2015 Ocak Sayısı - Turuncu Dergisi
Transkript
2015 Ocak Sayısı - Turuncu Dergisi
OCAK-ŞUBAT TURUNCU ISSN : 1304-1517 Aylık Kadın ve Yaşam Dergisi Ocak-Şubat 2015 Sayı: 141 Fiyat: 8 SİBEL ERARSLAN: “Ne kadar İnsansak O kadar gönüllüyüz” ECDATTAN EVLADA SMANLICA TÜRGEV VAKFI Başkanı Av. Arzu Akalın: GÖNÜLLÜLÜK ADANMIŞLIK DEMEKTİR BAKIŞ AÇINIZI SiYAHLAR ULKESi SUDAN İÇTEN BİR HOŞ GELDİN BOSNA DEĞiŞTiRiN insanlıĞı Yeniden inŞa Etme Sanatı KONUK YAZAR HATiCE GÖRMEZ YAPIM EKİBİ PRODÜKSİYON ADINA İMTİYAZ SAHİBİ VE GENEL YAYIN YÖNETMENİ Zahide CEYLAN SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Zahide Ceylan REDAKTÖR Rabia NUR DUMAN KURUCULAR KURULU Halise ÇİFTÇİ, Zahide CEYLAN, Güzin CANAN, Taciser İÇYER, Nilgün KARABULUT, Ayşenur GÜN, Sema KARABULUT YAYIN KURULU Ayşe KEŞİR, Ayşe UYAR, Hatice BİLİCİ, Latife Özbek, Esra Yerebakan, Gaye Ergezen, Ümmügülsüm Tat, Gülfem KELEŞ, Betül ŞATIR GÖRSEL YÖNETMEN Şerife AKYOL KURT MARKA İLETİŞİMİ YÖNETİCİSİ Şenay BUYURMAN İSTANBUL KOORDİNATÖRÜ Gülay KURT 0507 485 55 95 BURSA SORUMLUSU Zehra BAYRAKTAR 0506 535 72 65 KONYA SORUMLUSU Didem KÜÇÜKKÖY 0506 445 55 09 TURUNCU DERGİSİ MERKEZ OFiSi Ufuk Üniversitesi Cad. 1472 Sk. No: 24/17 Çukurambar / Çankaya / Ankara TELEFON: 0312 472 98 33 WEB: www.turuncudergi.com e-mail: info@turuncudergi.com editor@turuncudergi.com BASKI TURKUVAZ MATBAACILIK Akpınar Mah. Hasan Basri Cad. No: 4 P.K. 34885 Sancaktepe / Kartal / İstanbul TEL: 0216 585 90 00 FAKS: 0216 585 9130 info@turkuvazmatbaacilik.com.tr ‘SES’ Dergisi, yerel süreli aylık yayındır. Basın yayın ilkelerine uymayı kabul eder. Basılan ilanların tüm sorumluluğu ilan sahibine, yazılan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kurum ve kuruluşlar için kargo dahil fiyatı 20 TL’dir. TURKUVAZ DAĞITIM PAZARLAMA A.Ş. tarafından dağıtılmaktadır. zahideceylan@turuncudergi.com Sevgili Turuncu okurları 2 015 yılının ülkemize, milletimize, tüm okurlarımıza ve çalışanlarımıza; sağlık, afiyet ve huzur getirmesini temenni ediyorum. Bunun yanı sıra 2015 yılı, Turuncu dergisi için güzele doğru bir evrim yılı olacaktır. Bu sayımızı elinize aldığınızda yeni bir Turuncu ve yeniden bir Turuncu’nun oluşumunu siz de görecek ve hissedeceksiniz. Sizler için; daha geniş kapsamlı, daha çok konu başlığını içinde barındıran, verimliliği daha yüksek; daha profesyonel tasarım, basım, dağıtım ve daha profesyonel bir ekip ile Turuncu’nun size sımsıcak bakan yüzünü göreceksiniz. Okuyucunun fikir ve önerilerini göz önünde buldurmak en önemli düsturumuz olacaktır. Özellikle ahlâk, kültür, insana saygı ve toplum değerlerine saygı çerçevesinde her alanda size bilgi aktaracağına, yaşama dair bir yol rehberi olacağına ve daha sonra arşiv vazifesini de üstlenerek kaynakça olarak kütüphanenizde yer alacağına gönülden inanıyorum. Dergimiz bu sayıdan itibaren D&R/ İDO/ otuz büyükşehir, dört yüz kütüphane ve bunların dışında bazı noktalarda da rahatça bulunabilecektir. Dergimize sosyal medyada Twitter ve Instagram hesabı olarak ulaşabileceğiniz gibi ayrıca web sayfası ve e-dergi olarak da ulaşabileceksiniz. Bu da okuyucularımıza gösterdiğimiz ihtimamın göstergesidir. Sizin Turuncu’ya verdiğiniz gönüllü desteğe karşılık, bizlerin de sizlere sunduğu emek ve hizmettir. Ocak ve Şubat sayımızı; gönüllü olmak ve gönülden vermenin önem ve ciddiyetini anlatmak için, gönülden emek veren yazar kadromuz ve konuk yazarlarımızla birlikte, gönlünüze misafir olmak istedik. “ ‘Sizin en hayırlınız insanlığa faydalı olanınızdır.’(Hadis-i Şerif ) diyen bir dinin mensupları olan biz Müslümanlar; hayırda yarışmayı, hayırda ömür tüketmeyi ve hayırda buluşmayı ve bunun neticesinde de hayır ile gönüllere girmeyi düstur edinmeliyiz.” mesajını veren bu sayımızda vermenin hikmetlerine bir kez daha şahit olduk. Aktüel dosyamız “Osmanlıca” ile de devam ettik. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ve kısa sürede gerçekleşen Harf Devrimi (1928) ile Latin Alfabesi kullanılmaya başlanarak halk, bir gecenin sabahı cahil olarak uyanmış ve bu zorbalığın acısını yılarca yaşamıştır. Dedelerimiz ve ninelerimizin heceleyerek okumaya çalışması, bizim şaşkın çocuk bakışlarımız sebebiyle açıklama ihtiyacı duymaları ve bunu dile getirme çabaları hâlâ kulaklarımızda. “Oğul, biz bir gecede cahil olduk.” diyen mahzun seslerini hâlâ duyar gibiyiz. Ecdadımızın torunları bizler; gönül birliği, fikir birliği ile evlerinize konuk olmak için kapınızı çalıyor ve misafir olmak istiyoruz. Kabul buyurun lütfen. Sağlıcakla kalın… Zahide Ceylan facebook.com/ihhtr twitter.com/ihhinsaniyardim GÖNÜLLÜLÜK DEMEK ADANMIŞLIK DEMEKTİR TÜRGEV Başkanı Av. Arzu Akalın, amaçları, misyonları ve faaliyetleri ile ilgili soruları Turuncu Dergisi’ne içtenlikle yanıtladı. GÖNÜLLER SULTANINA RÂM OLMAK: GÖNÜLLÜLÜK 44 NE KADAR İNSANSAK O KADAR GÖNÜLLÜYÜZ “İstanbul’da pek çok ev kadını, yaptıkları küçük desteklerle, Afrika’da su kuyusu açtırmayı başardılar sözgelimi...” SİBEL ERARSLAN VAKIFLARIN KADINDAN KANATLARI Aslında Müslüman kadınların vakıf geleneği Hz. Hatice’yle başlar. Kadın vakıflarının kapısını bir valide, eş, hemşire olarak o açmıştır. ECDADIN MİRASI SMANLICA NEDEN SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI? 62 56 Bir toplumun gelişmişlik seviyesinin en sağlıklı göstergelerinden birisi, kaç tane sivil toplum kuruluşuna sahip olduğudur. TÜRKİYE’NİN KENYA’DAKİ DOSTLUK ELİ TİKA tarafından, Batı Kenya’da “Küçükbaş Hayvancılığı Destekleme Projesi” ile kırsal kalkınma adına önemli bir adım atıldı iŞL 38 KÜRESELLEŞEN EĞİTİM HİKÂYE Harf inkılabıyla birlikte, kendi geçmişine yabancılaşan bir toplum profili oluştu. BİR DEVİN ANATOMİSİ Topkapı Sarayı Mutfakları, arşiv kaynaklarında geçen ismiyle Saray-ı Cedide-i Amire’nin Madbah-ı Amire’si saray yaşamının 350 yılına ayna tutuyor SANAT: FİLOGRAFİ Ortadoğu’da doğmuş, ancak yapımının zor olduğu düşüncesiyle yok olmaya yüz tutmuş, çivi ile telin maharetli ellerde şekillendiği bir el sanatı: Filografi. İÇTEN BİR HOŞGELDİN: BOSNA Bosna’yı ziyaret eden Türklerin büyük kısmı hiç yabancılık çekmediklerini söylüyorlar. Beyaz tenli, pembe yanaklı bu insanların bir kısmı Türkçeyi hala kullanıyor DEKORASYONDA OSMANLI ESİNTİLERİ Osmanlı tarzı ev dekorasyonu için kolları sıvadıysanız hemen ihtişamlı Osmanlı saraylarının aklınıza gelmesi doğaldır. 102 100 82 iYiER 76 ECDADIN DİLİ EVLADIN DİLİ DEĞİLSE 96 56 28 22 12 “Bütün gönüllerin tek sultanı Rahim ve Latif olan Rabbimizdir. Eğer kalbimizde Sultanlar Sultanı Rabbimiz varsa o gönül olur...” Hatice Görmez 92 76 62 58 8 ICINDEKILER 8 92 SİNEMA: INTERSTELLAR Yazarımız Gülay Kurt, Interstellar filmini okuyucular için yorumladı AYVA VE AYVA TATLISI Güneşin yalnızca sarısını değil şifasını da kendine toplayıp kış aylarına taşıyan Ayva’nın anavatanlarından biri Kuzey Anadolu. JOAN MİRO Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyarete açılan Joan Miró 3 Mart 2015’e kadar ziyaretçileri kabul edecek 96 102 HANDEGÜL TERKEN’İN YAZISI SAYFA 26 6 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 AYŞE KEŞİR’İN YAZISI SAYFA 21 Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 7 KONUK YAZAR Gönüller Sultanına Râm olmak: Hatice GörMEZ Gönül, beden ülkesinin sultanıdır. (Hadis-i şerif) Gönüllülük bu sultana râm olmaktır. Bütün gönüllerin tek sultanı ise Rahim ve Latif olan Rabbimizdir. Eğer kalbimizde Sultanlar Sultanı Rabbimiz varsa o gönül olur. Aksi takdirde sıradan bir et parçası olur 8 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 T ürkçe yürek kelimesiyle karşılanabilen gönül; Farsça dil, derûn; Arapça kalb, hâtır kelimeleriyle ifade edilir. Hadis ilminin fatihası “Ameller niyetlere göredir.” hadisidir. Sözlükte çekirdek manasına gelen niyet, insan iradesinin tohumudur. Onun yegâne merkezi ise kalptir, gönüldür. Gönül, beden ülkesinin sultanıdır. (Hadis-i şerif ) Gönüllülük bu sultana râm olmaktır. Bütün gönüllerin tek sultanı ise Rahim ve Latif olan Rabbimizdir. Eğer kalbimizde Sultanlar Sultanı Rabbimiz varsa o gönül olur. Aksi takdirde sıradan bir et parçası olur. Amellerimize yön veren niyet sadece Gönüller Sultanı’nın rızası için olursa, yaptığımız işler de gerçek anlamda gönüllülük olur. Gönüllülük kavramı, gönülden ve kalpten yapılan çalışmaları kapsar. Kuran-ı Kerim’i incelediğimizde, bu bağlamda önemli kavramlar olduğunu görürüz: Min vechillah, rıza-i bâri, fıtrat, şefkat, rahmet, merhamet, ihsan, isar… gibi. Gönüllülüğü anlamak için öncelikle bunların farkında olmak gerekir. Bu kavramların en temeli olan Allah rızası ile alakalı, Kuran’da birçok ayet yer almaktadır: “Hayır olarak ne harcarsanız, kendiniz içindir. Zaten siz ancak Allah’ın rızasını kazanmak için harcarsınız….” Bakara; 272 “O, hiç kimseye karşılık bekleyerek iyilik yapmaz. (Yaptığı iyiliği) Ancak yüce Rabbinin rızasını istediği için (yapar).” (Leyl;17-21) “Bir sadaka vermeyi yahut iyilik yapmayı yahut da insanların arasını düzeltmeyi emredenleri hariç, onların aralarındaki gizli konuşmaların çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları sırf Allah’ın rızasını kazanmak için yaparsa, biz ona büyük bir mükâfât vereceğiz. (Nisa;114) “Onlar, Rablerinin rızasına ermek için sabreden, namazı dosdoğru kılan, kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli olarak ve açıktan Allah için harcayan ve kötülüğü iyilikle ortadan kaldıranlardır.” (Rad;22 ) “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz”. (Al-i imran;92) Kâinattaki bütün nimetler ve imkânlar gibi, insanlardaki merhamet duygusu da Allah’ın insanlığa lütfudur, rahmetidir. İşte bu yüzden Allah’ın Rahman ismiyle gönül arasında bir münasebet vardır. Rahmân kalp yufkalığıdır, merhametin zirve noktasıdır. Gönül de yaygın olarak “rahmet turuncudergi.com ve yumuşaklık” anlamlarında kullanılır. Bu durum, gönülde Rahmân isminin tecellisi bulunduğunu gösterir. Kalp, iman nuru ile dolduğunda gönül olur. Râgıb el-İsfahânî, rahmet kavramının temel manasını “Sıkıntı içinde olan kimseye yönelik yufka yüreklilik ve şefkat.” şeklinde açıklar. Gazzâlî ise bir kimsenin gerçek anlamda merhametli sayılabilmesi için onun, kişinin ihtiyacını gücü ölçüsünde karşılaması, bunu da hür iradesiyle yapması gerektiğini ifade eder. İşte böyle bir durumda acıma duygusu, ahlâkî bir değer taşır ve gönüllülüğe dönüşür. Esasen şefkat ve merhamet gibi duygular Allah’ın insanların içine koyduğu birer iyilik aracı olup asıl amaç muhtaç ve çaresizlere yardım edip sıkıntılarını gidermektir. Merhamet; insanlar arasındaki duygu birliğinin, dayanışma ve paylaşmanın başta gelen âmillerindendir. İnsanın doğuştan sahip olduğu bütün özelliklerini ifade eden bir terim olan fıtrat, ilk yaratılış sırasında Allah’ın insan tabiatına bahşettiği yaratanını tanıma eğilimi, ruh temizliği gibi olumlu yetenek ve yatkınlıkları ifade eder. İnsanın fıtratının temeli iyilik ve güzellik olduğu için gönüllülük bir anlamda fıtrattır, iyiliği ve iyi işleri tabiat hâline getirmektir. İyi ve hayırlı işler; ya ilahi veya beşeri kanun korkusuyla ve vazife ahlakı gereği veya desinler, insanlar beğensinler diye yapılır. Ama tüm bunların dışında hayırlı işler mahza iyilik olduğu için yapılır ki bu fıtrata daha uygundur. Hem Allah’ın rızasına hem de iç huzuruna vesile olan iyilik budur. İyilik ve lutufta bulunmak, bir işi en güzel şekilde yapmak, Allah’a ihlâsla kulluk etmek anlamlarında kullanılan ihsanın da gönüllülükle çok sıkı bir ilişkisi vardır. Bir insanın gerçekleştirdiği işin ihsan seviyesine ulaşabilmesi için hem neyi, nasıl yapması icap ettiğini iyi bilmesi hem de bu bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesi, gönüllü olarak icra etmesi gerekir. Hz. Ali, “İnsanlar işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanır.” derken bunu kastetmiştir. Allah’ın yarattığı her şeyi ihsanla yarattığını bildiren âyette de (es-Secde 32/7) ihsan kavramı bu anlamdadır. Ahlâk literatüründe ihsan genellikle, “İyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak.” manasında kullanılır. Bazı İslâm âlimlerince de paylaşılan düşünceye göre ihsan adaletin üstünde bir derecedir. Adalet, borcunu vermek, alacağını almak; ihsan ise üstüne düşenden daha fazlasını vermek, alması gerekenden daha azını almaktır. İhsan kavramı, insana nisbet edildiği âyet ve hadislerde iki bağlamda kullanılır: a) “Yaptığını güzel yapmak.” şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak kulun Allah’a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat ruhunu ve bu ruh hâlinin ürünü olan iyi davranışları kapsar. Hz. Peygamber (sav) “Cibrîl hadisi” diye bilinen hadiste “İhsan; Allah’ı görür gibi kulluk etmendir, çünkü sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” buyurarak ihsanı en güzel şekilde tanımlamıştır. b) İhsan; kişinin başta annesi ve babası olmak üzere diğer insanlar ve hatta diğer varlıklar karşısındaki sevgiye dayalı özverili tutumunu ifade eder ki bu da gönüllü hizmetlerle doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda “Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder.” âyet-i kerimesi (en-Nahl 16/90) “İnsanın hem Allah’a hem de yakın ve uzak çevresine hatta tabiata karşı yaklaşımında adalet ölçüsünün, farz ve vâcip sınırlarının ötesine geçerek kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek seviyesine ulaşması.” anlamlarına gelecek şekilde yorumlanmıştır . İşte bundan dolayıdır ki “Muhsin” olan gönüllü olandır. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 9 KONUK YAZAR Başkaları için özveride bulunma anlamında bir ahlâk terimi olan İsar; bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sahip olduğu imkânları gönüllü olarak başkalarının ihtiyacını karşılamak üzere kullanması, başkasını kendisine tercih edebilecek bir ahlâk anlayışına ve irade gücüne sahip bulunması demektir. İslam âlimleri bu anlayışın din kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsârın en büyük temsilcileri hicret etmek zorunda kalan Hz. Peygamber’i ve diğer muhacirleri şefkatle kucaklayıp sahip oldukları her şeyi onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli müslümanlardır. Ensar, Kuran-ı Kerim’de de övgüyle anılmakta, onların şahsında Müslüman toplumun “gönülden vermek” gibi temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna göre; bugünün Müslümanları da öncelikle imanı ve Allah rızasını gönüllerine yerleştirmeli, muhacirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri sevmeli ve onları Rahman’ın emaneti ve misafirleri olarak görmeli, din kardeşlerine karşı içlerinde kıskançlık duymamalı, nihayet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih edip şahsî menfaatlerinden- zevklerinden fedakârlıkta bulunmalıdır. İslâm ülkelerinin toplum ve kültür hayatında önemli rol oynayan ve gönüllülüğün müesseseleşmiş hâli olan vakıflar ise, hukukî bir işlemle kurulur ve İslâm medeniyetinin önemli unsurlarından birini teşkil eder. Kur’ân-ı Kerîm’de vakıf kavramını ve kurumunu doğrudan çağrıştıracak bir ifade yer almamakla birlikte Allah yolunda harcama yapmayı, fakir, muhtaç ve kimsesizlere infak ve tasaddukta bulunmayı, iyilik yapmada ve takvada yardımlaşmayı, hayır 10 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 ve yararlı işlere yönelmeyi öğütleyen birçok âyet, Müslüman toplumlarda vakıf anlayış ve uygulamasının temelini oluşturmuştur. Bunların içinden özellikle, “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe ulaşamazsınız.” ayeti oldukça önemlidir. İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde, müslüman toplumlarda, vakıf uygulamaları giderek artmıştır. Bizim tarihimiz ve kültürümüz bunun farklı alanlarda pek çok güzel örnekleriyle doludur. Sağlık alanında yapılan darüşşifalar; eğitim alanında medreseler, külliyeler, mescit ve camiiler; hizmet alanında yollar, köprüler, çeşmeler, yetimhaneler, darülacezeler, ahilik ve hisbe teşkilatı gibi localar hatta hayvan hastaneleri, kuş evleri gibi tüm varlıklara karşı bir sorumluluk bilinciyle yapılan iyilik hareketleriyle, gönüllülüğün doğurduğu müesseselerle ecdadımız bizlere müthiş bir miras bırakmıştır. Osmanlı toplumunda vakıf o kadar önemli ve itibarlı bir müessesedir ki gönüllülük hizmetinde kadın ve erkek ayırımı, zengin ve fakir ayırımı söz konusu olmamış; bu bir insani vazife addedilmiştir. Medeniyet tarihimiz gönüllü olarak insanlara faydalı olmaya çalışan kadınların kurdukları birçok vakıf ve gönüllü hizmet veren müesseselerden bahsetmektedir. Camiler, medreseler, şifahaneler, gelirleri vakfedilen ticarethaneler ve daha niceleri gönüllü hizmet adına yapılan müesseselerdir. Bize düşen, bunlarla sadece övünmek değil, iyilik yapmayı bir fıtrat hâline getirerek bu yolda hizmet gönüllüleri olarak devam edebilmektir. Velhasıl gönüllülük; “Kim var.” diye seslenildiğinde, sağına ve soluna bakmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını verebilmek ve kendisini gönüllü kılan bir dava ahlâkını şiar edinebilmektir. Çünkü gönüllülükte sadece “Ben varım.” demek yetmez. Gönüllülük “Canım isterse, müsait olursam yaparım.” denilen bir alan değildir. Tam aksine ihtiyaç duyulan her zaman ve zeminde insanın kendisinde sorumluluk hissetmesi; taşın altına elini, bedenini, yüreğini koymasıdır. Gönüllülük; çözümü başkasından beklemek değil, bireysel gücünü çözüm bulmak için kullanmaktır. Bu bağlamda Hz. Hacer, Hz. Hanne, Hz. Meryem, Hz. Fatıma düşer zaman zaman gönlümüze. Toplumun ihtiyacı olduğu her alanda, gönüllü ve koruyucu ailelik alanında, sevgi ve şefkat kanatlarıyla nasıl varoldukları ve nasıl var ettikleri... Nene Hatunlar, Hayme Analar, Kurtuluş Savaşı’nda evlatlarını, eşlerini şehit veren nice isimsiz koca yürekli hanımefendiler bize sorumluluklarımızı hatırlatırlar. Gönüllülük; bebek Musa’nın azgın sulardan alınıp Hz. Asiye’nin elinde büyütülmesidir. Hem de canı pahasına... Hz. Musa’nın Hz. Asiye’ye teslimi ilk koruyucu anne örneğidir tarihte. Gönüllülük; Hz. Zekeriyya (as)’nın, annesi tarafından mescide adanmış olan Hz. Meryem’in bakımını üstlenmesi ve Kuran’ın ifadesiyle onu nadide bir çiçek gibi yetiştirmesidir. “İşte ben varım.” diyerek, bu toplumda yaşayan bir Muhsin olarak duyarlılığını ortaya koymuştur Hz. Zekeriyya. Gönüllülük; öz çocuklarıyla birlikte, Hz. Hatice’nin “Acaba etrafta başka aç kalan, açıkta kalan, ağlayan bir çocuk, bir yetim var mı?” diyerek tüm kalbiyle malını bu uğurda sarf edip, “İşte ben varım.” diyebilmesidir. Gönüllülük; öz evladı olmayan Hz. Aişe’nin, nice erkek ve kız evlatların sorumluluğunu üstlenip onları yetiştirip evlendirmesidir. Böylece O, tüm ümmetin şefkat ve merhamet timsali, bilge annesi olmuştur. Bir odacık evini, âdeta koruyucu aile merkezi hâline getirmiştir. Velhasıl şahsiyetleri ve hayatları ile tarihe mâl olmuş nice analar, babalar, kadınlar ve erkekler vardır. Nice gönül insanı vardır örnek almamız gereken. Günümüzde de hayrı devam ettirmek ve iyiliği örgütleyebilmek için gönüllülük konusunu gün yüzüne çıkarmak, farkındalık oluşturmak, gönüllüğü disipline etmek, sürdürülebilir kılmak ve kurumsallaştırmak gerekir. Gönüllülük, kurtuluş reçetelerimizdendir ve geleceğe güvenle bakabilmektir. Gönülden muhabbetlerimle… turuncudergi.com Doğu Karadeniz bölgesinde yetiştirilen çaylar, ekolojik iklim şartları nedeniyle, kış aylarında kar altında kaldığından çay tarımında zirai ilaç kullanılmaz. Bu durum ülkemizi sağlıklı çay üretimi için ideal ülke konumuna getirmektedir. Bu nedenle, tarımında zirai ilaçlama , üretiminde katkı maddesi kullanılmayan tüm ürünlerimizi gönül rahatlığı ile tüketebilirsiniz. KONUK YAZAR Ne kadar İnsansak, O kadar gönüllüyüz... S SİBEL ERASLAN ivil toplum, yardım kuruluşları, öğrenci birlikleri, gençlik heyetleri, ümmetin geleceği adına selamet için düşünmeli ve harekete geçmeli. Özellikle savaş, işgal, doğal afet ve yoksulluk gibi ağır şartlar altından hayati tehlikeyle yüzyüze kalmış insanlığın kurtuluşu ve hakikati artık sadece siyasilerin öngörüsüne terkedilemeyecek çaptadır. Ülkemizin dünya üzerinde en çok yardım gerçekleştiren üçüncü dünya ülkesi olduğu da düşünüldüğünde, gönüllülük meselesi, bizde toplumsal bir sorumluluk olduğu kadar ferdi bir bilinç hadisesidir de diyebiliriz. İstanbul’da pek çok ev kadını, yaptıkları küçük desteklerle, Afrika’da su kuyusu açtırmayı başardılar Şayet kuraklık ve içsavaşlar bu şekilde devam ederse, önümüzdeki on yıl içinde ‘’siyah ırk’’ için tümden yokoluşa evrilecek bir korkunç sona doğru adım adım yaklaşıyoruz. Siyasilerin bu konuda yapacağı dünya çapında işler var elbette ama bizlerin, küçük 12 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 ve sıradan insanların dünyasından da gönüllü çıkışlar gerçekleşebilir. İstanbul’da pek çok ev kadını, yaptıkları küçük desteklerle, Afrika’da su kuyusu açtırmayı başardılar. Sözgelimi, yüzlerce çocuk katarakt ameliyatı oldu. Bunun için büyük servetlere sahip olmak da gerekmiyor. Mantı, börek yapıp kermeslerde satarak veya sokak başlarında şişe suyu satarak biriktirdiğini Afrika’ya gönderen yüzlerce isimsiz gönüllüyü tanımaktan şeref duyuyorum. 2011’de Sayın Cumhurbaşkanımızla birlikte Somali’ye gitmiştik. Günlüğümden bazı notları sizlerle paylaşmak istedim gönüllülük dendiğinde. Somali, “Afrika Boynuzu” ismi verilen bölgede, okyanusa en uzun sahili olan ülke. (3300km) 1960’lara kadar Kuzey kısmını Fransızlar, Orta kısmını İngilizler, Güney kısmını ise İtalyanlar sömürge olarak iktisap etmişler. Bizleri yöresel şarkıları ile karşılamaya gelen Somali’nin en yaşlı (altmış yaşlarındalar) on kadını, iyi derecede İngilizce ve İtalyanca konuşuyordu. Aslına bakarsanız Somali’de ihtiyar bir kimseye rastlamak neredeyse imkansız, savaş ve kuraklık, ölümcül şartlarda geçen son elli yıl, ortalama yaşam süresini oldukça aşağı çekmiş, bebek ölümleri ise kritik yaşam seviyesinin altında. Somali de dahil olmak üzere, Doğu Afrika’da, altı dakikada bir bebek hayatını kaybediyor. Yirmili yaşlarını sürebilen hayatta kalmış nüfusun iç savaş öncesine kadar okula gidebilmiş genç fertleri ise, Arapça ve İngilizce konuşuyor. Hiç konuşmayanlarsa binlerce, yüzbinlerce... Çünkü başkent Mogadişu için aslen büyük bir mülteci kampı demek belki en doğrusudur. Pek çok yerde olduğu gibi en ağır yük yine kadınların sırtında. Mogadişu’da tanıştığım Hamza adlı kız öğrenci, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde okuyor. Afet bölgelerinden çıkarak çölde 400-500 kilometre yürüyerek, yardım istasyonlarına ulaşmak için ölümcül yürüyüşlere çıkan anneler, çocuklarını sırtlarında taşımak zorundalar. Hamza’nın dediğine göre, her birisi de bu ağır yükün altında boyun ve bel fıtığına düçar oluyorlarmış, tabii bunlar hayatta kalabilenleri kadınların. Hamza; Mogadişu’daki kadınların çocuk dünyaya getirirken, hiç olmazsa belki birisi yaşar diye umutlandığını söylüyor... “Afrika Boynuzu” ismi verilen bölgedeki Doğu Afrika ülkeleri son yılların en büyük kuraklığını yaşıyor. Aslında Doğu Afrika, 1925’ten 2011 yılına kadar kıtlık ve kuraklık nedeniyle 18 büyük felaket yaşadı. Bölgedeki kuraklığın sebebini yalnızca küresel ısınma ile açıklamak ise sorunu anlamak için yeterli olmaz. Çünkü hem coğrafi turuncudergi.com konum itibarıyla üzerinde bulunduğu iklim koşulları hem de savaşlar, yaşanan kuraklıkların etkisini artırmakta. Doğu Afrika’daki son kuraklığı en yoğun şekilde ve en büyük kayıplarla yaşayan ülke ise, Somali... 1967-1968, 1974-1975, 19831984-1985, 1991-1992, 1997-1998, 20032004 ve en 2011’de büyük insani kayıplar yaşayan Somali, tüm dünyanın gözü önünde ölmeye devam ediyor. Mogadişu’daki Cuma namazını Diyanet İşleri Reisimiz kıldırdı. Namazın akabinde yapılan yağmur duasından sonra, inanamayacaksınız ama harika bir şey oldu. Yağmur yağmaya başladı. Sevinçten ağlayarak dışarı fırladık. Gökyüzünden düşen her bir yağmur tanesi, harikulade birer melekle iniyordu yeryüzüne sanki, o saatleri hayatım boyunca unutamayacağım. Bir tek yağmur tanesinin taşıdığı dirim sırrına hayran oluyorsunuz. İhrama girermişçesine giriliyor Somali’ye, tenlerini kefenleri gibi taşıyan silüetler arasındayız... Nefesler ve halen atabiliyorsa, nabızdan ibaret hayat... Büyük bir mülteci kampına dönüşmüş başkent Mogadişu’da, gerçekğe dair tüm bildiklerinizi unutup yeni baştan öğrenmek zorundasınız. Çünkü burada her şey sürreal; yemeden, içmeden ve kilometrelerce yürünen çöl yollarının içinden geçerken saatin kaç olduğunu, günleri, renkleri, kokuları tamamen bırakmış insanların arasında, hayat ve ölüm birbirine girmiş durumda. Somali Cumhurbaşkanlığında tek bir bilgisayar var o da hediye Somali’nin yaşadığı insanlık dramı hakkında; kuraklıktan kaynaklanan kıtlığın temel nedenleri arasında ekolojik faktörler, tarım ve doğal bitki örtüsüne zarar veren küçükbaş hayvanların yetiştirilmesi, siyasi istikrarsızlık, Afrika’nın en zayıf pazar ekonomisinin bu bölgede olması, göçebe ve yerleşik hayat yaşayanların iç savaşlar nedeniyle sık sık karşılaşmaları, sıcağa dayanıklı bitkilerin yetiştirilmemesi, bölgede sanayinin yeterince gelişmemiş olması gibi nedenler gösteriliyor. Tabii tüm bunlar, insani yardım kurumlarının verdiği genel raporlar. Zira, Somali’de her şey için yok diyebiliriz. Elektrik, su, yol, telefon, internet, hiçbirşey yok Mogadişu’da. Pek çok savaş kenti gördüğüm halde, Mogadişu’yu ne Bosna’ya ne Irak’a, Kosava’ya, Pakistan’a benzetmem, nispet etmem imkansız. Çünkü burada iç savaş, taş üstünde taş bırakmamış, Parlamento binası dedikleri yer kolonlardan ibaret, Cumhurbaşkanlığı binasının tek bilgisayarını İHH hediye etmiş. Üç metre ötedeki tuvaletlere bile geçemiyorsunuz güvenlik sorunu dolayısıyla. Konvoyumuzdan ayrılan gönüllü yardım ekipleri, bir tank ve iki zırhlı cipe binerek gittiler merkezlerine. turuncudergi.com Somali’nin başkenti Mogadişu’da yaşayanlar başta olmak üzere Somali halkının %61’i kuraklıktan etkilenmiş durumda. İç savaş nedeniyle sivil toplum örgütleri bölgede çalışma yapmakta zorlanıyorlar. Yirmi bir yıldır Somali’ye yapılan ilk resmi ziyaret, (gayrı resmi ve nezaket ziyaretleri dışında.) Türkiye Başbakanı ve eşliğinde gelenlerinkiydi. Dünya Gıda Programının bildirdiğine göre Kasım ayına kadar devam edeceği öngörülen kıtlık, Somali’de toplu ölümleri, bir tür insanlık dramına dönüştürebileceği rapor ediliyor. Cumhurbaşkanlığı binasında Türkiye heyetine hizmet eden görevlilerden birisi, Kevser Elitaş ile birlikte Kur’an okuduğumuzu fark edince, bize “Müslüman mısınız?” diye sordu. Çok heyecanlanmıştı, beyaz ve Müslüman kadınları işittiğini, ama ilk kez gördüğünü söyledi. Beyazlara karşı ciddi bir kırgınlık ve güvensizlik hissettiklerini fark ettim. Her ne kadar bölgede on beş yıldır çalışmakta olan İHH ve Kızılay gibi kurumlar başta olmak üzere, zihinlerdeki “menfi beyaz” izlenimini sökme konusunda önemli başarılar kaydetmişlerse de... 1993 yılında Somali’de görev yapan Çevik Bir başta olmak üzere, çok uluslu güç’ün ve dolayısıyla “beyaz”ların şiddete dair feci hatıraları üzerinden felaket hatıralarını silebilmek elbette kolay değil. Ne ki dünya değişiyor. Yardımlaşma ve gönülllülük konusunda tüm dünyada sesini duyuran Türkiye’mizin gerek yöneticileri gerekse sivilleri olarak başlattıkları iyilik ve hizmet hareketi, geçtiğimiz bin yılın kan, savaş ve güç denklemi üzerinden giden varoluş algısını (Aslında yokoluş algısıdır.) değiştirecek çaptadır. Tüm dünya, adaletin ve iyiliğin kuracağı yeni bir değerler zeminine yürüyor. Bu yüzden Sayın Recep Tayip Erdoğan’ın, Mogadişu’dan yaptığı konuşmaya, “Tüm dünyaya sesleniyorum” diye başlaması oldukça manidardı. “Burada insanlık ve vicdani değerlerin test edildiği bir yerdeyiz” dedi Erdoğan... Bindiğimiz uçağın kanadı kırılmadan evvel gördüğüm Somali’nin ilk silüeti de bana “Sır’at Köprüsü”nü hatırlatmıştı. Kumsala çakıldıktan sonra, çarnaçar indiğimizde, yanımıza koşuşan yardım ekiplerine iftiharla baktık. Başta Kızılay ve TİKA olmak üzere, İHH, Cansuyu, Deniz Feneri, Yardım Eli, Yeryüzü Doktorları ve daha ismini bilemediğim ama “melekler” dediğim pek çok iyi insan; orada dayanışmanın, Allah rızası için sevmenin, ebrardan olabilmenin destanını yazıyorlar. İşte Somali,tam da bu sarp yokuşun üzerinde, bir Sırat Köprüsü gibi tartıyor hepimizi Ben hayatımda ilk kez ağlayan bir doktor gördüm. Mogadişu’daki Hodan Mülteci Kampı’nda, derisi kol kemiklerine yapışmış inleyen çocuğa serum takamadıktan sonra, çaresizlikten ağlayan bir doktor... Yan yana yatırılmış hasta ve yorgun çocukların, ağlamayı çoktan bitirip birer çığlığa döndüğünü şayet sizler de görseydiniz, tüm ezberlerinizi unuturdunuz benim gibi. Kamptan henüz ayrılırken aldığımız haber: Az evvelki bebeğin ölümüyle ilgili... Şaşırmak yok, hem de hiç. Çünkü burada altı dakikada bir bebek, açlık ve susuzluktan ölüyor. Yüce Rab, Beled suresinde “sarp yokuş”u çıkabilmenin sırlarını veriyor bize: “Köleleştirdiğimiz kişilere özgürlüğünü vermek, açlık gününde açı doyurabilmek, bize yakınlık duyan bir yetime, yerlerde sürünen yoksula sahip çıkabilmek. İşte Somali tam da bu sarp yokuşun üzerinde bir Sırat Köprüsü gibi tartıyor hepimizi. Bunlar bir gazetecinin tuttuğu günlükten sayfalardı. Hepimizin kalbinde tuttuğumuz bir günlük var oysa. Gönlüllülüğün insan oluşla ilgili bir duyarlılık olduğunu düşünüyorum. Ne kadar insanız, o kadar gönüllüyüz... Hazreti Hacer: Zemzem’in Annesi Sibel Eraslan, “Cennet Kadınlarının Sultanları”na Hazreti Hacer romanını ekliyor bu kez. Hazreti Hacer’in hayatını zaman değişse de insanlığın değişmez kavisleriyle anlatıyor. Hepimizin büyükannesi olan Hazreti Hacer’in hayatını okurken aşk, ayrılık, sadakat, esaret ve özgürlük üzerine yeniden düşüneceksiniz. 