayacak. Çalışmak iş üretmek değil, aynı zamanda o ortamda ayakta kalacak yetenekleri geliştirmek demek. Bunları yapabiliyorsan iş hayatında varsın. Ben planlayamadığımı yönetemiyorum. Beni esnek olmamak mahvetti Cem. Hem de her konuda.” “Parfümü üstünden atabilir miydin?” “Eşme’de çok düşündüm. Atabilirmişim. Mevzuata dayandırsam kimse bir şey diyemezdi. Mevzuatta problemler var. Avukata götürsem satışına onay verme riskini göze alamayacağı için satıştan kalkmasını onaylardı.” “Hâlâ yapabiliyor musun?” “Sanmıyorum. Başka bir şey düşünmem gerek.” “Düşünelim! İşin en zevkli tarafı dengelerin anlık değişmesi. Tam kaybettiğini düşündükleri zaman birden koşullar değişiveriyor. Şimdi bu işten nasıl çıkarız düşünelim. ‘Hiç şansım yok’ diyenin hiç şansı yoktur. Mücadeleye karar verdiğine göre bence şansın var. Bana işle ilgili tüm olay ve kişileri tek tek anlat. Alakasız olduğunu düşündüğün şeyleri bile. Sadece bu mücadelenin bir bedeli var, bilmeni isterim.” Konuşmaları Eşme çarşısında ayva reçeli bulup alabilmiş Hülya Hanım dönünce bölünmüştü. Konuşmaya tamirciden gelen telefonla arabanın hazır olduğunu öğrenince arabayı alarak çıktıkları yolda devam etmişlerdi. Yol boyu Zeynep’in aklında uçuşan fikirleri bir bir not ettiler ve tarttılar. Zamanın nasıl geçtiğini fark etmeseler de otoyolu tamamen tıkayan devrilmiş bir kamyon yüzünden eve gelmeleri çok uzun sürmüştü. Akşam İstanbul’a geldiklerinde önce Hülya Hanım’ı eve bıraktılar, ardından da Türkan Hanım’dan Ece’yi alıp eve gittiler. Eve vardıklarında apartmanın önündeki otoparkta yer bulamamışlardı. Cem de geçici olarak başka bir arabanın arkasına park etmişti, eşyaları eve taşıdıktan sonra tekrar aşağıya inerek park yeri arayacaktı. Ece arabada uyuyakalmıştı, artık kucakta taşınmak için çok ağırlaştığından Zeynep onu pusetle yukarı çıkaracaktı. Cem eşyaları alıp önden çıkarken Zeynep kızının emniyet kemerini çözüp eşyalarını toparlıyor olduğu için aşağıda kalmıştı. Cem elleri doluyken zar zor bulduğu anahtarla dairenin kapısını açarken Cavidan Hanım’ı kapının önünde hazır bekler vaziyette görünce içi sıkıldı. Cavidan Hanım eli belinde, “Cem oğlum, merhaba,” dedi. “Merhaba Cavidan teyze?” dedi Cem zoraki. Konuşma uzasın istemediği için başını eğmiş anahtarla kapıyı açmaya çalışıyordu. “Evladım! Niye bu işleri gündüz gözüyle yapmayıp akşama bırakıyorsunuz? Çok gürültü oluyor bak. Rahatsız oluyorum.” “Anlamadım Cavidan teyze. Ne oldu?” “Taşınma işini bu saate mi bıraktınız? Başında da kimse yok.” “Ne taşınması, tam anlayamadım! Biz tatilden yeni geldik.” 19 2 193 “Oğlum, sizin evden eşyaları taşıdılar ya kamyona akşamüstü. Gündüz çuvala mı girdi diyorum?” “Ne taşınması Cavidan teyze, biz taşınmıyoruz ki. Eşya da taşımıyoruz. Başkasının olmasın?” “Olur mu ayol, iki saat kapınız açıktı karşımda. Sizin eşyaları taşıdılar.” “Kim?” “Sen bilmiyorsan kim taşıdı evladım? Taşıdılar işte!” “Cavidan teyze korkutma beni! Aman Tanrım!” “Ay dur ayol! Belki Zeynep taşımıştır senin haberin olmadan. Ne bileyim, Allah korusun dilim varmıyor başka şeye kondurmaya.” “Olur mu Cavidan teyze? Benden habersiz ev taşıtır mı!. Benimle beraber zaten. Kahretsin!” “Vah vaaah! Gittiler oğlum adamlar.” Bir yandan anahtarla kapıyı açan Cem bir yandan da konuşmaya devam ediyordu, “Keşke arasaydınız bizi Cavidan teyze. Ne zaman gittiler?” “Aradım evladım Zeynep’i ama ulaşamadım. Yarım saat önce gittiler daha.” Daireye giren Cem’in başından aşağıya kaynar sular döküldü. Ev bomboştu. Arka odalara koşturdu ve bomboş evde topuk sesleri yankılandı. Salondaki televizyonun kablosunu bile sökmüşlerdi. Geride bıraktıkları bulaşık eldiveni tekiyle ev terliğinin kopmuş tokası zavallı evi bekleyen yegâne bekçilerdi. “Kamyonda yazılı nakliye firmasının ismi falan kaldı mı aklınızda?” “Özkanlar mı Öznak mı, hatırlayamadım. Ben uzağı göremiyorum ya Cem! Oğlum aradım da Zeynep’i. Tüh tüh!” Sinirden elleri titreyen Cem, “Cavidan teyze ben gidip polisi getiriyorum. Sen de hatırladığın her şeyi ben gelene kadar bir kâğıda yaz. Önemli önemsiz ne hatırlıyorsan unutmadan not alalım. Başka gören olmadı mı ya koca apartmanda? Kapıcı nerede bu kadar olay olurken?” dedi. “Köyde ya bu hafta! Oğlum, bu işi yapanlar zamanını gözlemiş besbelli. Geçmiş olsun. Koş git sen polise bir an önce.” Son sürat merdivenlerden koşarak inen Cem apartmandan dışarı çıktı. Doğruca polis karakoluna gidecekti. Ece’yi pusetine bindirmiş bekleyen Zeynep’i gördüğünde çok fazla bir şey belli etmemeye çalıştı. “Zeynep hayatım, hemen yukarı çıkmayalım. Bir sorun oldu ama çok önemli değil.” “Ne oldu Cem? Yüzün bembeyaz. Birine bir şey mi oldu?” “Hayır hayatım. Evle ilgili. Evimize hırsız girmiş. Ben şimdi polise gidiyorum. Telaşlanma sakın. Seni ve Ece’yi annene geri bırakacağım. Geldiğimde konuşuruz.” “Ne! Hırsız mı girmiş? Nasıl girmişler Cem? En üst kata nasıl girmiş ki? Ne almışlar?” “Hayatım, halledeceğiz. Şimdi ben polise gideyim, gelince konuşuruz.” “Cem ne çalmışlar söylesene?” “Var epey bir sıkıntı.” “Ne demek epey bir sıkıntı? Cem çok mu kötü? Aman Allahım!” Zeynep fırladığı gibi yukarı çıktı. Cem Ece’yi pusette yalnız bırakamadığı için arkasından gidemedi, apartmanın önünde başını yukarıya kaldırıp evin caddeye bakan salon ışığının yanmasını bekledi. Salon ışığı yanınca telefon etti. Zeynep telefona cevap vermeyince de kapadı. 19 4 195 Zeynep kapıyı açtığında gözlerine inanmadı ve ağzından bir çığlık kopuverdi. Evi, dört duvarı hariç tamamen soymuşlardı. Evlendiklerinden beri aldıkları her şey ve çocukluğuna ait tüm hatıralar, sahip oldukları her şey çalınmıştı. O kadar sarsıldı ki yere çöktü ve gözlerinden yaşlar süzüldü. On dakika kadar çömeldiği yerde konuşmadan oturduktan sonra Cem’in anahtar sesini duydu. Koşarak boynuna sarıldı ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Cem pusetle yukarı çıkardığı Ece hâlâ uyuyorken kayınvalidesine bırakıp polise gidecekti. Zeynep, Cem’in geleceğini haber vermek için annesini aradığında sesinde o kadar derin bir keder ve hayal kırıklığı vardı ki gizleyemedi. Hülya Hanım, “Zeynep! Ne oldu yavrum?” dedi telaşla. “İyi değilim anne. Evimizi soymuşlar.” “Ne? Aaaaa! Nasıl olur?” “Olmuş işte. Biz yokken girmişler. Şimdi Cem Ece’yi sana bırakacak ve polise gidecek, ararım seni.” “Ay dur ayol, kapama, ne oldu anlamadım ki evladım.” “Sonra konuşuruz anne. Akşam sizde kalacağız zaten. Evde eşya yok ki.” Cem Ece’yi Hülya Hanımlara bırakırken oyalanmamak için Hülya Hanım’ın sorduğu hiçbir soruya cevap vermemiş, koşarak ayrıldığı evden doğruca polis karakoluna gitmişti. Cem polisler ile eve girince yerde çömelmiş olan Zeynep gözyaşlarını silip ayağa kalktı. Aklından tek tek yerine asla koyamayacakları eşyaları geçirdikçe göğsüne bir hançer saplanıp saplanıp çıkıyordu sanki. Kızının doğum fotoğraflarının kopyası annesinde var mıydı? Düğün fotoğrafları, balayı tatilindeyken kumsaldan topladığı midye kabukları, Ece’nin ilk oyuncağı, doğumunda alınan ayak izi… Anne- sinde var mıydı, en azından bazıları diye düşündü. Zeynep, “Cem sanki hafızamız silindi, hiçbir şeysiz kaldık. Pijaman bile yok akşama giyecek,” dedi polisler evi dolaşıp