Tam Metin - Msy Dergi
Transkript
Tam Metin - Msy Dergi
İÇİNDEKİLER BU SAYIDA…………………………………………………….II Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Devlet…………………………1 Hürol Çankaya Res Private-Res Publica İlişkisi Üzerinden Cumhuriyetçi Düşüncenin Evrimi………………………………47 Ahmet Özalp Yoav Peled’in Etno-Cumhuriyetçilik Kavramı Üzerine………...71 Diren Çakmak 1920 Ruhu Nedir?......................................................................123 Nuray E. Keskin Savaş Halinden Düzenli Yapıya Geçiş Yılı Olarak 1923………159 Recep Aydın Meclis Tutanakları Üzerinden 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Tartışmaları……………………………………………………189 M. Burcu Bayrak Mısır Modernleşmesinin Tarihsel Kökenleri: Mehmet Ali Paşa Dönemi Üzerine Bir İnceleme…………………………………219 Özge Özkoç Abstracts………………………………………………………251 Özgeçmişler…………………………………………………...259 I BU SAYIDA Bugünün tarihi itibarıyla, Cumhuriyet’in “birikimi”, “bilançosu”, “kazanımları” gibi ifadelerin yerini tarihimizle “hesaplaşma”, tarihimizle “yüzleşme” vb. aldı. Bu ifadelerden kastedilen tarih nedir, hangi zaman dilimidir? “Tarih, sondan bir önceki şeyler” (Siegfried Kracauer) ise, tarihsel süreç bir bütün olarak bu zaman diliminin kapsamındadır. O halde, hesaplaşılırken, yüzleşilirken Osmanlı’dan Cumhuriyet’e (belki Anadolu Beylikleri ve Selçuklular ve daha öncesine) uzanan bütün bir tarih ile mi, yoksa sadece Cumhuriyet Türkiyesi ile mi hesaplaşılacak, yüzleşilecek? Türkiye’nin “cumhuriyet rejimi” düz-çizgisel bir tarihsel sürece ve tanımına sahip olmadığı da dikkate alınarak; ve bununla ilişkili olarak, hangi olay, kurum, kişi, zaman dilimi vb. bu muhasebeye dahildir? Aslında bu soruların cevapları belli. Yeni dünya düzeni, ulus devletlere karşı giriştiği mücadelede yeni tarih okumaları geliştiriyor. Bu süreçte “resmi tarih” olarak ifadelendirilen klasik tarihyazımına karşı aslında “yeni resmi tarih” inşa ediliyor. Buna göre, “yeni hafıza mekânları” yaratılıp, “yeni resmi tarih anlayışı” geliştiriliyor. Şöyle ki, en basitinden, herhangi bir etnik-dinsel-mezhepsel simgelere atıf yapmayan; bununla içkin olarak, 29 Ekim örneğinde, “hususi düşüncesi ve akidesi ne olursa olsun her vatandaşın beraberce bayram ettikleri ulusal gün” (TBMM. ZC, D. 5, C. 3. 1935) olarak tanımlanan ve ulusal ölçekte toplumsal mutabakatın inşasını sağlamaya yönelik olan “resmi, laik-ulusal” bayramlar ve törenler;1 yerlerini, bu alıntıdaki beklentileri karşılamayan ve fakat devletin “yeni bürokratik seçkinler”inin yüksek katılım ve teşvikleri ile “yarı resmi ve dinsel-mezhepsel” simgeleri yüksek törenlere bırakıyor. “Laik hafıza mekânları”nın yerine “dinselII. Abdülhamit rejimine karşı ilan edilen, II. Meşrutiyet rejiminin “iyd-i milli”sinin, “10 Temmuz Hürriyet Bayramı” olarak “Abide-i Hürriyet Meydanı”nda kutlanmaya başlandığını da dipnot olarak örnekleyelim. (Düstur, II. Tertip, C. 1, 1329/1913) İmparatorluğun dört bir yanına yayılan hürriyet meydanları da bu hürriyetçi algının mekânsal karşılığıdır. 1 II mezhepsel hafıza mekânları” inşa ediliyor, seküler kamusal alanlar dinselleşiyor. Cumhuriyetçiliğin temel düsturu “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller” beklentisi yerini “dindar nesiller” beklentisine bırakıyor. Bu ortamda siyaset felsefesi açısından, cumhuriyetçiliğin temel düsturu olan “erdem” konusu da kendine yer bulamıyor. Tarihyazımında, “tashih” diye ortaya çıkan “yeni resmi tarihyazımı” da aslında tarihi “tahrif” ediyor. Yapısöküm yöntemi de kullanılarak, “karşıtlık ilişkisi” üzerinden, zaman-mekân ve özneler teryüz ediliyor. 19 Mayıs 1919’da Samsun”a çıkan Mustafa Kemal Paşa’nın yerine yine onun yakın silah arkadaşı Kâzım Karabekir Paşa “19 Nisan 1919’da Trabzon”a çıkartılarak, yer-zaman-özne üzerinden “yeni resmi tarihyazımı”, “yeni hegemonik söylem” ve “yeni tarihsel başlangıçlar” inşa ediliyor. Bu inşada “seçilmiş travmalar” sürekli kullanılıyor. Aslında sorun, bugüne/şimdiye dair ihtiyaçların tarihyazımına yansımasını ifade eden “şimdicilik” ile doğrudan ilişkili. Şimdicilik üzerinden yürütülen tarihle hesaplaşma, tarihle yüzleşme türünden ifadelerle içkin olarak güncel siyasal yapının da içi de boşaltılıp, tarih araçsallaştırılıyor ve “yeni siyasal iktidar bloku”nun egemenliğini sürdürmesinde meşruiyet sağlıyor. Tarih okuması, olgu, dil ve yaklaşım açıdan anakronikleşiyor. Temel koordinatları “muhafazakârlık” olan bu “yeni tarihyazımı” ve “yeni hegemonik söylem”, tarihle hesaplaşma, tarihle yüzleşme adı altında, ikiyüz yıllık Türk devrim sürecinin bütün ilerici katkılarını yok sayıyor, tarihsel-toplumsal birikimi, hafızayı mankurtlaştırıyor. Taner Timur’un ifadeleriye, “ ‘geçmişle hesaplaşma’ kampanyası, sınıfsal ve ideolojik dayanakları itibarıyla karşı-devrimci bir potansiyel taşıyor ve oklar da, doğrudan ‘laik cumhuriyet’ hedefine yönelmiş bulunuyor” (Cumhuriyet, 18.03.2012). Bununla ilişkili olarak, Cumhuriyet devrimi, “devletçiseçkinci”, “toplumsal mühendislikçi” vb. ithamlarla tanımlanırken, “yeni muhafazakâr devletçi-seçkinci” sınıfsal yapı, III “yeni muhafazakâr toplumsal mühendislikçi”lik gözden kaçıyor ya da görmezden geliniyor. Biz, bu sayımızda, bahsedilen problemleri aşmayı amaçladık. Bunu, “yeni resmi tarih yazımı”ndan farklı olarak, tarihle hesaplaşma, yüzleşme türünden, olgusal, dilsel ve yaklaşımsal anakronikliğe düşmeden yapmaya; tarihi, siyasetin hizmetinde araçsallaştırmadan okumaya gayret ettik. Dosya konusunu zenginleştirecek makalelerin de katkısı ile; teorik düzeyde cumhuriyetçiliğin kavram havuzuna dair makalelere yer verdik; pratik düzeyde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunun ilk on yılının genel bir bilimsel “döküm”ünü çıkarmaya ve “bilanço”sunu yapmaya çalıştık. Dergimizin bu sayısında, yazarlarımızın kendi ifadeleri ile; Hürol Çankaya, “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Devlet” başlıklı makalesinde, “devletin modern biçimiyle yeni bedenine alışma sürecindeki egemenlik ve kurucu iktidar kavramlarının kurdukları denklemin istisna haliyle bozulup bozulmadığını ele almaktadır.” Ahmet Özalp, “Res Prıvate-Res Publıca İlişkisi Üzerinden Cumhuriyetçi Düşüncenin Evrimi” başlıklı makalesinde, “politik alanın dışında tutulan oikosun kimi zaman hanenin duvarlarının arkasına hapsolan kimi zaman hanenin duvarları dışına taşan sınırları üzerinden cumhuriyeti cumhuriyet yapan belirleyicileri açıklamak; amiyaneliğin tuzağına düşmüş res publicayı bütünlüklü bir şekilde anlamayı amaçlamaktadır.” Diren Çakmak’ın “Yoav Peled’in Etno-Cumhuriyetçilik Kavramı Üzerine” başlıklı makalesinde, “Peled’in siyasal düşüncesine yer verilmekte, İsrail yurttaşlık tarihini anlamaya rehberlik eden bir tipoloji olarak Peled’in çok katmanlı yurttaşlık tipolojisi açıklanmakta, tipoloji bağlamında etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırmasının içeriği ele alınmakta ve Peled’in gözünden etno-cumhuriyetçiliğin tarihsel sosyolojik değerlendirmesine yer verilmektedir.” IV Nuray E. Keskin, “1920 Ruhu Nedir?” başlıklı makalesinde, “tarihselliği içinde “1920 ruhu nedir?” sorusuna yanıt aramakta” ve “bu tarihsel koşullarda, BMM’nin ilk gününden 1921 Anayasası’na uzanan sürecin izini sürmektedir.” Recep Aydın’ın, “Savaş Halinden Düzenli Yapıya Geçiş Yılı Olarak 1923” başlıklı makalesinde, “1923 yılının “geçiş” yılı olma özelliğine değinildikten sonra yıl içinde, siyasal iktidarın tesisine dönük olaylar incelenecektir. Sonrasında yeni Anayasa ile kurulacak olan idari yapının ilk aşamaları olarak görülebilecek olan yönetsel düzenlemeler üzerinde durulacaktır.” M. Burcu Bayrak “Meclis Tutanakları Üzerinden 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Tartışmaları” başlıklı makalesinde, “Anayasanın oluşturulması esnasında yapılan tartışmaları göstermeyi amaçlamaktadır.” Özge Özkoç’un, “Mısır Modernleşmesinin Tarihsel Kökenleri: Mehmet Ali Paşa Dönemi Üzerine Bir İnceleme” başlıklı makalesinde “1952’den sonra kurulan otoriter siyasal rejimlerin tarihsel izdüşümünün Mehmet Ali Paşa’ya sadakat ilkesine dayalı Osmanlı-Mısır eliti olarak adlandırabilecek bir yönetici kliğin etrafında şekillenen modernleşme ve merkezileşme hamlesiyle kurulan siyasal yapıda bulunduğu iddia edilmektedir.” Sonraki sayılarda buluşmak dileğiyle… Prof. Dr. Cenk Reyhan Yazarlara Duyuru: Önümüzdeki sayı makalelere ayrılmıştır. V “Güncel Hayata Dair” VI GÜZEL SANATLARIN BİR DALI OLARAK DEVLET Sir Thomas More: Şeytanı yakalamak için kanunları mı çiğneyelim? Kendi güvenliğim uğruna Şeytanı da kanunların korumasına alıyorum. Hürol Çankaya Özet Devletin yasadışı faaliyetleri ya da hukuk devleti ilkesinin ihlal edilmesi, devlet teorisinde ve kamu hukukunda en çok tartışılan konulardan biridir. Hem devlet aklı kavramı hem de istisna hali kavramı bu tartışmaların odak noktasında bulunmaktadır. Hukuki sınırları belirsiz hale getiren sorun ise, yasal veya yasal olmayan bazı devlet faaliyetlerinin özellikle bu iki kavrama dayanmasıdır. Modern devletin şiddet tekeli üzerine inşa edilmesi ve egemenlik ilkesi, kurucu iktidar kavramını sürekli gündemde tutmaktadır. Modern devletin, istisna hali içinde ya da dışında, hukuku denklemin dışına koyması hususunda kurucu iktidarın rolü araştırmamızın rotasını çizmiştir. Bu çalışmada, anayasal bir düzende hukukun temel referans noktası olan kurucu iktidar kavramının, devletin yasadışı eylemlerinin de dayanağı olup olmadığı ele alınmaktadır. Anayasa ile kurucu iktidar arasındaki ilişkinin niteliği ve siyasi kriz dönemlerinde devletin “kuruluş anı”nı norm olarak kabul etmesi bu çerçevede değerlendirilmektedir. Anahtar Sözcükler: Modern Devlet, Kurucu İktidar, Devlet Aklı, İstisna Hali, Hukuk Devleti. Robert Bolt, A Man For All Seasons: A Play in Two Acts. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü. 1 GİRİŞ Thomas De Quincey, “Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet” adlı eserinde, cinayetlere karşı ironik olduğu kadar estetik mesafesini de koruyarak birçok ahlaki sorunun üstünü kazımaktadır. Derinleşen bu kazı, bizi vicdani meselelerle yüzleşmeye çağırmakta ve belki de alev alan utancımızla karanlığımızı aydınlatmaya çalışmaktadır.1 Rönesans döneminde yaşayan birçok kişi gibi Machiavelli de devleti bir “sanat eseri” gibi hayal ederek kavramıştır.2 Devletin “güzelliği”nden ziyade doğruluğu ile ilgilenen Hegel’e göre, devlet bir sanat eseri değildir. Devletin varlığı rastlantı ve yanılgı alanındadır. Devleti düşünürken, herhangi bir devlet üzerinde durmadan sadece devlet fikrine odaklanmamız gerekir.3 Devleti estetik kaygılardan uzaklaştıran Hegel, ahlaki yükümlülüğü de devletin ödevlerinden çıkarmakta ve devletin kendini koruma ödevini belirgin kılmaktadır. Devletin kusurları dahi onun ilahi güzelliğini zedeleyemeyecektir. “Devlet aklı” tekniği de bu büyülü “sanat”a dâhil edilmektedir. Devlet aklı kavramı, keyfiliğe ve şiddete yönelik bir çağrışım yapsa da, eskiden devlet yönetme sanatına özgü bir rasyonalite olarak kabul edilmekteydi.4 Hukuku deforme eden bir teorinin, sanat eseri olarak görülmek istenen devlete ne tür bir güzellik katacağı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, bu eserin inşa sürecinin, yani kuruluş anının da hukuki açıdan benzer bir kazıya ihtiyacı vardır. Thomas De Quincey, Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet, (Çev. İsmet Birkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. 2 Bkz. Victoria Kahn, "Machiavelli’s afterlife and reputation to the eighteenth century", The Cambridge Companion to Machiavelli, (Ed. John M. Najemy), Cambridge University Press, Cambridge, 2010, s. 239-255. 3 G.W.F. Hegel, Philosophy of Right, (Çev. S.W. Dyde), Batoche Books, Kitchener, 2001, s. 198. 4 Michel Foucault, Özne ve İktidar, (Çev.Işık Ergüden - Osman Akınhay), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2000, s. 45. 1 2 Kamu gücünün görünmez bir alanda sınırlarını bilmek pek mümkün görünmediği için, derin sularda yüzdüğü düşünülen bir devlet yapısı, çözülmeyen bir cinayete benzemektedir. Modern devletin hayaleti olarak beliren bu kötü karakter, her tür hikâye için cazip görünmektedir. Bir anti-kahraman gibi, suçlarından geride iz bırakmayan bu gizemli yapı, belki de siyasi iktidarın doğal sınırlarına karşılık gelmektedir. Hayal edilen odur ki, derinlerde şiddetle hukukun zoraki birlikteliğine gerek yoktur. Yasa zincirinden bağını koparmış bir şiddet, devlete yeniden akıl vermektedir. Batı Avrupa tarihi açısından egemenliğin nasıl icra edildiği ya da devletin meşruiyetini nereden aldığı tartışmasının takip ettiği rotanın beş yoldan ya da duraktan geçmesi mümkündür: 1-“Kralın İki Bedeni” kurgusu. 2-Egemenin hem ilahi gücü hem de halkı temsil ederek görünmezliğini görünür kılması. 3Egemenin karar verme ve hukuku askıya alma niteliği. 4Devletin şiddet tekeli. 5- Devletin biyopolitika aracılığıyla bireylerin hayatları üzerinde hâkimiyet kurması.5 Bu çalışmanın kapsamı, devletin modern biçimiyle yeni bedenine alışma sürecindeki egemenlik ve kurucu iktidar kavramlarının kurdukları denklemin istisna haliyle bozulup bozulmadığıdır. Devletin, istisna hali içinde ya da dışında, hukuku denklemin dışına koymasında kurucu iktidarın rolü odak noktamız olacaktır. Yanıt aramaya çalıştığımız soru ise şudur: Devletin hukuki sınırlar içinde veya dışında gösterdiği herhangi bir refleksin kaynağı “kuruluş anı” mıdır? Kurucu iktidar kavramının bize sunduğu ve fiili olarak kabullenilmesi beklenen paradoks, hukuk ve siyasetin bir araya geldiği egemenlik zeminini sarmaktadır: Hukuki olan, hukuk dışı olandan türemiştir. Kurucu iktidarın fasit dairesi bu noktadan başlamaktadır. Devletin hukuk dışına çıkıp çıkamayacağı ya da hangi koşulda yasayı çiğneyebileceğine dair sorular, baştan devlet Saime Tuğrul, Canım Sana Feda-Yeni Zamanların Kutsallık Biçimleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 75. 5 3 aklı tarafından olumlu yanıtlanmakta ve kamu gücünün sınırları, hukuken belirsiz bir çerçeve içinde emanet durmakta ve modern devlet, kendi gücünü tanımlamamaktadır. Kurucu iktidar kavramı üzerinden açık bırakılan bu kapı, aslında hukukun gölgelendiği bir tartışma alanına açılmaktadır. HUKUKUN YANLIŞ TERCÜMESİ: DEVLET, YASA VE YASADIŞI Birinci Dünya Savaşı’nın, arkasında kapkara ve acımasız bir şiddet damgası bıraktığını belirten Hobsbawm, 1914 yılını milat olarak kaydetmektedir. 1914, tarihi bir dönüm noktası haline gelmiştir; çünkü daha önce benzeri görülmeyen yeni bir kümelenmeye insan gücü sağlanmaya başlanmıştır. Buna göre, hükümetlerin resmen üstlenmeye henüz hazır olmadıkları kirli işleri yapan, yarı resmi nitelikte ya da faaliyetlerine göz yumulan vurucu güçler ortaya çıkmaya başlamıştır. 1914 senesi, uygarlığın barbarlığa doğru gerilemesi anlamında bir kırılma noktasıdır.6 Mutlakiyetçi geleneğin değil, ama demokratik-devrimci geleneğin ürünü olarak görülen modern istisna halinin kökü ise 1789 sonrası Fransa’ya uzanmaktadır. Ancak istisna halinin asıl yaygınlık kazandığı dönem Birinci Dünya Savaşı ve sonrasıdır. İki dünya savaşı sırasında ve arasında hüküm süren istisna hali, demokratik rejimlerdeki dönüşümün simgesidir. Geçici ve denetlenebilir bir yetkinin kullanımı demokratik anayasalarla bağdaşsa bile, sistematik ve düzenli bir kullanım demokrasiyi aşındırmaktadır. Agamben’e göre, Birinci Dünya Savaşı ve onu izleyen yıllar, istisna hali mekanizmalarının yetkinleştirildiği bir zaman dilimi olmuştur. İstisna hali uygulamalarının laboratuvarı olan bu dönem, istisna halinin yürütme gücü üstünde belirlenen temel niteliklerinin kalıcı bir yönetim anlayışına dönüşmesi eğilimine de tanıklık etmiştir.7 Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, (Çev. Osman Akınhay), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s. 389-390. 7 Giorgio Agamben, Olağanüstü Hal, (Çev. Kemal Atakay), Varlık Yayınları, İstanbul, 2008, s. 12-15. 6 4 Devletlerin ulusal güvenliğe yönelik tehditlere karşılık talep ettiği ihtiyari güçlerdeki artışa dikkat çeken Arditi, bu durumun her türden ayrımı bulanıklaştırdığını düşünmektedir. Yasa koyma ile uygulamanın birbirine bulaşması, yürütmenin yasaların gözetilmesinden feragat edebileceği ve güvenlik adına istendiği zaman yasaların fiilen değişebileceği anlamına gelmektedir. Bu kuşkusuz yeni bir şey değildir ama kaygı vericidir. “Her ne gerekiyorsa yapma” hakkı, siyaset algısını değiştirmekte ve otoriter popülizmle özdeşleştirmektedir.8 Kant, “Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme” adlı eserinde, kamu hukukunun aşkın formülünü dile getirir: “Başka insanların haklarıyla ilgili olan ve dayandığı düsturlar aleniyetle uzlaşmayan bütün eylemler adalete aykırıdır.”9 Bu ilke sadece ahlaki bakımdan bir zorunluluk değil, insan haklarıyla ilgisi bakımından da hukuki bir ilkedir. Tabi olanların bilmediği gizli bir yasa, ancak despotluğu meşrulaştırmaya yarar. Başarı kazanması için gizli tutulması gereken ve izlenen amacı yok etmeden açığa çıkamayacak bir düstur, herkesi tehdit eden bir adaletsizliktir.10 Zizek, Kant’ın aynı eserinde yer alan bir muğlâklığa dikkat çeker. Kant’ın eserinin İkinci Ek’i “Ebedi Barışın Gizli Maddesi” başlığını taşımaktadır. Kant, kamu hukukuna dair bir sözleşmede gizli bir madde bulunmasının nesnel bakımdan bir çelişki taşıdığını kabul etmektedir. Ancak öznel nedenlerle istisnaya bir kapı aralanmıştır bile.12 11 Modern devletin teorik çerçevesine sığmayan yasadışı devlet faaliyetlerinin gündeme gelmesi daha çok hukuk devleti tartışmalarında karşımıza çıkmaktadır. Kamu gücünün hukuki Benjamin Arditi, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset, (Çev. Emine Ayhan), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 97-99. 9 Immanuel Kant, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, (Çev. Yavuz Abadan - Seha L. Meray), AÜSBF Yayınları, Ankara, 1960, s. 50. 10 a.k., s. 50. 11 Slavoj Zizek, Ahir Zamanlarda Yaşarken, (Çev. Erkal Ünal), Metis Yayınları, İstanbul, 2011, s. 32. 12 Kant, a.g.k., s.36. 8 5 sınırlar içinde kullanılması kabulü üzerine kurulu olan bir çerçeve bulanık hale geldikçe, yasal ve yasal olmayan alan üzerindeki sınır çizgisi silinmektedir. Yasadışı faaliyetler çoğunlukla ülke içinde şiddet kullanılmasıyla gün ışığına çıksa da, devletlerin güçleri oranında bu tür faaliyetler uluslararası siyasetin bir parçası olmaktadır.13 Tesadüf sonucunda ortaya çıkan herhangi yasadışı bir faaliyet, iki tür hukuki refleksle karşılanmaktadır: Kamu görevlilerinin kişisel suçu ya da nadir olarak devletin sorumluluğu üstlenmesi. Faaliyetin arkasındaki siyasi akıl, devlet sırrı ve milli güvenlik hattı üzerinden “yasal” bir zemine sürüklenmekte veya parlamento kararlarının çatısı altında kaybolmaktadır. Hukuki sınırlardaki bu taşkınlık yargıya havale edildiğinde, devletin anayasal sınırları tekrar görünür kılınmaktadır. Ancak bu med-cezir, hukuki pozitivizmin güvenli limanını açığa almakta ve devletin tüm faaliyetlerinin yasal çizgide yürümediğini göstermektedir. Yasama ve özellikle yürütme fonksiyonu, anayasal gölgelerinin ötesinde kalmaktadır. Yargı fonksiyonu bu bölgeye uzansa bile artık ortada hukuki bir özne yoktur. Elbette bütün bu saptamalar, hukuk devletinin kendini gösterdiği bir anayasal düzende yapılabilir.14 Devletin kendine özgü bütünsel ve sürekli bir varlığı olduğuna dair bir anlamlandırma yapmadan, devlet aklı kavramı üzerine düşünmek kolay değildir. Bu varlığı korumak için her türlü yola başvurma, herhangi bir sınırlama olmadan karar alma ve uygulama imkânı olarak devlet aklı kavramının, Hobbes tarafından çizilen modern devletin kuramsal çerçevesi olmadan değerlendirilmesi de mümkün görünmemektedir.15 Ayşegül Sabuktay, Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 24-26. 14 a.k., s. 31. 15 Ozan Erözden, “Makyavelizm, Hikmet-i Hükümet ve Modern Devlet”, Machiavelli, Makyavelizm ve Modernite, (Haz. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012, s. 70. 13 6 YENİ POLİTİK EGEMENLİK KURGU: MODERN DEVLET VE Devlet ideolojisinin esası, iktidarın iki unsurunun bir araya getirilmesidir: Güç ilkesi ve onun kullanım biçimi. Mairet’ye göre, egemenlik meselesi sadece bir kavram mücadelesinin kaynağı değildir. Egemenlik, iktidarın ilkesi ve kullanımının buluştuğu bir ortamdır. Bu ortam iktidarın kutsal olanla bağlantısının alt üst olduğu bir zemine dayanmaktadır. Bir güçle diğeri arasında gidip gelen Orta Çağ, modern devletin sunduğu çözümü, yani aynı birlik içinde iktidar ile onun kullanım biçiminin çakıştırılmasını bulamamıştır .16 Egemenliğe dair sorun, siyasi iktidar öznesinin, yani hukuken ya da fiilen gücü kullananın kim olduğunu bilme sorunudur. Egemenlik, bir soyut güç olarak devleti, siyasi gücü kullanandan ayırmıştır.17 Mairet’nin ifadesiyle, modern devletin kurucu efsanesi budur.18 İktidar ilişkisi, iktidarın kaynağı19 ( İlke-Yasa) ile uygulama20 (Kılıç) arasında kurulmuştur. Meşru olduğu inancıyla desteklenen iktidarın uygulamalarına rıza gösterilmektedir; aksi halde halk, kaba güçle karşı karşıya demektir. Modern devlete kadar Yasa ve Kılıç arasındaki ilişki dışsallık içerir biçimde gerçekleşmiştir. İktidar ilişkisinin kaynağına, toplumu veya yöneticiyi aşan bir aşkınlık atfedilmiştir ve bu da kutsallığı beraberinde getirmiştir. Geleneksel olarak kurucu atalarda ya da semavi yaratıcıda tahayyül edilen kural kaynağı ile toplumun kendisinde veya yöneticilerde cisimleşen uygulama arasına bir duvar çekilmiş ve Yasa ile Kılıç ayrı ve bir araya gelemeyecek mekânlara yerleştirilmiştir. Bu duvarı kaldıran ve kuralın kaynağı Gérard Mairet, “Padovalı Marsilius’dan Louis XIV’e Laik Devletin Doğuşu”, (Çev. Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 219. 17 Cemal Bali Akal, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998, s. 70-73. 18 Mairet, a.g.k., s. 237. 19 Auctoritas. 20 Potestas. 16 7 ile uygulamasını tek elde toplayan ilk siyasi yapı modern devlettir. Modern devlet teorisinde Yasa ile Kılıcın aynı yerde bir araya gelmesini ve birleşmesini sağlayan kavram ise egemenliktir.21 Hukuku belirleyen bir kavram olarak egemenlik, hükümdar üzerine inşa edilirken, teolojik anlayışla bağı kopmamıştır. Egemenliğin, her şeyin üstünde ve her şeye gücü yeten hükümdara devredilmesiyle birlikte sekülerlik sağlanmıştır. Tanrı’nın gözünün kulları üzerinde olması gibi hükümdarın gözü de artık tebaasının üzerindedir.22 Zamanla egemenliğin nesnelleşmesi, kişinin değil ama yasanın hükmüne yönelik bir yönetimi belirgin hale getirmiş ve “hukuku hakikat değil otorite belirler” formülü ortaya çıkmıştır. Metafizik temeller üzerine kurulu hukuk düzeninden uzaklaşılmış ve hükümdarın buyruğu hukuki geçerlilik için yeterli sayılmıştır. Bu halde yeniçağın başındaki devlet, bir yasama devletidir. Toplumun yasalarla biçimlendirilmesi ve kuralları yürütecek kurumların oluşturulması ile birlikte eski hukuk kaldırılmıştır. Gelenekten bu kopuş, ancak kendi yeni yasalarını geçerli kılacak bir hükümdar iradesi ile sağlanabilmiştir. Yurttaş yasalara boyun eğmek zorundadır ve egemenin gözü yasalar biçiminde yurttaşlarını gözetmektedir. Bu tür bir hükümdarlık tekniği, yeniçağın egemeninin de hareket alanını daraltmaya başlamıştır. Egemenin koyduğu yasalar, egemenliği nesnelleştirmekte ve yasayla hükmeden ister istemez yasaya bağlanmak zorunda kalmaktadır.23 Bodin’in 16. yüzyılda tanımladığı şekliyle klasik egemenlik, herhangi üstün bir otoriteye bağlı olmadan kural koyabilme ve konulan kuralları değiştirme veya ortadan kaldırabilme yetkisidir. Bu içeriğiyle egemenlik, ortaçağ Avrupa siyasi düşüncesinden kopmaktadır. Ortaçağ Avrupa siyasi düşüncesinde temel yasaları yapma yetkisi Tanrı’dadır ve bu Erözden, a.g.m., s. 68. Michael Stolleis, Yasanın Gözü, (Çev. Arif Çağlar), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2010, s. 27. 23 a.k., s. 35-36. 21 22 8 yetki, gökler imparatorluğu açısından kutsal düzeni tanımlamak yoluyla kullanılmaktadır. Kutsal düzende ölümlülerin herhangi bir tasarruf yetkisi bulunmamaktadır. Yine Tanrı’nın kurduğu yeryüzü imparatorluğunda ise auctoritas (Yasa) kilisenin, potestas (Kılıç) ise soyluların elindedir. Bu nedenle yöneticiler, yasaları uygulamaktan öteye geçemeyen birer görevlidirler. Egemenlik kavramı, mevcut yapıyı sarsmış ve modern devlet tarihte ilk defa kutsal olan ve kutsal olmayan alana aynı kurumu, yani devleti yerleştirmiştir.24 Yasa ve Kılıç aynı elde birleşmiş ve bu mutlu son modern devleti daha önce görülmemiş biçimde muktedir bir iktidar odağı haline getirmiştir. 16. yüzyılda şekillenmeye başlayan modern devletin ayırt edici niteliklerine bakıldığında, Orta Çağ’da “devlet” var mıydı sorunu başka bir tartışma konusu olmakla birlikte,25 öne çıkan unsurlar şu şekilde sıralanabilir: Şiddet araçlarının tekel denetimi, toprak, egemenlik, anayasallık, yetki/meşruiyet, kişisel olmayan iktidar, bürokrasi, yurttaşlık.26 Weber, devletin tanımında şiddet araçları üzerindeki devlet denetimine önem vermektedir. Modern devlet, diğer siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir; o da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır. Bu çerçevede en bilinen devlet tanımlarından birini yapmıştır: “Devlet, belirli bir toprak üzerinde fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelinde bulunduran insan topluluğudur”. Devlet, şiddet kullanma “hakkı”nın tek kaynağıdır.27 Tilly, modern devlet sürecinde şiddet araçlarının denetlenmesi, yönetilmesi ve tekelleştirilmesi eğiliminde yer alan bir tezada dikkat çekmektedir: Dünyanın pek çok bölgesinde devlet sahasında meydana gelen şiddet ve devletten uzak sivil yaşamdaki şiddet dışılık arasındaki ölçüsüzlük. Bu tezadın yaratılmasında başı Avrupa devletleri çekmiştir. Sivil halkı şiddet Erözden, a.g.m., s.69. Bkz. Mairet, a.g.k., s. 215-242. 26 Christopher Pierson, Modern Devlet, (Çev. Dilek Hattatoğlu), Çiviyazıları Yayınevi, İstanbul, 2000, s. 24. 27 Max Weber, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1993, s. 80. 24 25 9 araçlarından arındırırken, kendileri korkutucu boyutta zor araçları inşa etmişlerdir. Devlet lehine dengenin değişmesi, devletin silahlı görevlilerinin silahsız sivillere karşı koymasının normal görünmesini sağlamıştır. Weber’in devlete dair görüşü bu noktada anlam kazanmaya başlamıştır.28 Elias’a göre, şiddet araçlarını tekeline alan devletin bu icadı muğlak bir yeniliktir. Bir yandan ülke içinde barış sağlanmıştır; ama diğer yandan devlet tarafından denetlenen barış süreci, uluslararası ilişkilerde geçerli değildir. Özü şiddet olan savaş, hem devletlerin şiddet tekellerini hem de uyruklarının şiddet içermeyen medeni koşullarını sürekli tehdit etmektedir. 29 Keane’e göre Elias şunu söylemek istemektedir: Şiddet araçlarının bir azınlığın elinde kalmasının getirdiği güç, başka devletlere ve onların halklarına karşı savaşmak için kullanılacağı için, savaş ya da savaş söylentisi, uygarlaşma sürecinin her yerde hazır bulunan koşullarıdır. Şiddet tekelinin kontrolü nedeniyle devletler, yaşamı tehdit eden bu gücü kendi uyruklarına da yöneltebilirler. Merkezinde yoğunlaşmış silahlı güçlerin yer aldığı modern devlet, bir tahakküm aygıtı olarak işlemektedir.30 Modern devleti kendiliğinden gelişmiş bir yapı olmaktan ziyade suni bir yapı olarak gören Poggi, bu görüşünü inşa edilmiş bir çerçeve olarak devlet kurma konusundaki modern düşünceye dayandırmaktadır. Modern devlet, yani bu “suni” gerçeklik, bir kez “kurulduktan” sonra bir devlet olarak sürekli bir amaca ya da işleve yönelik faaliyet göstermektedir. Sadece ortaya çıkış süreci için değil, gelecekteki varlığı için de bir gerekçe oluşturan bir mekanizmadır.31 “Devlet kurma” düşüncesini de sorgulayan yazar, “kurma” faaliyetinin öznesi olan ve kendilerini coğrafya, dil, etnik yapı veya kültürel açıdan farklı gören insanların, sadece bu farklılığa yönelik siyasi güvence aradıklarını ifade etmektedir. Charles Tilly, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, (Çev. Kudret Emiroğlu), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001, s. 125-127. 29 Aktaran John Keane, Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev. Bülent Peker), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998, s. 32-33. 30 a.k., s. 34. 31 Gianfranco Poggi, Modern Devletin Gelişimi, (Çev. Şule Kut – Binnaz Toprak), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2001, s. 117. 28 10 Farklı tarihsel olayların belli bir tasarıyı gerçekleştirmek için bir araya geldikleri gibi bir anlam içeren “devlet kurma” benzetmesine kuşkuyla yaklaşmak gerekir.32 İktidarın kalıcı olabilmesi için onay görmesi gerektiği; aksi halde şiddet dalgası içinde kaybolup gideceği olgusu, Bodin’den Kelsen’e kadar birçok hukuk kuramcısını harekete geçirmiştir. Bu konu üzerine düşünen yazarların cevapları birbirinden farklı olsa da “referans” fikri öne çıkmaktadır. İnsanlar, iktidarı ancak parçası oldukları bir anlamı referans aldığında kabul etmektedirler. İktidar, kendi oyununu ancak meşruiyet sahnesi üzerinde sergileyebilecektir. Modern devletin icadında bir hukuk tekniği olarak iktidara “hakkı”nın teslim edilmesi, zaman içinde ölümsüzlüğün el değiştirmesini beraberinde getirmiştir. Egemenlik, asla ölmeyen kraldan, geçmişten geleceğe uzanan hayali bir köprü gibi inşa edilen ve sürekli kendini yenileyen millete geçmiştir.33 Diğer bütün iktidarlara boyun eğdiren bir egemenlik, tek bir iktidar kaynağı yaratarak ve sürekli kendisine gönderme yaparak var olmaktadır. Doğaüstü bir manzara çizen bu egemenlik tablosu, ister istemez totaliter bir figürü de içinde saklamaktadır. Ölümsüz ve her şeye muktedir bir egemenlik, yasal alana geldiğinde devlet aracılığıyla kamu gücü olarak günlük hayata yerleşmekte ve varlığını hissettirmektedir. İktidar ve otorite ayrımının Batı’daki uzun tarihi, bu iki kavramın modern devletin içinde erimesiyle sona ermiştir.34 Anayasa kuramının temellerinin atılmasıyla, halk kendisini herkesin kararıyla kabul edilmiş “yasa”lar aracılığıyla yönetmek istemiş ve egemenlik kuramında merkezi hale gelmiştir. Artık topluma bekçilik edecek ne Tanrı ne de hükümdar vardır. Kendi kendisinin egemeni olan halk, uyumayan ve hiçbir şeyi gözden kaçırmayan bekçi olarak “yasa”yı işaret etmektedir. Tanrı’dan hükümdara ve oradan da yasaya doğru ilerleyen rota, bu kez Schmitt’in ünlü teşhisini ortaya çıkarmaktadır: Modern devlet 32 a.k., s. 120. Alain Supiot, Homo Juridicus, (Çev. Bige Açımuz Ünal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2008, s. 157. 34 a.k., s. 167. 33 11 öğretisinin tüm kavramları “sekülerleşmiş teolojik kavramlar”dır.35 Yasa, yeni hükümdar olarak millete kol kanat germiş ve “yasa”nın egemenliği ile gece gündüz gözetimde olan hukuk, ulus devlet olgusunun birleştirici unsuru olarak da karşımıza çıkmıştır.36 Yasa üzerindeki bu mistik sis, 19. yüzyılla birlikte dağılmaya başlamış ve toplumu yönlendirmenin modern bir aracı olarak hayal kırıklığına yol açmıştır. Topluma verilen bu siyasi emrin konusunun herhangi bir şey olabildiği ve gelinen aşamada yasanın içeriğinin boşaltıldığı fark edilmiştir. Bunun nedeni ise özellikle büyüyen sosyal sorunların çözümüne yasanın mesafeli kalmasıdır. “Yasa” körleşmiş ve artık ikna gücünden uzaklaşmıştır. Stolleis’e göre, bu eşikten 20. yüzyılın karanlığına geçilmiştir.37 Yasanın egemenliği değil araçsallığı ön plana çıkmış ve “her zaman haklı” olduğunu iddia eden bir devlet aygıtının da yasaya bu haliyle ihtiyacı kalmamıştır. “Devletin gözü” ülke üzerinde gezinirken, yasasız bir Leviathan hayal ürünü müdür bilinmez; ama Stolleis’ın deyimiyle Tanrı’ya benzemekle gayri insani olmak meselesi birbirine tehlikeli biçimde yakındır.38 Arendt’e göre, egemenliğe ve hükümdarların kutsal haklarına dair yeni kuramlar olmasına rağmen, hükümdar varis değil zorla tahta geçendir. Laiklik ve yeni dünyevi alanın Kilise vesayetinden kurtulması, kaçınılmaz biçimde yeni bir otoritenin nasıl kurulacağı sorununu doğurmuştur. Mutlakiyet, otorite sorununu yeni bir kuruluşun devrimci yollarına başvurmadan çözmek istemiştir. Sorun, verili bir düşünce çerçevesinde giderilmişti ama bu çerçevede de yönetimin meşruiyeti, bu dünyadan olmayan bir kaynakla ilişkilendirilmiştir. Bir otoritenin dini yaptırım olmadan düşünülemez bir hale gelmesi mutlakiyetin dünyevi doğası gereğidir. Devrimler, geçmiş zamanın ruhuna bulaşmamış yeni bir otorite tesis etmeyi amaçladıklarında, eski 35 Stolleis, a.g.k., s. 37. a.k., s. 44-47. 37 a.k., s. 53. 