13 BEN-Ü SEN DEĞİŞMENİN VE KALKINMANIN ÖNEMLİ BİR GÜCÜ: GÖNÜLLÜLÜK “Gönüllülük; gönlüne estiğinde değil, ‘O’ ihtiyaç duyduğunda yanında olabilmektir”. K AYGÜL FAZLIOĞLU afazlioglu@turuncudergi.com alkınma sadece ekonomik büyüme ile ölçülemez, insanların genel refahı ile ilgili olup sürdürülebilir olması için bireylerin sürece dahil edilmesi gereklidir. Bireylerin, kalkınma süreçlerine dahil edilmesinde en iyi yöntem gönüllülüktür. Gönüllülük, dünya üzerinde her toplumda görülen bir olgudur. Köklü ve tarihi geleneklerden doğan; yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma duygularına dayanan gönüllülük, insan davranışının en temel ifadelerinden biridir. Birey-toplum ilişkilerinin temel bir dışavurumudur. Türkiye’de gönüllük, birçok paydaşın çalışmalarının bir araya gelmesinin bir ürünü olup vatandaş olmanın bir ifadesi ve içinde bulunduğumuz insani ilişkilerin ayrılmaz bir parçasıdır. Gönüllü çalışmalar ortak çıkar ve ilgi birliği, ortak politik ve toplumsal tutumlara sahip grup ve grupların varlığını gerektirmektedir. Bu tür çalışmalar, toplumun bütünleşmesinde gönüllüler ya da doğrudan işlev gören yapılar aracılığıyla sosyalleşme ve karar alma süreçlerinde rol alarak toplumun sosyo ekonomik gelişimine katkıda bulunmaktadır. Bunun sonucunda da çok sayıda gönüllü örgüt ve çalışma meydana gelmektedir. Tarihsel süreç içinde farklı toplumsal koşullarda, farklı gönüllü çalışmalar ortaya çıkmıştır. Kırsal alanda var olan toplumsal dayanışma, birincil ilişkiler, aile ve akraba bağlarının güçlü olması; kentsel yaşam ile birlikte zayıflamakta, ikincil ilişkiler ortaya çıkmakta, aile bağları, sosyal kontrol ve dayanışma zayıflamakta, alt gruplar oluşmakta ve böylece geleneksel toplumsal dayanışma ağları erimektedir. Bu koşullar içinde insanlar kendilerini bir topluluğa ait hissetmek, hedeflerine ve amaçlarına ulaşmak için kendileri ile benzer çıkar ve düşünceleri olan kişiler ve/veya gruplarla birlikte olmaya 14 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 başlamaktadır. Toplumbilimcilere göre, eski kurumlarının yerine yenilerini koyma gereksinimi gönüllü örgütlerin ortaya çıkışına neden olmuştur. Ünlü Fransız sosyolog E. Durkheim, toplumlarda organik dayanışmanın teknolojik gelişme ve buna bağlı olarak ortaya çıkan iş bölümü sonucu yerini mekanik dayanışmaya bıraktığını savunur. Ona göre, bu türden bir yapı içinde, insanlar artık organik bir dayanışmanın kendilerine verdiği sıcaklık, yakınlık ve güven duygusunu bulamamakta ve kendilerini yalnız hissetmekte; bunun sonucunda da ortak amaç, hedef ve çıkarları olan gruplara yönelmektedir (Atauz, 1987: 100). Böylece gönüllü çalışmalar bütün olarak toplumun uyum içinde olmasına katkıda bulunmaktadır. Gelenek açısından baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu döneminde hayır yapma inancıyla şekil bulan “vakıf ” anlayışı, gönüllülük kavramıyla muhtaçlara yardım etmenin dünyadaki ilk örneği olmuştur. Daha sonra tüm dünya ülkelerinin gıpta ederek tanımladıkları bu gelenek Türkiye Cumhuriyeti’nde de devam etmiştir. Dünyada, özellikle de batıda, modern anlamda sivil toplum hareketi ve gönüllülük hareketlerine paralel olarak, Türkiye’de de gönüllülüğün gelişimi, genel anlamıyla sivil toplum ve vatandaş katılımı, 1980’li yıllardan beri yaşanan dönüşümün bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Özellikle 1990’ların başında Türkiye’de sivil toplumun gelişiminin hız kazanması ile birlikte toplumdaki bireysel gönüllülük çalışmaları, organizasyonel düzeyde yürütülmeye başlanmıştır. Farklı alanlarda çalışmalar yapan sivil toplum kuruluşları yürütmekte oldukları faaliyetler kapsamında gönüllüleri organize edip, ihtiyaç duyulan alanlarda eğitim, sosyal haklar, çevre bilinci gibi konularda bilgilendirme ve yardım faaliyetlerinde bulunmaktadır. Gönüllülüğün Farklı Tanımları Gönüllülük ile ilgili pek çok tanımlamayı literatürde görmekteyiz. Ancak bu konuda, dünya çapında, kapsamlı ve karşılaştırmalı çalışmalar oldukça sınırlıdır. Genellikle, gönüllülük kavramı tanımlarında öne çıkan özellikler arasında bireyin sorunlu alanlarda bir toplumsal sorumluluk bağlamındaki çalışmalar içinde aktif olması anlatılmaktadır. Gönüllülük; bir bireyin maddi karşılık beklemeden ya da başka bir çıkar beklentisi içinde olmadan, ailesi ya da yakın çevresi dışındaki bireylerin yaşam kalitesini artırmak ya da genel olarak toplumun yararına olduğu düşünülen bir hedefe ulaşmak için, yalnızca içinden gelerek ve doğru olduğuna inanarak, bir toplumsal girişime destek olmasıdır (ASPB, 2012: 5). Gönüllülük; kişinin herhangi bir çıkar beklentisi olmadan kendi yakını olsun olmasın herkesin, yaşam şartlarını üst seviyeye çıkarmak veya her türlü toplumsal refah için tamamen kendi özgür iradesi kapsamında toplum içinde oluşan veya bir sivil toplum kuruluşu içinde yapılan faaliyetlere turuncudergi.com turuncudergi.com destek olma biçimi olarak tanımlanabilir. Gönüllüler; tecrübe, anlayış, paylaşma, olumlu insani ilişkiler, eğitimli olma gibi özelliklere sahip olanların yanında bu özellikte olmasalar da içinde yaşanılan toplumda bir şeyler yapma isteğinde olan kişilerden de oluşabilir. Bu çerçevede samimiyet, çok önemli bir yere sahiptir (Güder, 2006). Gönüllülük; insan ilişkilerinin temel bir dışavurumudur. İnsanların içinde yaşadıkları topluma iştirak etme ve diğerleri için önemli olduklarını hissetme ihtiyaçlarıyla ilgilidir (BM, 2011: XX). Gönüllülük; toplumsal bütünlüğün ve refahın sağlanmasında bireylerin ve kurumların gerek tüketici-üretici, gerekse vatandaşlar olarak çevreye, içinde yaşadıkları topluma ve parçası oldukları çağdaş dünyaya karşı duyarlı olmalarıdır. Birleşmiş Milletlerin (2001) tanımında yer alan gönüllü faaliyetin üç temel özelliği vurgulanmaktadır: Birincisi; yasanın, bir sözleşmenin veya akademik bir gerekliliğin dayattığı bir yükümlülük olarak değil, kişinin kendi özgür iradesi çerçevesinde gerçekleştirilmesidir. İkincisi; bu faaliyetin “finansal bir ödül için yapılmaması”dır. Üçüncü özellik ise; bu faaliyetin kamu yararına olmasıdır. Zira gönüllü olarak çalışma esası sivil toplum kuruluşlarının var oluşunun temel unsurlarındandır. Gönüllülük, sivil toplum kurumlarının amaçlarını somut hâle dönüştüren bir eylemdir. Gerek sivil toplum örgütlerinde gerekse kamu kuruluşlarında gönüllük temelindeki çalışmalar; kurumsal olarak, kurumun faaliyet alanının çeşitlenmesini, yeni ortaklıkların kurulmasını ve kurumsal kapasitelerinin ve insan kaynaklarının güçlenmesini sağlamanın yanında kişisel olarak bu çalışmanın içinde olan bireyin de gönüllü olarak yapılan etkinlikler sonunda bir kazanç beklentisi güdülmese de, bireye çeşitli nitelikler kazandırmaktadır. Gönüllü çalışma bireyin sosyal bir çevre edinmesi, kişisel yalnızlık/ dışlanmışlık duygularının azalması, farklı sosyal gruplar hakkındaki ön yargılarının kırılması ve iletişim becerilerinin gelişmesi gibi faydalar sağlamaktadır. “Gönüllü çalışma bireye çok şey kazandırır, fakat para değil.” vurgusu oldukça önemlidir. Herkesin her zaman bir diğeri için yapabileceği/ hatta sadece o kişinin yapabileceği çok ama çok güzel ve özel bir şey olabilir. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 15 BEN-Ü SEN Neden “Gönüllü” Olunur? İnsanlar, yaşadıkları toplumda bireysel veya kitlesel olarak birçok sorunla karşı karşıya kalmaktadır. Çevreden sağlığa, afetlerden insani yardıma kadar geniş bir alanda ortaya çıkan bu gelişmeler duyarlı insanları bu alanlarda bir şeyler yapma ihtiyacına yöneltmektedir. Gönüllü olma gerekçeleri, toplum yapısı ve kişisel özellikler doğrultusunda çeşitlilik göstermektedir. Bu çeşitliliği kişiler özelinde anlamak; iyi bir iletişim ve işbirliği içinde gönüllü hizmet sunumu ve alımındaki en önemli unsurlar içindedir. Gönüllülük, vermek kadar almaya da yönelik bir etkinliktir. Gönüllülük ile iletişim becerileri, organizasyon yeteneği, kendini keşfetme, karşılıklı öğrenme ve uzmanlık becerileri gelişmektedir. Gönüllü olma gerekçelerini kişi ve toplum odaklı nedenler olarak iki temel kategoride ele almak mümkündür. Örneğin: Kişi odaklı nedenler; • Bir inanca bağlılığını göstermek, • Hayatına değişiklik katmak, • Başkalarına yardım ederek kendini iyi hissetmek, • Sahip olduklarını paylaşmak, • Bilgi, beceri ve deneyimleri paylaşmak, • Başkalarına örnek/model olarak takdir ve övgü kazanmak, • Belirli bir konuda yetki ve yetkinlik kazanmak, • Kendisini ihtiyaç duyulan birisi olarak görmek, • Sosyal bir çevre ve konum edinmek, • Aidiyet duygusunu yaşamak, • Ekip çalışmasının parçası olmak, • Kendini geliştirmektir. Toplum odaklı nedenler; • Toplumsal bir soruna çözüm bulmak, • Kamu yararı faaliyetlere katkıda bulunmak, • İnandığı ve güvendiği bir çalışmayı veya kuruluşu desteklemek, • İnsan kaynağı ihtiyacına katkı sağlamak, • Temsil ettiği kurumun/ toplumun/ grubun tanıtımına aracı olmaktır. Gönüllüler Neden Önemlidir? • Kurumların/sivil toplum kuruluşlarının gönüllülerden destek alması başarı göstergesi olup tanınırlıklarını artırır. • Devlet ile toplum arasında köprü görevi görürler. • Devlet ile toplum arasında birer iletişim aracıdırlar. • Mevcut hizmet ve çalışmaların toplum tarafından görülmesini sağlarlar. • Yapılan çalışmaların başarısını artırırlar. • Hizmetlerin sunum ve kullanımının daha etkili olmasını sağlarlar. • Profesyonel olarak çalışan ekibe moral oluştururlar. • İnsan kaynaklarının güçlendirilmesine katkı sağlarlar. • Toplum kalkınmasındaki çalışmalarda katılım ve katkı, kalkınmanın sürdürülebilirliğini sağlarlar. Gönüllülükte Yapılması ve Yapılmaması Gerekenler Yapılması gerekenler; sahip olduğu bilgi birikimini, zamanını, fiziki gücünü sunabilecek durumda olan ve bunun karşılığında maddi beklentisi olmayan kişi olan gönüllülerin var 16 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 olması ve kurumlar/sivil toplum örgütleri için çalışmaları, kurumları güçlendiren süreçleri beraberinde getirmektedir. Toplumsal kalkınma için gönüllülerin kırılgan/hassas nüfus kesimlerine yönelik çalışmaların içinde bulunması, zamanını, bilgisini, birikimini ve enerjisini paylaşması son derece önemlidir. Gönüllü çalışmanın esası olan sosyal ilişkiler, bireyin ve topluluğun refahı için kritik öneme sahiptir. Dahası; gönüllülük genelde yoksulluğun, marjinalleşmenin ve eşitsizliğin diğer biçimlerinin sonucu olan sosyal dışlanmayı azaltmaktadır. Aynı zamanda gönüllülük; kadınlar, gençler, yaşlılar, engelliler, kent yoksulları, topraksızlar, az topraklılar gibi sıklıkla dışlanan nüfus gruplarının topluluğa dahil olmasının da bir yoludur. Özellikle kırılgan/hassas nüfus gruplarının topluma entegrasyonlarında gönüllülük ve gönüllü kişilerin önemli bir rolü bulunmaktadır. Gönüllü çalışmalara katılan bireyler, hem kendilerinin hem ailelerinin hem de içinde yaşadıkları sosyal çevrenin sahip olduğu tüm olanaklarını (Bilgi, beceri, sosyal ağları, lojistik vb.) toplumun yararına olan çeşitli alanlarda kullanabilme fırsatı bulabileceği gibi bu yolla, yaşadıkları topluluğun ve/veya toplumun yaşamında söz sahibi olabilmektedirler. Yapılmaması Gerekenler; gönüllülerin toplumsal sorunlara duyarlılığı ve toplumsal sorunlara yönelik çözüm önerileri bugünün ve geleceğin inşasına, toplumun tüm farklılık ve zenginliklerini keşfetmeye, bir arada ve birlikte yaşayabilme becerilerimizin gelişmesine büyük fırsat yaratmaktadır. Dolayısıyla gönüllüler, gönüllü çalışmayı plansız, programsız, sorumluluk üstlenmeden, istendiği zaman vazgeçilecek bir lütuf olarak görmemelidir. Ancak kurumlar/ sivil toplum kuruluşları da gönüllüleri istedikleri her şeyi yaptırabilecekleri, ellerin altında, ücretsiz işgücü olarak algılamamalıdır. Böyle bir yaklaşım, gönüllünün kendisini mekanik bir araç gibi görmesine ve bir süre sonra toplumsal çalışmalardan uzaklaşmasına yol açabilmektedir. Gönüllüğün Önündeki Engeller Ülkemizde gönüllü çalışmalara katılımda toplumun en dinamik ve enerjisi en yüksek kesimini oluşturan gençlerin yanı sıra emekli olmuş, belli bir alanda birikimi olan ancak bunu kullanmayan/kullanılmayan çok büyük bir potansiyel söz konusudur. Gönüllü katılımın önündeki engellerin başında; bireylerde oluşan gönüllülük algısının ağırlıklı olarak maddi yardım sağlama veya çıkar bekleme olarak oluşması, dolayısıyla insan kaynağı olarak gönüllü katılımın göz ardı edilmesi, bireylerin gönüllük faaliyetlerine nasıl ve nereden başlayacakları hakkında bilginin yetersizliği ve katkı sağlanabilecek alanlara yönlendirilmelerinin eksikliği gelmektedir. Ayrıca kamu ve sivil toplum örgütlerinin önündeki en önemli kısıtlayıcı faktörler arasında insan kaynaklarına ilişkin sorunlar ve sürdürebilir bir finansman sağlama da yetersizlik yer almaktadır. Köklü bir medeniyetin bize mirası olan “GÖNÜLLÜLÜK” veren elin alan elden üstün olduğu bir inancın eseridir. SON SÖZ Ekonomiye ve sosyal kalkınmaya çok büyük katkıları olan gönüllülük, hiçbir zaman devlet hizmetlerinin yerini alacak bir şey değildir. Dünyada kırsal alandan kentsel alana, her yaşta, her meslek grubunda, her ırkta, her dinde ve her sosyal katmandaki bireyler bir şekilde gönüllü çalışmaların içinde yer almaktadır. Gönüllülük her ne kadar Türkiye’de artış göstermekte ise de, genel anlamda gönüllülüğün gelişimi sınırlı gönüllü altyapısı nedeniyle sekteye uğramaktadır. Bu konuda daha çok bilgi ve araştırmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Ayrıca gönüllülük hakkında oluşmuş yanlış hükümlerin kırılması gerekmektedir. Bize düşen, ülkenin dört bir yanından gönüllü potansiyelini harekete geçirmek, gönüllüleri gündeme getirmek, daha ciddi bir biçimde ele alıp hedeflere doğru yönelmek, “Daha fazla gönüllülük nasıl geliştirilir? Daha fazla gönüllü nasıl seferber edilebilir?” gibi konular üzerinde yoğunlaşmaktır. Diğer önemli bir konuda ulusal ve uluslararası anlamda karşılaştırılabilir olmasını sağlamak amacıyla minimum standartlar ve metodoloji üzerinde çalışmalar yürütülmeli, böylece gönüllük anlayışı için ortak kabule dayalı yöntemler oluşturulmalıdır. Gönüllülük; emek vermektir, sorumluluktur ve empati kurabilmektir. Kaynaklar Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı (ASPB). (2012), Gönül Elçileri El Kitabı, Ankara, Atauz. S. (1987), “Gönüllü Örgütlere İlişkin Yaklaşım ve Kurumlara Eleştirel Bir Bakış” TODAi, Cilt 21, Sayı 2. Sf-99-104. BM. (2011) Dünyada Gönüllülüğün Raporu.Güder, N. (2006), “STK’lar için Gönüllülük ve Gönüllü Yönetimi Rehberi”, Sivil Toplum Geliştirme Merkezi Yayınları, Ankara. YAZAR O sebeple batıda ülke nüfusunun iki, üç hatta dört katı STK bulunurken, Türkiye’de yüz bine bile ulaşmamış, üye sayısı üçte bir oranında bir STK’dan söz edilmektedir. STK’lara karşı ilgisizliğin önemli bir diğer sebebi ise bizzat kendilerinden kaynaklanmaktadır. Yakın zaman önce tarihimize “Karabasan” olarak geçen 28 Şubat sürecinde, bir kısım STK’lar sindirilirken, bir kısmı darbecilerin yanında yer almıştır. “Mahşerin beş atlısı” olarak nitelenen STK’lar, baskı ve zulümlere karşı durmak yerine, darbecilerin değirmenine su taşımışlardır. Hâlbuki STK’lar, demokrasilerde halkın hukukunu korumak için tesis edilmiş baskı grubu olarak bilinmektedir. Sözün burasında antiparantez bir gerçeğin altını çizmekte yarar var; Türkiye o karanlık dönemi yine STK eliyle aşmasını bilmiştir. STK konusunda altı çizilmesi gereken önemli bir gerçek; ülkenin maddi ve manevi kaynaklarının otuz beş yıldan beri heba edilmesine sebep olan PKK terörü ile mücadele yönteminde büyük bir hata yapılmıştır. PKK terörünün tohumları, altmışlı yıllarda kilisenin, zamanın ABD Devlet Başkanı olan Kenedy’nin büyük desteğini alarak örgütlediği “Barış Gönüllüleri” eliyle atılan fitne ve ayrılık tohumları yine bir başka STK eliyle önlenebilirdi. Bugün başta Afrika olmak üzere dünyanın pek çok yerinde bize ait STK’lar mazlumların yanında ve onlara yardıma koşmaktadır. Özellikle AB ülkelerinde bize ait STK’lar önemli görevler üstlenmektedir. Yeterli mi? Sosyal gelişmişlik, ekonomik gelişmişlikten daha geniş kapsamlı bir kavramdır. Ekonomik gelişmeyi ve büyümeyi içine aldığı gibi; nüfusun nitelik olarak iyileşmesinin de bir göstergesidir. Küreselleşmenin artan etkileriyle önü açılmış milli devletlerde, mahalli seviyedeki yönetimler veya dıştan kumandalı bazı sivil toplum kuruluşları desteklenerek merkezi devlete karşı siyasi baskı unsuru olarak kullanıldıkları görülmektedir. Bir başka ifadeyle; mahalli yönetimler (belediyeler) ve bazı sivil toplum kuruluşları, küresel gücü elinde bulunduranların yararına “alternatif egemenlik alanları” doğurmaktadır. Bu alanlar, o milli devletle küresel güç ve blokların pazarlık gücünü artırmaktadır. Bu durum, önü açılmış ve gelişmekte olan milli devletlerin çıkarlarını korumalarını zorlaştırmakta, milli direnci zayıflatmaktadır. Demokratik şartların daha ileri gitmesi, içte ve dışta güçlü olabilmenin yolu STK’lardan geçmektedir. Fert fert herkesin asgari düzeyde birkaç dernek, vakıf, kısaca STK’ya üye olma zarureti bulunmaktadır. Özellikle gençlerin STK’da görev almaları, hayata hazırlanması açısından büyük bir önem taşımaktadır. Uzağında kaldığımız STK’ların bizzat içinde bulunmanın tam zamanı. Yakınında Olunması Gerekİrken UzaĞında Kalınan Sİvİl Toplum KuruluŞları “ AHMET FİDAN afidan@turuncudergi.com T arihte ve günümüzde kalkınmış ve ileri ülkelerin devlet yapısı iki temel üzerine tesis edilmiştir: Formel (Resmi), informel (Gayri resmi). Resmi yapı kuvvetler ayrılığı; yasama, yürütme ve yargıdan meydana gelmektedir. Yasama, kanun yapma görevi TBMM’ye aittir. Millet iradesi ile teşekkül etmektedir. Yürütme, eski adıyla icra, Bakanlar Kurulu eliyle görevini ifa etmektedir. Yasama ve yürütme arasında ihtilaf hâlinde devreye yargı erki girmektedir. Yargı, bağımsızdır ve Türk milleti adına hüküm tesis etmektedir. Birde sistemin ikinci temel unsuru olan gayri resmi organları bulunmaktadır. Batılıların non guvarnemantal, eskilerin gayri resmi dediği; şimdilerde sivil toplum kuruluşları denilen kesim bulunmaktadır. Bilim adamları sivil toplum teşkilatlanmasını “Fert ve grupların kendi iradeleriyle, ihtiyaç duyarak, kamuoyu yaratmak amacıyla, hür kararlarıyla kurdukları ve geliştirdikleri demokratik baskı grupları” olarak tanımlamaktadırlar. Bunlar dernek ve vakıflar olarak karşımıza çıkarlar. Sivil toplum kuruluşları, resmi kanal dışı bir teşkilatlanmadır. Bu bakımdan, hükümet ve devlet güdümünde, resmi sıfatlı şahısların yönetiminde olan veya milletlerarası kuruluş ve vakıfların güdümünde dıştan yönetilen, dış maddi destekli kuruluşlar, sivil toplum hareketi içine alınamaz. 18 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 GerçeĞİ” Çünkü burada hür ve bağımsız irade söz konusu değildir. Hür ve bağımsız irade ipotek altına alınmış olmaktadır. Sivil toplum kuruluşları uzun, zengin bir tarihi geçmişe sahiptir. Özellikle büyük ve azametli bir medeniyete sahip Müslümanların, sivil toplum kuruluşları yönünden örnek ve muhteşem bir mazisi bulunmaktadır. Selçuklular’da “Ahilik” tarihte bir emsali, benzeri gösterilemeyen bir STK örneğidir. Osmanlı Medeniyeti aynı zamanda bir vakıf medeniyeti, sivil toplum kuruluşu, gönüllülük esasına dayanması sebebiyle altı yüz yıl ömür sürmüştür. Sivil toplum kuruluşları, yaptıkları işlev ve üstlendikleri görevler itibariyle beş kısımda ele alınabilir veya incelenebilir; vakıflar, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları ve siyasi partiler. Aslında siyasi partiler bir STK mı, değil mi tartışmalıdır. Bu konuyu şimdilik başka bir yazıya bırakalım. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’li yıllara gelene dek, gerek formel ve gerekse informel yapı, dolayısı ile kuvvetler ayrılığı temel ilkeleri ve gerekse STK’lar tekelde temerküz ettiği için bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Yasama, yürütme ve yargının tek elde toplandığı o dönemde, sistem kendine has STK’lar da tesis etmiştir. Çocuk Esirgeme Kurumu, Türk Hava Kurumu, Yardım Sevenler Derneği dönemin resmi kimlikli STK’larıdır. Yetkilerin tek elde toplandığı o dönem, Türkiye’nin en fakir ve geri kalmış dönemidir. Resmi prosedür ve uygulamalar, sonraki nesillerde, çok yönlü STK kavramının gelişmesini engellemiştir. Son on yıl süresince uygulamalar STK’ların kalkınması ve gelişmesi yönünde olsa da insanlar STK’lara ilgisizdir. İçişleri Bakanlığı’nın resmi verilerine göre hâlen, doksan altı bin kadar sivil toplum kuruluşu faaliyettedir. Ülke nüfusunun 78 milyon olduğu göz önüne alındığında, sayı yeterli değildir. Demokratik ve kalkınmış ülkelerin çok gerisinde bulunmaktayız. Kaldı ki söz konusu istatistikte yer alan birçok dernek, vakıf tabeladan ibarettir. İnsanların STK’lara karşı ilgisizliğini iki başlık altında incelemekte yarar var. Öncelikle, sistem hâla kendisinin “Baba” olduğunu düşünmekte, kendisinden başkasının olmasını istememektedir. Tek parti döneminin bir alışkanlığı sürmektedir. İkincisi, her on yılda bir tekrar eden askeri darbelerin önceliği STK’lar üzerinde olumsuz algı oluşturmuştur. Gece yarısı idareyi ele alan zaptiyelerin ilk işi STK’ları kapatmak, menkul ve gayrimenkullerine el koymak, üye ve yöneticilerini içeri almak olmuştur. STK üzerinde oynanan son derece çirkin bu oyun, insanların STK’la yönelmesine engel olmuştur. turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 19 ARAŞTIRMA “Ben”in haklarının kutsandığı bir dünyada, “biz”in haklarını hatırlamak için geç kalmamalıyız. Yeni Sınıflı Toplumun Geçişkenlik Aracı: ÜÇÜNCÜ SEKTÖR YOLUYLA GERÇEKLEŞEN YURTTAŞLIK Ayşe Keşir aysekesir@turuncudergi.com İ mece, vakıf medeniyeti, yardımlaşma olarak kodlarımızda var olan kadim değerleri, bugünün diline dönüştüremeyince, “üçüncü sektör” adıyla, batıdan yeniden öğrenir olduk. Kaynaklara göre, Anadolu’da vakıf medeniyetin ilk varlık gösterdiği zamanlar, Malazgirt’ten öncesine, Yesevi’nin Horasan Erenleri’ne kadar uzanıyor. Orta Çağ’da akıl hastaları cadı avı ile yakılırken, Orta Asya’dan bize miras olarak Anadolu’da vakfiye şifahaneler, akıl hastalarına müzikli terapi ile şifa dağıtıyordu. Vakıflar Genel Müdürlüğü arşivinde kayıtlı (Osmanlı döneminden), 26.798 vakıf bulunmaktadır. Bu kayıtlarda 2309 Osmanlı kadının ismi, 1044 kadının da vakfiyesi mevcuttur. Bugün vakıf sayısının yaklaşık 40.000 olduğu 20 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 bilinmektedir. Vahşi kapitalizm ve vahşi modernizm içinde “insanlığımızı” ancak “gönüllü” çalışmalar ile yeniden inşa edebiliriz. Gerçi reel sektör veya ikinci sektörün “sosyal sorumluk” anlayışıyla ürettiği projeler, sonuçta yine kapitalizme hizmet ediyor olsa da “gönüllülüğün” görünür olması açısından önemlidir. ABD’de ve Avrupa’da, eğitim ve sağlık alanında üçüncü sektörün varlığını gördüğümüz birçok örnekten bahsetmek mümkün. Peter F. Drucker, 2000 yılında yazdığı “Yeni Gerçekler” kitabında, üçüncü sektör alanında özellikle ABD ve İngiltere örneklerine geniş yer veriyor: “Bu kuruluşlar arasında Amerikan hastanelerinin çoğunluğu, okulların büyük bir bölümü ve yüzde olarak kolejlerle üniversitelerin daha da geniş bir kısmı yer almaktadır.” Vahşi kapitalizm ve vahşi modernizm içinde “insanlığımızı” ancak “gönüllü çalışmalar ile yeniden inşa edebiliriz. “Üçüncü sektör kuruluşları başka ülkelerin tanımadığı kuruluşlar değildir. İngiliz eğitimi içinde “üst kademeler” de yer alır -özel hazırlık okulları ve iki prestij üniversitesi Oxford ve Cambridge sayesinde-.” “Üçüncü sektör, ülkenin fiilen en büyük işvereni durumundadır ancak istatistiklerde ne bu sektör içindeki işgücü ne de bunların gerçekleştirdiği verim görünmektedir. Her ergin Amerikalı’dan birinin (Bu toplam olarak 90 milyon kişi etmektedir.), üçüncü sektörde gönüllü olarak çalıştığı tahmin ediliyor. Çoğu da bunu ücret karşılığı çalıştıkları işlerine ek olarak yapmaktadır. Bu gönüllülerin yaptıkları çalışma, tam gün çalışmayla 7.5 milyon iş yılına karşılık gelmektedir. Kendilerine para ödense, yılda 150 milyar dolar eder ama tabii ki ödenmemektedir. Üçüncü sektörün varlığı, ABD’de neden vergilerin Avrupadaki’nden daha düşük olduğunu da açıklamaktadır. ABD’de kamuya ve topluluğa yönelik amaçlar için yapılan harcamaların miktarı gerçekten de epey yüksektir ancak bunun oldukça büyük miktarı -GSMH’nin % 15’ine ulaşan oranı- vergiler kanalıyla gelmemektedir. Bu miktar; verilen ücretler biçiminde, sigorta pirimleri biçiminde, yardım amaçlı katkılar biçiminde devlete ait olmayan üçüncü sektör kuruluşlarına doğrudan gider.” GÖNÜLLÜ PROFESYONELLER Gönüllüğün zaman zaman “keyfiyet” olarak algılanması, gönüllü çalışmaların aksamasının en büyük nedenidir. Yeni dünyanın gönüllü kuruluşları, bu anlamda kurumsallaşmayı da tamamlamak zorundadır. Performans ölçümleri, fon kullanımı, proje yazımı, uygulama vb. yöntemler ile artık “gönüllü profesyonellerden” söz etmek mümkün olmaktadır. Sivil toplum kuruluşlarının “hayır” amacıyla çıktıkları bu yolda, gerek yurt içinde gerekse yurt dışında akredite olabilmek için kurumsallaşmayı gözetmeleri gerekmekturuncudergi.com turuncudergi.com tedir. Drucker’ın, adı geçen kitabında, bu yaklaşımı “Artık gönüllüler yok.” şeklinde ifade etmesi beni her ne kadar rahatsız etse de verdiği örnekleri kayda değer buluyorum. “İyi işleyen bir üçüncü sektörde artık gönüllüler yok. Yalnızca ücret almayan görevliler vardır. Salvation Army, Filorida’da kendi gözetiminde şartlı tahliye edilmiş 25.000 kişiyi sıkı bir denetim altında tutarlar. Oysa bu işle görevlendirilmiş 160 elemanları vardır. Bunlar gönüllüleri denetleyip eğitirler ve işler sarpa sardığı durumda gerekeni yaparlar. Asıl işi 250-300 dolayındaki ücretsiz elemanlar yürütmektedir. Piyasada bir daralma olduğu sırada Kız İzciler Örgütü’nün üye sayısını olduğu gibi koruyabilmesi, gönüllü sayısında meydana gelen epey büyük bir artış sayesinde olmuştur. Sayı 600 000’den 730.000’e çıkmıştır. Yeni gönüllülerin çoğu -en azından şimdilik- kendi çocuğu olmayan ama hafta içinde ve hafta sonlarında bir-iki akşam yalnızca kadınların bulunduğu ortamda ve çocuklarla bir arada olma ihtiyacını duyan, meslek sahibi genç kadınlardır. Onları buraya çeken şey, sırf, yaptıkları işin profesyonelce olmasıdır. Haftada birkaç saat eğitim görmeleri ya da yeni gelenleri eğitmeleri istenir. Aslında üçüncü sektör kuruluşları içinde daha önce ücretli elemanlar tarafından yapılan işler, giderek artan bir oranla ücretsiz elemanlar tarafından üstlenilmektedir.” kayıtsız kalamamakta ve direnememektedir. Yalnızlaşan dünyada, kapitalizm daha kolay sömürebilmek için bize yalnızlığı dayatsa da dayanışma, yardımlaşma ve sosyal sorumluluğu hatırlamak, sosyal yaraları sarabilmenin en önemli yoludur. Yeni nesil için, gerek ailede ve gerekse ilk eğitim yıllarından itibaren projeler yoluyla deneyimlenecek olan “gönüllülük”, içimizdeki insanlığı yaşatabileceğimiz önemli bir araç olarak karşımızda durmaktadır. “Ben”in haklarının kutsandığı bir dünyada, “biz”in haklarını hatırlamak için geç kalmamalıyız. Sağlınız yerinde mi? Oturacak bir eviniz var mı? Eğitim aldınız mı? Bir aileniz var mı? Akşam yemeğiniz dolabınızda mı? Bu soruların birine veya birkaçına cevabınız “evet” ise, siz Allah’ın sevgili ve şanslı kullarındansınız. Peki ya diğerleri, sizin kadar şanslı olmayanlar... Siz şanslı ama borçlu doğanlar… Üzerinde yoksulun hakkı olan zenginler… Her malın zekâtı kendi cinsindendir, unutmayınız! SINIFLI TOPLUMUN YENİ GEÇİŞKENLİK ARACI Gönüllü çalışmaların yaygınlaşması, modern hayatın körüklediği sınıflı toplumda, sınıflar arasında kayda değer bir geçişkenlik sağlayabilecek önemli bir araçtır. Site şehirler, özel okullar, iş merkezleri, AVM’ler ile oluşan yeni yaşam alanı anlayışı; bir yandan sınıflı toplumu ve sınıflar arası çatışmayı kışkırtmaktadır. Modern gettolar oluşurken, kendini “muhafazakar” olarak tanımlayanlar dahi bu yeni duruma Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 21 DOSYA VAKIFLARIN Elif Ayla Kadın eli değmiş vakıfları anlatacağız şimdi sizlere. Neden mi? Çünkü en az bir hanımefendinin kalbi kadar naif hikâyeleri var onların. Şimdilerde magazin konusu oladursun tarih sahnesinin kadınları. gelin biz onların hayırlarından konuşalım; Safiye Sultan tarafından başlanıp, altmış küsur yıl sonra Hatice Turhan Sultan tarafından bitirilen Yeni Cami... hayır söyleyip hayır bulalım! S on günlerde tarihte kadın meselesi, sahiden bir “mesele” hâline geldi. Bu aslında iyi bir şey belki de. Sular bulanmadan durulmaz derler; mevzu konuşulacak, konuşuldukça da anlaşılacak. Bir sahnenin arkasındaki fısıltıları dinliyoruz sanki. Oysa keşke haremin kadınları çıksa sahneye; işte o zaman “Biz gerçek harem hanımları...” diye başlasalar konuşmaya. “Ben Hürrem.” dese ilki, “Hani şu kötü bildiğiniz Hürrem.” “Ben Ayşe Sultan.”, “Ben Esma Sultan.”… Böyle böyle anlatsalar kendilerini. Kendilerini ve dönemlerini… Haremin bir eğlence yuvası olmadığını, içinde çocukları da barındıran bir hane özelliği taşıdığını, aynı zamanda tıpkı bugünün “Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı” gibi bir kurum olduğunu anlatsalar. Bu köklü, köklü olduğu kadar da sorumlulukları olan kurumun, dünyanın farklı coğrafyalarına uzattığı yardım ellerini anlatsalar sonra. Aslında Müslüman kadınların vakıf geleneği Hz. Hatice’yle başlar. Kadın vakıflarının kapısını bir valide, eş, hemşire olarak o açmıştır. Mekke’de üç yıl gibi bir boykot süresince ve devamındaki yıllarda, zengin bir kadın olan Hatice’nin gücü tartışmasız bir denge unsurudur. Zengin doğup yoksul ölmüş olan bu sevgili valide, hâlâ hayırlarıyla gönüllerin valide sultanı değil midir? Oğullarının iktidar mücadelesinde haklı ya da haksız adı geçen bu kadın, belki de adını ölümsüzleştirecek bir işe imza atmıştır: Darü’l-Erkam üzerindeki haklar kendisine geçince etrafındaki tüm mülkleri satın alan Hayruzan, Müslümanların ilk defa bir araya geldikleri bu kutlu mekânı yeniden inşa ettirmiştir. YENİ CAMİ’NİN 70 YILLIK YAPIMI Gelelim Osmanlı hareminin hanımlarına. Bugün pek çok saray kadını için hakaretamiz bir biçimde dillendirilen “dönme” sıfatı, basit bir İstanbul gezisiyle söyleyenini utanca boğacaktır! Hatta vakıf, cami, külliye, çeşme ve kütüphane dolu bu turun sonunda görülecektir ki bazı devasa eserler tek bir hanım tarafından bitirilememiş, kendisini takip eden kadınlar tarafından tamamlanabilmiştir. Safiye Sultan tarafından başlanıp, altmış küsur yıl sonra Hatice Turhan Sultan tarafından bitirilen Yeni Cami buna güzel bir örnektir. Zamanında çok ses getirmiş caminin inşaatının kâhyalığına kızlar ağasının kethüdası tayin edilir. İnşaatın sorumluğu sadrazama verilir. Tüm bunlar, sarayın camiye verdiği önemi ve işin ne kadar büyük çaplı olduğunu göstermektedir. Ancak padişahın vefatıyla birlikte valide sultanlıktan ayrılan Safiye Sultan, inşaata da son vermek zorunda kalır. Eskimeye başlayan binayı IV. Murat tamamlamak istemişse de, ona da nasip olmamıştır bu kadın eli değmiş ibadethaneyi açmak. Yetmiş yıla yakın bir zaman sonra Turhan Sultan inşaatı yeniden başlatır. Oldukça külfetli olan bu caminin yapımını, sulta- SU GİBİ AZİZ BİR HANIM Bugün bir lider eşi olarak hatırlanması gereken kadınların başında Harun Reşit’in karısı Zübeyde gelir. Her daim dik durmuş, vakar ve merhamet sahibi bu kadın da halef ve selefleri gibi pek çok hayra, vakıf eserine imza atmıştır. Hac yolunda olan Müslümanlar istifade edebilsin diye pek çok suyolu ve kemer inşa ettiren Zübeyde, misliyle de kuyu açtırmıştır. Bu kuyu ve suyollarının onarım ve bakımları Osmanlı İmparatorluğu zamanında da yapılarak kullanımı devam ettirilmiştir. Kim bilir, belki hâlâ yolcularına su dağıtan birileri anıyordur Zübeyde’yi. Dönemin parlak ve siyasi isimlerine göz attığımızda, karşımıza Zübeyde’nin kayınvalidesi Hayruzan Hanım da çıkar. 22 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com nın hünkâr mahfiline koridorlarla bağlı bir köşkten izlediği bilinir. Böylelikle Yeni Cami, kadınlar tarafından inşa edilen ilk selâtin cami olma özelliğini de kazanarak uzun, çok uzun yıllar sürecek İstanbul şehadetine başlar. GÜLFEM’İN ÖMRÜNE BEDEL… Yeni Cami Galata Köprüsü’nün altından akan berrak suyu seyrededursun, biz yönümüzü İstanbul’un mütemmim cüzü Üsküdar’a çevirelim. Üsküdar Gülfem Camii, yalnızca kadınların ibadetine açık olan, uğruna bir can feda edilen pek sevgili bir eserdir. Rivayet odur ki, çok güzel bir cariye olan Gülfem’in ikbalde gözü yoktur (Bununla birlikte Gülfem’in yüksek bir maaşının olduğu, kethüdalık gibi bir makam sahibi olduğu varsayımlar arasındadır.). Saray kadınları arasında yükselmek, valide sultan olmak gibi hayaller kurmamaktadır. Kendini hayır işlerine vermiş Gülfem’in en büyük arzusu bir cami yaptırmaktır. Bunun için para biriktirmektedir. Padişahın kendisini çağırdığı bir gece sırasını bir başka cariyeye satar. Böylece camisi için daha fazla para biriktirebilecektir. Fakat bunu öğrenen sultan çok hiddetlenir. Yapılan hareketi şahsına değil, devlete hakaret olarak görür. Bir söylenceye göre Gülfem öldürülür. Fakat gerçek öğrenilince cami padişah tarafından tamamlanıp, ibadete açılır. Gerçek böyle midir, bilinmez. Tarih efsaneleri sever. Efsaneler arasında Gülfem’in Şehzade Bayezid’i tuttuğu için sonu ölüme giden bir yola girdiği söylense de, bu bahtsız cariyenin öyküsü de adı da bugün hâlâ unutulmaz. Bu cami yanında Üsküdar Gülfem Camii, yalnızca kadınların ibadetine açık olan, uğruna bir can feda edilen pek sevgili bir eserdir. bir okul, imaret ve çeşme varsa da hangilerinin cariye tarafından, hangilerinin sonradan başka hayırseverler tarafından yaptırıldığı bilinmemektedir. Gülfem Hatun ayrıca sağlığında Karacaahmet Sultan Türbesi’ni tamir ettirmiştir. Yine rivayete göre; rüyasında her gece Karacaahmet Sultan’ı gören cariye, türbeyi ziyaretinde harap vaziyeti görür ve burayı inşa ile tavanı yaptırır. Türbenin içine de Karacaahmet Sultan’ın sancağını, devetüyü hırkasını ve tesbihlerini koydurur. Bu hayırsever kadın Manisa’da çeşme de yaptırmış, vakfiyesi için Manisa’dan otuz dükkânını bağışlamıştır. Gülfem Hatun, Ebussuud Efendi imzası taşıyan bir vakıf kurmuş, bu vakıf çatısı altında pek çok hayra imza atmıştır. İdam edilmiş olduğu kesin olan bu talihsiz cariyenin eserlerinden günümüze yalnızca camisi kalmıştır ki bu cami de bir yangın geçirmiş, yeniden yapılmıştır. Cami dışında kalan mektep, çeşme ve karbansaray geçen yıllarla birlikte yol çalışmalarına feda edilmiştir. Yolumuz Üsküdar’a düşmüşken Gülnûş Emetullah Valide Sultan’dan bahsetmeden geçmek olmaz. Gülnûş Emetullah Valide Sultan, bugün hemen her İstanbullu’nun tanıdığı bir simadır. Üsküdar’daki güzel camisi ve yanındaki üstü açık türbesiyle bu hanım sultan, validesi olduğu iki padişahtan (II. Mustafa ve III. Ahmet) belki daha çok bilinir, yâd edilir. Bugün hâlâ yaşayan camisinde bir kütüphane oluşturan Sultan, Galata’da da bir cami yaptırmış fakat yazık ki o caminin ömrü günümüze kadar vefa etmemiştir. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 23 DOSYA Ülke savunmasına dair çalışan hanımlardan biridir Turhan Sultan. Çanakkale Boğazı’nın iki yanında yıkık vaziyette bulunan kaleyi onararak yeniden açılmasını sağlayan valide hakkında padişahın sır kâtibi Abdi İbrahim Paşa yazdığı kasidesinin bir bölümünde şöyle der: “… Boğazın iki yakasına iki kale yaptırarak müminlerin topraklarını düşmana karşı emniyetli kıldı. Şimdiye kadar hiçbir valide sultan dünyaya böyle saygın bir anıt dikmeye layık olamamıştı.” Topkapı Sarayı Harem Bölümü Kösem Sultan Hürrem Sultan KÖSEM VE HÜRREM SULTANLAR Osmanlı saray kadınlarından söz ederken adı anılmadan geçilemeyecek güçlü kadınlardan biri kuşkusuz Kösem Sultan’dır. Osmanlı Tarihi’nin çetrefilli zamanlarının kadınlarındandır o. Üzerine çok şey konuşulmuş, yazılmışsa da en “yanlış anlaşılan” hanım sultanlardan biri odur kuşkusuz. Kösem, gizli hayırlarda bulunuyor, yetim kızları evlendiriyor, onların çeyiz ve ev ihtiyacını görüyor, giydirip bakımlarını sağlıyordu. Bunların pek çoğu el altından yapılıyor; Sultan tebdil-i kıyafet çıkıyor, ihtiyaç sahiplerini yokluyordu. Bir diğer yanlış tanınan padişah kadını da Hürrem Sultan olmalı. Hürrem Sultan adına Kanuni’nin yaptırdığı eserler bir yana, Hürrem Sultan’ın bizzat yaptırdığı vakıflar da onun hayırsever kişiliğini ve güçlü şahsiyetini vurgular. Sultan’ın İstanbul’daki külliyesi, Mekke ve Medine’deki külliyeleri ile İstanbul’daki büyük hamamı bugün için de büyük ölçekli yapılardır. 