delil toplarken. “Canımıza bir şey olmadı ya hayatım. Evi soyarlarken karşılaşabilirdik. İfademizi verip Ece’ye gitmek istiyorum bir an önce,” dedi Cem. O sırada polis Cem’i sorgulamaya başlamıştı. “Görgü tanığı var mı Cem Bey?” “Karşı komşumuz Cavidan Hanım görmüş. Diğer komşulara da sorarız birazdan. İlk iş size koştuk.” Zeynep etrafı dolaşmaya başlayan polislere sordu. “Nasıl girmişler belli mi polis bey? En üst kattayız, camdan girmiş olamazlar.” “Kapıyı zorlamamışlar gibi gözüküyor. Anahtarı olan birinin açmış olması lazım. Kimde var evin anahtarı sizden başka?” Polis rutin sorularını sorup, donuk bir ifadeyle yapılması gerekeni yapıyordu. Her gün bu vakalarla karşılaşan polis için bu olay gayet sıradandı. Ateş düştüğü yeri yakıyordu. “Yabancı kimsede yok. Annemde ve 20 yıldır tanıdığımız bakıcımız Zeliha’da var. Kimse yok yabancı anahtarla girecek.” “Anahtarınızı kimseye verdiniz mi, veya çanta vesaire, bir şey kaybettiniz mi son zamanda?” “Çanta kaybetmedim. Cüzdanımı kaybettim ama o da bulundu.” “Anahtar var mıydı içinde?” “Ev anahtarım anahtarlığımda asılı. Aa! Durun bir dakika, cüzdanımda vardı. Evde yedek bulunsun diye yaptırmıştım.” 19 6 197 Yere çömelip çantasında ne varsa bomboş salonun ortasına döktü ve en dibinden cüzdanını çıkardı. Bozuk paragözünün fermuarını açtı ve anahtarın yerinde olmadığını gördü. Cüzdanın içinde ne varsa boşaltı ama anahtarı bulamadı. “Yok. Anahtarı almışlar. İyi ama anahtarın nereye ait olduğunu kim bilebilir ki?” “Cüzdanınızı kim bulmuştu?” “Yaşlı bir teyze. Zaten almaya gittiğimde vefat etmişti bile. Durun bir dakika, bakıcısı aldı! İnanmıyorum, Elena! Ama evimin yerini nasıl öğrendi ki?” “Sizi takip etmişlerdir. Evi bulmak zor değil.” “Karakolda ifade verirken adresi vermiştim ve kadın hep yanımdaydı. Oradan mı duydu acaba? Allah kahretsin, kadını sınır dışı ettiler mi acil öğrenmemiz lazım. Vay canına, Elena! Umarım sınır dışı edilmemiştir.” “Siz bize tam olarak şüphelinin eşkâlini verir misiniz lütfen.” Polis Zeynep’in ifadesini alırken Cem yan odaya geçip İhsan dayısını aradı. Elena’nın sınır dışı edilip edilmediğini öğrenmek ve hâla İstanbul’daysa konuşturup eşyaların en azından bir kısmını kurtarmak istiyordu. İhsan dayı da elinden geleni yapacağını söyleyip kapattı. Cem yüzünden düşen bin parça, telefonu cebine soktu. Zeynep de annesine yola çıkıyor olduklarını haber vermişti. Ertesi gün formalitelerin kalanını tamamlamak için kısa bir karakol ziyareti yapıp Elena’yı aramaya koyulacaklardı. “Anne çıkıyoruz şimdi evden. 5 dakikaya sendeyiz. Bir süre misafir olacağız sende.” “Ne demek yavrum, başımla beraber. Hadi çıkın gelin.” Cem merdivenlerden inerken apartmandaki dairelerin tek tek kapılarını çalıp bir şey görüp görmediklerini sordu. Olayı aralarında tartışan komşuların sesleri apartman koridorunda yankılanmaya başlamıştı. Zeynep o kadar sarsılmıştı ki Cem’in aşağı katlarda komşulara soracağı soruları bekleyemeden arabaya binmek istedi. Aynı zamanda katları tek tek dolaşan polisler de Cavidan Hanım’ı sorgulamayı, kadın sakinleşsin diye en sona bırakmıştı. “Tam olarak olayı anlatır mısınız teyze?” “Tamam, ama önce telsizi kapar mısın memure hanım? Konuşurken durmadan ötüyor, insanın aklı karışıyor. Zaten can güvenliğimiz de kalmadı bu şehirde.” Hülya Hanım haberi alır almaz, Zeynep ile Cem yoldayken akraba, komşu ve arkadaş kimi tanıyorsa telefonla haber vermişti. Herkese tek tek aynı olayı yaşayarak anlatmaktan bıkmadığı için Rahmi Bey sinirlenmiş, telefonu kapaması için Hülya Hanım’a el kol işareti yapıyordu. Hülya Hanım ortalığı o kadar ayağa kaldırdı ki, cenaze kalkar gibi komşular taziye ziyaretlerine başladılar. En sonunda pencereden Zeynep ile Cem’in geldiğini gören Rahmi Bey komşuları kibarca kovaladı kızı eve girmeden. Zeynep ile Cem eve vardıklarında, kapı açılır açılmaz Ece annesinin boynuna sarıldı. Zeynep o kadar uzun süre Ece’ye sarıldı ki annesi araya girmek zorunda kaldı. “Ay çok geçmiş olsun çocuklar. Verilmiş sadakamız varmış ki evde değildik. Nazar değiyor size gerçekten. Akşamlar yüzü suyu hürmetine, neredeyse eşyalar, çıkıp geliversin yarabbim! Helal parayla alındı, ne bileyim çocuklar, ben yarın Eyüp Sultan’a gider okurum yavrum,” dedi Hülya Hanım hüzünle. “Aman anne dur şimdi. Eşme’de de hafiflemiştim ya okurken, gerçekten de kuş kadar hafifledik. Hiçbir yükümüz kalmadı, süper!” 19 8 199 İçeriden son derece ilgisiz bir halde yanlarına gelen Tonguç, “Anne, gitmişken insanlık için de bir şeyler istesene. Hep dünyevi taleplerin için dilekçe verir gibi gidiyorsun oraya. Demezler mi hep işin düşünce geliyorsun kadın, yok mu beklenti dışı uğramak?” “Ne diyorsun sen Allah aşkına! Git içeri terbiyesiz. Hepimiz perişan olduk şurada dediği lafa bak.” Zeynep’e dönüp “Canınız sağolsun çocuklar, ben size güzel bir yemek yedireyim önce, kendinize gelin. Sıcak bir banyo almak istersiniz diye banyoyu hazırladım, havluları da çıkardım. Zeynepçim siz dinlenirken ben de Ece’yi yatırmak için hazırlayayım kızım. Hepinize yatak yapacağım daha.” Zeynep ile Cem salona geçmiş, kanepeye çökmüşlerdi. Cem, aklına gelen, yardımcı olabilecek tanıdıklarına haber veriyor, onlardan gelen telefonları cevaplıyordu. Zeynep ise çalınan ve yerine koyamayacağı eşyaları aklına geldikçe içini çeke çeke sayıklıyordu, “Ayyy, mezuniyet fotoğrafım da gitti, acaba bizim dönemdeki arkadaşlardan fotoğrafçının telefonunu alıp ulaşsam yeniden yaptırır mıyım? Neyse!...” Rahmi bey yüksek sesle sordu, “Nasıl oldu yahu bu iş? Koskoca evi kaldırıp taşımışlar. Olacak şey değil. Tam olarak nasıl oldu kızım?” “Şu geçenlerde polisin bakıcımız sandığı Moldovalı kadından şüpheleniyoruz baba. Kaybettiğim cüzdanda yedek anahtarım vardı, o yok olmuş.” “Vay ahlaksız vay. Adresi nereden bulmuş peki?” “Ay baba bilmiyorum, ifade verirken duydu herhalde. Her şeyimiz gitti. Her şeye sıfırdan başlayacağız. Sadece hafta sonu götürdüğümüz birkaç parça eşya var. Üstümüze giyecek hiçbir şeyimiz yok düşünsene. Acil bir ihtiyaç listesi çıkartmam lazım. Allah’tan Ece’nin çantasına pijama- sından yedek kıyafetine kadar koymuşum hafta sonu için.” “Hayret gerçekten çocuklar, çok geçmiş olsun. Neyse sabah ola hayrola. Bulunur belki, kadını biliyorsunuz en azından.” Cem atıldı, “Bulacağız Rahmi baba merak etmeyin. Peşini bırakmaya hiç niyetim yok. Yarın sabah ilk iş ölen kadının evine gidip Elena’nın izini bulmaya çalışacağım.” Tonguç eskilikten dizleri yer etmiş, pamuklu, kumaşı topak topak ve ilk alındığında siyah olduğu tahmin dahi edilemez eşofman altıyla salona girdi. Uzun kıvırcık saçları keçeleşmişti ve üzerindeki siyah rockçı tişörtü perişan durumdaydı. Zeyneplere battaniye getirmiş, ucuna basınca da hafifçe tökezlemişti kanepeye otururken. Cem’e dönerek “Abi nasıl oldu bu iş?” diye sordu. “Sorma Tonguç, akla gelecek şey değil. Ama halledeceğiz bakalım.” “Bu arada dün de polis annemi aradı.” “Nasıl yani? Hırsızlıkla ilgili mi?” diye atladı Zeynep. “Yok abla, şikayet varmış. Serbent karakoluna gelsin dediler.” “Hülya annemin haberi var mı?” dedi Cem sesini kısarak. “Yok, gündüz karşılaşamadık, şimdi hatırladım.” “Sakın söyleme. Sabah