38 a.k., s. 54 36 12 sorunu görünür kılmaktan başka bir şey yapmamışlardır. Bu sorun ise, hukuk ve iktidar meselesi olmaktan ziyade, yürürlükteki mevzuata geçerlilik sunacak bir hukuk kaynağı sorunudur; dolayısıyla iktidarın meşru kaynağına dairdir.39 Kralın iki bedeni kurgusu ile egemen, görünmez iktidarını görünür kılmaktadır. “Tanrı’nın saltanatı vardır ama yönetmez” formülü, Tanrı egemen olsa da, hükümet etme işini varlığında cismanileştiği Oğlu’na bırakmaktadır. İktidarın tek kişide toplandığı monarşi, kendini Tek Tanrı-Tek Kral denkliği üzerinden kurmaktadır.40 Tanrısal görünmezlik modeli tersine çevrilmiş gibidir. Yeni egemenlik biçiminde görünür iktidar, kendisini görünmez kılmaya çalışmaktadır. Meinecke açısından devlet tarih dışıdır.41 Bu siyasi yapının zamana ve çevre koşullarına göre değişmeyen, hep aynı kalan bir özü vardır: Devlet aklı. Devletin diğer toplumsal örgütlenmelerden farklı bir yönü vardır. Dini yapılar dâhil, tüm toplumsal örgütlenmeler var oluşlarını üstün bir ilkeye dayandırmaktadır ve herkesin o ilkeyi gözetmesi şarttır. Oysa devlet, iktidarı ve toplumsallığı bir araya getirirken hukukun da koruyucusudur. Elbette devlet de üstün bir ilkenin varlığına ihtiyaç duymaktadır. Ancak paradoks burada ortaya çıkmaktadır ki, hukuku ve dayandığı üstün ilkeyi çiğnemeden devlet var olamaz.42 Hannah Arendt, Devrim Üzerine, (Çev. Onur Eylül Kara), İletişim Yayınları, İstanbul, 2012, s. 212-213. 40 Tuğrul, a.g.k., s. 79. 41 Meinecke’nin bu yaklaşımında modern devleti, diğer devletlerden ayrıştırmak gerekmektedir. Modern devlet, farklı bir kurgu üzerinden yükselmektedir. Devletin tarih dışı bir kategori olarak ele alınması üzerinde bir uzlaşı yoktur. Ayrıca devlet, yöneten/yönetilen ayrımı üzerine kurulu tüm siyasi yapıların ortak adı olarak kabul edilse bile, modern devletin diğer devlet tanımlarından ayrı bir konuma yerleştirilmesinde fayda vardır. Modern devlet, Batı Avrupa coğrafyasında 14. ve 17. yüzyıllarda temeli atılan kendine özgü bir siyasi tipi olmakla birlikte, 19. ve 20. yüzyıllarda küresel yaygınlık kazanmıştır. Modern devleti, tarihte kendisinden önce yer almış diğer siyasi örgütlenmelerden ayıran en önemli nokta, daha önce de belirtildiği gibi iktidar ve meşruiyet kurgusuna getirdiği yeni biçimdir. Bkz. Erözden a.g.m., s. 66. 42 Erözden, a.g.m., s. 66. 39 13 MODERN DEVLETİN HİKMETİ “Bir devlet, yıkılmaması için nasıl kurulmuş olmalıdır?”43 sorusu, sadece kuruluş anının mimarisini değil, aynı zamanda devletin sürekliliğine dair kaygıları da içermektedir. Devlet aklı ya da hikmet-i hükümet, en yaygın kullanılan biçimde, devletin güvenliğini sağlamak, varlığını korumak amacıyla olağan koşullar altında geçerli olan hukuk kurallarını çiğnemenin haklı görülmesi anlamına gelmektedir. Kavramı ilk kullanan kişi olan Botero, devleti bir insan topluluğu üzerinde istikrarlı bir yönetim, hikmet-i hükümeti ise böyle bir yönetim kurma, devam ettirme ve genişletme yollarının bilgisi şeklinde tanımlamaktadır.44 Kavramın modern tarihini ele alan Meinecke ise, devlet aklını devletlerin bir numaralı hareket yasası olarak değerlendirmektedir. Yazara göre, devletin zirvesinde iktidar hırsıyla ahlaki sorumluluk arasında, Kratos ve Ethos arasında kurulan köprü olan devlet aklı, devlet yöneticisine devletin varlığını ve gücünü korumak için ne yapması gerektiğini söyler. Devletin zirvesine çıkan, devletin gücünü koruma adına gerektiğinde etik ilkeleri ve hukuk kurallarını ihlal edebilmelidir. Ancak yönetilen siyasi birimin devamlılığı adalet, hakkaniyet gibi ilkelerin hayata geçirilmesini de gerektirebilir. Bu durumda devlet aklı, ilkeleri üstün tutmaktır. Kısacası devlet aklı, bazen adil olmayı bazen de hukuku çiğnemeyi gerektirebilir. Önemli olan bunları iktidar hırsından sıyrılmış biçimde doğru zamanda doğru sırayla yapabilmektir.45 Foucault açısından devlet aklı ilahi, doğal ya da insani yasalara göre bir yönetim sanatı değildir. Dünyanın genel düzenine saygı göstermesi gerekmemektedir. Kısaca devletin gücüne uygun olarak yönetmektir.46 Yöneticiler, devletin varlığının ve çıkarlarının kendi varlıklarından üstün olduğunu düşündükleri sürece her şey yolunda gidebilir. Devletin kendi varlığını güvence altına almak Macit Gökberk, “Hegel’in Devlet Felsefesi”, İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2-3, 1946, s. 99. 44 Erözden, a.g.m., s. 63-64. 45 Aktaran Erözden, a.g.m., s. 64 46 Foucault, a.g.k., s. 47. 43 14 için çıkardığı yasalar zaten yöneticiler tarafından aynen uygulanmalıdır. Mesele yönetilenlerin arasındaki bazı insanların devletin varlığına katılmayı reddetmesidir.47 O halde ne zaman yasalara uyulmayacaktır? Diğer bir seçenek olarak da yasal hat üzerinden devletin göstereceği “olağanüstü” refleksin ne tür bir boyuta ulaşacağı sorusu akla gelmektedir. Devlet aklı kavramı, devletin kendine ait bir varlığı olduğu düşüncesine dayanmaktadır. Dolayısıyla, devlet aklı için kurumsallaşmış siyasi iktidarı süreklilik unsurunu da içerir şekilde kavrayan bir bakış açısı gerekmektedir. Bu da bizi modern devlet kavramına geri götürür. Modern devlet teorisinin omurgası olan saf egemenlik kavramı devlet aklıyla örtüşmektedir.48 Devlet sırrı, devletin kendini düşmanlarından koruması ihtiyacının ötesinde politik kültüre bağlanmaktadır. Ancak Neocleous, politik kültüre dair iddiaların gerçeğin üzerini örttüğünü düşünmektedir. Buna göre, gizlilik perdesiyle örtülen şey, devletin özünden başka bir şey değildir. Weber de benzer şekilde, devlette gizlilik eğiliminin ulusal kültürle ilgisinin çok az olduğunu belirtmiş ve devlet iktidarının maddi doğasını işaret etmiştir.49 Devlet aklı doktrini, siyasal bilginin kamuoyu tartışmasıyla değil, egemen ve onun önde gelen memurları tarafından geliştirildiğini savunmaktadır. Gizlilik, yönetimin ve merkeziliğin kaçınılmaz bir özelliğidir.50 Devlet aklı, geleneksel yapıdan modern devlet örgütlenmesine geçişte daha farklı bir rol oynamaktadır. Modernlik ile devlet aklı arasındaki bağ burada daha netleşmektedir. Devlet aklının referans olduğu ve yaygın itibar gördüğü 17. yüzyılın özellikle ikinci yarısı, bireysel hukuki konumların kamu yararı gerekçesiyle sınırlanmasını veya Erözden, a.g.m., s. 80 a.k., s. 65-66. 49 Mark Neocleous, Devleti Tahayyül Etmek, (Çev. Akın Sarı), Nota Bene Yayınları, Ankara, 2014, s. 110. 50 a.k., s. 111. 47 48 15 kaldırılmasını meşrulaştıracak döneme karşılık gelmektedir.51 nedenlerin geliştirildiği bir Devlet aklı doktrininin çıkış noktası, hukuki kurallarla devlet yönetiminin somut gerekleri arasındaki çatışmanın çözümü meselesidir. Devlete bir yarar sağlayacaksa hükümdar hukuktan sapabilir mi? Daha açık bir deyişle devlet hukuk dışına çıkabilir mi? Devlet aklı, bu sorulara olumlu yanıt vermekte ve sınırı hükümdarın çizeceğini belirtmektedir. Bu durumda hukukun karşısında bir kutsal çıkarılmaktadır. Kutsanan modern devlet ya da Leviathan, yeryüzü tanrısına dönüştükçe, onu kutsallığından arındıracak arayışların başlaması da aynı döneme denk gelmektedir. Elbette modern devletin bu özelliklerinin tasfiyesi yönünde epey yol kat edilse de kesin ve etkili bir sonuç alındığı söylemek mümkün değildir. Modern devletin ilerleyen dönemlerinde doğrudan bir gönderme yapılmasa da devlet aklı kavramı bir gölge olarak varlığını sürdürmüştür. Devlet felsefesinin devlet aklı tarafından yazılması, yurttaşların hakları ile devletin çıkarları arasındaki çatışmada tereddüde son vermekte ve hiyerarşiyi baştan çizmektedir.52 Egemenlik çerçevesinde devletin asli çıkarlarının mutlak önceliği ve bunun devamında kullanılacak araçların seçiminde ya da sınırında hukuk kurallarının devre dışı bırakılması, büyük bir kir tortusunu hukuk düzenine miras bırakmıştır. KENDİNİ TANIMLAYAN MUTEBER NESNE: KURUCU İKTİDAR Anayasa tarihi, eğer bir an kurgusal olmadığı düşünülürse, “halkın iradesinin doğası gereği sürekli değiştiği şeklinde okunabilir. Bu irade üzerine dikilen bir yapının aslında bataklığa kurulu olduğu görülmüştür. Ulus-devletin çöküşünü engelleyen şey, milli iradenin yönlendirilmesindeki büyük kolaylıktır.” Mithat Sancar, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s. 17-18. 52 a.k., s. 20-25. 51 16 Arendt’in yerleştirdiği bu çerçeveye göre, ne zaman biri diktatörlüğün ihtişamını üstlenmeye kalksa, bu tablo bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Ulusal liderler içinde Napoléon Bonaparte, şunu ilan eden ilk kişiydi: “Ben kurucu iktidarım”.53 Kurucu iktidar kavramına hukuki perspektiften bakmaya çalışmak zor bir husustur. Anayasallaşmaya direnen ya da anayasa dışında kalan bir kavramın içine saklanmış olan güç, normlar hiyerarşisine eklenmeyi reddetmektedir. Hukuk dışı bir iktidarın hukuku düzenlemesi, süreci baştan paradoksal hale getirmektedir.54 Negri açısından egemenlik ve kurucu iktidar kavramları tezat içinde bir araya gelmektedirler. Kurucu iktidarın her şeyden önce tanımı egemenlik kavramına yapılan göndermeyi dışarıda bırakmaktadır.55 Egemen, kurucu iktidarı geçersiz kılandır. Amerikan Devrimi, yeni siyasi toplum için otorite kaynağı haline gelecek olan şeyin, “ölümsüz yasa koyucu” ve dünya ötesi herhangi bir kaynaktan ziyade kuruluş eyleminin kendisi olduğunu fark etmiştir. Arendt, bu noktada bir hususun altını çizmektedir: Binlerce yıldır efsanelerin konusu olan kuruluş, aslında ilk kez, yaşayan herkesin tanık olacağı şekilde gün ışığına çıkmıştır. Kuruluş eyleminde kendini gösteren başlangıç sorununu çözmeye yönelik çabalar ise Antikite’nin siyasi irfanına ve özellikle de Roma tarihine yönelmiştir.56 Kant’a göre, milletin haklarını ihlal eden bir tiranın tahttan indirilmesinde bir kötülük yoktur şüphesiz. Ancak tebaanın, kendi haklarını bu şekilde elde etmeye çalışmasında da bir haksızlık vardır. Mücadele başarısızlığa uğradığında, halkın, karşılaşacağı şiddetli cezalardan adaletsizlik gerekçesiyle şikâyet etmesi mümkün değildir. Halk ayaklanması başarılı olursa, bu 53 Arendt, a.g.k., s. 217. Antonio Negri, Insurgencies: Constituent Power and the Modern State, (İngilizceye Çev. Maurizia Boscagli), The University of Minnesota Press, Minneapolis, 1999, s. 1-2. 55 a.k., s. 22. 56 Arendt, a.g.k., s. 274-277. 54 17 kez hükümdar tekrar tahta çıkmak için bir ayaklanma başlatamaz. Zaten hükümdarın kendisi de artık tebaa durumuna düşmüştür.57 Zizek, Kant’ın işaret ettiği bu noktayı isyanın statüsüne geri dönüşlü olarak karar verilmesi şeklinde değerlendirmektedir. Yani başarılı olan bir isyan, yasal bir düzen kurarsa, kendi yasadışı kökenlerini ontolojik boşluğa itmektedir. Bu durumda iktidar, kendini geri dönüşlü bir şekilde temellendirme paradoksuna girmektedir. Devlet iktidarının kökenindeki “kurucu suç” üzerine düşünen Kant, belki de bu eylemi gerçekleştiği sırada görmek istememektedir.58 Yeni bir anayasa yapma iktidarı olarak tanımlanan asli kurucu iktidar, pozitivizm ekseninde hukuk dışı bir nitelik göstermekte ve fiili bir sorun olarak değerlendirilmektedir. Ancak aynı meseleye doğal hukuk çerçevesinden bakan yazarlar, asli kurucu iktidarın hukuki olduğunu vurgulamakta; aksi halde sadece güce dayanarak var olan bir kurucu iktidarın meşru olmayacağı görüşünü ileri sürmektedirler. Bu durumda, asli kurucu iktidarın hukukiliği, adalete uygun olup olmadığı açısından ele alınmaktadır. Yine asli kurucu iktidarın sınırlı bir güç olup olmadığı tartışmasına dair yaklaşımlar benzer biçimde meseleye bakılan perspektife göre farklılık göstermektedir.59 Asli kurucu iktidar kavramı, Fransız Devrimi döneminde ortaya çıktığı siyasi koşulların izini taşımakta ve anayasa koyucu, sınırsız bir güç olarak tanımlanmaktadır. Kuruculuk kavramı, siyasal bir güç ile hukuksal olan anayasa terimi arasında bağlantı sağlamaktadır. Kuruluş, siyaset ile hukukun, egemenlik kavramı üzerinde karşılaştığı bir kamu hukuku yaratma anı olarak nitelendirilmektedir. Hukuk dışı ile hukukun buluştuğu an, hukuk oluşturma sürecini anlatmaktadır.60 57 Kant, a.g.k., s. 50-51. Zizek, a.g.k., s. 57-59. 59 Bkz. Kemal Gözler, Kurucu İktidar, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998, s. 24 vd. 60 Öykü Didem Aydın, “Biz, Halk: “Egemenliğin Sahibi”, Yetkin Yayınları, Ankara, 2011, s. 313. 58 18 Şiddet, hukukun karşısına yeni hukuk yaratma tehdidiyle çıktığında, devlet kendini bir sis tabakası içinde bulmaktadır. Şiddetin hukuk kurucu özelliği, devletin temelinde yer almaktadır. Köklerinin bilincinde olan pozitif hukuk, hukuku kuran ve koruyan şiddetin kesişme noktasıdır. Şiddetin birinci işlevi hukuku kurmaysa, ikinci işlevi hukuku korumadır. Yurttaşın yasalara tabi kılınması ikinci işlevde belirmektedir.61 Benjamin’e göre, bir hukuki sözleşmenin ihlal edilmesinde taraflardan biri zor kullanma hakkını kazanır. Ancak sözleşmenin sadece sonucu değil, kaynağı da güce karşılık gelir. Hukuk kuran şiddet, sözleşmede doğrudan yer almamaktadır; fakat sözleşmeyi güvence altına alan iktidar da şiddetten doğduğu için sözleşmede temsil edilmektedir.62 Benjamin’in perspektifinden yasayı doğuran şiddet “mitik şiddet”tir. Her hukuk sisteminin kendi kendisini meşrulaştırma süreci de mitik bir süreçtir. Önceden var olan bir hukuki temel, yeni yasayı güvence altına alamaz ya da onu reddedip geçersiz kılamaz. Kurucu edim, o anda ne haklı ne de haksızdır veya ne yasal ne de yasadışıdır. Bu suskunluk onu mistik bir hale getirir. Her devletin kuruluş aşamasında ortaya çıkan bir meşruiyet anı vardır. Bir meşruiyet varmış gibi yapılan bu an, haklılaştırmanın geriye dönük yapıldığını gizlemektedir. Başarılı bir devlet, geriye bakınca kendi şiddetinin anlamlı ve zorunlu görülecek şekilde okunmasını sağlayacak bir yorum modeli üretmek ister. Devleti kuran edim, kendini geleceğe fırlatarak gelecek kuşaklara emanet etmek ister. Direk’e göre, bu performans bumerang etkisiyle şimdiyi meşrulaştırmak üzerine kuruludur. Kurucu şiddetin başarılı performansı, şiddetin mümkün olduğunca görünmez hale getirilmesine bağlıdır. Meşrulaştırma mitinin sorgulanıp sorgulanmayacağı ya da mutlu sonlanıp sonlanmayacağı sorusu geleceğe aittir.63 Walter Benjamin, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, (Çev. Ece Göztepe), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 26. 62 a.k., s. 30. 63 a.k., s. 131-132. 61 19 Kurucu iktidar geleneğinde hukuk, toplumsalı siyasal iktidar içinde eritmektedir. Tamamen egemen iradeye yönelik bir bağımlılık, hukuku totalitarizmin bir aracına dönüştürebilmektedir. Toplumun bütünleştirilmesi ve düzenlenmesi için siyasi iktidarın gücüne kazandırılan zorunluluk meşrulaştırılmaktadır. Bu durumda hukuk bir adalet, eşitlik ve özgürlük sorunu olmaktan çıkmakta ve bir hiyerarşi, birlik ve bütünlük sorunu haline gelmektedir. Hukuk, baştan itibaren eşitsiz ve tek taraflı bir seyir izlemektedir. Kurucu hukuk, siyasi iktidarın toplum üzerindeki itaat egemenliğini gizleyen bir konuma sürüklenmektedir. Hukukun üstünlüğü ise hukuku belirleyen siyasi iktidarın ve onun ideolojisinin üstünlüğü anlamına gelmektedir. Dolayısıyla hukuk, siyasi iktidar tarafından yorumlanan, uygulanan ve gerekirse siyasi iktidarın çıkarlarına göre değiştirilebilen bir zemine yerleşmektedir.64 Kurucu iktidar kısır döngüsü, yönetimi ve hukuk düzenini anayasal kılmak için bir araya gelenlerin anayasal olmaması noktasından başlamaktadır. Anayasa girişimi için hiçbir otoritenin olmaması, yasamadaki bu kısır döngüyü görünür hale getirmektedir. Aslında benzer bir manzara yasa yapımında görünmez; çünkü tüm yasaların kendi otoritelerini, cisimleştirilen üst norm üzerinden türettiklerini varsaymaktayız. Hem Fransız hem de Amerikan Devrimi aktörleri mutlakiyete duyulan ihtiyaç anını belirginleştiren bu tür bir sorunla karşı karşıya kalmışlardır.65 Kuruluş anında bulunan yetkilendirme sorunu, kurucu iktidarın kendisini zamanda bölerek hem ileri hem de geriye doğru esnemesine yol açmaktadır. Direk’in deyimiyle imza, imza atanı icat etmekte ve aslında imza atan, imza atma yetkisini kendisine ancak imzasının sonuna geldiğinde verebilmektedir. 66 Hukuk kurucu ve hukuk koruyucu şiddet arasındaki mesafeyi yöneten kanunlar, hukuku koruyan şiddetin, hukuk Meltem Dikmen Caniklioğlu, Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin Yayınları, Ankara, 2010, s. 215-218. 65 Arendt, a.g.k., s. 247. 66 Zeynep Direk, “Yasanın Kaynağı Üstüne”, Başkalık Deneyimi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 130-131. 64 20 kurucu şiddeti görünmez kılmasına neden olmaktadırlar. Modern devletin karşısına çıkan bir şiddet hareketinin bastırılması hukukun askıya alınmasına dayandığı anda, hukuk kurucu şiddetin gölgesi ortaya çıkmaktadır. Ancak bu aynı zamanda onun gücünü kaybetmesinin de başlangıcı olabilmektedir.67 Egemen, yasa dışı olarak yasayı yapar ve dışarıda kalan konumunu koruyarak bir düzen oluşturur. Bu anlamda egemen, yasa koyarak önünde durduğu eşikten içeri girmekte ve bunu yaparken de istisna halini yasal alana taşımaktadır.68 YASANIN GİZLİ YAŞAMI: İSTİSNA HALİ Kamu hukuku ile siyaset arasında sınırları belirsiz bir alan olarak görülen istisna hali, hukuk kuramcıları tarafından genelde fiili bir sorun olarak değerlendirilmiştir. Tanım güçlüğü, kavramın necessitas non habet legem (zorunluluğun yasası yoktur) ilkesi çerçevesinde ele alınmasını beraberinde getirmiştir.69 İstisna hali, yasal ve siyasal alanın kesişme noktasındaki muğlak ve değişken sınıra denk gelmektedir. Hukuk ile siyasetin bu tartışmalı noktası, kamu hukuku ve siyasal olgu arasında dengesizlik yaratmaktadır.70 Hükümdarın yaşayan yasa olması, onun yasanın yükümlülüğü altında olmadığı ve yasanın yaşamının onda bütünsel bir yasasızlıkla örtüştüğü anlamına gelebilir. Hükümdarın yasayla özdeşleştirilmesi, hükümdarın yasasızlığını ve bununla beraber onun hukuk düzeniyle temel bağını yerleştirmeye yönelik ilk girişimdir. Bu girişim, istisna halinin yasanın dışı ile içi arasında belirlediği bağın özgün biçimini ve Agamben açısından modern egemenlik kuramının ilk örneğini 67 Benjamin, a.g.m., s. 41. Tuğrul, a.g.k., s. 101. 69 Agamben, a.g.k., s. 7. 70 Giorgio Agamben, “Olağanüstü Hal”, (Çev. Ferit Burak Aydar), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 165. 68 21 oluşturmaktadır. Yasanın gizli ve daha gerçek yaşamı, istisnai halin kendisidir.71 Schmitt’e göre, istisna hali, egemenliğin hukuki tanımına son derece uygundur. İstisna hali hakkında verilen karar, “kelimenin tam anlamıyla bir karar”dır. Olağan durumda geçerli olan bir hukuk kuralı mutlak bir istisnayı içeremez. Bu nedenle gerçek bir istisna halinin var olup olmadığına dair bir karara temel oluşturamaz. Egemenliğin tanımı için geliştirilen soyut şemanın geçerli kabul edilip edilmemesinin teorik veya pratik açıdan bir farkı bulunmamaktadır. Burada tartışılan sadece somut uygulamadır; yani bir anlaşmazlık durumunda devletin çıkarının ve kamu düzeninin ne olduğuna kimin karar vereceğidir. Mevzu hukukta öngörülmeyen bir hal olarak istisna hali, son derece tehlikeli ve devletin varlığını tehdit eden bir durum şeklinde tanımlanabilir ama gerçeğe uygun tarif edilemez. Ancak bu durum egemenliğin öznesine ilişkin soruyu güncel kılar. İstisna halinin ne zaman söz konusu olduğunun kesin olarak belirlenmesi veya bu tür bir durumda nelerin ortaya çıkabileceğinin içerik açısından tek tek sayılması mümkün değildir. Acil durumun bertaraf edilmesi için içeriğin sınırlandırılmaması gerekmektedir. Dolayısıyla istisna halinde, hukuk devletine uygun bir yetkiye yer yoktur. Anayasa, istisna halinde kimin müdahaleye yetkili olduğunu belirtebilir ki yapabileceği de en fazla budur. Bu eylem denetime tabi değilse ve farklı organlar arasında paylaştırılmamışsa egemenin kim olduğu kesin biçimde ortaya çıkar. Egemen, hem bir istisna halinin olup olmadığına hem de bunu bertaraf etmek için ne yapılması gerektiğine karar verendir. Egemen, olağan durumda geçerli olan hukuk düzeninin dışında olmakla birlikte yine de bu düzene aittir; çünkü anayasanın askıya alınmasına karar vermeye yetkilidir. Bundan sonrası, yani istisna halinin ortadan kaldırılıp kaldırılmayacağı artık hukuksal bir sorun değildir.72 71 Agamben, a.g.k., s. 94-95. Carl Schmitt, Siyasi İlahiyat, (Çev.Emre Zeybekoğlu), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2002, s. 13-15. 72 22 Schmitt’in sürekli yakındığı Weimar Cumhuriyeti içinde istisna haline karar verecek bir otoritenin yokluğu, Nazi rejiminin bizzat kendisini istisna hali olarak tarih sahnesine itmiştir.73 Weimar Anayasası’nın temel hak ve özgürlükleri koruyan maddelerini askıya alan 1933 tarihli Halkın ve Devletin Korunması Kararnamesi, Üçüncü Reich’ı on iki yıl süren bir istisna hali dönemi haline getirmişti. Nazi Almanyası’ndaki bu tabloyu hatırlatan Agamben, kasıtlı biçimde istisna hali yaratılmasının modern devletlerin en önemli önlemlerinden biri olduğunu belirtmektedir.74 Weimar Anayasası, liberal demokratik düzeni hedeflemiş olsa da, Almanya’da bu tür bir politik zemin mevcut değildi. Düzenleyici bir devlet iktidarının genişliğine dair düşünsel gerekçeyi, bu bölgeye “istisna hali” olarak inşa eden Schmitt, hukuki sınırları da kaldırmış oldu. İstisna halinin hukuki kapsamı ve süresi gibi sorunlu konular tartışma alanından çıkarılmıştır. Önemli olan devletin “karar” vermesidir; bu nedenle siyasi bir karar alanı olarak ilan edilen istisna hali hukuki değerlendirmeye kapatılmıştır.75 Schmitt’in yaklaşımında, istisna haline dair yetkiler tanımlansa bile, egemenliğe dair sorun ortadan kalkmamaktadır. Günlük hayatın sıradan sorunları ile meşgul olan hukuk, pratikte egemenlik kavramına ilgi duymamaktadır. Hukuk açısından normal olan, tanımlanabilir olandır; bunun dışında kalan her şey “rahatsız edici” bir şekle bürünecektir. Hukuk, istisna halini ise daha da şaşkınlıkla karşılayacaktır; çünkü her sıra dışı yetki veya acil durum tedbiri istisna hali sayılmaz. İstisna halinden bahsedebilmemiz için prensip olarak sınırsız yetkinin söz konusu olması gerekir. Bu durumda mevcut hukuk düzeninin tümüyle askıya alınması karşımıza çıkar. Yani hukuk geri adım atarken, devlet baki kalacaktır. İstisna hali, kaostan farklı bir şey olduğu için, hukuk düzeni değil ama hukuki anlamda bir düzen hâlâ Dikmen Caniklioğlu, a.g.k., s. 192. Agamben, a.g.m., s. 166. 75 Mehmet Tevfik Özcan, Modern Toplum ve Hukuk Devleti, 12 Levha Yayınları, İstanbul, 2008, s.241-242. 73 74 23 mevcuttur. Devletin varlığı, hukuki normun geçerliliği karşısında tartışmasız üstünlüğünü kanıtlamaktadır. Karar, kendini tüm normatif bağlardan kurtarır ve gerçek anlamda mutlak hale gelir. Kısaca, istisna halinde devlet kendini koruma hakkına dayanarak hukuku rafa kaldırmaktadır.76 Schmitt açısından tüm mesele, yasallık perdesinin düzenin düşmanları tarafından taktik bir araç olarak kullanılmasıdır. Hukuk düzeninin de yasallık ilkesine bundan daha fazla değer vermesi anlamsızdır.77 Agamben, istisna halinin yarattığı basınca Roma Hukuku’ndaki iustitium kavramını örnek vermektedir. Bu kavram, Roma Senatosu’nun devletin güvenliğini sağlamak adına aldığı bir önlem olarak olağanüstü halin ilanına karşılık gelmektedir. Dilbilgisi açısından kavram, yasanın durma noktasını ifade etmektedir. Buna göre, hukuki bir boşluk alanı, yani ius’tan mahrum alan yaratılmaktadır. Güneşin durması kadar olağanüstü bu durum, yasal kurum olarak olağanüstü halin paradoksal statüsünü ortaya çıkarmaktadır. Aslında hukuki boşluk terimi yanıltıcı olacaktır; çünkü mevcut yorumlar, bu yapıyı ya tüm yasal kurumların ilga edildiği bir kuralsızlık ya da yasayla gerçeğin buluştuğu bir alan olarak kavramaktadırlar. O halde Agamben, şu soruyu sormaktadır: Iustitium sırasında işlenen edimlerin niteliği nedir? Burada yasama, yürütme ve ihlal arasındaki geleneksel ayrım aşılmaktadır. Yasalar ne uygulanmakta ne de ihlal edilmektedir. Bu bir “yasayı icra etmeme” sürecidir. İstisna hali, bir diktatörlük değil, yasaların olmadığı bir alandır. Yazara göre, Nazi rejimini nitelendiren ve bu kadar tehlikeli bir modele dönüştüren şey, bir yandan Weimar Anayasası’nın varlığını sürdürmesine izin vermesi, diğer yandan genelleşmiş bir istisna halinin desteği ile bununla yan yana var olan ikincil ve yasal açıdan resmileştirilmemiş bir yapıyı çoğaltmasıdır.78 Olağanüstü bir devlet rejiminde hukukun siyasal işleyişini daha farklı tasvir eden Poulantzas, olağanüstü devleti niteleyen 76 Schmitt, a.g.k., s. 19. Sancar, a.g.k., s. 94. 78 Agamben, a.g.m., s. 168-171. 77 24 şeyin kuralların çiğnenmesi olmadığını, ama devletin kendi işleyiş “kuralları”nı koyması olduğunu belirtmektedir. Hukuk kurallarının işlemediği noktada keyfiliğe sürüklenen yönetim, iktidar bloku içinde güçler dengesinin yeniden düzenlenmesi açısından siyasi kriz anında hareket serbestisi kazanmaktadır.79 Hukuki sınırların görünmez olması, devletin müdahale sahasını da genişletmektedir. Mevcut hareketli çerçeve içinde her şey, bu silik hukuki dokunun yüzeyine temas edebilmektedir. Belirleyici olan nokta ise, teknik olarak yasanın gücü kavramının yasaya değil, ama yürütme gücünün yapacağı hukuki düzenlemelere gönderme yapmasıdır. Biçimsel olarak yasa olmayan kararnameler “yasanın gücü”ne sahip olurlar. Bu anlamda istisna hali, yasama ve yürütme gücünün birbirine karışmasından çok, yasanın gücünün yasadan soyutlanmasıdır. İstisna hali, yasanın yürürlükte olduğu ama uygulanmadığı; diğer yandan yasa değeri olmayan kararların yasa “gücü”nü edindikleri bir yasa halini tanımlamaktadır. Yasasızlık alanında sürüklenen bu kavram, mistik bir hale bürünmekte ve kendi yasasızlığını bünyesine katmaya çalışan bir kurmacaya dönüşmektedir.80 Agamben’e göre, yazılı hukukun karşısına yazılı olmayan yasalar koyan Antigone’nin iradesi burada tersine çevrilmekte ve kurulu düzenin savunusu adına geçerli kılınmaktadır. Fiil ile hukukun ayırt edilemez hale geldiği belirsiz bir bölgeye vardığımızda, zorunluluğu tanımlamaya yönelik her girişimin başarısız olmasına neden olan açmaz ortaya çıkmaktadır. Hukuk düzeninin yok olma tehdidi altında olduğu ileri sürülüyorsa, mevcut düzenin korunması gerektiği üzerinde görüş birliği olmalıdır. Hukuki kurumların ortadan kaldırılmasını ve yeni ihtiyaçlara bağlı olarak yeni normların geçerli olmasını ilan edenlerin de mevcut düzenin yıkılması konusunda yine görüş birliği içinde olması beklenmektedir. Her iki durumda da ahlaki ve siyasi bir değerlendirme yapılacaktır. Zorunluluğun hakkında Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, (Çev. Ahmet İnsel), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004, s. 375. 80 Agamben, a.g.k., s. 54-55. 79 25 karar verdiği şey de aslında fiili ve hukuki konumu açısından belirlenemez durumdadır.81 Derrida’nın ifadesiyle, hukuku, hukukun içinden tehdit eden şiddet kullanma hakkına sahip olan devleti, suç tedirgin etmemektedir. Mafya veya uyuşturucu trafiği gibi büyük ölçekte bir suç organizasyonu olsa bile, nihayetinde tikel çıkarlar için ihlal edilmektedir yasa. Devletin asıl korktuğu şey kurucu şiddettir. Hukuk ilişkilerini meşrulaştırmaya veya dönüştürmeye muktedir bir şiddet, kendisini hukuk kurmaya hakkı olan bir şiddet biçiminde sunmaya başlamaktadır. Hukuku tehdit eden şey zaten hukuka, yani hukukun kaynağına aittir. 82 Hukukun askıya alınma anı, hukukun içinde hukuk-olmayanın göstergesi olarak aslında hukukun da tarihidir. Hukukun kuruluşunun boşlukta asılı kaldığı an, verilecek hiçbir hesabın olmadığı andır.83 Hukuk düzeni çerçevesi içinde norm ve karar karşı karşıya gelmektedir. Bir süre hukuki değerlendirmenin erişim alanında kalan karar, çerçevenin dışına çıkarak normu imha etmektedir. Egemen, “normal” bir durum yaratmalıdır ki, bu durumun gerçekten sürdürülüp sürdürülmeyeceğine “karar” verilsin. Devlet egemenliğinin özü, onun “hukuken zor kullanma” değil ama “karar verme” tekelinde yatar. Karar, hukuki normdan ayrılır ve işin en ilginç yanı otorite, karar vermek için haklı olmak gerekmediğini kanıtlar.84 Kamu hukukunun sınırları burada sona erer ve artık biz, bilinmeyen topraklara açılırız. 81 a.k., s. 41-44. Jacques Derrida, “Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli”, (Çev. Zeynep Direk), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 93. 83 Derrida, a.g.m., s. 95. 84 Schmitt, a.g.k., s. 20. 82 26 SCHMİTT TUZAĞI Schmitt, fiili en üstün güç ile hukuki en üstün güç arasındaki ilişkiyi egemenlik kavramının temel sorunu olarak işaret eder. Normal durum hiçbir şeyi ispatlamaz; ama istisna halinde alınan kararlar belirleyicidir. Schmitt’in ünlü formülü burada karşımıza çıkar: İstisnai hale karar veren egemendir. Yasa askıya alınsa bile hukuk düzenine yapılan gönderme, hukukun istisna sayesinde yaşamaya devam ettiği görüntüsünü yaratır. Yasa ile kendini sınırlamayarak karar veren egemen, devletin varlığının tehdit altında olup olmadığına da karar verendir. Aslında yasa, özünde bir güç kullanımı olduğu için, “yasanın gücü” askıya alındığında, yani sıfır noktasında boş bir alan belirmektedir. Paradoksal olarak yasama gücü gerçekte yürütmenin gücünün içine yerleşmekte ya da yasadan daha üstün “karar”lar alınabilmektedir. İstisna halinin hukuk dışı niteliğini hukuk içine alma kararını veren egemen merci, bu kez hukuksal boşluğu dolduran kurucu iktidar gücünün gölgesine çekilmektedir. Bu perspektif içinde devleti korumak için gerçekleştirilen eylemlerin hukuki sonuçlarını belirlemek güçleşmektedir. Şiddeti yok etme vaadi, şiddeti yeniden kurmaktadır. Modern iktidarlar, koruyucu şiddetlerini göstermeden daha derin ve gizli yollarla düzeni devam ettirmektedirler. Söz konusu yöntem, kime hesap vereceği belirsiz bir iktidarı ortaya çıkarmaktadır.85 Bloch’un yaklaşımına göre, tüm bu manzarayı, anayasal devletin kendi edimleri, yani keyfiliğe karşı yazılı kurumsal öfkesi nedeniyle zor duruma düştüğü anlardan biri olarak seyredebiliriz. Devletin hukuken yarattığı bu vakumlu alan, pozitif hukukun bir egemenlik tekniği olduğu düşüncesine dayanmaktadır. İşin ilginç yanı, bu hukukun kurumsal tekniği de Machiavelli tarafından tasarlanmıştır. Faşizm ise mevcut tekniği en uç noktaya taşıyarak, pozitif hukuku sadece iktidar temelinden ele almıştır. Pozitif hukukun öne çıkarıldığı ya da terk edildiği bir iktidar muhasebesinde, “boş hukuki alan” istisna hali ya da diktatörlük dönemlerinde görünür olmuş ve Schmitt’in en bilinen 85 Tuğrul, a.g.k., s. 96-99. 27 mitten arındırma sahasına ulaşılmıştır. Bloch’a göre bu, kanlı bir kurnazlıktır; çünkü Medusa gibi sadistçe bizi baştan çıkaran ve taşlaştıran Schmitt, faşist farsa meşruiyet kazandırmak uğruna liberal hukuk fetişini ve romantik devlet teolojisini yok etmektedir.86Aslında biz bu hukuki kasisi “Schmitt tuzağı” olarak değerlendirebiliriz. Pozitif hukuka olan yaygın güvensizlikle beslenen bu tuzak, hukuka olan derin kuşkuculuğu zıddına dönüştürmüştür. Yasaların güçlülerin emrinde olduğuna dair inancı kullanan bu görüş, yasayı koyan güç sahiplerinin açık bir diktatörlük biçiminde iktidara gelmelerine olanak sağlamaktadır. Agamben’e göre, Schmitt’in egemenlik kuramı, Benjamin’in şiddet eleştirisine yanıt olarak okunmalıdır. Benjamin açısından ezilenlerin tarihi, olağanüstü halin bir istisna değil kural olduğunu göstermektedir. İstisna halinin norm haline gelmesi, Schmitt’in ona biçtiği görevin de artık yerine getirilemediğini ortaya çıkarmaktadır. Yasal düzenin işlemesi, uygulanması geçici olarak askıya alınan normu uygulanabilir kılmayı amaçlayan istisna haline dayanmaktadır. Ancak istisna, kural haline geldiğinde, bu düzen işleyemez ve Schmitt’in kuramı da yerle bir olur. Artık kural ile kural olmayanı ayırt edemediğimiz bir istisna hali içinde yaşamaya başlarız. İstisna halini yasaya bağlayan kurgusal bağ yok olur ve saf şiddetin egemen olduğu bir kuralsızlık alanı ortaya çıkar.87 Bu durumda istisna hali, normatif bir boşluğa karşılık vermemekte; aksine normun varlığını kurtarmak adına hukuk düzeninde kurmaca bir boşluk açılması anlamına gelmektedir. İstisna hali, uygulamayı olanaklı kılmak için normu uygulamadan ayırır ve hukuka bir yasasızlık bölgesi sokar. Bu hukuki gerilim bölgesi, norm ve uygulama arasındaki karşıtlığın en çok açığa çıktığı alandır.88 Ernst Bloch, “Marksizm ve Hukuk” , (Çev. Serhat Öztopbaş), Defter, Sayı: 40, Yaz 2000, s. 120-121. 87 Agamben, a.g.m., s. 172-173. 88 Agamben, a.g.k., s. 52. 