24 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 Sultanın Mekke, Medine ve Kudüs’te yaptırdığı külliyelerde her gün yoksullara aş dağıtıldığı bilinir. Bu mutfaklarda günde 80 kilo pirinç kullanıldığına dair kayıtlar, dağıtılan yemeğin miktarına dair fikir vermektedir. Diğer yandan Kudüs’teki vakıf, 1944 yılına kadar ihtiyaç sahiplerine yemek vermeye devam etmiştir. Hâlâ bir hanım sultanın ekmeğini yiyip duada olanların varlığını bilmek, bugüne bir şey söylemiyor mu? KİTAPLARA DEĞEN KADIN ELİ Tüm bunların yanında, hanım vakıflarında önemli bir yeri kütüphaneler ve okullar almıştır. Okullar arasında belki de bugün en bilineni Pertev Nihal Valide Sultan’ın yaptırdığıdır. Bugün lise olarak hizmet veren bina, vakıf işlevini hâlen sürdürmektedir. Pek çok yetime annelik ettiği bilinen bu sevgili valide, yaptırdığı camisine de 1000 civarı kitap bağışlamıştır. İstanbul’a kütüphane yaptıran ilk kadın II. Selim’in eşi ve Kanuni’nin gelini olan Nurbanu Sultan’dır. Külliyeye bir medrese ile darülhadis ekleten sultan, bu ilim yuvasının talebeleri için kütüphane bağışlamış, o günün şartlarında kütüphane memuruna günde 3 akçe yevmiye bağlamıştır. Kütüphane zamanla başka sanat ve hayırseverlerin ilgisine mazhar olmuş, zengin bir kitap koleksiyonu oluşmuştur. Nurbanu Sultan, yetiştirdiği evladına da aynı muhabbeti vermiş ki kızı İsmihan Sultan da hem vakıf geleneğini sürdürmüş hem de Eyüp’teki medresesinde bir kütüphane oluşturmuştur. Bugünden bakılınca kütüphane oluşturmak belki basit görünüyor fakat dönemde büyük bir ihtiyacı karşılıyor, büyük maddi imkânlar ve emek gerektiriyordu. KALELERİ ONARAN KADINLAR Osmanlı kadınlarının görünen hayratları yanında bir de görünmezleri vardır ki belki de asıl hikâyeler onlarda gizlidir. Ülke savunmasından silah alımına, askerlerin bakımından at ihtiyacına kadar uzanan bu liste sahiden dikkatle incelenmeyi hak eder. turuncudergi.com VE BİR KADININ BÜTÜN SERVETİ Yalnızca yaşarken değil, vefatıyla bile hayra vesile olmayı başaran pek çok hanım arasından yazık ki azına yer verebildik, kısa bir girizgah yaptık. Mesela; Nurbanu Sultan, öldüğünde kölelerinden 150’sinin azat edilip her birine 1000’er altın verilmesini vasiyet etmişti. Sultan III. Murad’ın kızı Ayşe Sultan da ölümünden sonra Müslüman esirlerin satın alınıp azad edilmesi, özellikle de kadın esirlere öncelik tanınması yönünde bir vasiyet bırakmıştı. Bu uzun bahsin kısa girizgâhının nihayetini, son dönemde çokça hatırlanan Fatma Pesend Hanım ile yapalım: Hür bir kadın olarak saraya giren Fatma Pesend Hanım, Sultan II. Abdülhamid’in kadınlarındandır. Eğer tarih farklı bir biçimde seyretseydi, bugün biz Midilli Adası’nın adını bu hanımın vakfı olarak kadın vakıflarının en başına yazıyor olacaktık. Fatma Pesend Hanım, kendinden evvelkiler içinde belki de en fedakâr olanıydı. Bu zeki hanım, bir zamandır kederini izlediği padişahın derdine derman olmak ister. Fransızlar, Osmanlı borçlarının bir kısmı için Midilli Adası’nı işgal etmişler, ellerindeki senet tutarını faiziyle alamamaları hâlinde adaya el koyacaklarını bildirmişlerdir. Ne tesadüftür ki bir İsrail inşa etmek arzusuyla ziyarete gelen Herzl’in de teklif ettiği rakam aynıdır. Eşinin derdini bilen Fatma Pesend Hanım, bütün servetini eşine vererek sıkıntıyı gidermeyi teklif eder. Kendi geleceğinden ümitsiz padişah teklifi reddeder, pek genç olan bu hanımefendiye müstakbel azlinden sonra lazım olabilecek bu servetin ehemmiyetini anlatır. Hanımından aldığı cevap manidardır: “Bu devlete benim borcum yok mu?” KaynakÇA: e Pierce, Harem-i Hümayun Önder Kaya, Kültür Dergisi Osmanlı’da Kadın Özel Sayı Doç. Dr. Tahsin Özcan, Üsküdar Sempozyumu turuncudergi.com KÖLELER DE VAKIF KURABİLİYORDU V akıflar “Hür bir kimsenin herhangi bir malını yahut malının gelirini kamu yararına bağışlaması.” şeklinde vücut bulmuş olmakla birlikte, bazen varlığıyla kendisini bir değere adamış köleler de ibretlik eserleriyle hâlen hatırlanmaktadır. Kölelerin kurduğu vakıflar ayrı bir araştırma konusu olsa da, Türk Edebiyatı Vakfı tarafından kullanılmakta olan Cevri Kalfa Mektebi’nden söz etmeden bu bahis geçilmez: Kalfa, Sultan II. Mahmut’un hayatını kurtarmış yürekli bir köledir aslında. Sultan III. Selim’i tahttan indirmek isteyen yeniçerilerin saraya saldırısı sırasında mangaldaki köze ellerini sokup yeniçerilerin yüzüne atan kalfa, genç şehzadenin hayatını kurtarmıştır. Şehzade onun sayesinde dama çıkabilmiş, böylece bir katliama girişmiş olan yeniçerilerin ellerinden kurtulmuştur. Sade bir köle olan kalfa, yalnızca bir hayat kurtarmamış, tarihin seyrini değiştirmiştir. Genç padişah tahta geçtiğinde Cevri Kalfa’yı unutmamış, kendisini ihsanıyla mutlu etmiştir. Kalfa ise kendisine hediye edilen Çamlıca’daki köşkün içindeki suyu şehre indirerek, ahalinin kullanımına açarak vakfetmiştir. Sultan Mahmut’un kalfa adına yaptırdığı okul yıllarca sıbyan mektebi olarak kullanılmış, daha sonra kız mektebi olmuş, yıllarca da Anadolu’ya tayin olunan genç öğretmen namzetlerine verilen güzel konuşma derslerine ev sahipliği yapmıştır. ZEYNEP HANIM İLE KAMİL PAŞA’NIN ARMAĞANI: ZEYNEP KAMİL HASTANESİ Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın kızı Zeynep Hanım ve Yusuf Kamil Paşa, henüz paşanın memuriyetinin başında tanışmış, evlenmişlerdir. Evlilikleri o dönemde nadir görülen aşk evliliklerindendir. Fakat mutlu evlilik bir zaman sonra araya giren siyasi hesaplaşmaların kurbanı olmuş, Yusuf Kamil Bey, eşini boşamak zorunda bırakılmıştır. Sultan Abdülmecid ve Sultan II. Abdülhamid dönemi bu ayrılıkla sonuçlanmış aşk hikayesine sahne olmuş, her iki sultan da âşıkları birleştirmek için uğraşmıştır. Artık paşa olan Yusuf Kamil Bey ile Zeynep Hanım, Sultanın girişimiyle ikinci defa evlenirler. Ancak kader onlara bir evlat nasip etmez. Çocuk özlemiyle yanıp tutuşan çift, kalplerindeki yangını söndürmenin yolunu kendilerini hayır işlerine adamakta bulur. Birbirine pek tutkun çift, kendi mülkleri üzerinde hastane inşa eder. Aynı zamanda ilk özel teşebbüs hastane olmak özelliğini de taşıyan Zeynep Kamil Hastanesi, yüz yılı aşkındır yeni doğan bebeklerin sesleriyle çınlamakta, her yeni doğan bebek hastanenin bahçesindeki türbede yatmakta olan karı-kocaya cennet kokuları getirmektedir. Gülfem, Nihal, Zübeyde ve daha nice isimlerle... Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 25 Birçok coğrafyada mazlum insanlar sadece yanında bir şefkat elinin olduğunu hissetmeye ihtiyaç duymaktadır. Gönüllü, bu sese kulak veren kişidir. YAZAR Gönüllülükte Neredeyiz? “Dünya Değerler Araştırması sonuçlarına göre Türkiye, gönüllülük çatısı altında, dünyada aralarında ABD, İsveç, Hollanda, Yunanistan, İtalya, Bosna gibi ülkelerin olduğu 55 ülke arasında sonuncu olmuştur. Bunun nedenleri araştırıldığında, gönüllülük faaliyetlerine katılmamanın en önemli iki gerekçesinin para ve zaman kısıtlılığı olduğu belirlenmiştir. Türkiye’de bu araştırmaya katılan kişilerin %70,1’i gönüllülük faaliyetlerine ayıracak yeterli zamanları olmadığını, %65,8’i de gönüllülük faaliyetlerine katılacak maddi olanakları olmadığını belirtmiştir.” Gönüllü Olmak Sosyal Bir Eylemdir GönüL Köprüsüne Bağ Olmak İslam dini bir gönüllülük dinidir. Hayrın bir alt sınırı, zorlaştırıcı bir çizgisi yoktur. “Gülümsemek sadakadır. Gülümsemek, gönülden gönüle kurulan köprünün ilk harcıdır.” A Neden Sivil Toplum Kuruluşları? Neden bazı insanların gönüllülük faaliyetlerine diğerlerine göre daha meyilli olduğu, Penner isimli araştırmacı tarafından bir teoriyle açıklanır. Bu teori, insanların olumlu sosyal davranışlar göstermesinin tamamen kişisel bir seçim olduğunu ve bu seçimin insanların belli karakteristik özellikleri sayesinde belirlendiğini öne sürer. Bu karakteristik özelliklerden biri empatik düşünebilmek yani başkasının hislerine, düşüncelerine onun gözünden bakabilmek ve diğeri de yardımsever olmaktır. Kısacası bahsettiğimiz yardımsever olmak ve empatik olabilmek yetilerine sahip olan insanlarda, gönüllülük eylemine eğilim zaten vardır. Bu eylemin sonucu olarak da kendi iç dünyalarında kazanımlar elde ederler; kendilerine güven duygusunun artması gibi... Bu durumda diyebiliriz ki gönüllülük eylemi başkasına yardımcı olmak dışında, insanın kendisine bakışını da olumlu yönde etkileyebilmektedir. Elbette insanlar gönüllülük faaliyetlerini tek başlarına yapmaktansa belli gönüllü kuruluşlar aracılığıyla yapmayı tercih ediyorlar. Bu durum, gönüllülük hareketlerinin daha yaygın ve sistemli olmasında çok etkili olmaktadır. Buradan yola çıkarak, 2014 yılında Türkiye Diyanet Vakfı, “Gönüllülük Sistemi”ni faaliyete geçirerek, 141.500 hisse kurban bağışının kesimi için ciddi bir organizasyon ile 69 ülkede ve yurt içindeki birçok bölgede gönüllü desteğine başvurdu. Gönüllülük sisteminin devreye alınmasından sonra, 2013 yılı Kurban Organizasyonu’nda 10 olan gönüllü katılımı, 2014 yılında 108’e yükseldi. Bu sene ilk defa 4 bayan gönüllümüzden 2 kişi Ruanda’da ve 2 kişi de Tanzanya-Zanzibar adasında görev alarak bu alanda bayanların da aktif çalışabileceklerini ispat ettiler. Ayrıca 21 öğrencimiz, aileleri ile bayram geçirmek yerine kriz, savaş, afet bölgelerindeki ihtiyaç sahiplerinin durumuna bizzat şahit olmak ve yardımları kendi elleri ile ulaştırmayı ve onlara gönül elini uzatmayı tercih ettiler. Türkiye Diyanet Vakfı olarak, bu konudaki açığın kapatılması, toplumumuzda aslında var olan yardımlaşma ve sosyal dayanışma bilincinin harekete geçirilmesi ve ihtiyaç sahipleri ile hayır sahipleri arasında bir “Gönül Köprüsü” kurmak için, kimi zaman Somali’de bir okul açmak için ya da şehrimizde yanmayan bir sobaya kömür atmak için, en çok da sıcak bir tebessüm için http://gonullu.diyanetvakfi.org.tr/kayit adresindeki gönüllü aday formunu doldurarak, hayra ortak olmaya davet ediyoruz. Faydalanılan Makaleler: Melis Kısmet- Bilgi Üniversitesi Klinik Psikoloji Yüksek Lisans Programı HANDEGÜL TERKEN llah(c.c.)’ın emri ile kimi zaman malından infâk eden, kimi zaman vaktini hayra ayıran; kimi zaman enerjisini, gücünü, aklını iyilik yolunda ortaya koyan kişidir “Gönüllü”. Tüm dünyada gittikçe büyüyen bu iyilik ordusunun karşılık beklemeyen bir neferidir. Ensar olup, ihtiyaç sahibine evini kalbini açmaktır. Mümin; Gönüllüdür. İlle de maddi yardım değildir gönüllü 26 İnsanların bağlı oldukları toplumlarda diğer insanlara, kurumlara ya da hareketlere çıkar gözetmeksizin, zorunlu olmadıkları hâlde yardım etmeye çalışmaları gönüllülük eyleminin sosyal bir eylem kabul edilmesindeki en önemli etkendir. Gönüllülüğün sosyal bir eylem olmasının yanı sıra, psikolojik etkenlerinin de olduğunu göz ardı edemeyiz. Bir insanın herhangi bir çıkar gözetmeden bir başkasına yardım ettiği düşünüldüğünde, yardım eden kişinin de kendini ne kadar iyi hissettiği inkâr edilemez. Psikolojik etkilerinin yanında, sosyolojik olarak da bakarsak, gönüllülüğün insanın çevresine yabancılaşmasını azalttığı çıkarımına varılabilir. Yapılan bir araştırmaya göre gönüllülük eylemi içinde bulunan insanların sosyal çevreleri tarafından daha çok kabullenilip sevildiği görülmüştür. Bu da insanın bulunduğu çevreye yabancılaşmasını engelleyen bir faktör olmasının yanı sıra kişinin kendine olan güvenini de pekiştiren önemli bir etkendir. Aynı araştırma, bu tip psikolojik ve sosyal etkilerin gönüllülük eyleminde bulunan kişinin, gönüllü olmayanlara göre hayattan daha çok tatmin olduğu sonucuna varmıştır. Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 olmak. Bu konuda Tirmizi’de rivayet edilen bir hadiste sadaka konusuna şöyle açıklık getirilmektedir: Ebû Zerr (r.a.)’den rivâyete göre: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Kardeşinizin yüzüne gülmeniz size sadaka sevâbı kazandırır. İyi şeyleri emredip kötülüklerden sakındırmak sadaka sevabı kazandırır. Yabancısı bulunduğu bir bölgedeki kimseye yol gösterip yardımcı olmak sadaka sevâbı kazandırır. Gözünden rahatsız olan bir kimseye yardımcı olmanız sizin için yine sadaka sevâbı kazandırır. Yollardan insanların gelip geçmesine engel olabilecek taş, kemik, diken gibi şeyleri kaldırmak da yine sadaka sevâbı kazandırır. Kendi kabından, ihtiyacı olan bir kimsenin kabına bir şeyler boşaltıvermek de yine sadaka sevâbı kazandırır.” (Tirmizî) Buradan anlaşılacağı gibi İslam dini bir gönüllülük dinidir. Hayrın bir alt sınırı, zorlaştırıcı bir çizgisi yoktur. “Gülümsemek sadakadır. Gülümsemek, gönülden gönüle kurulan köprünün ilk harcıdır.” turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 27 ? Neden FATMA KALKAN ARAŞTIRMA fatmakalkan@turuncudergi.com Dünya genelindeki yetimlere ve fakirlere gelişmiş ülkelerdeki STK’lar ile yardım ulaştırılmakta. STK’lar, uluslararası veya ulusal sorunları göz önüne getirip çözümün parçası olmayı amaçlar B ir toplumun gelişmişlik seviyesinin en sağlıklı göstergelerinden birisi, kaç tane sivil toplum kuruluşuna sahip olduğudur. Örnek verecek olursak; Amerika Birleşik Devletleri’nde 1,5 milyon, Rusya’da 277 bin, Hindistan’da 2 milyondan fazla STK vardır. Genelde eğitim seviyesi yükseldikçe buna orantılı olarak toplumdaki STK’ların sayısı da artış gösterir. STK’ları; devletin kurduğu STK’lar, devletin kurmadığı STK’lar olarak iki ana guruba ayırabiliriz. Bizim burada incelemek istediğimiz, devletin kurmadığı STK’lardır. Bunlar birçok sektör için kurulabilir. Örnegin: Kadın hakları, insan hakları, işçi hakları, sağlık servisi, bulaşıcı hastalıkları önleme (Ebola, sıtma, kolera, vb.), çevreyi koruma, doğayı 28 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 koruma, bataklıkları kurutma, mayınları temizleme, bir bölgenin halkına sosyal imkanlar tanıma, tanıtım, eğitim, politika, ekonomik sorunları aşma, yardım kuruluşları, savaş bölgesindeki halklara yardım... gibi insani ve toplumu ilgilendiren her alanda STK kurulabilir. Bugün Hindistan’da sağlık hizmetlerinin çoğu STK’lar yardımı ile verilebiliyor. Dünya genelindeki yetimlere ve fakirlere gelişmiş ülkelerdeki STK’lar ile yardım ulaştırılmakta. STK’lar, uluslararası veya ulusal sorunları göz önüne getirip çözümün parçası olmayı amaçlar. Devletten ödenek beklemeleri gerekmediği için daha hızlı ve özgür hareket etme yetenekleri vardır. Ayrıca kâr amacı gütmedikleri için ve vergiden muaf oldukları için özgürce hareket etme kabiliyetindedirler. turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 29 ? Neden HABER 800 Ak Parti Hükümeti yönetime geldiği ilk yıllarda, AB ile görüşmelere başladığında, AB yetkililerinin Türkiye’de gördükleri en büyük eksikliklerden birisi yeterince STK olmaması idi. Ve her fırsatta, Ak Parti Hükümeti’nden bu konuda kendimizi geliştirmemiz istenmiş; AB kriterlerine uyum sağlamamız, AB standartlarında bir ülke olmamız açısından Türkiye’ye milyonlarca Euro yardım yapılmıştır. Bizim eskiden vakıflar (STK’ların eski ismi.) aracılığı ile verdiğimiz servisler, sosyalist CHP Hükümetleri’nin “Her şeyi devlet yapacak.” dayatması ve tek partili İnönü Hükümetleri ile Türkiye’de büyük bir sekteye uğramıştır. Osmanlı Devleti sırasında yüz binlerce sayıda olan STK’lar birer birer yok olmuştur. Teşvik ve ilgi olmadığı için yerine yenileri kurulmamıştır. Fakat aslında hiçbir devlet halkının ihtiyaçlarına yüzde yüz cevap veremez. Eksik kalan alanları, çatlakları, halk STK’lar vasıtası ile doldurur. Böylece halk, devlet yönetimine aktif bir destek sağlar. Halk önce bu boşlukları tespit eder, sonra biraraya gelerek STK’lar kurar ve hizmet vermeye başlar. Bu açıdan STK’lar bir toplumun taşlarını birbirine bağlayan çimentoya benzer. Bu yapılanma, halkı güçlü ve etkin kılar. Dinamik bir toplum STK’lar ile sağlanır. Halk -STK’lar aracılığı ile- kendisini çaresiz, “mağdur” durumdan; sorunu veya yetmezliği tespit eden, devleti denetleyen ve soruna çözüm üreten “muktedir” konuma yükseltir. Devlet yönetimine dolaylı yoldan aktif olarak katılmayı STK’lar aracılığı ile başarır. Bu anlamda toplum özgürleşir, serpilip gelişir. Yönetimdeki hükümetler, yaptıkları icraatların toplum hayatına yansımaları ko30 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 nusunda devamlı bilgi edinme imkanına, STK’lar yardımı ile birinci elden kavuşmuş olur. Hükümet, toplumun değişik kesimlerine direkt olarak açılan bir kapı aralar ve icraatlarındaki eksiklikleri görür. STK’lar bu açıdan denetleme görevini de yüklenmiş olur. Halk, bir konuya aktif olarak katılma imkanına STK’da çalışarak ulaşır ve bilgi sahibi olur. Ve bir yandan da çözüm üretir. Çözümler maddi destek, eğitim desteği, aktif gönüllü iş gücü şekillerinde olabilir. STK’lar yerel, ülke içi ve ülkeler arası düzeylerde yapılanır. Bir sonraki, bir öncekinden destek alarak gelişir ve daha geniş sayıda insana hizmet vermeye muktedir olur. Gelişmekte olan veya az gelişmiş ülkelerdeki STK’ların iyi yönetildikleri takdirde yardımları gerekli noktalara daha sağlıklı ve süratli ulaştırdıkları gözlemlenmektedir. Bunu, şu metafor ile örnekleyebiliriz: Bir hastaya ilaç tedavisi ile yardım yerine iğne tedavisi ile yardımcı olmak gibi diyebiliriz. Birleşmiş Milletler’in yardımlarının net transferi konusunda STK’ların ikinci sırada yer aldığı tespit edilmiştir. Dünya genelinde bakıldığında insani yardım ve barış gücü hizmetlerinde STK’lar büyük rol oynamışlardır ve buna halen devam etmektedirler. 1990’lardan sonra STK’lar toplumu ilgilendiren konuların ve bunların çözümlerinin tespitinde önemli bir rol yüklenmişlerdir. Ülkemizdeki eğitim seviyesinin her geçen yıl daha iyiye gitmesiyle doğru orantılı olarak STK’ların sayılarının sevindirici bir şekilde arttığını görüyoruz. AB’den gelen maddi yardımlar da bu gelişmeyi kolaylaştırmış ve hızlandırmıştır. Ülkemizdeki bu pozitif gelişme aynı zamanda dünya genelindeki STK’ların artışı ile de örtüşen bir durumdur. STK’ların, üstün ve çağdaş medeniyetler seviyesine çıkmamızda büyük katkısı olmaktadır. Öte yandan, her mevzuda olduğu gibi STK’lar konusunda da bazen sorunlar yaşanmaktadır. STK’ların bazen “olumsuz” etkileri de olabilir. Çözümün parçası olmak yerine probleme sebep olan veya sorun üretme makinesi gibi çalışan STK’lar da malesef mevcuttur. Genelde bunlar yönetimdeki hükümetlere karşı politik olarak yapılanan STK’lardır. Topluma enerji vermek yerine toplumun enerjisini, oksijenini emer. Amaçları, muhalefet partisinin boşluklarını doldurmak olduğundan muhalefet partilerinin uzantısı gibi çalışırlar. Ülkemizdeki bazı STK’lar, sosyalist eski taammüllerin etkisinde olan kişilerce kurulup çözüm değil sorun üretip her güzel icraata siyah gözlüklerin ardından bakarak “Yapmaz ve de yaptırmayız.” mentalitesi ile, sorunların büyümesine sebebiyet verirler. Bu çeşit STK’ların etkisi, karşıt STK’lar kurularak minimuma indirgenebilir. Buna örnek bir metafor verelim: Negatif STK’ları vücuda giren mikroba benzetirsek, Pozitif STK’ları bu mikroba karşı savunma görevini yüklenen akyuvarlara benzetebiliriz. Unutulmamalıdır ki negatif ve pozitif, doğada her zaman birlikte bulunur. Bu bir gerçektir. Fakat birkaç negatif STK’ya bakarak yüzlerce, binlerce pozitif STK’nın faydası inkâr edilmemelidir. Pozitif STK’ları olanca gücümüzle desteklemek yerelde, ülkemizde ve uluslararası ölçeklerde duyarlı, eğitimli, samimi insanların yapabileceği erdemli işlerin başında gelmektedir. turuncudergi.com T ürkiye’nin Nezaket Elçilerini yetiştiren Pursaklar Belediyesi Nezaket Okullarında eğitim gören 800 öğrenci düzenlenen coşkulu bir törenle ‘karne’ ilk defa heyecanı yaşadı. Yarıl yıl belgelerini ise Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin verdi. Pursaklar Belediyesi Selçuklu Kültür ve Kongre Merkezi’nde düzenlenen 1. Dönem Belge Töreni’ne Belediye Başkanı Selçuk Çetin, Başkan Yardımcısı Nedim Erçetin, Nezaket Okulları Müdürü Hazım Öztürk, belediyenin birim müdürleri ve çok sayıda davetli ‘Nezaket Elçisi’ karne aldı katıldı. Bin kişilik salonu tıklım tıklım dolduran veliler de öğrencilerin heyecanına ortak oldu. Çetin: Geleceğin Nezaket Elçilerini yetiştiriyoruz Belge töreninde konuşan Pursaklar Belediye Başkanı Selçuk Çetin “Bugün burada hep birlikte bu mutluluğu yaşıyoruz. Öncelikle bu güzel yavrularımıza teşekkür ediyorum. Emeği geçen öğretmenlerimize, personelimize ve bizlere güvenerek çocuklarını gönderen değerli hemşerilerime teşekkür ediyorum. Pursaklar Belediyesi olarak geleceğin nezaket elçilerini yetiştirmeye devam edeceğiz” dedi. Başkan Yardımcısı Nedim Erçetin ise geride bırakılan dönemin verimli bir şekilde geçtiğini belirterek, “Her bilgisayarın kendi işlektim sistemi vardır. Çocuklarımız da bilgisayar gibi kendi işletim sistemini oluşturuyor.” dedi. Minikler yetenekleri ile göz doldurdu Belgelerin dağıtılmasının ardından folklor gösterisi yapan ekip, salonu coşturdu. Şiir okumaları, orta oyunu ve tiyatro gösterisi ile minikler doyasıya eğlendi. Yaklaşık iki saat süren programın koordinatörlüğünü yapan Nezaket Okulları Müdürü Hazım Öztürk, “Velilerimize, bizlere güvenerek çocuklarını emanet ettikleri için teşekkür ediyoruz.” diye konuştu. Pursaklarlı hanımlardan sosyal sorumluluk projesi P ursaklar Belediyesi Hanım Evleri üyeleri başlattıkları sosyal sorumluluk projeleriyle ihtiyaç sahiplerine ulaşarak yüzleri güldürüyor. Hem Pursaklar Belediyesi Tebessüm Çarşısı hem de hanım evleri üyeleri el ele vererek ilçedeki ihtiyaç sahiplerinin yüzünü güldürüyor. Açıldığı günden beri birçok sosyal sorumluluk projesine imza atan Tebessüm Çarşısı ve hanım evleri, imkanlar ölçüsünde ihtiyaç sahibi aileleri tespit edip, onlara yardım eli uzatıyor. turuncudergi.com Sosyal sorumluluk projeleriyle mahallede komşuluk ilişkilerini de geliştiren hanımlar, ailelerin mutluluğuna ve hüznüne ortak oluyor. Sosyal sorumluluk projesi sadece Pursaklar’la da sınırlı kalmıyor. Hanımlar bu proje kapsamında toplamış oldukları hikâye, roman, test kitapları gibi çok sayıda kırtasiye malzemesini Kars’taki Düzgeçit İlkokulu’nda eğitim gören öğrencilere de göndererek örnek bir davranışa imza attı. Belediyenin bu hizmeti de halk tarafından takdir edildi. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 31 ARAŞTIRMA Ayşegül Yeşim K. H ollywood’u bilirsiniz, dünyanın en büyük algı kumpanyası. Klişelerini ise ezberlemişsinizdir. Özellikle de kurtarılacak bir dünya varsa… Dünya zor durumdadır. İnsanlık yok olma tehlikesi altındadır. Uzaylılar, savaşlar, doğal afetler, doğal olmayan afetler her şey insanlığın köküne kibrit suyu dökmek üzeredir. İnsanlar bunu bazen hak etmiştir, kendi elleriyle sonlarını hazırlamışlardır; bazen de “masum köylüler” olarak yok olacaklardır. Ta ki kahramanımız ufukta görünene kadar… Kahraman (Genellikle yakışıklı ya da güzeldir.) -kimi zaman kendi canını hiçe sayarak kimi zaman en yakınlarını kaybetme pahasına- dünyayı, cehennemin dibini boylamaktan son anda kurtaracaktır. Kahramanımız, yüce bir duyguyla başkalarının hayatları için çalışarak, savaşarak, yaralanarak ve hatta canından olarak insanlığın geleceğini güvence altına almıştır. O bir kurtarıcıdır. O bir seçilmiş kişidir. O bir Neo’dur. Ulvi bir amaç uğruna gönüllü olmuştur. Christopher Nolan’ın son filmi İnterstellar’ı da izlediğinizde bu tür duygularla ayrılıyorsunuz sinemadan. “Christopher Nolan düğün videosu çekse izlerim.” diyenlerin merakla bekledikleri bir filmdi İnterstellar. Bu filmde de bir kahraman var, gerçek bir kahraman… Bu defa kahramanımız dünyayı kurtaramıyor ama insanlığın bekası için başka bir dünya buluyor yine kendini ve ailesini feda ederek. Aslında film bizi ilgilendirmiyor. Konumuz “Nolan Reyiz yine döktürmüş.” geyiği yapmak değil. Filmin çağrıştırdıkları daha çok çekim alanımızda. Hollywood’un bu en dip klişesinin insanın fıtratından bir cüz olması, bizim dikkatimizi yönelttiğimiz nokta. Yani başkalarının iyiliği, huzuru ve mutluluğu için bir şeyler yapma güdüsü, kendinden başkasına faydalı olma isteği... Bu tip filmler, bu isteği özdeşlik kurma metoduyla tatmin ettikleri için bu derece başarılılar belki de. Bunu, işin uzmanlarına havale etmek lazım ki incelesinler. Ama uzmanların inceleyip ortaya çıkardıkları birtakım bilgiler mevcut zaten. Cem Yılmaz’ın ifadesiyle “Yapılmışı var.” Bilimsel araştırmalar; kişilerin kendi mutluluğu için karşılıksız birtakım fe- 32 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 dakârlıklarda bulunmasının, mutluluğun formülündeki en önemli etkenlerden biri olduğunu söylüyorlar. Psychological Bulletin’de yayınlanan araştırmaya göre, kendimiz için değil de başka insanlar için para harcamak, çabalamak, onların hayatlarını kolaylaştırmaya çalışmak bize kendimizi daha iyi hissettiriyor. En mutlu insanların, en büyük vericiler olduğunu ortaya koyan araştırmaya göre; bağış yaparak ve başkalarına yardım ederek mutluluğu yakalayabiliyoruz. Semavi dinlerin hemen hepsinde salık verilen de bu değil mi? “Bir kişiyi kurtarmak tüm insanlığı kurtarmak gibidir.” der, bizim kutsal kitabımız. Meselenin psikolojik ve bilimsel tarafına dini boyutu da eklemek istersek Allah’ın rızasını kazanmak arzusu da başkaları için bir şeyler yapmayı gerekli kılar. Peki nasıl? Elimizden ne gelir ki? Bizim kendimize hayrımız yokken başkasına ne verebiliriz ki? Onca iş güç, onca koşuşturma arasında vakit mi var ki? Vakit olsa, nakit mi var ki? Aslında bunun cevabı etrafa bakmayı bilmekte ve “7 büyük günah”tan tembelliği ve ataleti üzerimizden atmakta saklı. Sivil toplum kuruluşları gibi örgütlü yapıların yanında, tek başına, bireysel olarak da eliyle düzeltebileceğini eliyle, düzeltemeyeceğini diliyle, onunla da düzeltemeyeceğini kalbiyle buğz ederek yapabilir buna istekli olanlar yani gönüllüler. Mevzu gönülle alakalı. Maksat tarafın belli olması; niyetin hayr, akıbetin hayr olması. Üstelik insanın birilerine bir şey yapması için çok büyük imkânları olmasına da gerek yok, sağlığı yerinde olan hemen herkes başkalarının küçük ya da büyük bir ihtiyacını karşılayabilir. Tıpkı rahmetli Seyfettin Amca’nın yaptığı gibi… Her gün evden çıkıp hastanelerde kimsesiz hastaları ziyaret ederek, hâl hatır sorarak moral verebilir belki. Ya da Afrika’nın sömürülmüşlüğünün acısını, ortaklaşa açılan kuyudan bir damla su ile giderebilir. Dünyanın öte tarafında dininden bihaber, Kur’an-ı Kerim’e ulaşamamış ama ona ulaşmayı arzu eden, görmeyen kardeşleri için yine bir görmeyen öğretmen Selahat- turuncudergi.com turuncudergi.com tin, dertlenir ve sırf onlara Kur’an’ı ulaştırıp öğretebilmek için gece gündüz çalışır. Üniversite öğrencisi Gökçe, tek başına, 40 Suriyeli ailenin geçimini sırtlanır, derdine derman olmaya çalışır. Tıp fakültesi öğrencisi Serkan, “Çocuklar sokakta solmasın.” diyerek tıp fakültesindeki nöbetlerinin ertesinde sokak çocuklarına ders çalıştırır, halı saha maçı yaptırır. Birkaç doktor bir araya gelip Gazze’de gözlerine katarakttan perde inen insanların perdelerini kaldırır. Fatma Öğretmen, çocuk yuvasındaki kimsesiz, sahipsiz ve engelli bir çocuğa anne olur. Özden Teyze kadınları bir araya toplar, mantı yaptırır, dolma sardırır, burs verir, yetimhane açar. Kimi sokak sokak dolaşıp kedileri köpekleri doyurur, kimi de yol ortasındaki bir taşı alıp kaldırır. Elden ne geliyorsa, güç neye yetiyorsa yapılır. Amaç Allah’ın rızasını kazanmaktır. Allah hepimizi birbirimize muhtaç yaratmıştır. Bu toplumun çarkları ancak birbirimizin eksiğini tamamladığımız ölçüde teklemeden çalışır. Binaenaleyh akla şöyle bir soru da takılabilir: Bütün bunları ben yapacaksam devlet neden var, neden vergi veriyorum? Her şeyi devletten beklemek gerçekten de çok konforlu ve kolay. Ancak uygulanabilir derecede pratik değil. Sosyal devlet politikalarını destekleyip, eksikler konusunda talepkâr olmak ve daha fazla yatırım ve işbirliği için devleti teşvik etmek gerekir elbette. Bu da yine teşkilatlanmış bireylerin istekleri ve baskılarıyla şekillenecektir. Devlet, sivil toplum kuruluşlarına her türlü kolaylığı ve desteği verecek ortamı hazırlamak durumundadır. Sivil örgütlenmelerin yetmediği alanlarda ise bizzat müdahil olarak sosyal devleti işlevsel hâle getirmelidir. Devletin bundan kaçışı hiçbir şart ve durum altında kabul edilemez. Yine unutulmaması gereken bir diğer husus, mevzunun devletlerarası boyutudur. Normal şartlar altında, devletler kişiler gibi refleksler göstermez. Devletler kendi çıkarları üzerinden hareket eder. Kısa vadeli çıkarlar bazen bir çevre felaketine, bazen başka bir ülkenin insanlarının açlıktan ölmesine, bazen de silah lobisinin itelemesiyle kadın, yaşlı, çocuk demeden ölümlerin yaşandığı kanlı savaşlarına sebep olabilir. Bu politikaların üstündeki güç ise ancak birlikte yaşadığımız bu dünyanın daha da yaşanabilir bir yer olması ve hâl-i hazırda işlevlerini idame edebilmesi için halkların ortak hareket etmesidir. Bu da ancak uluslararası sivil toplumun gücüyle gerçekleşebilir. Devletlerin dönemsel çıkarları için kavga etmesine, güçlü sivil inisiyatifler dur diyebilir. Kayıtsız şartsız üst bir bilinç ve vicdanla uluslararası sorunların hepsinin üstünden gelinir. Globalleşen dünyada artık bu durum hiç de zor değildir. Farklı ülke insanları, farklı coğrafyalarda, farklı kültürlerde aynı amaç uğruna birlikte mücadele edebilir yahut yardımlaşabilirler. Arada oluşan gönül bağı ise istikbalimizin garantisidir. Hâsılı, filmlerde olduğu gibi, dünyayı tek bir kahraman değil sivil toplumun örgütlü vicdanları kurtaracaktır. Dünyanın nasıl kurtulacağı Rachel Corrie’nin öldüğü gün belli olmuştur. “Kim bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur.” (Maide,32) Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 33 BAKIŞ ETKİNLİK AÇINIZI Habil ile Kabil kıssasında şiddetin nereden ateşlendiğini fikir olarak edinebileceğimizi anlattı. İnsanın kendi özüne dönmesiyle çözümlenebileceğini hatırlattı. Gücü yetenin yetmeyene şiddet uyguladığı bir topluma dönüşmeye başladığımızı, sokak ortasında çocuklarını döven annelerin olduğunu, insanların çok çabuk lanetleşebildiğini, şeref kavramının ayaklar altına düştüğünü güzel mesellerle ifade etti. Dr. Sevim Can, şiddetin rakamlara yansıyan yönünü sırasıyla anlattı. Yüzdelerle, rakamsal verilerle anlattığımız olayların, arazide insanı nasıl dehşete düşürdüğünü tecrübeleriyle aktardı. Kadın konuk evleri hakkında geniş bilgi verdi. Bu konuda bakanlığın gayretlerinden bahsetti. Yıldız Ramazanoğlu şiddetin kaynağını, ekolojik dengenin bozulmasıyla ilişkilendirdi. İlk olarak, “Hoşgörü” sözünde bile bir şiddet temayülü olduğunu hatırlattı. İnsanın doğaya, insanın insana, insanın hayvana sürekli zarar verdiğini bunların sonunda şiddetin kaçınılmaz olduğunu belirtti. Sit alanı, çevrecilik gibi kavramlara Asr-ı Saadet’ten örnekler getiren Ramazanoğlu, bu duyarsızlığa değinirken doğu-batı uygulamalarını ülkemizle kıyasladı. Yeşil alanların yok edilmesinin, binaların düzensiz ve fütursuz ilerlemesinin, plansız şehirleşmelerin, insan doğasının kabullenemediği birçok olumsuz gelişmenin, toplumda şiddet olarak tezahür ettiğini; bu durumdan en çok da kadının etkilendiğini belirtti. Şiddete farklı bir bakış açısı getirdiği için, dinleyenlerin ufkunu açmaya yardımcı oldu. Siyasilerin, yöneticilerin dikkatle dinlediği tespitlerin hayırlı neticeler oluşturması temennisini sözlerine ekledi. Safranbolu’nun şiirsel güzelliği, duyarlı bir gündemi tüm ülkenin gündemine taşımış oldu. Emeği geçen birçok isim vardı. Basın camiasına iki gün boyunca çok güzel DEĞiŞTiRiN “İnsan doğasının kabullenemediği birçok olumsuz gelişme, toplumda şiddet olarak tezahür ediyor; bu durumdan en çok da kadın etkileniyor.” 1 BETÜL ŞATIR betulsatir@turuncudergi.com 6 Kasım Pazar günü “Kadına karşı şiddet”e dur demek için Etkin Kadınlar Derneği #bakışaçınızıdeğiştirin sloganıyla, üzerine düşen vazifeyi yaptı. Medyanın değerli kalemlerini ve basının önde gelen simalarını Safranbolu’da ağırlayan Etkin Kadınlar Derneği, çalışmasını kısa film ve kitapçık hazırlığı ile genişletti. Kadın sorunlarına genel bakış ve çözümler içeren kapsamlı bir panel düzenlendi. Panelin moderatörlüğünü Zeynep Türkoğlu üstlendi. Konuşmacılar, “Şiddetin Kökenine İnmek ve Çözümler Üretmek” başlığı altında değerlendirmelerde bulundu. Eğitimci yazar Ayla Ağabegüm, Medya Sofa Yönetim Kurulu Başkanı Belkıs İbrahimhakkıoğlu, yazar Yıldız Ramazanoğlu ve Kadın ve Aile Bakanlığı’ndan Daire Başkanı Dr. Sevim Can Hanımefendi konuşmacılar arasındaydı. Ayla Ağabegüm, geçmişten güzel örnekler sunarak konuşmasına başladı. Siyasilerin, yöneticilerin; halka çok yakın olmak, barışa-kültüre içten destek vermek şeklinde şiddetin önlenmesine katkıda bulunacaklarını söyledi. Okumayazma oranlarının artması ile şiddetin azalmamasının şaşırtıcı olduğunu belirtirken “Öyleyse kaybedilen öz benliğimizin geri kazanılması gerektiğini düşünüyorum.” dedi. Belkıs İbrahimhakkıoğlu, “Her şeyden önce dilimizi kaybettik.” diyerek sözlerine başladı. Eskilerde dilimizin hikmet dili olduğunu ama şimdilerde yazarken, konuşurken, düşünürken şiddet ve lanet dilini kullandığımızı ve bu kötü özelliğimizin şiddetin artmasına büyük katkı sağladığını belirtti. 