karakola gidince ben öğrenirim neymiş konu. Eşyalarla ilgilidir herhalde. Gerçi ‘dün aradılar’ dedin değil mi? hiçbir şey anlamadım.” “Bağırmak istiyorum. Delireceğim yemin ederim!” dedi Zeynep ayağa fırlayıp mutfağa giderken. “Benim yapacağım bir şey var mı abi?” dedi Tonguç umursamazca. “Sağol Tonguç, bakalım. Olursa söylerim zaten. Ha, 200 201 sende beyaz gömlek ile kravat var mı?” “Lise gömleğimle kravatım duruyor. Yalnız üzerlerinde okul arması var.” “Başka yok mu?” “Yok.” “Neyse, gömleği deneyeyim de yarın ilk iş birkaç tane alırız.” Rahmi Bey Cem’in sırtını sıvazladı. “Hadi yormayalım sizi artık, perişan oldunuz bütün gece. Ben içeriye gidiyorum, iyi geceler.” Hepsi odalarına çekildi. Zeynep de, Cem de, yattıkları dar salon kanepesinde bütün gece gözlerini kırpmadılar. Zeynep derin derin nefes alıp verdi. Cem bütün gece sert dönüşleriyle kanepeyi salladı. Akıllarında yarın ne yapacaklarıyla ilgili planlar dolaşıp dururken bir Zeynep, bir Cem battaniyeyi kendi tarafına çekip diğerinin üzerini aça aça sabahı ettiler. Her zaman sabah ne giyeceğini hazırlayıp yatan Zeynep için akşam hazırlığı yüzünü yıkayıp yatağa girmekten ibaret olunca çok kısa sürdü. Ve sabah uyanınca annesine korkulan soruyu sordu: “Anneee, giyecek bir şey var mı bana uygun? Pantolonla idare ederim de gömleği ikinci kere giyemem. Bugün yıkar mısın?” “Dur kızım gidip bakalım gardıroba. Ne bileyim, sen zayıf olduğun için benim eşyalarım sana olmaz ki!” Birlikte koridorun sonundaki Hülya Hanım’ın yatak odasına doğru yürüdüler. Zeynep annesinin yatağının üzerine bağdaş kurup oturdu ve tek tek askılardan indirdiği giysileri gördükçe giderek sinirleri bozulup gülmeye başladı. En son annesinin dolabın dibindeki torbadan çıkardığı ve beğenmediği için kavga ettikleri mor bluzu görünce gözlerinden yaşlar geldi gülmekten. Hülya Hanım da gülmeye başladı. Zeynep lacivert pantolonuyla hiç uymayan mor bluzu giydiğinde kahkahaların dozu o kadar artmıştı ki Cem içeriden bakmaya geldi ne olduğunu anlamak için. İçeri kafasını uzattığında Zeynep’le annesi sarılmış, gülüyorlardı. Cem, “Hayırdır hanımlar?” diye laf attı. “Cem, bak ne giydim! Hadi geldik kahvaltıya.” Kahvaltıda Cem Zeynep’in bluzuna, Zeynep Cem’in Tonguç’tan ödünç aldığı lacivert armalı okul gömleğine, hep beraber Hülya Hanım’ın Ece’ye giydirdiği ve büyük geldiği için kıvırdığı kendine ait soket çoraplara güldüler. Sinirleri boşalmıştı herkesin. Neler olduğunu anlamasa da Ece de gülüyordu. Kahkahaları duyunca gitarını kapıp gelen Tonguç’un şarkısıysa tüm evi kırıp geçirmişti. 202 203 “Kukuzia sen nasıl kokarsın? Aklımı başımdan alırsın Keşke hapsolmasaydın o şişeye Salınmasaydın açık denize Alırdım ben mesajı sürünce kendime Adım Ziya, tercihim Kukuzia!” “Tonguç, Allah iyiliğini versin, nereden çıktı bu şarkı?” dedi Cem. Hâlâ gülüyordu. “Siz Eşme’deyken babam harçlık vermeyince evden çıkamadım. Bizim ekip de bize geldi çalışmaya. Taner banyoya girince Zeynep’in anneme hediye ettiği şişeyi görmüş aynanın önünde, alıp odaya getirdi. Kafalar da iyi. Şişeye bakıp bakıp yazdık ve çaldık. Bu aile arasında çalınabilecek versiyonu.” Cem Zeynep’e döndü ve, “Evet Zeynep, hazır mısın?” dedi. Zeynep gülmesi bitince ağlamaya başlamıştı ve tırnak yiyip tükürüyordu. Dengesi alt üst olmuştu. “Cem ben gelmeyeceğim. Burada kalıp annemle oturacağım. Beni iyi bir gelişme olursa ararsın.” Cem karısının gerçekten perişan olduğunu gördüğü için içi parçalandı. Cem Hindistan’da eşyasız yaşamıştı ve onun için çok da sorun değildi ama Zeynep için eşyalar çok önemliydi. Elini omzuna koyarak sırtını sıvazladı ve, “Zeynep, artık üzülme lütfen. Gerçekçi olmak gerekirse olasılık olarak eşyaları bulmamız çok zor ama deneyeceğiz,” dedi. Zeynep son yediği tırnağı da Cem’in suratına doğru tükürdü ve çocukluğundan beri yapmadığı, saçını diplerinden ufak ufak yolma çalışmasına başladı. “Tamam,” dedi burnunu çekerek. Cem tek başına karakola gitmek için yola koyuldu. 204 33 Cem, Serbent karakoluna girince buradaki konumu itibarıyla polislerin yüzü gerilmişti. Sessizliği arasının her zaman iyi olduğu polis memuresini sorarak bozdu. “Çevreyle ilgili bir durum değil,” dedi hemen ve devam etti, “Bizim ev soyuldu, ifade verecektim.” Fırsata atlayan polis cevabı yapıştırdı, “Gördünüz mü Cem Bey, hayatta insanın başına ne belalar geliyor ve polis onları koruyor. Yapacak bir sürü ciddi işimiz oluyor da o bakımdan sizin işlerle uğraşamıyoruz. Yani kediye kuşa zaman kalmıyor,” dedi. Eline bu fırsat geçtiği için zevkten dört köşe olmuştu. “Abi niye öyle söylüyorsun? Çocuğun yok mu senin?” dedi Cem. “Var iki tane, niye?” “Nerede oynuyor çocuklar? Mahallede bir tane ağaç var mı gözünü seveyim! Sokağın her tarafı çöp değil mi?” “Orasını sorma.” “E birisi de onların mücadelesini verecek ki her tarafı kesip kuşa çevirmesinler.” 205 “Abi senin gücün yeter mi bunları durdurmaya ya da geri getirmeye? Sen düzgün bir adamsın aslında ama niye bu işlerle uğraşıyorsun anlayan Arap olsun.” “Bir kişi çok şey değiştirir, hiç öyle söyleme abi. Diktiğimiz ağaç sayısı 10 milyon oldu biliyor musun?” “Ya Cem Bey Allah aşkına neye yeteceğiz? Sen dikiyorsun birileri kesiyor. Şu İstanbul’un hırsızı biter mi mesela? Bak senin ev de gitmiş. Yakala yakala bitmiyor. Arkası da kesilmez. Bu millet adam olmaz bunu bilesin. Neyse! Sen Refika Hanım’ı mı bekleyeceksin ifade için?” “Evet abi.” Polis memuresi gelene kadar Cem masasında oturup çay içti. On dakika sonra içeri giren memure yerine yerleştikten sonra kısa bir sabah sohbeti yaptılar. Sonra da Cem konuya girdi. “Refika Hanım, iki konum var. Birincisi bizim ev tamamen soyuldu dün. Biri kamyon dayayıp evi boşaltmış. Dün memur arkadaşlar geldiler sağolsunlar ve bu sabah uğramamızı söylediler. İfade vereceğim. İkincisi de kayınvalidemle ilgili. Ne olduğunu ben de bilmiyorum ama şikâyet var diye aramış sizin arkadaşlar. Yaşlı başlı ev kadını, ne olabileceğini anlayamadım. Kendisine de söylemedim telaşlanmasın diye.” Refika Hanım güldü, “Tüm aile bizim karakoldan geçiyor Cem Bey. Kayınvalideniz eksikti, tamamlarız evelallah. İsmi neydi?” Refika Hanım bilgisayara ismi girdi, şikâyet notunu kim bıraktı bulmaya başka masaya gitti, telefon açtı ve son derece ağır bir tempoyla olayı açıklığa kavuşturmaya çalıştı. Bu arada da ifadesi için Cem’in söylediklerini yazıyor, imza alıp evrakları dolduruyordu. Aradan geçen yarım saat sonunda şikâyetin sebebini öğrendi Cem. Hülya Hanım Deniz’i takip etmişti ve onu tehdit eden gruplardan biri sanan Deniz de polise şikâyet etmişti. Cem ilk duyduğunda kulaklarına inanamamıştı. “Kayınvalideniz neden bu kadını takip ediyor Cem Bey?” “Refika Hanım, kayınvalidem bildiğiniz ev hanımı. Ne tehdidi olacak, yanlış anlaşılmıştır.” “Güvenlik kamerası kayıtları var denmiş ve dilekçe ekine konmuş. İzlemek ister misin? Sana göstersem sorun olmaz.” CD’yi bilgisayarına aynı yavaşlıkta yerleştiren Refika Hanım, bir yandan da gelen telefonlara cevap vermek, evrakları imzalayıp getiren memura geri vermek gibi rutin işleri yapıyordu. Masasındaki telsizden durmaksızın yapılan anonsların eşliğinde açılan video dosyasını izlemeye