86 28 DEVLETİN İKİ BEDENİ Fraenkel, “ikili devlet” kavramıyla devlet içinde iki ayrı hat çizer: Devletin kanunlarda ifadesini bulan yasal düzeni, yani Normatif Devlet (hukuk devleti) ve yürütme gücünün yasal denetime tabi olmayan keyfi uygulamalarına sahne olan ya da şiddete başvurduğu İmtiyaz Devleti. İmtiyaz Devleti bir diktatörlük olarak hareket etmektedir. Nasyonal sosyalizmi imtiyaz mantığı üzerinden okumak kolaydır; çünkü Nazi rejiminin en önemli özelliği imtiyaz uygulaması altında hukukun egemenliğine son vermesidir. Ancak orada hukuk devleti de varlığını sürdürmüştür. Yazara göre, kapitalist sistemin yasal temelleri korunmuş ve hukukun üstünlüğü özel mülkiyet ilişkilerinin hukuki çerçevesi olmaya devam etmiştir. Özel hukukun rasyonelliği korunduğu sürece sermaye, keyfi bir iktidarı kabul edecek ve diğer irrasyonelliğe kendini uyarlayacaktır. İkili devlet, bu zemin üzerinde yükselmektedir ve hukuk devleti ile imtiyaz devletinin koşut varlığına dayanmaktadır.89 Neocleous ise, ikili devlet görüşünün liberal demokrasi için de geçerli olduğunu düşünmektedir. Hukuk devletinin arka planında daima gizli bir çekince bulunmaktadır: Siyasi çıkarın gözetilmesi. Hukukun egemenliği ile imtiyaz arasında tehlikeli bir gerilim bulunmaktadır. İmtiyaz Devleti ile Normatif Devlet karşılıklı bağımlılık içinde bir bütün oluşturlar. Fraenkel’ göre, imtiyaz yetkisinden vazgeçilmesi, hukuk devleti içinde bile söz konusu değildir.90 Hukukun egemenliği ile imtiyaz, “normal siyaset” ile “istisnai siyaset” ya da “olağan düzen” ile “olağanüstü hal” arasındaki gerilimi kontrol altında tutar. İstisnai boyut diktatörlüğe uzanmaya çalışırken, liberalizm hukukun üstünlüğünde ısrar ederek devlet aklıyla arasına mesafe koymaya çalışır. Bu mesafe kapandığında, yani istisna halinde, imtiyaz devletinin tüm olanaklarından yararlandığını liberal devlet de fark etmiştir. Düzenin restorasyonu için kullanılan araçlar ve anayasal Aktaran Mark Neocleous, Güvenliğin Eleştirisi, (Çev. Tonguç Ok), Nota Bene Yayınları, Ankara, 2014, s. 58. 90 a.k., s. 59. 89 29 sınırların ihlali, “istisna hali”nin koşulları olarak imtiyazın haklı gösterildiği bir savaş alanı açmıştır.91 Schmitt, liberal devletin olağanüstü durumları görmezden geldiği ve istisna hali hakkında karar alamayıp, sadece tartışmakla yetindiğini düşünmektedir. Ancak Neocleous’a göre, bu görüş gerçekçi bir nitelik taşımamakta ve hatta liberalizmin doğru kavranmasını engellemektedir. Zira olağanüstü yetkilerin meşrulaştırılması ve anayasal temele oturtulması, liberalizmin modern devlete bir armağanıdır. Yakın tarihin herhangi bir kesiti bile, insanlığın önemli bir bölümünün olağanüstü hal yönetimi altında yaşadığını göstermektedir.92 Hükümetler, faaliyetlerinin hukuk dışı bir yürütme gücü olarak görünmesindense, yasallık örtüsü altında kalmasını tercih ederler. Ayrıca istisna hali adı altında hayata geçirilen herhangi bir uygulamanın yasal mı yoksa yasa dışı mı olduğu tartışılırken, bu durumun siyasi zorunluluk dünyasının sınırları içinde kaldığı hatırlanmalıdır. Soylu bir retorik karşımıza çıksa da, hukukun askıya alınmasından ziyade, hukuk aracılığıyla meşrulaştırılan önlemler gündeme taşınmaktadır.93 Kaldı ki istisna hali tablosu, egemenlerin kararlarının denetlenmediği anlamına gelmemekte ve uygulamalar, yargı kararlarıyla hukuki olarak arınmaktadır. Aksi yönde bir anayasanın normlar hiyerarşisinin zirvesine tırmanma şansı yoktur. KURULUŞ DEVLETİ ANININ GÖLGESİ ALTINDA HUKUK Almanya’da gecikmiş bir burjuva devrimi girişimi olarak 1848-49 hareketinin yenilgiye uğraması, burjuvazinin topluma yön verme iradesini kırmıştır. Siyasal egemenliği ele geçirme imkânını kaybeden Alman burjuvazisi, çare olarak devletin iktidar araçlarını hukukla bağlamayı görmüştür. Hukuk devleti 91 a.k., s. 59. a.k.,, s. 88. 93 a.k.,, s. 104. 92 30 kavramı, Alman burjuvazisinin elinde aşağıdan bir dönüşüm gerçekleştirememiş olmanın yarattığı engelle birlikte, iktidarı hukuk yardımıyla kontrol etmeyi sağlayan bir araç işlevine dönüşmüştür. Bu nedenle hukuk devleti anlayışı otoriter devletle bağını tam anlamıyla kesememiştir. Hukuk devleti kavramı, otoriterlik ve bürokratizmin unsurlarını içererek şekillenmiştir ki bu da devlet dışı alanlardan çok devletle bağlantılı kalmak demektir.94 Hukuk devletinin en yıkıcı çelişkileri arasında, mükemmeliyetçiliğinin sonuçlarından biri olarak devletin kendi ilkelerini çiğnediği zamanı bile kurala bağlamasını sayabiliriz. Hukuk devleti iktidarın ellerini bağlamak amacıyla ortaya çıkmış olduğu halde, kurallara uygun biçimde onları yeniden çözmüştür.95 Schmitt, şekli bir hukuk devletinin her türlü siyasi rejimin ideolojisi çerçevesinde kullanılabileceğini iddia etmiştir. Bu doğrultuda nasyonal sosyalist devlet de hukuk devleti sıfatına sahip olabilir; çünkü Nazi rejiminde yasalar kesinlikle geçerli, yargıçlar bağımsız ve bireylerin haklarına dair koruma vardır. Güçlü bir devlet, liberal zayıf bir devlete oranla hukuk devletinin şekli unsurlarını daha iyi karşılar. Ancak Schmitt’in öne sürdüğü biçimde, şekli bir hukuk devletinin her türlü içerikle bir arada olabileceğine dair kuramsal yaklaşım, Nazi rejiminin uygulamaları ile kısa sürede uyumsuzluk göstermiştir. Etkin bir yönetim adına yasaları yapan devletin kendi yasalarına uyması kendi çıkarınaysa, Nazi rejimi bu çizgiden çok uzaklaşmıştır. Nazi rejiminin hukuki güvenliğin temel şartlarına uymamasının nedeni, hukuki şeklin getirdiği tüm sınırları ihlal ederek kanunilik ilkesinin getirdiği asgari güvenceyi ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla egemen sınıf çıkarlarına dayanan otoriter bir yönetim kısa sürede inşa edilmiştir. Başta Neumann olmak üzere, birçok Mithat Sancar, “Anayasal Demokrasi: Demokrasinin Sınırı Mı Güvencesi Mi?”, Demokrasi ve Yargı, (Ed. Ozan Ergül), Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara, 2005, s. 54-55. 95 Miguel Abensour, Devlete Karşı Demokrasi, (Çev. Zeynep Gambetti-Nami Başer), Epos Yayınları, Ankara, 2002, s. 151. 94 31 yazarın hukuk devletinin şekli özelliklerine anlam yüklemesinin öne çıkan gerekçesi budur.96 Hukuk devleti ile devlet aklı arasında bir çatışma bulunmadığını savunanlara göre, hukuk devleti öncelikle bir devletin varlığını ön şart haline getirir. Bu tür bir devletin anayasası da, devletin varlık ve bekasına dayandığı ölçüde anlam kazanmaktadır. Her anayasa temelini bir devletin varlığında bulmaktadır. Devlet ve anayasa birbirine muhtaçtır. Anayasa, devleti yok etmek için değil, örgütlemek için vardır. Kendi örgütlediği bir devletin bekasını göz ardı eden bir anayasa, kendi varlığını da tehlikeye atar. O halde kendini korumak istiyorsa önce devleti güvence altına almalıdır. Sancar’ın deyimiyle “devlet aklı” ile “hukuk devleti” arasındaki bu izdivaç, klasik devlet aklı doktrininden farklı bir yapının ortaya çıktığına dair bir savunmadır. Bu birlikteliğin hukuk devletinin niteliklerini ortadan kaldırmadığını düşünenler, artık belli bir form içinde ve ilkelere dayanan bir devlet aklının belirleyici olduğunu öne sürmektedirler. Yani bu formül “hukuk devleti aklı”dır. Hukuk devletinin anayasası, devlet aklının içeriğini de belirlemektedir. Ancak devlet aklı, hukuk devletinin meşruiyet çerçevesi dışında kalan uygulamaların yine referansı olmaktadır. Devletin bekası için alınacak hukuki ya da hukuk dışı tedbirler, düzenle sorunu olanları hedeflemektedir. Amaç ise hukuk devletini korumaktır97. Kısaca hukuk devleti, meşruiyet kaynağı olarak gösterdiği niteliklerini korumak için, o niteliklerini askıya alabilecektir. Hukuk devleti tarihi, devlet aklı doktrinini gizli ya da açık olarak içermektedir. Muhalefetin güçsüz ve sistemin kendinden emin olduğu dönemlerde hukuk devleti bir adım öne çıkmakta ve devlet aklı geride kalmaktadır. Sistemi tedirgin edecek boyutta bir muhalefet belirdiği ya da “kriz” olgusunun yaşandığı dönemlerde ise devlet aklı farklı yöntemlerle devreye girmektedir. Sancar, bu yöntemleri üç grupta özetlemektedir. Bir kısmı yasallık çerçevesinde hukuk devletinin maddi içeriğinde yer alan temel hak ve özgürlükleri değişik ölçülerde etkisiz ya da 96 97 Berke Özenç, Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 241-245. Sancar, a.g.k., 55-57. 32 geçersiz kılma amacını taşımaktadır. Olağan dönemlerde bile kamu düzeni, milli güvenlik, genel asayiş, kamu yararı ve benzeri kavramlarla kamu özgürlüklerinin sınırlanması söz konusu olmaktadır. Yargı güvencesindeki gerileme ve insan haklarından uzaklaşılmasından kaynaklanan meşruiyet boşluğu devlet aklı ile doldurulmak istenmektedir.98 Devlet aklı yöntemlerinin ikinci grubunda, yasallık sınırının muğlaklaştığı ya da aşıldığı uygulamalar öne çıkmaktadır. Olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş halini de kapsayacak bir şekilde “olağanüstü rejimler”, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasını, askıya alınmasını ve yürütme organının yetkilerinin norm koymayı da içerek biçimde genişlemesini beraberinde getirmektedir. Ancak bu tür önlemlerin anayasalarda yer alması nedeniyle yine de geniş anlamda bir yasallık çerçevesi karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bunlara ilave olarak yargı denetiminin gevşetilmesi, hatta kimi zaman kaldırılması söz konusu olabilmektedir.99 Üçüncü grupta yer alan yöntemlerde ise artık geriye ne yasallık ne de insan hakları kalmaktadır. Burada salt “devlet aklı” egemendir. Devletin resmi kuvvetlerinin yaptığı “yasadışı” uygulamalar ile devlete bağlı olan fakat yasal statüsü ve resmi kaydı olmayan faaliyetler devreye girmektedir. Hukuk devletine ait bütün ilkeler bu kör noktada imha edilmektedir.100 Burjuva egemenliği, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” adına kurulmuş olmasına rağmen, bu tür değerler, bir tahakküm sistemini meşrulaştırmaya elverişli değillerdir. Sancar’a göre, burjuva devletinin, her kriz karşısında öncelikle kendi meşruluk temeline saldırmasının asıl nedenlerinden biri de budur. Sözü edilen değerler tahakkümün meşrulaştırılmasına değil, ancak çözülmesine yardımcı olurlar. Tahakkümü gizleme işlevine yaradıkları sürece bunlardan vazgeçilmesi anlamsızdır.101 Ancak 98 a.k., 57-58. a.k., s.58. 100 a.k., s.59. 101 a.k., s. 63-64. 99 33 tahakküm çıplak bir güç olarak insanların karşısına çıktığında ve egemenle yüz yüze kaldığımızda bu değerler sadece tehdit haline gelirler. Egemenin onları kendi meşruluğu için sırtında taşımasına gerek kalmamıştır ve hukuk devletinin dekoru kaldırılacaktır. VE YASA HALKI TERK EDİYOR: TEMEL NORM Hukuka aykırı bir devlet faaliyeti, ne zaman devlet görevlisinin sadece kendisini sorumlu kılacaktır? Ya da bu faaliyet ne zaman devleti bağlayacaktır? Devletin hukuka aykırı faaliyetinin olamayacağını savunan bir kuram, sorumluluk çerçevesine sadece kamu görevlisini özne olarak kurar ve devleti hesap verilebilir yargılama alanından kaçırır. Bu tür bir kuram, köklerini Roma Hukukuna uzatmakta ve mandatum ilkesine dayanmaktadır. Egemenlik hakkı imperium, hukuk dışı bir alan olarak görüldüğünden, Roma’da kavramsal bir sorumluluk alanı gelişmemiştir. Roma Devleti ile görevlileri arasında bir vekâlet ilişkisi olduğu kabul edilmekteydi. Bu durumda vekilin hukuka aykırı faaliyetleri salt onun sorumluluğunu doğurmaktaydı. Hukuka aykırı davranan memur, devleti değil kendisini temsil etmektedir. Devlet, bu formülle kusur ve hatadan muaf tutulmuş ve sorumluluk felsefesi özel hukuk alanında inşa edilmiştir. Monarşik devlet anlayışında da hükümdar ve devlet özdeş kılındığından, memurun kusuru hükümdar iradesinin uzağına sürülmüştür.102 Modern devleti anlamak, doğal hukukla pozitif hukuk arasındaki kesin ayrılığı anlamaktır bir bakıma.103 Ulus-devletin meşruiyet argümanı olarak egemenlik kavramını temellendiren doğal hukuk, aynı zamanda geleneksel doğal hukuk anlayışının dinsel temalarını da “toplum sözleşmesi” kuramıyla ortadan kaldırmıştır. Devlet ile toplumu ayıran bu anlamda doğal hukuktur. Ancak kapitalizmin hukuki güvenlik ve kesinlik Cüneyt Ozansoy, “Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine”, Birikim, Sayı: 119, Mart 1999, s. 53. 103 Akal, a.g.k., s. 94. 102 34 talebine yanıt veremeyen doğal hukuk yerine yeni bir hukuk kuramına ihtiyaç duyulmuştur. İstikrar ve güçlü devlet beklentisi, hukuki pozitivizmin kuramsal desteğiyle karşılanmıştır. Hukuki pozitivizm ise devlet ve hukuku özdeşleştirerek toplumu yine dışarıda bırakmıştır.104 Hukuki pozitivizm, politik iradeyi etkin hale getirmektedir. Hukuk devletinin etik kaygılardan kurtulması, hukuki pozitivizmin politik eğilimini de yürütmenin güçlendirilmesi yönüne kaydırmıştır. Farklı dünya görüşleri ile parçalanan çoğulcu topluma ve bu parçalanmanın ürünü olan siyasi partiler ile parlamentoya karşı duyulan güvensizlik burada öne çıkmaktadır.105 Kelsen, devleti “hukuk devleti” olarak meşrulaştırma çabasının bir doğal hukuk önyargısı olduğunu düşünmektedir. Her devlet, bir hukuk düzeni olduğu için zaten zorunlu olarak hukuk devletidir. Bu durum siyasi bir değer içermemektedir. Demokrasi ve hukuk güvenliği taleplerini karşılayan devletlerin hukuk devleti olarak değerlendirilmesi, sadece bu tür zorlayıcı düzenlerin gerçek hukuki düzenler olarak görüleceği varsayımına yol açar. Tutarlı bir hukuki pozitivizm ise, devlet gibi hukuku da bir insani davranış zorlayıcı düzeni olarak tanımlar ve bu tanım düzenin ahlak ya da adalet değerine dair bir şey içermez. Devlethukuk ikilemi özdeşlik üzerinden aşıldığı için, devletin hukuk dışında farklı bir düzlemde anlaşılması mümkün değildir.106 Devleti pozitivizmin rayına yerleştiren Kelsen’in teşhisinde, devletin hukuka aykırı davranma olanağı bulunmamaktadır. Devlet ve hukuk özdeşleştiği için, devlet normatif bir tasarım haline gelmektedir. Devlet, hukukun asli Bkz. Jale Karakaş, M. Hardt ve A. Negri’nin Görüşlerinden Hareketle Günümüzdeki Devlet ve Hukuk Anlayışına Eleştirel Bir Bakış, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2009. 105 Bünyamin Bezci, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2006, s. 26-27. 106 Hans Kelsen, “Saf Hukuk Kuramı: Devlet ve Hukuk Özdeşliği”, (Çev. Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 456. 104 35 sahibi olduğu için sorunun çözümü de basitleşmekte ve devlet kavramı Tanrı kavramıyla karşılaştırılmaktadır. Devletin hukuka aykırı davranması, Tanrı’nın günah işlemesi kadar imkânsızdır. Bu nedenle hukuka aykırı bir faaliyet, devlet iradesinin dışında kalmaktadır. Devlet ve kamu gücü tartışılmaz ya da sorgulanamaz bir konuma taşınmaktadır.107 Kelsen, hukuk düzeninin oluşum anına gönderme yapmaktadır. Herhangi bir kurucu iktidar, kuramsal olarak her zaman anayasal normlardan kaçınabilir.108 Bodin’den Austin’e kadar uzanan yolda egemenlik kavramının hukukun inceleme alanı dışına çıkarılması, yeni durağında Kelsen’in de “temel norm” kavramının başlangıcı olacaktır. Yetkin’e göre temel norm, her tür fili güce meşruluk tanımakta ve zorba yönetimlerle toplumcu yönetimleri aynı çerçeveye almaktadır. Bir diktatörün iradesi temel normu oluşturduğu zaman, bütün hukuk sisteminin geçerliliği bu iradeden kaynaklanmaktadır. Aslında Kelsen açısından devlet gücünün sınırlandırılması da bizi doğrudan ilgilendirecek bir konu değildir. Bu, politik bir sorundur ve hukuk-devlet özdeşliği, sınırlandırmayı anlamsız kılmaktadır.109 Hukuku yaratan egemen gücün hukukla sınırlı olamayacağı düşüncesi, hukuku sadece devletin zor kullanarak düzenlemek istediği alanların hukuki kalıbını hazırlamakla görevlendirmektedir. Devlete bu düzenlemeyi sağladığı için, var olan bir hukuk normu açısından önemli olan yetkili organlarca çıkarılması ve biçimsel koşullara uygunluğudur. Bir devlet iradesi olarak “kutsal kanun”, herhangi bir toplumsal değere yaslanmasa bile, bir hukuk normu her türlü emri sindirebilecek bir anlama kavuşmuştur. Hukuki pozitivizm, devlet gücünü elinde bulunduranların hukuki emirlerinin adalete uygun olup olmadığı ile ilgilenmeye tenezzül etmemektedir. Güçlenen bir devlet için 107 Ozansoy, a.g.m., s. 54. Philippe Braud, “Devlet: Hukuki Öğretinin İkilemleri”, (Çev. Gülçin Balamir Coşkun), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 376. 109 Çetin Yetkin, Kaba Kuvvet Felsefesi, Toplum Yayınevi, Ankara, 1969, s. 111-112. 108 36 adalet veya özgürlük gibi kavramlara ihtiyaç kalmamaktadır.110 Norm kültü, usulca yerini devlet kültüne bırakmaktadır.111 Kelsen’in hukuk düzenini kendisiyle temellendirmesi, Chevallier’in ifadesiyle bir varsayıma dayanmaktadır. Farklı yerlerde ortaya çıkan ve devletin aracılığından kısmen kurtulan hukuk normları, devleti çevreler ve devlete kısa devre yaptırır.112 Hukuk düzeninin kapıları kendi üzerine kilitlemesi, hukuki çıkışı da kapamaktadır. Kelsen’in politik olanı hukuki çerçeveye yerleştirmesi, hukuki pozitivizmi Devlet’i olmayan bir devlet teorisi haline getirmektedir. Otorite sahibi olan egemeni yok sayan Kelsen, “temel normu” da bu alandan uzak tutmaktadır. Kendi yetkisini yine bir norma bağlı olarak alan otorite, temel normu belirleyememektedir. Schmitt’in penceresinden bakıldığında, Kelsen’in kurduğu bu yapı, egemenin otoritesine ve istisna haline mekân bırakmamaktadır. Temel norm tarafından belirlenen bir hukuki düzen olarak devlet, hukuki düzenin yaratıcısı ya da kaynağı değildir.113 “Karar”, hukuki pozitivistlerin “burada hukuk sona erer” dedikleri yerde hukukun sona ermediğini göstermiştir.114 Herhangi bir norm ve gerçeklik arasında görülebilecek gerilim, devlet ve hukuk arasında daha da artmaktadır. Norm “hukuk”, gerçeklik olan “devlet”e karşılık gelmemektedir; çünkü hukukun idesi de devlet idesi ile özdeş değildir. Devlet amaçları yanında hukuk, somut bir devlet amacıyla çatışabilecek bir ideye, hukuk güvenliğine ya da adalete daha yakındır. Devlet, adaleti ve hukuk güvenliğini amaçları arasına alsa da, bunları “devlet aklı”na feda etmeye hazırdır.115 110 a.k., s. 92-93. Jacques Chevallier, Hukuk Devleti, (Çev. Ertuğrul Cenk Gürcan), İmaj Yayınevi, Ankara, 2010, s. 37. 112 a.k., s. 47-48. 113 Bezci, a.g.k., s. 99-100. 114 a.k., s. 102. 115 Gustav Radbruch, “Hukuk Devleti”, (Çev. Hayrettin Ökçesiz), Hukuk Devleti, (Haz. Hayrettin Ökçesiz), Afa Yayınları, İstanbul, 1998, s. 14. 111 37 Hukukun pozitif hukuktan ibaret kabul edilmesi ve diğer tüm toplumsal kurallardan üstün tutulması, hukuk devleti kavramını egemen gücü sınırlayan bir içerikten yoksun bırakmaktadır. Egemen güce “pozitif hukukla sınırlısın” denilmesi, pozitif hukuku değiştirme olanağına sahip bir güce “kendi kendinle sınırlısın” demek anlamına gelir ki bu da çok tutarlı bir ifade değildir. Eğer egemen gücü değiştiremeyeceği kurallara tabi kılarsanız, o zaman egemenliğin de bir anlamı olmayacaktır. Hukuki pozitivizm, bu noktada kendisiyle çelişmeden yanıt vermekte zorlanmaktadır.116 Neumann, modern devletin kurucu unsurları olarak egemenlik ve hukuk devletini gösterirken bir uzlaşmazlığın da altını çizmektedir. En yüksek düzeyde kudret ile en yüksek düzeyde hak talebinin bir araya gelmesi kolay bağdaşabilir bir husus değildir. Egemenlik genişledikçe, hukuk devletine yer kalmamaktadır. Bu nedenle egemenlik ve hukuk ya da iktidar ve özgürlük ilişkisinin rayına oturması için hukukun hem irrasyonel düzenlemelerden hem de normsuz iradeden kurtarılması gerekmektedir.117 SONUÇ Santi Romano’ya göre, “zorunluluğun yasası olmasa da, bildik başka bir deyişin belirttiği gibi, zorunluluk yasa yapar; bu da onun gerçek bir hukuk kaynağı oluşturduğu anlamına gelir… ve en üstün derecede hukuki kurumun, yani devletin kökenini ve meşruluğunu ve genel olarak anayasal düzenini, bu kurum fiili bir süreç olarak, sözgelimi devrim yoluyla kurulduğunda, zorunlulukta aramak gerekir. Belirli bir rejimin başlangıç anında gerçekleşen şey, olağanüstü bir yolla ve daha hafiflemiş niteliklerle de olsa, rejim kendi temel kurumlarını biçimlendirdikten ve düzenledikten sonra bile yinelenebilir.” 118 Erözden, a.g.m., s. 72. William E. Scheuerman, Between the Norm and the Exception, The MIT Press, Cambridge, 1994, s. 134. 118 Aktaran, Agamben, a.g.k., s. 40-41. 116 117 38 Görüldüğü üzere zorunluluktan doğan yasa, zorunluluk gerekçesiyle askıya alınabilmektedir. Zorunluluk her durumda hukuku belirlemektedir. Devletin istisna hali çerçevesinde hukuki bir refleksi ya da devlet aklı parantezindeki hukuk dışı herhangi eylemi referansını hukuk düzeninin kuruluş anından, yani başka bir zorunluluktan almaktadır. Dolayısıyla rejimin kuruluş anında gerçekleşen uygulamalar, rejim oturduktan sonra da tekrarlanabilir. Kuruluş anı, devletin hafızasıdır ve hukuk düzeni içinde veya dışında kendini hatırlatma ihtimali yüksektir. Hukukun kuruluşundaki şiddet, hukukun korunmasındaki şiddeti sarmakta ve bağını hiç koparmamaktadır.119 Kurucu iktidarın temelindeki hukuk dışılık veya fiili durum kurulu iktidarın her anında saklıdır. Kurucu vaadin kendini sürekli tekrarlama ritüeli hukuku çürütmektedir. Yasanın dışında ve içinde kalan şiddet ayrı ayrı tarif edilirken aslında sınır çizilmektedir. Devlet, düşmanının portresini çizerken kendi gücünü resme yansıtmaktadır. Bu resim, hukuken gücü tanımlamamakta; sadece icat etmekle yetinmektedir. Kamu düzenine yönelik bir tehdit halinde kamu gücünü tanımlamaktan kaçınma, ihlali yasanın içine yerleştirmektedir. Hukuk kurucu ve hukuk koruyucu şiddet arasındaki ayrım ortadan kaldırılmaktadır. Herhangi bir hukuki çerçeveden yoksun bir şiddetin hüküm sürdüğü yasasızlık bölgesinde Benjamin, devlet iktidarının istisna hali yoluyla yasasızlığı bünyesine katma girişimini açığa çıkarmakta ve hukuku, “yasanın gücü” biçiminde askıya alarak koruduğunu öne süren bir hukuk kurmacasıyla karşı karşıya olduğumuzu göstermek istemektedir. Şiddeti her defasında yeniden hukuki bir bağlama yerleştirmek isteyen Schmitt’e karşı Benjamin, şiddete hukukun dışında bir varlık vermeye çalışmıştır.120 İstisna halinin ve kurtarıcının her dönemin egemeni olarak sunulması, anayasal sistemleri düşman algısı üzerinden sürekli teyakkuz halinde patolojik yapılar olarak görmektir. Bu hat 119 120 Derrida, a.g.m., s. 98. Agamben, a.g.k., s. 81-82. 39 üzerinden egemenlik, mevcut hukuku devre dışı bırakarak, oluşan hukuk dışı süreçte kendi iktidarını yerleştirmektir.121 Hukuk düzeninin ve tabii ki devletin geçerliliğinin temeli meselesi askıda bırakılmaktadır. Normlar hiyerarşisinde basamak basamak yukarı doğru tırmanarak manzaraya baktığımızda, pozitif norm olarak anayasayı temellendiren şeyin ne olduğu sorusunun yanıtı bizi her durumda hukuk dışı bir alana götürür. Kurucu iktidar ya da siyasi irade görünür olduğunda, karar alanına varmış oluruz. Hukukun kendi geçerliliğini belirleyemediği kırılgan yapısı burada belirmektedir.122 İstisna halinin hukuk sisteminin dışında kurulması ise farklı bir siyasi rejimin kapı aralığıdır. Hukuk dışı alanda yaratılan sığınaklar, saf bir güç ilişkisinin siyasi zeminidir. Schmitt’in tüm çabası, bu alanı hukuki düzene entegre etmek ve siyaseti bu alanda kurmaktır. İstisna hali, asli kurucu iktidarın sürekliliğine dair bir pratik üzerine kendini inşa etmeye başlamaktadır. Mahkemeler, istisna halinin hukuki işleyiş koşullarını kesinleştirirken, anomiye karşı çıkmak yerine anomiyi hukuk düzeninin içine yerleştirebilmektedirler. Saf şiddeti hukuki bir bağlamda okuma gayreti kararlara yansımaktadır. Birkaç hamle sonrasının hukuki boşluğa ya da daha doğru bir deyişle hukukun nüfuz etmediği bir alana açıldığı görülebilmektedir.123 Asli kurucu iktidar, temel felsefesi çerçevesinde, yeni bir anayasa yapma iktidarı olarak değil ama halkın yeni bir anayasa yapma iktidarı şeklinde düşünülmelidir. Asli kurucu iktidar, hukuk dışı kabul edilse bile, hukuk dışı biçimde bir anayasa Dikmen Caniklioğlu, a.g.k., s. 191-192. Chevallier, a.g.k., s. 43-44. 123 11 Eylül sürecinde ABD Yüksek Mahkemesi, yürütme gücünün hukuk düzeni dışında hareket edemeyeceğinin altını çizse de, konunun hukuk devleti çerçevesi içinde tutulmadığı bazı kararlardan anlaşılmaktadır. Yürütme gücüne hukukun dışında geniş bir manevra alanı tanınmaktadır. Bkz. Jean-Claude Paye, Hukuk Devletinin Sonu, (Çev. G. Demet Lüküslü), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009, s. 46 vd. 121 122 40 yapan her türlü egemen gücün bu tanımın içinde tutulmaması gerekir.124 Asli kurucu iktidar kavramı, “yeni bir devlet kursa da kurmasa da, eski anayasal düzeni kökten değiştiren ve/veya yepyeni bir anayasa yapan halk iktidarı” olarak yeni bir tanım çizgisine çekilebilir.125 Hukuk düzenine indirgenen kurucu iktidar, kurulu iktidar kavramıyla da birleşmelidir.126 Hukuk devletinin kuramsal temeli, saf egemenlik teorisinin kısmen geçersiz hale getirilmesine dayanmaktadır. Modern devletin hukuk devleti olabilmesi için, devlet tarafından devletin uyması için konulan kuralların yanına ya da daha doğru bir ifade ile üzerine evrensel hukuk ilkelerinin ve temel hak ve özgürlüklerin eklenmesi gerekmektedir. Modern devletin ilk kurgusu devlet aklı doktrinine dayanmaktadır.127 Saf egemenlik kuramının törpülenmesi, hukuk devletine dönüşüm için ilk basamaktır. Modern devletin devlet aklının gölgesinden sıyrılması ve milli egemenliğin dışında kalan ilkelerden de ışık alması kolay gerçekleştirilecek bir hamle değildir. Devlet iktidarının dili hukuktur.128 Bu dilin belirsiz bir hale gelmesi, gücün devlet tarafından otoriter biçimde hayata geçirilmesi anlamına da gelmektedir. Abensour’un deyimiyle, tarihsel ve toplumsal düzeyinde modern devlet, “ancien régime”in izlerini yara gibi gizlemekte, ama işleyişini de örtülü olarak bunun sayesinde devam ettirmektedir.129 Zaten hukuki zemini kendi güvenliği adına yok eden bir kamu gücü, artık çıplak bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır. Devlet, siyasi krizlerinde “kuruluş anı”nı referans aldığında, kurucu iktidarın geçici olduğu fikri anayasa teorisinde kalmaktadır. Anayasa teorisi, kurucu iktidarı benzersizlik atfetmektedir ve kurucu iktidarın mutlak niteliği de belirgin bir Asli kurucu iktidarın halk dışında başka bir yerde aranmasının kuram açısından değerlendirilmesi için bkz. Aydın, a.g.k., s. 321 vd. 125 Aydın, a.g.k., s. 323. 126 Negri, a.g.k., s. 3. 127 Erözden, a.g.m., s. 73 128 Scheuerman, a.g.k., s. 144. 129 Abensour, a.g.k., s. 68. 124 41 şekilde bu benzersizlikten gelmektedir. Ancak kurucu iktidar ve anayasa arasında kesintisiz bir ilişki tesis edilmiştir. Anayasa hukukunun “büyük patlama”sı olarak sadece başlangıcı ya da sıfır noktasını ifade eden kurucu iktidar, ya bir hatıraya yaslanarak ya da bir hatıra üreterek kendi sürekliliğini sağlamaktadır.130 Bu şekilde anayasal yörüngeye oturan kurucu iktidar, hem hukuk sistemine içkin olmakta hem de anayasal dinamizmin harekete geçmesinin koşullarını belirlemektedir. İktidarı ikiye bölerek aslında kendi anayasallığını da bloke etmektedir. Geçmişin referansı ile geleceğin şekillendirilmesi hususunda “sınırsız” olanaklara sahip bir iktidarın hukuki eşiğinin ve sonsuzluğa uzanma eğiliminin yeniden tartışılması gerekmektedir. 130 Negri, a.g.k., s. 321. 42 KAYNAKÇA Abensour, Miguel, Devlete Karşı Demokrasi, (Çev. Zeynep GambettiNami Başer), Epos Yayınları, Ankara, 2002. Agamben, Giorgio, Olağanüstü Hal, (Çev. Kemal Atakay), Varlık Yayınları, 2008, İstanbul. Agamben, Giorgio, “Olağanüstü Hal”, (Çev. Ferit Burak Aydar), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 165-174. Akal, Cemal Bali, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998. Arditi, Benjamin, Liberalizmin Kıyılarında Siyaset, (Çev. Emine Ayhan), Metis Yayınları, İstanbul, 2010. Arendt Hannah, Devrim Üzerine, (Çev. Onur Eylül Kara), İletişim Yayınları, İstanbul, 2012. Aydın, Öykü Didem, “Biz, Halk: “Egemenliğin Sahibi”, Yetkin Yayınları, Ankara, 2011. Benjamin, Walter, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, (Çev. Ece Göztepe), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, (Haz. Aykut Çelebi), Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 19-42. Bezci, Bünyamin, Carl Schmitt’in Politik Felsefesi, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2006. Bloch, Ernst, “Marksizm ve Hukuk”, (Çev. Serhat Öztopbaş), Defter, Sayı: 40, Yaz 2000, s. 119-144. Braud, Philippe, “Devlet: Hukuki Öğretinin İkilemleri”, (Çev. Gülçin Balamir Coşkun), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 359-376. Chevallier, Jacques. Hukuk Devleti, (Çev. Ertuğrul Cenk Gürcan), İmaj Yayınevi, Ankara, 2010. De Quincey, Thomas, Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet, (Çev. İsmet Birkan), İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. 43 Derrida, Jacques, “Yasanın Gücü: Otoritenin Mistik Temeli”, (Çev. Zeynep Direk), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Hazırlayan: Aykut Çelebi, Metis Yayınları, İstanbul, 2010, s. 43-133. Dikmen, Caniklioğlu Meltem, Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin Yayınları, Ankara, 2010. Direk, Zeynep, “Yasanın Kaynağı Üstüne”, Başkalık Deneyimi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 106-137. Erözden, Ozan, “Makyavelizm, Hikmet-i Hükümet ve Modern Devlet”, Machiavelli, Makyavelizm ve Modernite, (Haz. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2012, s. 63-80. Gökberk, Macit, “Hegel’in Devlet Felsefesi”, İstanbul Üniversitesi Felsefe Arkivi Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 2-3, 1946, s. 99-129. Gözler, Kemal, Kurucu İktidar, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 1998. Hegel, G.W.F., Philosophy of Right, (İngilizceye Çev. S.W. Dyde), Batoche Books, Kitchener, 2001. Hobsbawm, Eric, Tarih Üzerine, (Çev. Osman Akınhay), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999. Kahn, Victoria, “Machiavelli’s afterlife and reputation to the eighteenth century”, The Cambridge Companion to Machiavelli, (Ed. John M. Najemy), Cambridge University Press, Cambridge, 2010, s. 239255. Kant, Immanuel, Ebedi Barış Üzerine Felsefi Bir Deneme, (Çev. Yavuz Abadan - Seha L. Meray), AÜSBF Yayınları, Ankara, 1960. Karakaş, Jale, M. Hardt ve A. Negri’nin Görüşlerinden Hareketle Günümüzdeki Devlet ve Hukuk Anlayışına Eleştirel Bir Bakış, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2009. Keane, John, Şiddetin Uzun Yüzyılı, (Çev. Bülent Peker), Dost Kitabevi Yayınları, 1998, Ankara. 44 Kelsen, Hans, “Saf Hukuk Kuramı: Devlet ve Hukuk Özdeşliği”, (Çev. Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 425-456. Mairet, Gérard, “Padovalı Marsilius’dan Louis XIV’e Laik Devletin Doğuşu”, (Çev. Cemal Bâli Akal), Devlet Kuramı, (Der. Cemal Bâli Akal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2000, s. 215-242. Negri, Antonio, Insurgencies: Constituent Power and the Modern State, (İngilizceye Çev. Maurizia Boscagli), The University of Minnesota Press, Minneapolis, 1999. Neocleous, Mark, Devleti Tahayyül Etmek, (Çev. Akın Sarı), Nota Bene Yayınları, Ankara, 2014. Neocleous, Mark, Güvenliğin Eleştirisi, (Çev. Tonguç Ok), Nota Bene Yayınları, Ankara, 2014. Ozansoy, Cüneyt, “Devletin Bekasından Hukukun Bakiyesine”, Birikim, Sayı:119, Mart 1999, s. 48-56. Özcan, Mehmet Tevfik, Modern Toplum ve Hukuk Devleti, 12 Levha Yayınları, İstanbul, 2008. Özenç, Berke, Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014. Paye Jean-Claude, Hukuk Devletinin Sonu, (Çev. G. Demet Lüküslü), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2009. Pierson, Christopher, Modern Devlet, (Çev. Dilek Hattatoğlu), Çiviyazıları, İstanbul, 2000. Poggi, Gianfranco, Modern Devletin Gelişimi, (Çev. Şule Kut – Binnaz Toprak), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2001. Poulantza,s Nicos, Faşizm ve Diktatörlük, (Çev. Ahmet İnsel), İletişim Yayınları, İstanbul, 2004. Radbruch, Gustav, “Hukuk Devleti”, (Çev. Hayrettin Ökçesiz), Hukuk Devleti, (Haz. Hayrettin Ökçesiz), Afa Yayınları, İstanbul, 1998, s. 11- 16. 45 Sabuktay, Ayşegül, Devletin Yasal Olmayan Faaliyetleri, Metis Yayınları, İstanbul, 2010. Sancar, Mithat, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000. Sancar, Mithat, “Anayasal Demokrasi: Demokrasinin Sınırı Mı Güvencesi Mi?”, Demokrasi ve Yargı, (Der.). Ozan Ergül), Türkiye Barolar Birliği Yayınları, Ankara, 2005, s. 44-57. Scheuerman, William E., Between the Norm and the Exception, The MIT Press, Cambridge, 1994. Schmitt, Carl, Siyasi İlahiyat, (Çev. Emre Zeybekoğlu), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2002. Stolleis, Michael, Yasanın Gözü, (Çev. Arif Çağlar), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2010. Supiot, Alain, Homo Juridicus, (Çev. Bige Açımuz Ünal), Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 2008. Tilly, Charles, Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, (Çev. Kudret Emiroğlu), İmge Kitabevi Yayınları, Ankara, 2001. Tuğrul, Saime, Canım Sana Feda-Yeni Zamanların Kutsallık Biçimleri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014. Weber, Max, Sosyoloji Yazıları, (Çev. Taha Parla), Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1993. Yetkin, Çetin, Kaba Kuvvet Felsefesi, Toplum Yayınevi, Ankara, 1969. Zizek, Slavoj, Ahir Zamanlarda Yaşarken, (Çev. Erkal Ünal), Metis Yayınları, İstanbul, 2011. 