34 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com ev sahipliği yapan birbirinden değerli hanımlar tanıdık. Başta Etkin Kadınlar Derneği’nin gayretli Başkanı Hatice Bilici olmak üzere Müzeyyen Uzun Hanım, Hülya Karataş Hanım, Mihriban Saraç Hanım ve sürekli gülümseyen gencecik Betül Kocabaş kardeşimiz gönüllerinin zenginliği ile bizleri şaşırttılar. Sakem Müdürü Münevver Esen Hanım kimsesizlere, işsizlere, aşsızlara neler yapılabileceğinin cevabını veren güçlü ve fedakâr kadınlardan biriydi. Sonbahar bütün ağaçları yoruyordu yine. Yapraklar kırılganlıkla yerlere dökülüyordu, kırmızı ve sarı arasında muazzam bir renk skalası ile tabiatı örtüyordu. Gelen misafirlerini safran çayıyla ağırlıyordu şehir. Lokumlar neşelendiriyordu acı kahveleri ve bazı kahvelerin hatırı kırk yıldan fazla sürecekti şüphesiz. Sedef çiçekleri saydam yapraklarında, dostluğu ve tebessümü yansıtıyordu. Bakan gözler; taş örülü duvarlarında, kahverengi cumbalarında, taze badana kokan odalarında, insanı ezmeyen binalarında, Arnavut kaldırımlarında vefayı, diğerkâm bir selamı anımsıyordu. Tarihin nefes aldığı şehirde güzel şeyler oluyordu. Etkin Kadınlar Derneği ve Sakem aralıksız çalışıyor ve kadına sahip çıkıyordu. Safranbolu’dan bir el uzandı bu sefer kadınların yaşadığı güçlüklere. Yaşayamadıkları çocukluklarına, mahallede-işte-evde dayatılan haksızlıklara, kırılmış kalplerine, kanayan yaralarına… Hakikatli, sahici, içtenlikli yardımlar etkin ellerden geçerek projelendiriliyordu, hayata geçiriliyordu. Evet. Bu, dünyada güzel şeyler de olduğunun bir göstergesiydi. Karabük Valisi’nin ve değerli eşinin konağında Kalkınma Bakan Yardımcısı Mehmet Ceylan ve kıymetli eşi Turuncu Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Zahide Ceylan’la birlikte içilen çayla, Medya Sofa Safranbolu gezisi son bulmuş oldu. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 35 DOSYA Kişisel Gelişim Bugün SOGLA’nın kişisel gelişim kültürünü, “Düşün ve Zengin Ol (Altın Kitaplar)” adıyla, SOGLA’nın kurucusu Timur Tiryaki’nin ön sözüyle yayınlanan kitaplar oluşturuyor. SOGLA Takımı’nda yer alan ya da SOGLA Temel Etkinlikleri’nden herhangi birine katılan genç sosyal girişimciler, amaçlarını vizyona çevirmeyi ve vizyonlarını hedeflendirerek gözle görülür hâle getirmeyi SOGLA yolculukları boyunca, akranlarından öğrenebiliyorlar. En önemlisi de bu kültürün sürekli hatırlattığı yaklaşımı içselleştirme yolculuğuna da adım atmış oluyorlar: İnsanlığa hizmet ederek büyümek. Koçluk ve Liderlik Bizler herhangi birimizin diğerinden daha iyi olduğuna değil, her birimizin içinde ortaya çıkarılması ve keşfedilmesi gereken özgün amaçlar olduğuna inanıyoruz. Bu sebeple SOGLA olarak koçluğu, akranlarımıza ve bizden yaşça büyüklere karşı, onların özleriyle iletişim kurmak için kullanıyoruz. Özetle, koçluk bizlere; bireylerin, kalplerindeki sesin liderliğinde, akıllarıyla ilerlemeleri için kolaylaştırıcılık yapma imkan sunuyor. SOGLA Mentorluk Yaklaşımı S sağlamaları gerekiyordu. SOGLA bugün ve desteklemeyi amaç edinerek Boğaziçi OGLA: Sosyal Girişimci beş yaşında. Yaş ortalaması yirmilerde Üniversitesi öğrencilerinden seçtikleri ilk Genç Liderler Akademisi. olan, 30 yaş altı gençlerin inisiyatifi “22 SOGLA Öncüsü” ile yola koyuldular. 2009 yılında, Dünya Bankası ile yürütülen, her yıl kuruluş amacını Türkiye’de şimdilerde tanımı ve tarafından hazırlanan “Yaratıcı koruyarak çağın gerekliliklerini kültürü nitelikleri açısından hâlâ tartışma konusu Kalkınma Fikirleri” yarışmasında hâline getirebilen, gençlerin gençlere olan sosyal girişimciliği, henüz hiç “Türkiye’nin Yaratıcı Kalkınma Fikri” hizmet ettiği bir yoldaşlık ağı. Sosyal duyulmamış bir coğrafyada tanıtmaya seçilen bir gençlik kuruluşu olarak girişimcilik odaklı SOGLA Konferansı ile çalışmak, başlı başına bir meydan seçilmiştir. Beşinci yaşını kutlayan 1500’ü aşkın fiziksel katılımcıya ulaşmış; okumaydı. SOGLA’nın kurucusu Timur Tiryaki, İzmir’den Bartın’a, Anadolu’da kuruluşun gelişiminden ve kendi yerellerinde fark yaratan değişiminden oldukça ümitli. bu gençlİk kuruluşunun beş yıllık 20 harika genç sosyal lidere Siz okurlarımız için SOGLA’dan başarılı serüvenİnİn ardında yatan SOGLA Öncüleri programıyla kuruluşlarını anlatmalarını istedik. kültür, bİrlİkte üretmemİz İçİn destek vermiş, sosyal girişimcilik Bundan beş yıl önce, birkaç ekosistemine her yıl SOGLA hayalperest biraraya gelerek bugün her bİrİmİze İlham verİyor Akademi aracılığıyla, Okan yaşadıkları çevredeki sosyal Üniversitesi’nin de desteğiyle sorunlara gençler aracılığıyla yepyeni oyuncular katan bu gençlik Bunun yanında, SOGLA Öncüsü yenilikçi çözümler üretebilmek için bir fikir kuruluşunun beş yıllık başarılı serüveninin seçilen gençler, SOGLA Mentorları’ndan ortaya attılar. Sosyal girişimciliği üniversite ardında yatan kültür, birlikte üretmemiz aldıkları eğitimlerle birlikte, sosyal bir öğrencileri ve genç profesyoneller için bugün her birimize ilham veriyor. sorunu çözmek amacıyla, kendi projelerini arasında yayarak; gençlerin toplumsal Peki bu kültür hangi değerli başlıklardan üretmeleri ve ürettikleri projelerin değer üretebilecekleri fikirlerini gençler oluşuyor? finansal sürdürülebilirliğini ise kendileri aracılığıyla ortaya çıkarmak, geliştirmek 36 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com Her bireyin yaşam yolculuğunun üç farkındalık sürecinden oluştuğuna inanıyoruz ve bu üç adımı SOGLA Mentorluk Yaklaşımı olarak tanımlıyoruz: • Ben Olmak: Bireyler önce kendilerini keşfederler. Hayatta bulunma sebeplerinin, varoluş amaçlarının farkına varırlar. İnsanlığa hizmet ederken diğerlerinden daha iyi yapabilecekleri şeyi bulurlar. Yeteneklerinin, duygularının, düşüncelerinin kontrolü bu aşamada bireyin kendisindedir. • Biz Olmak: Birey EGO’sunun farkındadır. Onu gelişim alanı olarak kabul eder ancak asla ona hizmet etmeyi yücelik turuncudergi.com olarak kabul etmez. “Biz Olmak” diğer insanlarla ve doğanın kendisiyle olan bağı hissedebilmekten geçer. Biz olabilen birey, profesyonel bir dinleyicidir. Empati konusunda ustalaşmıştır. Diğerleriyle birlikte yürümeye hazırdır. • “Biz”le Üretmek: Yaşamın ve insanlığın devamı için “biz olmak” yeterli değildir. Birbirimizin ihtiyaçlarını ve sorunlarını fark edebilmemiz ve bunlar için sürdürülebilir yenilikçi modeller tasarlamamız gerekmektedir. Bizle üretirken, bireyler arasında bir bağ vardır. Güven ise bu bağın âdeta yapıştırıcısıdır. Bireyler birbirleri için üretirken, insanlığa da gözle görülür hizmetler ortaya koymaya çalışırlar. Daha fazla uzağa gidebilmek için birlikte yürümeyi seçmişlerdir. Tasarım Odaklı Düşünme ve Sürdürülebilirlik SOGLA Mentorluk Yaklaşımı’nı doğal olarak ortaya çıkaran, aşamalarından geçerek aşamaları içselleştiren SOGLA 3.0 adını verdiğimiz yeni bireylerden oluşan yürütme ekibi “Sürdürülebilir Sosyal Değişim” yaklaşımını da odağına aldı: Sosyal, çevresel ve ekonomik sürdürülebilirlik. • Sosyal Sürdürülebilirlik: SOGLA’nın temel etkinlikleri aracılığıyla birlikte yürümekten keyif aldığımız genç sosyal girişimlerin, odaklandıkları ve üzerinde çalıştıkları sorunların “öz sorun” olup olmadığına özen gösteriyoruz. Özellikle SOGLA Mentorluk Kampı aracılığıyla, arkadaşlarımıza kök sorunları farketmeleri için tasarım odaklı düşünme yaklaşımıyla destek veriyoruz. • Çevresel Sürdürülebilirlik: SOGLA Akademi ve SOGLA Mentorluk Kampı’nda, sosyal iş modelleri tasarlarken, tüm işleyişin doğa ile dost olmasına önem vererek arkadaşlarımızın iş modellerinin daha yeşil tasarlanması için onlara destek oluyoruz. • Ekonomik Sürdürülebilirlik: Türkiye’de sosyal girişimcilik kavramının, sosyal sorumluluk gibi kavramlarla karıştırılmasının da önüne geçmek amacıyla, bir sosyal girişimin finansal sürdürülebilirliğinin sosyal fayda yaratan ürün, hizmet, servis ya da mekan tasarımı aracılığıyla gerçekleşmesi gerektiğine inanıyoruz. Sosyal Girişimcilik Yaklaşımımız Sosyal girişimciliği; kâr amacı gütmeyen, ticari ve/veya kamusal sektörler içinde gerçekleşebilen sürdürülebilir, yenilikçi, sosyal değer yaratan faaliyetler olarak tanımlıyoruz. Sosyal girişimciliği, herhangi bir sosyal faaliyetten ayıran dört temel bileşen mevcuttur. • Sosyal Etki Yaratma: Sosyal girişimciliğin temelinde kişilerin ya da paydaşların servetini arttırmaktan ziyade sosyal değer yaratma gerçeği ve önceliği yatmaktadır. Bir faaliyetin sosyal olarak kabul edilebilmesi için sürdürülebilir gelişim ihtiyacını karşılaması gerekmektedir. (Örn: sağlık, barınma, eğitim, insan hakları vb.) • Sosyal Etki Yaratacak Fırsatları Görme: Türkiye’de ve tüm dünyada görülmektedir ki sosyal girişimleri oluşturan sosyal fırsatlar, sosyal girişimcilerin bu gereksinimleri karşılayabilme kapasitelerini fazlasıyla aşmış durumdadır. Bu sebeple, yepyeni modellere ve faaliyetlere, yepyeni oyunculara ihtiyaç duyulmaktadır. • Yenilikçi Olma (İnovasyon): Sosyal girişimler, toplumun karşılanmayan bir ihtiyacını, yeni bir pazar değeri de yaratarak giderirler. • Kaynak Yaratma & Sürdürülebilir Olma: Bir faaliyetin sosyal girişim olarak tanımlanması için; sürdürülebilirliğini tamamıyla gönüllü bağışlarına bağlamamalı, kendi sosyal sermayesini üretebileceği bir gelir akışı modeline sahip olmalıdır. Bir dönüm noktasındayız. Dünyayı dönüşü olmayan bir tercih yapmanın eşiğine kadar getirdik. Yalnız yürümekle birlikte yürüme arasında, eski dünya ile yeni dünya arasında, korku ile sevgi arasında, para kazanmak ile gönül kazanmak arasında, saklamakla paylaşmak arasında, yok etmek ile yeniden tasarlamak arasında ve bir beş yıl daha gençlerin bu ülkeyi dönüştürebileceklerine olan inancı sıcak tutabilmek için bugün hepinizle birlikte yürümeye ihtiyacımız var. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 37 DOSYA iYiER Yeryüzü Doktorları 2000 yılında, dünyanın acısını sahiplenmek için biraraya gelen doktorlar, ayak basmadık yer bırakmıyor. Sloganları “Orada ve Her yerde!” Dil, din, ırk, renk gözetmeksizin imkansızlıklar, afetler, savaşlar, iç karışıklıklar, salgınlar ve daha birçoklarıyla boğuşan insanların doktoru oluyorlar. Kuruluşun yöneticilerinden biri olan Havva SULA ile Mart 2014 sayımızda yaptığımız röportajla, yaptıkları iyi işlere dikkat çekmeye çalışmıştık. Gelecek nesillere bu gönüllülük bilincini aşılamak üzere kurulan Genç Yeryüzü Doktorları’nın konferansları için üniversiteden üniversiteye koşuyorlar. Tıp, eczacılık, diş hekimliği, fizik tedavi, hemişrelik başta olmak üzere iyiliğe dair yüreklerinde dert taşıyan tüm öğrencilere el uzatmasını öğretiyorlar. iŞL DOĞA İÇİN ÇAL Mavi Kapak Y ol ortasında, başkasına zarar verebilecek bir taşı kaldırmak dahi sevap hanemize yazılıyorken iyi bir iş yapmakta zorlanıyoruz. İnsan hor kullanmaya, gözlerini kendinden başkasına çevirmemeye, başkasının acısına uzaktan üzülmekle yetinmeye alışkın. Karşılığında madalya verilmeyen bir iş yapmak insan nefsine ağır düşüyor. Oysa büyük iyilikler, ufacık bir el uzatmakla başlıyor. AKUT, İHH, UNICEF, Mor Çatı gibi büyük kuruluşların afet ve sıkıntı zamanlarındaki önemlerini hep beraber görüyoruz. Büyüklerimizin dediği gibi “Ne verirsen elinle, o gelir seninle.” 38 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com Ankara Engelsiz Filmler Festivali Sinema, kültürden gündeme, eğlenceden sosyalleşmeye hayatımızın her alanına dokunan bir mecra. Hatta engellilerin en çok konu edildiği mecra olduğu da söylenebilir. Bu tip filmlere; Tamam Mıyız?, Her Çocuk Özeldir, Barfi, Benim Dünyam, Başka Dilde Aşk gibi birçok örnek verebiliriz. Ankara Engelsiz Filmler Festivali, film gösterimleri, söyleşi ve atölyeler gibi birçok etkinliğin yer aldığı bir program. İşaret dili, ayrıntılı alt yazı ve sesli betimleme ile festival kapsamındaki filmleri engelsiz şekilde insanlara ulaştırmayı hedefleyen festival son birkaç yıldır yapılıyor. Festival kapsamında gişede izleyici beğenisi kazanmış filmler de yer alırken 2014 yılında “Engelsiz Yarışma” adı altında bir de film yarışması da düzenlendi. (www. engelsizfestival.com) turuncudergi.com Ege Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi’nin başlattığı kampanya, önce kulaktan kulağa yayıldı. Kampanyanın amacı, su şişelerinin kapaklarını toplayarak engelli vatandaşlara tekerlekli sandalye sağlamaktı. Özellikle ilkokul öğrencilerinin, evlerinden kapak toplayarak okula taşımalarıyla kampanya tüm Türkiye’yi sardı. Elektrik direklerine asılan ağzı kesik bidonlar, koridorlara konulan toplama kutuları sardı dört bir yanımızı. Belediyelerin de destek vermeye başladığı kampanya daha sonra her renkten plastik kapak toplanması olarak genişletildi. Geri dönüşüm ve lojistik destek veren firmaların kampanyadan çekilmeleri nedeniyle bitirilen kampanya boyunca 280 ton kapak toplanıp 2.039 engelli vatandaşa fayda sağlanmış. (www. kapaktoplama.com) Bir ağaçlar.net projesi olan “Doğa İçin Çal” şu ana kadar 4 video yayımladı. Proje, insanlara “Doğadan Çaldığın Yeter, Doğa İçin Çal.” sloganıyla sesleniyor. Dünyanın çeşitli yerlerinden insanların kimi enstrüman çalıyor kimi türküyü söylüyor ve sonuçta ortaya kocaman bir düet çıkıyor. İlk videoda ünlü-ünsüz 45 müzisyenin yer aldığı proje, sosyal medyada çok kısa sürede yayıldı. Karavana atlayıp şehir şehir çekim yapan ekip, kamera arkası görüntülerini de yayınlıyor. Divane Aşık Gibi, Gesi Bağları, Bitlis’te Beş Minare, Uzun İnce Bir Yoldayım gibi türkülerin yorumlandığı projenin yeni videosu merakla bekleniyor. (www. dogaicincal.com) Kamu Spotu Leyla ile Mecnun dizisinde, oyuncuların kol kola girip sosyal mesaj vermeleriyle başlayan furya, sivil toplum kuruluşları ve devlet kurumlarının izlemesi eğlenceli, sarsıcı, bilgilendirici ya da dikkat çekici özelliği yüksek kamu spotları çekmesiyle devam etti. Ünlülerin de destek vermeye başladığı kamu spotları, reklam kuşağının önemli bir bölümünü kaplamaya başladı. Sigara bırakma hattı, emniyet kemeri, geri dönüşüm, obeziteyle savaş, kadına şiddet, çocuk evleri ve daha birçok konuyu ele alan kamu spotları bilgilendirmenin yanında harekete geçmeyi de teşvik ediyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin öncülüğünde oluşturulan Sesli Kütüphane Hattı bu reklamların en güzel örneklerinden biri. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 39 DOSYA i K A D ’ A NY E K N i N ’ E KiY TÜR K Afrika ülkeleri’nin temel sorunlarının başında gelen kalkınma konusunda, TİKA tarafından, Batı Kenya’da “Küçükbaş Hayvancılığı Destekleme Projesi” ile kırsal kalkınma adına önemli bir adım atıldı 40 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com GANİME GERMİYAN OKUR enya denince Masai Mara, safari, vahşi yaşam ilk akla gelenler arasındadır. Ancak Kenya ile ilgili olarak bilinmesi gereken bunlardan daha önemli şeyler var kanımca. Örneğin; burada, ülkemizin dostluk eli olan TİKA’nın gerçekleştirdiği teknik işbirliği projeleri sayesinde yüz binlerce insanın hayatında oluşan pozitif etkinin ve değişimin bilinmesi bir o kadar önemlidir diye düşünüyorum. TİKA’nın Kenya’da gerçekleştirdiği çok sayıdaki başarı hikayesinden birkaçını sizlerle paylaşmak istiyorum. Afrika ülkelerinin temel sorunlarının başında gelen kalkınma konusunda TİKA tarafından Batı Kenya’da “Küçükbaş Hayvancılığı Destekleme Projesi” ile kırsal kalkınma adına önemli bir adım atıldı. Batı Kenya’nın dağlık ve engebeli arazi yapısı, tarıma elverişli arazinin sınırlı olması, nüfusun kalabalık olması kırsal kalkınmayı oldukça olumsuz etkilemesi sebebiyle, bölge insanı için hayvancılık önemli bir gelir kaynağı olarak ortaya çıkıyor. TİKA tarafından gerçekleştirilen söz konusu proje ile bölgenin kırsal kesimlerinde yaşayan fakir halkın yaşam koşullarının iyileştirilmesine katkı sağlama adına 500 adet kümes ve 500 adet tavuk 500 aileye verilirken; Kisii, Nyamira ve Narok eyaletlerinde ise 3 adet ultra modern kümes kuruldu. Proje kapsamında her aileye bir tavuk ve bir kümes verilerek altı ay sonra iki civciv geri vermeleri isteniyor. Proje kapsamında kümes ve tavuk verilen aileler, 3 haftalık tavuk yetiştiriciliği alanında eğitim programına tabi tutuldu. Başlangıçta 30 kişiyle başlayan proje, bugün 30 bin kişinin faydalandığı önemli bir projeye dönüştü. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 41 DOSYA Batı Kenya Kırsal Kalkınma Programı kapsamında, ilk aşaması yukarıda bahsettiğim şekilde uygulanan projenin gerek bölgede gerekse de ülke genelinde olumlu etkilerinin görülmesinden ötürü bu projenin devamı niteliğindeki “Tavuk Yemi Üretim Tesisi”nin hayata geçirilmesi sayesinde Narok, Kisii ve Nyamira eyaletlerinde toplamda 50.000 kişiye ulaşıldı. Ayrıca program kapsamında sahiplenirlik, sürdürülebilirlik, istihdam ve gelir elde edilmesi sağlanarak bölgenin kalkınmasına önemli ölçüde katkı sağlandı. Batı Kenya Kırsal Kalkınma Programı altında, Bir Civciv Kampanyası’nın devamı olarak hayata geçirilen Tavuk Yemi Üretim Tesisi ile önceden 250 km gibi uzak mesafeden getirilen ve yüksek fiyatla satılan tavuk yeminin fiyatı bölgede üretilmeye başlanılmasının ardından yarı yarıya düşürülerek yerel marketlerden kolayca tedarik edilebilir hâle getirildi. Bunun yanı sıra 50 kişinin tam zamanlı, 100 kişinin ise yarı zamanlı istihdam edilmesi sağlandı. Ayrıca, tavuk yemi tesisinden elde edilecek gelir hem Bir Civciv Kampanyası’nın genişletilmesinde kullanılacak hem de bölgedeki diğer sosyal projelere fon oluşturacak. Kenya için hayvancılık, özellikle de tavukçuluk sektörünün en önemli gıda, gelir ve istihdam kaynağı olduğu düşünüldüğünde TİKA tarafından Batı Kenya’da kurulan tavuk yemi üretim tesisi sayesinde bölgede yaşayan yoksul halka ve özellikle de kadın ve gençlere önemli faydalar sağlanmaktadır. Yazımın devamında ise sizlere Kenya’da kadının güçlendirilmesine yönelik olarak ülkemizin verdiği destekten bahsetmek istiyorum. Üzülerek söylemek durumundayım ki burada kadının adı yok. İlk bakışta ülkede kadınların büyük bir çoğunluğu çalışıyor ve kendi ayakları üzerinde duruyormuş gibi görünse de gerçek hiç de 42 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 böyle değil. Çocuk yaşta diyebileceğimiz çoğu kız çocuğu, aileleri tarafından, zorla, her türlü işte çalıştırılıyor. Hatta gecenin bir yarısı sokağa atılarak para bulmaları bile isteniyor, sanki para öyle bulunacak bir şeymiş gibi... Bununla birlikte yetişkin bayanların durumunun da bundan farklı olduğu söylenemez. Bu ülkede “Single Mother” sayısı oldukça fazla ve maalesef ki kadın nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturuyor. Peki nedir bu single mother? Evlilik dışı çocuk sahibi olan, yalnız kadınları anlatır bu tanım. İşte tam da bu durumu fırsat bilen yerli ve yabancı çıkar grupları devreye girerek durumu daha da vahim hâle getirmektedirler. Diğer taraftan fedakar ve merhametli Türk milletinin destekleriyle, TİKA tarafından, kadının istismar edilmesinin önüne geçmek adına bir projeye başlandı. En büyük geçim kaynağı, Victoria Gölü kıyısında yapılan balıkçılık faaliyeti olan Kisumu Eyaleti’nde balıkçılıkla geçinen kadınların güçlendirilmesi ve halk sağlığını da kapsayacak bir projeye adım atıldı. Bahse konu projede; yerel dilde “Jaboya” ismiyle bilinen balık karşılığında, kadınlara yönelik cinsel istismarın bitirilmesi amacıyla, balıkçı kadınlara tekne alınması ve oluşturulacak bir kooperatif ile kadınlar arasındaki dayanışmanın artırılması hedeflenmektedir. Ayrıca anılan projenin uygulanacağı bölgedeki HIV/AIDS oranının Kenya ortalamasının oldukça üzerinde olduğu ve bunun sebebinin kadınların balık karşılığı cinsel ilişkiye zorlanması olduğu vurgulanmaktadır. Proje çerçevesinde, bölgede balıkçılıkla geçinen kadınlara balıkçı teknesi, balık ağları ve güvenlik setlerinin verilmesi planlanmaktadır. Söz konusu projede; kadın dayanışmasının artırılması için bir kooperatif kurularak, kooperatifte biriken aidat paralarıyla projenin sahiplenirliğinin ve devamlılığı- nın sağlanması amaçlanmaktadır.Projenin uygulamasını kısaca anlatmam gerekirse; temin edilmesi planlanan her tekne, balıkçılıkla geçinen iki kadın için gelir kaynağı olacak ve teknelerde çalışan kadınların oluşturacağı kooperatife ödenen cüzi bir aylık ücretle biriktirilen parayla da her iki ayda bir, yeni bir tekne alınacaktır. Bu sayede daha fazla kadına istihdam oluşturulacak ve projenin sürdürülebilirliği sağlanacaktır. Ülkemizin cömert desteği sayesinde bölgedeki kadınların güçlendirilmesi; sosyal alanda, halk sağlığı ve üretim alanlarında önemli gelişmeleri beraberinde getirecektir. Bu yazımda sizlerle Kenya’da iki yıldır yaşadığım ve gördüğüm bazı tecrübelerimi paylaşırken ülkemizin verdiği destek sayesinde buradaki birçok soruna çözüm sağlamak adına yaptığı fedakarlığı da vurgulamak istedim. İnternete “Kenya” yazıp arama yaptığınızda karşınıza çıkabilecek oldukça klasik bilgilerin dışında, farklı bir bakış açısından, şu an halen yaşadığım ülke olan Kenya’yı ve ülkemizin buradaki faaliyetlerini sizlerle paylaşmak istedim. Sipariş Hattı 6 Kıta 45 Ülkede... 444 1902 www.hamidiye.com.tr turuncudergi.com RÖPORTAJ RÖPORTAJ GÖNÜLLÜLÜK DEMEK ADANMIŞLIK DEMEKTİR Zihinsel ve ruhsal açıdan derinleşmenin cinsiyeti yoktur. Kadın ya da erkek eğitilmez, eğitilen insandır 1 RÖPORTAJ: AYŞE KEŞİR Av. Arzu Akalın 44 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 aysekesir@turuncudergi.com 9 yıldır kız öğrencilerin eğitimini destekleyen ve İstanbul merkezli bir vakıf olan TÜRGEV, geçtiğimiz günlerde de Ankara’da ilk kız yurdunu faaliyete açtı. TÜRGEV Başkanı Av. Arzu Akalın ve yönetim kurulu üyeleri farklı toplantılar ile Ankaralılar’a hem vakıf faaliyetlerini hem de yeni açılan yurtlarını tanıttılar. Ankara’daki kız yurdunda bir araya geldiğimiz Arzu Akalın ile sizler için bir söyleşi gerçekleştirdik. // A.Keşir- İçinde bulunduğumuz coğrafyada, kadim bir medeniyetin mirasçılarıyız biz. Bunlardan ilk akla geleni de elbette vakıf medeniyeti. Yetim ve yoksul öğrenciler için yola çıktığınızı biliyoruz. Okurlarımıza kısaca TÜRGEV’i nasıl tanıtırsınız? Amacı, misyonu, faaliyetleri… A.Akalın- TÜRGEV bugüne dek 1122 öğrenci mezun vermiş, 2013 – 2014 eğitim yılında 2000 öğrenci kapasitesini %100 artırarak 2014 – 2015 eğitim yılında bu sayıyı 4000’e çıkaran, yalnızca kız öğrencilere yönelik çalışan bir vakıftır. Bizler 22 yurdumuzla liseli ve üniversiteli kızlarımıza en iyi kalite ve şartlarda barınma imkânı sunarken aynı zamanda onların eğitim ve öğrenimlerine katkı sağlayarak âdeta ikinci bir akademi görevi üstlenmiş bulunmaktayız. Amacımız elbette ki öncelikle gençlerimizin ailelerinden uzakta da olsa kendilerini evlerindeymiş gibi hissetmeleri. Güvende ve huzurlu. Bunun dışında çeşitli eğitim faaliyetlerimiz mevcut. // A.Keşir- Toplumun bir kesiminde, kadın üzerinden, dindar ve muhafazakâr algısı oluşturulmaya çalışıyor. Eğitime erişimi engellediği vb. yönünde de ısrarlı bir algı var. TÜRGEV’in, kız öğrencilerin yurt ihtiyacının karşılanması konusundaki gayreti de aşikar. Eğitim ve kadının güçlenmesi konusunda neler söyleceksiniz? A.Akalın- Toplumlar zaman içinde evrilir. Bu sosyolojik açıdan değişmez bir kuraldır. Lakin ne yöne evrileceğini, dönüşümün ne şekilde gerçekleşeceğini bize göre yine kadınlar belirleyecektir. Bu açıdan kadınlarımızın ilim sahibi olmalarını, eğitim görmelerini, zihin ve fikir dünyalarının gelişmesini bizler çokça önemsiyoruz. turuncudergi.com İçinde bulunduğumuz zaman dilimi her açıdan oldukça gelişmiş teknolojiyi ve güvenlik sistemini üretiyor olsa da, yine de anne ve babaların, bulundukları şehirlerin dışında üniversiteyi kazanıp gidecek olan kızlarının güvenliğinden endişe etmesini engellemiyor. Bu hassasiyetlerin ortadan kalkmasını ya da değişmesini beklemek biraz gerçeküstü olabilir. Dolayısı ile bu endişeleri gidermeye yönelik ve aynı zamanda genç kızlarımızın eğitimine ket vurulmasına izin vermemek, her iki tarafın da memnuniyeti sağlamak bizim yola çıkış noktalarımızdan biriydi. Ve sağladık da hamdolsun. Ancak kadınların özgür bir birey olarak var olduğu bir toplumda, kaliteli bir yaşam ve üretkenlik, pozitif bir değişim ve dönüşüm mümkün olabilir. “Kadının eğitimi” olarak nitelendirilen kavramı kullanmayı aslında çok tercih etmiyorum. Eğitim her durumda gelişim ile ilintilidir. Zihinsel ve ruhsal açıdan derinleşmenin ise cinsiyeti yoktur. Kadın ya da erkek eğitilmez, eğitilen insandır. turuncudergi.com Kişinin kendisini bulması, bilmesi ancak ilim sahibi olmak ile gerçekleşebilir. Kişi ancak kim olduğunu ve sonrasında kendisini bildikten sonra özgün bir birey olabilecektir. Bunların yanında biraz önceki soruda bahsettiğimiz farklı toplumlardaki farklı hassasiyetler ve görüşler kadınların eğitim almalarının önüne geçebilmiştir. TÜRGEV olarak amacımız kadınların etken ve aktif oldukları toplumların dünyaya bir şeyler katabileceğini canlı olarak göstermektir. Ancak kadınların özgür bir birey olarak var olduğu bir toplumda kaliteli bir yaşam ve üretkenlik, pozitif bir değişim ve dönüşüm mümkün olabilir. Yüksek standartların oluşması ülkelerin gelişmesi, demokrasilerin olgunlaşması ve adil toplum düzeninin inşasında kadın konusu yine turnusol kâğıdı görevini görecektir. // A.Keşir- Öğrencilerinizle farklı etkinlikler yaptığınızı da biliyoruz. Bunları okurlarımızla paylaşır mısınız? Bu etkinliklerin amacı ne, neler yapıyorsunuz? Kişinin kendisini bulması, bilmesi ancak ilim sahibi olmak ile gerçekleşebilir. Kişi ancak kim olduğunu ve sonrasında kendisini bildikten sonra özgün bir birey olabilecektir. Türgev Başkanı Arzu Akalın, yazarımız Ayşe Keşir’in sorularını içtenlikle cevapladı. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 45 RÖPORTAJ Atölyeleri açmamızdaki amaç öğrencilerimizin eğer yetenekleri varsa keşfetmeleri dolayısıyla kendilerini daha iyi tanımaları ve özel bir uğraşıya sahip olmalarıdır 46 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 RÖPORTAJ A.Akalın- Tabi, paylaşalım. Yurtlarımızda verdiğimiz eğitimleri dört başlık altında toplamak gerekirse; Akademi, Kültür & Sanat, Spor ve Müzik eğitim ve faaliyetlerimiz mevcut. Okudukları bölümlerde uzmanlaşmak isteyen öğrencilerimize yönelik özel çalışma gruplarımız, kitap okuma, analiz kritik gruplarımız Akademi başlığında; resim, ebru, hat, satranç, yemek, dikiş gibi kültürel ve sanatsal atölyelerimizi Kültür & Sanat; ney, keman, kanun atölyelerimizi Müzik; basketbol, aerobik, hapkido, voleybol derslerimizi de Spor başlığı altında değerlendiriyoruz. Atölyeleri açmamızdaki amaç öncelikle öğrencilerimizin okudukları bölümlerin dışında yeni alanlara açılmaları, eğer yetenekleri varsa keşfetmeleri dolayısıyla kendilerini daha iyi tanımaları ve özel bir uğraşıya sahip olmaları. Bunların yanı sıra müzik, edebiyat ve sanat konularında bilgi ve zevk sahibi olmaları bizim için önemli. Sanatın dokunduğu bir ruh, incelediği bir gözün dünyaya katacağı çok şeyler olduğunu düşünüyoruz. Ve bu ruhları işlemek, derinleştirmek bu seçkin zevkleri gençlerimize kazandırmak bizlerin idealleri arasında… // A.Keşir- Vakıf medeniyeti bizim için bu kadar kadim iken, diğer yandan dünyada 3. Sektör kavramı gelişiyor. Yenidünyanın STK ve Gönüllülük anlayışı nedir? A.Akalın- Yeni dünyada –özellikle sosyal medya faktörü ile birlikte– sosyal sorumluluk projeleri kapsamında STK ve gönüllülük anlayışının daha da yaygınlaşabildiğini ve hatta sivil toplum kuruluşlarının –Mavi Marmara meselesinde olduğu gibi– devletlerin uyguladığı yanlış politikalara karşı birleşip, harekete geçebildiğini bugün görebiliyoruz. Farkındalığı artırma yolunda oldukça aktif rol üstlenen sivil toplum kuruluşları, bu eylemlerini kendi özel zamanlarını ayırarak tamamen gönüllü olarak gerçekleştiriyor, daha da ileri derece de yüreklerini ortaya koyup davaları olarak benimsiyorlar. Toplumun dinamiklerini göz önünde bulundurduğumuzda STK’ların oldukça güçlü bir konumda olduğunu bu bağlamda sanırım artık söyleyebiliriz. // A.Keşir- Suriye’li misafirlerimiz konusunda gördük ki özellikle o bölgedeki STK’ların çok ciddi gayreti ve emeği var. Fakat dünyadaki örneklerde olduğu gibi 3. Sektör algısı ile kurumsallaşmada biraz eksik miyiz? İnsan kaynağı da dahil olmak üzere, faaliyet ve etkinliklerde, katma değer üretimini rakamlara yeterince dökemiyor, raporlara yansıtamıyoruz sanki. Bu konuda neler söyleyeceksiniz? STK’ların kurumsallaşması konusunda neler yapılmalı? A.Akalın- 3. Sektör ibaresi kavram olarak yeni olabilir belki ama bizim için Osmanlı’dan bize miras kalan bir anlayış ve yapıdır aslında. Ve o dönemden de gördüğümüz kadarıyla arşivlerde oldukça titiz tutulmuş kayıtlar mevcut. Zaman içerisinde gündelik yaşamların değişmesi ve alanların kayması ile bir bakıma erozyona uğrayan vakıf kültürümüz bu konuda da sekteye uğramış. Bugüne dek bu alanı canla başla ayakta tutan büyüklerimizin de emeklerini göz ardı etmemek lazım tabi ki. Bunun yanında da öyle umuyorum ki yeniden bir hareketlenme, canlanma bu kültürü yeniden kazanmaya yönelik eğilimler baş göstermiş durumda. Tabi bu durum beraberinde ister istemez turuncudergi.com kurumsallaşmayı da getirecek, getiriyor. Düzenli ve kesin bir iş bölümü ve kalite sistemleri bu bağlamda eksikleri gidermeye yeterli olacaktır diye düşünüyorum. // A.Keşir- Özel sektörde, reel sektörde “sosyal sorumluluk” anlayışının gelişmesi ümit verici... Fakat bu konuda popülizm etkisi ve PR kaygısı daha mı fazla? “Sağ elin verdiğini sol el bilmemeli.” düsturundan başka bir yere mi gidiyoruz? Yoksa yeni gerçekler mi bunlar? Bizim inancımız ve hassasiyetlerimize baktığımızda yardımlaşma mahremiyet barındıran bir alandır. A.Akalın- Doğrudur. Bizim inancımız ve hassasiyetlerimize baktığımızda yardımlaşma mahremiyet barındıran bir alandır. Birden çok kişiyi kapsadığından ve umumi alanda ve mekânlarda paylaşıldığında incitici olabileceğinden mahremdir. Eksik olan bir yeri ya da bir şeyi tamamlamaya çalışırken, gönül kırmaya ya da incitmeye sebebiyet vermemek gerekir. Zaman içerisinde gündelik yaşamların değişmesi ve alanların kayması ile bir bakıma erozyona uğrayan vakıf kültürümüz bu konuda da sekteye uğramış. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 47 RÖPORTAJ Aylık Kadın ve Yaşam Dergisi 2015 Yılı Abonelik Bu nokta bizim de yardımlaşma ve dayanışma faaliyetlerimizde gözettiğimiz hassasiyetlerimizdendir. Biz tabi durumu müsait olmayan öğrencilerimiz de bu faaliyetlerden yararlansın istediğimizden burs isteyen öğrencilere bu bursu sağlamaya çalışıyoruz. // A.Keşir: “Gönüllülük” kavramının sizdeki karşılığı nedir? Arzu Akalın olarak “gönüllü olma” hâli nasıldır? A.Akalın: Gönüllülük demek, adanmışlık demek en kısa şekli ile benim için. Ve hangi sivil inisiyatifin içinde görev alırsanız alın; gönüllülük, görevi kabul edene kadar vardır sonrasında ise sorumluluk başlar. Yapabileceğinin en iyisini, en mükemmelini, ötelemeden, ertelemeden ve disiplin içinde yapmak gelir. Av. Arzu Akalın Kimdir? 1973 Almanya doğumlu olup aslen İstanbul Çatalcalı’dır. Ailesinin ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen Akalın, eğitiminin bir kısmını, ailesinin yurtdışında yaşıyor olması sebebi ile, Almanya’da tamamladı. Sonrasında lise ve üniversite eğitimini ise Türkiye’de aldı. Dönemimiz Başladı Her ay güncel konularda en yetkili isimlerle yaptığımız röportajlar, alanında uzman yazarlarımızın ele aldığı dosya konularının yanı sıra kitap, film, mutfak kültürü sayfalarımızla evlerinize konuk oluyoruz... Yıllık Sadece 85¨ Bizi Sosyal Medyada Takip Etmeyi Unutmayın! turuncudergisi.blogspot.com Çok istediği hukuk alanında eğitim almayı tercih etti. 1995 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ ni birincilikle tamamladı. Akademik çalışmayı yapmayı hedefledi ama başörtüsü yasakları sebebiyle gerçekleştiremedi. Avukatlık yaptı ve patent hukuku alanında uzmanlaştı. 