başladılar. Video kayıtları bulanık ve kesik kesik olsa da apartmana giren kadının Hülya Hanım olduğu şüphe götürmezdi. Hülya Hanım apartman girişinde oldukça uzun zaman geçirmiş ve kaldığı sürece apartmana giren çıkan olursa sırtını dönerek cep telefonuyla konuşuyor numarası yapıp yalnız kaldığı anlarda posta kutusunu karıştırmıştı. Sonra oraya bir şeyler tıkmış ve ardından da ellerini açıp dua etmişti. Kutudan cımbızla çıkardığı zarfların hepsini tek tek açıp bakmış ve sonra da apartman girişindeki kaloriferin üzerine bırakmıştı. Bir tane zarfı da çantasına atmıştı. Refika Hanım çay içerek izlerken, “Okunmuş muska bıraktı,” dedi. Cem’i bir yandan gülme tutmuştu, “Ya Refika Hanım, sen bana bir akıl ver. Bu işin devamı gelmezse kapanır mı?” “Cem Bey, zaten yazışmalar falan derken üstüne gidilmezse buna cevap bile verilmesi yıllar alır ve kalır. Ama 206 207 Deniz Hanım’ı sen bizden iyi tanıyorsun. İnatçının teki. Peşini bırakmadığı gibi işlem yapmıyoruz diye bizi şikâyet eder.” “Refika Hanım, o geceki bakıcı sandığınız kadın da bizim evi soyan kadın. Şimdi bana yardım edebilecek tek kişi sensin. Ne yapayım ben sence?” “Cem Bey, buradan bir şey çıkmaz merak etmeyin. Yalnız kayınvalideniz bir daha oraya gitmesin. Sorun büyürse ben yardım edemem. İşler nerelere varır aklın şaşar kalır. İnsan işi ağaç işine benzemez. Demedi deme! Eşyaları ise bilmiyorum, o zaman alır biraz. Kadını sınır dışı ettiler. Elçiliğe falan yazılacak. Siz yine kendiniz de sağda solda sorun ve ulaşmaya çalışın.” “Haklısın Refika Hanım. Aynen öyle yapacağım. Allah razı olsun.” “Senden de Cem Bey. Bizim sokaktaki kaçak inşaatları sen afişe etmeseydin ve inşaat çukurlarını kapattırmasaydın çocuklar sokakta oynayamayacaktı. Her gün işe geldiğimde yüreğim ağzımdaydı çukura düştü mü diye. Ben senin yaptığını asla unutmam. Yolun açık olsun.” Cem karakoldan çıkar çıkmaz Hülya hanımların evinin yolunu tuttu. Ve yoldan Zeynep’i aradı. “Zeynep, güzel haber annenle ilgi bir sorun yok. Yanlış ihbarmış. Ve seni almak için yoldayım. Emniyetevler’e beraber gidelim.” 208 34 Cem ve Zeynep, Hayriye teyzenin oturduğu binanın ağır demir kapısını itip içeri girdiler. Zeynep zile basıp kalbi hızla atarken beklemeye başladı. Birkaç kere daha zile basmasına rağmen kapı açılmayınca Elena’nın izini sormak için ilk olarak karşı komşunun zilini çalıp beklediler. Oradan da cevap çıkmayınca bir alt kata indiler. Alt katta karşılıklı iki daireden de kimse kapıyı açmayınca bütün apartmanda kapıyı açan tek bir daire olmamasından telaşlanan Zeynep “Hiçbir dairenin önünde paspas veya ayakkabı yok,” dedi aniden. “Ne oldu o zaman? Apartman boş demek ki!” dedi Cem. Hızla binanın dışına çıkıp karşı bakkala girdi. “Affedersiniz, apartmanda kimse yok mu acaba?” diye sordu bakkala. “Kime bakmıştınız?” diye sordu bakkal. “Biz Hayriye teyzenin dairesine gelmiştik,” dedi Cem. “Hayriye teyze vefat etti,” dedi bakkal. “Hayriye teyzeyi biliyoruz, Allah rahmet eylesin! Aslında bakıcısını gördünüz mü diye soracaktık? Biz daha çok onu arıyoruz. Kendisini gördünüz mü Hayriye Hanım’ın ölümünden sonra?” diye sordu Cem. 209 “Hayır. Teyze ölünce o da hemen ayrıldı. Ne için sordun abi?” diye sordu bakkal. “Bakıcısında birkaç emanetimiz kaldı, çok önemli. Bulup almamız lazım. Nereden ulaşabiliriz kendisine sizce? Apartmanda kimsecikler yok,” dedi Cem. “O binayı müteahhide verdiler. Herkes binayı boşaltmıştı. Bir tek Hayriye teyze taşınmıyordu. O da vefat edince kimse kalmadı,” dedi bakkal. “Peki ulaşabileceğimiz kimse var mı Elena’yı tanıyan?” diye sordu son bir gayretle Cem. “Yok maalesef,” dedi bakkal. Yüzü sıkıntıdan asılan Cem ile Zeynep dükkândan çıktılar. Buralara kadar boşuna geldikleri için hayal kırıklığına uğramışlardı. Zeynep önden hızla yürüyerek arabaya bindi. Arkasından binen Cem kapıyı hızla çarpıp yerine oturdu. Yol boyunca konuşmadılar. Neden sonra Zeynep’in ağzından Cem’in hiç beklemediği sözler döküldü. “Cem, eşyaları bulamayacağız. Bu bir işaret! O evin silinmesi bizim silinmemiz demek. Seni de kaybedeceğim.” Zeynep konuşurken Cem vites kolunun altında, yerde bir cisim fark etmişti. Yere eğilip ne olduğunu anlamaya, arabanın koltuğu ile vites kutusu arasındaki dar boşluktan elini zar zor sokup cismi tutmaya çalışıyordu. “Uğraştıkça daha da kötü olacak, tıpkı iş için Tülay Hanım’a gidişimin, reklam filminin, duvar giydirme işinin, her şeyin skandala dönüşmesi gibi. Ben çok şanssızım. Cem, dinliyor musun sen?” Cem cismi yakalayamayınca koltuğu en geriye doğru itmiş, yere kadar eğilmişti. Sonunda cismi çekip çıkardı. “Zeynep, gördün mü, ne buldum!” Zeynep sözü kesilince afalladı ve neden bahsettiğini anlamak için birden Cem’in tarafına döndü. Cem avucunun içinde bir çift küpe tutuyordu. Bunlar Cem’in Zeynep’e doğum gününde hediye ettiği kaybolan küpeleriydi. Zeynep’in yüzü birden hazine bulmuş gibi aydınlandı. Geri gelen şey küçüktü belki ama o an onu bulmanın anlamı çok derindi. Bu sihirli etkinin rehavetine bıraktı kendini. Anılar zamanla hafızalarda derinlere itiliyordu. Eşyalar hiç umulmadık bir anda karşınıza çıktığında, o eski anıları su yüzüne çıkarıyorlardı. Aniden gözünüze ilişen sehpa üzerine konmuş bir fotoğraf o an sahibini fotoğrafın çekildiği güne götürüyor, hafızalara kalsa tam çıkarılamayacak bulanık görüntüler netleşiyordu. Ne kadar genç, neşeli, uzun saçlı olduğunuzu veya havanın soğuk olduğunu resimleri görünce hatırlıyordunuz. Zeynep bu küpeyi bulmasaydı evlendikleri yıl doğum gününde gittikleri yemeğin tatlı hatıraları belirmeyecekti gözünde. Yemek çok keyifli geçmiş, bütün gece gülmekten yerlere yatmışlar, ardından da beraber sinemaya gitmişlerdi. Kaybolacak bir anıyı kurtarmışlardı sanki. Cem hatıraları veya duyguları için eşyalardan referans almıyor ve hepsini kendi içinde yaşayabiliyordu. Ama Zeynep öyle değildi. Zeynep’in eşyalara atfettiği değer onların kullanım değerinden çok daha fazlaydı. Cem, ev soyulunca oturacak koltuk kalmadığına üzülmüştü. Zeynep ise yeni evlendiklerinde iki ay gezilerek sonunda yüzlercesinin arasından seçilmiş gri şönil kaplı ve tek kollu, üç parçadan oluşan, salonda televizyon karşısına yerleştirilen, kırmızı halıyla uyumlu ve yıllarca üzerinde güzel filmler izlenmiş koltuğunun çalındığına üzülmüştü. “Zeynep, işte sana işaret. Bak çok sevdiğin bir eşya bu- 2 10 211 lundu. Küçük bir şey ama geri geldi,” dedi Cem. Zeynep o kadar içten gülümsedi ki Cem ona sıkı sıkı sarıldı ve uzun bir süre kıpırdamadan kaldılar. 