46 RES PRIVATE-RES PUBLICA İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN CUMHURİYETÇİ DÜŞÜNCENİN EVRİMİ Ahmet Özalp Özet Cumhuriyet, dar anlamıyla soya dayalı olmayan, siyasal iktidarın halkın iradesiyle meşruluk kazandığı yönetim biçimini ifade etmektedir. Bu dar tanım, cumhuriyetin demokrasiyle ilişkili olarak değerlendirilmesine neden olmakta; anti-demokratik cumhuriyet rejimleri yüzünden günlük dilde değersizleştirilmesine, muğlak bir hal almasına yol açmaktadır. Oysa cumhuriyet, geniş anlamda özellikle Aristo’nun iyi yaşamın ancak politik bir topluluk içerisinde gerçekleşebileceği tezine dayanan, res private/özel alan- res publica/kamusal alan ilişkisi üzerinden yurttaşlık, erdem, yasa, özgürlük, politik katılım, ortak iyi gibi ilkelerin tartışıldığı ve zamanın ruhuna göre yorumlandığı, cumhuriyetçilik adı verilen felsefi ve politik bir geleneğe yaslanmaktadır. Günümüzde cumhuriyetçi düşünürler, liberal düşüncenin soyut, atomize birey ve negatif özgürlük anlayışının yurttaşı res privatenin sınırları içerisine hapsettiğini, res publicanın gerektirdiği ortak iyi anlayışından ve kamusal yaşamdan uzaklaştırdığı tezini ileri sürmektedirler. Anahtar Kelimeler: Res Publica, Res Private, İyi Yaşam, Politika, Yurttaşlık. Doç. Dr., Hitit Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. 47 GİRİŞ Modern bilim, inceleme konusu her neyse onu ortaya çıkaran nedenleri ve onu o yapan belirleyicileri, bir yöntem dahilinde verileri ayıklayarak ve teorik düzeyde zihinsel inşa sürecinden geçirip ilişkilendirerek açıklama işidir. Sosyal bilimin de amacı, bizatihi kendisi aynı zamanda özne boyutu taşıyan insanın iradesi ve eyleminin ürünü olarak ortaya çıkan, onun bilinçli müdahalesine maruz kalan her şeyin arkasında yatan belirleyicilikleri açıklamak olmalıdır. Yorumsamacılar, toplumsal olanın öznel değerlere, anlamlara, sembol ve simgelere sahip olmasından dolayı sosyal bilimlerde nedensel açıklama yerine anlama çabasını ikame etseler de; bilim, doğal-toplumsal ikiliğinden bağımsız olarak fiziksel ve toplumsal dış dünyayı olgular üzerinden açıklamak, onu dağınık bir yığın olmaktan kurtararak anlamlı bir bütün haline getirmek durumundadır. Bilimsel bilginin, kutsal, astrolojik, geleneksel ya da deneyimsel bilgiden farkı hem olgusal hem kuramsal olmasıdır.1 Ele aldığımız cumhuriyet kavramına bu çerçevede yaklaşmayıp, dar anlamıyla sadece tanım olarak ya da olgular düzeyinde yaklaştığımızda, siyasal iktidarın kaynağının Tanrı’ya dayandırılmadığı ve soya dayalı bir hanedanın elinde olmadığı, monarşi karşıtı her devlet yapısına cumhuriyet denilmesinden kaynaklanan bir muğlaklığa, belirsizliğe kavramı teslim etmiş oluruz. Bu tanıma göre, günümüzde diktatörlüklerden tek parti yönetimlerine, otoriter yönetimlerden liberal demokratik yönetimlere kadar çok farklı siyasal yapılar cumhuriyet adını taşıyabilmektedirler. Bu nedenle, günlük hayatta Irak, Suriye, İran gibi ülkeler baz alınarak cumhuriyet hakkında bir yargıya varılabilmekte; kimi zaman yaygın bir kullanıma sahip olan demokrasi ile cumhuriyet birbirine karıştırılmakta, demokratik Cangızbay’a göre, “her bilimin nihai amacı açıklamak, yani nesnesini nesne ve o nesne yapan belirleyicilikleri (determinizmleri) ortaya çıkarmaktır.” Kadir Cangızbay, Sosyolojiler Değil, Sosyoloji, Öteki, Ankara, 1997, s. 7. Popper da “bize açıklanması gerekiyor gibi gelen her şeye ilişkin açıklamalar bulmak, bilimin amacıdır” demektedir. R. Karl Popper, “Bilimin Amacı”, Sağduyu Filozofu Popper, (Der. Cemal Güzel), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998, s. 221. 1 48 açıdan ileri olan İngiltere, Norveç, Belçika gibi ülkelerin monarşileriyle kıyaslama yapılarak cumhuriyet kavramı değersizleştirilebilmektedir. Kavram söylemlere malzeme edilerek içi boşal(tıl)makta, cumhuriyet, “halkın kendi kendini yönetmesi” gibi anlamlı bir karşılığı olmayan tanıma indirgenmekte ya da tören ve ritüellerden ibaret katı askeri ve bürokratik vesayetin hakim olduğu oligarşik bir yapı gibi sunulmaktadır. Oysa Ateş’in belirttiği gibi, yasallık/biçimsellik ölçütüyle monarşik bir devlet demokratik bir işleyişe sahip olabileceği gibi, yönetim biçimi cumhuriyet olan bir devlet demokratik bir işleyişe sahip olmayabilmektedir.2 Burada muğlaklığı giderebilmek konusunda bilim yardıma yetişmektedir; açıklama ve anlama çabası/işi devreye girdiğinde cumhuriyetin, salt biçimsel bir yönetim tarzı olmaktan çıkarak, Batı monarşilerinin gelişmiş demokrasilerini de borçlu oldukları bir kavrama dönüştüğü apaçık anlaşılmaktadır. Kuramsal boyutuyla cumhuriyet, Batı’da Ortaçağ kent devletlerinde feodalitenin bir alternatifi olarak beliren, Avrupa’da hem liberal hem de demokratik düşüncenin önünü açan, teorik olarak kökeni Platon’un “Devlet”ine ve Aristo’nun “Politeia”sına dayanan, Çiçero ve Machiavelli ile devam eden, Amerikan ve Fransız Devrimleri’ne ilham vermiş bir düşünce geleneğinin ürünüdür. Bu düşünce geleneği, res publica-res private ilişkisi üzerinden yurttaşlık, öz-yönetim, kamusal alan, karma anayasa, özgürlük, erdem gibi temel siyaset konularının tarihsel koşullara göre yeniden yorumlanmasıyla oluşmuştur. Günümüz Batı monarşilerinin demokratik içeriğini mümkün kılan da, monarşinin kaçınılmaz olarak tekin çıkarına yöneleceğini varsayan res publica anlayışının bir sonucudur.3 Cumhuriyet, Bruni, Guiccardini gibi Floransalı düşünürlerin demokrasi kavramını bilmemelerinden değil, demokrasiyi poliste siyasal Toktamış Ateş, Cumhuriyet ve Laiklik, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1995, s. 11. 3 Paine’den akt. Ahmet Özalp, Homo Politicusun Ontolojisi, Hitit Kitap, Ankara, 2009, s. 40. 2 49 çatışmaların kaynağı olarak görmelerinden ötürü bilinçli olarak tercih ettikleri bir kavramdır.4 Çalışmanın konusunu res publica-res private arasındaki ilişkinin tarihsel evrimi oluşturmaktadır. Konunun sınırlanabilmesi açısından belirli dönemlere ilişkin başat özellikler üzerinden res private-res publica çözümlemelerine yer verilmiştir. Bu iki alanın varlığı olmaksızın cumhuriyetçi gelenek olamayacağı gibi, bir cumhuriyetin içeriğini de bu iki alan arasındaki gerilim ilişki belirlemektedir. KAVRAMIN KÖKENLERİ: RES PUBLICA YA DA RES PRIVATE OLMAYAN Fransızca “république” kelimesinin Latince “res publica” dan geçtiği ve res publica’nın res/şey ile publica/kamusal kelimelerinden müteşekkil olup kamusal şeyler anlamına geldiğini belirtmek gerekli ama yeterli değildir. Kamusal kelimesi ortak kullanılan alanları, devlet mallarını, aleniyeti, tanınırlığı içeren anlamlara sahip olduğundan sıfat olarak kullanıldığında yanlış anlaşılabilmektedir. Türkiye’de de bir dönem kamusal alan tartışmaları, kamusal kelimesinin bu anlamları yüzünden siyasal bağlamda Habermas’ın tartışmaya açtığı kamusal alandan saparak çok farklı mecralara kaymıştır. Politik bir kamusal alan, hem kamusal sıfatının taşıdığı bütün anlamlara göndermede bulunan hem de bu anlamların hiç birine indirgenemeyecek bir kavramsallaştırmadır. Bu kavramsallaştırma, Habermas’ta da Arendt’te de, eşit ve özgür yurttaşların tahakkümden arın(dırıl)mış bir alanda ortak sorunlarla ilgili karar almak ya da karar alma süreçlerini etkilemek amacıyla politik iletişim kurmak için bir araya geldikleri özerk bir alanı varsaymaktadır.5 Zagorin Perez, “Republicanisms”, British Journal for the History of Philosophy 11(4), 2003. 5 Bkz. Jurgen Habermas, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü, (Çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997; Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, (Çev. Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, 2006. 4 50 Antik dünyada Çiçero, Platon ve Aristo’dan etkilenen bir Roma düşünürü olarak “res publica” yı kullandığında “publicus” u, bir yanıyla o dönemde sınırları belirgin bir şekilde çizilebilen res privatus dışında kalan mekanların ve hayatın yönetimi, diğer yanıyla ortak mekan ve kalabalıktan farklı olarak ortak çıkar etrafında, hukuk bağıyla birbirine bağlanmış eşit yurttaşlardan oluşan bir politik topluluğu ifade etmekteydi.6 Çiçero’da politik topluluk devletle eşitlendiğinden, özel olmayan şeylerin yönetimi ayrıdır ve bu yönetim ortak çıkarla temellendirildiğinde ancak, iyi bir yönetimden söz edilebilir: “res publica res populi”. Çiçero, polisteki gibi sadece politik bağla sınırlı tutmayıp hukuksal bir bağla da yurttaşları topluluk haline getirmektedir. Çiçero, hukuksallığı ekleyerek politik bağın belirleyici olduğu Antik Yunan’dan farklılaşmıştır. Bu farklılaşma, polisin çatışmacı demokratik deneyimlerinden ötürü çoğunluğa karşı duyulan güvensizlikten ve Roma’nın her konuyu felsefi olarak tartışmak yerine pragmatik ilkelere bağlama özelliğinden kaynaklanmaktadır. Ancak Roma bir kent-devleti olarak cumhuriyetin çekirdeği olduğu sürece, Held’in belirttiği gibi, polisin dilini kullanmayı sürdürmekle kalmayıp Romalı düşünürler, düşünsel açıdan bir cumhuriyetçi geleneği oluşturacak şekilde Platon’un “Devlet”i ile Aristo’nun “Politeia”sıyla bir süreklilik göstermektedirler. Bu geleneğin önemli ilkelerinden ilki, Aristo’nun yönetimleri sınıflandırmada iyi yönetimlerin koşulu olarak gördüğü yasalılık ilkesinin amaçladığı ortak çıkardır.7 Aristo’da önemli olan tekin, azınlığın ya da çoğunluğun yönetici olmasından öte tümelin çıkarını gözeten yasaya göre Mehmet Ali Ağaoğulları vd., Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 182-183. 7 Aristo, “..Yasa’nın egemen olmasını isteyen, başka hiçbir şeyin değil, yalnız Tanrı’nın ve Zeka’nın egemen olmasını istiyor demektir; bir insanın egemenliğini isteyense, bir vahşi insanı işin içine sokmaktadır; çünkü insanların tutkuları bir vahşi hayvan gibidir ve güçlü duygular yöneticileri ve insanların en iyilerini bile yoldan çıkarır. Yasada tutkuları olmayan zekayı bulursunuz…bir kimsenin kendi çıkarları ve kendi duyguları söz konusu olunca doğru yargı vermesi olanaksızdır” demektedir. Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000. 6 51 yönetmeleridir. Bu nedenle ortak çıkarı amaçlayan tekin yönetimi monarşi, azlığın yönetimi olan aristokrasi ve bütün topluluğun iyiliğini gözeten çoğunluğun yönetimi politiea/siyasal yönetim yasalı iyi yönetimlerdir. Bunlara karşılık, tikel çıkara yönelen tekin yönetimi olan tiranlık, azınlığın yönetimi olan oligarşi, çoğunluğun yönetimi olan demokrasi iyi yönetimlerden sapma gösteren yozlaşmış yasasız kötü yönetimler içerisindedirler. Demokrasinin kötü yönetimler içerisinde görülmesinin nedeni çoğunluğun yasasız yönetiminde demagogların vasat yurttaşları yönlendirmeleridir. Demagoglar nedeniyle demos birçok kişiden oluşan tek bir kişi/yönetici gibi olur ve farklı olana karşı despotlaşır; kendisinin hoşuna gidenleri yücelterek mutlak erke ulaşmayı amaçlar 8 . Benzer kaygılar, Aristo’dan önce, onun hocalığını yapan Platon’da da bulunmaktadır. Platon, bilgiyi para karşılığı satmakla suçladığı sofistlerin toplumda zenginlik ve güç elde etmek adına halkı retorik yoluyla kandırdıklarını ileri sürmektedir. Platon, bir şeyi üretmeden “zorbaca elde etme sanatı”nın içerisinde değerlendirdiği avcılığın bir çeşidi olan “oltayla balık tutma” işi ile sofistlerin “her şeyin hoşa giden tarafını gösterme” işi arasında paralellik kurmakta, onların konuşma sanatını polisin yurttaşlara özgü olan ve polise adanmış politik iletişimin dışında tutmaktadır.9 Çözüm noktasında ise Aristo, ölçülülük ve dengeyi ön plana çıkarırken Platon mutlak birlik ve uyumu ön plana çıkarmıştır. Çiçero, kendisinden önce gelen bu filozofların görüşleri ışığında ama Roma’nın tarihsel koşullarında Aristo’nun yaptığı yönetim sınıflandırmasını aynen alarak cumhuriyetçi geleneğin diğer bir önemli ilkesi olan karma bir yönetim/karma anayasa modelini geliştirmiştir. Monarşik ilkeyi konsüller, aristokratik ilkeyi Senato ve demokratik ilkeyi halk meclisleri ile tribünler cisimleştirmektedirler. Polybos’un da Roma için “karma anayasa” modelini geliştirdiğini belirtmeliyiz. Ama hem 8 Aristoteles, a.g.k., 81. Platon, Devlet, (Çev. Selahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, s. 278-286. 9 52 Çiçero’nun karma yönetim olmazsa, tercihinin krallık olacağını belirtmesi ve ileride imparatorluğa ideolojik zemin hazırlayan princeps/birinci yurttaş düşüncesi, Polybos’un çoğunluğun yasasız yönetimi için “oklokrasi/ayaktakımı iktidarı” tabirini kullanmış olması cumhuriyetçi geleneğin iktidarın tek elde toplanmasına karşı duyduğu endişenin çoğunluğun iktidarı açısından da geçerli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.10 Ortak çıkar etrafında, hem politik hem de hukuksal bir bağla birleştirilmiş yurttaşlar, aynı zamanda kendileri de bu bütünle aidiyetlik ilişkisi içerisinde tanımlanmaktadırlar. Cumhuriyetçi Arendt’in idealize ettiği politik topluluk, yurttaşlar için sadece içinde yaşamın gerçekleştiği yer olmayıp Aristo’nun belirttiği gibi yurttaşların kendilerini var edebildikleri iyi yaşamın gerçekleştirildiği yerdir. Yurttaşın topluluktan ayrı var olabileceği düşünülemez olduğundan sürgün cezası olan ostrakismos en ağır cezalardan birisi olarak yer almaktaydı.11 Bunun nedeni, “demos”u ya da “public”i yurttaş kalabalığından ya da kitleden farklı kılan politik eylem ve iletişimin varlığıydı. Politik iletişim ya da ondan ayrı olarak düşünülemeyecek olan politik eylem, yurttaşa özgüydü. Arendt’in “İnsanlık Durumu”nu çözümlemek için kullandığı “vita activa”nın en önemli etkinliği olarak polisin sürekliliğini sağlayan, yurttaşın eşitleriyle ortak bir dünyayı paylaştığı kamusal alanı oluşturan ve yurttaşın polis için sergilediği fedakarlığın somutlaştığı etkinliktir, eylem. Kamusal alanı inşa eden iletişim/eylem, hane içerisinde yurttaşın efendi sıfatıyla kadınlar, köleler ve çocuklarla kurduğu iletişimden ve üyelerinin yönetici karşısında ancak itaat eden bir tebadan ibaret olduğu topluluklarda gerçekleşen konuşmadan farklıdır. Çünkü poliste eşit yurttaşlar arasında gerçekleşen iletişim, yurttaşın karar alma süreçlerinden başlayarak polisle ilgili her türlü işle ilgilenmesini ifade ettiği için sonuçlar doğuran politik bir konuşma biçimidir.12 Ağaoğulları, a.g.k.,174. I. Moses Finley, Antik ve Modern Demokrasi, (Çev. Deniz Türker), Ayraç Yayınları, Ankara, 2003, s. 99. 12 Arendt, a.g.k., 54-77. 10 11 53 Yurttaşın yurttaşlığı, antik dünyada sınırları belirgin ama modern dönemlerde belirsizleşen iki ayrı alandan birisi olan özel alanda sahip olduğu konumdan kaynaklanmaktaydı. Özel alanın sınırlarını çizen hane (oikos) dışında kamusal alanın eşit bir üyesi olan yurttaş, bedensel ihtiyaçların kadınlar ve köleler tarafından karşılandığı zorunluluk alanı hanede, hanenin efendisi/dominusu konumundaydı. Dolayısıyla polis, politik eşitliğin, kadınlar ve köleler aleyhine kurulan yapısal bir eşitsizlikle mümkün olabildiği bir yerdi. Platon ve Aristo, yurttaşların zorunluluktan muaf olmaktan kaynaklanan boş zamanlarının theoria ve politika ile harcanması halinde polis açısından anlamlı ve değerli olacağını belirtmişlerdir. Bu bağlamda, res publicanın diğer bir unsuru devreye girmektedir: erdem. Bedensel yaşamın zorunluluklarından muaf tutulan yurttaş, o halde zamanını zorunluluk alanı olan hanede her türden gelip geçici, anlık bireysel ihtiyaçlarını karşılamakla heba etmemelidir. Polis, yurttaşın kendini özgür bir şekilde var edebildiği “iyi yaşam”ın gerçekleştiği yer olduğuna göre yurttaşın iyi yaşamı mümkün kılan politikaya zamanını harcaması gerekirdi. Politika, bu iyi yaşamı gerçekleştirmek adına yurttaşların karar alma süreçlerine katılmaları, birbirleriyle politik iletişim kurarak sorunlara çözüm aramaları işiydi ve yurttaşlık, gerektiğinde kendilerini yurttaş olarak var kılan polis için canları da dahil olmak üzere özel alanın onlara sundukları her şeyi feda edebilmeleri anlamına gelmekteydi.13 Erdemli olmak politik topluluğun yararına kişisel çıkarlardan, zevklerden, aşırılıklardan feragat etmeyi ve kendini bütüne feda etmeyi içermekteydi. Yurttaşın ölçülülüğü, fedakarlığı, cesareti, kahramanlığı bu kavram içerisinde değerlendirilmektedir. Antik Yunan polisi ile Roma citesinde, Held’in belirttiği gibi, en azından Roma’nın cumhuriyetçi yapısını sürdürdüğü dönemde kamusal yaşam, yurttaşlık, özgürlük aynı şeyleri ifade etmekteydi.14 Bkz. Aristoteles, a.g.k.; Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev. Tunçer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turhan ), Yetkin Yayınları, Ankara, 1996. 14 David Held, Models of Democracy,California, Stanford University Press, 1996. 13 54 ORTAÇAĞ VE GEÇ ORTAÇAĞ: RES PUBLİCANIN KAYBOLUŞU VE YENİDEN DOĞUŞU Politik bir topluluk olarak kentin kayboluşu ve Hıristiyanlığın toplumu hiyerarşik bir yapı olarak meşrulaştırması yurttaşlık anlayışını ortadan kaldırmıştır. Arendt’e göre St Augustin yurttaşlığın ne anlama geldiğini bilen belki son kişidir. Vita activa, ondan sonra politik anlamını kaybederek her türden dünyevi işle ilgilenmeyi ifade eder hale gelmiştir. Oysa Aquinom’lu Thomas, “zoon politikon”u Latinceye çevirirken “animal socialis” terimini kullandığında, Arendt’e göre, sosyal/socialis kelimesi “bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen insanları” nitelemeyi sürdürmekteydi.15 Bununla birlikte St. Augustin’in Platon’dan devraldığı ikiliği Yeryüzü Devleti/Tanrı Devleti olarak Hıristiyanlığa uyarlamasıyla politik bir topluluk tasarımının yerini yeryüzündeki devletlere bir model oluşturabilecek ama fani, günahkar yeryüzü hayatında gerçekleşmesi zor olduğu için soyut sayılabilecek Tanrı Devleti’ne aidiyetle tanımlanan bir “inananlar topluluğu” kurgusu almıştır.16 Kilise Akal’ın belirttiği gibi, Tanrı tarafından yaratılan evreni nitelemek amacıyla kullanılan Universitas’ı Kilise kendisi için de kullanmaktaydı. Universitas, kendisini oluşturan üyelerin fiziksel varlığından ayrı soyut bir bütün/beden/corpus aracılığıyla kavranabilmekteydi. Kilise, bu temsil iddiasından hareketle dünyevi otorite üzerinde hak iddiasında bulunduğunda aforoz yetkisi başta olmak üzere elindeki araçları kullanarak ve engizisyona başvurarak bilgi ve inanç tekelini korumaya çalışmıştır.17 Ortaçağ, Hıristiyanlıkla meşrulaştırılan dikey hiyerarşinin siyasal ve toplumsal alanı içermesi nedeniyle, res private-res 15 Arendt, a.g.k., 58, 59. Abensour Miguel, Devlete Karşı Demokrasi: Marx ve Makyavelli Uğrağı, (Çev. Z. Gambetti, N.Başar), Epos, İstanbul, 2002. 17 Corpus Eclessiae Mysticum, sekülerleşme sürecinde Corpus Republicae Mysticum’a dönüşerek modern siyasal-hukuksal kavramsallaştırmanın yolunu açmıştır. Bkz. Cemal Bali Akal, Sivil Toplumun Tanrısı, Engin Yayınları, İstanbul, 1995, s. 88. 16 55 publica ayrımının anlamsızlaştığı bir ortam yaratmıştır. İnananların soyut birliğini temsil etme iddiasındaki Kilise, Ortaçağ’ın soyluların üstünlüğüne dayalı toplumsal piramidini göksel hiyerarşinin yeryüzündeki uzantısı saymakta, kişilerin toplumsal konumlarını tanrısal bir iradenin ürünü olarak kadere bağlamakta, insanlara papazlara uymaları halinde fani, günahkar dünyada katlandıkları eziyetlerden kurtulacakları öte dünyayı vaat etmekteydi. Diğer taraftan, feodal üretim tarzı ve ona göre şekillenen feodal ilişkiler, toprak sahibi senyör ile toprak üzerinde yaşayan ve toprağa bağlı köylü arasında hem toprak hem kişiler üzerinden tabiiyet zinciri oluşturmuştur. Bu zincir içerisinde köylüler, bırakın yurttaşlıktan söz etmeyi yarı özgür statüde serflere dönüşmüşlerdir.18 Dolayısıyla, Ortaçağ’da egemenlik ilişkilerinin odağına yerleştirilen aile babası/pater familias hiçbir zaman kendi hanesinin/oikosunun efendisi olan yurttaşla aynı statüde olmadığı gibi, hane kamu alanına dahil olacakları bir zemin değildir. Habermas, özerk bir burjuva kamusunun ortaya çıkış sürecini analiz ederken Ortaçağ’da, aile reisi tarafından evde kullanılan iktidarın ikincil bir nitelik taşıdığını, özel ve kamusal ayrımının feodal yetkilere ve ilişkilere göre anlam kazandığını belirtmektedir. Common ile particular kelimeleri, publicus ile privatus’a tekabül etmekle birlikte, common/umumi kelimesi ortaklaşa kullanılan yerleri(çeşme, pazaryeri vs.), bunun karşısında yer alan hususi kelimesi ise feodal düzen çerçevesinde istisnai haklarla yani bağışıklık ve imtiyazlarla donanmış olanla ilişkiliydi. Geç Ortaçağ’da feodal toplum bakımından sosyolojik anlamda, kurumsal ölçütlerle ayırt edilebilecek, özel alandan ayrışmış bir alan olarak res publicustan söz etmek mümkün değildir. Yine ne antik dönemin oikosu anlamında ne de modern dönemin haklarla güvence altına alınan özel alan anlamında bir alandan da bahsedilebilir. Geç Ortaçağ’da da kamusallık iktidar alanında kralın şahsında temsil edilmekteydi. Bu temsili kamu, kendini bir alan olarak değil, bir statü olarak ortaya koymaktadır. Çünkü toprak sahibinin statüsü, toprağa göre şekillenen kamusalBkz. Marc Block, Feodal Toplum,(Çev. M. Ali Kılıçbay), Gece Yayınları, İstanbul,1995. 18 56 özel ölçütleri karşısında tarafsızdır. Ama bu tarafsızlık, toprak sahibinin statüsünü aynı zamanda kendisini daha yüksek bir erkin cisimleşmesi olarak sergilemesinden ötürü bu ayrımların üzerinde yer almasındandır. Değersiz olan bir şey temsil edilemez. Toprak sahibi soylu ancak, değerli olan toplumsal var oluşu temsile ehildir. Soyluların kullandıkları unvanlar, taşıdıkları işaretler, kılık-kıyafetler, jestler, konuşmalar soyluya özgü olarak kodlanmışlardır.19 Arendt’in vita activa kavramsallaştırması içerisinde Ortaçağ’da pater familiasın hanesinde kullandığı iktidar, soylunun iktidarının uzantısıdır. Bu tersinden şöyle de okunabilir: Soylu, toprağının ve toprağı üzerindeki hanelerin, hanedeki insanların üzerinde, pater familiasın otoritesini kullanmaktaydı. Arendt’in belirttiği üzere, feodal toplumda din alanı dışında kalan seküler alan Antikite’nin özel alanı ile benzerlik gösterdiğinden bir kamu alanı mevcut değildi20. Mumford’un deyimiyle Ortaçağ kenti, cennetin aynası olacak bir Hıristiyan kenti, Münster’deki gibi Katolik Kilisesine karşı çıkan rahiplerin, Fransisken ve Dominiken tarikatların düşlerine ve çabalarına karşın Kilise’nin direnci yüzünden, “Hıristiyanopolisin silik bir sureti” nden öteye geçemedi.21 19 Habermas, a.g.k., s. 57-72. Arendt, a.g.k., 72. Pater familias’tan (aile babası/aile başkanı) hareketle aileyi devletin kaynağına yerleştiren ve pater familiasın otoritesini tıpkı soylularınki gibi Tanrı’ya dayandıran Bodin, pater familiasları özgür yurttaşlar kabul ederek, tebalar üzerinde işleyen tiranlık benzeri yönetimlerden farklı olarak gayrişahsi egemen erki düşünmenin yolunu açmıştır. Bu aynı zamanda siyasal erkin, ailelere ortak olan şeylerin yönetilmesi ile sınırlandırılması, pater familiasın hane içerisindeki otoritesine müdahale etme hakkının olmaması anlamına gelmekteydi. Ailelere ortak olan şeyler, ortak kullanılan meydanlar, parklar, kamu binaları, tapınaklar, pazaryerleri ile gelenekler, yasalar benzer şeylerdir. Bodin, pater familaslar topluluğu ve ortak olan şeyler için res publicadan türettiği republique sözcüğünü kullanmakla kamusal olan ve kamusal çıkarları gözeten egemen devlet düşüncesine geçişi sağlamaktadır. Bkz. Ağaoğulları vd., a.g.k., s. 404-410. 21 Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, (Çev. Gürol Koca, Tamer Tosun), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2007, s. 399. 20 57 Bu durum, Geç Ortaçağ’da kentlerin psikoposluk merkezleri olmaktan çıkarak ticaretin canlanmaya başladığı, dünyevi işlerin önem kazandığı yerleşimlere dönüşmesiyle değişmeye başladı. Ticaretin canlanmasıyla birlikte Hıristiyanlığın büyük günahlar kategorisinde değerlendirdiği zenginlik, israf, gösteriş, kibir vb. özellikler marifet haline geldi. Kentler Rönesansla birlikte tipik din eksenli yerleşimler olmaktan çıkarak kent-soylu yeni ve güçlü bir sınıfın önceliklerine göre dünyevi biçimde yeniden inşa edildiler. Kentsel mekanın surları, kenti feodal dünyadan yalnızca fiziksel olarak ayırmakla kalmayıp ekonomik, politik, toplumsal, yönetsel, sanatsal bir bütünlük olarak da kopuşu göstermekteydi. Kamu binaları, meydanlar, saraylar, heykeller, sokaklar, evler mimari açıdan bu yeni dönemi sergilemekteydiler. Kent, eski ile yeni arasında bir köprü ve “kolektif bir bellek” oluştururken geçmiş (Antikite) yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu yenidünyada soylular ve din adamları da ancak yurttaşlar gibi kentin bir parçası olarak kent yaşamına katılabilmekteydiler. Başlangıçta yurttaşlığın loncalara üyelikle sınırlı olması nedeniyle oligarşik bir yapı sergilese de feodal iktidar ağı dışında topluluk üyelerinin eşitliğine ve dayanışma bağlarına dayanan özerk bir yönetim düşüncesi, kentleri özgürlük alanı yapmıştır. Kente gelen serf ya da köle bir süre sonra yurttaş olamasa da en azından lorda tabi bir serf değil, özgür bir bireydir.22 Pocock Arendt’in vita activa kavramından esinlenerek özellikle Kuzey İtalya’da 13. yüzyıldan itibaren başlayan, politik yaşamın canlandığı bu çağı, “vivere civil” kavramsallaştırmasıyla açıklamaktadır. Ortaçağ, Arendt’in vita activa-vita contemplativa ikiliğinden dünyevi yaşamı üreten etkinlikleri içeren vita activanın yerini tefekküre dönüşmüş felsefi etkinlik olan vita contemplativanın üstün olduğu bir dönemdi. Kentler, vita activanın yeniden önem kazanmaya başladığı bir ortam Bkz. Mumford, a.k.; Benevolo Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler (Çev. Nur Nirmen), Afa, İstanbul, 1995; Pirenne ve Leca’dan akt. Özalp Ahmet,"Vita Contemplativa ile Vita Activa Çerçevesinde Kent-Felsefe İlişkisi", II. Uluslararası Felsefe Kongresi: Şehir ve Felsefe, 11-13 Ekim 2012, Uludağ Üniversitesi, Bursa. 22 58 sunmaktaydı. Kentler için özgürlük, feodal yapının keyfi iktidarından korunma ve politika aracılığıyla ortak işlere katılma anlamına kavuşmuştur. Ortak işler hakkında karar almak yeniden yurttaşların işi haline gelmişti. Machiavelli, Rönesans’ın bir düşünürü olarak Kilise’ye karşı politika alanının özerkliğini ileri sürmüş, din dışı bir ahlak anlayışı geliştirmiş, dünyada düzen kurma işini insanların irade ve eylemlerine bırakmıştı. Abensour’un “Makyavel uğrağı” adını verdiği bu dönem, Ortaçağ zihniyetine kıyasla, insanı sabitlendiği sonsuz hiyerarşik düzenden çıkararak akıl ve eylem ürünü bir dünyanın öznesi yapmakla bizatihi devrimcidir. Dünya, bundan böyle dünyevi bir tikelliğin ve olumsallığın içerisinde şekillenecektir. Tarihselliği reddeden evrensel monarşiye karşı tarihselliği yücelten res publica önem kazanmıştır. Res publicanın tarihselliğinin, yani yurttaş eylemlerinin ürünü olduğunun kabulü, olumsallığının da kabulüdür. Res publicanın kırılganlığı, onu ayakta tutmak için erdem/virtu ve ihtiyat/prudence ilkelerinin neden bu kadar önemli olduğunu açıklamaktadır. Skinner’in belirttiği üzere, her ne kadar Prens’de farklı, Söylevler’de farklı görünse de erdem ve ihtiyat ilkeleri her iki çalışmasında da yer almakta; Prens’te prens için öngördüğü erdem ve ihtiyat, Söylevler’de kent yurttaşları için karşımıza çıkmaktadır.23 Prense iktidarı elde etmenin ve onu korumanın yollarını öğütleyen Machiavelli’nin melek mi, yoksa şeytan mı olduğu tartışması bir yana iktidar alanını dünyevileştiren Machiavelli, Söylevler’de geçmişteki cumhuriyetçi Roma kentini incelemiştir. Machiavelli’ye göre, bir kentin özgür olabilmesinin tek bir kişinin ya da grubun keyfi yönetiminden bağımsız olarak özerk bir şekilde örgütlenmesine bağlıdır. Ayrıca bu kentin özgürlüğünü sürdürebilmesi yurttaşların virtuya sahip olmalarıdır. Kentin başarısı ve ortak çıkarı için bireysel çıkarı kenara bırakabilmeyi gerektiren yurtseverlik olarak tanımladığı virtu, yurttaşların politikaya ilgisini kaybederek her türden virtuoso etkinliği için tembelleşme eğilimine girmeleriyle ya da kamu gücüne sahip yurttaşların kamusal iyilik kaygınsı bir kenara Quentin Skinner, Machiavelli, (Çev. Cemal Atilla), Altın Kitaplar, İstanbul, 2002. 23 59 bırakarak kendi bireysel hırslarını ve sorunlarını ön plana almalarıyla yozlaşabilir. Bu nedenle ihtiyatlı olunmalıdır.24 Machiavelli’nin tedbir olarak önerdiği şeylerden ilki, pragmatik bir yaklaşımla sıradan ve basit insanları yücelten ve öte dünyaya yönelten Hıristiyanlığın yeniden yorumlanmasıdır. İkincisi kurucu babalar tarafından yerleştirilen bir karma anayasayla yasaların zorlayıcılığına başvurmaktadır. Saf anayasal rejimlermonarşi, aristokrasi ve demokrasi- doğaları itibariyle istikrarsızdırlar ve aşırılıklarının törpülenmeleri gerekir25. Burada Aristo ile örtüşen Machiavelli, hiziplerden birisi karma anayasayı ortadan kaldıracak şekilde yönetimi ele geçirip tiranlaşmadığı sürece çatışmayı onaylamaktadır. Bu yanıyla Machiavelli, cumhuriyetçi kuramın asli unsurlarından olan “denge”yi sağlama yolunda çaba harcayan bir düşünür olarak, yurttaş katılımını özyönetimin, zaferin ve bağımsızlığın şartı olarak gören “korumacı cumhuriyetçiliği”n fikir babası olmuştur. Machiavellici iktidar kavramı çokluğun hayatının bir ürünü olarak her zaman cumhuriyetçidir; her zaman çatışmalı demokratik toplum tabanına yaslanmaktadır. İktidar, dönemin Kopernikçi devriminin mantığına uygun olarak, karşı güçlerin ortaya çıkışı ve etkileşimi aracılığıyla örgütlenmekte, kuruluş süreçlerine eklemlenen çoğul çatışmalar aracılığıyla biçimlenmektedir.26 Sürecin devamında sözleşmecilerin doğal hukuk anlayışını dünyevileştirdikleri sözleşme kuramları aracılığıyla siyasal iktidarın kaynağına yurttaşların iradelerini yerleştirmeleri önemlidir. Hobbes, Rousseau, Locke farklı şekillerde doğa durumu tasarlamış olmakla birlikte hepsinin bu ortak özelliği yanında doğa durumunda eşitlik, özgürlük, rasyonellik, mülkiyet ilkelerinin var olması ve siyasal toplumun bu ilkelere göre tasarlanması feodal yapının temellerini sarsmıştır. İnsanların soya ve statüye göre sınıflandırıldığı ve bunun Tanrısallıkla meşrulaştırıldığı Ortaçağ’a karşı eşitlik ilkesi soyluların ayrıcalıklarını, özgürlük ilkesi onların bireylerin yaşamlarına 24 Skinner, a.k., 79-85. Skinner, a.k., 94-96. 26 Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, (Çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003. 25 60 yönelik keyfi müdahalelerini, kardeşlik ilkesi soyluların üstünlüğüne son veren yeni bir aidiyetlik ilişkisini getirmekteydi. MODERN ZAMANLAR: RES PRİVATENİN ÖZERK BİR ALAN OLARAK ORTAYA ÇIKIŞI VE ELEŞTİRİLER Modern zamanlarda önemli dönüşümler yaşanmıştır. Bu dönüşümlerin biri, toplumdan ayrışmış, profesyonel çalışanlardan oluşan bir bürokrasiye sahip devlet aygıtının oluşmasıdır. Finley, diğer mesleklerde yaşanan profesyonelleşme olgusunun politikada da yaşandığını ve meslekten politikacıların işi haline geldiğini söylemektedir. Bu durumda demagogların işlevi de, yeni teknolojileri kullanan medyanın eline geçmiştir. Finley’e göre medya, hem yeni değerler yaratma ve pekiştirme gücü hem de yarattığı entelektüel pasiflik nedeniyle önemlidir.27 Bu şartlarda ikinci önemli dönüşüm, siyasal iktidarın kurumsallaşmasından ötürü özgürlüğün negatif özgürlük boyutunun ortaya çıkmasıdır. Bu özgürlük anlayışıyla, res private hak ve özgürlüklerle tanımlanan bireysel bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır. Constant’ın belirttiği gibi, modernlerin özgürlüğü eskilerin özgürlüğünden farklı olarak katılımla özdeşleşmiş bir özgürlük olmayıp siyasal iktidarın sınırlanması ve bireyin eylemlerinde dış engellemelerle karşılaşmaması anlamına gelmektedir. Özellikle Locke, kurgusal doğa durumundan mülkiyet (özel mülkiyetin yanı sıra yaşam ve özgürlük hakkını da içerecek şekilde), rasyonellik, mübadele ilkelerini türetmiş, bireylerin sözleşmeyle oluşturdukları devlete bu ilkeleri koruma görevi vermiştir. Devletin meşruluğu doğa durumunda var olan bu hak ve özgürlükleri korumasına bağlıdır. Dolayısıyla özgürlük, başta özel mülkiyet olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin korunması, sınırlı devlet, rasyonel tercih ve bireysel sorumluluk ilkelerini içeren bir özel alana yaslanan negatif özgürlük anlayışını ortaya çıkarmıştır. Antik Yunan’da ve Roma’da mahrumiyet/privation alanı olarak görülen ve ayrı Moses I. Finley, Antik ve Modern Demokrasi, (Çev. Deniz Türker), Ayraç Yayınları, Ankara, 2003, s. 47-50. 