17 yıllık avukat olan Akalın, 10 kişilik ekibiyle marka ve patent hukuku alanında, yerli ve yabancı firmalara hukuk danışmanlığı yapıyor. Halen Almanya’da doktora öğrencisi ve THY yönetim kurulu üyesidir. Bir süre siyasetle uğraşan Akalın, 2014 yılından bu yana TÜRGEV’in yönetim kurulu başkanlığını yapmaktadır. Bisiklet turları yapmak, yüzmek ve kültürel geziler yapmaktan hoşlandığını ifade eden Akalın, zaman zaman bu tür etkinliklere vakit ayırmaya çalışıyor. facebook.com/turuncukadindergisi twitter.com/turuncudergisi instagram.com/turuncudergisi www.turuncudergi.com e-mail: info@turuncudergi.com Adres: Ufuk Üniversitesi Cad. 1472 Sk. No: 24/17 Çukurambar / Ankara Tel: 0312 473 98 33 48 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 YAZAR “Kim var! “ diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım!” cevabını verici, her ferdi “Benim olmadığım yerde kimse yoktur!” duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı bir gençlik... Nimete Değil, Külfete Gönüllü Olmak. İşte tam burası, talip olmak ile gönüllü olmak arasındaki farkı oluşturmaktadır. Talip olan yüzünü nimete, gönüllü olan yüzünü külfete döner Ç BETÜL YEŞİL ÇELİK ocukluğu hayal kurmakla geçen biri değildim ama farklı bir dünya tahayyülüm her zaman vardı. Öyle bir dünya ki taksicinin biri, her gün rastgele seçtiği bir müşterisini gideceği yere ücretsiz götürsün. Doktorun biri, bir hastasını akşam vakti arasın ve ona “Nasıl oldunuz, sizi merak ettim.” desin. Adamın biri, ikinci evini alabilecek birikimi olmasına rağmen ev almasın, bununla tasadduk 50 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 betulyesilcelik@turuncudergi.com etsin. Trafikte insanlar birbirlerine yol vermek için öyle yarışsınlar ki nerdeyse trafik tıkansın. Böyle bir dünya mutlaka olsun. Ben o dünyada yaşamasam da sevdiklerim muhakkak yaşasın. Aklımdan sıklıkla bunlar geçerdi. Çocuk saflığı mı dersiniz bilmiyorum ama dünyanın böyle bir yer olması gerektiğine inanırdım. Ve bu yüzden çoğunlukla kendimi bu dünyaya ait hissetmezdim. Yine bu günlerden birinde öğretmenimiz, sınıfa bir soru sordu: “Kim benim sınıf defteri- mi doldurmak ister?” Öğretmenin sınıf defterini doldurmak demek; öğretmen masasına oturmak, öğretmen olmak demekti. Kim bu işe gönüllü olmak istemez ki? Yazısı öğretmen defterini dolduracak kadar güzel, kendisi dolma kalemle yazı yazabilecek kadar dikkatli olsun olmasın, herkes “Ben, ben, ben!” diye parmak kaldırmıştı. Bu gurur verici işe ben, yirmiden fazla gönüllünün arasından, seçilmiştim. Öğretmen sandalyesine oturduğumda, öğretmenimiz “Ben dönene kadar turuncudergi.com öğretmen sensin, kim konuşursa ismini bir kâğıda yaz.” deyip sınıftan çıkmıştı. Daha ilkokuldayken öğretmen olmuştum. Bunu hemen anne-babama anlatmalıydım. Keşke hemen akşam olsa. Gün geçmek bilmedi. Balkonda okuldan dönmemi bekleyen anneme her zamanki gibi aşağıdan seslendim: “Anneee, bugün okulda ne oldu biliyor musun?” Merdivenleri tırmandım, içeri koşarcasına girdim. Başladım anlatmaya. Ne var ki, bendeki heyecan ailemde yoktu. Anlatacaklarım bitince babam biraz da dalga geçerek şöyle dedi: “Kesin ben yaparım diye atlamışsındır.” Hayal kırıklığı yaşamıştım. Takdir görmeyi beklerken neredeyse kınanmıştım. Galiba babam da öğretmen olduğu için, öğretmenimin bu tavrını işi başından atma olarak görmüştü. Babama göre, öğretmenin kendi işini bana yaptırması sorumsuzluk olmakla birlikte, benim için de onur değil angaryaydı. Ama ben öyle düşünmüyordum. Bu, son olayım olmayacaktı. Talip mi, Gönüllü mü? Aynı hikâyeyi büyüklerin hayatına uyarlayalım. Bir kamu kuruluşunda bir amir, altında çalışan ekibine kendisinin yokluğunda başkanlığa vekâlet edebilecek bir gönüllünün olup olmadığını sorsun. Yetişkinler, çocukların yaptığı gibi “Ben, ben, ben!” diye atılmayacak da olsa, büyük çoğunluk kısa süreli başkanlığa gönüllü olduğunu söyleyecektir. Ve büyük ihtimal amir, zaten aklında olan kişiyi -gönüllü olsun ya da olmasın- vekâletine görevlendirecektir. Hikâyenin bu değişmeyen sonucu, üzerinde konuşulmaya değer. Kahramanlarından biri ben olduğum bu iki hikâye incelendiğinde, önemli bir ortak noktanın ortaya çıktığını görüyoruz. Her iki grup da, aslında doğrudan ya da dolaylı olarak çıkarlarının olduğu işlere gönüllü oluyor. Aslında bu eylemi gönüllü olmaktan ziyade, talip olmak olarak tanımlayabiliriz. Zira kişilerin birbirleriyle yarıştıkları durum, büyük çoğunluğun isteyeceği ve herhangi bir özelliği dolayısıyla (Makam, prestij, maddi kazanç vb.) fayda sağlayıcı işlerdir. Dolayısıyla her bir aday doğal olarak taliptir. Burada gönüllü olmanın bir diğer anlamı olan turuncudergi.com “istekli olmak” ile karşılaşıyoruz. Fakat gerçek gönüllü olmak, talip olmak mıdır? Bu soruyu cevaplayabilmek için hikâyemizi biraz değiştirelim. Yine aynı amir, ekibine elindeki kalın dosyaları göstererek bir soru sorsun: “Bunları kim redakte etmek ister?” Manzarayı tahmin edersiniz. Öne eğilen başlar, parkenin desenlerini sayan gözler… Kimse bu sıradan işi üzerine almak istemez. İşin yapılması gerektiğini düşünen amir ya kendisi bir “kurban” seçer ya da içlerinden biri “Ben yapabilirim.” diyerek odadaki derin sessizliği bozar. Diğerlerine göre bu gönüllü kişi belki “zavallı” belki de “enayi”dir. Çünkü yapılacak olan ister çok zor ister çok sıradan olsun bir iş, bir görevdir ve kimse göreve talip olmak istemez. Nimete Değil, Külfete Gönüllü Olmak İşte tam burası, talip olmak ile gönüllü olmak arasındaki farkı oluşturmaktadır. Talip olan yüzünü nimete, gönüllü olan yüzünü külfete döner. Ve bu yöneliş, yönü zıt istikamette olanların anlamayacağı, anlasa da kötüye kullanacağı bir durumu oluşturabilir. Zira bir işe gönüllü olmak, diğerlerinin üzerinden sorumluluğu alan, tabiri caizse, farz-ı kifaye olan bir eylemdir. Bu yüzden gönüllü yardım kuruluşları, sorumluluğu devletten alıp sivile verdiği için sosyalistlerin eleştirilerine maruz kalmıştır. Oysa İslam, baştan ayağa gönüllülük üzerine kurulmuştur. Kişi iman etmeye zorlanamaz. Dolayısıyla iman eden kişi İslam’a kesinlikle gönüllü olan kişidir. Bununla birlikte bu gönüllü olma hâli, beraberinde sorumlu olma hâlini de getirir ki, aslında iman eden nimete değil külfete gönüllü olmuştur. İsmet Özel’in dediği gibi; aslında iş Kelime-i Şehadet getirmekle bitmez, asıl orada başlar. İman etmeye gönüllü olmak, devamında bireysel ve toplumsal birçok sorumluluğa da evet demektir. Farz-ı ayn olan, yani kişinin bireysel olarak sorumluluğunda olan yükümlülükleri çıkardığımızda, farz-ı kifaye olan tüm amellerin aslında bananeciliğe/neme lazımcılığa bir meydan okuma olduğunu görürüz. Dolayısıyla mü’min kişi bana ne demeyen, aksine fedakâr, diğerkâm olan kişi olmaktadır. Dindeki bu gönüllü olma hâli, dünya görüşlerinin/ideolojilerin de beklediği bir eylemdir. Örneğin; Üstad Necip Fazıl, Gençliğe Hitabesi’nde hayalini kurduğu dava gençliğini, “Kim var?” diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert “Ben varım! “ cevabını verici, her ferdi, “Benim olmadığım yerde kimse yoktur! “ duygusuna sahip bir dava ahlâkını pırıldatıcı…” olarak tanımlamıştır. Yine aynı dönemin şairi ve Necip Fazıl’ın davasının/ideolojisinin karşıt savunucusu Nazım Hikmet, Kerem Gibi şiirinde neredeyse bir klasik hâline gelen şu dizeleriyle, aslında gönüllü olmanın davalarındaki vazgeçilmezliğini anlatmıştır: Ben diyorum ki ona: Kül olayım Kerem gibi yana yana/ Ben yanmazsam, Sen yanmazsan, Biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa… Görüldüğü gibi bir dünya görüşü bile, devamlılığını yanmaya gönüllü fertlerin varlığına bağlamışken, gönlünde Allah olan kullarının bir işe gönülsüz olması beklenebilir mi? Yanmak demişken… Hz. Ebubekir’ in gönüllüğü, hiçbir gönüllülük örnekleriyle kıyaslanamayacak kadar çarpıcıdır. “Ya Rabbi bedenimi o kadar büyüt ki, cehennemi ben doldurayım. Oraya bir başkası girmesin.” Her ne kadar “Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil.” dese de şair, burası gönlün susarak razı olacağı yerdir. Burası, sözün bittiği yerdir. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 51 YAZAR ELİF NİSA T oplumdaki “bir lokma bir hırka” anlayışına göre Müslüman zengin değil, yoksul olmalı; elindekilerle yetinmeli hatta gerektiğinde aç kalmalıdır ki daha takva sahibi olabilsin. Kur’an aktif bir mümin modeli önerirken, bu anlayış pasif bir modeli dayatır ve bunu Kur’an adına yaptığını iddia eder. Var olan her güzellik onu yaratanın ürünüdür. Tüm güzellikler onları takdir edebilen müminler içindir ve bunlarla kıyaslanamayacak nicesi de “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır.” (Araf Suresi, 32) ayeti gereği ahirette sadece müminlere verilecektir. Malın ve mülkün gerçek sahibi Allah’tır; her nimet O’ndan gelir ve yine O dilerse gider. Kendisine mal ve mülk verilen mümin bundan dolayı gururlanmaz, büyüklenmez ya da şımarmaz, yitirme duygusu yaşamaz. Hepsi için şükreder ve nimetleri Allah’ın hoşnutluğunu kazanma amacıyla kullanır. Ancak, “Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahittir. Muhakkak o, mal sevgisinden dolayı çok katıdır.” (Adiyat Suresi, 6-8) Mal ve mülk sevgisi kimi insanların kalbini 52 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 YAZAR Vermenin bir ağırlığı yoktur aksine tüy gibi hafifletir B İR LOKMA B İR HIRKA katılaştırıp onları dinden uzaklaştırabilir. Kişi, Allah’a muhtaç olduğunu unutup kulluk bilincini kaybedebilir, hep daha fazlasını kazanma hırsına kapılabilir. Mal, mülk müminin şükrünü ve ecrini artırırken, gaflete kapılan kişinin azgınlığını ve azabını artırır. Mümin kanaatkârdır ancak kanaat, verilenle yetinmek değil geçinmektir. Daha fazlası için ve Allah yolunda kullanmak amacıyla dünya hayatında zenginlik ve mülk isteyebilir insan. Hz. Süleyman istemiş Rabbi vermişti. O, muhteşem bir güç, servet ve iktidara sahip olmasına rağmen, her zaman Allah’a karşı içinde derin bir saygı taşımış ve tüm imkânlarını O’nun yolunda kullanmıştı. “...Gerçekten ben, mal (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim...” (Sad Suresi, 32) Müslüman zengin olmalıdır ki zekât, infak gibi ibadetleri yerine getirirken çok fazla ihtiyaç sahibine, çok daha fazla verebilsin. Kâinatta, yaratılmış her şey bir başkasına hizmet için vardır. Dahası bu hizmet karşılıksızdır, çıkarsız, beklentisizdir. Yardımın, fedakârlığın, merhamet, şefkat ve sevginin müesseseleşmiş şekli ise vakıflardır. Vakıfların ilk örneğini Peygamberimiz (a.s.m) ile görürüz. Medine’de sahibi olduğu yedi ayrı hurmalığını, daha sonra da Fedek ve Hayber hurmalıklarından kendisine düşen payı Allah yolunda vakfetmişti Peygamber. Bu güzelliğe şahit olan sahabe de, kendi imkânlarıyla vakfetmişlerdi. Hazreti Câbir bu konuda şöyle söyler: “Muhacir ve ensardan imkân sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” İnsan, Allah katından bir imtihan olarak yoksul olabilir. Mallardan eksiltme ile imtihan olan mümin, zor zamanlarında da Rabb’ine tevekkül eder kararlılıkla sabreder. Ancak yoksulluğun tercih edilmesi ya da özendirilmesi çok farklıdır ve yanılgıdır. Kur’an’daki, “Bir de (savaşa katılabilecekleri bir bineğe) bindirmen için sana her gelişlerinde ‘Sizi bindirecek bir şey bulamıyorum.’ dediğin ve infak edecek bir şey bulamayıp hüzünlerinden dolayı gözlerinden yaşlar boşana boşana geri dönenler üzerinde de (sorumluluk) yoktur.” (Tevbe Suresi, 92) ayetinde söz edilen müminlerden olmak yerine, Allah yolunda canı ve malıyla mücadele eden bir mümin olmanın, İslam için çok daha hayırlı olacağı açıktır. Alan el yerine veren el olmak daha iyi değil midir?.. turuncudergi.com “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.” ( Âl-i İmran Sûresi, 92.) V DİLEK ÇEVİKOĞLU ermek, sevdiklerimizden; severek, isteyerek vermek olduğu zaman anlamını bulur. Bir lütfediş olamaz asla; hak sahibine, nasibi olanı ulaştırmak için seçilmek bir lütuftur aslında. “Vermek” bir aracılıktır sadece, emanet edileni gereken yerlere teslimdir. Görev gözüyle de bakılabilir. Eğer bende bir mal varsa zaten ödünçtür. Biriktirmek için değil, harcamak içindir. Yanıbaşında ihtiyaç sahipleri kıvranırken habire para biriktirmek, bildiğin deliliktir. Vermenin bir ağırlığı yoktur, aksine tüy gibi hafifletir. Bizleri açgözlülüğe, bencilliğe sürükleyen kapitalist sisteme göre “veren el olmak” enayilikle eşdeğer hâle gelmiş. Ne kadar paramız varsa o kadar değerli hissetmeliyiz kendimizi. Kaç evimiz varsa o kadar başarılıyız, arabamız hangi modelse o kadar karizmatiğiz. Bilinçaltımıza kazınmış sloganlardan biri “Çünkü ben buna değerim.” Değerim maddi ölçü turuncudergi.com dcevikoglu@turuncudergi.com birimleriyle ölçülür benim, maneviyat nedir ki? Açlıktan kırılanlar, evsiz barksız kalanlar; sistemin rengarenk boyalı dünyasının promosyon olarak gözümüze taktığı pembe gözlüklerin filtrelerine takılıp kalıyor. Zenginler gittikçe daha da zenginleşiyor, fakirler daha da fakirleşiyor. Toplumda, insanların arasında gitgide büyüyen bir uçurum oluşuyor. Sosyal patlamaların, toplumsal çöküşlerin kaynağı bu açgözlülük hastalığı değil mi? Varsa yoksa “ben” olmuşuz. “Benim ihtiyaçlarımdan arta kalan parayı (gönlümden koparsa) fakirlere veririm.” kendimize söylediğimiz yalanların en büyüğü olmuş. Benim giderilmezse öleceğim ihtiyacım ne? 5 çekirdekli tablet mi? 330 hp araba mı? 10 oda, 2 salon, 3 mutfak villa mı benim ihtiyacım? “Dünya hayatında ancak yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin, sadaka olarak dağıtıp kalıcı kıldığın senindir.” (Müslim, Zühd 3.) İnsanoğlu bütün dünyaya sahip olsa, yine de yetmez. Çünkü burası için yaratılmadık biz, gerçek yurdumuza giderken şöyle bir uğradık sadece. Ruh, cenneti istiyor. O cenneti istedikçe biz cennet gibi bir ev sahibi olmaya çalışıyoruz. O, Rabbini özledikçe biz canımız sıkıldı diye alışveriş merkezlerine koşuyoruz. Düşmanı uzaklarda aramaya gerek yok, kendi kendimize yeterince eziyet ediyoruz. Sevdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcamak için zengin olmamıza da lüzum yok. Hâl hatır sormak, güler yüz göstermek, yardımcı olabileceğimiz bir durum varsa yardıma koşmak gibi; zamanımızdan, enerjimizden vermek, sevgi ilgi göstermek de birilerini, dolayısıyla bizleri mutlu etmeye yeter. “İnsanlara güler yüzle selam vermek sadakadır.” [Beyheki] Sevdiğimiz şeylerden, sevdiğimizin rızasını kazanmak için vermek O’na olan aşkımızın şahidi olsun. “Şüphesiz Allah Kerîm’dir, keremi sever; cömerttir, cömertliği sever.” (Tirmizî, Edeb, 41) Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 53 YAZAR Veren el, alan elden Ö üstündür HANİFE SENİYYE SÖZER nünde duran yemeğe gözlerini dikmiş, suratını da buruşturmuş bir hâlde sandalyede oturuyordu. Çocuk olmasının ona sağladığı fırsatları kullanarak anne ve babasını ikna edebileceğini düşünüyordu. Evin büyüklerinden beklenen hareketlilik gelmeyince kollarını sıkıca bağlayarak derin bir nefes verdi Musab. Annesi sanki biraz kıpırdanmıştı ama yok, yine beklediği onayı alamadı. Babasına bakmaya ise birazcık çekiniyordu. Zira kızarsa her şey 54 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 hanifesozer@turuncudergi.com onun için çok daha kötü olabilirdi. Saliha Hanım yavaşça yemeğini yemeye devam ederken göz ucuyla da oğlunu kontrol etti. İnatla hâlâ yemeğini yemiyordu. Gözlendiğini anlayan ufaklık bu durumu fırsat bildi ve bir kez daha bütün havayı içine çekerek kuvvetlice nefesini burnundan verdi. Saliha Hanım sakinliğini koruyarak lafa girdi. - “Oğlum artık yemeğini yer misin?” “Hayır!” Öyle tok bir cevaptı ki, Musab’ın vazgeçmeye hiç niyeti yok gibiydi. Annesi pes etmedi. -“Ama birazdan sofrayı toplamak zorundayım ve sen aç kalacaksın. Hadi anneciğim. İnat etme de ye.” Saliha Hanım, dolduruğu kaşığın ucunu oğluna doğru uzatmış ağzını açmasını bekliyordu. Musab ise çenesini sımsıkı kenetlemiş, kafasını kaşıktan zıt yöne doğru çekiyordu. -“Hem ben lahana sevmiyorum! Yemeyeceğim işte!”dedi ve inatçı eylemine kaldığı yerden devam etti. Annesi, bu yöntem işe yaramayınca ilgisini başka bir yöne çekmek istedi. turuncudergi.com “Öyleyse biz çay içip, yanında çikolatalı kekten yerken sen bizimle birlikte yiyemeyeceksin. Oysa ben senin için üzerini renkli şekerlemelerle süslemiştim.”dedi. Evin oğlunun önce bir gözleri parladı. Günlerdir annesine en sevdiği keki yapması için yalvarmış ama Saliha Hanım müsait bir vakit bulamadığından oğlu da hep yarın akşam vaatleriyle karşılaşmıştı. Şimdi istediği kek önüne sunuluyordu. Bir müddet kararsız kalsa da aklı hâlâ gündüz alışverişteyken ona almadıkları kumandalı arabadaydı. -“Hayır işte! Bana o arabayı almazsanız yemem.” Ali Bey olanların farkındaydı ama sakince yemeğini kaşıklıyor, bir yandan da haberleri izliyordu. Musab ağlamaklı bir tavır takınarak mızmızlanmaya başladı. Elindeki her şeyi sonuna kadar kullanıyordu. Annesi dayanamayıp sesinin tonajını biraz yükseltti ve: -“Odan oyuncak dolu, yeterince arabaya sahipsin. Çoğuyla oynamıyorsun bile. Fazlası israf. Ayrıca bu yemek yememen ile olacak bir şey değil. Böyle yaparsan kızacağım. Lütfen yemeğini yer misin!?”dedi. İstediğini böyle elde edemeyeceğini anlayınca ufaklık son çare olarak söylenmeye, bir yandan da ağlamaya başladı. Ali Bey bir çözüm ararcasına önce ağlayan çocuğuna baktı sonra gözleri eşi Saliha Hanımınkiler ile buluştu. Bir tebessüm belirdi yüzünde, ardından bakışları televizyona kaydı, yavaşça sesini açmaya başladı. Musab bir müddet sonra kendi ağlamasını bastıran başka bir çocuk sesi ile karşılaşınca biraz olsun duruldu. İlgisi, ağlayan diğer çocuğun olduğu kısıma kaydı. Elinin tersiyle gözlerini sildi ve -“O neden ağlıyor?” dedi. Beklenen açıklama babasından geldi. - “Karnı açmış.” - “Neden yemiyormuş o zaman ki?” - “Çünkü yiyecek yemekleri yok.” - “Annesi almamış mı?” - “Alamamış.” - “Neden? O zaman babası alsaymış.” - “Babası da alamamış. Çünkü paraturuncudergi.com ları yok. Onlar savaştan kaçıp geldiler ülkemize. Suriyeli bir çocuk o. Artık evleri yok. Babasının da para kazanmak için bir işi yok.” Musab televizyonda ağlayan çocuğa daha da dikkatli bakmaya başladı. Saliha Hanım da bir anne yüreğiyle dolan gözlerini ekrandan çevirdi ve canından çok sevdiği oğluna şefkatle baktı. - “Yani oğlum onların yiyecek yemekleri, giyecek kıyafetleri bile yok. Bak bizim soframızda her şeyimiz var. Eşyalarımız var. Kıyafetlerimiz var. Evimiz var. Çokça şükretmeliyiz değil mi? Lahanaya da sevmiyorum dememeliyiz. Allah bize ne kadar güzel nimetler vermiş. Hepsi için teşekkür etmelisin.”Annesinin kaldığı yerden babası devam etmeye başladı. - “Hatta bizde yetecek kadar olduğundan onlara da vermeliyiz. Ne diyor Peygamber Efendimiz sallahu aleyhi ve sellem ‘Veren el alan elden üstündür.’ Değil mi annesi?” Ali Bey mütebessim bir şekilde eşine döndü. Söylemek istenileni ona bakan gözlerden anlayan Saliha Hanım, - “Haklısın Ali Bey.”dedi. “Yarın erzaklardan, kıyafetlerimizden, hatta Musab’ın kıyafetlerinden seçer, güzelce paketlerim. Sen de götürürsün. Olur mu?” Ali Bey, gözlerini “olur” anlamında yumdu. Daha sonra eşinin ve oğlunun elinden tutup onları Asr-ı saadet zamanına götürdü. - “Bir gün adamın biri ihtiyacı için Hz. Ali’nin kapısını çalıyor. Hz.Ali (r.a)’de oğlu Hasan’a: -‘Annene git, kendisine verdiğim altı dirhemden birini versin. Getir, şu adama ver.’ diy… Daha girizgahı tamamlayamayan Ali Bey’in cümlesini, hikayenin içine girmiş olan Musab birden böldü. - “Dirhem ne demek Baba?” - “O zamanın parası. Bizim şimdi kullandığımız lira gibi.” - “Eee sonra?” - “Sabırlı ol oğlum anlatıyorum. Çocuk gidiyor ama çok çabuk geri dönüyor ve ‘Annem o altı dirhemi un almak için saklamış.’ diyor. Hz. Ali (r.a) “Gerçek iman sahibi kişi elindeki paraya değil, Allah’a güvenir oğlum. Git annene söyle, altı dirhemin tamamını versin.”diyor. Fatıma annemiz altı dirhemi gönderince de hepsini fakir adama veriyor. Sonra Ali (r.a) tam içeri girecekken, devesinin ipinden tutup yanından geçen bir adamın, ‘Satıyorum, var mı isteyen?’ diye seslendiğini duyuyor ve adama ‘Kaça satıyorsun?’ diye soruyor. Adam ‘Yüz kırk dirheme’ diyor. Hz. Ali (r.a): ‘Parasını sonra almak üzere kapıya bağla.’ diyor. Adam devesini kapıya bağlayıp gidiyor. Az sonra bir adam yoldan geçerken deveye talip oluyor. ‘Bu deve kimindir?’ diye sorunca, Hz. Ali (r.a) ‘Benimdir.’ diyor. Adam ‘Satmıyor musun?’ diyor. - ‘Satıyorum.’ - ‘Kaça satıyorsun?’ - ‘İki yüz dirheme.’ Adam kabul ediyor, iki yüz dirhemi çıkarıp Hz. Ali’nin eline veriyor ve deveyi alıp gidiyor. Hz. Ali (r.a) bu parayla önce borcu olan yüz kırk dirhemi ödüyor. Sonra elinde altmış dirhem kalıyor, onu da eşi Fatma’ya götürüp veriyor. Fatma annemiz, - ‘Bu nedir?’ diye sorunca Hz. Ali (r.a) ‘Bu, Cenâb-ı Allah’ın, ‘Kim (Allah’a) bir iyilik (ve tevhid)le gelirse, kendisine onun on misli (sevap) vardır.’ (En’am/ 160) müjdesinin gerçek olmuş halidir.’ diyor.” Kıssa ile yemeğin aynı anda bittiğini fark eden Saliha Hanım “Elhamdülillah”derken kafası karışmış gibi görünen Musab; - “Ama ben anlamadım.” dedi. Ali Bey, “Yani senin olan her şeyden ne kadar paylaşırsan Allah sana on katı kadarını verir demek.”der demez oğlu sandalyeden fırladı. Odasına doğru yönelmişken annesi peşinden bağırdı. - “Lahanan hâlâ bitmedi nereye gidiyorsun?” - “Suriyeli çocuğa göndereceğim oyuncaklarımı seçmeye...” Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 55 DOSYA OSMANLICA ECDADIN MİRASI A İrem Özal slında Osmanlı İmparatorluğu’nun kullandığı Arapça, Farsça gibi dillerin temel oluşturduğu; Arap harfleri ile yazılan, Türkçe’nin özüne “Osmanlıca” demek konusunda çekincesi olanlar olsa da şu an bu şekilde isimlendiriliyor. Kuran-ı Kerim alfabesinin harekesiz olarak kullanıldığı; p,ç, j gibi harflerin eklenmesiyle günümüz kelimelerinin de rahatlıkla yazılabildiği Osmanlıca, son birkaç senedir gençler arasında çok revaçta. Hatta Hayrat Vakfı ile Gençlik ve Spor Bakanlığı’nın ortak çalışması olarak birçok ilde ücretsiz kurslar dahi açılıyor. Daha önceleri okumak, öğrenmek için materyal bulamayan Osmanlıca heveslileri, şimdi “Cantaş Yayınları”nın çevirdiği hikaye ve makale kitapları; “Osmanlıca” dergisinin aylık yayınları, sosyal medyada açılan gönüllü hesaplar ve internet siteleri sayesinde her an Osmanlıca ile iç içeler. Ecdadın kabir taşlarından kasidelere, İstiklal Marşı’nın yazıldığı hâlinden dönemin romanlarına kadar her şeyi birazcık çaba ile okuyabilmek mümkün. Hatta zamanında, su baskınından dolayı yok olmak üzereyken kurtarılan koskoca Osmanlı arşivlerini okumak artık eskisi kadar korkutmuyor gözümüzü. Murat Bardakçı’nın “Osmanlıca bilmeyen entelektüel olamaz.” sözünün çok tartışılmasının ardından 2014’ün sonlarında yapılan Eğitim Şurası’nda, liselere seçmeli olarak Osmanlıca dersinin 56 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com konulması önerisi konuyu bir kez daha gündeme taşıdı. Herkesin konuya kendince bir yaklaşımı var. Tabii biz de Turuncu Dergisi olarak siz okurlarımıza Osmanlıca alfabeyi tanıtıp birkaç bilgi paylaşmak istiyoruz. Öncelikle Arap alfabesi kullanılmasından ötürü, sağdan sola yazılıp Kuran-ı Kerim’de doğru olarak okunulması için yardım alınan harekelerin yerine “ye” harfinin “ı, i”, “vav” harfinin “o, ö, u, ü”, “elif ve hemze”nin ise “a, e” seslerini vermekte yardımcı olarak kullanıldığını bir kenara yazalım. Ayrıntı bilgiye örnek olarak “Elif ile Vav”ın kelime başında yan yana geldiğinde “o,ö,u,ü” gibi harflerin yerini aldıklarını, g harfi olmadığı için “kef ” harfi kullanıldığını da unutmayalım. Harflerin aksine sayıların soldan başlayarak okunduğunu da ekleyelim. Genel kelime kalıbına alıştıktan sonra “kef ” harfinin üzerindeki çizgi ve noktalarla “n” olarak okuttuğunu da unutmazsanız kolaylıkla kelimeleri çıkarmaya başlayabilirsiniz. Tabii ki eski kelimelere, deyişlere, yazılışlara denk geldiğinizde okumak zorlaşacaktır fakat emin olun bulmaca çözer gibi bağımlılık yapan Osmanlıca okumak, sizin de en büyük eğlencelerinizden biri hâline gelecek. Ecdadımızın mirasına ne kadar sahip çıkmaya çalışır onların dilini ne kadar hayatımıza geçirirsek, onların düşünce düzeyine de o kadar yaklaşabiliriz. “Geçmişini bilmeyenin geleceği olmaz.” sözüne bir de bu cepheden bakalım derim ben. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 57 DOSYA ECDADIN DİLİ EVLADIN DİLİ DEĞİLSE KÜRESELLEŞEN EĞİTİM Velhasılkelam, eğitim sistemimiz ne tam anlamıyla biz olabildi ne de küreselleşebildi. Eğitimin amacı; değişimleri, var olmadan önce hissederek kendi yararına kullanabilen bilinçli bireyler yetiştirmektir. Küreselleşmenin de esasında yatan budur. Benim lisede eğitim gören bir oğlum var. Evimizde de oğlumun dedelerinden kalan, medresede okuttuğu kitaplardan... Ancak ne ben ne de oğlum bu kültürel mirastan faydalanabildik. Kitapların kapağını açtığımızda bize yabancı bir alfabe, yabancı bir dil, yabancı bir kültürle yüz yüze kalıyoruz. Tanıdık gelen tek şey kitap kokusu. Şükürler olsun, o değişmiyor asla. Geçtiğimiz günlerde Eğitim Şurası’nda alınan kararla, Osmanlıca’nın liselerde zorunlu ders olarak okutulması kararı bizi oldukça memnun etti. Ecdadının dilini bilmeyen, anlamayan torunlar olarak kaç kuşak büyüdü. Bizim çocuklarımız dedelerini anlayarak, geçmişine sahip çıkarak geleceğe yürüsünler. Bunu başardığımızda, şimdi anlatılan eğitimde küreselleşme hikayeleri de hikaye olmaktan çıkacak ve amacına ulaşacaktır. Sözün özü; küreselleşme, büyük bir değişimdir. Bu büyük değişim, elbette her alanda olduğu gibi eğitimde de değişimleri gerektirir. Küreselleşmeyle birlikte değişim, eğitim anlayış ve yaklaşımları ile yöntemleri de değişmek zorundadır. Bu zorunluluğu göz ardı etmeyen toplumlar, her dönemde kârlı çıkacaklar ve her alanda öncü olacaklardır. Ancak bir şartla; dedelerinin dilini bilen, anlayabilen torunlar varolduğu sürece küreselleşme. Vesselam… HiKAYE Z HATİCE BİLİCİ amanın ruhunu yakalamak gerek. Her alanda değişim ve zamanın getirdiklerine kapılarımızın açık olması da gerek ama seçici olabilmek de aynı zamanda. Küreselleşme rüzgarının araladığı kapıdan girecek her değişim bize beraberinde sorunlar da getirecektir elbette. Fakat bu değişim rüzgarından en iyi şekilde faydalanmayı bilen asla kapılarını kapatmayan ve kendi değerlerini de içeride muhafaza eden bireyleri hayal ediyorsak, o noktada, küreselleşebilen eğitimden söz ediyor olmamız gerek. O.Ulagay, yeni yüzyılın başında yayınladığı küreselleşmeyle ilgili kitabında, artık Yeniçağ’da insanların nereye gideceklerini kendilerinin değil, kendi dışlarındaki güçlerin belirlediğine dikkati çekmektedir. Ulagay’a göre, bugün küreselleşme diye tanımlanan olgunun ardında bilgi teknolojisindeki büyük sıçrama var ve sıçramanın eğitim sürecini, üretimi, çalışma koşullarını, iş organizasyonunu ve 58 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 şirket yapılarını büyük ölçüde değiştirdiği gözlenmektedir. “Küreselleşme, her alanda mesafenin daha az önemli hâle gelerek, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel alanlarda dünyanın daha çok bütünleşmesidir.” (Bozkurt, 2000:10; Akçay, 2003: 1). Küreselleşme sonucunda, her alanda olduğu gibi, eğitimde de mesafe kavramı kalktı ve eğitimdeki pek çok kavram değişime uğradı. “Eğitimin küreselleşmesi” sözünden eğitim yöntem, süreç ve yönetiminde gelişmiş ülkelerle entegrasyon anlaşılmaktadır. Genelde şu gözden kaçırılır; eğitimin entegrasyonu her zaman olumlu sonuçlar doğurmaz. Olumlu sonuçların yanı sıra pek çok sorunu ve uyum problemlerini de yanında getirir. Eğitim vasıtasıyla, küreselleşmenin ortaya çıkardığı sorunları ve topluma yansıması muhtemel aksamaları önlemek ancak kendi kültürünü anlamış, içselleştirmiş, kendi geçmişini anlayabilmiş bireylerle mümkün. Ancak bizde, harf inkılabıyla birlikte, kendi geçmişine yabancılaşan bir toplum profili oluştu. Ecdadının okuduğu, yazdığı, konuştuğu dili öyle sadeleştirdiler ki bu sözde sadelik neticesinde, torunlar dedelerinden miras kalan kitapları okuyamaz, anlayamaz oldu. Kültürel mirası algılayamayan, anlayamayan, yabancı bakışlar; yıllar içerisinde kaybolan değerlerin, yabancılaşan kimliğinde farkına varamadılar. Özünde saklı olanları hayatına, eğitimine, geleceğine yansıtamayan toplumumuz zaman içerisinde uğradığı kültürel erozyon nedeniyle “araf ”ta bir toplum oldu çıktı. Zira zamana ayak uydurma adına -özellikle eğitimde yaşanan- değişimlere, küreselleşme mantığıyla ayak uydurmak zorunda kaldık. Öte yandan, gereğinden fazla sadeleşen dilimiz nedeniyle, torunları olarak ecdadı anlayamadık. Kültürümüze, geçmişimize sahip çıkamadık. Ecdadın yaptığı güzel işlerden feyiz alamadık, yaptığı yanlışlardan ders çıkaramadık. turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 59 DOSYA Dİl diyorum oĞuL! D AYŞE BOSTANCI il-düşünce ilişkisi hayati bir ilişkidir. Çünkü, hayat dille kurulur. Üzerinden anılmaya değer olmayan uzunca bir süreç geçiren insanoğlu, kendisine verilen varlığa isim koyma yeteneğiyle tüm yaratılmışlardan ayrılmış, özeleştiride bulunmuştu. İnsan için hayâti ve eşsiz bir yetenek olan kavram üretme; insanın mahlukâtla, yaratıcısıyla ve dahi kendiyle iletişime geçmesini sağladı. İnsan, kavramlar yoluyla bağ kurardı. Kendini, yaşamını, ailesini, şehrini, ülkesini ve dünyayı imâr ederdi. Dil diyorum, oğul! Dil, düşüncenin kabıdır. Bu kapla taşınır düşünceler geleceğe. Kap büyük, geniş ve ufuk çizen bir kap ise düşünceyi genişletir. Düşünceler, kavramlar,içindeki kapla ete kemiğe bürünür. İçinde bulunulan toplumun kavramları; yaşam biçiminden, coğrafyasından, tarihinden, inançlarından bağımsız değildir. Toplumların düşünce birikimi, geçmişi, kültürü ve geleceği yüklenir dil kabına. Dil diyorum, oğul! Dil toplumun kimliğidir. Her toplum kendi kimliğini yükler diline. İnançlarını, kültürünü, zevklerini, sevinç ve hüzünlerini, ideallerini kodlar kelimelere. Dil diyorum, oğul! Dil toplumsal hafızadır. O hafıza, anı kurmanın, geleceğe güvenli bir kapı aralamanın anahtarıdır. Diller farklı farklıdır, tıpkı insanlar gibi. Bazen karşılaşıp birleşir, bazen ayrılırlar. Birbirinden etkilenir, büyür, gelişirler; tıpkı insanlar gibi. Diller 60 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com aysebostanci@turuncudergi.com de nehirler gibi birleşir, bir denize akar. Hayatın anlamını taşır. Kimi Tuna olur, kimi Nil. Dinle; dilinle, gönlünle oğul! Bir ağaç gibidir dil. Dalları, gövdesi, yaprakları ve derinlerde kökleri vardır. Kökler besler en uçtaki körpe yaprakları. En derinden en uca anlam pompalanır dil kabıyla. O kapla ne anlamlar yeşerir. Tarihine bir bak! 80 yıl önce bu topraklarda bir değişim oldu. Dilimizin sembollerini taşıyan kap birilerince beğenilmedi. Yeni bir kap istedi yönetici elit. Latinceyi uygun buldular. Arapça harfler, kargacık burgacık oluverdi birden. Onunla birlikte hayatımıza akıp gelen her şey gitmeliydi. 1000 yıllık birikim bir kalemde silindi. Yeni bir yol çiziliyordu bu topluma. Arapları da sevmemeliydik, alfabesini de. Zaten, bizi arkadan vurmuşlardı! Öyle anlattılar bize. Ya önden vuranlar? İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar değil miydi bu ülkeyi işgal eden? Onları sevebilirdik. Dillerini, kaplarını alacak kadar hem de... Onlar medeniydi! Onlar gibi bakmak istiyorduk hayata! Bir Fransız kadar Fransız kalacaktık dilimize, afazik bir toplum olacaktık. Dedeyle torunun bağı kopacaktı, kimin umurunda! Dinle ve anla oğul! Dilimizi yüklemeye çalıştığımız yeni semboller taşıyamadı bizi. Düşüncemizi, inancımızı, kültürümüzü sığdıramadık içine. Dar geldi. Tek tek ölmeye başladı kelimelerimiz. Bir hazan mevsimi gibi, yaprak yaprak kelimeler döktük. Her bir nesille birlikte milyonlarca kelime çekildi hayatımızdan. Körpe yaprakların köklerle bağı kesildi. Toplumsal bir afaziye yol açan bu değişimle, binyıllık bir geçmişi silip yerine Latin kokulu bir batı medeniyeti kurmak amaçlanıyordu. O da olmadı. Ne İsâ’ya, ne Musâ’ya yaradı bu iş. Fransız kâşânelerine hayran olan zevâtın aklını ve kalbini kaptırdığı yenidünyaya ait olmanın, kabı değiştirmekle olmayacağı anlaşıldı ama nâfile… Türkçeleşme adı altında dile yapılan operasyon, kavramların oluşturduğu boşluk, birkaç nesil sonra toplumsal bir afaziye yol açtı. Hafızâsı silinmiş bir insanın, hatırladığı birkaç kelimeyle hayatını idâme ettirmesine benziyor hâlimiz. Zevklerimiz bile inşâa edildi; müzik zevkimiz, giyim zevkimiz, mimari zevkimiz... Ve oğul bilmiyor! 15 yaşındaki oğlum Hürriyet Kasidesi’yle cebelleşiyor. Birkaç kelime yakalayınca kendi dünyasından, düze çıkıyor. Hayattan çekilmiş, mevta olmuş kelimeler, tamlamalar bu derste olmasa, hiç karşısına çıkmayacaklar, bilmiyor. Toplumsal hafızasında akan büyük nehirden habersiz, isyan ediyor Hürriyet Kasidesi’ne. Adamın biri yazmış bir kaside, bizi uğraştırıyor diyor. Ey Oğul! Fuzûli’den, Bâki’den geçtim; Yahya Kemal’den, Akif ’ten, Nazım Hikmet’ten mahrum kalacaksın bir bilsen. Bize kadar sadece adları kaldı, sana kim bilir belki hiç bir şey kalmayacak; korkuyorum. Bu toplumsal afaziden kurtulmanın yolunu bulmalıyız oğul, henüz bazı kelimeler aramızdan çekilmeden. Bu arada; dil, gönül demektir oğul! Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 61 ARAŞTIRMA Mutfaklar ve ilgili birimlerden oluşan yapı topluluğu kısa kenarı 30 m, uzun kenarı 175 m (=5250 m2) olan bir alanda yer almaktadır. İlk evre; 1459-1468 yılları arasındaki ilk evrede ikinci ve üçüncü avlular, 1468-1478 yılları arasındaki ikinci evrede Kalatü’s Sultaniye duvarları ile çevrilmiş olan dış bahçe köşkleri inşa edilmiştir. BIR DEVİN ANATOMİSİ Topkapı Sarayı Mutfakları, arşiv kaynaklarında geçen ismiyle Saray-ı Cedide-i Amire’nin Madbah-ı Amire’si saray yaşamının 350 yılına ayna tutuyor 62 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 İ lk defa bir vapur yolculuğunda fark ettim onu. Altınboynuz’la Boğaz’ın kucaklaştığı yerde, Doğu Roma’nın “zeytinlik” adını verdiği tepeye yaslanmış, gün batımını izliyordu. Yangınlar, depremler, terkedilmişlikler yaşamış olmasına rağmen, 500 seneden fazladır hiç bir günbatımını kaçırmamıştı bu zamana kafa tutan dev yapı. O gün de yine, akşamın koyulu açıklı kızıllarını giyinmiş Sarayburnu sırtlarından Kadıköy-Eminönü vapurunda ev-iş arası mekik dokuyanlara; Kapalıçarşı, Mahmutpaşa müdavimlerine ve daha nicelerine ruhunu açmak için göz kırpıyordu. Sözünü ettiğim yapı, Topkapı Sarayı Mutfakları, arşiv kaynaklarında geçen ismiyle Saray-ı Cedide-i Amire’nin Madbah-ı Amire’si (Resim 1-2). Bir yapının ruhuna inmek için sorgulanması gereken öncelikli noktalardan biri yapının konumudur. Saray Mutfakları, İkinci Avlu’nun (Divan Meydanı) güneydoğu cephesini sınırlayan revakların arkasında yer almakta olup, Sarayın Marmara Denizi yönünden en uzun silüet veren yapısıdır. Dışardan bakıldığında, belki de akla gelen ilk soru “Sarayın kullanım yönünden çok daha önemli yapıları olmasına karşın, neden bir hizmet binasının deniz cephesinde dikkat çekici bir noktaya yerleşmiş olduğu” dur. Pişirme mekanlarının saray şemasındaki önemini vurgular nitelikteki turuncudergi.com bu yerleşim, şüphesiz ki rastgele bir seçim değil; Orta Asya’dan bu yana sultana bağlılık sembolü olarak kabul edilen “yemek yeme ve yedirme geleneği”nin mimariye yansımasıdır. Bu yönüyle, Saray mutfakları, deniz cephesinden gelen ziyaretçilerine sultanın cömertliğini fısıldar (Resim 3) . İki evreli bir yapım süreci geçiren Topkapı Sarayı’nın ilk evresinde inşası tamamlanan Saray Mutfakları, günümüze gelene kadar yalnızca teknik detaylarla ayakta duran taş bir binanın çok ötesinde; geçmişin ruhunu taşıyan “canlı” bir yapı topluluğudur. Tüm saray halkının yemeklerinin ve tatlılarının hazırlandığı asıl mutfak binasıyla birlikte, aşçılar mescidi, yağhane, kiler, kalayhane, mutfak emini daireleri, mutfak gereçleri deposu, koğuşlar bloğu, hamamlar ve helalar gibi kısımlar da bu yapı topluluğunun içinde yer alır. Genel tasarım anlayışı bakımından gösterişten uzak, son derece yalın bir mimari söyleme sahip mutfak bölümüne ait yapılarda kullanım kolaylığının ve işlevselliğin esas alındığı söylenebilir. turuncudergi.com Asıl mutfak binası, on birimden oluşmaktadır. Her birimde kubbeli bir ana mekan ve ona doğrudan bağlantılı bacalı bir ön mekan vardır. Kullanımı kolaylaştırmak adına, on birimden altısı kendi içinde birbirine bağlanır (Resim 4-5-6-7-8). Diğer dört birim de ikişer ikişer olmak üzere yine içeriden bağlantılıdır. Bu mimari biçimleniş, saray mensuplarına hiyerarşik düzende yemek hazırlanmasından kaynaklanmaktadır. 17. yy’da Venedik Elçisi olarak sarayda görev yapan Ottoviano Bon, mutfak birimlerinin sırayla “Sultan”, “Valide Sultan”, Sultanlar (Hasekiler), “Kapıağası”, “Divan Üyeleri”, “İç Oğlanları”, “Saray Hademeleri”, “Cariyeler” ve“Divan Memurları”na yemek hazırlamak üzere kullanıldığını belirtmektedir. Sedad Hakkı Eldem’e göre ise, bir ve ikinci birimler “Has Mutfak”; üç, dört ve beşinci birimler “Enderun Mutfağı”; altı, yedi ve sekizinci birimler ”Harem ve Birun Mutfağı”; dokuz ve onuncu birimler saray tatlılarının hazırlandığı “Helvahane”dir. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 63 ARAŞTIRMA Mutfak birimlerinin kullanımlarının zaman içinde değişmiş olmasına karşın; hangi dönem olursa olsun her birimde ayrı bir aşçıbaşının ve emrinde çalışan hizmetlilerin olması, değişmeyen tek şeyin sistemli çalışma prensibi olduğunu göstermektedir (Resim 9). Mimari biçimleniş süreci bakımından değerlendirildiğinde, yapıldığı dönemden günümüze kadar pek çok müdahalenin izlerini taşıdığı görebiliriz. İstanbul’un fethinden sonra imparatorluk sıfatı kazanmış bir devletin ilk saray mutfağı olması sebebiyle, daha önceden kullanılan Edirne Sarayı Mutfağı’ndan daha büyük ve ihtişamlı olarak inşa edilmiştir. Ancak mimari tasarım yönünden her iki saray mutfağının benzer tasarım anlayışına sahip olduğu gözden kaçmaz. Edirne Mutfağı Cumhuriyet Dönemi’nde, Topkapı Sarayı’nın müze hâline getirilmesi sonrasında müze müdürü Tahsin Öz’ün yürütücülüğünde 1939-1944 yılları arasında esaslı bir onarım gerçekleştirilmiştir. Onarım kapsamında bakımsız kaldığı yıllar boyunca oluşan çatlaklar kapatılmış, kubbe üzerlerinde oluşan ağaçlar temizlenmiş, sıvaları yenilenmiş ve mutfak eşyaları sergilenmeye başlanmıştır. Çeşitli dönemlerde bir çok müdahale geçiren Topkapı Sarayı mutfaklarının geçirdiği en son ve kapsamlı restorasyon 2009–2012 yılları arasında yapılmıştır. Bu restorasyonda yapılan müdahaleler, yapının zaman içinde yapılmış yanlış müdahalelerin izlerinden ve özgün olmayan eklerden ayıklanması, yapının özgün mimari özelliklerini yansıtan elemanlarının korunmasına yöneliktir. Ayrıca iç mekanda ve cephelerde zamanın yıpratıcılığına bağlı olarak malzemelerde meydana gelen bozulmalara karşı koruyucu önlemler alınmıştır. Restorasyonu tamamlanmış ve sergi açılışı yapılmış olan Topkapı Sarayı Mutfaklar binasını gezip görmenizde fayda var (Resim 10-11-1213). Değerli Avrupa ve Çin Porselenleri koleksiyonu, Bakır Mutfak Eşyaları ve envai çeşit cam eşya sergisini gezerken, mutfakların 350 yıllık kullanım sürecindeki saray yaşamına nasıl ayna tuttuğunu kavrayacak, 20. yy modern mimarlık akımının mottosu hâline gelmiş biçim işlevi takip eden (form follows function) anlayışının aslında 400 yıl önce saray mutfaklarının mimari tasarım anlayışında düşünülmüş olmasına hayret edeceksiniz. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri kayıtlarından edinilen bilgiler ışığında; 1766 depremi sonrasında da yapının kapsamlı onarım geçirdiği bilinmektedir. Tarih yazmalarından anlaşıldığı üzere, yapının geçirdiği ilk geniş kapsamlı onarım, 1574 yılı Haziran ayında mutfaklarda çıkan büyük yangın sonrasında olmuştur. Dönemin vakanüvistlerinden Selanikli Mustafa Efendi’nin “Matbah-ı amirede kebab çevrilürken, kaza-i rabbani, tabede yağ dutuşup, yukarı kuruma âteş-i alev yapışur, hiçbir vechile söyündürmeğe mecalü imkan olmayup, alev karşuda hidmetkarlar odalarına ulaşur, kilara ve helva-haneye varur...” şeklinde naklettiği yangın sonrasında, büyük oranda zarar gören mutfakların onarımı Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Pek çok kaynağa göre, mutfakların günümüzdeki hâli “Taş dehaya erişti, deha taş kesildi” dedirten Sinan, tasarım anlayışından ileri gelmektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivleri kayıtlarından edinilen bilgiler ışığında; 1766 depremi sonrasında da yapının kapsamlı onarım geçirdiği bilinmektedir. Ancak 1856 yılında, saray halkının Dolmabahçe Sarayı’na taşınması ile Saray mutfakları tamamen terk edilmiş ve araya 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı gibi uzun ve sancılı bir dönemin girmesiyle bir hayli bakımsız kalmıştır. 64 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 H ‘Topkapı Sarayı Mutfaklarının Koruma Projesi’ isimli Yüksek Lisans Tez Çalışmasından yola çıkılarak hazırlanmıştır. turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 65 RÖPORTAJ HAYATKADAR DİNAMİK TRT 1”DE YAYINLANAN DİRİLİŞ DİZİSİNİN YAPIMCISI, KEMAL TEKDEN, TURUNCU DERGİ’YE KONUŞTU: “Gönüllülük ve hizmet anlayışım ile iş hayatımdaki enerjimi, dinamizmimi merhum hocam SEYİT AHMET ARVASİ’NİN tavsiyelerine borçluyum” D ergimizin bu ayki konuğu TRT 1’de rating rekorları kıran Diriliş (Ertuğrul) dizisinin yapımcısı, Tekden Film şirketinin Yönetim Kurulu Başkanı Op. Dr. Kemal Tekden. Aynı zamanda bünyesinde birçok okul, hastane, şirket ve dergiyi barındıran Tekden Grup’un da yönetim kurulu başkanı olan Kemal Tekden’le “Diriliş” dizisi ekseninde güzel bir söyleşi yaptık, başarısının ve dinamizminin sırrını öğrenmeye çalıştık. // Turuncu- Tekden Grup Yönetim Kurulu Başkanı olarak bize biraz kendinizden bahseder misiniz? K.T.- Kayseri doğumluyum. İstanbul Tıp Fakültesi’nden 1982’de mezun oldum. Çeşitli hastanelerde KBB uzmanı olarak görev yaptıktan sonra 1993’te memuriyetten ayrılarak Kayseri’nin ilk özel tıp merkezini hizmete açtım. Arkasından 1998’de ilk özel kalp hastanesi olan Kayseri Kalp Hastanesi’ni, daha sonra sırasıyla Kayseri, Denizli ve İstanbul Bağcılar Tekden Hastaneleri’ni ortaklarımla birlikte açtım. Eğitim alanında ise; 2006 yılında Kayseri’nin ilk akıllı okulu olan TekdenKoleji’ni Kayseri’ye, 2011’de ise İstanbul Küçükyalı’ya kazandırdım. Halen Eyvan Dergisi’nin sahipliğini yürütüyor, Kültür Eyvanı Derneği’nin başkanlığını, Türkiye Üstün Zekâlı ve Dahi Çocukların Eğitimi Vakfı (TÜZDEV) genel başkanlığını ve TEKDEN Grup yönetim kurulu başkanlığını yapıyorum. Ayrıca “Diriliş Ertuğrul”un yapımcısı, Tekden Film-Yapım Şirketi’nin de yönetim kurulu başkanıyım. Çeşitli üniversite 66 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 ve liselerde “Hayatın Manası ve Başarı, Girişimcilik, İnsanın Sırrı ve Üstün Zekâlı ve Dahi Çocuklar” konularında konferanslar vermekteyim. Evli ve 3 çocuk babasıyım. HAYATIMI “ÖLÜMSÜZLÜK HADİSİ” YÖNLENDİRİYOR // Turuncu- Bu kadar müessese açmak ve birçok sivil toplum kuruluşunu yönetmek zor olsa gerek. Bu konuda enerji ve motivasyonunuzu nereden alıyorsunuz? K.T.- Hayatıma Peygamberimizin (s.a.v.) bir hadis-i şerifine göre yön vermeye çalışıyorum. Ben bu hadise “ölümsüzlük hadisi” diyorum. “İnsan öldüğü zaman amel defteri kapanır. Ancak şu üç şey sebebiyle amel defteri kapanmaz: Sadaka-i cariye, istifade edilen ilim ve dua eden hayırlı evlat.” (Müslim, Vasıyyet, 14.) İşte bu hadisi temel alarak ilim müesseseleri ve sivil toplum kuruluşları kurmaya, vatana- millete hayırlı gençler yetiştirmeye çalışıyorum. HOCAMIN VASİYETİNİ YERİNE GETİRDİM // T.- Ticari alanlar kadar sivil toplum kuruluşlarına da destek vermiş bir insansınız. Bize biraz gönüllülük ve hizmet anlayışınızdan bahseder misiniz? turuncudergi.com K.T.- Birçok vakıf ve sivil toplum kuruluşunda kurucu veya yönetici olarak görev yaptım. Bunlardan bazıları Erciyes Üniversitesi Tiyatro Kulübü, Erciyes Eğitim ve Hizmet Vakfı, Erciyes Üniversitesi Vakfı, Erciyes Feneri, Darülaceze Vakfı, Kayseri Aydınlar Ocağı, Selçuklu Vakfı, Gönüllerde Birlik Vakfı. Ben merhum Seyyid Ahmet Arvasi’nin öğrencisiyim. 31 Aralık’ta onun vefatının 26. yıldönümüydü. Bu vesileyle Kayseri ve İstanbul’da çeşitli anma programlarında konuştum. Gönüllülük ve hizmet anlayışım ile iş hayatımdaki enerjimi, dinamizmimi merhum hocama ve tavsiyelerine borçluyum. Zaten grubumuzun sloganlarından biri de; “Hayat kadar dinamik”. Bu faaliyetlerim esnasında gençliğimizde kendisinden feyz aldığımız hocamız Arvasi’nin iki tür vasiyetini de yerine getirdiğimi düşünüyorum. Mutlaka deha çapında çocuklarla ilgilenin demişti. Bu fikirden yola çıkarak Türkiye’nin bu alandaki ilk milli vakfı olan TÜZDEV’i kurduk. Böylece ilk isteğini yerine getirdim. Dolayısıyla TÜZDEV’in manevi kurucusu Arvasi hocamdır. O zaman tıp öğrencisi olduğumuz için bize “İnsanlık Bilgisi Bilimi’ni öğrenin ve öğretin.” derdi. Antropoloji olarak bilinen bu bilim dalı maalesef batının materyalist ve pozitivist bakış açısıyla öğretiliyordu. Oysa insanı ruh ve beden olarak bir bütün hâlinde incelememiz ve metafizik boyutunu ihmal etmememiz gerekiyordu. “İnsanın Sırrı” kitabımı yazarak ve bu konuda konferanslar vererek de ikinci arzusunu yerine getirdiğimi düşünüyorum. // T.- Günümüzde onlarca dernek var fakat çoğu işlevini yerine getiremiyor. Bir sivil toplum bilinci oluşturmak için neler gereklidir? K.T.- Çoğu dernek ve sivil toplum kuruluşumuz maalesef tabela kuruluşu olmaktan öte gidemiyor. Bir kısmının amacı da kumar, eğlence gibi faaliyetlerini kamufle etmek. Bir sivil toplum bilinci kazandırmak ve başarılı faaliyet yürütmek için önce bir idealiniz ve iyi bir ekibiniz olmalı. Bu milleti küçümsemeden, değerlerine bağlı kalarak çalışılmalı. Sonra hükümetlere ve siyasi partilere angaje olmadan bağımsız kalınmalı, maddi sıkıntılar üyelerin desteğiyle ve yapılacak icraatlarla giderilmeli. // T.- Sağlık, eğitim, bilişim gibi alanların yanı sıra TV,film prodüksiyon alanlarında da faaliyet gösteriyorsunuz. Bu alandaki projeleriniz nelerdir? K.T.- Film sektörünün ve TV’nin günümüzde en önemli eğitim aracı olduğunu turuncudergi.com biliyorum. Şu ana kadar hep olumsuzluklardan şikayetçiydik ama ben çözüm ve alternatif üretmeye çalışıyorum. Şikayet edeceğine sen de alternatifini oluşturmalısın. Lise yıllarından tanıdığım Mehmet Bozdağ isimli bir genç arkadaşımla bu işe girmek istedik. Mehmet, benim de teşviğimle çeşitli çalışmalar yaptı. Tarih ve sosyoloji alanında eğitim aldı. Mehmet Bozdağ, Kurtlar Vadisi ve Deli Yürek dizilerinin de senaristliğini yapan rahmetli Ömer Lütfü Mete ile 2 yıl birlikte çalıştı. Onunla 4 yıl evvel, 2010 yılında, Tekden Film Yapım ismiyle bir şirket kurduk. O yıl İstanbul Kültür Başkenti Ajansı adına “Ustalar, Alimler ve Sultanlar” isimli bir belgesel drama çektik. Daha sonra İstanbul’da belediyelere 3 boyutlu film yaptık. Geçtiğimiz yıl da TRT’ye Hasan Kaçan’la “GönülHırsızı”nı hazırladık. Bu ilk TV dizimiz yaklaşık 19 hafta devam etti. Yine başka dizilerimiz olacak ama sırada artık sinema filmi olmalı. “OSMANLI’NIN TEMELİNDE ‘ERTUĞRUL GAZİ’ VAR” // T.- Diriliş “Ertuğrul” kalabalık kadrosu ve üst düzey görsel yapımıyla göz dolduruyor. Bu serüvene çıkmaya nasıl karar verdiniz? K.T.- Son zamanlarda insanların tarihi dizilere olan ilgisi artarak devam ediyor. Bu ilgi olumlu olarak algılanırken, ilginin çoğunlukla dizilerle sınırlı kalması başka bir tartışmayı da beraberinde getiriyor. Bu tartışma; tarihi dizilerin, tarihi gerçeklerden yoksun verilmesi. Özellikle de Muhteşem Yüzyıl dizisinde bunu çok açık şekilde gözlemledik. TRT ile görüşmelerimiz sonucu Ertuğrul Gazi’nin hayatıyla başlayan bir dizi film yapılması kararlaştırıldı. Malum ecdadımız Osmanlı’nın temelinde Ertuğrul Gazi ve onun döneminin anlayışı yatıyor. Hatta daha geriye gidersek Nizamiye Medreseleri’nin, Osmanlı Medeniyeti’nin temelinde çok etkili olduğunu görüyoruz. Tabii ki devletler yıkılır ve yeniden kurulur ama anlayışı devam ediyor. Büyük Selçuklu Devleti’nin anlayışı Osmanlı’da daha mükemmel hâle getirilerek devam ediyor. İnsanı temele koyan bir anlayış. Ertuğrul Gazi’nin“İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” sözü bizim tarih boyunca şiarımız olmuştur. Osmanlı’nın gerçek kodlarının Ertuğrul Gazi ve döneminde olduğunu düşünüyoruz. Dizi inşallah tarihi gerçeklerin ışığında ilerleyecek. // T.- Tarihi bir gerçeklik üzerinden gitmesi sebebiyle Diriliş’in her ayrıntısı dikkatle inceleniyor. Yapımcı olarak nelere özen gösteriyorsunuz? K.T.- Yaklaşık 6 ay bir ön hazırlık yapıldı. Hatta geçtiğimiz Nisan ayından itibaren sanatçılar belirlendi. Daha sonra bunlar yetiştirilmeye çalışıldı. Türkiye’de olmayan bir şeyi yaptık. Biz Cengiz Han Filmi’nin savaş sahnelerinin eğitmeni olan bir Kazak ekibi getirdik. Filmde kullandığımız atları eğittiler. Savaşa uygun hâle getirildi. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 67 RÖPORTAJ Mesela, Türkiye’de ilk defa bir at dörtnala koşarken devrilebiliyor. Kesinlikle ata da bir şey olmuyor. Filmde oynayan sanatçıların tamamı at üstünde ok atabilecek duruma geldi. Bunlardan biri de başroldeki Engin Altan Düzyatan. O da dörtnala giden bir attan ok atabilecek ve atı şaha kaldırabilecek bir şekilde eğitildi. Ekim ayının başında da çekimler yapılmaya başlandı. Çekimler İstanbul’da Beykoz temelli olarak Belgrat Ormanları, Riva, Şile gibi bölgelerde yapılıyor. Beykoz’da kapalı bir alan var. Burası 13. yüzyıla uygun hâle getirildi. Hem tapınak şövalyeleri hem de o günün haçlılarına uygun hâle getirildi hem de Osmanlı’nın çadırları kuruldu. Açık alanlarda oba yapıldı. Yayınlanan bölümlerimiz çok beğenildi. Ratinglerde hep birinci oldu. “Türkiye’nin gelmiş olduğu seviyenin üzerinde olmuş.” diye olumlu tepkiler aldık. Bu bizim için çok şevk verici bir şey. İnşallah bu vesileyle önümüzdeki iki yıl bu dizi devam eder. Arzumuz oradan da Osmanlı’nın farklı dönemlerine geçmek. // T.- Tarihimizi televizyondan öğrenen bir nesil var karşımızda. Diriliş onlara nasıl bir mesaj veriyor? K.T.- Hiçbir gencimizi dışlamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Genç, yanlış yapıyorsa hata bizlerdedir. Önceki nesillerin suçudur. Önlerine alternatif değerler, güzellikler koymamamızdandır. Bizim gençlerimiz bu ülke değerlerine yine bağlıdır. Ben buna inanıyorum. Eğer siz bir şeylerle bunun önünü açarsanız çok daha güzel sonuçlar alacağız. Bunu Diriliş’in bu denli tutmasıyla ispatlamış olduk çok şü68 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 kür. Ancak günümüz gençliğinin çoğunda ideal eksikliği olduğunu görüyorum. İdeal denince seçecekleri mesleği anlıyorlar. Maalesef “İdealiniz ne?” diye sorulduğunda “Bilgisayar mühendisi olmak, doktor olmak...” gibi cevaplar veriliyor. İşte Diriliş’in hedefi bu gençlerimize Allah’ını, Resul’ünü ve ecdadını sevdirmek, dizideki model şahsiyetleri örnek almalarını sağlamak, onlara ümit ve dinamizm vermek, bir ideal, bir misyon kazandırmak. İdealler, insanların manevî dinamikleridir. Gençlerimizin mutlaka bu filmle bir tarih şuuru alabileceklerini düşünüyorum. İnşallah “Diriliş” milletimizin yeniden dirilişine vesile olur. // T.- Sizce gelişmek, değişmek, çağa uyum sağlamak; geçmişle bağını koparmak olabilir mi? K.T.- Geçmişini bilemeyen, ondan ders çıkaramayan milletlerin geleceği karanlıktır. Biz, Tekden Grup olarak gücünü maziden alıp atiye ulaşmayı hedefleyen, değerlerine bağlı bir anlayışla hizmet vermeye çalışıyoruz. // T.- Türkçe’nin özü olan Osmanlıca’nın okullarda okutulması ile ilgili gündem hakkında görüşleriniz nelerdir? K.T.- Osmanlıca’ya bir Türk aydını neden karşı çıkar anlayamıyorum. Kendi eserlerini, mimari eserlerin üzerindeki yazıları okuyamayan milletin aydını olabilir mi? Osmanlı, Türk toplumunun dünyada ortaya koyduğu en büyük eserdir. En büyük medeniyet anlayışıdır. O nedenle biz istesek de istemesek de içimizde bir şeyler ona çeker bizi. Çok şükür ülkemizde yeniden bir tarih şuuru oluşuyor. İnsanlarımız geçmişiyle, ecdadıyla barışıyor. Bu çerçevede Osmanlı Türkçesi’nin de gündeme gelmesini önemsiyorum. Zira kütüphanelerimizdeki, arşivlerimizdeki onbinlerce Osmanlıca kitap ve belge, kendilerini okuyup anlayacak araştırmacılarını bekliyor. Bu araştırmalar da yepyeni romanlara, filmlere, belgesellere kapı açacaktır. // T.- Son olarak Turuncu okurlarına neler söylemek istersiniz? K.T.- Turuncu sahasında tek ve rakipsiz olarak yayına başlayan, üstelik 12 yıldır istikrarlı bir şekilde bu misyonunu sürdürmeye çalışan bir dergimiz. Kurucularınızı ve şu anda faaliyet yürüten bütün ekibinizi kutluyor, yayın hayatınızda uzun soluklu olmanızı diliyorum. // T.- Değerli düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederiz. K.T.- Ben teşekkür ederim. turuncudergi.com SNAPS I C I T A R A Y N i N i H R i E Z RENL F DOÇ. DR. SİNAN CANAN B u dünya üzerinde yaşayan diğer canlılarla karşılaştırdığımızda insanoğlu, çok ileri düzeyde yaratıcılık göstermesiyle hemen öne çıkan bir canlı türüdür. İnsanlığın bize bıraktığı en eski miras, mağara duvarlarına çizilen resimler ve taş süslemelerdir. Etraflarındaki dünyayı sanat ve soyutlama yoluyla yorumlamak ve var olmayan bileş- 70 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 sinancanan@turuncudergi.com keler üretmek insan zihnine yapısal olarak kodlanmış, doğuştan gelen yeteneklerdir. Fakat bildiğimiz bir başka gerçek de var ki; her insan yaratıcı ve sanatçı özelliklere aynı oranda sahip değil. Peki beyinlerimizi bu kadar farklı kılan, yaratıcılık özelliğinin böyle eşitsiz dağılımına sebep olan şeyler hakkında bugün ne bilebiliyoruz? Beyin araştırmacıları ve psikologlar, yaratıcılık üzerinde onyıllardır çalışıyorlar. turuncudergi.com Bu ilginç insani özelliğe dair anlayışımız, özellikle 1970’li yıllarda, “ayrık beyin” hastaları üzerinde yapılan çalışmalarla ilginç bir noktaya ulaştı. Epilepsi nöbetlerinin bütün beyne yayılmasını önlemek için, beyin loblarını birbirine bağlayan “corpus callosum” adlı bağlantı yapısının ameliyatla kesilmesine dayanan nadir bir cerrahi operasyona maruz kalan bireyler, “ayrık beyin” hastaları olarak bilinirler. Bu hastalar, normal yaşamlarına devam edebilirler fakat özel testlerle ancak ortaya çıkabilecek şekilde, artık âdeta tek bir beyinde iki ayrı benlik barındırmaktadırlar. Bu hastalarda yapılan testler, yaratıcılık gerektiren çözümlerin “sağ beyin” tarafından daha başarılı işlendiğini; sol beynin ise daha ziyade rutin ve ezber görevleri yerine getirmekte uzmanlaştığını gösteriyordu. Bu çalışma sonuçları elbette basının ve halkın da ilgisini çekmekte gecikmedi ve toplum algısında hızla “sağ-sanatsal beyin” algısı yerleşmeye başladı. Bugün kısmen doğruluk payı olsa da bu genellemenin yanıltıcı olabileceğini daha iyi anlıyoruz. Yaratıcı düşünce, beynin hemen hemen tüm alanlarının birlikte hareket etmesini gerektiren bir süreç. Bugün, modern beyin görüntüleme çalışmalarından elde ettiğimiz bilgiler, dikkatlerimizi özellikle sol-ön (frontal) beyin ile diğer bölgelerin ilişkisine çekiyor. Yapılan birçok çalışma, yaratıcı düşüncenin beynin bir bölgesi yahut lobu ile ilişkili olmaktan ziyade, tüm beyne yayılmış bir şebekenin işlevi olması gerektiğini düşündürüyor. Yani beyinde özel bir “yaratıcılık” bölgesi bulmak pek mümkün değil. Bunun yerine, aynen bir bilgisayarın tüm parçalarının içindeki yazılıma göre çalışması gibi, zihnin yaratıcı özelliklerini belirleyen şey de gerek doğuştan, gerekse deneyimler yoluyla edinilen birikimlerin ortak bir sonucu. Önemli sorunlardan bir tanesi, her insanda belli düzeyde bulunan yaratıcı düşünce yeteneğinin ancak nadiren ortaya çıkması sorunu. Özellikle eğitim sisteminin yaratıcı ve sıradışı düşünce yetisini ciddi olarak sakatladığını ve insanları belli kalıplar içinde düşünmeye şartlandırdığını artık oldukça iyi biliyoruz. Beyin üzerinde yapılan çalışmaların da gösterdiği sonuçlar, bu tecrübemizi doğrular nitelikte. turuncudergi.com Ön Beyinin Yaratıcı Düşünme Süreçlerindeki Rolü Beynimizin ön bölümü yani bilimsel adıyla “frontal korteks”, bizi diğer hayvanlardan ayıran en önemli donanım farkımızdır aslında. İnsan beyninin % 40 kadarını kaplayan bu alan, en gelişmiş memelilerde bile ortalama %20 kadar bir alan işgal eder. Bu bölgenin işlevlerine baktığımız zaman ise, bizi insan yapan özelliklerle frontal işlevler arasında yakın bir paralellik görebiliriz. Akıl yürütme, karmaşık görevleri tasarlama, aşamalarla iş görebilme, kısa vadeli tahminler yapma, irade kullanma, analitik düşünce, duyguların bilişsel kontrolü gibi insana has bir çok özellik, alnımızın arkasında bulunan beyin bölgeleri tarafından yönetilir. Buraları hasar gören insanlarda bu yeteneklerin de kaybolduğu, birçok değişik vaka ile sabittir. Ön beyin devrelerinin bir başka işlevi de bizi mantıklı düşünce dizgesi içinde tutmak ve belli rutinlere göre kolay bir şekilde yaşayabilmemizi sağlamaktır. Bu devreler sayesinde duygularımızı, itkilerimizi ve arzularımızı değişik seviyelerde kontrol ederek, rutin işlerimize yoğunlaşabilir ve bilincimizi dahi kullanmadan karmaşık işlerin üstesinden gelebiliriz. Fakat anlaşılan o ki yaratıcı ve sıradışı düşünme açısından bu özelliğimiz bize bazı dezavantajlar da sağlıyor. Beynin ön bölgelerinin deneysel olarak geçici bir süre susturulması, yaratıcı yeteneklerin ilginç bir şekilde gün yüzüne çıkmasını sağlıyor. Kafatası üzerinden odaklanmış manyetik dalgalar verilerek beynin çalışmasının etkilenmesine dayanan Transkrianial Manyetik Uyarım Tekniği, uzun zamandır bilinen ve kullanılan bir tekniktir. Bu teknikle, kafatasının dışına tutulan bir elektrik bobininden geçirilen elektrik akımı, uygun şiddette bir manyetik alan üretir ve bu manyetik alan, beynin içinde tekrar elektriksel bir karmaşa oluşmasına neden olur. Bu etkiden faydalanarak, beynin belli alanlarının, insanlara zarar vermeden geçici bir süre boyunca susturulması da mümkündür. Bu tekniğin kullanılmasıyla yapılan deneyler, özellikle sol-ön beynin susturulmasının yaratıcı yeteneklerde ilginç bir artış sağladığını gösteriyor. Deneylerden anladığımız kadarıyla, ön beynin düşünceleri kontrol edici etkisi, özellikle sağ beynin “objelerden -kavramlardan -ön kabullerden bağımsız” olan içsel düşünme süreçlerini baskılayarak; bildiğimiz maddi, objektif, tanıdık ve “gerçek” dünya ile baş edebilmemizi sağlıyor. Hepimizin bildiği gibi, sanatsal işler ve yaratıcı düşünceler ise bunun tam tersi bir zihinsel ortama gereksinim duyuyor: Nesneler ve kavramlar arasındaki ilişkilerin silikleştiği, kalıpların ortadan kalktığı, benzemez nesne ve kavramlar arasında yeni ilişkilerin yakalandığı “dağınık” zihinsel hâller. Kısacası; bize, mantıklı ve rutinlere dayalı bir hayat yaşama kolaylığı sağlayan ön beynimiz, aynı zamanda “kutunun dışından” düşünme yeteneğimizi de elimizden alıyor. Bu elbette beynimizin doğal özelliklerinden birisi. İnsanlar olarak temel sorunumuz; kurduğumuz medeniyet ve benimsediğimiz eğitim sistemi mantığı ile beynimizin analitik, mekanik ve rutine alışkın kısımlarına fazla yüklenmemizden kaynaklanıyor gibi görünmekte. Çocukların zihnindeki zengin dünya, özellikle eğitimden gelen tecrübelerle, soğuk, ayrık, domut ve yeknesak “şey”lere indirgeniyor. Böyle olunca da insanoğlunun bu dünyaya gönderilmesindeki en önemli sebeplerden birisi olan “görülmeyeni görme” yeteneği yavaş yavaş elimizden kaçıyor. Neticede beyin bilimleri, aslında uzun zamandır fark ettiğimiz bir soruna başka bir açıdan daha dikkat çekiyor. Beynimizin mekanik tarafına odaklandıkça, bizi insan yapan büyük resimden uzaklaşıyoruz. Elimizdeki sistemi kökten değiştirmek zor olsa da, bu büyük hatayı tamir etmek üzere ufak değişiklikler ve çalışmalar yapmaya başlamak zorundayız. Zira her birimizin bu konuda yapabileceği bir şeyler var. Bu kadar büyük beyinlerle, bundan daha iyisini yapabilecek durumdayız. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 71 HABER Siyahlar Ülkesi S udan’ın bugünkü sınırları Osmanlı’nın Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın zamanında,1821yılında Sudan topraklarında bulunan Func Devleti üzerine yürümesi ve bu toprakları fethetmesi ile belirlenmiş. Daha sonrasında, 1885 yılından itibaren İngiliz işgaline uzun süre direnen Sudan, nihayet 1956’da bağımsızlığını ilan etmiş. Sudanlılar’ın günlük konuşma dillerinde hâlâ Osmanlılar’dan kalan Türkçe kelimeler yaşıyor; abla, tiyze, bingbaşı, karakon, savuş, kedise- kedi, şevirme-döner kebap, simit ve zokak gibi. Milattan önce 5000 yılına kadar uzanan tarihi ile Sudan, günümüzde 30.9 miyon nüfusa sahiptir. Nil Nehri ile Güney ve Kuzey olarak ayrılmış durumda. Resmi kayıtlarda Sudan Cumhuriyeti olarak geçen Kuzey Sudan’ın resmi dili Arapça olmasına rağmen nüfusunun çoğunun ana dili farklı. Halk arasında Nübyece, Beja, Fur, Nuban, Ingessana gibi diller konuşulur. Arapların Afrika’ya girmesiyle birlikte, zencilerin bulunduğu Kızıldeniz’den Batı Afrika’ya kadar uzanan bölgeye “Bilad’us Sudan” yani “Siyahlar Ülkesi” denilmeye başlanmış ve zamanla Sudan adını almış. Sudan,%70’i Sünni bir İslam ülkesi olmasına rağmen, bizim gibi, mezhepte genel olarak Hanefiliği benimsemiş bir yapısı yok. Şafii ve Malikiler olmasının yanında Hanbeliler’in Kuran’ı farklı yorumlamasına da rastlanabiliyor. Sudan’da Vahhabiler ve Selefiler ve İhvan’ül Müslimin de var. Bizim Cerrahiler ve Mevleviler gibi dansla zikir yapan tarikatlar da var. Tüm bunlardan dolayı bid’at diz boyu. Beş vakit ezanın okunduğu ülkede, tüm imkansızlıklara MEHMET SILAY 72 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com ve karmaşaya rağmen, hafız olmayan kız çocuğunun neredeyse yok gibi olduğu ve alnında secde izi çıkmış Sudanlılara rastlandığı belirtiliyor. Sudanlılar biraz rahatına düşkün insanlar. Bankaların 12.00’da paydos dediği ülkede mesai de 15:00’da bitiyor. Trafik ışıklarına rastlamanın pek mümkün olmadığı ülkede, “Koşan bir Sudanlı’ya rastlamanız mümkün değil.” denecek kadar yavaş hareket ediyor insanlar. Her mevsim sıcak olan Sudan’da kapı önlerinde kalıpla buz satanlara çok sık rastlayabiliyorsunuz. Afrika genelinde yaygın olan cellabiye, burada diğer ülkelerden farklı olarak üzerinde Afrika’ya ait motifler taşıyor. “Gazel” adı verilen, erkek çalışanların çamaşırları yıkayıp ütüleyip teslim ettikleri bir sistem çalışıyor Sudan’da. Şehirleşme olsa dahi tek katlı, kubbe çatılı evlerin yaygınlığının devam ediyor. Kahvehane kültürü Türklere yakın olan Sudan’da kahveleri kadınlar işletiyor. Gümrükten içki girişini kesinlikle yasaklayan ülkede kadınlarla konuşmak için, yanlarında bir erkek bulunması hâlinde izin almak gerekiyor. Sudan üniversitelerinden 210 bin öğrenci mezun oldu. Sudan yerel eğitiminde genel bir alışkanlık var; tekrar ve ezber. Darbeler döneminden sonra, Ömer Beşir’le birlikte, devlet sisteminde İslam hukuku öne çıkarılınca Amerika, yandaşlarıyla birlikte Sudan’ı terörist ilan etmişti. ABD, Sudan’a önce gıda ambargosu koydu. Ömer Beşir döneminde, verimli arazilerin yüzölçümü ikiye katlandı ve tarım araçları modernize edildi. Arkasından ekonomik ambargo dayatılınca Ömer Beşir, gümrük ve vergi muafiyeti getirerek yabancı sermayeye kapılarını açtı. Sudan’da altın ve petrol rezervlerinin çok fazla olduğu tespit edilince ABD, AB ve İsrail’in ülkeye ilgisi daha da arttı. Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir, Amerika tarafından yıllarca istenmeyen adam- Persona non grata- ilan edildi ve ülkesinden çıkamadı. Sudan yıllarca terör listesine alındı. Ömer Beşir, yaptırımlar ve tehditler karşısında çaresiz kaldı ve Sudan Kuzey- Güney olarak bölündü. Amerika’nın baskısıyla, Güney Sudan’ı ilk tanıyan mecburen Ömer Beşir oldu. Sudan Tarihi ve Devlet Başkanı Ömer Beşir Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ordusunda bulunan Arnavut askerlerin Nil kıyısına kurduğu bir şehir. Nil nehrinin fil hortumuna benzemesinden dolayı Hartum adını alan şehrin sokakları, şehrin ortasından yayılır şekilde düzenlenmiş. Günümüzde 3 milyona yakın nüfusa ev sahipliği yapan Hartum, Uganda’dan gelen Beyaz Nil ve Etiyopya’dan gelen Mavi Nil’in kavuşma noktasında bulunuyor. Burada birleşen Nil, önce Mısır’a oradan da Akdeniz’e dökülüyor. Bağımsızlık ile devlet başkanı olan Ömer Beşir’e göre toplum, asıl eğitimle beraber yeniden inşa edilebilirdi. Toplum genelde cahil ve eğitimsizdi. Ömer Beşir’in gayretiyle okur- yazar oranı % 45’ten % 75’e yükseldi. Sudan’da sadece beş üniversite varken yenileri açılarak sayıları on beşe yükseltildi. Her üniversiteye bağlı 10 fakülte üniversal eğitime başladı. Başta tıp ve teknik olmak üzere, Başkent Hartum Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 73 HABER Sudan Yemekleri Nehir üzerine kurulu şehri geceleri renklendiren El Mek Nimir Köprüsü, Mavi Nil Kara & Demiryolu Köprüsü, Kober Köprüsü, Şambat Köprüsü ve Tuti Köprüsü aynı zamanda karşı yaka ile bağlantıyı sağlıyor. Başkentin Karşı Kıyısı Omdurman Hartum’un karşı kıyısında yer alan Omdurman, ülke ekonomisinin merkezi. Aynı zamanda en büyük şehir olarak gösterilen şehrin isminin açılımı; Ümmü Derman. 1885 yılında Abdullah bin Muhammed tarafından başkent yapılan Omdurman, daha öncesinde de askeri merkez olarak kullanılmış. Sudan’ın İngiliz sömürgesi olması ile sonuçlanan 1898 yılındaki Omdurman Savaşı’da burada cereyan etmiş. Acıyla Hatırlanan Darfur Batı’nın geniş düzlüklerinde, Fur Kabilesi’nin yaşadığı topraklara Darfur yani “Furlar’ın evi” diyoruz. Fakat Darfur’da, Furlar’dan başka 16 kabile daha yaşıyor. Bu farklılıklar silah olarak kötüye kullanıyor ve kabileler arasında rekabet, düşmanlık ve karşılıklı silahlanma savaşı başlatıyor. Hatırlanacaktır. Sudan, daha çok 2003 Darfur Olayları’yla dünyanın gündemine girdi çünkü daha önce kimse ilgilenmedi. Her İslam ülkesi kendi başına sarılan belalarla meşguldü. Bu unutulmaz tabloyu beynimize kazıyan bir fotoğraf var; anasının kaçarken bırakıp gittiği bir çocuk, arkasında onun hareketsiz düşeceği anı kollayan yırtıcı bir kuş... Akbabanın, önünde ölmesini beklediği 2-3 yaşlarında bitkin bir çocuk... Sudan’daki Türkler Türkiye’den gelen müteşebbisler; çimento fabrikası, tuğla fabrikaları, lokantalar, okullar ve alışveriş merkezleri kurmuşlar. Tüm kurumların kapısının üstünde 74 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 mutlaka ayyıldızlı bayrak asılı. Hartum’un bir semti olan Bagır’da İhsan Aslan’a ait bir fabrika var. Hem Sudan’a hizmet hem de kazançlı bir yatırım. Sudan’da, büyükelçiliğimize kayıtlı 4500 Türk yaşıyor. Hartum’da şehrin merkezinde bulunan Şea’r Sittin yani 60. Cadde de Türklerin en çok bulunduğu cadde. Sudan’da en çok Hataylı ve Konyalı var. Çarşıda Hataylı bir hemşerimin açtığı Reis Pizza, Nobyanlar’ı lahmacuna alıştırmış. Antalyalı bir hayırsever iş adamı tarafından, Hartum halkına hizmet eden, Özel Antalya Hastanesi açılmış. Köşede berber kristal ve harcı alem bir lokanta ‘’Aspava’’ açılmış. Her türlü karışıklığa rağmen, bugün Hartum’a bağlı Afrika Devlet Üniversitesi’nde, Türkiye’den gelmiş 200 kız ve erkek öğrenci eğitim görüyor. İlk yıl, önce Arapça öğreniyor sonra da İlahiyat’ı tercih ediyorlar. Meyve Sepetinden Yoklar Ülkesine İç savaşların başlamasından daha önceleri Sudan, zengin ve asude bir barış ülkesiydi. Tüm Afrika’yı besleyen bir meyve sepetiydi. Şimdi Sudan fakirleşmiş, yoksulluk yaygın, gıda kıt... Kurban etini güneşte kurutuyor ve yıl boyu kesip rendeleyip çorba yaparak yiyorlar. Yarım asırlık terörden sonra şimdi o bereketli Sudan, bir ‘‘Yoklar Ülksesi’’dir. Su yok, ekmek yok, okul ve eğitim yok; açlık var, yoksulluk var, cehalet var, tembellik var, yaygın eğitimsizlik var. İngiliz ve Fransız okullarında eğitim görenler, emperyalist emellere hizmet edecek şekilde yetiştiriliyorlar. Ayrıca şehrin elit kesiminin çocuklarını büyük paralarla okutan özel okullar yine Amerika’ya hizmet eden beyinler yetiştiriyor. Bizim vakfımız aracılığı ile kurduğumuz Yetimler Külliyesi’nde bir çığır açılarak Medreset’ül İstanbul’da, Sudan standartlarının üstünde eğitim veriliyor. Sebzeyi çiğ ya da haşlanmış olarak yiyen, en çok kuzu ve tavuk eti tüketen Sudanlılar için pirinç de önemli bir besin kaynağı. Kahvelerinin tadı ve yapılışı Türk kahvesinden farklı fakat, bizim kültürümüzde olduğu gibi, kahve onlarda da önemli bir içecek. Abre gibi birkaç farklı meyveli içecekleri daha bulunan Sudanlılar, çay olarak tarçın aromalı bir tür çay tüketiyorlar. Akşam yemeklerinin vazgeçilmezi Kisra, lavaş benzeri kalın bir ekmek türü. Sudan’da elle yemek yeme âdeti devam ettiğinden ötürü, Kisra’yı çatal bıçak yerine kullanıyorlar. Maschi denilen biftek ve domatesten, Bamia denilen bamya ve kuzu etinden yapılan popüler yemeklerinin tadına bakmadan buradan ayrılmak olmaz. Tatlının çok sevildiği ülkede, her Sudanlı kadının krem karamel yapmayı bildiği söyleniyor. Sudan’daki Vakıflar Sudan’da,Ensar-u Suni Vakfı ve Ene Sudani (Ben Sudanlıyım.) vakfı gibi yerli birkaç vakıf var. Türkiye’den de 8 ayrı vakıf, İnsani Yardım Kuruluşu ve okullarla Sudan eğitimine destek veriyorlar. Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri’nin talebeleri Kur’an kursları açmış. Aziz Mahmut Hüdayi Vakfı, Abdullah Büyük Hoca’yla çalışıyor. Hira Dergisi’ni çıkaran Hira Kültür Merkezi kurulmuş. Türkçe- Arapça dil kursları açılmış. Üç yıldır hizmet veren Yardımeli’nin açtığı Medreset’ül İstanbul ise Sudan standartlarının üzerinde eğitim veriyor. Medreset’ül İstanbul Darfur Eyalet Valisi, temsil ettiğimiz “YED-İL AYN” Yardımeli İnsani Yardım Vakfı’na geniş bir alan gösterdi fakat ciddi güvenlik sorunu vardı. Bundan dolayı yetimhanemizi Darfur’a değil de Hartum’a yapmak zorunda kalıyoruz. Yetimhanemizin kuruluşu ilk kurban bağışıyla başlıyor. 2010 yılında yapımı programlanan binalar yani dershaneler, yemekhane, yatakhane, mescit ve çevre düzenlemesiyle birlikte 18 ayda inşaat tamamlanıyor. Önceden belirlenen -kendilerine söz verilen- yetimler, yağmur gibi dökülmeye başlıyorlar. Bu yıl elhamdulillah ikinci ders yılımız. İleride bir akademiye dönüşecek olan yetimler külliyesinde, çocukların daha sağlıklı şartlarda eğitilmeleri için çevre düzenlenmesiyle ilgili inşaat çalışmaları sürüyor. Yetimhanenin bütün ihtiyaçlarının karşılandığı kaynak ve imkanlar Türkiye’den geliyor. turuncudergi.com Çocuklar için 8 koruyucu aile; merhametli, mülayim, sevecenve güler yüzlü mürebbiyeler görevlendirilmiş. Şu anda 130 yatak kapasiteli bir yatakhanemiz var. 1. 2. 3 sınıflarımızda eğitim görüyorlar. Bu çocuklar 0-6 ile 0-7 yaşları arasında yetimhaneye kabul edildiler. Toplam 12 yıl eğitim görecekler. Şimdiden -lise- gimazyum programa alınmış. İnşaat yeri belirlenmiş. Müfredatımız, Sudan Milli Eğitimi’nin rutin programı olacak. Sosyal bilgilere ek olarak Kur’an ve Türkçe öğretilecek. Ancak yaş yükseldikçe yatakhanede mekan azalıyor, yer sıkıntısı başlıyor. Bunun için 3.kat inşaatının kabası tamamlanmış. Güneyde ormanlar içinde, bir yetimler köyü kurma aşamasındayız. Bizim külliyemizden Hartum’un başka bir yetimhanesine her gün günde bir kere -pilav ve makarna olarak- pişmiş yemek yardımı yapılıyor. YED-İL AYN /YARDIMELİ Burada kalan 6-11 yaş arası yavruların hepsi de babasızdı. Türkiye’den getirdiğimiz bütün kırtasiye malzemelerini, kıyafetleri ve gıda maddelerini nakdi ve ayni ne varsa takdim ettik. Avluda zaman zaman çocukları toplayıp onlara birer birer dağıttığımız sakız, çikolata, oyuncakları telaşsız ve sadece bir tane alıyor; yanlışlıkla bir ikincisini uzatmışsak, kesinlikle almıyor ve geri veriyorlardı. Gözü gönlü bol yetimlerin iyi eğitilebilecekleri kesindi. “Milleti toplayın.’’ uyarısıyla tüm öğrencilerle birlikte çimenlerin döşeli olduğu alanlarda toplandık. Karne Dağıtma töreniydi. Türkiye’den gelen her misafir, bir yavruya onu öperek ve başını okşayarak karnesini verdi. Bir akşam bahçede Kur’an halkaları oluştu. 11 yaş çoc ukların tamamı hafızdı. 6-11 yaş arası çocukların ise son iki cüzü ve bütün namaz surelerini ezberlemiş olduklarını gördük. Camide sabah namazından sonra turuncudergi.com çocuklarla daha çok ilgilenme imkanımız oluyordu. Yüzümüze elimize dokunuyorlardı. Beyaz adama dokunmak nasıl bir şey? Niçin bizim rengimiz siyah da onlar beyaz? 6 yaş çocuklarını, zayıf ve hafif oluşları sayesinde, sırtımıza almamız kolay oluyordu. Adapazarılı yoldaşım Ahmet Bey ‘‘Yahu birini attım havaya, gerisi girdi sıraya.’’ diyor. ‘‘Çocukları havaya ata tuta kollarım hamladı.’’ Sudan’da Kurban Bayramı Kurban bayramında ziyaret ettiğimiz yetimhanenin mescidinde bayramlaşmak için toplandık; bayramınız kutlu olsun, idal adha mübarek, idkum mübarek... Türkiye’den bize emanet edilen kurbanlar, isimleri okunarak kesilmeye başlandı. Önce yetimhaneye ayrılan kurbanlar kesildi. Sobe halkı fakirlerine, bayramın birinci günü, kurbanlarımızı kesip hisselerini dağıtıyor ve iki kuyu açıyoruz. Kuyulara Esma-ul Hüsna’dan Ya Şafi, Ya Latif adları veriliyor. Bayram şenlikleri hiç görmediğimiz kadar coşkulu. Bayramlarını kutlamaya gittiğimiz Kuzey Sudan’da en kalabalık kabile olarak Mahas Kabilesi yaşıyor. Bir Nobyan evine misafir oluyoruz. “İşte.” diyorlar,‘‘Menzil Nubi-Nobyan evi.’’ Evin çatısı kamış örülü, duvarlar çamur ile sığır mayısı yani yumuşak tezek karışımı sıvanmış. Bu evler dışarıdaki yakıcı 45 derece sıcağa rağmen odayı serin tutuyor. Kışın sıcak, yazın serin. Sevakin Köyü’nde bizim Topkapı Sarayı’nın giriş kapısı yapılmış. Topkapı’nın minyatürü. Avluda, beyt-el arusda/düğün evinde gelin çadırı. Çocuklar bize dans gösterisi yapmaya başlıyor. Batı Sudan tarzındaki bu oyunlara “el-Bunn” dansı diyorlar. Çocuklardan kahve ile ilgili şarkılar dinliyoruz. Mısır’ı yönetenler -binlerce yıl-Nob- yanlar olmuş. Sudan genelinde 250 adet, büyüklü küçüklü piramit var. Her piramit bir mezar taşı. Mısır’da 4 adet. Arefe’den önce, Omdurman (Ümmü Derman) pazarından, sürü hâlinde ve toplu olarak aldığımız 254 büyükbaş hayvan Kurban Bayramı’nın ilk 3 günü Sudan’ın 24 değişik noktasında kesiliyor ve bizim dışımızdaki yetimhanelere ve muhtaçlara dağıtılıyor. Sudan’dan ayrılarak bağımsız, ayrı bir devlet olduğunu ilan eden Güney Sudan sınırındaki 4 ayrı mülteci kampına, 15 adet büyükbaş kurban kesip dağıtıyoruz. Bana Kara Diyen Dilber Yetimlerle iyice kaynaşıyoruz, artık birçoğunu isimleriyle tanımaya başlıyoruz. Onların öğrendiği Türkçe’ye, pratik yaparak destek oluyoruz. Ankara Vali Muavini Turan Bey, çocuklardan üçünü evlat edinmek istiyor. Ayrılık vakti yaklaştığında, vedalaşırken, sanki öz torunlarım, öz yavrularımdan ayrılıyorum. Karşılıklı, hepimizin gözleri doluyor. İkinci sınıftaki Darfur’lu Abdurrrahman, daha önce ezberlediği ve bize birkaç kere söylediği türküyü tekrar söylüyor: Bana kara diyen dilber, Kaşların kara değil mi ? Ağalar beyler içerler, Kahvede kara değil mi? Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 75 SANAT Çivi ve Telin Maharetli Ellerde Hayat Bulduğu Sanat FİLOGRAFİ O RABİA NUR DUMAN rabiaduman@turuncudergi.com rtadoğu’da doğmuş, Avrupa’dan Uzak Doğu’ya kadar yayılmış ancak yapımının zor olduğu düşüncesiyle yok olmaya yüz tutmuş, çivi ile telin maharetli ellerde şekillendiği bir el sanatı: Filografi. Osmanlı Dönemi’nin önemli sanatlarından olduğu söylenilen ancak -belki de o dönemlerde başka bir isimle anılması sebebiyle- bu konuda net bir bilgiye ulaşılamayan filografi; çok eski yıllardan itibaren dünyanın farklı yerlerinde icra edilen bir sanat. Avrupa’da kendi kültürlerine, geleneklerine uygun motif ve desenler çalışılırken bizde hat yazıları ve geleneksel motiflerimiz filografiye uygulanıyor. Ülkemizde pek tanınmayan bu sanat, zorluğu ve sabır gerektirmesi nedeni ile az uygulanmakta olup bütün dünyada unutulmak üzere. Son 15 yıldır Türkiye’de aktif olarak uygulanmasına rağmen pek bilinen bir sanat değil. Filografi aynı zamanda; bu sanatla uğraşan insanlara mutluluk veriyor, bu insanların ruhsal yönden dinlenmelerini sağlıyor, onları stresten uzak tutuyor ve insanı kendine bağlıyor. Ayrıca, olumlu psikolojik etkilerinden dolayı, Avrupa’da psikolojik tedavi amacıyla kullanılan bir sanat. Ülkemizde, geçmiş zamanlarda, yine olumlu psikolojik etkileri sebebiyle beceri geliştirme ve gelir getirme maksadıyla hapishanelerde ve ilkokullarda amatör olarak uygulanmış. Şimdi ise profesyonel anlamda, Saim Devrilmez tarafından, 50 yıldır icra edilmekte. çivi ve bakır iplerle yapılmış tacını görüyor, çok hoşuna gidiyor. Türkiye’ye dönünce bakır tellerle çalışarak kendi tekniklerini ortaya çıkarıyor. Saim Hoca, bu sanatı merak ederek, bakarak, yaparak yani tamamen kendi çabalarıyla öğreniyor. Türkiye Elektirik Kurumu’ndan emekli olan Saim Devrilmez, filografi sanatıyla 50 sene hobi olarak ilgilenmiş, bundan 12 sene önce de filografi sanatını birçok kişiye öğretmiş ve öğretilmesine de destek vermiştir. Türkiye’de 10- 15 şehirde filografi hocaları yetiştirmiştir. Fİlografİde Kullanılan Malzemeler • Marangozlar veya filografi sanatına özel malzeme üreten atölyelerden temin edilebilecek 8mm veya 12mm kalınlıkta sunta veya kavak kontrası, • Kadife, deri, peluş veya ebru teknelerinde özel olarak hazırlanmış ipek kumaşlar, • Filografi çivisi, • Ufak boy kargaburun, • Küçük boy yan keski, • Küçük boy fakat geniş ağızlı tornavida, • Teli örerken kullanacağımız orta boy bir çuvaldız, • 0.30mm veya 0.35mm’lik bakır tel, • Yaldız boya (Boya olarak soba boyası, alüminyum boyaları veya bakır boyaları kullanılıyor.), • Çivileri boyamak için fırça, • İşleyeceğimiz resmin desen kağıdı. Tüm bu malzemelerin yanı sıra koli bandı yahut zımba makinesi, pano temizliği için toz alma fırçası kullanılan yan malzemeler arasındadır. Fİlografİ Nasıl Yapılır? Çivi ile telin dansı olarak tanımlanan filografide, belli örgü teknikleri kullanılarak hat yazıları, simetrik desenler, amblemler, çiçekler ve çizgi film karakterleri panolar hâline getirilebiliyor. Öncelikle nasıl bir tablo yapmak istediğimize karar verip bir desen, motif yahut bir hat yazısı belirliyoruz. Bu motifi hangi ölçülerde yapmak istiyorsak tahtamızı buna göre kestiriyoruz. Seçtiğimiz bir kumaşı tahtamıza gerdirerek zımbalıyoruz. Kullanmak istediğimiz motifin şablonunu tahtamızın ölçülerinde büyütüyoruz ve tahtamızı ortalayacak şekilde yerleştirip bantladıktan sonra çivi çakma işlemine başlıyoruz. Çivilerimizi belli bir düzenle, belli aralıklarla ve hepsi aynı yükseklikte olacak şekilde çakıyoruz. Çivi çakma işlemi sırasında çiviler yamuk yahut eğri gitmeye başladığında, tornavida veya kargaburun aracılığı ile düzeltme yapıyoruz.Çakma işleminin sona ermesinin ardından çivilerimizi boyuyoruz. Boyamız kuruduktan sonra motif kağıdını/şablonumuzu söküp-resmin durumuna göre, filografinin 18 farklı örgü tekniğini uygulayarak- bakır tellerimizi çivilerimize sarmaya başlıyoruz. Bu tel sarma işlemi ustalık gerektiriyor. Telleri rasgele, bütün çivilerden aynı şekilde geçirirseniz hiçbir şey elde edemiyorsunuz. Kullanılacak tellerin renginin, sanatçı tarafından, önceden tasarlanması ve seçilen renklerin hem birbiriyle uyumlu hem de motifi ortaya çıkaracak şekilde olması gerekiyor. Bu zahmetli iş sonucunda, metrelerce tel ve yüzlerce çivi kullanarak oluşturduğumuz tablolar yüksek fiyatlara alıcı buluyor. Filografi ile harika tablolar yapılabileceği gibi ev dekoru, sehpa, rahle, buzdolabı süsü olarak kullanılabilecek eserler; aynı zamanda anahtarlık, kolye, küpe, yüzük, bilezik, broş ve kol saati de yapılabiliyor. Filografi sanatı; tarzı, bakış açısı, uygulama çeşitliliği, diğer sanat dalları ile beraber kullanılabilirliği açısından hem çok yönlü hem de çok özgün bir sanat dalı. Son olarak; bu sanat ile uğraşmak isteyenler için, halk eğitim merkezlerinin meslek edindirme kurslarında filografi eğitimi verildiğini söylemek isterim. Saİm Devrİlmez Türkiye’de bu sanatın gün yüzüne çıkmasını sağlayan ve bu işin piri olarak bilinen isimdir Saim Devrilmez. Üsküdarlı üstad Saim Bey, bu sanat Türkiye’de tam anlamıyla unutulmuşken İngiltere’ye gidiyor. İngiltere’de kraliçenin Fotoğrafı çekilen tablolar ve görsellerin tümü (Semazen hariç) Lütfiye Nur TAŞDELEN’e aittir. 76 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 77 SAĞLIK MEME KANSERİNDE ERKEN TEŞHİS HAYAT KURTARIR HALİT YEREBAKAN ücudunuz bir şeyler rayından çıktığında muhakkak size mesajlar gönderir. sadece birkaç dakikanızı ayırarak bedeninizden gelen sesleri dinlemek, hayatınızı kurtarabilir! 78 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com M eme kanseri, özellikle kadınların korkulu rüyası. Son yıllarda diğer tüm kanser türleri gibi meme kanseri de sıklıkla teşhis almaya başladı. Bu ay siz değerli okurlarım için meme kanseri hakkında bilmeniz gerekenleri kaleme almaya çalıştım. Vücudunuz bir şeyler rayından çıktığında muhakkak size mesajlar gönderir. Günlük telaşınız sebebiyle ya da öncelikleriniz arasında yer almadığında bu sinyalleri duymazdan gelebilirsiniz. Oysa sadece birkaç dakikanızı ayırarak bedeninizden gelen sesleri dinlemek, hayatınızı kurtarabilir! Amerikan Kanser Derneği, kadınların en sık yakalandığı kanser türünün meme kanseri olduğunu tespit etmiş. Birçoğunuz, meme kanserinin ileri yaşlarda görülmeye başlandığını düşünür ve henüz risk grubunda olmadığına inanır. Oysa bir kadının meme kanseriyle karşılaşma riski, 20 yaşından itibaren ortaya çıkar. Hep kadınları ikaz ediyoruz ama seyrek rastlanıyor olsa da erkekler de meme kanserine yakalanabilirler! Meme kanseri, oldukça sinsi bir hastalıktır. Kişi fark etmeden vücudunda oluşup gelişmeye başlar. Ancak meme kanserinin sessiz sedasız gelebiliyor olması, sizin onunla mücadele edemeyecek olduğunuz anlamı gelmez! Kanser, en basit tanımıyla hücrelerin rutin olarak gerçekleştirdiği bölünme ve çoğalma hareketlerinin kontrolsüz gerçekleşmesi ve bu durumun ilerlemeye başlaması sonucu -tabiri caizse- sistemin kontrolden çıkmasıdır. Sağlıklı bir insan vücudunda-kas ve sinir hücreleri hariç- tüm hücreler bölünme ve çoğalma özelliğine sahiptirler. Bu yetenekleri sayesinde gün içerisinde ölen hücreler ya da yaralanan dokular yenilenir veya onarılır. Sistemin kusursuz işlemesi ve yaşamın sağlıklı devam edebilmesi için gereken bu akışın da bir sınırı vardır. Sağlıklı hücreler ne zaman bölünmesi, çoğalması gerektiğini bilirler ve bir hücrenin yaşamı boyunca bu işlemi kaç kez tekrar edebileceği bellidir. Bu bilinci kaybeden hücreler (mutasyona uğramış hücreler), kanser hücresi olarak tanımlanır. Kontrolsüzce bölünüp çoğalmaya başlayan kanser hücreleri, bir süre sonra birikmeye başlarlar. Biriken hücrelerin bir araya gelmeleriyle oluşan ‘yabancı’ yapı da tümör olarak adlandırılır. Tümörler, dokuları sıkıştırarak tahrip edebilir hatta içine sızabilirler. Tümörün de oluşmasıyla artık turuncudergi.com vücutta bulunan kanser hastalığı, tümörün zarar vermeye başladığı organın adıyla anılır ve uygun tedaviye başlanır. TÜM KADINLAR RİSK ALTINDA Tüm diğer kanserlerde olduğu gibi meme kanserinde de çevresel faktörler ve genetik miras son derece önemlidir. Genetik duyarlılık, kansere yakalanmanıza sebep olan genlerin doğduğunuz andan itibaren sizi etkileyeceği anlamına gelmez. Ailenizden aldığınız bu genler, yaşam koşulları, sigara bağımlılığı ve kötü beslenme gibi sebeplerle kendilerine gelişecek bir ortam bulabilirler. Fazla kilolu olmak da olumsuz etkenler arasında yer alır. Yapılan araştırmalara göre, meme dokusunda bulunan leptin hormonunun fazlalığı (yağ) meme kanseri olma ihtimalini de arttırıyor. Genetik faktörlere bağlı kalmaksızın tüm kadınlar meme kanseri riski taşırlar. Ayrıca östrojen hormonu fazlalığının da meme kanserini oluşturan genetik mutasyona sebep olduğu biliniyor. Bu sebeple hormon dengesinin hastalık üzerindeki etkisi son derece önemli bir gösterge olabilir. Yapılan bilimsel istatistikler, meme kanserine yakalanan hastaların %20’sinin ailesinde meme kanseri hikayesine rastlandığını gösteriyor. Bu oran tahmin edilenin biraz altında. Kalıtsal durum söz konusu olduğunda, ailesinde meme kanseri vakası olanların meme ve yumurtalık kanserine eğilimlileri olduğu söyleyebiliriz. Bu durum, “Kalıtımsal Meme Ve Yumurtalık Kanseri Sendromu” olarak adlandırılıyor. Dünyaca ünlü oyuncu Angelina Jolie’nin meme kanserine karşı açtığı savaş birçoğumuz tarafından duyulmuştur. Bildiğiniz üzere, Angelina Jolie’nin yakın akrabalarında görülen meme kanseri, ünlü oyuncuyu harekete geçirdi ve yaptırdığı testler sonucu BRCA-1 adlı geni taşıdığını öğrendi. BRCA-1, kansere yatkınlık genidir ve kansere yakalanma riskini %85’lere kadar yükseltir. Ayrıca, bağışıklık sisteminin zayıf düşmesi de meme kanseri oluşumu için uygun bir ortam sağlar. Kötü huylu (maling) tümörler, henüz başlangıç aşamasındayken bağışıklık sistemimiz tarafından temizlenebilirler. Bağışıklık sisteminiz yeterince kuvvetli değilse, bu tip hücreler temizlenerek yok edilemezler. Meme kanseri riski taşıyanlar, neler yapmalı ve riski azaltmak için ne gibi önlemler almalılar? İlk etapta yapılacak iki şey var. Bunlardan ilki, her yıl mamografi çektirerek durumunuzu takip altında tutmak, ikincisi ise daima doğru ve sağlıklı beslenerek bağışıklık sisteminizi kuvvetlendirmek. Eğer kullanıyorsanız sigarayı bırakmak yapmanız gereken ilk şeydir. RUTİN MAMOGRAFİ ÇEKTİRİN Yıllık mamografinizi mutlaka ve atlamadan çektirin! 30 yaş üstü her kadın mutlaka düzenli mamografi çektirmeli ancak yılda bir bu görüntüyü almak da yetmez! Düzenli olarak kendi kendinizi muayene etmelisiniz. Mamografi, erken teşhiste son derece kritik bir rol oynayarak erken teşhis şansını yaklaşık %98 oranında arttırır. Ayrıca düzenli mamografi çektirerek hastalığı erken teşhis etmek bu sebeple ölüm oranında yaklaşık %30’luk bir düşüşe de sebep oluyor. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 79 SAĞLIK BAĞIŞIKLIK SİSTEMİNİZİ KUVVETLENDİRİN Y apılan bilimsel araştırmalar, bağışıklık sistemini kuvvetlendirmenin meme kanserine yakalanma riskini arttırdığını gösteriyor. Amerika’da sıkça kullanılan bir tabir vardır, “You are what you eat.” yani ne yiyorsak aslında O’yuz. Mutlaka bağışıklık sistemimizi kuvvetlendirecek yiyecekleri tercih etmeli ve yeme alışkanlıklarımız arasına, yeşil çay, sarımsak, zeytin yağ, zerdeçal ve yeşil yapraklı sebzeleri eklemelisiniz. Yeşil çay, mükemmel bir antioksidandır. Hatta etkisini on kat arttırmak için içine limon da sıkabilirsiniz. Yapılan araştırmalara göre günde üç fincan yeşil çay içmek, içerisinde bulunan ECGG adlı antioksidan madde sayesinde meme kanserine yakalanma riskini %50 oranında azaltıyor! Lahana, brokoli, ıspanak ve pazı gibi yeşil yapraklı sebzeler mükemmel birer vitamin, mineral ve antioksidan kaynağıdır. Ayrıca yüksek lif oranları sayesinde, östrojen seviyesinin düşmesini sağlar ve sindirim sistemi için de son derece faydalıdır. Yeşil yapraklı sebzeler, aynı zamanda karaciğeri temizleyerek detoks etkisi yapar. Böylece Toksik kimyasalların vücutta dolaşması engellenmiş olur. Böylece tümör oluşturan hücreler bir araya gelemez! İyot kaynağı olması sebebiyle kanserle mücadelede önemli rol oynayan deniz yosunu da bir diğer faydalı yeşil yapraklıdır. Deniz yosunu da östrojen hormonunu düzenleyici etkisi sebebiyle meme kanseri ile savaşta son derece faydalıdır. 80 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 Sarımsak ve zencefil en yaygın kullanılan bağışıklık kuvvetlendiriciler olarak bilinir. Hatta zencefil, baharatlar arasında Altın Baharat olarak da adlandırılır. Bu turuncu baharat, elbette antioksidan özellik taşıyan en güçlü baharat değildir. Ancak fazla salgılanan östrojen oranını düşürmeye yardımcı etkisi sebebiyle meme kanserini önlemede son derece kuvvetli bir silahtır. Her gün belirli dozda kullanımının kanserli tümörlerin büyümesini durdurduğu da biliniyor! halkbank.com.tr | 444 0 400 Halkbank Dialog SİNEMA TEORİDEN GERÇEĞE DÖNEMEMEK: GÜLAY KURT B “YILDIZLARARASI” gulaykurt@turuncudergi.com elki de tüm bunları teorilerle açıklamak için çok vakit harcadık. Teoriler her zaman gerçekleri değil adı üzerinde varsayımları gösterir. Gerçekleri bulmak için zaman hâlâ harcanmaya devam ediliyor. 7 Kasım 2014’de vizyona giren Yıldızlararası (İntersteller) filmi senenin en çok beklenen filmi olarak büyük ses getirdi. 2014 yılının en iyi filmi olarak görülen ki bana göre tüm zamanların bi- Dolayısıyla sanatın bittiği yeri ve bilimin başladığı noktayı iyi kestirmek gerekiyor yoksa bir belgesel yapmış olursunuz. Yıldızlararası filmi belgesele ramak kala konusunu etkileyici bir biçimde izleyiciye aktarmış olmasına rağmen, özellikle fizik, astronomi, uzay bilimleri, fen bilimleri, kuantum fiziği, karadelikler, solucan deliği, Einstein’in izafiyet teorisi, zamanın göreliliği vb. konularla ilgilenen insanlar için bir başyapıt olma özelliğini taşıyor. Filmin konusuna gelince; yakın bir zamanda insanlığın popülasyonu azalmaya başlamış olup kendilerine yeni bir gezegen arayışına çıkan bir grup NASA elemanının uzay araştırmaları sonucu yaşanılan olaylar hikaye edilmiş. Bunun için gönüllü astronotlar değişik galaksiler ve gezegenler arası bilinmez bir yolculuğa çıkıp veri elde etmek zorundadırlar. Bu elde edilen veriler sonucu insanlığa uygun bir yuva olacak gezegen bulunup orada kolonileşmeyi sağlamayı hedeflemektedir NASA. Tabi her zamanki gibi dünyanın sonu sadece ABD’de önce görülmekte ve yine her zamanki gibi dünyayı kurtaracak olan insanlar ise Amerikan vatandaşlarıdır! Filmin beklide 82 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 lim-kurgu dalında en iyi kurgulanmış filmi diyebilmemizde hiçbir sakıncası olmayan bir yapıt “Yıldızlararası”. Film kurgu ve hikâyesi bakımından bugüne kadar yapılmış olan filmlere hiç benzememektedir. Kafanızda oluşan kurgu sorularına hiç boşluk bırakmayacak derecede en ince detaylarına kadar düşünülmüş olduğunu görmek sevindirici. Tabi ki buraya kadar övgüyle bahsettiğim filmin neye hizmet ettiğini anlatmak görevi ise bize düşüyor en çok eleştiri olan noktası dünyanın sonu senaryolarını “Dünyalar Savaşı Z” ve “2012” filmlerinde gösterilen everensellik boyutunu yakalayamamış olmasıdır. Bu yüzden dünyanın sonunun sadece ABD’ de oluştuğunu hissediyorsunuz. Hollywood dünyanın sonunu getirme temalı sinemalar yapmaya hayli meraklı olsa da insanlığa mesaj vermeyi de unutmuyor! “Evet, dünyanın sonu gelecek ama insanlık üstün zekası ve teknolojisiyle bunun da üstesinden gelecek” mesajı veriyor “Yıldızlarası” filminde. Yani bütün ilahi dinlerin kabul ettiği kıyamet sonrası olan hesap ve ahiret hayatı yok, boşuna dertlenmeyin diyerek, sadece insanlığın kendini aşmış bir şekilde 5. boyutu keşfederek soyunu devam ettireceğini vurguluyor. Tabi bunu ancak doğaya saygılı olmak ve kaynaklarını doğru kullanmak kaydı şartıyla yapacağını belirterek doğa yandaşlarına(!) göz kırpmayı da unutmuyor. İnsanoğlu geçmişi ve geleceği konusunda daima merak içinde olup, dünyanın nasıl meydana geldiğini ve sonunun ne zaman olacağı hakkında araştırmalar yapmıştır. Materyalizm, ilahi dinlerin aksine, geçmişini yani ilk insan oluşumunu “Evrim Teorisi” ile sanırım. Buna önce bilim-kurgunun amacını anlatarak başlamak doğru olacak kanımca. Bilim -kurgunun amacı; hayal gücünü tetikleyerek bilimin ileride görebileceği gerçeklerle ilgili ufkumuzu açmaya çalışmasıdır. Bir bilim-kurgu filmini izlerken “Acaba?” sorusunu sormaya başladığınız zaman, film bir sinema eseri olarak değil artık başlı başına bir bilim dersi olmuştur demektir. açıklayıp bu konuyu kapattığını düşündükten sonra dünyanın ne zaman yok olacağı konusunu açıklamaya gayret etmiştir. Zira kıyamet ve hesap verme fikri hiçbir zaman materyalizmin hoşuna gitmemiştir. Bilim tanrısı yeni müritlerini kendine bu şekilde bağlayarak materyalizme uymayan hiçbir veriyi kabul etmemekle kalmayıp bütün dünyaya bilimin reddettiği her şeyi “mutlak gerçek” olarak sunmuştur. Bu bağlamda kıyameti ve ahireti reddetmek bilim için kolay bir kabul olmuştur. “Peki dünyanın sonu nasıl gelecek? Buna kim karar verecek?” soruları gündeme geldiğinde Hollywood sinemaları devreye girip bu konuda yazılan bilimsel verileri tamamen kullanarak insanoğlunu rahatlatma(!) görevini üstlenmiştir. Hiçbir Hollywood sineması boşuna çekilmemiştir. Hepsinin bir amacı vardır. “Yıldızlararası” filmi bu konuda yani materyalizmin dünyanın sonunu getirme ve sonrası açısından açıklanan tüm fiziksel kanunları son derece ayrıntılı ve etkili kullanarak büyük bir başarıya imza atmış görünüyor. Zira filmde anlatılan izafiyet teorisi ve karadelikler bugün üniversitelerde ders olarak anlatılmaktadır ve de gerçek verilere dayanmaktadır. turuncudergi.com Filmde bol bol bahsi geçen Einstein’ın İzafiyet teorisi, zamanın göreceliğini açıklaması açısından gerçektir. Ki bu Kuran’da da geçmektedir. Yani uzayda geçen bir saat dünyada geçirilen onlarca hatta yüzlerce güne denk gelebilmektedir. “O (Allah) ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı.” (Hud 7) ve yine “O (Allah) ki, gökleri, yeri ve aralarında olanları altı günde yarattı.” (Furkan 59) ayetlerinde geçen gün kelimesi 24 saatlik süreden ziyade gündüz aydınlığını ifade eder. Bu bir devir anlamını içermektedir. “Melekler ve ruh oraya bir günde çıkarlar ki, oranın mesafesi 50 bin yıldır.” (Mearic 4). Burada her bir günün bin yıla denk geldiği alimler tarafından dile getirilmektedir. Bu konuyu destekleyen filmin en gerçekçi bulduğum “zaman sapmasının” geçtiği sahne, filmde çok etkileyici ve gayet açıklayıcı anlatılmaktadır. Evet zaman görelidir. Dünyada yaşanılan zaman sadece bizim yaşadığımız zamanımızdır, ama diğer boyutta yaşanılan zamanla aynı değildir. Buraya kadar yaşanan gerçeklerin filmle çelişen bir noktası yok. Hatta karadelikler ve solucan deliği denilen dünya ile diğer galaksiler arası olabileceği öngörülen kestirme yollar bulunduğu da kabul edelim hadi. Bugüne kadar bulunmadı ama olduğu varsayılıyor. Fakat insanoğlunun çok ileriki zamanlarda soyunu devam ettirme konusunda tamamen kendi aklını ve bilimsel verileri kullanıp zamanda geriye gidebilme yetisini kazanacağı tezi ise gerçek dışıdır. SİNEMA Ama film öyle bir bilimsel veri kullanarak bunu yapıyor ki ahirete inanmayan ateist beyinler için bulunmaz bir kaftan olabilmektedir. Bir nokta hariç…. İnsanoğlu bilimi nesilden nesile aktarabilir, düşüncelerinin devamını sağlayabilir ama duygularını aktarabilmesini nasıl yapacak? İşte bu bilim dışıdır. Yaşam verilerini bulabileceklerini sandığı gezegen bir hayal kırıklığı olunca kalbinin sesini dinlemeye karar veren bayan astronot şu çarpıcı cümleleri kurarak aslında filmin başından beri vurguladıkları materyalizmin kalesini belki de farkında olmadan çökertiyor. “Sevgi bizim icat ettiğimiz bir şey değil. Tanımlayamadığım bir güç beni bu gezegene çekiyor. Bunun bir anlamı olmalı.” diyerek o güne kadar ki öğrendiği bütün bilimsel dokümanlar çuvallıyor. Bu da filmin koskocaman bir karadeliği olup karşımıza geçiyor. “İnsanlık dünyada başladı ama dünyada son bulmayacak.” mottosunu filmin başından beri dikte eden “Yıldızlararası” filmi evrime, materyalizme kısaca bilim tanrısına hizmet etmek için çekilmiş olsa da Allah’ı arayan kalpler için ahiret inancını destekleyen veriler bulması, bilimi arayanlar için ise bilim tanrısını kabullenip hayatının geri kalan kısmına devam edecekleri muhtemeldir. turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 83 İlhamını Mustafa Keser’den alan roman: SİNEMA Ünlü sanatçı Mustafa Keser, bir mizahi romanın başkahramanı olurken, kendisiyle özdeşleşen “Gözleri fettan güzel” türküsü de kitaba adını verdi. Komedi ve Aile filmi kategorisinde iNGiLTERE KİTAP Fettan Devrim PROPAGANDASI İ AYŞE GÜNDOĞDU ngiliz yazar Michael Bond’un ünlü Ayı Paddington serisinden uyarlanan film “Ayı Paddington” Türkiye’de gösterime girdi. Paul King’in yönettiği filmde Nicole Kidman, Julie Walters ve Hugh Bonneville başrolleri paylaşıyor. Filmde, Peru Ormanları’nda yaşayan, ailesinin anlattığı hikayeler ile İngiltere’ye büyük ilgi duyan ve Londra’ya gelen bir ayının maceraları, eğlenceli bir hikaye ile anlatılıyor. Buraya kadar standart bir film tanıtımı. Benzer tanıtımları okuyarak 11 yaşındaki kızım ile filme gittik. Afişlerde filmin türü hakkında her ne kadar “komedi-aile” yazsa da film aslında sinema tekniği çok iyi kullanılmış, tam bir “propaganda” filmi. Sektörü az çok tanıyan biri olarak, AmeNicole Kidman rikan ve Avrupa filmlerinin gizli mesaj ve propagandalarına aşinayım. Vietnam Savaşı’ndan bile bir kahraman yaratabilen bir endüstri var karşımızda. Fakat “Ayı Paddington” bu türden mesajları, cüretkâr bir biçimde, gözüFİLM: Ayı Paddington Yönetmen: Paul King müze gözümüze sokan bir film. Savaş Oyuncular: Nicole Kidman, döneminde yetim çocukların, Avru Colin Firth, Jim pa’da aile edinmelerine öykünerek Broadbent, Julie yavru ayının boynuna asılan “Lütfen Walters, David Heyman bu ayıcıkla ilgilenin. Teşekkürler.” Senaryo: Michael Bond, mesajından itibaren, İngiltere’nin, Paul King, Hamish kendine hiç mi hiç benzemeyen Mccoll, Jon Croker yabancılara nasıl kucak açtığının bir Yapımı: 2014 Tür: Aile, Komedi hikayesini izliyoruz aslında. İngiliz Gösterim kâşifin, Peru Ormanları’nda tanıdığı Tarihi: 26 Aralık 2014 ayı türünden bir örneği, müze için 84 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 doldurulmak üzere ülkesine getirmeyerek, Coğrafyacılar Loncası’nda “medeniyet” tartışmasını açması da trajikomik bir durumu ortaya koyuyor. Filmde, Paddington’un teyzesine yazdığı mektuplarda, “İngiltere’nin, kendine hiç benzemeyen bir ayıya bile kucak açtığı, her zaman burada sıcak bir yuva bulunabileceği” mesajı gözümüze gözümüze sokuluyor. Ayıyı kabul eden ailenin, kendi içinde, “aile olmak” için yaptığı tartışmalar, filmin kötü karakteri kâşifin kızına karşı Ayı Paddington’ un sahiplenilmesindeki repliklerde de hep aynı mesaj kaygısı var. Bu vurgu ile Arap, Hindu… vb. tüm yabancılara “ayı” kadar farklı, muamelesi yapıldığına mı yanayım yoksa Peru Ormanları’na kadar uzanan ve hâlâ devam eden “güneş batmayan imparatorluk” hayaline mi? Filmlerin gizli mesajlarına alışık olmama rağmen, “Ayı Paddington”da bu mesajın cüretkâr bir biçimde verilmesinden son derece rahatsız oldum. Üstelik filmin hedef kitlesinin çocuklar olduğunu düşününce mesaj kaygısı beni daha da endişelendirdi. Filmin, yazar ve yöneticileri ile muhafazakâr kaygılar taşıdığını sıklıkla ifade eden gazetelerin sinema köşelerinde bile çocuklar için özenle tavsiye edilmesine de hayret ettim. Sinema yazarları acaba filmi sadece eğlencelik mi izlediler? “Ayı Paddington” filmi, sinema okullarında, çalışma gruplarında “siyasi propaganda” kategorisinde, örnek film olarak gösterilmeli bence. Canım ülkemde medyailetişim okur-yazarlığımız konusunda onlarca kısır tartışma yapanlar da filmi izlemeliler. Bu iş “öyle” yapılmaz, “böyle” yapılır. turuncudergi.com M izah yazarı Rıfat Yörük, “Fettan Devrim” isimli son kitabını Elazığlı sevilen Türk Halk Müziği ve Türk Sanat Müziği Sanatçısı Mustafa Keser’den ilham alarak yazdı. Yörük, eserini Gezi Olayları’ndan ve o günlerde apolitik bir grup tarafından duvarlara yazılan “Mustafa Keser’in askerleriyiz.” sloganından yola çıkarak kurguladı. Kitabın adı da, âdeta Mustafa Keser’le özdeşleşen Mehmet Özbek’in derlediği Urfa yöresine ait çok sevilen türkü “Gözleri fettan güzel”den alındı. Kitapta, Mustafa Keser’in Beylerbeyi’ndeki kendi müzikholünde konserler verirken Gezi Olayları’nda bir halk kahramanına dönüştürülmesi ve devrimin ardından yapılan ilk genel seçimler sonucunda başbakanlığa seçilişi anlatılıyor. “Fettan Güzel”den “Fettan Devrim”e… Kitabın arka kapağında, romanın kahramanı Mustafa Keser ve türküsü turuncudergi.com “Gözleri fettan güzel” hakkında şu bilgiler yer alıyor: “Üstad sanatçı Mustafa Keser’in keyfi yine yerindeydi. Üsküdar Beylerbeyi’ndeki gazinosunu bugün de adamakıllı doldurmuş, elinde eşinin hatırası olan ve artık kendisiyle özdeşleşen işlemeli mendiliyle çoğu çakırkeyf hayranlarına nefis bir gece yaşatmıştı. Üstelik yine onunla bütünleşen şarkısı ‘Gözleri fettan güzel’ bu gece de çok istenmişti. ‘Fitne’ kelimesinden gelen ve fitneci, fesat, kurnaz, karıştırıcı, ayartan, baştan çıkartan, cilveli anlamlarını taşıyan ‘fettan’ kelimesinin Türk siyasi hayatına kısa bir süre sonra damgasını vuracağını rüyasında görse inanmazdı. Ama burası Türkiye’ydi ve her an her şey olabilirdi. Usta siyasetçi ve demogog Süleyman Demirel’in deyimiyle siyasette 24 saat bile çok uzun bir süreydi. Nitekim, Gezi Parkı’nda başlayan ve bütün ülkeye yayılarak hiç beklenmedik bir anda, AB kriterlerine göre 48 saatlik ek bir direnişle gerçekleşen ‘Fettan Devrim’ ile Mustafa Keser’in askerleri iktidara, Mustafa Keser de rüyasında görse inanmayacağı başbakanlığa gelmişti. Halkın gözünde artık o bir kahramandı. Bakalım devrim amacına ulaşabilecek ve halk gidişattan memnun kalacak mıydı? Mustafa Kemal’in askerleri, Zeki Müren’in askerleri ve İhsan Eliaçık’ın askerleri, devrimi birlikte yaptıkları Mustafa Keser’in askerleri’ni iktidarda rahat bırakacaklar mıydı? Kendisine karşı yapılan devrim sonucu iktidardan alaşağı edilen ‘Tayyip’in durumu ne olacaktı?” Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 85 TERZİDEN Ton sur on t Aynı rengin farklı tonlarının tek bir kombinde farklı parçalar ile kullanılmasına diyoruz ton-sur ton. Dilimize Fransızca’dan geçmiş bir söz grubudur “ton üzeri ton” olarak tanımlanır K KUAYBE GİDER ıyafetlerimiz, kişiliğimiz hakkında bilgi sahibi olmayan insanların bizim hakkımızda tüyo alacakları ilk yerdir. Genel itibariyle de giydiğimiz kıyafetler kişilik ve karakterimizi temsil ederken,kıyafetimizde seçtiğimiz renk de o gün içerisinde bulunduğumuz o anki psikolojimizi ele verir. Böyle düşündüğümüzde; doğru renk seçimi ile ton sür ton uyguladığımız bir kombin ilk defa girdiğimiz bir ortamda bile kendimizi ifade etmede en büyük yardımcımız olacaktır. Ayrıca bu bizim duygularımızın ve mantığımızın yoğunluğunu ifade eden bir izlenim edinilmesine de sebep olur. Ton sur tonu çok özel bir davete giderken kullanıp kararlı duruşunuzu, zerafet ve asaletinizi yansıtabileceğiniz gibi; sokak modası dediğimiz farklı stillerle kombinlenmiş akımları uygulayarak bohem bir hava da verebilirsiniz. Tek bir rengin hakimiyetine girmekten kesinlikle çekinmemelisiniz. 86 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 Aynı kombini birkaç farklı renkle deneyin sonra bir de ton sur ton uygulayarak deneyin. Muhakkak ton sur tonun derinleştirici etkisini fark edeceksiniz. Tek renk kuralınızı farklı kumaş dokularıyla hareketlendirmek de sizin elinizde. Birbirine çok zıt asla birlikte kullanılmaz dediğimiz kumaşları bile ton sur ton ayrıcalığı ile aynı kombinde kullanabilirsiniz. Çanta, kemer ve ayakkabılarınızı da ton sur tona alet edin mutlaka. Aksi halde ton sur ton kurallarını aşmış olursunuz. Kurallara uymaksızın yapılmış bir ton sur ton kombini de sizi karmaşık, karamsar, kendini bulamamış bir ruh hâletini yansıtmaya itebilir. turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 87 TERZİDEN KIRMIZI CESARET İSTER Kırmızıyı hep siyahlarla dizginleyerek kullanmak hoşumuza gider. Tek başına kullanmak cesaret gerektirir çünkü. Belki korkarız da dikkatleri üzerimizde toplamaktan. Kırmızıdan girip bordodan çıkabileceğiniz ton sur ton kombinimiz asalet ve sadelikten ödün vermeden kırmızıyı nasıl kullanabileceğimizi bir kez daha gösteriyor bize. Özgüveni tam bir kadının tamamlayıcı ton sur ton kırmızı kombini, kişiliğiyle müsemma bir imaj bırakmasında en etkili faktör olabilir. PEMBE CİDDİYET Bir rengin tek bir tonuyla da ton sur ton etkisi bırakmak mümkün. Pembenin sempatikliği ile kombinin ciddiyeti birleştirip ortaya denemeye değer güzel bir ikili çıkarılabilir. TEK RENGiN ASALETi Tek bir rengin hakimiyetine girmekten kesinlikle çekinmemelisiniz. 88 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 BEYAZ, GÜVEN ETKİSİ BIRAKIR Beyaz; fildişinden vanilyaya, dantel renginden kar beyazına ve tabiki saf beyaza uzanan geniş bir aralıkta muhteşem tonlardan oluşuyor. Bu masum ve temiz rengi farklı tonlarıyla birlikte kullandığınız kombininiz misyonunuzu mükemmel bir şekilde taşıyıp ifade etmenize yardımcı olacaktır. Ayrıca karşınızdakine güven temin etmek istiyorsanız beyaz ton sur ton seçimi sizin işinizi inanılmaz kolaylaştıracaktır. Ayakkabı ve çanta da giysilere nazaran koyu tonlar tercih edilmiş elegan bir beyaz ton sur ton kombini. SARI BİLGELİĞİ İFADE EDER Sarı; ışığın sevincin, üretim ve verimliliğin rengidir. İlham verici özelliği de vardır. Ayrıca bilgiyi ve bilgeliği ifade eder. Sorumluluk ve yönetim gerektiren işlerde başarılı olan insanların sarıyı sevmesine hiç şaşırmayız.Bu şekilde düşündüğümüzde sarı ton sur ton kombini uygulamış bir kişinin karşısındaki insanlarda bırakacağı etkiyi hayal edebilirsiniz. Renkle birlikte tarzı da muhafaza edebilirsek ne ala. Siyahın ton sur ton daki etkisi Gerek sokakta gerekse de akşam davetlerinde veya toplantılarınızda kurtarıcı renginizi farklı siyah tonlamaları ile sabitleyebilirsiniz. Bu sizi diğerlerinden bir adım öne çıkarıcaktır. turuncudergi.com ALÇAKGÖNÜLLÜ GRİ Siyah ve beyaz renklerin değişik oranlarda karıştırılması sonucu elde turuncudergi.com edilen bir renk olan gri, gözün en rahat algıladığı renklerden biridir. Alçak gönüllülüğü ifade eder. Ayrıca uzlaştırıcı ve denge unsurudur. Ciddiyet ve hareketsizliği çağrıştırır. Çoğu devlet kurumunda ağır basan renktir. Aktif bir hayatı olan ve dışa fazlasıyla açık insanlar griyi bunaltıcı bir renk olarak görseler de diplomatik ve ağır ortamlarda bu denli denge unsuru ve uzlaştırıcı misyonu olan bir diğer renk yoktur. Gri rengi seven insanlara baktığımızda genellikle olaylardan uzak durmayı tercih ederler. Kuralcı, tutucu ve hareketsiz yanları ağır basabilir. Karamsarlık ve içe kapanıklığa da neden olabilir. Bu sebeple gri için yapılabilecek en doğru seçim onu tamamlayıcı renk olarak kullanmak olacaktır. Tonsurton etkisiyle grinin karamsar havasını ciddiyete kolayca dönüştürebilir, bulunduğunuz ortamda ağırlığınızı hissettirebilirsiniz. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 89 O zaman anlıyorum, tüm hatıraları omuzlayıp, oğlunun düşleriyle yaşamanın ne denli zor olduğunu. Ahh diyorum ahh!.. Yağmur yağıyor yüreğimin üzerine. Erdem Bayazıt’ın dizeleri eşlik ediyor hissettiklerime. MEKAN Ölüm bir melek elinde gelir Ve öper usulca çocuk yüzleri. Belki bir gün kurtuluruz Karıncaların yolunu şaşırtan ince rüzgarlarla Kaplumbağaların hasret kaldığı derin tepelerde Çocuk gibi bakalım mavi sulara Şehirlere bakalım insanlığımızı eskittiğimiz Sislerden dumanlardan yollara atılan mısır koçanlarından Belki tutarız birgün belki kurtarır bizi Simsiyah saralım bezlerle dağları rüzgarları Gül bahçeleri ağlasın Dallarda salınan çocuk salıncakları ağlasın Kırmızı balonlar bizsiz kaybolsun gökyüzünde. Haydi sığının şehirlere Kabuğunuza çekilin yorganınızı çekin üstünüze Kalsın titrek ve mavi elleriniz Bekleyin geliyor ölüm usulca Usulca girer koynunuza. AÇIK MAVi r a l a r ı hat A HANİFE KARATAŞ nkara’nın 19. yüzyılına götüren tarihi Hamamönü Semti’nde çayınızı, kahvenizi yudumlayıp keyifli sohbetler edeceğiniz bir mekanla tanıştıracağım sizi. AÇIK MAVİ BİSİKLET CAFE. İsmini ilk duyduğumda “mavi” ve “bisiklet” kelimelerinin beni geçmişe götüren huzurunu hissediyorum. Talatpaşa Bulvarı’ndan inince hemen karşımda duran cafeye adımlarımı atarken, çocukluğumun geçtiği eve gidiyor aklım. Sağ kolumun altında bisikletim, yorulmuşum belli ki nefes nefeseyim. Bir bahçenin içinde birbirine bakan bembeyaz iki ev canlanıveriyor gözümün önünde. Bahçe kapısından içeri girince buram buram kadife gül kokusu çarpıyor yüzüme. Gözlerimi gezdiriyorum bahçede.. Kalabalık. Eşdost gelmiş, yerlere kilimler serilmiş, oturmuşlar bahçenin meydanına. Dumanı tüten çaylar, hoş sohbetler... Gözlerimi göğe kaldırıyorum. Gökyüzü masmavi, güneş eşlik ediyor bu cümbüşe.. O sırada anneciğimin tatlı sesi çağırıyor, “İçeri gel hadi, acıktın!” Belki de o günlerin kalabalık hatıralarının tutkusudur mavi bende. Hep içimi ısıtan o günleri hatırlatır. Damağımda akide şekeri tadı bırakır. İşte bu duygularla Açık Mavi yazısının bizi içeri davet ettiği kapının önüne kadar geliyorum. Bahçe kapısından içeri 90 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 Açık Mavi böyle işte girmeden sağ tarafta bisikletler için ayrılmış park yerleri çekiyor dikkatimi. Derin bir “Ahh!” çekip, sağ kolumun altında duran bisikleti park ediyorum oraya. İçeri giriyorum yavaşça. Hemen karşıda, duvarın üzerine özenle sıralanmış saksılardan sarkmış çiçekler karşlıyor beni. Kokuları çarpıyor yüzüme. Bu çiçekten duvarın hemen yanına bir masa iliştirilmiş. Üzerinde dumanı tüten çaylar, çay kaşığı sesleri... Bahçedeki diğer masalardan gelen rengarenk sohbetler... Bahçe kalabalık... Tıpkı çocukluğum gibi... Açık Mavi Konağı’nın içine giriyorum. Restore edilmiş, bembeyaz iki katlı bir konak... Kapıyı açıp içeri girince dost yüzlü insanlar karşılıyorlar beni. Gülizar Teyze’m ocak başında kahvelerini tüttürüyor. Oturuyorum bir masaya. Yanıma oturuyorlar sonra. Açık Mavi’yi konuşuyoruz. Sadece keyifli sohbetlerin adresi değil; kına, nişan, kalabalık iftar ve kahvaltı programlarına da ev sahipliği ediyor Açık Mavi. Sonra oğlu Hasan Can’ı konuşuyoruz... Bisiklet sevdalısı bu arkadaşımız, bisikletçilerin uğrak yeri olsun diye üç sene evvel açıyor bu cafeyi. Ve hayata gözlerini yumunca ailesi sürdürüyor emanetini. Kıyamıyorlar hatıralarına... Yaşlı gözlerle, gözlerime bakıyor Gülizar Teyze. Anlıyorum bu hasretin, dinmeyen özlemin bakışları. “Yoruluyorum be kızım!” diyor. Masadaki bisikletli şekerlik kadar tatlı; Gülizar Teyze’nin çorbaları, gözlemeleri, yaprak sarmaları kadar lezzetli, çocukluğumun mavileri kadar samimi ve içten... Diyor ya şair: “Mavi huydur bende…” Bitmesin bu mavi, bitmesin bu masal, elimizde ne kaldı ki çocukluğumuzdan, umutlarımızdan, hayallerimizden başka.. ÇİFT TEKERLEKLİ DÜNYA… L BiSiKLET âtince, bi = çift, iki ; Yunanca, kukos = daire, tekerlek anlamına gelen bisikletin modern çağda çok daha gelişmiş araçlar olmasına rağmen rağbet görmeye devam ediyor olması insan hayatını ne denli kolaylaştırdığının bir göstergesidir şüphesiz. Ülkemizde de son dönemlerde, özelikle büyük şehirlerde, trafik yoğunluğuna karşı tercih edilen bisiklet; özellikle gelişmiş ülkelerde, iş hayatının yoğun olduğu bölgelerde sıklıkla kullanılmaktadır. Ayrıca insanlar bisikleti bir spor biçimi olarak da sağlıklı kalmak adına turuncudergi.com turuncudergi.com tercih etmekteler. Bisiklete binerek sağlıklı kalmak için uğraş veren pek çok kişiyle karşılaşmamız mümkün. İlginçtir, tekerleğin icadı çok erken dönemlerde olmasına rağmen bisiklet çok daha geç bulunmuştur. Bisiklete benzer makinelerin ilk olarak 18’inci yüzyılın sonlarına doğru ortaya çıktığını görüyoruz. Ancak bu geç farkındalığın yanı sıra bisiklet, birçok makinenin uğradığı talihsizliğe uğramamış, icadıyla birlikte başarıya ulaşmıştır. Ufak bir gayretle bu kadar çabuk ve kolay yol almanın sırrına o yıllarda kimse akıl erdirememiştir. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 91 B azı isimler vardır. Ne zaman söylense, kaynağı meçhul hüzünlü bir melodi duymaya başlar acıya âşina kulaklar. Haritada küçük, yaşanmışlıkta âdeta zirve olan bu ülkenin ismi de bunlardan biri benim için. Bilgisayarımın başında tuşlara dokunduğum şu anda, içimde bir kadın ağıtlar yakıyor. Ona dokunmadan, yarasına değmeden Bosna’yı anlatmaya çalışacağım bugün. Zaferlerin, cesetler üzerinde yükseldiği bu toprakların kırmızıyla yazılmış tarihine saygısızlık etmeden, en azından buna kastetmeden farklı renkler katmak amacım. Yolu düşenlere yön göstermeye çalışacağım sadece. Eşlik etmek isteyenler, buyursun yeni kelimelere. Bir ruha değer bulunan bedenimin yaşamak zorunda olduğu bu dünyada, anlayamadığım sayısız şeyden biridir savaş. Daha çok toprağa sahip olunca “ölünmüyor” demek ki ya da öyle sanıyor duran dimağlar. Bütüne bakınca aslında minicik bir toprak parçasında yaşanan acıyı bir film izler gibi seyretti dünya. Oysa O müthiş hatip söylemişti, gün gelecek ve “Boynuzsuz koyun, boynuzludan hakkını alacak.” diye. İyi ki iman ettik... Bosna Hersek, coğrafi açıdan Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesiştiği bir noktada yer alır. Bu özelliği sebebiyle farklı din ve dillerin de buluşma noktasıdır. Yemyeşildir Bosna. İnsanları dik durmayı etraflarını çevreleyen köklü ağaçlardan öğrenmiştir belki de kim bilir? Üç dil konuşulur Bosna’da; Boşnakça, Sırpça ve Hırvatça. Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmeye başlamasıyla âdeta yetim kalan Bosna Hersek Müslümanları, sayısız bedel ödemek zorunda bırakılarak defalarca yönetim değişikliğine tabi tutuldular. Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti’nin dağılmasıyla birlikte, komşularının bağımsızlık ilanları kabul gördü ancak Bosna Hersek, bunun için dünya tarihi boyunca merhamet sahiplerinin asla unutmayacağı bedeller ödemek zorunda bırakıldılar. 1992 yılında Sırplar tarafından asırlardır var oldukları bu topraklarda yok edilmeye çalışıldılar. Yanlı tarih kitaplarında savaş dönemi, Nato’nun yapılan soy kırıma karşı müdahale çabalarını anlatır. Oysa hikayenin perde arkası, yaşayanların anılarını anlattıkları kitaplar ve benzer yayınlarla arşivlerdeki yerlerini aldılar. İnsanlığın yepyeni bir yüzyıla, SEYAHAT NE ZAMANDIR İÇTEN BİR HOŞ GELDİN DUYMADIYSANIZ, BOSNA Bosna’yı ziyaret eden Türklerin büyük kısmı hiç yabancılık çekmediklerini söylüyorlar. Beyaz tenli, pembe yanaklı bu insanların bir kısmı Türkçeyi hala kullanıyor ESRA YEREBAKAN esrayerebakan@turuncudergi.com 92 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com gelişmişlik ve ileri demokrasi vaatleriyle hazırlandığı 1990’lı yılların ortalarında yaşanan bu vahşet, gözleri hâlâ görenlerin çabalarıyla yok sayılamaz hâle geldiğinde, imzalanan (1995-Aralık) Dayton Barış Antlaşması’yla son buldu ve Bosna Hersek kalan sağlarıyla bağımsız bir devlet kurdu. Şimdilerde derin yaralarını sarmaya çalışan bu güzel ülkenin başkenti Saray Bosna, her sokağında taşıdığı izlere rağmen ayağa kalkmaya çalışıyor. Kimi savaştan çıkmış bir ülkeyi kimi de asırlara şahitlik etmiş tarih kokan bu toprakları görmek istediğinden, Bosna Hersek’e rağbet gösteriyor. Pasaport sahibi Türk vatandaşları, Bosna Hersek’e vizesiz giriş yapabilirler. Ancak seyahat süresi 90 gün ile sınırlı. Bosna Hersek denince akla ilk Saray Bosna geliyor elbette. Ben de bu yazımda Saray Bosna şehrinde görülecek yerleri listelemeyi hedefliyorum. Ülkemizden Saray Bosna’ya direkt uçuş seferleri yapılıyor. İstanbul baz alınacak olursa seyahat yaklaşık 1 saat sürüyor. Bu kısacık zamanda bedeninizin gerçekten yer değiştirdiğini hissedeceğiniz bu şahane topraklara varmış oluyorsunuz. Bosna Hersek’i ziyaret eden Türklerin büyük kısmı hiç yabancılık çekmediklerini söylüyorlar. Beyaz tenli, pembe yanaklı bu insanların bir kısmı Türkçeyi hâlâ kullanıyor. Elbette hakim şive dolayısıyla ilk anda biraz farklı gelse de anlaşmak çok kolay. Gençlerin büyük kısmı anlaşmanıza yetecek kadar İngilizce de biliyorlar. Para birimi km. 1 Türk Lirası, şu anki kurla hesaplandığında yaklaşık 0.72 km değerinde. Saray Bosna’ya rehberlerin eşlik ettiği bir tur şirketiyle gitmediyseniz, ilk yapmanız gereken doğru adreste bir otel seçmek olmalıdır. Şehrin en önemli merkezlerinden bir olan Başçarşı civarında bir otel seçmek kesinlikle işinizi kolaylaştıracaktır. Şehir, Miljacka Nehri etrafına konuşlanmış durumda. Bu sebeple otel seçiminizi nehir kenarında yer alanlardan birinden yana da kullanabilirsiniz. Özellikle bir şehri gezmenin ayakları yormaktan geçtiğine inananlardansanız, nehir kenarında bulunan eski Osmanlı kasabalarının dar sokaklarında bir saat dahi olsa yürüyerek keşfe başlayabilirsiniz. Şehrin içinde kolaylıkla taksi bulabilirsiniz ancak gereğinden fazla ödemek istemeyenlerdenseniz, şehirde âdeta bir tur atan tramvaydan faydalanmanızı tavsiye ederim. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 93 Saat Kulesi SEYAHAT Ferhadiye Caddesi Şahrin âdeta merkezinden geçen bu cadde, turistik yerleri gezerken defalarca yürüyeceğiniz en hareketli noktalardan biri. Alışveriş ve yemek yemek için gece-gündüz tercih edebileceğiniz Ferhadiye Caddesi günün her saati kalabalık ve dolayısıyla hareketli. Yaşam Tüneli Gazi Hüsrev Bey Camii Saray Bosna Katolik Katedrali Gazi Hüsrev Bey Camii Aliya İzzetbegoviç Kabri ve Kovaçi Şehitliği Başçarşı 16. yüzyılda kurulan Başçarşı, Osmanlı mimarisi esintileriyle ziyaretçilerini karşılayan sıcacık bir merkez. Şimdilerde kendini toparlamaya ve yeniden ayağa kalkmaya çalışan Başçarşı, soykırım yıllarında Sırpların öncelikle hedeflerinden biri olmuş. Tarihi binaların duvarları yoğun bombardımanda yorulmuş elbette ama yıkılmamış. Çarşının hatta şehrin simgelerinden biri olan Başçarşı Sebil ‘i de bu bölgede yer alıyor. 1753 yılında Mehmet Paşa tarafından inşa edilen bu sebil, günümüze gelene kadar birçok badire atlatmış ve aslına sadık son hâlini 2006 yılında almış. Genelde tek katlı, sağlı-sollu, kendince bir nizam ve intizam içinde dizilmiş dükkanlar ve restoranlar; turistlerin yoğunlukta toplandığı yerler arasında. Özellikle yöresel sanatların uygulandığı hediyelik eşyalar ve hatıralıklar bu çarşıda bulunabilir. Gazi Hüsrev Bey Camii Gazi Hüsrev Bey, 1480-1541 yılları arasında yaşamış Bosna Sancak Beyliği görevini başarıyla üstlenmiş ve dönemin padişahı Sultan Süleyman ile İslamiyet’i yaymak üzere seferlere katılmış. Karadağ’da Sırp isyanını bastırmaya çalıştığı bir anda son bulan hayatı, İslam’a hizmet etmekle ve Müslümanlığın yayılmasına vesile olacak eserler bırakmakla geçmiş. Gazi Hüsrev Bey Camii de bunlardan 94 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 biri. Başçarşı’da bulunan bu tarihi camii, Osmanlı mimarisini ve dönemin şartlarını incelemek isteyenler için kesinlikle gezi listelerinin ilk sıralarında yer almalı diye düşünüyorum. 1531 yılında Mimar Sinan tarafından yapılan camii, savaş yıllarında Sırplar tarafından yoğun bombardımana maruz kalmış. Barış antlaşmasının hemen ardından 1996 yılında yenilenmiş ve orijinal görüntüsüne kavuşturulmuş. Aliya İzzetbegoviç Kabri ve Kovaçi Şehitliği Şehir halen yenileniyor elbette. Ancak usta ellerde yeniden dizilen duvar taşları ya da mermi deliklerini örten sıvalar, sadece acıyı azaltıyor, yoksa unutmak ne mümkün! Eğlenceli anılar biriktirmek için çıkılan Bosna Hersek turunda acı, gözünüzün önünde ani beliren fotoğraflar gibi. Beyaz mezar taşlarında hep aynı tarihin yazıyor oluşu ve “Burada yatan kaç yaşındaymış acaba?” diye yapılan hesapların “Çok yazık çok gençmiş.” diyerek bitmesi, nerede olduğunuzu hiç unutmamanıza sebep olan iki detay sadece. Bosna Hersek’in gelmiş geçmiş en önemli liderlerinden olan İzzet Begoviç’in kabri mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir yer. Bazı isimler vardır, her dilde aynı anlama gelir. İzzet Begoviç de her dilde direniş ve cesaret demektir bence. Dönem, baskılar ve mecburiyetler bu büyük lideri sayısız kez çok önemli kararlar vermek zorunda bıraktı. Kiminde isabet etti kiminde ıskaladı ancak hep tek bildiği doğruda ve İslam yolunda kalmaya gayret etti. 1925 yılında başlayan ömrü, siyasi mücadelelerle geçti. Hapse atıldı ve daha niceleri... 2003 yılında biten hayatı, özellikle soykırım yıllarında tek başına verdiği mücadeleyle geçti. Geçtiği yerde iz bırakan bu büyük lider, “‘Biz ölüyoruz ama onlar da kazanmıyorlar.” dediğinde sesini duyan olmadı. Bu kez sitemini “Ve her şey bittiğinde hatırlayacağımız şey; düşmanlarımızın sözleri değil, dostlarımızın sessizliği olacaktır.” sözleriyle ifade etti. Hemen hemen aynı tarihlerin yazdığı beyaz mezar taşlarının yeşillikler arasında âdeta birer tesbih tanesi gibi dizildiği Kovaçi Şehitliği, Başçarşıya oldukça yakın bir yerde bulunuyor. Latin Köprüsü Saray Bosna, adı savaşlarla anılan bir şehir. Şehrin âdeta ortasından geçen nehrin üzerinde kurulu Latin Köprüsü, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Veliaht Prensi Franz Ferdinand’ın köprü üzerinde fanatik bir Sırp genci tarafından öldürülmesi sonucu I. Dünya Savaşı’nın başladığı nokta olarak tarihe geçmiş. Müzenin hemen karşısında bulunan Saray Bosna Müzesini de ziyaret edecek olursanız dünya tarihine geçen bu suikastla ilgili belge ve görsel eşyaları bulabilirsiniz. turuncudergi.com 1889 yılında inşası tamamlanan bu katedral, “İsa’nın Kalbi” olarak da isimlendiriliyor. Ferhadiye Caddesi’nde bulunan bu katedralin çevresi, Osmanlı döneminde inşa edilmiş sayısız eserle dolu. Şimdilerde Bosna Enstitüsü olarak işlev gören Hüsrev Bey Hamamı da (16.yy) bunlardan biri. Bosna Hersek Yahudiler Müzesi Osmanlı İmparatorluğu’nun bu topraklara hakim olduğu yıllarda inşa edilen ilk sinagog olan bu bina, 1581 yılında yapılmış. Şimdilerde üst katı, müze olarak işletiliyor. Halen ibadete açık olan bu sinagog, meraklıları için ziyaret edilmesi gereken bir adres. Monica Han 1551 yılında inşa edilmiş bu han, şimdilerde Osmanlı mimarisinin dikkat çektiği bir toplanma merkezi. Turistik dükkanlar ve soluklanmak için son derece uygun ve şirin kafeler burada toplanmış durumda. Buraya kadar gelmişken yine aynı yıllarda Rüstem Paşa tarafından yaptırılan Bursa Bezistan da uğramadan geçmemeniz gereken yerlerden biri. Bilenler tarafından kapalı çarşıya benzetilen bu alanda dükkan ve kafeler bir arada bulunuyor. Saat Kulesi 17.yüzyıldan kalma bu saat kulesi, çıkan büyük bir yangında ciddi zarar görmüş. Hak ettiği yenilenme çalışması henüz yapılmamış ancak dönem mimarisini sevenlerin görmeden dönmemesi gereken bir adres. turuncudergi.com Bu yazı içinde defalarca belirttiğim gibi Bosna Hersek, yaralı bir şehir. Düştüğü yerden kalkmaya çalıştıkça ve başardıkça sevinen, aynı anda yarası tazelenen bir çocuk sanki. Tünel de hâlâ açık yaraya tuz serpen bir yer. Ancak anlamak, daha da önemlisi unutmamak için mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir nokta. Soykırım yıllarında hayatta kalmak için saklanmaktan başka çaresi kalmayan Bosnalı Müslümanlar, birileri gelip onları yakalayana kadar saklanmak zorunda kalmışlar. Hiç bir güçten yardım alamayan Bosnalılar, kendi başlarının çaresine bakma yoluna gitmişler. Savaşın tüm vahşetiyle yaşandığı 1993 yılında, Aliya İzzetbegoviç ve arkadaşları tarafından tam dört ayda kazılan bu tünel, açlıkla ve sefaletle boğuşan Bosnalılara yiyecek ve ilaç gibi hayati yardımların getirilebilmesi için kazılmış. Savaşın sonunda sağ kalmayı başaran yaklaşık 300 bin kişi, hayatlarını bu tünele borçlu. Siviller ve askerler tarafından açılan bu tünel, bu sebeple “Yaşam Tüneli” olarak anılıyor. Bunca insana hayat varan Yaşam Tüneli, sadece 800 metre uzunluğunda, 1 metre genişliğinde ve 1.5 metre yüksekliğinde. Günde yaklaşık 4000 Bosnalının geçtiği bu tünelin altına kazıldığı ev, Kolar ailesi tarafından devlete hibe edilmiş. Elbette yoğun Sırp ateşine maruz kaldığından duvarları mermi izleriyle dolu. Şimdilerde müze olarak işlev gören bu ev ve tünel, ziyarete açık. Kısa video ve fotoğraflarla savaşın anlatıldığı tanıtımın ardından ziyaretinizi gerçekleştirebilirsiniz. Bosna Hersek, unutulmayacak anıların biriktirilebileceği, uzun zaman rüyalarınızın merkezi olacak bir ülke. Varsa vaktiniz ve imkanınız gidin oralara. Türkiye ve Türkler en sevdikleri arasında. İçten bir hoş geldin duymadıysanız ne zamandır, adres belli gidin ve işitin. Başçarşı Ferhadiye Caddesi Yaşam Tüne li Monica Han Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 95 BEDESTEN Dekorasyonda OSMANLI Esintileri O smanlı tarzı ev dekorasyonu için kolları sıvadıysanız hemen ihtişamlı Osmanlı saraylarının aklınıza gelmesi doğaldır. Aynı zamanda dönemin el sanatları, kumaşları ve gelenekleri de evinizin dekorasyonuna yansıyacaktır. İşleme, oyma, sedef, sedir, püskül, kadife, çini, eskitme mobilya, mermer, pirinç gibi dekorasyon ögelerine yer verilebilir. Osmanlı tarzı için verilen önerilerin hepsini bir arada kullanmak zorunda değilsiniz. Kendi zevkinizle bu tarzı bir araya getirmenin yollarını da bulabilirsiniz. Kanepe yerine sedir tercih etmeniz bile Osmanlı dönemini simgelemeye yetecektir. 96 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 97 BEDESTEN Aksesuarlarınızı eskitilmiş görünümlü seçerek ve özellikle dekoratif yastıklarda Osmanlı motiflerini tercih ederek bu etkiyi vurgulayabilirsiniz. Renk paletiniz toprak renkleri, aralarda ise grimsi yeşilleri, tozlu turkuvazlar, lacivert ve hafif pırıltılı limon sarıları olabilir. n Oturma birimi olarak bir sedir kullanılabilir. Kumaşları ve renkleri akıllıca seçilmiş minderlerle konfor ve hareket sağlanır, üzerine tepsiler içinde aksesuvarlar yerleştirerek zenginleştirilebilir. n Yemek masasının duvar tarafına gelen kısmına sandalye yerine sedir konabilir. Bu durumda masa aynı zamanda bir yaşama alanı işlevi de görür. Ancak bu durumda masanın boyunu standarttan biraz daha alçak tutmak gerekir. n Sütunlar ve kolonlar tekstillerle, dokulu duvar kağıtlarıyla ya da saçaklarla kaplanabilir. Demirden ya da pirinçten yapılmış Osmanlı motifli perdeler de göz okşayıcı olacaktır. Ancak bu panellerin iyi bir el işçiliği gerektirdiği unutulmamalı. n Duvarlarda da etnik tekstillerden sarkıtlar (Mesela ikat şu anda çok moda.) renk ve yükseklik verir. Eski bir sırma tel ile işlenmiş bir bohça çerçevelenip tablo gibi asılabilir. n Eski kapı kulplarıyla maskülen bir havayı yumuşatmak mümkün. Örneğin; TV dolabınıza sedef bir kulp takarak dolabınızı farklılaştırabilirsiniz. 98 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 turuncudergi.com turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 99 MUTFAK KÜLTÜRÜ SARI SAĞLIK DEPOSU E TATLISI skiler “Ayva ağaçlarında çok meyve varsa, o kış sert ve uzun geçer.” derlermiş. İncecik dallarından iri iri sarkan ayvalar kışın en önemli tatlarından biridir. Tok tadı ve tüylü yüzeyi ile pek rağbet görmeyen ayva, tatlısı yapılınca taliplisi artan meyvelerden. Diğer kültürlerde etlerin yanında garnitür, dolma içi ve içine bal doldurulup hamura sarılarak da yemeklerin yanına yerini alıyor. Gün geçtikçe gelişen Türk mutfağında, ayva da pastadan pilava kadar kendini gösterecek yeni alanlar buluyor. Güneşin yalnızca sarısını değil şifasını da kendine toplayıp kış aylarına taşıyan Ayva’nın anavatanlarından biri Kuzey Anadolu. Tarihte Romalılar’ın da baldan parfüme çeşitli yerlerde kullanarak ayvaya değer verdikleri görülebiliyor. Ülkemiz topraklarından önce Yunanistan’a oradan da İtalya’ya yayılan ayva sevdası şu an Avustralya hariç dünyanın her yerini sarmış durumda. Biz Türkler, anneannelerimizin yaptığı ayva tatlısı haricinde meyve olarak pek tüketmesek de yıllık 100 bin tonu aşan üretimimizle dünyada birinci sıradayız. Ayvayı tabaktaki eczane olarak gösteren doktorlar, yararlarını saya saya bitiremiyorlar. Meyvesinde A ve C vitamininin yanı sıra mineral tuzlardan da bolca bulunan ayvanın; kalpten böbreğe,bağırsaktan mideye neredeyse tüm organlar üzerinde iyileştirici etkisi bulunuyor. İshal, hazımsızlık, ince bağırsak iltihabı gibi sindirim ve boşaltım yolu hastalıklarını gidermenin yanında karaciğer tembelliği, damar sertliği, yüksek tansiyon gibi kronik hastalıklarda da etkili.Yaşlılarda varisler ve egzama kaşıntıları için etkili olan ayvanın hoşafı da ayak tutukluklarına iyi geliyor. Ayva suyu, akciğer vereminde ve ağız yaralarında iyileştirici etki gösterirken aynı zamanda anne sütünü arttırıyor. Şeker oranı diğer meyvelere göre düşük olduğundan dolayı şeker hastaları tarafından da rahatlıkla tüketilebilen ayva,100 gramında 33 kalori bulunduğundan dolayı diyet yapanlara da göz kırpıyor. Ayva suyu, adet kanamalarının düzenlenmesinde rol oynarken soğuk algınlığında da iyileştirici bir rol üstleniyor. Kara kavuştuğumuz kış aylarında, ayvayı yanımızdan ayırmamak gerekiyor sanırım. Ayvanın yalnızca kendisi değil çiçeği ve ağacının yaprakları da şifa saçıyor. Hatta tohumunun içerdiği protein ve yağlardan ötürü onlar da değerlendiriliyor. Yapraklarından yapılan çayın sakinleştirici etkisi bulunuyor ki her an stresli ortamlarda çalışan insanlar olarak sakinliğe ne kadar ihtiyaç duyduğumuz malum. Yapraklar kaynatılıp suyu ile gargara yapıldığında da boğaz ağrısına iyi geliyor. 100 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 Malzemeleri • Yarım Limon • 1 Litreden biraz fazla su • 3 Adet Ayva • 6 Türk Kahvesi Fincanı şeker (Yarım çay bardağından biraz az) • 1 Adet Çubuk Tarçın • 10 adet Karanfil Mayıs, Haziran aylarında açan ayva çiçeği kaynatılıp içildiğinde kalbi kuvvetlendirici, kalp çarpıntısını kesici etkileri görülüyor. Balla birlikte macun yapılıp yutulduğunda ise baş ağrısını kesiyor. Mayıs, Haziran aylarında açan ayva çiçeği kaynatılıp içildiğinde kalbi kuvvetlendirici, kalp çarpıntısını kesici etkileri görülüyor. Balla birlikte macun yapılıp yutulduğunda ise baş ağrısını kesiyor. Ayva konusunda dikkat edilmesi gereken şey; kabızlık çekenler ve düşük tansiyonu olanların tüketmesinin sakıncalı olması. turuncudergi.com turuncudergi.com SERVİS İÇİN • Kaymak • File Antep Fıstığı / Ceviz YAPILIŞI Yalnızca çiğ olarak meyvesi değil aynı zamanda reçelinden hoşafına kadar Türk mutfak kültürünün her rafında kendine yer bulan ayva en çok tatlısı ile biliniyor. Sarılığı ile göz alan; kaymak, ceviz ve tarçınla lezzetlenen ayvalar pişirilirken eklenen çekirdekleriyle pembeleşiyor ve kış misafirlerinin beğenisine sunuluyor. Soyulan ve ikiye bölünen ayvaların çekirdeklerini bir kenara toplayıp ayvaları daha önceden derin bir kaba doldurup içerisine yarım limon sıktığımız bir litre kadar suda bekletiyoruz. Bu işlem ayvaların kararmaması için önemli. Daha sonra limonlu suda beklettiğimiz ayvaları, pişirme kabımıza, çekirdeklerini çıkarttığımız iç yüzleri yukarı bakacak şekilde diziyoruz. Ayvaların her birinin üzerine bir kahve fincanı şekeri gezdiriyoruz. Ayvaların altına yarım bardaktan biraz fazla su ekledikten sonra çubuk tarçın, karanfil ve ayva çekirdeklerimizi de ekliyoruz. Su kaynayana kadar orta ateşte, kaynadıktan sonra kısık ateşte birbir buçuk saat kadar kapağı kapalı biçimde pişirdiğimiz ayvalarımız rengini aldıktan ve yumuşadıktan sonra ocaktan alıyoruz. Soğuması için 3-4 saat beklettiğimiz ayvaları servis ederken dibinde kalan şerbetten eklemeyi unutmuyoruz. Kaymak, ceviz ve antep fıstığı tercihe göre kullanılabilir. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 101 KÜLTÜR SANAT JOAN MİRO SERGİSİ 8 MART’A KADAR UZATILDI Sadberk Hanım Müzesİ’nde ç u b a P Sergİsİ V B ehbi Koç Vakfı Sadberk Hanım Müzesinde geçtiğimiz Kasım ayında görücüye çıkan ve halen devam eden “Pabuç” koleksiyonu, katılabileceğiniz bir başka sergi. Bu sergide, kadınların vazgeçilmez tutkusu olan ayakkabıların 18. yy ortalarından 20. yy’a kadar olan dönem içerisindeki değişimine ışık tutuluyor. “Pabuç Sadberk Hanım Müzesi Koleksiyonundan” sergisinde, ağırlıklı olarak Osmanlı’nın son döneminde üretilen potin, nalın, gelinlik ayakkabıları ve çocuk ayakkabıları gibi pek çok çeşit yer alırken, Orta Asya, Kuzey Afrika, Hindistan gibi farklı coğrafyalardan örneklere de yer veriliyor. Toplam 127 farklı parçadan oluşan sergide, “Müslüman halkın sarı; Yahudi ve Ermenilerin siyah ve mor; Rumların ise, kırmızı pabuç giymesi” gibi Osmanlı’nın günlük YEŞİM ERDAL u ay sizler için önerebileceğimiz sergilerden ilki; Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyarete açılan “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi. Barselona’daki “Francesca Galí’s Escola d’Art” isimli sanat okulunu bitiren ve 1920’da Pablo Picasso ile bir araya gelen Joan Miró, 20. yy. modern sanat akımlarından sürrealizmin önemli temsilcilerinden kabul edilmektedir. Resmin yanı sıra seramik, heykel ve grafik alanında da eserler veren sanatçı, 1983 yılında hayatını kaybetmiştir. Akdeniz coğrafyası ve insanına dair gözlemlerinden ilham alan Miró’nun, kadın, kuş ve yıldız temalarına yoğunlaşan bu kolek- 102 Turuncu Dergİ / Ocak-Şubat 2015 siyonunda; yağlıboya ve akrilik tablolar, taşbaskı ve aside yedirme baskılar da dahil olmak üzere 125 eser yer alıyor ve Miró’nun assemblage tekniğiyle bir araya getirdiği heykellerinin tüm aşamaları model ve çizimlerle beraber sergileniyor. Bu önemli eserlerin yanı sıra, sergide halılar, dokumalar, seramik ve şiir kitapları gibi sanatçının farklı tekniklerdeki çalışmaları ve sanatçıya ait kişisel eşyalar da sanatseverlerle buluşuyor. “Joan Miró. Kadınlar, Kuşlar, Yıldızlar” sergisi, 3 Mart 2015’e kadar; Pazartesi günleri dışında; Salı, Perşembe, Cumartesi, Pazar günleri 10:0018:00; Çarşamba ve Cuma günleri 10:00-20:00 saatleri arasında ziyaretçilerini bekliyor olacaktır. turuncudergi.com turuncudergi.com yaşamına dair ilginç bilgiler de ziyaretçilere aktarılıyor. Deri ve kumaştan yapılmış sırma, gümüş, tel ve boncuk ile süslenmiş parçaların bir kısmında kim tarafından kullanıldığı detaylı olarak belirtiliyor. Bunların içinde, Mısır Hıdiv ailesinden Prenses Atiye’ye ait olan gelin ayakkabısı ile Dahiliye Nazırı ve Bursa Valisi Ahmet Münir Paşa ile Pervin Hanım’ın kızı Memduha Hanım’ın 3-4 yaşlarında giydiği potin de yer alıyor. Sergide öne çıkan bir diğer tür ise, hamamda kullanılan ve ahşaptan oyularak yapılmış, sedef, fildişi ve gümüş materyallerin kullanıldığı nalınlar. “Pabuç Sadberk Hanım Müzesi Koleksiyonundan” sergisini, 31 Mayıs 2015 tarihine kadar, Çarşamba günleri hariç, her gün 10:0017:00 saatleri arasında gezebilirsiniz. Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 103 turuncudergi.com Ocak-Şubat 2015 / Turuncu Dergİ 105