35 Dönem sonu gelmiş, son çeyreğin raporları genel merkezle paylaşılmıştı. Ofiste sonuçların kötü çıktığı haberi yayılmış, Mustafa beklediği gibi personel ve genel masraflarda kısıntıya gitmesi yönünde direktif almıştı. Sabah ofisinde odasına kapanan Zeynep’in harekete geçmek için az zamanı kalmıştı. Sonucu değiştirebilir miydi bilmiyordu ama elinden geleni yapacaktı. En başından bugüne nasıl geldiklerini düşündü. Çok eski zamanlarda insanlar avcı/toplayıcı küçük kabileler halinde yaşıyorlar ve etraflarındaki ağaçlardan yemiş toplayarak besleniyorlardı. Sonra, yetinmeyen bazıları daha iyi yemişleri toplamak için oldukları yerden uzaklaşmaya karar verdiler. Bering Boğazı’ndan Amerika’ya yürüyerek geçenlerden tutun, sora sora Bağdat’ı bulanlara kadar her biri babalarının tarlası gibi karış karış gezdiler dünyayı. Sonra geze geze yemiş toplamak yerine oturduğu yerde buğday ekmeyi akıl eden bir canlı, dünyayı yörüngesinden saptırdığı için “sapiens” diye anıldı. Buğdayla beraber artıdeğer ortaya çıkıp da, insanların boğazlarını doyuracağından fazla tek bir adet ekinin yetiştiği haftanın perşembe günü ekonomi bilimi yeşerdi ki, bu değer 2 12 213 nasıl paylaşılacak anlaşılabilsin. Tek bir adet de olsa fazla olmasaydı paylaşmaya da gerek kalmayacaktı ama yetişti işte. Zamanla da artıdeğeri çekiştiren bireyler ve kurumlar doğdu, gelişti. Bunlardan sadece biri olan Zorius Capital de Yeniçağ’ı temsil eden örneklerden biriydi. Çalışanlar birbirinden kopmuş ve yüzeyselleşmiş, bencillik ve mutsuzluk hüküm sürmeye başlamıştı. Şirket, insanları yaratıcılık ve yeteneklerinden koparmış, onların güzellik, yaratma, tamamlama ve tatmin yaşama arzularını giderek yok etmişti. Onlarca ülkede ofisi olan şirket dev bir tankere benziyordu. Kişisel başarılar veya başarısızlıklar tek başına tankerin rotasını çeviremiyor, tanker de çalışan sistemi sayesinde karaya oturmuyordu. Tüm iş süreçleri mekanikleşmiş, atomik parçalara bölünerek yüzlerce kişiye dağıtılan işlerin niye yapıldığını kimse bilmez olmuştu. Zorius Capital Türkiye ofisinde yaratılan birçok iyi fikir genel merkeze ya ulaşamamış, ya kabul edilmemişti. Üstelik yüzlerce kilometre öteden hiç tanımadıkları kişilerce verilen rakamlara dayalı kararlar, günlük hayatları üzerinde olumsuz sonuçlar yaratmıştı. Parfümün isminin değiştirilmemesi örneğin, uzun yetki zincirinin son halkasına elektronik posta ile ulaşabildiğinde, ilgili direktör 46 ülkede bu isimle satılan bir parfümün isim değişikliği önerisinin üzerinde düşünmemiş ve jet hızıyla verdiği kararı daha sonra unutmuştu. Ancak parfümün başka bir birim tarafından satış kotasını doldurmak üzere Türkiye’ye gönderilmesine de jet hızıyla karar verilmişti. Gelinen noktadaysa parfümün Türkiye satışı kimsenin umurunda değildi. Düşünenlere sorumluluk, düşünmeyenlere de suç- lanma riski yükleyen ortamda ayakta kalmak maharet istiyordu. İtalya ofisinde çalışan bir yöneticinin yaptığı proje sonuçları başarısız olunca işinden olduğu kulaktan kulağa anlatılıyor ve yersiz yere yaptığı girişimden dolayı eleştirilen bu iş bilmez yönetici kahve sohbetlerinin konusu ediliyordu. Bunun için Mustafa gibi birçok yönetici karar almanın sorumluluğunu bertaraf etmek için günü kurtarmakla zaman geçiriyordu. İnsan kaynağını uygun yerde değerlendirmek de vermedikleri kararlardan biri olmuş, çalışanların üzerlerine yapışıp kalmış arama motorlarına takılan anahtar kelimeler dışında iş fırsatlarına kapılar kapatılmıştı. Örneğin çok istediği halde Finans biriminde çalışan Berk’e lojistik biriminde görev verilmesi riskli bulunmuş, kazara seçiminde veya ilk işinde hatalı seçim yapmış ise zavallı Berk çalıştığı birimde müebbet hapse mahkûm edilmişti. Gelinen noktada şirket can pazarına dönüşmüştü. Mustafa suçlanma riskini kendi adına nasıl bertaraf edeceğinin derdindeydi. Diğer taraftan çalışanların da alışılagelmiş düzenlerini bozmadan hem konfor garantisini, hem iş tatminini bir arada istemeleri çelişmişti. Bıçak kemiğe dayanmadıkça sıradan iş performansları ile ne uzayan ne kısalan işe gidip gelmeler sorgulanmamış, çalışan da işveren de devekuşu gibi başını kuma gömmüştü. Performans aynıydı ama beklentiler yükselişteydi. Maruz kaldıkları pazarlama bombardımanı onları daha çok tüketmek için hep daha fazlasını istemeye zorlamıştı. Hedefinin önümüzdeki bir yıl içinde müdür olmak olduğunu daha baştan masaya koyan hırslı yeni mezunlardan Feray gibi her yolu deneyenlere, hatta kelli felli yöneticilere kadar herkes unvan için diğerini topuğundan vurabilir hale gelmişti. 2 14 215 Bir kısmı prestiji için Zorius Capital’i ve çalıştıkları birimleri seçmiş, kendileriyle uygunluğu sorgulamamışlardı. Zeynep de işe girerken şirketin uluslararası oluşuna, sattığı kozmetik ürünlerin markalarına ve pazarlama biriminin havasına kapılmıştı ve şirket seçimi ile öncelikleri tam örtüşmüştü. Ama şirket kültürü ve işleyişi hiç de hayal ettiği gibi çıkmamıştı. Haksızlığa uğradığı yüzlerce duruma rağmen aynı şeyi yapıp farklı sonuç bekleyecek kadar kendini kandırmıştı. Üzerindeki sorumluluklarla prestij birleşerek ona tuzak kurmuştu. O da Mustafa gibi kaybetme korkusuyla yerinden kıpırdamadan koltuğuna sıkı sıkı yapışmıştı. Söyleniyordu ama gitmiyordu. Israrla terfisini isteyerek çok çalışıyordu. Sonuçta yorgan gitmişti ama Zeynep’in kavgası yeni başlıyordu. Zeynep Mustafa’nın en çok, tatsızlık çıkarsa yurt dışında duyulmasından ve şirketin küçülmek zorunda kalışının sorumluluğunun kendi yönetimine çıkarılmasından korkacağını düşünüyordu. Çok sakin ve temkinli olduğunu, ayağına basılmazsa hiçbir konuyu kişisel almayıp pazarlığa açık tuttuğunu biliyordu. Karşısındakiyle satranç oynadığını ve ortaya sürülen taşın anlamını çok iyi sezdiğini biliyordu. Ve tabii en çok eşinden çekindiğinin farkındaydı. Ne de olsa tüm sosyal konumunu kadının üzerine kurmuştu. Feray ise pazarlama biriminin başına geçeceğine neredeyse emindi. Bu nedenle rahat davranıyordu. Sırtını Mustafa ile olan ilişkisine dayadığı için şirket içinde kimseyle işbirliğine girmemesi yüzünden onu sevmeyenlerin sayısı çoğalmıştı. Kimse böyle bir dönemde genel müdürün koruması altındaki birine doğrudan cephe almazdı ama dolaylı bir yol bulsalar üzerine çullanacakları kesindi. Yani Feray’ın dayanağını sarsması gerekiyordu. İşten çıkarılacağına kesin gözüyle bakanlar ile şirketten toplu işten çıkarmaların yapılmasını adaletsiz bularak tepkili olan bir avuç insanı listelemişti. Hepsiyle teke tek görüşme yapacak, planını anlatacaktı. Şirkette lafların yayılma hızını düşünerek son ana kadar beklemişti. Gün içinde bir kısmını tamamladığı organizasyonunun son aşamasını akşam seçtiği çalışanlarla yaptığı görüşmelerle tamamladı. O sırada mesai bittiği için otobüsle evine gitmekte olan Kadir’in aldığı sinyaller otobüsün elektronik devrelerini durdurduğu için yolcular bozulan otobüsten inmek zorunda kalmışlardı. “Ayşe, stokları bir e-ticaret sitesinin deposuna konsinye olarak çektirmem şart. Oradan satış yapacağız. Yoksa planım işe yaramaz,” demişti Zeynep son telefon görüşmesinde. Sonra da evine gitmişti. Yolda Cem’i, Tonguç’u ve birkaç arkadaşını aramıştı. Ertesi sabah harekâtı başlatmıştı. “Cem, İstiklal’deyiz. Polis bizi dağıtmaya çalışıyor. Parfümleri de zabıta gelip topladı,” dedi telaşla. Zeynep ile işbirliğine yanaşmış bir avuç Zorius Capital çalışanının kurduğu mağduriyet korosu, Türk sanat müziği sokak konseri vermek üzere İstiklal Caddesi’nde toplanmıştı. Koronun önünde, yerdeki kutularda parfüm şişeleri diziliydi. Şarkılar bitince alkışlayan kalabalık para attıkça, paranın miktarına göre üzerlerine parfüm sıkılıyordu. Bir fıs elli kuruştu ve beş lira atan bir turistin fıslatılacak yeri kalmayınca kadına evire çevire koku banyosu yaptırmışlardı. Kadın parfümü olduğu için kaçışan erkeklerin üzerine parfüm