27 61 kurallarla (nomoi) düzenlenen oikos, bundan böyle bireysel yaşam alanı olarak mahremiyet alanına; üretim yeri olarak ise bütün bir pazar “oikosnomoi” ye tabi bir alana dönüşecektir. Bu durum, A. Smith’de kişisel çıkarı peşinde koşan insan varsayımına dayanan “homo economicus”u merkezi özne olarak öne çıkarmaktadır. Bu yeni öznenin önceliği, politik katılım olmak zorunda değildir. Bununla birlikte, politik alanda iktidarın tek elde toplanmasına yönelik cumhuriyetçi kaygının sürdüğü görülmektedir. Öyle ki Amerikan Kurucu Babaları The Federalist’te yazdıkları yazılarda uzun bir süre tartıştıktan sonra cumhuriyetçi geleneğin etkisiyle yeni devletin yönetim biçimini cumhuriyet olarak benimsemişlerdir. Çünkü bireylerin tek başına rasyonel karar alabilen varlıklar olmalarına karşın bir hizip ya da çıkar grubu içerisinde ortama uyma eğilimine girdiklerini düşünmekteydiler. Öyle ki demokrasi doğrudan kendi kendini yönetme düşüncesi çağrıştırdığı için korkulması gereken bir şeydi.28 Federalistlerin demokrasi ile ilgili endişelerden birisi ölçek sorunuyla ilgili olmakla birlikte diğeri tamamıyla Platon ve Aristo’nun demokrasi eleştirilerine uygun olarak hizipler ve demagoglarla ilgiliydi. Ortak çıkarı gözeten erdemli yöneticileri seçecek bir sistemi kağıt üzerinde bırakmamak adına gücün tek elde toplanmasını önlemek amacıyla temsil ve kuvvetler ayrılığı ilkesini, Çiçero ve Polybos’un çağdaş uyarlaması olacak şekilde kontrol-denge sistemi içerisinde Anayasa’ya yerleştirmişlerdir. Fransız Devrimi’nde de Rousseau’nun etkisinde kalan Sieyes, “Tiers Etats Nedir” isimli bildirisinde üçüncü tabakayı, ulusun asıl temsilcisi sayarak ilk iki tabakada yer alan soyluların ve ruhban sınıfının ayrıcalıklarını eleştirmiş, onları ulusun eşit bir üyesi olmaya davet etmiştir. Ancak ulus iradesi söz konusu olduğunda, tıpkı Rousseau’nun soyut “genel irade”sini halkın basit kalabalığının temsil edemeyeceği gibi, Sieyes’te de, pasif Andrew Hacker, Siyaset Biliminin Temelleri: Amerikan Sistemi, (Çev. Ahmet Ulvi Türkbağ), Der Yayınları, İstanbul, 2000, s. 119. 28 62 yurttaşlar seçme ve seçilme hakkı, servet ve cinsiyet kısıtlarına bağlanarak pasif yurttaş-aktif yurttaş ayrımı getirilmiştir.29 Liberal düşünce ile cumhuriyetçilik arasında var olan tartışma, yapısal bir çelişkiden kaynaklanmayıp daha ziyade res private/res publica ya da negatif özgürlük ile res publicanın inşası ve sürekliliği için gerekli katılım/pozitif özgürlük geriliminde hangisine öncelik verilmesi gerektiğine dair bir tartışmadır. Liberal ilkelere dayalı ekonomik, toplumsal ve politik anlayışa karşı, özellikle günümüzde communitarian/toplulukçu eleştiriler yükselmeye başlamıştır. Sandel, Walzer, Mac Intrye, Taylor gibi toplulukçu/communiterian düşünürlerin eleştirilerini, katılımı yücelten Arendt, Barber gibi toplulukçu cumhuriyetçi düşünürlerin eleştirileri tamamlamaktadır.30 Bu eleştiriler aslında res privatenin res publicayı-bireysel çıkarların ortak çıkarıanlamsız kılacak kadar önemsenmesine, oikosun mantığının politik alanı belirlemesine, politikayı politikacıların tekeline bırakan kayıtsızlığa, bağsız, köksüz, soyut birey tasarımına yöneliktir. Eleştirenlerin başında gelen çağdaş cumhuriyetçi düşünür Arendt, öncelikle emeğin yüceltilmesine karşı çıkmaktadır. Ancak Arendt’in emek etkinliğine karşı çıkması, vita activayı oluşturan etkinlikler içerisinde anlık, üretildiği anda tüketilen nesneler üreten, bedensel ihtiyaçların karşılanmasıyla sınırlı etkinlik olmasındandır. Arendt’e göre modern dünyada emeğin yükselmesi, dünyanın üretim ve tüketim döngüsüne tabi kılınması ve nesneleştirilmesi demektir. Animal laboransa yaklaşan insan sadece bedensel gereksinimlerini karşılamakla kalmayıp boş zamanını da bedensel zevkleri peşinde tüketimle harcayacaktır. Oysa kamu alanı özel olandan ayrı herkes için ortak olan, insanların içerisinde bilinebilir ve görülebilir hale geldikleri, birbirleriyle bağ kurdukları alanı oluşturmaktadır31 Arendt, “totalitarizmin kaynağını, eşit yurttaşların ortak sorunlar Konu için bkz. Mehmet Ali Ağaoğulları vd., a.g.k. Andre Berten vd. (Edit.), Liberaller ve Cemaatçiler, (Haz. Zeynep Özlem Üskül Engin), Dost Kitabevi, Ankara, 2006. 31 Arendt, a.g.k., 160, 203, 94-96. 29 30 63 hakkında politik eylem(ve iletişim)de bulundukları kamusal alanın ortadan kalkmasına bağlamaktadır. Çünkü özgür politik bir toplumda kamusal alanın boşalması despotik bir gücün bu alanı doldurması anlamına gelmektedir.32 Bu nedenle iyi yaşam, Aristo’nun belirttiği gibi politik bir topluluk içerisinde politikayla gerçekleştirilen bir yaşamdır. Bu bağlamda, toplulukçular liberalizmin soyut birey ve hak tasarımına karşı bireyin içinde doğduğu ve yaşadığı somut toplulukları öne çıkarmaktadırlar. Liberalizmin metodolojik bireyciliği tek somut gerçeklik olarak bireyi kabul etmekte, aile, devlet, ulus vs. toplumsal bütün varlıkları bireyden ayrı bir varlığa sahip olmayan kolektiviteler olarak görmektedir. Toplulukçulara göre bu birey, toplumsal belirlenmişliklerinden arındırılmış atomistik bir birey tasarımıdır. Özellikle Sandel, Kant’ın otonom bireyini de Rawls’ın prosedürel adalet anlayışını da aşkın özne ve köksüz ben olarak nitelemekte, bireylerin tercihlerine yön veren toplumsal arka plana dikkat çekmektedir33. Kant özne olarak “kendi”nin toplumsal olarak tanımlanmış bağlardan ve rollerden önce geldiğini, kendi kararını verdiğini (otodeterminasyon/selfdeterminasyon), ancak bu şekilde özgür olabileceğini söylemekle aslında “kendi” nin toplumsal uygulamalara sıkıştırıldığını varsaymaktadır. Toplulukçular için toplumsal bağlar, birey için bir engel olmayıp toplumsal kimliğin bir parçasıdırlar. Öznenin kararı bu toplumsal rollerin ve bağların içerisinde gerçekleşmektedir.34 Taylor da tüm toplumsal rollerin eleştiriye tabi tutulmasını özyıkıcı bir faaliyet ve liberal özgürlük tanımını “içinde hiçbir şeyin yapılamaya ve hiçbir şeyin sayılmaya değmeyeceği bir boşluk” olarak kabul etmektedir. Fuat Keyman ve Banu Turnaoğlu, “Neo Roma ve Neo Atina Cumhuriyetçiliği: Cumhuriyetçilik, Demokratikleşme ve Türkiye”, Doğu-Batı, Güz 2009, Y. 11, S. 47, s. 52. 33 Michael Sandel, “Usuli Cumhuriyet ve Yükümsüz Ben” (Çev. Eylem Özkaya), Ed. Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara, 2006, s. 214-15. 34 Carl K. Y. Shaw, “Civic Republicanizm and Democratic Politics-Michael Sandel and Contemporary Theories of Political Community”, Euramerica, Vol. 40, No. 4, December 2010, s. 931. 32 64 Gerçek özgürlük yerleştirilmiş bir özgürlüktür35. Bu özgürlüğün politik yansıması, topluluk içinde iyi yaşam gerçekleşebileceği ve topluluğun ortak iyiliği üzerine temellenmiş politik eylemin gerekliliğidir. Liberal perspektiften bakıldığında toplulukçu yaklaşımların da kendi eleştirilerinin tuzağına düşebildikleri görülebilmektedir. Liberalizmin ortak iyisi ya da iyi yaşam anlayışı yok değildir. Liberalizm ortak iyinin, kişisel iyilerin bir türevi olarak gerçekleşebileceğini varsaymaktadır. Ayrıca toplulukçu anlayış, “topluluk” etrafında bir düşünce geliştirmekle bireysellikleri ortadan kaldıracak şekilde topluluğu soyutlayabilmektedir. Toplulukçu yaklaşım, ancak negatif özgürlükler üzerine temellendirildiğinde birey-topluluk dengesi kurulabilmektedir. Batı’da bu tartışmanın tarafları liberalcemaatçi olarak değil, bireyci liberaller ile toplulukçu liberaller arasında yürüdüğünü ısrarla vurgulamak gerekmektedir. Aksi halde Batı dışı kültürlerde birey rahatlıkla topluluğun amaçlarına feda edilmektedir. Liberal-toplulukçu gerilimi Pettit tarafından “tahakkümsüzlük projesi olarak cumhuriyet” düşüncesiyle aşılmaya çalışılmıştır. Petit, liberal ya da toplulukçu bir cumhuriyetten değil, bizatihi liberalizm ve toplulukçuluk dışında üçüncü bir yol önerisi olarak cumhuriyetçilik düşüncesinden söz etmektedir. Pettit’e göre, bireylerin tercihlerinin önünde dış engellemelerin olmaması gerçek anlamda özgürlük için yeterli değildir. Çünkü fiili olarak tercihlere hiçbir müdahalenin olmadığı durumlarda da tahakküm var olabilir. Köle-efendi diyalektiğinden hareketle Roma ve Geç Ortaçağ kent devletlerinden, Machiavelli, Harrington, Mill gibi düşünürlerden örnekler veren Pettit, bir failin başkası üzerinde özel olarak keyfi temelde bir müdahale gücüne sahip olması durumunda tahakküm ilişkisi kurulduğunu ileri sürmektedir. Aslında Pettit, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, çoğulculuk ilkelerini içeren, katılımı ve konuşmayı güvence altına alan bir anayasaya dayalı Will Kymlicka, “Yükümsüz Özne”, (Çev. Zeynep Özlem vd.) Ed.Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara, 2006, s. 226. 35 65 toplulukçu bir ideal geliştirmektedir.36 Temsilci-temsil edilentemsil ilişkisi koptuğunda, politikacıların aldıkları kararlar, bu kararlardan etkilenen yurttaşların belirleme alanı dışına çıkmaktadır. Bu durum tahakküm altında bulunan bireylerin kayıtsızlığıyla birleştiğinde ya da çoğunluğun onayı kararlar için yeterli kabul edildiğinde, alınan kararların önemi ölçüsünde meşruiyet sorunu derinleşmektedir. Cumhuriyetçi eleştiriler, aslında bu kopukluğu gidermeye ve meşruiyet eksikliğini ortadan kaldırmaya yöneliktir. SONUÇ Görüldüğü üzere cumhuriyet, sadece biçimsel yönetimlere bakılarak anlaşılabilecek bir kavram değildir. Farklı tarihsel dönemlerde içeriği ona yüklenene anlama ve iktidar mücadelelerine göre değişmekle birlikte ortak çıkar, yurttaşlık, erdem, eşitlik, katılım ilkeleri etrafında şekillenen bir politik bütünü ifade etmektedir. Konunun genişliği nedeniyle res privateres publica ilişkisinin tarihsel evriminin izlendiği bu çalışmada amaç, politik alanın dışında tutulan oikosun kimi zaman hanenin duvarlarının arkasına hapsolan kimi zaman hanenin duvarları dışına taşan sınırları üzerinden cumhuriyeti cumhuriyet yapan belirleyicileri açıklamak; amiyaneliğin tuzağına düşmüş res publicayı bütünlüklü bir şekilde anlamaktı. Bu açıklama ve anlama çabasının sonucunda, eşit yurttaşların sahip oldukları haklar ve bu haklar temelinde sergiledikleri politik eylemlilikleri ile kurulan bir politik topluluğun alternatifinin, bir biçimde tabiyet ilişkilerinin geçerli olduğu topluluklar olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Bir diğer konu modern çağda haklar setiyle tanımlanmış bir res private ile yurttaşların politik varlığını ifade eden res publica arasındaki gerilimdir. Yurttaşın kendi varlığını ancak Philip Pettit, Cumhuriyetçilik: Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, (Çev. Abdullah Yılmaz) Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 49-80. 36 66 politik bir toplulukta gerçekleştirebileceği ön kabulü, yurttaşın topluluğun bir parçası olarak topluluk için fedakarlık yapmasını gerektirmektedir. Cumhuriyetçi yurttaşlık düşüncesi, modern dünyada sadece hanenin sınırları içerisinde kadın ve kölelere özgü emek etkinliğinden söz edilemeyeceğini, bireysel hak ve özgürlüklerin öncelikle res privateye ait olduğunu, dolayısıyla katılımın bir zorunluluk ya da erdem olarak görülemeyeceğini ileri süren liberal perspektiften eleştirilmektedir. Buna karşılık cumhuriyetçiliğin çıkış noktası, Aristo’nun yaşamın değil, iyi yaşamın amaçlanması gerektiği ve bunun da birer “zoon politikon” olan yurttaşların politik eylemiyle, yine politik bir topluluk içerisinde gerçekleşebileceği tezidir. Bu politik topluluk, yurttaşların iradelerinin üzerinde herhangi bir tahakkümün olmamasını, iktidarın herhangi bir şekilde tekelde toplanmamasını zorunlu kılar. Bu kaygı, sadece tekin tiranlığına, azlığın oligarşisine yönelik olmayıp çoğunluğun iktidarına da yöneliktir. Antik dönemde oikosun sınırlarının kesin ve keskinliği, res privatenin mahrumiyet alanı oluşu, İtalyan kent devletlerinde res publicanın oligarşik yapı sergilemesi res publicayı farklı düşünme tarzlarını engellemez. Bu ilkelerin günümüz küresel kapitalist dünyasında nasıl gerçekleştirilebileceğinin, yeni koşullara nasıl uyarlanabileceğinin tartışılması önemlidir. Küresel kapitalist bir dünyada res privatenin zorunluluklarıyla iş gören bir politik alanın, insanlık için ortak bir alan, res publica inşa edebilmesi olanaklı gözükmüyor. 67 KAYNAKÇA Abensour, Miguel, Devlete Karşı Demokrasi: Marx ve Makyavelli Uğrağı, (Çev. Nami Başer, Zeynep Gambetti), Epos Yayınları, İstanbul, 2002. Ağaoğulları, Mehmet Ali (Ed.), Sokrates’ten Jakobenlere Batı’da Siyasal Düşünceler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011. Akal, Cemal Bali, Sivil Toplumun Tanrısı, Engin Yayınları, İstanbul, 1995. Arendt, Hannah, İnsanlık Durumu, (Çev. Bahadır Sina Şener), İletişim Yayınları, İstanbul, 2006. Aristoteles, Politika, (Çev. Mete Tunçay), Remzi Kitabevi, İstanbul, 2000. Ateş, Toktamış, Cumhuriyet ve Laiklik, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1995. Benevolo, Leonardo, Avrupa Tarihinde Kentler, (Çev. Nur Nirmen ), Afa Yayınları, İstanbul,1995. Berten, Andre vd. (Edit.), Liberaller ve Cemaatçiler, (Haz. Zeynep Özlem Üskül Engin), Dost Kitabevi, Ankara, 2006. Bloch, Marc, Feodal Toplum,(Çev. Mehmet Ali Kılıçbay), Gece Yayınları, İstanbul,1995. Cangızbay, Kadir, Sosyolojiler Değil, Sosyoloji, Öteki Yayınları, Ankara, 1997. Finley, Moses I., Antik ve Modern Demokrasi (Çev. Deniz Türker), Ayraç Yayınları, Ankara, 2003. Habermas, Jurgen, Kamusallığın Yapısal Dönüşümü (Çev. Tanıl Bora ve Mithat Sancar), İletişim Yayınları, İstanbul, 1997. Hacker, Andrew, Siyaset Biliminin Temelleri: Amerikan Sistemi (Çev. Ahmet Ulvi Türkbağ), Der. Yayınları İstanbul, 2000. 68 Hardt, Michael ve Negri, Antonio, İmparatorluk, (Çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2003. Held, David, Models of Democracy, California: Stanford University Press, 1996. Keane, John, Sivil Toplum ve Devlet: Avrupa’da Yeni Yaklaşımlar (Çev. Levent Köker vd.), Yedikıta Yayınları, Ankara, 2004. Keyman, Fuat ve Banu Turnaoğlu, “Neo Roma ve Neo Atina Cumhuriyetçiliği: Cumhuriyetçilik, Demokratikleşme ve Türkiye”, Doğu-Batı, Güz 2009, Y.11, S.47, s. 37-64. Kymlicka Will, “Yükümsüz Özne”, (Çev. Zeynep Özlem vd.) Ed. Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara, 2006, s. 225-234. Locke, John, Sivil Toplumda Devlet, (Çev. Hale Akman, Serdar Taşçı), Metropol Yayınları, 2002. Mardin, Şerif, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, İletişim, İstanbul, 1998. Montesquıeu, Kanunların Ruhu Üzerine I ve II, (Çev. Fehmi Baldaş ), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, İstanbul, 1998. Mouffe, Chantal, Demokratik Paradoks, (Çev. A.Cevdet Aşkın), Epos Yayınları, Ankara, 2000. Mumford Lewis, Tarih Boyunca Kent: Kökenleri, Geçirdiği Dönüşümler ve Geleceği, (Çev. Gürol Koca, Tamer Tosun), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2007. Özalp, Ahmet, Homo Politicusun Ontolojisi, Hitit Kitap, Çorum, 2009. Özalp, Ahmet,"Vita Contemplativa ile Vita Activa Çerçevesinde KentFelsefe İlişkisi", II. Uluslararası Felsefe Kongresi: Şehir ve Felsefe, 11-13 Ekim 2012, Uludağ Üniversitesi, Bursa. Pettit, Philip, Cumhuriyetçilik: Bir Özgürlük ve Yönetim Teorisi, (Çev. Abdullah Yılmaz), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998. Platon, Devlet, (Çev. Selahattin Eyuboğlu, M. Ali Cimcoz), Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975. 69 Pocock J. G. A., The Machievellian Moment: Florentine Political Theory and The Atlantic Republican Tradition, Princeton University Press, New Jersey, 1975. Popper, R. Karl, “Bilimin Amacı”, Sağduyu Filozofu Popper, (Der. Cemal Güzel), Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1998. Rousseau, J. Jacques, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı,( Çev. R. Nuri İleri ), Say Yayınları, İstanbul, 1995. Rousseau, J. Jacques, Toplum Sözleşmesi, (Çev. Vedat Günyol), Adam Yayınları, İstanbul, 1994. Sandel, Michael, “Usuli Cumhuriyet ve Yükümsüz Ben” (Çev. Eylem Özkaya), Ed. Berten vd., Liberaller ve Cemaatçiler, Dost Kitabevi, Ankara, 2006, s. 209-224. Sartori, Giovanni, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş (Çev. Tunçer Karamustafaoğlu- Mehmet Turhan) Yetkin Yayınları, Ankara, 1996. Shaw Carl K.Y, “Civic Republicanizm and Democratic PoliticsMichael Sandel and Contemporary Theories of Political Community”, Euramerica, Vol.40, No. 4, December 2010. Skinner, Quentin, Machiavelli (Çev. Cemal Atilla), Altın Kitaplar, İstanbul, 2002. Ed. White, “The Ends of Republicanism”, EarlyRepublic, 30, Summer 2010. Journal of the Zagorin Perez, “Republicanisms”, British Journal fort he History of Philosophy 11(4), 2003. 70 YOAV PELED’İN ETNO-CUMHURİYETÇİLİK KAVRAMI ÜZERİNE Smadar Elhanan’ın (1984-1997) anısına... Diren Çakmak Özet Çalışmada, Yoav Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramı incelenmektedir. Peled’in siyasal düşüncesine yer verilmekte, İsrail yurttaşlık tarihini anlamaya rehberlik eden bir tipoloji olarak Peled’in çok katmanlı yurttaşlık tipolojisi açıklanmakta, tipoloji bağlamında etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırmasının içeriği ele alınmakta ve Peled’in gözünden etno-cumhuriyetçiliğin tarihsel sosyolojik değerlendirmesine yer verilmektedir. Çalışmada belge tarama ve içerik çözümleme araştırma yöntemleri kullanılmaktadır. Liberal, etnik-milliyetçi, cumhuriyetçi ilkelerden müteşekkil Peled’in çok katmanlı yurttaşlık tipolojisinin açıklanması, siyonizm, post-siyonizm ve neo-siyonizm tartışmalarına temas etmeyi gerektirdiğinden, çalışma siyonizm çerçevesinde yürütülen tartışmaları içermektedir. Çalışmanın önemi, Türkiye’deki siyaset bilimi literatüründe Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramı üzerine yapılan ilk akademik araştırma olmasıdır. Anahtar Sözcükler: Etno-Cumhuriyetçilik, Yurttaşlık, EtnikMilliyetçilik, Siyonizm, Post-Siyonizm. Yrd. Doç. Dr., Hitit Üniversitesi, Hitit Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İktisat Bölümü. direncakmak@hitit.edu.tr 71 GİRİŞ Yoav Peled1 etno-cumhuriyetçilik kavramını İsrail siyaset bilimi literatürüne 1992’de yazdığı makaleyle kazandırmıştır. Peled İsrail’in kurulduğu 1948’den itibaren İsrail yurttaşlık tarihini anlamak için üç katmanlı bir tipoloji önermiş; İsrail yurttaşlığının, liberalizm ilkesi, etnik-milliyetçilik ilkesi ve cumhuriyetçilik ilkesi olmak üzere üç bileşeni olduğunu öne sürmüş; İsrail yurttaşlığına, liberal ilkenin evrensellik ve insan haklarına saygı yaklaşımını, etnik-milliyetçi ilkenin Yahudi özgülüğü ve Musevi dininden olmanın ayrıcalığını ve cumhuriyetçi ilkenin siyonizmin meşruiyetini kattığını iddia etmiştir. İsrail Devleti’nin kurucu düşüncesinin etnocumhuriyetçilikte ifadesini bulan Mamlakhtiyut (işçi siyonizmi cumhuriyetçiliği) düşüncesi olduğunu, neo-liberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla, İsrail yurttaşlığını oluşturan üç ilkeden cumhuriyetçi ilkenin geri plana düştüğünü ve liberal ilkenin öne çıktığını, bunun sonucu olarak etno-cumhuriyetçi politikaların tasfiye sürecine girdiğini öne süren Peled, İsrail kurucu düşüncesinin yeni tanımının yapılması gerektiğini düşünür. Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması yaptığı 1992’deki makalesinden önce, İsrail’deki Doğu Yahudilerinin (Mizrahi) iktisadi, siyasi ve toplumsal sistemdeki ötekiyi oluşturduğunu iddia ettiği 1990’daki makalesinde İsrail yurttaşlığının hiyerarşik yapısına dair erken çözümlemelere yer verdiğini görmek mümkündür.2 Ancak bu, etno-cumhuriyetçilik kavramının içeriğini açıkladığı ilk yıl olan 1992’yi esas almayı yanlış kılmamaktadır. Peled’in kavramsallaştırmasının Tel Aviv Üniversitesi G.H.Gordon Toplum Bilimleri Fakültesi Siyaset Bilimi Bölümü (Tel Aviv-İsrail) öğretim üyesi Prof. Dr. Yoav Peled’e etnocumhuriyetçilik kavramını anlamama yardım ettiği ve bana zaman ayırdığı için teşekkür ederim. 2 Yoav Peled, “Ethnic Exclusionism in the Periphery: The Case of Oriental Jews in Israel’s Development Towns”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 3/3, 1990, s. 345-367. 1 72 Smooha’nın3 etnik demokrasiyi ve Yiftachel’in4 etnokrasiyi kavramsallaştırdığı zamana denk düşmesi ise tesadüf değildir. Filistin sorununun çözümüne yönelik başlatılan Oslo Barış Süreci’nin mimarlarından Shimon Peres’in “The New Middle East” kitabının 1993’te yayımlandığı akla gelirse5, İsrail iç ve dış siyasetini bir arada okumak ve Yeni İsrail hayali kurmak bakımından, Peled’in Peres’le benzerliği olduğunu da söylemek mümkündür. Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin çözülmesiyle, Rusya’dan bir milyona yakın Yahudi’nin İsrail’e göçmesi, 1980’lerin ortasında ilk dalga ve 1990’ların başında ikinci dalga olarak Etiyopya’dan Yahudi göçü, 1987-1993 yıllarında Birinci İntifada’nın yaşanması, 1994’te Filistin Özerk Yönetimi’nin kurulması ve 22. Arap devleti olarak bağımsızlığa hazırlanması,6 İsrail toplumunun % 20’sini oluşturan İsrail yurttaşı Arapların kendilerini Filistin Arap ulusunun parçası saymaya başlamaları, Beyaz Yahudi olarak nitelendirilebilecek Batı Yahudilerinin (Aşkenazi) küresel ekonomiyle bütünleşmeleri Sammy Smooha, “Minority Status in an Ethnic Democracy: The Status of Arab Minority in Israel”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 13/3, 1990, s. 389413. Smooha “etnik demokrasi” kavramını ilk kez 1990’da kullanmış olmakla birlikte, etnik demokrasi kuramsallaştırmasının olgun haline 1997 yılındaki makalesiyle ulaşmıştır. Sammy Smooha, “Ethnic Democracy: Israel as an Archetype”, Israel Studies, sayı: 2/2, 1997, s. 198-241. 4 Oren Yiftachel, “Israeli Society and Jewish-Palestinian Reconciliation: Ethnocracy and Its Territorial Contradictions”, Middle East Journal, sayı: 51/4, 1997, s. 505-519. Yiftachel, 1992’de etnik demokrasi üzerine makale yazmış, süreç içinde “etnokrasi” kavramsallaştırması yapmaya koyulmuştur. Oren Yiftachel, “The Concept of Ethnic Democracy and Its Applicability Case of Israel,” Ethnic and Racial Studies, sayı: 15/1, 1992, s. 125-136. 5 Shimon Peres, The New Middle East, Henry Holt, New York,1993. Peres, İsrail’in 9. cumhurbaşkanlığını yapmıştır. Oslo Barış görüşmelerinde, İsrail dışişleri bakanıdır. Cumhurbaşkanlığı görevi sonrasında, 1996’da kurduğu “The Peres Center for Peace” isimli sivil toplum örgütü aracılığıyla, İsrail yurttaşı Yahudiler ve Araplar arasında iletişimi güçlendirmeye dönük faaliyetlere imza atmıştır. İşçi siyonizmi hareketi içinde yetişmiş bir siyasetçi olan Peres, İsrailli Arap ve Yahudi çocuklara dönük projelerle “Yeni İsrail” hayaline hizmet etmektedir. 6 Dünyada 22 Arap devleti vardır. Arap devletleri, Fas, Tunus, Cezayir, Komor, Cibuti, Yemen, Irak, Suriye,Mısır, Sudan, Lübnan, Libya, Ürdün, Moritanya, Suudi Arabistan, Somali, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Umman, Katar, Kuveyt, Bahreyn ve Filistin’dir. Dünyadaki tek Yahudi devleti İsrail’dir. 3 73 ve liberalleşmeleri, Kara Yahudi nitelendirilebilecek, Araplarla kültürel benzerlikler taşıyan Doğu Yahudilerinin (Mizrahi) radikalleşmeleri ve etnik-dinsel milliyetçiliğin taraftarı haline gelmeleri, Peled’in kavramsallaştırmasının tarihi arka planını oluşturmaktadır. Etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması Peled’e aittir. Bununla beraber, politik ekonomi çözümlemelerinin gerektirdiği durumlarda Peled’in Shafir ile ortak çalışmaları olması nedeniyle, üç katmanlı İsrail yurttaşlık tipolojisi, Peled’e ve Shafir’e birlikte mal edilmektedir. Bu yanlışlığın sebebi, Peled ve Shafir’in 2002’de birlikte yazdığı “İsrailli Olmak” başlıklı kitap dışındaki literatürü görmezden gelmektir.7 Halbuki 1992’den 2002’ye kadar Peled’in hem tek başına hem de başka yazarlarla hem de Shafir ile pek çok çalışması vardır ve bu çalışmalarında da İsrail çok katmanlı yurttaşlık tipolojisinin asıl sahibinin Peled olduğunu tespit etmek mümkündür.8 Shafir’in tek yaptığı çalışmalara bakıldığında9da çok katmanlı yurttaşlık tipolojisinin sahibinin Peled olduğunu görmek mümkündür. Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması, İsrail siyasal yaşamını açıklamada önemli bir kuramsal araç olarak kendini göstermektedir. Oslo Barış Süreci mimarlarından Rabin’in 1995’te Yahudi milliyetçisi Mizrahi tarafından öldürülmesi, 2000-2005 yıllarında İkinci İntifada’nın yaşanması, Filistin sorununun çözümsüzlüğünün İslamcı hareketleri radikalleştirmesi, Güneydoğu Asya ve Afrika’dan İsrail’e misafir işçi gelmesinin İsrailli Araplar tarafından Araplara alternatif ucuz 7 Gershon Shafir & Yoav Peled, Being Israeli: The Dynamics of Multiple Citizenship, Cambridge University Press, Cambridge, 2002. 8 Gershon Shafir & Yoav Peled, “Introduction: The Socioeconomic Liberalization of Israel”, The New Israel: Peacemaking & Liberalization, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 1-13. Gershon Shafir & Yoav Peled, “Peace and Profits: The Globalization of Israeli Business and the Peace Process”, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 243264. 9 Gershon Shafir, Land, Labor and the Origins of the Israeli-Palestine Conflict:1882-1914,Cambridge University Press, Cambridge, 1989. Gershon Shafir, “Israeli Society: A Counterview”, Israel Studies, sayı: 1/2, 1996, s. 189-213. 74 işgücü oluşturulduğu biçiminde yorumlanması, İsrail toplumsal yaşamında Yahudilik ve Musevilik kimliğinin kesişen öğeleri üzerinden tartışmalar, İkinci İntifada sonrası etnik-dinsel milliyetçiliğin yükselmesi, İsrail siyasetinde evrensellik ve özgülük, liberalizm ve devletçilik, yurttaşlık ve kandaşlık geriliminin gündemden düşmemesi, siyasal ve toplumsal liberalizm çerçevesinde anlamlandırılabilecek post-siyonizm sürecine girildiği sanılmaktayken, etnik-dinsel (Yahudi-Musevi) milliyetçilik çerçevesinde anlamlandırılabilecek neo-siyonizmin güçlenmesi, Peled’in İsrail yurttaşlık tipolojisinin ve bu tipoloji çerçevesinde tanımladığı etno-cumhuriyetçiliğin rehberliğinin İsrail siyasal ve toplumsal yaşamını anlamlandırmada vazgeçilmez olduğunu göstermektedir. Çalışma üç bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde Peled’in siyasal düşüncesine yer verilecek, ikinci bölümde etnocumhuriyetçilik kavramı açıklanacak ve üçüncü bölümde etnocumhuriyetçiliğin Peled gözünden tarihsel sosyolojik değerlendirmesine yer verilecektir. Çalışmada belge tarama ve içerik çözümleme araştırma yöntemleri kullanılacaktır. İbranice terimler zaruret arz etmedikçe kullanılmayacak, anlam kayması endişesinin doğabileceği hallerde İbranice terime yer verilecektir. Çalışmada, Filistin sorunu, İsrail’in sınırlarının belirli olmaması, Filistin Özerk Yönetimi’nin geleceği, Filistin bağımsızlık hareketi içindeki bölünmeler gibi güncel polemiklere alet edilebilecek konulara ilişkin değerlendirme yapmaktan kaçınılacak, etno-cumhuriyetçiliğin anlaşılmasını gölgeleyebilecek tartışmaların öne çıkması engellenebilmiş olacaktır. Bununla beraber, kavramın açıklanması tarihi ve güncel olaylardan bağımsız olamayacağından, polemik yaratabilecek konulara girilmesi durumunda, İsrail tarihinden örneklere yer verilirken, İsrail resmi tarihçiliğinin, yeni tarihçiler ekolünün ve Filistinli Arap tarih yazıcılığının kullandığı terimler bir arada kullanılacak ve çalışma dilinin yansızlaştırılmasına gayret edilecektir. Çalışmada “koloniyalizm” yerine “sömürgecilik” ve “homojen” yerine “türdeş” kullanılabilecek, İbranice’den Türkçe’ye tercümede “İş Partisi” olarak anılması gereken Haavoda, Türkçe siyaset bilimi yazınındaki yaygın kullanıma sadık kalınarak “İşçi Partisi” olarak anılacaktır. “İşçi siyonizmi 75 cumhuriyetçiliği” yerine Latinize edildiğinde “Mamlakhtiyut” sözcüğüne karşılık gelen ve “memleketçilik” biçiminde tercüme edilebilecek “Mamlakhtiyut” sözcüğü kullanılacaktır. Latinize edilen İbranice sözcüklerin kullanımı halinde, ilk kullanımda açıklama parantez içinde verilecek ve sözcüğün tekrar kullanımında parantezli kullanım yoluna gidilmeyecektir. Çalışmanın önemi, Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramını Türkçe siyaset bilimi yazınına kazandıran ilk çalışma olmasıdır. PELED’İN SİYASAL DÜŞÜNCESİ Peled kendini neo-Marksist olarak nitelendirmektedir. Çalışmalarında Marksist teoriye liberal açılım uygulayan bir yaklaşım tespit etmek mümkündür. İsrail resmi tarih yazıcılığına şüpheyle bakan Peled’in yeni tarihçiler ekolü iddialarını doğru saymaya eğilimli olduğu söylenebilir. “Değişim, yeni ve gelecekçilik” sözcüklerinin Peled düşüncesinde önemli ağırlığı olduğunu kaydetmek gerekir.10 Peled’in babasının İsrail ordusu generallerinden, 19481949 Arap-İsrail savaşında çarpışan ve 1967 savaşından iki yıl sonra ordudan ayrılmayı seçen Matti Peled (1923-1995) olduğunu, Peled’in siyasi düşüncesinin şekillenmesinde 19841988 yıllarında İsrail Meclisi’nde (Knesset) milletvekilliği yapan, İsrail’in 1948 topraklarına geri çekilmesi gerektiğine dair görüşleriyle tanınan Matti Peled’in etkisinin yadsınamaz İsrail siyasal yaşamında “çocuklar” ve “gelecek” vurgusu merkez sol,“baba” ve “geçmiş” vurgusu merkez sağ siyaset dilinde hakimdir. Postsiyonistler gelecek vurgusu, neo-siyonistler geçmiş vurgusu yaptıklarından, post-siyonistler “solcu” sayılmakta ve neo-siyonistler “sağcı” sayılmaktadır. Peled, sol siyaset diline sahiptir. “Post-siyonizm” kavramının resmi doğum tarihi 13 Eylül 1993’tür. Bu tarih, İsrail adına dönemin başbakanı, işçi siyonizmi hareketinden yetişmiş Rabin (1922-1995), Filistin Kurtuluş Örgütü adına örgütün başkanı, sosyalist-milliyetçi Filistin Arap bağımsızlık hareketine mensup Arafat (1929-2004) arasında, 1993-2001 yıllarında Amerika Birleşik Devletleri (ABD) başkanlığı yapan Demokrat Partili Bill Clinton nezaretinde, Washington’da Birinci Oslo Barış Antlaşması’nın imzalandığı tarihtir. Zira 13 Eylül 1993 “Yeni İsrail” kavramının resmi doğum günüdür. 10 76 olduğunu kaydetmek gerekir. Yoav Peled’in annesinin İsrail Bağımsızlık Bildirgesi imzacılarından Abraham Katznelson’ın (1888-1956) kızı olduğu hatırlandığında, onun iç oryantalizmin mağduru olmadığı çıkarımını yapmak doğru olur. Barış eylemcisi Miko Peled’in ağabeyi ve Internet sanatçısı olarak tanınan ve Gazze’deki Arapların yoksulluklarına dair ilginç görsel çalışmalar hazırlayan Horit Herman Peled’in eşi olmasının Peled’in siyasi duruşunun şekillenmesinde etkili olup olmadığını tespit etmek mümkün değilse de, onun, Marksist teoriye liberal açılım uygulayan bir yaklaşıma sahip olmasıyla, Horit Herman Peled’in kültürel Marksistler Walter Benjamin ve Fredric Jameson izleyicisi olması arasında ilinti kurmak olasıdır. Yurttaşlığın bireyin devlet karşısındaki konumlanışını tarif eden statü olduğu, siyasal topluluğa üyelik ve üyesi olunan siyasal topluluğun kaderini belirlemeye katılımı içerdiği akla gelirse, yurttaşlık tartışmalarının eşitlik ve farklılık ekseninde seyir etmesinin kaçınılmaz bir durum olduğunu söylemek doğru olur. Nitekim Peled, insanlık için, medeni hakların 18. yüzyıl, siyasi hakların 19. yüzyıl, toplumsal hakların 20. yüzyıl kazanımı olmasından hareketle;11 kültürel hakların12 veya kimlik haklarının13 21. yüzyıl yurttaşlık haklarına eklenmesini olağan karşılar. Ulus-devlet yurttaşlık anlayışının sonlandığı iddiasına itibar eden Peled,14 İsrail yurttaşlık tarihini anlamak için üç katmanlı tipolojisini kurgularken ve buna bağlı olarak etnocumhuriyetçi yurttaşlık politikalarını açıklarken; evrensellik ve özgülük, liberalizm ve devletçilik, kandaşlık ve yurttaşlık ikilemini aşmaya çalışır. İsrail siyasi, iktisadi, toplumsal Marshall insanlığın gelişimine göre, ilave haklar kuşağının kazanım olarak ortaya çıktığını düşünerek sınıflandırma yapar. Thomas H. Marshall, “Citizenship and Social Class”, Class Citizenship and Social Development, (ed. T. H. Marshall), Greenwood, Westport, 1973, s. 65-122. 12 Bryan S.Turner, kültürel hakların yeni kuşak haklardan olduğunu düşünür. Bryan S. Turner, Citizenship: Critical Concepts, Routledge, London,1994. 13 Engin F. Işın ve Patricia K. Wood, kimlik haklarının 21. yüzyıl haklarından olduğu iddia eder. Engin F. Işın & Patricia K. Wood, Citizenship and Identity, Sage Publications, London, 1999. 14 Yoav Peled, “Towards a Post-Citizenship Society? A Report From the Front”, Citizenship Studies, sayı: 11/1, 2007, s. 96. 11 77 yaşamındaki zıtlıklar dışındaki gri alanları anlamlandırmayı amaçlar.15 Sınıf mücadelesinin yerini 21. yüzyılda sınıf ilişkili mücadelelere bıraktığı görüşündeki Peled, dinsel, mezhepsel, etnik veya toplumsal cinsiyete dayalı çatışmaların sınıf ilişkili mücadeleler olduğunu düşünmektedir.16 Peled’e göre, Marksist yaklaşım çerçevesinde 21. yüzyılda klasik işçi sınıfı veya burjuva sınıfı aramak anlamsızdır ve bir biçimde ötekileştirilen kimliğe sahip insanların mücadelelerini sınıf ilişkili mücadeleler olarak görmemek yanlıştır.17 Peled sınıf ilişkili mücadeleleri sadece iktisadi açıdan ele almaz. Mücadeleleri, siyasi ve kültürel ilişkiler çerçevesinde de ele almayı doğru bulur. Örneğin, heteroseksüel kimliğe sahip olmayanların İsrail’de dışlanmalarını iktisadi, siyasi ve toplumsal açıdan ve bu üç açıya eş göndermelerde bulunarak incelemek gerektiğini düşünür. Etno-cumhuriyetçilik kavramı; yeni yurttaşlık önerisi olarak kavramsallaştırılan, farklılaştırılmış yurttaşlık,18 radikal demokratik yurttaşlık,19 esnek yurttaşlık,20 ulus aşkın yurttaşlık,21 post-ulusal yurttaşlık,22 çok kültürlü yurttaşlık,23 ekolojik Gershon Shafir & Yoav Peled, Being….,2002, s. 33. Yoav Peled,“Towards a Definition of Jewish Nationalism in ısrael? The Enigma of Shas”,Ethnic and Racial Studies, sayı: 21/4, 1998,s.705. 17 Yoav Peled, “Towards…”,1998,s.707. 18 Iris Marion Young, Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”, Ethics, sayı:99/2,1989, s. 250-274. 19 Chantal Mouffe, “Democratic Citizenship and the Political Community”, Dimensions of Radical Democracy,(ed.Chantal Mouffe),Verso,London,1992,s.225-239. 20 Aihwa Ong, “On the Edge of Empires: Flexible Citizenship among Chinese Diaspora, Positions, sayı:1/3,1993,s.745-778. 21 Rainer Bauböck, Transnational Citizenship:Membership Rights in International Migration,Edward Elgar, Alershot,1994. 22 Yasemin Nuhoğlu Soysal, Limits of Citizenship:Migrants and Postnational Membership in Europe, University of Chicago Press, Chicago,1994. 23 Will Kymlicka, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights, Clarendon Press, Oxford,1995. 15 16 78 yurttaşlık,24 anayasal yurttaşlık,25 küresel yurttaşlık,26 ulussuz yurttaşlık,27 diasporik yurttaşlık,28 post-kozmopolitan yurttaşlık29 gibi önerilerle birlikte değerlendirildiğinde; etno-cumhuriyetçi yurttaşlık politikalarının 20. yüzyıla ait olduğunu tespit etmek mümkündür. Etno-cumhuriyetçilikle işçi siyonizmi eşleştirmesi yapan Peled, liberal-cumhuriyetçilik ile post-siyonizmi eşleştirir. İsrail Devleti kurucu düşüncesinin, devlet-yurttaş ilişkilerinin eşitlik ilkesine göre yeniden tanımlanarak değiştirilmesi amacına yönelik işçi siyonizmini eleştiren Peled, liberal siyonizmi ve revizyonist siyonizmi, işçi siyonizmi gibi 20. yüzyıla ait ideoloji sayar.30 Peled’in siyonizm eleştirisinin Pappe,31 Khalidi,32 Masalha33 gibi araştırmacıların eleştirisinden farklı olduğunu belirtmek gerekir. Bart van Steenbergen,“Towards a Global Ecological Citizen”, The Condition of Citizenship,(ed.B.v.Steenbergen), Sage Publications,London,1994,s.141152. 25 Jürgen Habermas,“Citizenship and National Identity”,The Condition of Citizenship,(ed.B.v.Steenbergen),Sage Publications, London,1994,s.20-35. 26 Richard Falk,“The Making of Global Citizenship”,The Condition of Citizenship,(ed.B.v. Steenbergen),Sage Publications, London,1994,s.127-140. 27 Saskia Sassen, Losing Control? Sovereignty in an Age of Globalization, 1995 Columbia University Leonard Hastings Schoff Memorial Lectures, Columbia University Press,New York,1996. 28 Michel S.Laguerre, Diasporic Citizenship: Haitian Americans in Transnational America, St. Martin’s Press,New York,1998. 29 Andrew Dobson, Citizenship and Environment, Oxford University Press, New York,2003. 30 Dünya Siyonist Örgütü’nün kurucusu (örgüt kuruluş tarihi 1897) Theoder Herzl (1860-1904) liberal siyonizm kuramcısıdır. 1948’de kurulan İsrail Devleti’nin ilk devlet başkanı Chaim Azriel Weizmann(1874-1952) liberal siyonisttir. İsrail Devleti’nin ilk başbakanı David Ben-Gurion (1886-1973) işçi siyonistidir. Klasik siyonizm içindeki üçüncü siyonizm, Zeev Jabotinsky’nin (1880-1940) kuramcısı olduğu revizyonist siyonizmdir. 31 Ilan Pappe, The Making of Arab-Israel Conflict:1947-1951, I. B. Tauris, London, 1992. 32 Rashid Khalidi, “The Palestinians and 1948: The Underlying Causes of Failure”, The War For Palestine: Rewriting the History of 1948, (ed. E. Rogan & A. Shlaim), Cambridge University Press, Cambridge, 2001, s. 12-36. 33 Nur Masalha, “New History, Post-Zionism and Neo-Colonialism: A Critique of the Israeli New Historians”, Holy Land Studies, sayı: 10/1, 2011, s. 1-53. 24 79 Ram’ın34 post-siyonizm yaklaşımlarına dair sınıflandırması esas alınırsa, Peled’i Foucaultcu post-modernist yaklaşım olarak post-siyonizm temsilcilerinden saymak isabetlidir. Her ne kadar Peled yaklaşımının Morris’in35 postsiyonizm yaklaşımıyla benzer olduğunu düşünmekteyse de; ötekilik, çok kültürlülük, farklılık vurgusu yapması, postmilliyetçiliği bir özgürleşme olarak görmesi, siyonizmi tek tipleştirme amacını güttüğü iddiasıyla eleştirmesi, siyonizmi kimlikleri bastırmakla itham etmesi, İsrail’deki mevcut devletyurttaş ilişkilerinin yapı sökümüne uğratılmasının zorunlu olduğuna işaret etmesi, siyonizmin bilgi ve güç ağının çözülmesini demokratikleşme sayması ve inkar edildiğini iddia ettiği kimliklerin seslerini yükseltmesini normalleşme olarak görmesi bakımından Peled’i, Silberstein36 ile benzer siyonizm eleştirisine sahip kabul etmek doğru olur. Foucaultcu post-modernist yaklaşım olarak postsiyonizmin Yeni İsrail projesi, her halkın öz-yönetimi olmasını esas alan, kimliklere dayalı koalisyon olarak toplumken; Habermasçı post-modernist yaklaşım olarak post-siyonizmin, kimlikçiliği kabileler toplamı yaratması bakımından tasvip etmediğini ve bu nedenle post-modernist yaklaşım olarak postsiyonizmin Foucaultcu ve Habermasçı olarak ikiye ayrılması gerektiğini düşünen Ram’ın, Habermasçı post-modernist yaklaşım olarak post-siyonizmin temsilcisi olarak Shafir’i gösterdiği37 dikkate alınırsa,Foucaultcu post-modernist yaklaşım olarak post-siyonizm temsilcileri içinde Peled’i saymak sorunlu gözükmekteyse de; Peled ve Shafir’i ortak çalışma yapmaya iten başlıca düşünsel ortaklığın, ikisinin, İsrail siyasal, iktisadi, toplumsal hayatında diaspora ve anayurt, zayıflık ve güçlülük, pasif ve aktif Yahudi, holokost ve kahramanlık türünden ikilikleri reddetmesi olduğu akla gelirse; Shafir’i ve Peled’i post-modernist 34 Uri Ram, Israeli Nationalism:Social Conflicts and the Politics of Knowledge, Routledge, New York, 2011. 35 Benny Morris, Birth of Palestinian Refugee Problem:1947-1948, Cambridge University Press, Cambridge,1987. 36 Laurence J. Silberstein, The Postzionism Debate: Knowledge and Power in Israeli Culture, Routledge, New York, 1999. 37 Uri Ram, Israeli…., 2011, s. 91. 80 yaklaşım olarak post-siyonizm altında birlikte saymanın, Shafir’i Habermasçı post-modernist yaklaşım olarak post-siyonist ve Peled’i Foucaultcu post-modernist yaklaşım olarak post-siyonist kabul etmenin yanlış olmayacağı öne sürülebilir. Zaten hem Shafir hem Peled, İsrail’e göç etmeyen diaspora üyelerinin zayıf ve pasif Yahudi olduğuna, İsrail’i dünyadaki tüm Yahudiler için anayurt devleti olarak kurmakla özveri örneği veren İsrail kurucu babalarının kahramanlığının yadsınamayacağına dair kabulleri bakımından resmi tarihçiliğe eleştirel bakmaktadır.38 Peled’in Foucault, Gramsci ve Bloch’tan etkilendiğini görmek mümkündür. Anti-pozitivisttir. Marks’ı Kantçı yorumlamayı pozitivizm tuzağına düşmek olarak kabul eder. Peled’e göre, ekonomi toplumsal ilişkilerin bir yönüdür, toplumsal ilişkilerin tüm çelişkilerini içerir. Altyapı ve üstyapı ilişkisini karşılıklılık zemininde ele alır. Gerçekliğin çelişkili olduğu görüşünü savunan Peled, Kantçı düşünce geleneğini düzenlilikleri açıklamak derdinde olmakla itham eder ve kuramdan beklenilenin gerçekliğin karmaşık ilişki ve süreçlerini göstermek olduğunu söyler. Peled’e göre gerçeklik tamamen düzensiz bir doğaya sahip kabul edilmez ancak Peled, düzenliliğin gerçekliğe içkin çelişkinin aldığı biçim olduğu görüşündedir. Tarihsel sürecin açık uçlu olduğunu savunur. Peled’e göre, değişim kaçınılmazdır ancak değişimin geleceği çelişkilidir ve çok sayıda olasılık taşır. Peled işlevselciliği eleştirir.39 İsrail siyasal ve toplumsal tarihini işlevcilik rehberliğinde okumayı sorunlu bulur. Eisenstadt,40 Horowitz & Lissak41 gibi işlevselci sosyologlar siyasal ve toplumsal sistemde tıkanmaları yüklenme olarak görmektedirler, bu ise değişimi açıklayamamaktadır.42 Batıda Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 26. Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 23. 40 Shmuel N. Eisenstadt, Israeli Society, Weidenfeld & Nicolson, London,1968. Shmuel N. Eisenstadt, The Transformation of Israeli Society, Weidenfeld & Nicolson, London,1985. 41 Dan Horowitz & Moshe Lissak, Trouble in Utopia: The Overburdened Polity of Israel, Suny Press, Albany, 1989. 42 Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 27. 38 39 81 1960’ların başında terk edilen işlevselciliğin, İsrail sosyoloji yazınında, 1980’lerin ortasına kadar hakim olmasını eleştiren Peled; geleneksel ve modern ayrımına dayalı, işçi siyonizminin görüşünü meşrulaştırmaya hizmet eden, modernizmin taşıyıcısı olarak gördüğü işlevselciliğin, Yishuv (İsrail’in kuruluşu öncesinde Filistin’deki Yahudi topluluğu) ve Mamlakhtiyut politikaları döneminde Aşkenazi hegemonyasını meşrulaştırdığı görüşündedir.43 İşçi siyonizmi hareketi mensuplarının hizmet seçkinleri sayılmasının müsebbibi gördüğü işlevselcilerin analizlerini tartışan Peled; Aşkenazilerin ABD, Kanada, İngiltere yerine Filistin’e gelmeyi seçerek fedakarlıkta bulundukları, bu fedakarlıklarını sahip oldukları yüksek idealle açıklamalarına izin veren işlevselciliğe sert eleştiriler yöneltir. Eisenstadt’ın Aşkenazileri hacı (olim) saymasını ve diğer Yahudileri göçmen kabul etmesini (Filistin’e göç dışında seçenekleri olmadığı için) yurttaş hiyerarşisini pekiştiren tespit olarak nitelendirir.44 İşlevselcileri; İsrail siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısının merkezindeki Aşkenazilerin çıkarlarını yarı-merkez ve çevre aleyhine çoklaştırma kaygısıyla bilgi üretmekle itham eder ve işlevselciliğin 1977 genel seçimlerindeki İşçi Partisi hezimetini açıklayamadığını öne sürer.45 Peled’e göre, işlevselcilerin beklentilerinin aksine, Mizrahilerin İsrail doğumlu ikinci kuşağına Aşkenazi asimilasyon girişimi işe yaramamıştır.46 İşlevselciliği Filistin sorununu dış politika konusu görmesi bakımından da eleştiren, İsrail’i sınırları belirli devletmiş gibi kabul etmesi açısından gerçek tabloyu okumaktan uzak sayan Peled; işlevselci sosyologları Birleşmiş Milletler(BM) tarafından İsrail’in tanınmış sınırlarıyla, İsrail’in kendinin saydığı toprağın (Eretz Yisrael) örtüşmediğini ihmal etmekle ve koloniyalizmi meşrulaştırmak ile eleştirir.47 Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…., 2002, s. 28. Yoav Peled, “Towards…”, 1998, s. 713. 45 Gershon Shafir & Yoav Peled, Being….,2002, s. 29. 46 Yoav Peled, “Towards…”, 1998, s. 708. 47 Yoav Peled, “Profits or Glory? The Twenty-Eight Elul of Arik Sharon”, New Left Review, sayı: 29, 2004, s. 49. 43 44 82 Peled’in İsrail’deki asker-sivil ilişkilerine dair görüşlerinin48 Levy’nin görüşüyle benzerlik arz ettiği söylenebilir.49 Peled, Levy gibi neo-liberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla, Aşkenazilerin girişimcilik pozisyonunu askeri pozisyona tercih etmeye başladıkları kanaatindedir. Peled’in fordist kapitalizmden post-fordist kapitalizme geçiş ve buna bağlı olarak üretimcilikten tüketimciliğe doğru bir dönüşüm olduğuna ve ulusal ekonominin yerini küresel ekonomi paradigmasına bıraktığına dair tespitlerini, yeni istihdam biçimlerinin görülmesini bu çerçevede anlamlandırmasını Jessop’ın50 aynı bağlamdaki görüşleriyle paralel saymak olasıdır. Peled, teori ve pratik arasında ayrımı reddeder. Teori pratikten daha soyut değil ve pratik de teoriden daha somut değildir. Peled’e göre, teorinin kendisi bir pratiktir. Pratik de aslında bir teoridir. Peled için siyasi bir sorun aynı zamanda felsefi bir sorun veya iktisadi bir sorun veya tarihi bir sorun veya hepsi birden olabilmektedir. Peled’in bilimsel bilgi üretme üslubunda dikkat çekici özelliği, ampirik öğeleri teorik çözümleme içine yerleştirmesidir. Nitekim Peled’in etno-cumhuriyetçilik kavramının bileşenlerini tespit etmek, kavramın bileşenlerini tarihsel olaylara gönderme yapmaksızın soyutlamak olanaksızdır. Öyle ki, etno-cumhuriyetçilik kavram kümesi elemanlarının tanım sınırlarını görmek oldukça güçtür. Her elemanın açıklanması yansımalı bir açıklama olmakta, kavramın ana bileşenlerini açıklamaya dair çaba sistematik olmaktan uzaklaşmayı zorunlu kılmaktadır. Peled’e göre yurttaşlık varoluş biçimidir. Yurttaşlık tarihsel olarak çözümlenmesi gereken bir kavramdır. İsrail yurttaşlığını anlamak için, liberal ilke, etnik-milliyetçi ilke, cumhuriyetçi ilke arasındaki ilişkileri tahlil etmek gerekir. Böylece çelişkilerin hareketini izlemek mümkün olabilecektir. İlkeler arasındaki ilişkileri Peled, değişken ve açık uçlu varsaydığından; siyasi, iktisadi ve toplumsal ilişkiler arasına Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 63. Yagil Levy, “Social Convertibility and Militarism: Evolution of the Development of Military-Society Relations in Israel in the Early 2000s”, Journal of Political and Military Sociology, sayı: 31/1, 2003, s. 71-96. 50 Bob Jessop, The Future of Capitalist State, Polity Press, New York, 2003. 48 49 83 kesin sınırlar çizerek, toplumsal tabakalaşmayı anlamak olanaksızdır. Peled’in ezber bozucu tespitleri vardır. Örneğin Peled’e göre, işçi siyonist hareketi aristokratik bir harekettir. Hareketin iktisadi liberalizmi reddetmiş olması sosyalizm nitelendirmesi için yeterli değildir. İşçi siyonist hareketi sosyal demokrat bir hareket değildir, sağ harekettir. Kavramları etimolojik kökleriyle değerlendirme alışkanlığına sahip Peled’in tarihsel süreç içinde kavramların içeriğinin nasıl değiştiğini göstermesi, üslubunda belirgin özellik olarak öne çıkmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Histadrut’un İbranice örgüt anlamına gelip sonra sendika anlamını kazanmasını vurgulaması gösterilebilir. Peled, toplumun tarih üstü diyalektik yasalar içinde devindiğine dair görüşleri reddeder. Bir kavramın tarihsel koşullarından kopartılarak her yerde ve her zaman aynı anlama gelmeyeceğini düşünür. Peled, yurttaşlığın ayrıcalık sayıldığı günlerin geride kaldığı görüşündedir.51 Peled, toplumsal cinsiyet tercihi bakımından ayrımcılığa maruz kalan gruplar için özel temsil hakkı, farklı dinden gruplar için çok kültürlülük hakkı, varlığı korunması gereken yerli halklar için öz-yönetim hakkı gibi hakların tanınmasına sıcak bakar. Eşitliğin aynılık olarak algılanmasına itiraz eder, farklı toplulukların farklı zamansallıkları olabileceğini öne sürer, tek zamansallığın herkese dayatılmasını yanlış bulur ve liberal yurttaşlık anlayışının biçimsel bir eşitlik önerdiği iddiasındadır.52 Peled’in ortaklıkçı demokrasiyi benimsediği düşünülebilir. Shapiro’nun53 Mizrahilerin farklılıklarının Aşkenaziler tarafından silinmeye çalışıldığına dair görüşüne sahip çıkan Peled, yaşam tarzı farklılıkların ortadan kaldırılmasını insan onuruyla bağdaşmaz bulur. Yahudi yerleşimcilerin 1882’den itibaren, Filistinli Yoav Peled, “Towards a Post-Citizenship Society? A Report From the Front”, Citizenship Studies,sayı: 11/1, 2007, s. 96. 52 Yoav Peled, “The Viability of Ethnic Democracy: Jewish Citizens in InterWar Poland and Palestinian Citizens in Israel”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 34/1, 2011, s. 97. 53 Yonathan Shapiro,“Political Sociology in Israel: A Critcal Review”, Politics and Society in Israel: Studies in Israel Society, cilt: 3, (ed. E. Krausz), Transaction, New Brunswick,1985, s. 6-16. 51 84 Araplara etnik temizlik yaptığını düşünür.54 Neo-siyonizmin etnik-milliyetçiliğe dayalı yaklaşımını İsrail için siyasal istikrarsızlık unsuru sayar. Post-siyonist olarak tanınan yeni tarihçi ekolüne mensup Morris’in Masalha tarafından neosiyonist sayılması yönündeki iddiasını55 reddeden, Pappe’yi nonsiyonist kabul eden; Shafir, Ophir, Azoulay, Ram gibi isimleri post-siyonist sayan Peled; etno-cumhuriyetçi politikalara dayalı toplumsal mühendisliğin sonuçlarından arınmanın kolay olmadığı kanaatindedir. Azoulay & Ophir’in İsrail’deki ötekilik ve çok kültürlülük söylemini56 post-siyonizme indirgeyen yaklaşımını sınırlı bulduğu söylenebilir. Post-siyonist İsrail Devleti’nin, Peled düşüncesinde, Liebman & Yehiya’nın vizyonsuz devlet57 dediği liberal devlete karşılık geldiğini de söylemek doğru değildir. Bunu, Peled’in, Tilley’in kitabına ilişkin değerlendirmelerinden çıkarsamak mümkündür.58 Peled, kurucuların İsrail’in tıpkı ABD veya Kanada gibi göçmen devlet özelliği taşımaktan öteye geçmeyeceği gerçeğini reddetmekle, suyun akış yönünü değiştirdiklerini düşünmekte, İsrail Devleti’nin kurulması öncesinde Doğu Yahudilerinin Arap çoğunluğun olduğu topraklarda mutlu yaşadıklarını öne sürmekte, Yahudiler ile Arapların birbirlerinden nefret etmeleri nedenini Aşkenazi seçkinciliğiyle açıklamaktadır.59 Peled, Araplarla iç içe yüzyıllardır yaşamış olan Doğu Yahudilerinin 1948-1949 Savaşı sonrasında İsrail’e göç ettiklerinde, Arapça konuştuklarından, İsrail’de kendilerini dilsiz bulduklarını, Arap kültürüne benzediği Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 92. Nur Masalha, “New History…, 2011, s. 30. 56 Ariella Azoulay&Adi Ophir, “One Hundred Years of Zionism: Fifty Years of a Jewish State”, Tikkun, sayı: 13/2, 1998, s. 68-71. 57 Charles S. Liebmann & E. Don Yehiya, Civil Religion in Israel: Traditional Judaism and Political Culture in the Jewish State, University of California State, Berkeley, 1983. 58 Virginia Tilley, The One-State Solution: A Breakthrough for Peace in the Israeli-Palestinian Deadlock, Manchester University Press, Manchester, 2005. Yoav Peled, “Zionist Realities: Debating Israel-Palestine”, New Left Review, sayı: 38, 2006, s. 21-36. 59 Yoav Peled, “Ethnic Democracy and the Legal Construction of Citizenship: Arab Citizens of Jewish State”, American Political Science Review, sayı: 86/2, 1992, s. 432-443. 54 55 85 için kültürlerini yaşamaktan alıkonulduklarını düşünmektedir. İnsanlar arası eşitliği tıpkı Tourainne gibi herkesin farklı olabilme eşitliği olarak gören60 ve eşitliğin aynılaştırmayla sağlanamayacağını savunan Peled’in tikelciliğinin evrenselliği reddeden bir zeminde belirmediğine, özgülük ve evrenselliğin dinamik ilişki içinde olduğu görüşünü öne sürdüğüne dikkat çekmek gerekir. Peled, özgürlük ve eşitlik arasında bir tercih yapılmasını yanlış bulur. Onun eşitlik ve özgürlük ilişkisine dair görüşünün Mouffe’un görüşüne benzediği söylenebilir.61 Yahudi milliyetçiliğinin Filistinli Arap karşıtlığı üzerinden yükseldiğini kabul etmekle birlikte, bunun değişebileceğini düşünen Peled’e göre, milliyetçiliğin her türü toplumsal barışı bozucu etkiye sahiptir. İsrail edebiyatında öne çıkan romanlar ve şiirler üzerinden söylem analizi yaparak, devletin kurulduğu ilk yıllardan itibaren şoven milliyetçiliğe dayalı üslubun olduğunu düşünen,62 etno-cumhuriyetçi politikaları ortak iyi tanımlaması bağlamında tek grubu ayrıcalıklı kılması bakımından eleştiren Peled, yurttaşlığın milliyetçilik ideolojisi tarafından sömürgeleştirilmesine son verilmesi gerektiğini savunmaktadır.63 Kendisi gibi akademisyen kız kardeşinin (Nurit PeledElhanan) çocuğunun (Smadar Elhanan) bir Arap milliyetçisi tarafından gerçekleştirilen intihar bombası eyleminde (4 Eylül 1997-Kudüs) ölmesi üzerine, kız kardeşiyle birlikte, Smadar’ın cenaze törenine Filistin Kurtuluş Örgütü temsilcilerini çağırıp, İsrail Devleti politikalarını kınayan bir konuşma yapan Peled’in konuşmasında kardeşliğin kandaşlığa dayandırılmasına karşı sert duruş sergilemesi, Filistinli Arapların kendi kaderini tayin etme haklarının olduğuna dikkat çekmesi, İsrail toplumunun 1/5’ini Alain Touraine, “Can We Live Together, Equal and Different?”, European Journal of Social Theory, sayı: 1/2, 1998, s. 165-178. 61 Chantal Mouffe, “Liberal Socialism and Pluralism: Which Citizenship?”, Principled Positions: Postmodernism and the Rediscovery of Value, (ed. J. Squires), Lawrence & Wishart, London, 1993, s. 69-84. 62 Horit Herman Peled & Yoav Peled, “Post-Post Zionism? Confronting the Death of Two-State Solution, New Left Review, sayı: 67, 2011, s. 97-118. 63 Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 95. 60 86 oluşturan İsrail yurttaşı Araplarla Yahudilerin tek devlet çatısı altında eşit yurttaşlığa dayalı yaşamalarının imkânsız olmadığına işaret etmesi, Peled’in milliyetçilik algısını göstermesi bakımından kaydetmeye değerdir. İsrail toplumundaki Arap ve Yahudi kutuplaşmasına nesnel bakabildiği gibi Beyaz Yahudi ve Kara Yahudi kutuplaşmasına kendisi Beyaz Yahudi olmasına rağmen nesnel bakması, babası İsrail’in kuruluşunda görev yapan general olmasına rağmen militarist dünya görüşüne sahip olmaması, hem anasoyu hem babasoyu olarak içinde yetiştiği geniş ailenin İsrail kurucularından olmasına rağmen İsrail’in kuruluşunun Filistinli Araplar için “Nakba” (büyük felaket) olarak anılmasını anlamaya çalışması itibariyle, Peled ezber bozucu bir duruşa sahip siyaset bilimcidir. Filistin’den ayrılmak zorunda kalan Arapların ve ölmüşlerse mirasçılarının tazminat talepleri olabileceğini dillendirmekten çekinmeyen, İsrail’in buna hazırlıklı olması gerektiğini savunan cesur bir İsrailli aydın olarak Peled’in düşündüğünü uygulayan, uyguladığını düşünen bir siyaset bilimci olduğunu söylemek doğru olur. Son tahlilde, Peled’in hayatının büyük bir kısmı 20. yüzyılda geçmiş olsa da, Peled’in devlet-yurttaş ilişkilerine bakışı ve demokrasi yaklaşımı itibariyle, 21. yüzyıl siyaset bilimcilerinden sayılması isabetli gözükmektedir. 1. PELED’İN ETNO-CUMHURİYETÇİLİK KAVRAMSALLAŞTIRMASI Peled’e göre, İsrail yurttaşlığı üç katmanlıdır. Her katmanı bir ilkeyle eşleştiren Peled’in önerdiği tipolojide, her bireyin ve/veya yurttaşın kimliğine göre İsrail Devleti ile ilişkisi belirlenir. Liberal ilke, etnik-milliyetçi ilke ve cumhuriyetçi ilke, İsrail toplumunda her bireyin ve/veya yurttaşın devletle kurduğu ilişkinin adıdır64. Bu bağlamda, ilk olarak, Peled’in yurttaşlık tipolojisini açıklamak, daha sonra etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırmasını ele almak isabetli olacaktır. 64 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 432. 87 Peled’e göre, liberal ilkenin özünü, bireycilik, evrensellik, kanun önünde eşitlik oluşturur.65 Devlet karşısında her bireyin eşit hak ve ödevlerinin olduğu; devletin cinsiyet, din, mezhep, etnisite, sınıf gibi kimliklere kör kabul edildiği; toplumda bireylerin birbirine yabancılık düzeyinde kayıtsız kaldığı liberal yurttaşlıktan mülhem Peled’in yurttaşlık tipolojisindeki liberal ilke, İsrail yurttaşlığına sahip Arapların İsrail Devleti ile ilişkisinde kendini gösterir. Peled, İsrail yurttaşı olmayan Filistinli Araplarla İsrail yurttaşı Araplar arasındaki ayrımın İsrail yurttaşlığı liberal ilkesiyle sağlandığını öne sürer.66 Medeni, siyasi, toplumsal hakların tanındığı İsrail yurttaşı Arapların, Filistin Özerk Yönetimi’ne tabi yaşayan Araplara nazaran insan haklarından istifade etmek bakımından üstün konumda olması ve uluslararası toplumda İsrail’in liberal demokratik bir rejime sahip ülkeymiş gibi görünmesini liberal ilkeye bağlayan Peled, İsrail siyasetini anlamak için İsrail yurttaşlığının sadece liberal ilkesine bakmayı yanıltıcı bulmaktadır. Shafir ile çalışmasında İsrail yurttaşlığı evrimini sömürgecilik (koloniyalizm), etnikmilliyetçilik ve demokrasi üçlüsü üzerinden okuyan Peled67, işçi siyonizmini sömürgeci-yerleşimci bir hareket olarak görür. İsrail siyasal yaşamında yerleşimci demekten kaçınarak işçi siyonizminin kullanılmasını, sömürgeciliği gizleme olarak yorumlayan Peled’in, İsrail Yüksek Mahkeme başkanlığı (19952006) yapan ve liberal siyonist olduğu bilinen İsrailli hukukçu akademisyen Barak’ın Yahudilik ve Musevilik ayrımını benimsediği söylenebilir. Siyonizm ile Yahudi dini hukukunun (halacha) aynı sanılmasına itiraz eden Peled, işçi siyonizminin seküler, etnik-milliyetçi bir hareket olduğunu savunur ve İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin uzun yıllar geri planda kaldığını düşünür. Liberal ilkenin öne çıkması ile post-siyonizm süreci arasında paralel zamansallık olmasına işaret eden Peled, İsrail Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436. Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 432. 67 Gershon Shafir & Yoav Peled, Being…. 2002, s. 2. 65 66 88 Devlet örgütlenmesindeki siyonizmsizleşme ile İsrail yurttaşlığı içindeki liberal ilkenin öne çıkmasını ilişkili ele alır.68 İsrail yurttaşlığının evrimini haklar, ödevler, ayrıcalıkların haklara dönüşmesi veya hakların ayrıcalık olarak sunulması çerçevesinde okuyan Peled, İsrail’in aldığı her yeni göç dalgasıyla, İsrail’e göç eden Yahudilerin İsrail toplumuyla bütünleşmesinde yeni kurumların icat edildiğini, dolayısıyla İsrail yurttaşlığını oluşturan ilkelerin bir diğeriyle dinamik ilişkisi olduğunu düşünür. Rusya’dan göçen Yahudilerin İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin öne çıkmasında katkıları olduğunun altını çizen Peled’e göre, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesi hem faydacı liberalizm hem sözleşmeci liberalizm bakış açılarının her ikisinden özellikler ihtiva eder.69 Yurtseverliğin vergi ödeme ve kanuna uyma biçimindeki iki ödev üzerinden işlemesini esas alan İsrail yurttaşlığı liberal ilkesini, belirli ve kutsallaştırılmış bir ahlak anlayışının yurttaşlara dayatılmamasını güvenceye almanın aracı sayar.70 Peled, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin, İsrail yurttaşı Arapları ilgilendiren konularda, devletin yasama ve yürütme organında çoğunluğa dayalı tek taraflı kararlar alması hallerinde, alınan kararların yargı yoluyla bozulmasına imkân tanıdığı görüşündedir. Yahudi kapsayıcılığındaki Arapların nefes almasının bu ilkeyle mümkün olduğu kanaatindedir. Liberal ilkenin İsrail yurttaşı Arapları hem toplum içindeki diğer yurttaşların müdahalesinden hem devlet müdahalesinden koruduğu iddiasında bulunan Peled, İsrail yurttaşlığında liberal ilkenin geri plana düştüğü oranda, İsrailli Arapların eşit yurttaşlık uygulamalarının uzağına düştüklerini savunur. İsrail’de toprakta devlet mülkiyeti olması bakımından İsrail iktisadi liberalizmini sorunlu bulan Peled, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesine dayanan İsrail Yüksek Mahkemesi kararlarında İsrail yurttaşı davacı Arapların etnik körlükten muzdarip oldukları örnekleri dikkate Yoav Peled, “The Rise and Fall of Liberal Nationalism”, The Contradictions of Israeli Citizenship: Land, Religion, State, (ed. G. B. Porat & B. S. Turner), Routledge, London, 2011, s. 278-292. 69 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 433. 70 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 432. 68 89 almak gerektiğine de işaret eder.71 İsrail yurttaşlığı liberal ilkesini yansızlığı esas almakla örtülü ayrımcılığa hizmet etmek bakımından eleştiren Peled’e göre, yurttaşlığın sadece araç olduğunu vurgulamak ve kendinden menkul değeri olduğunu düşünmek arasındaki olasılıkları ihmal etmek yanlıştır. İsrailli Araplara yurttaşlığın araç olduğu vurgusuyla yaklaşmak, İsrailli Yahudilere yurttaşlığın kendinden menkul değeri olduğunu düşündürtmek, Peled’e göre, İsrail Devleti’nin aşamadığı ikilem olarak kendini gösterir. İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin İsrail Devleti’ne tarafsız olma sorumluluğunu yüklediğini ancak İsrail siyasi, iktisadi, toplumsal tarihi incelendiğinde tarafsızlığın sağlanamadığına dair çok örnek verilebileceğini düşünen Peled’e göre, insan toplumsal bir varlıktır, insanın ait olduğu kültür topluluğundan ve kimliğinden arındırılmış düşünülmesi adaletsizlik yaratabilir. Bu bağlamda, Peled’in, komüniteryanların liberalizme yönelttiği eleştirileri benimsediği iddia edilebilir.72 Etnik-milliyetçiliği kabilecilik sayan Peled’e göre, İsrail yurttaşlığında etnik-milliyetçi ilke İsrail yurttaşlığına sahip Yahudilerin İsrail Devleti ile ilişkisinde kendini gösterir. Peled, ilkenin hâkim etnik grup dışında kalanları ötekileştirdiğinin altını çizer. İsrail siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamında, merkezdeki Aşkenaziler ile yarı-merkezdeki Mizrahileri, Yahudilik ortak paydasında bütün olarak tutan ilkenin etnik-milliyetçilik olduğunu düşünen Peled, azınlıktaki Arapların Yahudilerden ayrıştırılmasının İsrail yurttaşlığının bu ilkesiyle mümkün olduğunu savunur. İsrail yurttaşlığı etnik-milliyetçi ilkesinin dinsel milliyetçiliği kapsadığı görüşündeki Peled, Yahudi etnikmilliyetçiliğini Yahudi-Musevi bir sentez olarak görmekte ve tarihsel süreç içinde Yahudilik veya Musevilik unsurundan birinin ağır bastığını ve kimi dönemlerde ikisinin dengede birliktelik kurduğunu iddia eder. Yahudilik ile Musevilik arasında ayrım yapmaktan kaçınarak dinci Musevileri Yahudi bütünü içinde tutma kaygısıyla, seküler yaşam hilafına taviz vermekle İsrail kurucularını eleştiren Peled, Yahudilerin büyük çoğunluğunun seküler olmasına rağmen marjinal nüfusa sahip 71 72 Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 98. Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 433. 90 dinci Musevilerin çalışmaksızın ibadet ederek yaşamalarını ve ibadet etmeleri karşılığında devlet tarafından gelirle ödüllendirilmelerini ve askerlik yapmamalarını yani hiçbir vergi ödemeksizin vergi verenlerin hakkına sahip olmalarını seküler anlayışla çelişik bulur, Yahudiliğin Musevilikten beslenerek yaşayacağı yönündeki yanlış varsayımın değişmesi gerektiğini düşünür. Peled, İsrail yurttaşı olup, ABD veya Kanada’da yaşayan İsraillilerin çocuklarının Hıristiyanlığı seçmesini İsrail Devleti’nin mücadele etmesi gereken bir sorun olarak görülmesi ve bu mücadele için bütçede kaynak ayrılması gibi politikaları 21. yüzyıl değerleriyle bağdaşmaz bulur.73 İsrail yurttaşlığının üçüncü ilkesinin cumhuriyetçi ilke olduğunu düşünen Peled’e göre, ilkenin esasını bireyin ortak iyiye katılımı oluşturur. Bireyin üyesi olduğu siyasi topluluğun kabul ettiği ortak iyinin korunmasına ve yüceltilmesine katkıda bulunmayı şeref saymasının cumhuriyetçi ilkeye içkin olduğunu düşünen Peled’e göre, İsrail yurttaşlığının cumhuriyetçi ilkesi, evrenselliğe değil, özgülüğe dayanır. İsrail yurttaşlığının cumhuriyetçilik ilkesinin devletçiliği içerdiği fikrindeki Peled, devletçilik yerine korporatizmi kullanmayı tercih eder. Neoliberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla İsrail yurttaşlığı cumhuriyetçi ilkesinin erimeye başladığını savunan Peled; İsrail yurttaşlık tarihinde, Mizrahi karşısında Aşkenazi, kadın karşısında erkek, dinci karşısında sekülerin üstünlüğünü cumhuriyetçi ilke ile açıklar. Küreselleşmenin altlık-üstlük ilişkisini kırdığına işaret eden Peled; İsrail toplumunda, Aşkenazi,erkek ve seküler olmanın erdemli yurttaş olmakla eşleştirildiği dönemin geride kaldığına dair güçlü eğilim gözler. Cumhuriyetçi ilkenin İsrail yurttaşlığına aristokratik bakışı kattığını düşünen Peled, İsrail’de askerliğin ödev olmasını bu ilkeyle açıklar. 2007’de İsrailli Araplara yönelik uygulanan gönüllü askerlik pilot projesini, Arapların isteksizliğiyle başarısızlığa uğramasına rağmen, olumlu gelişme gören Peled,74 özgürlükçü cumhuriyetçilik ve otoriter-kamucu cumhuriyetçilik Yoav Peled, “Restoring Ethnic Democracy: The Or Commision and Palestinian Citizenship in Israel”, Citizenship Studies, sayı: 9/1, 2005, s. 96. 74 Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 94. 73 91 ayrımında özgürlükçü cumhuriyetçilikten yana tarafını seçer. Amerikan ve Fransız tipi cumhuriyetçilik ikiliğinde, Peled’in ilkinin demokrasi kalitesinin yüksek olduğunu düşündüğü çıkarımı yapılabilir. Peled cumhuriyetçiliğini tahakkümsüzlük olarak özgürlük vurgusu içeren Pettit cumhuriyetçiliğine75 benzer saymak doğru gözükür. İsrail yurttaşlığında cumhuriyetçi ilkenin otoriter-kamucu cumhuriyetçilik olduğunu savunan, İsrail siyasi kültüründeki bürokratik vesayetçilik refleksinin kaynağını cumhuriyetçi ilkeyle açıklayan Peled, İsrail’de sekülerizmi besleyen ilkenin cumhuriyetçi ilke olduğunu düşünür. 