sıkan genç kızlar, turistler, başka şeyler için eylem yapmaya gelip destek verenler, hiç işi olmadığı için merakla izleyen esnaf ve gelip geçen amaçsız topluluklar 2 16 217 etrafta toplanmış eğleniyorlardı. Zorius Capital’den personel çıkarılmamasını sağlamaya yetecek satış için kaç fıs parfüm sıkılması gerektiğini bir tahtaya büyük rakamlarla yazıyorlardı. Paralar toplandıkça da kaç kariyerzedenin kurtulduğu ve kaç fıs daha lazım olduğu kara tahtaya işaretleniyordu. “Hemen geliyorum. Tüm ekibi topla. İtiraz etmeden dağılıp başka bir ara sokakta tekrar bir araya gelin. Ne dedi zabıta tam olarak?” dedi Cem yılların verdiği tecrübeyle. “İzinsiz satış yapıyormuşuz. İşportaymışız dediler,” dedi Zeynep. Yüzüne kan basmıştı ve elleri alev alev yanıyordu. “Tamam anladım. Sizin mevzuatta nereye girdiğinizi düşünüyorlar henüz. Zamanımız var o zaman.” Zeynep telefonda konuşurken Turgut da zabıta ile tartışıyordu, “Bizi alkışlayıp para verenlere kolonya ikram eder gibi parfüm sıkıyoruz. İkram sayılır.” “Daha neler! Her fıs 50 kuruş yazmışsınız,” dedi zabıta. Turgut şirket avukatı Selma Hanım’ı aramış, hemen devreye giren Selma Hanım hayatında ilk defa işi Yargıtay’a sallamadan, önceden tedbir alarak destek olmak için devreye girmişti. Turgut, “Satış fişi keseriz, olur mu öyle?” diye sordu avukattan aldığı öneriyle. Böyle bir sorunun cevabının mevzuatta olup olmadığını bilmeyen zabıta en iyi bildiği şeyi yapıp parfümlerin kalanını da toplamaya devam ediyordu. “İstiklal’de işyeri mi açtıracağız birader?” “Cem, işten atılmış insanlar var, adam sokak satıcılığı mı, çalgıcılık mı, yoksa gösteri yürüyüşü mü diye tanımlamakla uğraşıyor. Bu nasıl iş anlamadım,” dedi Zeynep. “Evet Zeynep, hoş geldin direnişçilerin dünyasına… Hallederiz sen üzülme,” diyerek telefonu kapadı. Ceketini kaptığı gibi İstiklal Caddesi’ne doğru yola çıktı. Hemen yanı başında telefonunu bitirmesini bekleyen yerel basın mikrofonu Zeynep’in burnuna dayamış sorular soruyordu, “Şirketten işçi çıkarılmasının önüne geçebileceğinizi düşünüyor musunuz?” Zeynep tüm iş hayatı boyunca özenmiş, sonunda reklam skandalı üzerine basına çıkmıştı. Onun hayalinde elinde parfüm şişesi ile ofis masasının ucuna oturup gülümseyen bir fotoğrafı vardı ama kameramanları durdurmaya çalışırkenki fotoğrafı yansımıştı basına. Olayın üstüne basın kendisiyle konuşmak için çok aramış, Eşme’ye kaçtığı için saklanabilmişti. Şimdi ise direnişçi kimliğiyle medya onu konu etmek istiyordu ama Zeynep basında konuya faydası ve soruna katkısı kadar yer alıp kendini öne çıkarmayacak kadar akıllanmıştı. Eskiden olsa bu fırsat sayesinde kendine gelebilecek bir ‘Yetenek Sizsiniz’ jüriliği teklifine atlardı. “Şirket yönetimimiz bu duruma gelmemek için elinden geleni son ana kadar yapıyor.” “Siz yönetici misiniz?” “Ben pazarlama müdürüyüm. Üst düzey yöneticilerimiz de durumdan dolayı son derece üzgün.” “Anlamadım, üst düzey yöneticiler sorumlu değil mi şirketten?” “Türkiye ofisimizdeki yöneticiler her zaman bize gönülden destek oldukları için onların da üzgün olduğunu biliyoruz. Şirketimiz uluslararası bir firma ve bazı kararlar orada alınıyor.” “O zaman Avrupa’daki yöneticiler mi sorumlu bu durumdan Zeynep Hanım?” 2 18 219 “Kesinlikle hayır, onlardan da kaynaklanmıyor. Ürünler Çin’den ithal edildi. İthalat prosedüründeki son çıkan kararlar mal alımını önceden yapan firmaları zor soktu. Biz bu kararın kararname tarihinden önceki siparişleri kapsamamasını talep ediyoruz. Ödenen paralar milli servet ve işten çıkarılacaklar bizim insanımız. En güzeli üretimin de Türkiye’ye kaydırılması olur tabii. Devletten bu anlamda teşvik bekliyoruz.” Zeynep büyük şirketleri rahatsız edebilecek haberleri ulusal medyanın vermeyeceğini biliyordu ama internet sağolsun, alternatif haber kaynakları vardı. Sosyal mecrada konunun yayılmasını organize edecek arkadaşları bilgisayar önünde, konuyla ilgili yorumlar yazmak için Zeynep’in telefonunu bekliyorlardı. Akşam, Tonguç da başka bir cephedeydi. Ümraniye’de Meydan Alışveriş Merkezi’nde mevzilenmişti. Gece bir elektronik mağaza zincirinin açılışı vardı ve bunun için çılgın fiyatların olduğu bir kampanya düzenlenmişti. Kampanyadaki ürünleri almak için gece yarısından kuyruğa giren kalabalıklar bekleşmeye başlamışlardı. Eskiden şeker, gaz yağı almak için girilen kuyrukların yerini bunlar almıştı ama kuyruk gönüllü olunca kimse halinden şikâyet etmiyordu. Tonguç evin gece yaşayan üyesi olarak kuyruğa girmeyi bir kasa bira karşılığı kabul etmiş, arkadaşları için de aynını istemişti. Görevleri kuyrukta yeterince insan biriktiğinde parfüme adadıkları şarkılarını seslendirmekti. Zeynep bu şekilde, basında yer alacağı kesin olan mağaza kampanyasıyla birlikte haberi duyurmayı planlamıştı. Mini konserin amacını anlatan afişleri basma, dağıtma ve videoya çekme işlerini de organize etmişti. Akşam saat dokuz olunca Tonguç ekibiyle birlikte kuyrukta beklerken Kukuzia melodisini tıngırdatmaya başladı. Hayatı boyunca böyle bir meydan konserini hayal etse de bu kalabalığı toplama şansı olmadığı için fırsata atlamıştı. Bir saat kadar sonra beklemekten sıkılmış ve sabaha kadar vakit geçirmek için başka işi olmayan kalabalık şarkılara eşlik etmeye başlamıştı. Açılışın haberini yapmak üzere gelen ulusal medya da konseri atlamamış, Tonguç ile çok kısa da olsa röportaj yapmıştı. Parfümün şarkısının söylendiği çekimleri internet sitesine de yükleyen Zeynep, akşam haberlerinin ardından tıklama oranlarındaki hızlı çıkışı görünce Ece’yi kucağına alıp şarkı eşliğinde dans etmişti. Ertesi sabah Mustafa’ya da mesaj, telefon ve sosyal sitelerde yorumlar yağmaya başlamıştı. Bu işi Zeynep’in yaptığından adı kadar emindi ve şarkıyı internetten indirince sinirleri bozulmuştu. Çıkan her haberi okumuş, aleyhinde bir beyan olmadığını görünce ise biraz rahatlamıştı. Asistanı ilave parfüm siparişlerinin onayını almak için odasına girdiğinde ise şaşırmıştı. Odada yalnız kaldığında ekranına düşen Twitter mesajı Cem ile Zeynep’in son darbesi olmuştu. “Bize verilen desteğe sonsuz teşekkürler. Birçoğumuzun çocuğu var ve ekmek paramızı kazanmaya devam etmemiz için gönülden destek yağdı. Desteklerin devamı durumunda kimsesiz çocuklara da yardım etmek istiyoruz. Yardımlarınız bu konuda gönüllü çalışan Galeri Tev’e aktarılacaktır.” Feray odasına daldığında değişen dengelere uygun durum değerlendirmesi yapıyordu kafasında. 