1977 genel seçimlerine kadar bu ilkenin İsrail yurttaşlığı içinde güçlü bir ilke olduğunu iddia eder. Bölünmez kamu anlayışıyla otoriter-kamucu cumhuriyetçiliğin sivil toplumun gelişmesine izin vermediğini savunur. Yurttaşın bütünün bölünmez parçası olması gururunun cumhuriyetçi ilkeyle yaşandığını söyler. Aşkenazi seçkinciliğinin kaynağını cumhuriyetçi ilke ile açıklayan Peled; aydınlanmış kamu idealinin cumhuriyetçi ilkede anlamını bulduğu kanaatindedir. Bilimin rehberliğinin yüceltilmesi, uygarlaştırma, sanatsever yurttaşlar yetiştirme, zihnen ve bedenen sağlıklı nesillere emanet edilecek ülkü, türdeş toplum yaratma kaygılarına sahip İsrail kurucu babalarının bağımsızlık bildirgesi hazırlamalarını, İsrail Devleti’nin kuruluşunu Siyonist Devrim olarak nitelendirmelerini, Fransız Devrimi’ne öykünme olarak gören Peled, Aşkenazilerin hem Mizrahilere hem de Filistinli Araplara Batılı olmayı öğretme arzusunu cumhuriyetçi ilke çerçevesinde yorumlar. İki katmanlı yurttaşlığa Batı ülkelerinde rastlandığı görüşündeki Peled’e göre, İsrail yurttaşlığı üç katmanlı olması bakımından özgündür. Peled’e göre, örneğin ABD yurttaşlığında cumhuriyetçi ve liberal ilkeden oluşan ikili bir yapı vardır. Nitekim Peled’in bu tespiti Smith’in ABD yurttaşlığına dair 75 Philippe Pettit, Repuclicanism: A Theory of Freedom and Government, Oxford University Press, Oxford,1997. 92 tespiti ile örtüşmektedir76. Peled, her ülkenin kendi tarihsel koşullarına bağlı olarak, yurttaşlığının farklı ilke bileşimlerinden oluştuğunu öne sürmektedir. Her ülke bünyesinde bulundurduğu nüfusun demografik yapısına göre, uluslaşma ve devletleşme süreçlerinin bir diğerine göre ardıl veya öncel veya eş zamanlı olmasına bağlı olarak, yurttaşlığı oluşturan ilkelerin farklı bileşimlerine rastlanacağı ve buna bağlı olarak farklı yurttaşlık politikalarının görülebileceği görüşündeki Peled, yurttaşlık evriminde tarihin akışı içinde bir ilkenin diğer ilkenin önüne geçmesi veya gerisinde kalması veya yeni sentez oluşturmasının dikkate alınması gerektiğini düşünmektedir. İsrail yurttaşlığı ilkeleri üzerinden örnek vermek gerekirse, liberal ve etnikmilliyetçi ilkelerin bileşiminden liberal milliyetçilik politikalarının çıkması veya cumhuriyetçi ve etnik-milliyetçi ilkelerin bileşiminden etno-cumhuriyetçi politikaların çıkması birer olasılıktır. Zaten Peled’e göre, İsrail yurttaşlık tarihinde uzun yıllarca etno-cumhuriyetçi politikaların etkili olmasını İsrail’in kuruluşu öncesi siyasi, iktisadi ve toplumsal yapı çerçevesinde anlamlandırmak gerekir ve etno-cumhuriyetçi politikaların tasfiyesinde de siyasi, iktisadi ve toplumsal kırılmalar belirleyicilik arz eder.77 Peled’e göre, yurttaşlığın evrimine dair isabetli değerlendirme yapabilmek için kurumsal değişimlere odaklanmak gerekmektedir. Peled; standartları, değerleri, açık veya örtük rutin tutumları, davranış örüntülerini, uygulamaları, gelenekleri ve bunlardaki değişimi izleyerek İsrail yurttaşlığındaki üç ilkeyi tespit ettiğini belirtmektedir. Teori ve pratiğin iç içe olduğu varsayımıyla çözümleme yapma eğilimindeki Peled’e göre, insan haklarını kabul etmiş olmak, devleti biçimsel olarak dahi demokratik kılmaz. Kabulü somut göstergelerde arayan Peled, insan haklarını ilkesel olarak kabul etmiş olmanın rejim için demokratik sıfatını kullanmaya yeter ölçü olmadığını, uygulamalara bakmak gerektiğini düşünür.78 76 Rogers M. Smith, Civic Ideals: Conflicting Visions of Citizenship in US History, Yale University Press, New Haven, 1997. 77 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436. 78 Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 96. 93 Örneğin herhangi bir ülkede medeni hakların kullanabildiğini söyleyebilmek için o ülkedeki her yurttaşın yargıya başvurabilmesinin önünün açık olması, sosyal hakların kullanılabildiği iddiasında bulunabilmek için de eğitim olanaklarıyla toplumdaki dikey hareketliliğin sağlanması gerektiğini öne sürer. Peled, Marshall gibi hakların kurumlarla anlamlı olduğu görüşündedir.79 Marshall’ın hakların evrimine ilişkin doğrusal, tersinmez seyir izlediği yönündeki fikrini80 yanlış bulmaktaysa da, yurttaşlık tipolojisini oluştururken Peled’in Marshall’dan feyiz aldığı iddia edilebilir. Peled, Marshall gibi hakların bir diğeriyle rekabet veya çatışma içinde olabileceğini öne sürmektedir.81 İsrail yurttaşlığındaki liberal ilkenin devlet ve İsrailli Arap yurttaşı karşı karşıya yerleştirdiğini, etnik-milliyetçi ilkenin İsrailli Yahudi yurttaşı devletle özdeş kıldığını, cumhuriyetçi ilkenin bir topluluğu (Aşkenazi, erkek, seküler) devletin gerçek sahibi kabul ettiğini düşünen Peled’in tespitine itibar edilir ise; İsrail yurttaşlığı liberal ilkesiyle Filistin Özerk Yönetimi’ne tabi Arapların, etnik-milliyetçi ilkeyle İsrail yurttaşı Arapların, cumhuriyetçi ilkeyle de Aşkenazi-erkek-seküler olmayanların dışlandıklarını söylemek mümkündür. Öyle ki, İsrail yurttaşlığı etnik-milliyetçi ilkesi soyutlandığında, İsrail yurttaşlığı sahibi Araplarla Yahudiler arasında değil, İsrail yurttaşı Yahudiler ile İsrail yurttaşlığına sahip olmayan Yahudiler arasında kardeşlik olduğu çıkarımı yapılabilir. İsrail yurttaşlığı cumhuriyetçi ilkesi soyutlanır ise, Aşkenazileri İsrail’in aydınlık yüzü, Mizrahileri İsrail’in karanlık yüzü saymak mümkün olur.Yurttaş hiyerarşisinde, en ayrıcalıklı olanlar Aşkenazileri olarak kendini gösterir. Peled’in amacı imtiyazsız ancak farklılıklarını koruyan bireylerden müteşekkil çoğulcu bir toplumun gerekliliğini ortaya çıkarmak ve toplumda hiçbir bireyin veya grubun bir diğeri üzerinde tahakküm kurmadığı yeni bir yaşamın inşa edilmesinin mümkün olduğunu göstermektir. Bu amacına yönelik, Peled; Yoav Peled, “The Evolution of Israeli Citizenship: An Overview, Citizenship Studies, sayı: 12/3, 2008, s. 336. 80 Thomas H. Marshall, “Citizenship…, 1973, s. 65-122. 81 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434. 79 94 cumhuriyetçi ilkeyle etnik-milliyetçi ilke sentezinden olumsuz anlam yüklediği etno-cumhuriyetçilik tanımını çıkartır.82 Dil, din, tarih birliğini öne çıkartan etnik-milliyetçi ilkeyle, otoriter-kamuculuk ve sekülerizm olmak üzere iki öğeyi öne çıkartan cumhuriyetçi ilkenin sentezi olarak etnocumhuriyetçilik, içeride ve dışarıda bırakma bakımından uyumlu olmayan iki ilkenin bir araya getirilmesinin ifadesi bir kavramdır. 1967 Savaşı’yla İsrail’in elde ettiği topraklarda yaşayan, İsrail yurttaşı olmayan Araplar, İsrail yurttaşı Yahudiler ile Yahudileri koruyan İsrail ordusu mensupları arasındaki karışık ilişkiyi ve anti-siyonist dinci Museviler ile Aşkenaziler, Aşkenaziler ile Mizrahiler arasındaki ilişkilerle, 1991 sonrası Rusya’dan göçen Yahudilerle İsrail doğumlu Yahudiler arasındaki ilişkileri çözümleme kabiliyeti yüksek kuramsal araç olarak Peled tarafından kavramsallaştırılan etno-cumhuriyetçilik, İsrail’in uzun yıllar boyunca izlediği yurttaşlık politikasının adıdır.83 Etno-cumhuriyetçilik ile Mamlakhtiyut arasında özdeşlik ilişkisi olduğunu kabul eden Peled’e göre, çoğunluktaki etnik grubun varlığı ve bu grupta yer alan ayrıcalıklı daha dar grubun çıkarlarına hizmet eden mevzuatın uygulanması, devlet örgütlenmesinin ayrıcalıklı grubun çıkarlarını artırmaya hizmet edecek biçimde kurgulanması, siyonizmin gerçekleştirilmesine kendini adayan nesillerin yetiştirilmesi, siyonist olmanın erdemli olmakla eşdeğer sayılması, bir Yahudi’nin diğer Yahudi’den kendini sorumlu sayması, devletin varlığı ve korunmasının bireysel çıkarların çok üstünde tutulması, kamusal alanın hâkim etnik gruba ait değerlerle sembolleştirilerek düzenlenmesi, etnocumhuriyetçi yurttaşlık politikasına dair verilebilecek 84 örneklerdendir. Kamucu iktisat siyasasının öne çıkartıldığı etnocumhuriyetçiliğin sosyalizmle ve sol cumhuriyetçilikle eşleştirilemeyeceğini belirten Peled’e göre işçi siyonizmi cumhuriyetçiliği sağcılıktır.85 Zira Peled, Mamlakhtiyut Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435. Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434. 84 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435. 85 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435. 82 83 95 politikalarında, devletin korunmasının yüceltildiğine dikkat çeker. İşçi çıkarları yerine yerleşimci-sömürgeciliği öne alması bakımından, işçi siyonizminin sağcı hareket olduğunu öne süren Peled, etno-cumhuriyetçiliğin Filistinli Araplara sefalet getirdiğini düşünür.86 Peled’e göre, Arapların bir kısmı İsrail’in kuruluşuyla kendilerini topraklarında azınlık olarak bulurken, bir kısmı mülteci statüsünde bulmuşlardır. İşçi siyonizminin eşitlik anlayışının, değil Araplarla Yahudiler arasında eşitlik tesis etmek, Aşkenaziler ve diğer Yahudiler arasında dahi eşitlik tesis etmediğini vurgulayan Peled, etno-cumhuriyetçiliğin refahta ortaklık düsturunun refahtan alınacak payları hiyerarşik olarak paylaşmak anlamına geldiğini belirtir.87 Etno-cumhuriyetçi politikalar siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamda hiyerarşi meydana getirmiştir. En imtiyazlılar Aşkenaziler olmuş, Aşkenazilerin altında Mizrahiler, Mizrahilerin altında Etiyopyalı Yahudiler (Beta Israel), Etiyopyalı Yahudilerin altında İsrail yurttaşı Araplar ve İsrail yurttaşı Arapların altında yurttaşlığa sahip olmayan Güneydoğu Asya’dan ve Afrika’dan İsrail’e çalışmaya giden göçmen işçiler biçiminde katmanlaşma meydana gelmiş, her katman içindeki birey ve/veya yurttaş devletle olan ilişkisini ait olduğu katmana dair devletin izlediği pozitif veya negatif ayrımcılık politikasına göre yürütmek durumunda kalmıştır. Etno-cumhuriyetçiliğin; Batılı, modern, seküler ve kültürlü olmayı erdemlilik ölçüsü olarak sunduğu iddiasındaki Peled; bilimde ve sanatta gelişmişlikle Batı arasında kurulan ilişkinin etno-cumhuriyetçi vurgulardan en önemlisi olduğu görüşündedir. İddiasına delil olarak, SSCB’nin çözülmesi sonrasında Rusya’dan göç eden Yahudilerin Aşkenazilerle bütünleşmesinin Arap coğrafyasından gelen Yahudilerin bütünleşmesi gibi zor olmadığını göstermekte, destekçisi azalan etno-cumhuriyetçiliğin bazı politikalardaki kalıntılarına rastlanmaya devam ettiğini söylemektedir. İsrail gündelik yaşamından fark edilebileceği üzere, Aşkenazi olmayan Yahudilere yönelik ayrımcılık bitmiş değildir. Etiyopya’dan göç 86 87 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435. Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 437. 96 eden siyah derili Yahudilerin Yahudi olup olmadığına ilişkin tartışmanın yapılmasını etno-cumhuriyetçi toplum mühendisliğinin izi olarak görmek mümkündür. Bu noktada, İsrail’de kan merkezlerine siyah Yahudi kan bağışının kabul edilmediği, edilenlerin hastalıklı olması gibi sağlık gerekçesine dayanarak kullanıma sunulmadığı ve kan isteklilerinin siyah Yahudi kanı istemedikleri türünden İsrail basınındaki üçüncü sayfa haberlerin hatırlanması isabetli olur. Bu örnek, kandaşlık ve yurttaşlık geriliminden öte, kandaşlık kümesi içindeki hiyerarşiye işaret etmesi bakımından önemlidir. Peled, etno-cumhuriyetçi politikalarda güvenlikçiliğin önemli olduğunu vurgulamaktadır.88 Peled, askerlik ödevini yerine getirmekle sosyal güvenlik sisteminden faydalanmak arasında doğrudan ilişkinin olmasını, etno-cumhuriyetçi politikaların varlığını koruduğu biçiminde açıklamaktadır. Dinci Museviler hariç, her Yahudi yurttaşın kadın veya erkek asker olması zorunluluğu olması ve yurt savunması için her zaman tetikte beklemesi gerekliliği algısının mevcudiyetini etnocumhuriyetçiliğin kalıntısı olarak gören Peled, İsrail ordusunun toplumun en itibarlı kurumlarının başında sayılmasını etnocumhuriyetçilikten kalan militarist ruh göstergesi olarak yorumlamaktadır. Eğitim ve öğretimin tek merkezden örgütlenmesi ve üniversite öncesi eğitim ve öğretimde kullanılan ders kitaplarının devlet tarafından incelemeye tabi tutulması ve bu kitaplarda İsrail’in etrafı düşmanlarla çevrili, her an yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bir ülke olduğu bilincini yerleştirmeye dönük üslubun korunmasını, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesiyle bağdaşmaz bulan Peled, İsrail bürokrasisinde merkeziyetçiliğin devam etmesini vesayetçilik olarak saymakta ve vesayetçiliği demokratikleşmeyle çelişik görmektedir. Peled, İsrail’in demokratikleşememesi nedeninin etno-cumhuriyetçi uygulama kalıntıları olduğu fikrindedir. Etno-cumhuriyetçilikte devlet algısının çerçeve değil, bir ruh ve bir bilinç olduğuna işaret eden Peled, bireyin bütünün parçası olmakla kendini değerli ve önemli saydığını, neo-liberal iktisat politikaları ile bunun değişmeye başladığını düşünmektedir. Etno-cumhuriyetçiliğin demokrasi 88 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436. 97 yaklaşımının biçimsel olduğu görüşündeki Peled, çok kültürlülüğü dışlayan, türdeş bir kültür dayatmasında bulunan, Yahudi’nin kendini devletle özdeş gördüğü bilinci besleyen etnocumhuriyetçiliği İsrail’in belirlenmiş sınırlara sahip olamamasından, Filistin sorununun çözülememesine, İsrail siyasi, iktisadi ve toplumsal sisteminde görülen neredeyse tüm sorunların yaratıcısı olduğunu iddia etmektedir.89 Peled neo-liberal iktisat politikaların uygulanmasından kaynaklı yoksullaşmanın arttığını göz önünde bulundurmakla birlikte, devletin yurttaşlarla ayrı ilkelere dayalı ilişki kurmasını bozucu sonuçlar yaratması bakımından neo-liberal iktisat politikalarının önceden kestirilemeyen sonuçlarını görmeyi önemser. Yoksullaşan Mizrahiler ile Arapların ortak çıkarları olduğunu görmelerini önemli bir olasılık olarak dışlamayan Peled, siyonizmsizleşme sürecini İsrail toplumunun 4/5’ini oluşturan Yahudiler ile 1/5’ini oluşturan Araplar ve hatta Dürzilerin ve Bedevilerin bir arada barış içinde yaşayacakları bir geleceği hazırlaması bakımından değerli bulur. Peled’e göre, 1977 genel seçimlerinde İşçi Partisi’nin İsrail kurulduğundan itibaren ilk defa başarısız olması ve iktidarı Likud Partisi’ne bırakmasıyla yara alan etno-cumhuriyetçilik, 1984-1988 dönemi İşçi Partisi-Likud Partisi milli mutabakat hükümetinin devletçiliği tasfiye etmesiyle irtifa kaybetmişse de, devlet politikalarından silinmemiştir. Kibbutzların bulunduğu arazilerin büyük alışveriş merkezlerine tahsis edilmesini etno-cumhuriyetçi politikaların iflasının somut örneği olarak gösteren Peled, 21. yüzyıldan umutludur. İsrail Yüksek Mahkemesi’ni İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin garantörü kabul eden, 1984 ve 1988 İsrail genel seçimlerini etno-cumhuriyetçilik politikalarını anlamanın laboratuarı olarak gören Peled, etno-cumhuriyetçi politikaların irtifa kaybetmesiyle etnik-dinsel milliyetçi politikaların güçlenmesini kaygıyla izlemekle birlikte, çoğullaşmanın, yavaş gerçekleşse de durdurulamayacağı kanısındadır. Bu bağlamda, 1984 ve 1988 seçimlerine dair Peled’in yaklaşımını açıklamak isabetli olur. Yoav Peled, “Restoring Ethnic Democracy: The Or Commision and Palestinian Citizenship in Israel”, Citizenship Studies, sayı: 9/1, 2005, s. 92. 89 98 1984 seçimlerinde, İsrail yurttaşı Arap ve Yahudi milletvekili adaylar, Peled’in babasının başını çektiği Barış İlericileri Listesi’nde bir araya gelmişlerdir.90 Liste İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’na sunulmuştur. Barış İlericileri, İsrail’i meşru devlet saymakla birlikte, İsrail’in 1967’de ele geçirdiği topraklarda işgalci olduğunu savunmuşlardır. Knesset’te yer almaları halinde, İsrailli Arap yurttaşlara yönelik olduğunu iddia ettikleri ayrımcılık içeren yasaların yürürlükten kaldırılacağını vaat etmişlerdir. 1984 seçimlerini ilginç kılan Barış İlericileri olduğu kadar Yahudi ırkçı-milliyetçiliğini açıkça savunan parti olarak Kach’ın seçimlerde aday göstermesidir. Kach, İsrail yurttaşlığına sahip veya değil tüm Arapların Filistin coğrafyasının dışına sürülmesi vaadinde bulunmuştur. İki listeyi inceleyen İsrail Merkezi Seçim Komisyonu, hem Barış İlericileri Listesi’ni hem de Kach’ın listesini reddetmiştir. İlk listeyi İsrail’in varlığını tartışmalı kıldığı, ikincisini Kach’ın İsrail Bağımsızlık Bildirgesi’ndeki değerlere sahip çıkmadığı kanaatinin oluşması nedeniyle reddeden İsrail Merkezi Seçim Komisyonu, Peled’e göre, iki aşırı uç saydığı eğilimi seçim yarışının dışında bırakmıştır.91 İki grup, kararı mahkemeye taşımıştır. İsrail Yüksek Mahkemesi ikisinin listesinin seçime katılmaya hakkı olduğunu, İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’nun listeleri içerik bakımından incelemesinin İsrail Temel Yasası’nda değişiklikle mümkün olacağını ilan etmiştir. Zira 1985’de İsrail Meclisi, Mahkeme’nin önerdiği yasa değişikliğini yapmıştır.92 İsrail Devleti’nin varlığını ve Yahudilerin devleti olduğunu inkar eden ve İsrail Devleti’nin demokratik karakterini hiç sayan ve ırkçılık yapan adayların İsrail seçimlerinde aday olamayacakları hüküm altına alınmıştır. Peled, 1985 değişikliğini, İsrail’in hem bir Yahudi devleti hem de demokratik devlet olma özelliğini birlikte korumayı esas alması bakımından yanlış bulmakta ve bu değişikliği etno-cumhuriyetçi bir karar saymaktadır.93 Çünkü Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 437. Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 438. 92 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337. 93 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 438. 90 91 99 Peled’e göre, İsrail, Yahudi devleti olmak ve demokratik bir devlet olmak arasında seçim yapmalıdır.94 1988’de Barış İlericileri ve Kach, listelerini İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’na yeniden sunmuştur. Komisyon iki listeyi de reddetmiştir. Konu İsrail Yüksek Mahkemesi’ne taşınmış, Barış İlericileri Listesi’nin seçimlere girmesi, Kach’ın ise ırkçılık yaptığı için seçim yarışı dışında tutulması hükmolunmuştur. Mahkeme’nin kararını Peled, etno-cumhuriyetçi politikaların irtifa kaybetmesi olarak değerlendirmektedir.95 Mizrahileri temsil eden Shas Partisi’nin 2000’lerden itibaren yükselişini İsrail demokrasisi için bir tehdit olarak gören Peled,96 İkinci İntifada’ya (2000) katılan İsrail yurttaşı Arapların ölüm ve yaralanma ile karşı karşıya kalmaları üzerine ölüm ve yaralamadan sorumlu olanları araştırmak için Knesset’te araştırma komisyonunun kurulmasını önemli bulur.97 Öte yandan, Peled’e göre, İsrail toplumu içindeki Arap-Yahudi kutuplaşması Arap milliyetçiliği ile Yahudi milliyetçiliğinin bir diğerini ötekileştirmesi nedeniyle yakın zamanda son bulacak gözükmemektedir.98 Bu bağlamda, Peled, her ne kadar 1992’de İsrail Temel Yasası’nın “İnsan Onuru ve Özgürlük” ile “Çalışma Özgürlüğü” yasalarını güvence altına almasını eşit yurttaşlık anlayışı çerçevesinde kazanım saymaktaysa da,99 İsrail toplumunda Arapların yanı sıra Dürzilerin ve Bedevilerin de negatif ayrımcılığa maruz kaldığı düşüncesindedir.100 Navot ile yazdığı makalede özel mülkiyet hakkının korunması ile bireysel özerklik ilişkisini vurgulayan Peled101, İsrail yurttaşı Arapların özel mülkiyet hak ihlallerine dair İsrail Yüksek Mahkemesi’ne yaptığı başvuruları, Mahkeme’nin bazı hallerde özel mülkiyet hakkının korunması Doron Navot & Yoav Peled, “Towards a Constitutional Counter-Revolution in Israel”, Constellations, sayı: 16/3, 2009, s. 442. 95 Yoav Peled, “Profits.., 2004, s. 52. 96 Yoav Peled, “Towards…, 1998, s. 714. 97 Yoav Peled,“Restoring.., 2005, s. 95. 98 Yoav Peled, “The Evolution.., 2008, s. 342. 99 Yoav Peled, “Profits.., 2004, s. 52. 100 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 344. 101 Doron Navot & Yoav Peled, “Towards…, 2009, s. 435. 94 100 hilafına kararlarla sonuçlandırmasını etno-cumhuriyetçiliğin zayıfladığı ancak silinmediği biçiminde yorumlamaktadır.102 İlginç olan, Etiyopya ve Latin Amerika’dan İsrail’e göç etmiş Yahudilerin kendi eğlence mekanlarını açmalarını, Akdeniz Yahudi mutfağı ve Orta Asya Yahudileri mutfağı türünden dünyanın farklı coğrafyalarından Yahudilerin farklı yaşam biçimlerini İsrail’e taşımalarını Peled’in özgürleşme sayması, etno-cumhuriyetçiliğin zayıflaması göstergesi olarak yorumlamasıdır. 2011 yazında Tel Aviv’de gerçekleştirilen çadır eylemlerini, İsrail siyasetinde güvenlikçi politikaların son bulması, refah içinde yaşama kaygılarının öne çıkması bakımından alkışlayan Peled, Musevi dinince yasak yiyeceklerden örneğin domuz etinin satışındaki sınırlamaların kaldırılmasından, evlenme ve boşanma halinde dini yasa dışında medeni yasadan faydalanma seçeneğinin doğmasına, işyerleri ve alışveriş merkezlerinin Musevi dinince kutsal sayılan cumartesi açık olmaya başlamasından Musevi kutsal kitabı okuma kurslarının devlet tarafından desteklenmesine itirazların yükselmesine, İsrail toplumunun geleceğine dair iyimser olmak için çok neden sıralamakta, etno-cumhuriyetçiliğin silineceğine dair ümit taşımaktadır.103 İsrail’e yönelik terörün denetimi gerekçesiyle 2003’de geçici yürürlüğe konulan Arap ailelerin birleşmelerinin engellenmesi türünden mevzuat düzenlemelerinin kalıcı hale gelmesini kaygılandırıcı bulan Peled,104 etnik-dinsel milliyetçiliğin güçlenmeye başlamasını, etno-cumhuriyetçiliğin tasfiyesinin beklenmeyen sonucu saymaktadır.105 Son tahlilde, Peled, İsrail kurulduğunda, İsrail’in kurucu babalarının önünde, sosyalist devlet, liberal demokratik devlet, etnik cumhuriyet ve dinci (Musevici-Halakhic) bir devlet olmak üzere dört seçeneğin olduğunu ve kurucu babaların etnik cumhuriyeti seçtiklerini ancak dönemin uluslararası sisteminde meşruiyet kazanmak için İsrail’in kendini liberal demokratik bir Doron Navot & Yoav Peled, “Towards…, 2009, s. 442. Yoav Peled, “Civil Society in Israel”, Palestine-Israel Journal, sayı: 12/1, 2005, s. 23. 104 Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 99. 105 Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 98. 102 103 101 devlet olarak sunduğunu ve buna somut delil kazandırmak için BM tarafından tanınan İsrail sınırları içinde kalmış olan Filistinli Araplara yurttaşlık verildiğini belirtmekte;106 İsrail yurttaşlığının liberal ilke, etnik-milliyetçi ilke ve cumhuriyetçi ilke olmak üzere katmanlı, hiyerarşik yapısının olmasını tarihsel koşulların gerekliliğiyle anlamlandırmakta, Yahudilere yurt sağlamak pahasına kendi topraklarında azınlıklaşan, mültecileşen Arapların maruz kalmış olduğu kötülüğün müsebbibi olarak etnocumhuriyetçiliği göstermektedir. 2. ETNO-CUMHURİYETÇİLİĞİN PELED GÖZÜNDEN TARİHSEL SOSYOLOJİSİ Peled’e göre, İsrail’in kuruluşundan itibaren birbiri ile çelişen iki zorunluluk İsrail yurttaşlığının evriminde etkili olmuştur. Bunlardan birincisi, sömürgeci-yerleşimciliğin dışlayıcı zorunluluğu ve ulus inşası, ikincisi ise demokratik devlet oluşumunun evrensel zorunluluğudur.107 Yishuv’un etno-cumhuriyetçi bir topluluk olduğunu belirten Peled, Yishuv’un ortak iyilik amacının, siyonizmin gerçekleştirilmesi olduğunu savunur.108 Siyonist yerleşimcilerin Filistin’e göç ettiklerinde taşıdıkları öncülük ruhunun (Chalutziyut) dayandığı iki gerekçeden birinin Yahudilerin Filistin’de sahip olduklarını düşündükleri tarihi haklar ve diğerinin dünyadaki Yahudilerin tamamını kurtarmak için Yahudilere güvenli yurt sağlamak olduğunu söyleyen Peled’e göre, Yishuv üyesi olma erdeminin gereklilikleri fiziksel emek sarf etmek, tarımsal yerleşimcilik, askeri savunmadır.109 Peled, etno-cumhuriyetçi bir topluluk olarak Yishuv’un üyesi olmanın Filistinli Arapları dışlamak ve Yahudi yerleşimciler içinde Aşkenazilerin öncü ruhunun yüksekliğini kabul etmek demek olduğunu söyler. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla, Yishuv Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337. Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 335. 108 Yoav Peled, “The Viability…., 2011, s. 93. 109 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 335. 106 107 102 üyeliğinin İsrail yurttaşlığına dönüştürüldüğünü belirten Peled, Yishuv ile devletleşme sonrasındaki Mamlakhtiyut arasında süreklilik görmektedir.110 Yishuv üyeliğinin kutsallaştırılmış ahlaki değerlerinin Mamlakhtiyut’a aktarıldığını düşünen Peled, devletli döneme geçişle, kısmi çıkarın yerine genel çıkarın, yarıgönüllülüğün yerine bağlayıcı ödevin geçtiğini, Yahudi ulusunun egemenliğinin yabancı egemenliğiyle yer değiştirdiğini belirtmekte;111 1882-1948 sürecini, etno-cumhuriyetçi topluluğun etno-cumhuriyetçi ulusa yerini bırakması olarak okumaktadır. Peled’e göre, etno-cumhuriyetçi ulus üyeleri, siyonizme katkı sundukları oranda siyasi, iktisadi, toplumsal yaşamda değerli sayılma hakkını haiz olmuşlardır.112 İsrail toplumundaki tabakalaşmanın tarihini 1882 yılından başlatan Peled’e göre, Birinci Aliya (1882-1903) döneminde, Yahudi yerleşimciler Filistinli Arapları işgücünde kullanmışlardır. Araplara yönelik dışlayıcılığın İkinci Aliya’da (1904-1914) başladığını belirten Peled, Avrupa’dan gelen Yahudi yerleşimcilerin tarımda çalışma tecrübelerinin olmaması nedeniyle, Filistin’de Yahudi çiftçilerin Avrupalı Yahudiler yerine Arapların işgücünden istifade etmelerinin İkinci Aliya döneminde değiştiği görüşündedir.113 Peled’e göre, İkinci Aliya döneminde yeni yerleşimcilik stratejisi uygulamaya 114 konulmuştur . Bunun, Yahudi öncü ruhu olarak nitelendirilebileceğini düşünen Peled, bir kurucu mit olarak Chalutziyut’un Yishuv’da medeni din işlevi gördüğü kanaatindedir.115 Birinci Aliya döneminde plantasyon sömürgeciliğinin denendiğini, bunun başarısız olması nedeniyle, İkinci Aliya’da Avrupa sömürgeciliğinin geç kalmış biçimi olarak türdeş yerleşimciliğin tercih edildiğini düşünen Peled,işçi siyonist hareketinin rehberliğindeki bu yerleşimcilik stratejisinin Araplardan ayrı Yahudi iktisadi alanı yaratmayı amaçladığını belirtmektedir. Türdeş yerleşimciliğin üretim faktörlerinde Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434. Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 336. 112 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435. 113 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 336. 114 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 434. 115 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 336. 110 111 103 Yahudi etnik kimliğinin belirleyiciliğini esas almaya dayandığını savunan Peled; türdeş yerleşimciliği, işgücü olarak Yahudilerden istifade edilmesi, sermayenin Yahudilere aidiyetinin korunması, arazilerin Yahudilere ait kılınması, girişimciliğin korporatist kurumlarla ifası olarak tanımlamaktadır. Kibbutzların, Moshavların, Histadrut’un (1920’de kurulan işçi sendikası), Histadrut’a bağlı tarım, sanayi, inşaat, ulaşım ve finans kuruluşlarının siyonizmin gerçekleştirilmesi bakımından hem işlevsel hem sembolik değere sahip olmasını etnocumhuriyetçilik ile açıklayan Peled, Histadrut’un Yahudi işçiler için sosyal güvenlik örgütü olmaktan öte manevi anlam taşıdığının, Histadrut’un etno-cumhuriyetçi topluluğun devletsiz ve devletli dönemdeki iktisadi faaliyetlerini düzenleyen asli kurum olduğunun altını çizmektedir.116 Histadrut’un işçi siyonizminin sadece iktisadi alandaki hegemonyasının değil, siyasi ve toplumsal alandaki hegemonyasının sembolü olduğuna işaret eden Peled;117 Aşkenazilerin, iktisadi ve toplumsal yaşamdaki merkezdeki konumlarını, işçi siyonist hareketindeki ve Histadrut’taki hegemonyaları ile ilişkili değerlendirmektedir.118 Dünya Siyonist Örgütü’nün (WZO) bir organı olarak Yahudi Ulusal Fonu’nun (JNF) yerleşimci-sömürgecilik hareketinin başarıya ulaşmasında etkisini vurgulayan Peled, İsrail’in kurucu babalarının Aşkenaziler olarak İsrail resmi tarihinde kabul edilmesini ve buna bağlı olarak Aşkenaziler dışındaki Yahudi toplulukların devlet inşa sürecine katkılarının inkarını yanlış bulmaktadır. Peled, Birleşik Krallık hâkimiyeti devam ederken Kibbutzların ve Moshavların güvenliğini sağlayan, Filistin’in Yahudi toprağı haline getirilmesi için mücadele eden düzensiz askeri birliklerde (Hagana) Aşkenaziler dışındaki Yahudilerin olduğuna işaret etmekte, İsrail resmi tarihçiliğinin Aşkenazi bakışının ürünü olduğunu öne sürmektedir. Aşkenazilerden önce Filistin’de yaşayan Yahudiler ve Aşkenazilerle aynı zamanda Filistin topraklarına göçen Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337. Yoav Peled, “Civil Society…, 2005, s. 21. 118 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337. 116 117 104 Yemenli Yahudilerin İsrail’in kuruluşuna katkılarını ortaya çıkarması bakımından yeni tarihçi ekolü araştırmalarına itibar eden Peled; Aşkenazilerin, Dünya Siyonist Örgütü’ndeki hâkim konumlarını Filistin’in Yahudileştirilmesinde öncü ruha sahip tek grup olarak kabul edilmeye ve devlet inşası sonrasındaki süreçte ayrıcalıklı konumlarını sürdürmeye tahvil etmek suretiyle, İsrail’in gerçek sahipleri olarak kendilerini sunmalarını eleştirmektedir.119 İdealist işçi ve doğal işçi biçiminde Yishuv dönemi Aşkenazi ayrımını reddetmekte, Aşkenazilerin İsrail’in aydınlanmış aklı olarak kendilerini sunmalarına karşı çıkmakta, Aşkenazilerin bu yaklaşımının kaynağını etno-cumhuriyetçilikle açıklamaktadır.120 1948-1949 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Filistin’e göçen Asya ve Kuzey Afrika Yahudilerinin geldikleri coğrafyanın Aşkenaziler tarafından ilkelliğin beslendiği coğrafya olarak sunulmasının yanlış olduğunu savunan Peled, Mizrahilerin Doğulu oldukları için Aşkenaziler tarafından aşağılanmalarının, Aşkenazi hegemonyasında yaşamaya mecbur kılınmalarının tarihi bir ayıp olduğunu iddia etmektedir. Peled, Aşkenazilerin kendilerini aydınlanmış ve bilimin rehberliğinde hareket etmeyi bilen Batılılar olarak Mizrahileri aydınlatmaktan sorumlu hissetmelerini, Mizrahileri kendilerine benzetmeyi amaç saymalarını Said’in kullandığı anlamda iç oryantalizm121 olarak nitelendirmekte, aydınlanmış bir kamu ve aydınlanmış kamuda aydınlanma ışığını elinde tutan aktif yurttaşlar olarak Aşkenazilerin diğer Yahudiler üzerinde kendilerini konumlandırmalarını seçkincilik saymakta ve Doğu Yahudilerinin Batı Yahudilerince kültürel soykırıma uğratıldıklarını düşünmektedir. Kent planlamasından mimariye, çiçeklendirmeden ağaçlandırmaya, Aşkenazilerin İsrail’i Avrupa yapma gayretinin izlerini Tel Aviv’deki binalarda, müzelerde, parklarda ve bahçelerde görme imkânının olduğunu düşünen Peled, opera ve bale gösterimlerinden festivallere Avrupa kültürünü Aşkenazilerin İsrail’de yeniden kurgulamalarının, Yoav Peled, “Towards…”, 1998, s. 713. Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 337. 121 Edward Said, Culture and Imperialism,Random House, New York,1994. 119 120 105 nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan Mizrahileri ötekileştirdiği görüşündedir. Araplardan ayrıcalıklı olmaları bakımından Mizrahilerin bir müddet ötekileştirilmeye tahammül ettiklerini savunan Peled, Aşkenazilerin izlediği etno-cumhuriyetçi politikaların başarısızlığa uğramasını şaşırtıcı bulmaz. Etno-cumhuriyetçi politikaların başarısızlığına delili olarak 1977 genel seçimlerini bir kırılma olarak gösteren Peled, Mizrahilerin seçmen oyunun Likud Partisi’ne kaymasıyla, İsrail siyasetinde 1977 yılı sonrasında etno-cumhuriyetçiliğin gerileme sürecine girdiğini savunur. Peled’e göre, aynı dönemde, neoliberal iktisat politikalarının etkisiyle, Aşkenaziler otoriterkamucu cumhuriyetçiliği sorgulamaya başlamışlar ve iktisadi hegemonyalarını korumayı, siyasi ve toplumsal hegemonyalarını korumaya yeğlemişlerdir. Aşkenaziler liberalleşmişler, buna bağlı olarak Mamlakhtiyut düşüncesinin erimesi hızlanmıştır.122 Neo-liberal iktisat politikalarının uygulanmasıyla, İsrail iktisadi yaşamında görülmeye başlayan ulus aşırı faaliyetler yürüten şirket yöneticilerinin kimliğine ve yüksek rakamlarla ihracat yapan şirket sahipliğine veya ortaklığına bakıldığında, Aşkenazi kimliğinin görüleceği iddiasında bulunan Peled, işçi siyonizmi liderlerinin, onların çocuklarının devletçilikten faydalandıklarını, neo-liberalleşme sürecinde faydalanma hiyerarşisinin değişmeyerek, işçi siyonizmi liderlerinin torunlarının iktisadi liberalizmden fayda sağladıklarını belirtmektedir. Peled’in tespitine itibar edilirse, İsrail siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamında, Aşkenaziler dışındaki Yahudilerin ancak Aşkenazilerin boşalttığı pozisyonları doldurabildiklerini söylemek mümkündür. Örneğin İsrail yurttaşı Aşkenazi akademisyenlerin İsrail dışında yaşamayı seçmeleri, üniversite kadrolarını boşaltmalarıyla Mizrahiler akademide yer almaya başlamışlardır. İsrail yurttaşı Arapların ise, Mizrahilerden geriye kalan pozisyonları doldurabildiklerini belirtmek gerekir. Peled, etno-cumhuriyetçilik kavramsallaştırması yaparken,etno-cumhuriyetçiliğin kendi içinde tutarlı bir kavram 122 Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 50. 