220 221 Sabah saat 9.00’a kadar Mustafa ulusal medyadaki tanıdıklarını tek tek aramıştı. Geçen sefer ani yakalandığı için müdahale edemediği duruma bir daha düşmemek için, tanıdıklarından şirketiyle ilgili haber çıkmaması konusunda söz almıştı. Zeynep’in ondan habersiz ve onaysız yaptığı işler yüzünden şirketten çıkarılması kaçınılmazdı. Zeynep’i işte tutması, bundan sonrası için otoritesinin kalmaması demekti. Tülay’ın galerisinin isminin kendinden habersiz kullanılmasından duyduğu memnuniyetsizliği de dikkate almıştı. Genel merkez personel çıkarılmasıyla ilgili çok açık bir direktif vermişti. Ancak konu bu kadar sıcakken şirketteki küçülmeyi erteleyerek zaman kazanmak niyetindeydi. Bunu yapmak için birçok açıklama yapması gerekecekti ama daha önce buna benzer birçok krizi yönetebildiği için ayakta kalmayı başaran Mustafa, bunun yolunu da biliyordu. Son skandalın üzerine yaptıkları basın toplantıları ve son çeyrekte aksiyona soktukları pazarlama planının sonuç vermeye başladığını savunacaktı. Zeynep’i skandala sebep olduğu ve şirkete zarar verdiği gerekçesi ile çıkaracaktı. Kendi yaptığı için gizli tutabildiği işten çıkarılacak ki- şilerin listesinin olduğu dosyayı açtı. Genel merkeze işten çıkarmaları ertelemeyi talep ettiğini bildirir mesajını yazıp dosyayı ekledi. Kendi için tuttuğu dosyada personelin tanıdıklarının yazılı olduğu bölüme ise Zeynep için “kendi” diye ekledi ve kapattı. Zeynep çetin çıkmıştı. Sabah ofise geldiğinde Mustafa ile görüşmek üzere insan kaynakları tarafından çağrılan Zeynep, huzurlu bir ifadeyle Mustafa’nın odasına girdi. Uzun zamandır sonucu bildiği için kendini fikre alıştırmıştı. “Otur Zeynep. Hoş geldin. Kapıyı kapat istersen,” dedi Mustafa ciddi bir ses tonuyla. Son derece profesyoneldi ve konuşmasının dengesi çok iyi ayarlanmıştı. Mustafa yaklaşık on beş dakika süren görüşmede insan kaynakları bölümünün hazırladığı mektubu okudu. Şirketin genel durumunun yanı sıra, neden Zeynep için işten çıkarma kararı verdiğini, yaptıklarına hiç değinmeden açıkladı. Mustafa Zeynep’e bundan sonraki kariyerinde başarılı olması için hangi konularda kendini geliştirmesi gerektiği konusundaki fikrini söyledi. Yani tam bir tiyatro oynadı. “Bundan sonrası için sana işe yerleştirme desteği sağlayacağız,” dedi Mustafa. Toplantıyı bitirdiğini anlayınca Zeynep sözü aldı. “Mustafa Bey, beni bir işe yerleştirmeden çıkarmamanızı rica ediyorum. Aynı takımda aynı parfümün pazarlamasında birlikte çalıştığım ekip arkadaşım Feray’ın işten çıkarılmadığını görmenin yaralarını bir nebze de olsa saracaktır.” “Seni anladım Zeynep, ricanı değerlendireceğim,” dedi ve ayağa kalkarak “İleriki kariyerinde başarılar dilerim ve şirketimiz adına yapmış olduğun katkılardan dolayı teşekkür ederiz.” 222 223 36 Zeynep de, “Peki, teşekkür ederim Mustafa Bey,” deyip ayağa kalktı. “Bunu duymak beni çok mutlu etti,” dedi imzalamak üzere önüne konmuş mektubu geri verirken. Mustafa Zeynep’in imzalamadan geri verdiği formu sakince eline aldı ve Zeynep’i kapıya kadar geçirdi. Arkasından kapıyı kapadı ve yerine oturdu. Zeynep’in hakkında olumsuz beyan vermeyerek ayağına basmadığını, ama Tülay kartını açtığını görmüştü. Teklifi kabul edecekti. Onu başka bir işe yerleştirerek çıkarması çalışanlar nezdinde de işine yarayacağı için bir adım sonrasını da lehine çevirerek kadının dediğini yapacaktı. Mustafa sinirini dizginlemeyi çok kolay başarmış, yeni hesaplar yapmaya başlamıştı. Zeynep çantasını alıp kapıdan çıkarken Kadir’in gülümsediğini gördü. Zeynep’e doğru yürüyordu ve sormasa da söyleyeceği malumat ağzından döküldü, “Tülay Hanım’ı kimsesiz çocuklara yardım için aramaya başlamışlar. Hiç hoşlanmamış bu durumdan diyorlar.” Zeynep hiçbir şey söylemeden ofisten çıkıp gitti. Arabasına atladığı gibi Kemerburgaz’ın yolunu tuttu. Sonra daha da ileriye, Karadeniz kıyısına doğru yol aldı. Yolun solunda zorlukla fark edilen tahta tabeladan sapıp toprak yolun sonundaki hurdalığa vardı. Gökyüzünde uçuşan martılar Karadeniz’e yakın olduğunu gösteriyordu. Huzur çökmüştü üstüne. Zeynep hurdalığa hâkim tepenin üzerinde ayakta duruyordu. Ayazdan korunmak için montunun yakalarını havaya kaldırmış, gözleriyle alanı tarıyordu. Bu sahneyi daha önce görmüş gibi hissetti kendini. “Deja vu!” diye mırıldandı. Burada yok yoktu. Tencere kapağı, tek bacağı kırık ofis sandalyesi, lazımlık, bulaşık eldiveni... İş görmez olduk- ları için buradaydılar. İlk sahibi tarafından ömrü dolana kadar kullanılmış eşyalar olduğu gibi artarda birçok kişi tarafından kullanılmışlar da vardı. Mesela üstte duran, düzelemeyecek kadar yamulmuş jant kapağı Berkcan diye birinindi; daha doğrusu dayısının arabasınındı da Berkcan kaçırıp habersiz kullanırken yamultmuştu. Sonra, tek bacağı kırık ofis sandalyesi Mahmut diye Tahtakale esnafından birine aitti. İşini devredene kadar iki yıl üzerinde oturmuş, sonra yerine gelen şişko Taner’in üstüne oturmasıyla son nefesini vermişti. Lazımlık Nişantaşı eskilerinden İzzet Bey’in kızınındı ve kızları tuvalet terbiyesi alınca karısı kapıcı Kazım ustaya vermiş, elinde lazımlıkla eve gelen Kazım ustanın karısı Güllü kullanılmış lazımlığı kızına layık bulup da eve getirdiği için adamı paralamıştı. Eşyaların da, işin de ve hatta ilişkilerin de bir sonu vardı. Bu hayatın normal akışıydı. Ömrü dolana kadar ona ait olanlar olduğu gibi bir süre ait olup bir sonraki sahibine devredilenler de vardı. Sadece sonun ne zaman ve ne şekilde geleceği sürprizdi. Eşyalarını ve işini ömrü dolmadan bir sonraki sahibine devretmişti. Cem’i ise Deniz’e devretmesine ramak kaldığını sanmıştı. Zeynep’in hayatının akışı hiç beklemediği bir hızda değişmişti. Bir ay önce Mustafa ile bugün yaptığı toplantıyı yapacağına kendi bile inanmazdı. Ancak sonucunu bilmese de mücadele verdiği için kendiyle gurur duymuştu. Hala çalışmaya çok önem veriyor ve hayat endişesi taşıyordu. İşten çıkarılmadan başka bir işe yerleştirilmeyi de gönülden istiyor, bu sefer gerçekten ona uygun ve mutlu olacağı bir iş olmasını diliyordu. Yaptıklarından dolayı ödü kopuyordu. Bu sefer şanslı olmayı diledi. Ayrılmadan önce önündeki ormanla kaplı tepeye baktı. 224 225 Sırtını Karadeniz’e vermiş tepenin üstünde martılar uçuyordu. Rüzgârı, çayırdaki otların hışırtısını, Karadeniz’in kokusunu içinde hissetmişti… Sonra da gökyüzünden düşen martı pisliğinin tadını… Manzarayı izlerken bir martı pislemişti ve saçına, omzuna, ağzına bulaşmıştı. Tiksinerek çığlığı bastı Zeynep. O sırada yakınına yanaştığını fark etmediği kimsesiz bir kadın, ağzında çok az dişi kaldığı için tam da net seçilemeyen konuşmasıyla araya girince yerinden sıçradı. “Para var mı kızım, ekmek parası?” dedi teyze elini açarak. “Teyze ödümü patlattın,” dedi Zeynep. Etraf o kadar ıssızdı ki bir an dilenci kadınla baş başa kaldığı için oraya geldiğine pişman oldu. “Yok param.” “Piyango bileti al kızım. Şans bu, şans.” “Ağzıma girdi teyze, neyse!” dedi Zeynep ağzının içinde geveleyerek. 226 37 Zeynep, hurdalıktan ayrılırken insan kaynakları müdüründen gelen telefonu merak içinde açtı. İnsan kaynakları müdürü beyin avcısı denilen iş bulmaya aracı bir şirketten kendisiyle bir görüşme yapmak üzere randevu ayarladığını ve acilen oraya gitmesini bildirmişti. Bu kadar hızlı bir dönüş beklemeyen Zeynep, bu haberle az da olsa ümitlenmişti. Beyin avcısı firmanın Nişantaşı’ndaki ofisi 4. kattaydı. Sekreter Zeynep’i koridordan geçirerek bir küçük odaya alıp doldurması için testler verdi. Sekreter, “Danışmanımız Murat Bey yaklaşık yarım saat sonra testleri bitirdiğinizde sizi görüşmeye alacak. Bir şeye ihtiyacınız olursa haber verin lütfen. Ben yan odadayım,” dedi gülümseyerek. “Bu testler ne için?” diye sordu Zeynep. “Bunlar sizi tanımamız ve doğru bir işe yerleştirmemiz için. Ne sizin ne de şirketlerin yanlış yerleştirmeden ötürü sıkıntı yaşamasını istemeyiz,” dedi gülümseyerek ve ayrıldı. Testi doldurmaya başlayan Zeynep bu işin tahmininden daha fazla süreceğini anlamıştı. Bir saate yaklaşmasına 227 rağmen hala testi dolduruyor, sanki beyin hücrelerinin kıvrımlarını ölçmek üzere tasarlanmış test sürüyordu. Biraz sıkılmıştı ve tuvaleti de gelmişti. Tutmaya çalışarak idare ettiği bir on beş dakikanın sonunda daha da sıkışmış, yan odadaki asistana tuvaletin yerini sormak için odadan çıkmıştı. Yan odaya girdiğinde asistan yerinde yoktu. Odaya geri dönüp biraz bekledikten sonra kapıyı açıp kafasını uzatmıştı. Tuvaletin yerini soracağı birini aradı ancak koridorun boş olduğunu görünce birini bulmak ümidiyle sonuna kadar yürüdü. Karşısında filmle kaplı bir cam kapı vardı. Cam kapının ardında filmden dolayı kim olduğunu göremediği birinin karaltısı gözüküyordu. Ne yapacağına karar verememiş ve labirent gibi ofiste tuvaletin yerini soracak kimseyi bulamamıştı. Gizli görüşme yapıldığı belli olan odaya girmeye cesaret edemeyerek koridorun başına doğru geri yürümeye başladı. Derken cam kapının ardındaki karaltı büyüdü ve kapı açılınca içeriden başı öne eğik, elinde testle Feray’ın çıktığını gördü. Zeynep şaşkınlıktan tökezledi ve görünmemek için, kendini can havliyle odaya attı. Feray’ın iş aramak için burada ne işi vardı? Şaşkınlıktan küçük dilini yutmuştu. Kulaklarına kadar kızarmış ve nefes nefese kalmış Zeynep, asistanın odaya girmesiyle bile kendine gelemedi. “Testiniz nasıl gidiyor Zeynep Hanım? Yardım edeceğim bir şey var mı?” diye sordu. Cevap veremeden bitirdiği kadarıyla testi asistanın elinde tutuşturdu ve asistanı takip ederek insan kaynakları danışmanı ile yapacağı görüşmeye girdi. Yarım saat süren görüşmesini bitirince aceleyle dışarı çıkmıştı. Kapının önünde derin bir nefes almış ve hızlı adımlarla yürümeye başlamıştı. Sonra aniden durdu ve Feray’ı beklemeye karar verdi. Feray’ın da başka bir işe yerleştirilmek için gönderildiğini anlamıştı. On dakika kadar sonra Feray da binadan çıktı. Yaklaşan Zeynep’i görünce yüzü kireç gibi bembeyaz oldu. “Ne istiyorsun Zeynep?” diye sordu Feray. “Sana başarılar dileyecektim Feray,” dedi omzunu silkerek. Gözleri çakmak çakmak olan Feray’ın kan beynine sıçradı. Farkında olmadan biraz da sesini yükselterek cevapladı, “Ne cüretle bu şekilde konuşabiliyorsun sen benimle? Sen işleri bu kadar karıştırmasaydın bu duruma düşmezdik.” Zeynep kontrolden çıkan Feray’ın elinden tuttu ve ciddi bir ses tonuyla konuştu. “Feray, sana çok teşekkür ederim, her şey için.” Zeynep’in özür dilemesi Feray’ı şok etmişti. Zorlukla konuştu. “Neden böyle bir şey yapıyorsun Zeynep? Seni hiçbir zaman anlayamadım ama ne yalan söyleyeyim, anlamak da istemiyorum. Daha fazla konuşmayalım.” “Feray, tüm bu süreçten çok şey öğrendim. Ve buna minnet duyuyorum.” “İstemeden de olsa sana faydam dokunduğuna çok üzüldüm. Benim öğrendiğim ne biliyor musun? Rakibin kadınsa son ana kadar uyanık olmak. Şimdi öğrendiklerin bittiyse ben gidiyorum.” Feray dün birbirlerini yedikleri Zeynep’in bugün bu konuşmayı bu sakinlikte yapmasına çok sinirlenmişti. “Zeynep’in başına gelenlerden dolayı iyice dengesizleştiğini düşünerek yanından ayrıldı. Kendine kızıyordu. 228 229 Zeynep’i alt ettiğinden emin olmadan rehavete kapılmaması gerekirdi. Şimdi yapması gereken aynı anda iş arayan iki pazarlama müdürü adayı olarak daha iyi pozisyonu daha hızlı nasıl kapacağını planlamaktı. Danışmanın erkek çıkmasına sevinmişti. 38 Cem ile Zeynep annesinde kaldıkları iki ayın sonunda yeni aldıkları ve aileden toparladıkları eşyalarla evi oturabilir hale getirmişlerdi. O gece annesinde kaldıkları son gündü. Hülya Hanım her zamanki gibi akşam yemeği hazırlığına saatler harcamıştı. O gece tüm aile bireyleri birlikteydiler. Cem’in anne ve babası da akşam yemeğine gelmişler, Zeliha da masada yerini almıştı. “Sonunda senin çalgıcılık bir işe yaradı Tonguç ha?” diye oğlunun sırtına vurdu Rahmi Bey. Hep beraber gülüştüler. Zeynep anne ilgisi ittifakı sürdüğü sürece ona daha az gıcık olmaya devam edebilirdi. Hafife aldığı müzisyenliğine de daha az gıcık oluyordu artık. Kardeşinin ona yardımını unutmayacaktı ve hiçbir işe yaramadığını düşünmüyordu, az işe yaradığını düşünüyordu. “Toplanan paralara rağmen küçülme kararından vazgeçmediler ama,” dedi Zeynep. “Üstelik yeni bir iş bulup vebalı muamelesi gördüğüm şirketimden ayrılacağım belli değil .” “Bu işler belli olmaz. Jet hızıyla görüşme ayarladılar, görmedin mi? Bekle bakalım. Benim gözümde sen başar2 30 23 1 dın Zeynep. Harika bir iş çıkardın,” dedi Cem. Eline aldığı kadehi havaya kaldırıp, “Karıma,” dedi. Hem bu haliyle çok değerli olduğu için, hem de kendisi değişmek istemeyen birini değiştirmeye çalışmanın baştan kaybedilmiş savaş olduğunu anladığı için, Cem’i nasıl değiştirebileceğini düşündüğüne şaşırmaya başlamıştı. Rahmi Bey ayağa kalkıp, “Esas benim karıma şerefe.” Rahmi Bey Hülya Hanım’ın elini avucunun içine aldı ve, “Teşekkür ederim,” dedi. “Şimdiye kadar söylemedim belki ama sen hep evimizin direği oldun. Sen olmasan bu ev de olmazdı. Hakkını helal et.” Yaşlı çift birbirlerine sarıldılar. Son döneminde babasının annesini sandığının tam aksine çok seviyor, sayıyor ve kabul ediyor olduğunu şaşkınlık içinde izlemişti Zeynep. Yıllardır sandığının tam aksine evin günlük tartışmalarının sandığından küçük olduğunu fark etmiş ve ailesinin ne kadar birbirine bağlı olduğunu kavramıştı. Zeynep de ayağa fırladı ve, “Esas Cem’in yeni işini tebrik edelim. Başarılar canım,” dedi eşine sarılarak. “Dur, dur! Esas apartman yöneticiliğini atladık. Onu da tebrik edelim!” dedi Cem. Zeynep harekât planları yaparken hızını alamamış, o hafta apartman yöneticiliğine aday olmuştu. Düzenlediği imza kampanyasında Cavidan Hanım’dan imzasını bile istemeye gitmişti. İnanılması güç ama, apartmanda çöpler artık kokmayacak diyerek imzayı attırabilmişti. Pişman olan Cavidan Hanım imzayı attığı anı takip eden beş ay boyunca sabah bankaya uğrayarak emekli maaşını imzasını taklit ederek çektiler mi kontrolü yapacaktı. Ve son noktayı Zeliha koydu. İçki içmediği için elindeki su bardağını kaldırmıştı, “Ben Eceme içiyorum suyumu. Kurban olurum sana Ecoşum.” “Zeliha teyze, sen hep bizle kalacaksın değil mi? Annem hiçbir şeyin yerini bilmiyor,” dedi Ece kaşlarını havaya kaldırarak. Zeliha’nın bacağına sarılmıştı. Hülya Hanım da kervana katılıp Zeliha’ya döndü, “Her zaman güler yüzlü Zelihama. Senin vefandan ve tevazuundan Allah razı olsun.” Herkes masadan fırlayıp birbirine sarılıyordu. Ece Zeliha’nın boynuna atlamıştı. Tonguç da sarmaş dolaş ailesine gitar çalarak eşlik ediyordu. Sanki saat 24.00 olmuştu da yeni yıla giriyorlardı. Zeynep odasından fotoğraf makinesi getirmeye gitti. Mutluluğu çok net tarif edebildiği, üstelik de bambaşka tarif ettiği üç ay öncesini düşündü. Ailede iyi çocuk, evde mükemmel anne ve eş, ve iş yerinde başarılı kadın olmaya şartlanmıştı ve her birinin tarifi aklında o kadar netti ki detaylarıyla anlatabilirdi. Şimdi ise tarifleri bulanıklaşmış, onları olmak için yaptığı kalkınma planları geçerliliğini yitirmişti. Şu anda en net tarif edebildiği şey hayatın sürprizlerle dolu olduğuydu. Evdeki hesap çarşıya uymuyordu. 2 32 23 3