106 olduğu iddiasında değildir. Şöyle ki, Peled’e göre, etnocumhuriyetçilik, bir yandan İsrail yurttaşı olan ve olmayan Arapları dışlamakta ve Yahudileri dindar veya seküler tek bir kandaş grup saymakta, aynı zamanda Yahudiler içinde de cumhuriyetçi erdeme sahip olmak bakımından bir hiyerarşi emretmekte, seküler olan ve olmayan arasında ülkenin sahipliği açısından kademelendirme yapmaktadır. Araplarla Yahudiler arasındaki ayrımı ve Yahudilerle Yahudiler arasında ayrımı birleştiren etno-cumhuriyetçilik, dışlayıcı ve içerici özellikleri birlikte göstermektedir. Yurttaş olsun veya olmasın Araplara karşı Mizrahileri Yahudi bütünü içinde hissettiren ancak Aşkenaziler nezdinde Mizrahilerin dışlanmasını sağlayan politikaların müsebbibi olarak Peled tarafından eleştirilen etnocumhuriyetçilik, Filistin’in Yahudi vatanı kılınmasına hizmet etmekle birlikte, Batı kültüründen nasibini almadığı kabul edilen Mizrahilerin siyonizimin dayattığı modernizm altında ötekileştirilmelerine imkân vermiştir. Peled, etno-cumhuriyetçi politikaların zemin kaybetmesiyle, çoğulculuğun yaygınlaşmasını ve özel sektörün kamu sektörü karşısında hızlı yükselişini ilişkili değerlendirmektedir. Neo-liberal iktisat politikalarının uygulanması sonrasında sınıfsal çözümleme yapmanın kimlik siyasetini dışlayarak mümkün olmadığına dikkat çeken Peled, tarihin doğrusal çizgi üzerinde aktığı biçimindeki tarihsel yaklaşımla, İsrail siyasetinin sunduğu olasılıkları görmeye imkân olmadığı kanaatindedir. Peled, Shafir ile derlediği “Yeni İsrail” kitabının girişinde,123 hiyerarşik-bürokratik kamu iktisadi kuruluşlarının lokomotiflik yaptığı, müdahaleciliğe ve üretim yanlısı kalkınmacılığa dayalı iktisat politikalarının terk edildiğini; yerine yüksek teknoloji ürünleri tasarlayan, üreten, pazarlayan özel sektörün liderliğinde, emek piyasasının kolektif düzenlenmesinin geride bırakılarak tekil sözleşmelere dayalı yeni istihdam biçimlerinin geçtiğini, tüketim yanlısı politikaların kabul edildiğini belirtmektedir. İsrail’de özelleştirme politikalarını ele Gershon Shafir&Yoav Peled, “Introduction: The Socioeconomic Liberalization of Israel”, The New Israel: Peacemaking & Liberalization, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 1-13. 123 107 alan makaleyi birlikte yazan Shafir ve Peled, Avrupa modeli refah devleti anlayışının yerini Amerikan modeli liberal devlet anlayışına bıraktığını iddia etmektedir.124 Peled; sermaye, emek, piyasa ve devlet ilişkilerinin yeniden tanımlandığını görmeksizin etno-cumhuriyetçi politikaların zemin kaybetmesinin anlamlandırılamayacağı fikrindedir. Gelir dağılımı eşitsizliğinin artan hızla artmasından kaynaklı, siyasetin yeni ittifak seçenekleri sunduğunu düşünmektedir. Barber’ın kullandığı “McWorld versus Jihad” ifadesini125 Ram gibi126 yorumlayan Peled; İsrail örneği üzerinden, küreselleşme ve yerelleşmeyi birbiri içine girmiş ve birbirini tamamlayan süreç olarak görmektedir.127 Peled, İsrail yurttaşlığını oluşturan üç ilkeden cumhuriyetçi ilkenin geri plana düşmesiyle, İsrail siyasi yaşamında postsiyonizm ve neo-siyonizm arasında rekabet öngörmektedir.128 Peled’in öngörüsünün Ram’ın öngörüsüyle paralel olduğu söylenebilir.129 20. yüzyıl işçi siyonizminin ve liberal siyonizmin 21. yüzyılda post-siyonizme evrilirken, 20. yüzyıl revizyonist siyonizminin 21. yüzyılda neo-siyonizme evrildiğini; postsiyonizmin ve neo-siyonizmin Yeni İsrail hayalinin birbirinin tam zıddı olduğunu Peled düşüncesinden çıkarsamak mümkündür.130 Gershon Shafir & Yoav Peled, “Peace and Profits: The Globalization of Israeli Business and the Peace Process”, (ed. G. Shafir & Y. Peled),Westview, Boulder, 2000, s. 252-256. 125 Benjamin R.Barber, Jihad vs. McWorld: How Globalism and Tribalism are Shaping the World, Times Book, New York, 1995. 126 Uri Ram, “The Promise Land of Business Opportunities: Liberal PostZionism in the Glocal Age”, The New Israel: Peacemaking & Liberalization,(ed. G. Shafir &Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 217240. 127 Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 57. 128 Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 59. 129 Uri Ram, The Globalization of Israel: McWorld in Tel Aviv, Jihad in Jerusalem, Routledge, New York, 2007. 130 İsrail toplumu bugün iki kutba ayrılmıştır: Post-siyonizm ve neo-siyonizm ekseni. İsrail’de bugün neo-siyonizm güçlüdür. Neo-siyonizm İsrail tarihini Kral/Peygamber Davut’tan (MÖ.1000’i esas alır) başlatırken, post-siyonizm İsrail tarihini David Ben-Gurion’dan (1948’i esas alır) başlatır. Neo-siyonizm Musevilere vaat edildiğine inanılan kutsal topraklarda hakim Büyük İsrail hayal ederek, irredentist politikaları olumlarken; post-siyonizm uluslararası toplumun tanıdığı, meşru siyasal sınırlara sahip İsrail hayal ederek, irredentist politikaları reddeder. Neo-siyonizm kutsal kitabın emrettiği kurallara dayalı bir 124 108 Peled, kamu finansmanı ve ayrıcalıklı emek bileşimi olarak nitelendirdiği Mamlakhtiyut iktisat politikalarının yarattığı güvenlikçi ve devletçi İsrail imgesinin artık çözüldüğünü, militarist ruhun özel girişimcilik ruhunun yüceliğine yerini bıraktığını belirtmekte, İsrail sermayesinin küresel sermayeyi İsrail’e çekmek için Filistin sorununun çözümünden yana tavır aldığının altını çizmekte, Aşkenazilerin liberal politikaları desteklediğini ve İsrail yurttaşlığının liberal ilkesinin öne çıkartılması talebinin İsrail sermayesinin talebi olduğuna işaret etmektedir. Bir bakıma Peled, post-siyonizmin erken zaferini ilan etmektedir. İş dünyasının çıkarlarının ne etnik-milliyetçilik ne otoriter-kamucu cumhuriyetçilik ile örtüştüğünü,iş dünyasının seküler ve liberal demokratik Yeni İsrail istediğini öne süren Peled, devletin her yurttaşla eşit ilişki kurduğu Yeni İsrail hayalinin iş dünyasının çıkarları dikkate alındığında imkânsız olmadığını dile getirmeye çalışmaktadır.131 Mamlakhtiyut iktisat politikalarının otoriterliği beslediğini öne süren Peled, 1977’de Likud’un iktidara gelmesine kadar olan süreçte İsrail’in siyasi, iktisadi ve toplumsal örgütlenmesinde belirleyici olan sadakat ödemelerinin tamamen tasfiye edilmeyişini etno-cumhuriyetçi politika kalıntısı olarak yorumlamaktadır. Shalev’in savunduğu üzere, sadakat ödemeleri meşruiyetini etno-cumhuriyetçi ulusun bütünlük idealinden devlet örgütlenmesi talep ederken; post-siyonizm seküler, eşit yurttaşlığa dayalı devlet örgütlenmesi talep eder. Neo-siyonizm muhafazakarlığın, postsiyonizm liberalliğin İsrail’in geleceğini belirlemesinden yanadır. Neosiyonizm dinsel milliyetçiliği yüceltirken, laik milliyetçiliği dinsellik içinde eritirken; post-siyonizm post-milliyetçi duruşu imler. Neo-siyonizm düşük gelirli, düşük öğrenim düzeyine sahip kalabalık nüfusta, özellikle Mizrahilerde karşılık bulurken; post-siyonizm yüksek gelirli, yüksek öğrenim düzeyine sahip Aşkenazilerde karşılık bulur. Aşkenazilerin sayısı Mizrahilere göre az olduğundan, neo-siyonizmin güçlü olması normaldir. Anti-siyonist OrtodoksMuseviler neo-siyonizme, anti-siyonist Araplar post-siyonizme kendilerini yakın bulurlar. Neo-siyonizm merkez sağdan ultra-sağa uzanan yelpazedeki İsraillileri ve post-siyonizm,merkez soldan ultra-sola uzanan yelpazedeki İsraillileri temsil eder, demek doğru olur. 131 Yoav Peled, “Profits…,2004, s. 55. 109 almaktadır.132 Sadece Yahudilerin faydalandığı bu ödemelerin Batı Avrupa refah devleti uygulamalarında rastlanmayan sembolik değeri olduğunun altını çizen Peled, yaşayan Holokost mağdurlarına Almanya’nın yaptığı ödemeler gibi yurtsuz Filistinli Araplara ödeme yapmayı düşünmedikçe İsrail’in demokratik devlet sayılamayacağını savunmaktadır. İsrail’e göçen Yahudilere yapılan ödemeleri, Filistinli Arapların varlık mücadelelerini terör olarak nitelendirip terörden zarar gören Yahudilere tazminat olarak yapılan gelir aktarımlarını, İsrail’de askerlik görevini yapanların sosyal güvenlik sisteminden istifade hakkı olmasını, etno-cumhuriyetçi politika örnekleri olarak sunan Peled, kaynakların dağılımında adalet sağlanmadığı müddetçe, İsrail’de özgürlüğün varlığı iddiasında bulunulamayacağını savunmaktadır. Dönüş Yasası (1950), Yurttaşlık Yasası (1952) başta olmak üzere yürürlükteki bazı mevzuatın etno-cumhuriyetçi politikaların kalıntısı olduğunu düşünen Peled, etnocumhuriyetçiliğin silinmesinin zaman alacağı fikrini 133 taşımaktadır. İsrail Devleti’nin toprak politikasının tarihi Filistin topraklarını Arapsızlaştırma üzerine kurulu olduğunu öne süren Peled, Filistinli Arapların Yahudiler tarafından azınlık hale getirildiklerini, Dönüş Yasası’ndan Arapların faydalanamadıklarını, İsrail topraklarının % 93’ü devlet mülkü sayılarak Arapların mülk sahibi olmalarının engellendiğini belirtmektedir.134 Peled, İsrail’in yazılı bir anayasasının olmamasının gerekçesini İsrail’in kurucularının pragmatizmi ile açıklamakta, 1980’lerin ortalarından itibaren yargı organının yasama ve yürütme organlarından bağımsız hareket etmeye başladığını belirtmekte, bunu İsrail’deki siyasal rejimin normalleşmesi olarak görmektedir.135 1980’lerin ortasından itibaren İsrail Yüksek Mahkemesi’nin yurttaşlığın liberal ilkesinin öne çıkmasını sağlayan kararlara imza attığına dikkat 132 Michael Shalev, Labor and Political Economy in Israel, Oxford University Press,Oxford,1992. 133 Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 435. 134 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 339. 135 Yoav Peled, “Towards…, 2007, s. 99. 110 çeken Peled, yargı kararlarının liberalleşmeye etkisini inkar etmemekle birlikte, eğilimin Yüksek Mahkeme başkan ve üyelerinin kim olduğuna göre değişebilmesi nedeniyle, yargı organının yasama ve yürütme nezdinde bağımsızlık sergilemesinin tek başına İsrail’i özgür ve demokratik bir ülke kılmadığı görüşündedir.136 Peled, İsrail’e göç eden Yahudilere, İsrail Devleti tarafından, barınma yardımı, vergi indirimi, İbranice kurs ücretlerinin karşılanması, toplumla bütünleşmeyi sağlayacak nakit ödemeler türünden gelir aktarımı yapıldığına dikkat çekmekte;137 İsrail’in Holokost mağdurlarına Almanya’nın yaptığı ödemelere ek ödeme yapması, Holokost mağdurlarını koruyan ve koruduğunu belgeleyen dünyanın farklı yerlerindeki insanlara nakit ödeme yapmayı sorumluluk sayması, dinci Musevilere (Haredim) bütçede pay ayırması, Musevi din okulu (Yeshiva) öğrencilerine ödemelerde bulunması, Yeshiva için hizmet eden Yahudilere esnek çalışma saatleri ve kısmi zaman çalışıp tam ücret alma türünden kolaylıklar sunması, dinci Musevilerin anti-siyonist olmaları nedeniyle askerlik görevinden muaf olup sosyal güvenlik sisteminden azami oranda faydalanmalarını sağlaması, İsrail ordusunun yüksek teknolojili silahlara sahip olmasına ve bunun az insan kaynağı gerektirmesine rağmen, asker-yurttaş uygulamasından geri adım atmaması, İsrail dışında yaşayan İsrail yurttaşlarını askerlik ödevini yerine getirmemeleri halinde yurttaşlıktan tek maddede düzenleme yaparak çıkarabilmesi, dinci Musevi kadınların askerlik ödevinden muaf tutulmakla birlikte, toplumun çoğunluğunu oluşturan seküler Yahudi kadınların askerlikten muafiyetinin sıkı düzenlemelere tabi tutulması ve fiilen askerlik ödevini yapamayacak kadınların askerlik ödevini kamu kurumunda hizmet vermek suretiyle yerine getirmesini şart koşması, üniversite öncesi okullarla İsrail ordusunun ortak projelerde çalışmalarına ilişkin destek mekanizmaları işletmesi ve bu projelere önemli oranda kaynak aktarımı yapması, çocuk Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 56. Yoav Peled, “Zionist Realities: Debating Israel-Palestine”, New Left Review,sayı: 38, 2006, s. 21-36. 136 137 111 sayısının fazlalığıyla orantılı Yahudilere ödemede bulunması, teröre maruz kalmış olan Yahudilerin çocuklarının eğitim masraflarını karşılaması ve refah içinde yaşamalarını temin eden bütçe kalemleri oluşturması gibi Yahudilik ve/veya Musevilik kimliğinin ayrıcalıklı kimlik olduğunu, Yahudi bütünü üyesi olmanın avantaj getirdiğini toplum hafızasına kazıyan uygulamaların, İsrail’in Yahudi devleti olduğunu ortaya koyduğunu belirtmekte; Yahudilerin sadakat ödemelerinden faydalanmaktan vazgeçmeye razı olmamaları halinde, eşit yurttaşlığın tesisinin mümkün olmadığını düşünmektedir.138 Peled, etno-cumhuriyetçilik politikalarına dair dönemleştirme yaparken, etno-cumhuriyetçi politikalara ilk muhalefetin Araplardan geldiğini savunmaktadır.139 1965 genel seçimlerine katılmak için Al-Ard (Toprak) hareketinin hazırlamış olduğu “Sosyalist Liste” adıyla İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’na sunulan listenin, 1965’e kadar İsrail seçimlerinde İşçi Partisi veya İsrail Komünist Partisi’ni destekleyen İsrail yurttaşı Arapların milli cephe oluşturduklarının delili sayılabileceğini öne süren Peled, İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’nun listeyi reddetmesini, listeyi oluşturan Al-Ard’ı İsrail Devleti’ni ortadan kaldırma amacında ve hukuka aykırı kurulmuş örgüt olmakla itham etmesini İsrail yurttaşlık tarihinin evriminde talihsiz bir olay olarak nitelendirmektedir. Komisyon’un red gerekçesini İsrail Yüksek Mahkemesi’ne taşıyan Al-Ard grubunun başvurusunu değerlendiren dönemin yargıçları, İsrail Merkezi Seçim Komisyonu’nun gücünü aldığı mevzuatta içeriğe ilişkin inceleme yapamayacağını belirtmişlerse de, Komisyon’a sunulan listelerdeki aday yaşlarının doğru veya imzalarının eksik olup olmadığının denetlenmesinin ötesine geçilip ideolojik görüş tespitini yanlış bulmuşlarsa da, Peled’e göre, yargıçlar arasında görüş ayrılıklarının olduğu, muğlak ifadelerle dolu, Sosyalist Liste’nin seçime girmemesini onaylayan kararı Mahkeme ilan etmiştir. Zira Peled 1965’den 1984’e kadar 138 139 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 339. Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 436. 112 İsrail siyasi hayatında Arap partisine rastlanmayışını bu karara bağlamaktadır.140 İsrail yurttaşı Arapların 1965 sonrasında kendilerini Filistin ulusunun parçası görmeye başladıklarını düşünen Peled, 1967 Altı Gün Savaşını İsrailli Arapları İsrail Devleti’nden kopartmada bir dönüm noktası saymaktadır.141 Peled’e göre, etno-cumhuriyetçi politikalara muhalefet Araplardan sonra Mizrahilerden gelmiştir. 1967’de ele geçirilen topraklara (Filistin Özerk Yönetimi’ne göre işgal edilmiş topraklar) Mizrahilerin yerleştirilmesi ve Mizrahilerle yurttaş olmayan Arapların bir diğerini öteki sayarak yaşaması her iki tarafta etnik-milliyetçiliği beslemiş; 1973 Savaşı sonrasında ise, iktisadi göstergelerin kötüleşmesi İşçi Partisi hegemonyası sonunu hazırlamış, kamu iktisadi kuruluşların özelleştirileceğini taahhüt eden, YahudiMusevi kimliği hassasiyetine sahip Likud Partisi, 1977 genel seçimlerinde Mizrahilerin oyunu almış ve İşçi Partisi başarısız olmuştur.142 1985’deki istikrar paketinin üç rakamlı enflasyonu düşürmeyi başardığının altını çizen Peled’e göre,İsrail’in 1990 sonrasında iktisadi göstergelerinin iyileşmesi ve İsrail’de kişi başına düşen gelirin Avrupa Birliği (AB) üyesi Akdeniz ülkelerinden yüksek seviyede seyretmesi, İsrail piyasasının küresel piyasayla bütünleşmesi, hiyerarşik yurttaşlık yaklaşımının sürdürülemeyeceğinin anlaşılmasına hizmet etmiştir.143 Bu bağlamda, Peled’in İsrail’in 1948-1966 dönemini askeri yönetimin mevcudiyeti nedeniyle, Lustick’in tanımladığı anlamda denetim rejimi,144 1966-1992 dönemini etnik demokrasi olarak Smooha’nın isimlendirmesiyle anmakla birlikte145 etnik demokrasinin içeriğini Yiftachel’in kullandığı etnokrasi Yoav Peled, “Ethnic Democracy…, 1992, s. 437. Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 338. 142 Yoav Peled, “Profits…, 2004, s. 55. 143 Yoav Peled, “The Evolution…, 2008, s. 341. 144 Ian Lustick, “Stability in Deeply Divided Societies: Consociationalism versus Control”, World Politics, sayı: 31/3, 1979, s. 325-344. 145 Sammy Smooha, “Ethnic Democracy: Israel as an Archetype”, Israel Studies, sayı: 2/2, 1997, s. 198-241. 140 141 113 kavramından146 unsurlar ihtiva etmek üzere kullandığını yani etnik demokrasiyi, Smooha’nın ve Yiftachel’ın kavramsallaştırmalarının sentezi olarak anlamlandırmak suretiyle 1966-1992 dönemini etnik demokrasi olarak nitelendirdiğini, 1992-2000 dönemini liberal demokrasiye eğilim dönemi kabul ettiğini, 1992 sonrasında etno-cumhuriyetçi politikaların zayıfladığının anlaşılarak her yurttaşın İsrail Devleti ile eşit ilişkisinin olduğu Yeni İsrail’in inşası hayalinin kurulmaya başladığını ve post-siyonizmin güçlendiğini ancak İkinci İntifada sonrasında neo-siyonizmin güçlendiğini, 2000-2009 döneminde etnik demokrasi ve liberal demokrasi seçenekleri arasında rekabetin yaşandığı, 2009’daki Gazze saldırısı sonrasında etnik demokrasinin liberal demokrasiye nazaran İsrail toplumunda destekçi sayısını artırmasına paralel İsrail demokrasisinde istikrarsızlaşmanın başladığı görüşüne sahip olmakla birlikte,liberal demokrasinin zenginleştirilmiş biçimi olarak gördüğü ortaklıkçı demokrasinin seçenek olduğuna dair iyimser yaklaşımını koruduğunu ve post-siyonizmle neo-siyonizm rekabetinde İsrail’in post-siyonist devlet olarak yeniden yapılandırılacağına dair oldukça ümitli olduğunu söylemek mümkündür. Son tahlilde, Peled, Mamlakhtiyut’u yeniden diriltmeye dönük Shapira,147 Bareli,148 Kedar149 gibi araştırmacıların İsrail cumhuriyetçiliği üzerine çalışmalarını dikkate almakla birlikte, yeni cumhuriyetçi tasarımın Mamlakhtiyut’u davet etmemesi, yeni cumhuriyetçiliğin özgürlükçü olması gerektiğini düşünmektedir. İsrail Devleti’nin yurttaşlarıyla ilişkisini liberalcumhuriyetçi senteze göre kurgulamasından yana olan Peled’in Oren Yiftachel, “Ethnocracy: The Politics of Judaizing Israel/Palestine”, Constellations, sayı: 6/3, 1999, s. 364-390. 147 Anita Shapira, “Ben-Gurion and the Bible: The Forging of an Historical Narrative?”, Middle Eastern Studies, sayı: 33/4, 1997, s. 645-674. 148 Avi Bareli, “Mamlakhtiyut, Capitalism and Socialism During the 1950s in Israel, Journal of Israeli History: Politcs, Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 201-227. 149 Nir Kedar, “Jewish Republicanism”, Journal of Israeli History: Politics, Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 179-199. 146 114 etno-cumhuriyetçiliğin 20. yüzyılda bırakılmasını hayal ettiği söylenebilir. SONUÇ Peled’in 1992’de İsrail siyaset bilimi literatürüne kazandırdığı etno-cumhuriyetçilik kavramı, Filistin’e ilk Yahudi göçünün başladığı 1882’den İsrail’in kurulduğu 1948’e kadar Yishuv’a anlam veren öz olmuş, İsrail’in kurulmasıyla Yishuv üyeliğinin değerleri Mamlakhtiyut’a aktarılmış ve böylece İşçi Partisi’nin 1977’deki genel seçim başarısızlığına kadar belirleyiciliğini korumuştur. Peled’e göre, İsrail yurttaşlığını meydana getiren liberalizm ilkesi, etnik-milliyetçilik ilkesi ve cumhuriyetçilik ilkesi olmak üzere üç ilkeden cumhuriyetçilik ve etnik-milliyetçilik ilkesinin hem diğeri ile rekabeti hem kesişmesi olasılıklarını içinde barındıran bir yurttaşlık politikası olarak etno-cumhuriyetçiliğin sonunu hazırlayan neo-liberal iktisat politikalarının uygulanması olmuştur. Etno-cumhuriyetçilik uzun yıllar siyasi, iktisadi ve toplumsal yaşamda etkisini sürdürmüş, 2000’lerin başından itibaren etkisini kaybetmiş ancak tam olarak silinmemiştir. Eşitlik ve özgürlük arasında tercih yapmayı reddeden Peled, İsrail yurttaşlığı liberal ilkesinin öne çıkmasını alkışlamakta ve yeni yurttaşlık tanımının yapılmasını elzem görmektedir. Her ne kadar 2000’lerin başında gözlenen İsrail’de etnik-dinsel milliyetçiliğin yükselişini sorun olarak saymaktaysa da, Peled geleceğe dair karamsar değildir. Peled’e göre, insanları disipline etmeye ve farklılıklarını yok saymaya aday hiçbir politikanın 21. yüzyılda varlık şansı yoktur. Bu bakımdan, Peled İsrail yurttaşlığını oluşturan üç ilkeden liberal ilkenin kaptanlığını örtük olarak benimser gözükmektedir. Öte yandan, Peled klasik liberalizme itibar etmemektedir. Her türlü kimliğe kör bireydevlet ilişkisinin küreselleşme sürecindeki ihtiyaçları karşılayamayacağı görüşündedir. Peled, liberalizmin zenginleştirilmiş biçimi olarak gördüğü çok kültürlülüğün toplumun takdirine bırakılarak değil devlet tarafından resmi 115 olarak tanındığı model olarak ortaklıkçı demokrasiden yana duruş sergilemektedir. Nitekim Peled’in göçmen devletlerdeki devletbirey-grup ilişkilerinin İsrail’de benimsenmesini önermesi, ortaklıkçı demokrasiyi desteklenesi bir seçenek saydığının delilidir. Aydınlanmış Batı ve onun temsilcisi Aşkenazi ile karanlıklar içindeki Doğu ve onun temsilcisi Mizrahi biçimindeki ayrımda Aşkenazilerin Mizrahiler üzerinde doğal üstünlük iddiasında olmalarını, İsrail Devleti’ndeki azınlık Arapların ayrımcılığa muhatap kalmalarını, Ortadoğu Arap ülkeleri mülteci kamplarında yaşamaya mahkum edilmiş Filistinli Arapların maruz kaldıkları kötü yaşam koşullarını ve ayrıca özel girişimciliğin benimsenmesi güçlüklerini, kamu girişimciliğine sembolik anlamlar yüklemek gibi tutum ve düşüncelerin dolaşımda olmasını, bürokratik vesayetçi bir davranış manzumesinde ısrarlı devletçi ve otoriter zihniyetin İsrail kamu yönetiminden tamamen silinememesini, farklı cinsel tercihlere sahip insanların dışlanmalarını, militarist ruhun varlığını korumayı sürdürmesini ve bunun gibi siyasi, iktisadi, toplumsal yaşama dair pek çok sorunu etno-cumhuriyetçi politikalar veya politika kalıntılarıyla açıklayan Peled, Mamlakhtiyut’un zayıflamasını olumlu bir gelişme saymaktadır. İsrailli Yahudiler arasında bireyselliğin keşfini alkışlamakta ve geleceğe dair iyimser tutumla İsrail siyasetinde barışçıl olasılıkların ortaya çıkacağını öngörmektedir. 116 KAYNAKÇA Azoulay, Ariella & Ophir Adi, “One Hundred Years of Zionism: Fifty Years of a Jewish State”, Tikkun, sayı: 13/2, 1998, s. 68-71. Barber, Benjamin R., Jihad vs.McWorld: How Globalism and Tribalism are Shaping the World, Times Book, New York, 1995. Bareli, Avi, “Mamlakhtiyut, Capitalism and Socialism During the 1950s in Israel, Journal of Israeli History: Politcs, Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 201-227. Bauböck, Rainer,Transnational Citizenship:Membership Rights in International Migration, Edward Elgar, Alershot, 1994. Dobson, Andrew, Citizenship and Environment, Oxford University Press, New York, 2003. Eisenstadt, Shmuel N., Israeli Society, Weidenfeld & Nicolson, London, 1968. Eisenstadt, Shmuel N., The Transformation of Israeli Society, Weidenfeld& Nicolson, London,1985. Falk, Richard, “The Making of Global Citizenship”, The Condition of Citizenship, (ed. B. v. Steenbergen), Sage Publications, London, 1994, s. 127-140. Habermas, Jürgen, “Citizenship and National Identity”,The Condition of Citizenship, (ed. B. v. Steenbergen), Sage Publications, London, 1994, s. 20-35. Horowitz, Dan & Lissak, Moshe, Trouble in Utopia:The Overburdened Polity of Israel, Suny Press, Albany, 1989. Işın, Engin F. & Wood, Patricia K., Citizenship and Identity, Sage Publications, London, 1999. Jessop, Bob, The Future of Capitalist State, Polity Press, New York, 2003. Kedar, Nir, “Jewish Republicanism”, Journal of Israeli History: Politics, Society, Culture, sayı: 26/2, 2007, s. 179-199. 117 Khalidi, Rashid, “The Palestinians and 1948: The Underlying Causes of Failure”, The War For Palestine: Rewriting the History of 1948, (ed. E. Rogan & A. Shlaim),Cambridge University Press, Cambridge, 2001, s. 12-36. Kymlicka, Will, Multicultural Citizenship: A Liberal Theory of Minority Rights, Clarendon Press, Oxford, 1995. Laguerre, Michel S., Diasporic Citizenship: Haitian Americans in Transnational America, St. Martin’s Press, New York, 1998. Levy, Yagil,“Social Convertibility and Militarism: Evolution of the Development of Military-Society Relations in Israel in the Early 2000s”, Journal of Political and Military Sociology, sayı: 31/1, 2003, s. 71-96. Liebmann, Charles S. &Yehiya, E. Don, Civil Religion in Israel: Traditional Judaism and Political Culture in the Jewish State, University of California State, Berkeley, 1983. Lustick, Ian, “Stability in Deeply Divided Societies: Consociationalism versus Control”, World Politics, sayı: 31/3, 1979, s. 325-344. Marshall, Thomas H., “Citizenship and Social Class”, Class, Citizenship and Social Development, (ed. T. H. Marshall), Greenwood, Westport, 1973, s. 65-122. Masalha, Nur, “New History, Post-Zionism and Neo-Colonialism: A Critique of the Israeli New Historians”, Holy Land Studies, sayı: 10/1, 2011, s. 1-53. Morris, Benny, Birth of Palestinian Refugee Problem:1947-1948, Cambridge University Press, Cambridge, 1987. Mouffe, Chantal, “Democratic Citizenship and the Political Community”, Dimensions of Radical Democracy, (ed. Chantal Mouffe), Verso, London, 1992, s. 225-239. Mouffe, Chantal, “Liberal Socialism and Pluralism: Which Citizenship?”, Principled Positions: Postmodernism and the Rediscovery of Value, (ed. J. Squires), Lawrence & Wishart, London, 1993, s. 69-84. 118 Navot, Doron & Peled Yoav, “Towards a Constitutional CounterRevolution in Israel”, Constellations, sayı:16/3, 2009, s. 429-444. Ong, Aihwa, “On the Edge of Empires: Flexible Citizenship among Chinese Diaspora, Positions, sayı: 1/ 3, 1993, s. 745-778. Pappe, Ilan, The Making of Arab-Israel Conflict:1947-1951, I. B. Tauris, London, 1992. Peled, Yoav, “Ethnic Exclusionism in the Periphery: The Case of Oriental Jews in Israel’s Development Towns”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 3/3, 1990, s. 345-367. Peled, Yoav, “Ethnic Democracy and the Legal Construction of Citizenship: Arab Citizens of Jewish State”, American Political Science Review, sayı: 86/2, 1992, s. 432-443. Peled, Yoav, “Towards a Definition of Jewish Nationalism in ısrael? The Enigma of Shas”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 21/4, 1998, s. 703-727. Peled, Yoav, “Profits or Glory? The Twenty-Eight Elul of Arik Sharon”, New Left Review, sayı: 29, 2004, s. 47-70. Peled, Yoav,“Restoring Ethnic Democracy: The Or Commision and Palestinian Citizenship in Israel”, Citizenship Studies, sayı: 9/1, 2005, s. 89-105. Peled, Yoav, “Civil Society in Israel”, Palestine-Israel Journal, sayı: 12/1, 2005, s. 20-25. Peled, Yoav, “Zionist Realities:Debating Israel-Palestine”, New Left Review, sayı: 38, 2006, s. 21-36. Peled, Yoav, “Towards a Post-Citizenship Society? A Report From the Front”, Citizenship Studies, sayı: 11/1, 2007, s. 95-104 Peled, Yoav, “The Evolution of Israeli Citizenship: An Overview, Citizenship Studies, sayı:12/3, 2008, s. 335-345. Peled, Yoav, “The Viability of Ethnic Democracy: Jewish Citizens in Inter-War Poland and Palestinian Citizens in Israel”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 34/1, 2011, s. 83-102. 119 Peled, Yoav, “The Rise and Fall of Liberal Nationalism”, The Contradictions of Israeli Citizenship: Land, Religion, State, (ed. G. B. Porat & B. S. Turner), Routledge, London, 2011, s. 278-292. Peled, Horit Herman & Peled, Yoav, “Post-Post Zionism? Confronting the Death of Two-State Solution, New Left Review, sayı: 67, 2011, s. 97-118. Peres Shimon, The New Middle East, Henry Holt, New York, 1993. Pettit, Philippe, Repuclicanism: A Theory of Freedom and Government, Oxford University Press, Oxford, 1997. Ram, Uri, “The Promise Land of Business Opportunities: Liberal PostZionism in the Glocal Age”, The New Israel: Peacemaking & Liberalization, (ed. G. Shafir& Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 217-240. Ram, Uri, The Globalization of Israel: McWorld in Tel Aviv, Jihad in Jerusalem, Routledge, New York, 2007. Ram, Uri, Israeli Nationalism: Social Conflicts and the Politics of Knowledge, Routledge, New York, 2011. Said, Edward, Culture and Imperialism, Random House, New York, 1994. Sassen, Saskia, Losing Control? Sovereignty in an Age of Globalization, 1995 Columbia University Leonard Hastings Schoff Memorial Lectures, Columbia University Press, New York, 1996. Shafir, Gershon, Land, Labor and the Origins of the Israeli-Palestine Conflict:1882-1914,Cambridge University Press, Cambridge, 1989. Shafir, Gershon, “Israeli Society: A Counterview”, Israel Studies, sayı: 1/2, 1996, s.189-213. Shafir, Gershon & Peled, Yoav, “Introduction: The Socioeconomic Liberalization of Israel”, The New Israel: Peacemaking& Liberalization, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 1-13. 120 Shafir, Gershon & Peled, Yoav,“Peace and Profits: The Globalization of Israeli Business and the Peace Process”, (ed. G. Shafir & Y. Peled), Westview, Boulder, 2000, s. 243-264. Shafir, Gershon & Peled, Yoav, Being Israeli: The Dynamics of Multiple Citizenship,Cambridge University Press,Cambridge, 2002. Shalev, Michael, Labor and Political Economy in Israel, Oxford University Press, Oxford, 1992. Shapira, Anita,“Ben-Gurion and the Bible: The Forging of an Historical Narrative?”, Middle Eastern Studies, sayı: 33/4, 1997, s. 645-674. Shapiro, Yonathan, “Political Sociology in Israel: A Critcal Review”, Politics and Society in Israel: Studies in Israel Society, cilt:3, (ed. E. Krausz), Transaction, New Brunswick, 1985, s. 6-16. Smooha, Sammy, “Minority Status in an Ethnic Democracy: The Status of Arab Minority in Israel”, Ethnic and Racial Studies, sayı: 13/3, 1990, s. 389-413. Smooha, Sammy, “Ethnic Democracy: Israel as an Archetype”, Israel Studies, sayı: 2/2, 1997, s. 198-241. Silberstein, Laurence J., The Postzionism Debate: Knowledge and Power in Israeli Culture, Routledge, New York,1999. Smith, Rogers M., Civic Ideals: Conflicting Visions of Citizenship in US History, Yale University Press, New Haven, 1997. Soysal, Yasemin Nuhoğlu, Limits of Citizenship: Migrants and Postnational Membership in Europe, University of Chicago Press, Chicago,1994. Steenbergen, Bart van, “Towards a Global Ecological Citizen”, The Condition of Citizenship, (ed. B. v. Steenbergen), Sage Publications, London, 1994, s. 141-152. Tilley, Virginia, The One-State Solution: A Breakthrough for Peace in the Israeli-Palestinian Deadlock, Manchester University Press, Manchester, 2005. 121 Touraine, Alain, “Can We Live Together, Equal and Different?”,European Journal of Social Theory, sayı: 1/2,1998, s. 165-178. Turner, Bryan S., Citizenship: Critical Concepts, Routledge, London, 1994. Yiftachel, Oren, “The Concept of Ethnic Democracy and Its Applicability Case of Israel,” Ethnic and Racial Studies, sayı: 15/1, 1992, s. 125-136. Yiftachel, Oren, “Israeli Society and Jewish-Palestinian Reconciliation: Ethnocracy and Its Territorial Contradictions”, Middle East Journal, sayı: 51/4, 1997, s. 505-519. Yiftachel, Oren, “Ethnocracy: The Politics of Judaizing Israel/Palestine”, Constellations, sayı: 6/3, 1999, s. 364-390. Young, Iris Marion, Polity and Group Difference: A Critique of the Ideal of Universal Citizenship”, Ethics, sayı: 99/2, 1989, s. 250274. 122 1920 RUHU NEDİR? Nuray E. Keskin* Özet Son yıllarda resmi açıklamalarda ve yanı sıra medyada sıkça rastladığımız bir söylem var: “1920 ruhuna dönmek.” Elinizdeki makale, bu söylemden hareketle 1920’li yılların başına gitmekte ve tarihselliği içinde “1920 ruhu nedir?” sorusuna yanıt aramaktadır. Biten bir imparatorlukla, ortaya çıkan bir ulus-devlet arasında, yakın tarihimizin en köklü oluşları ve olguları görülür. Makale bu tarihsel koşullarda, BMM’nin ilk gününden 1921 Anayasası’na uzanan sürecin izini sürmektedir. 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi, 1922 sonuna kadar ulusal kurtuluş savaşını-milli mücadeleyi yönetmiştir. Bu süreçte bütün düşünce ve yegâne görev “Türkiye halkını emperyalizmin zulmünden kurtarmak”tır. Döneme rengini ve ruhunu veren temel dinamik de budur. Anahtar Sözcükler: Emperyalizm, Bağımsızlık, Milli Mücadele, Türkiye Halkı, 1920 Ruhu. Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. nekeskin@omu.edu.tr * 123 “Türkiye Büyük Millet Meclisi… Türkiye halkını, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetinin sahibi kılmakla gayesine vasıl olacağı kanaatindedir… halkın öteden beri maruz bulunduğu sefalet sebeplerini yeni vesait ve teşkilat ile kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedefi addeder.” Büyük Millet Meclisinin Beyannamesi, 21 Ekim 1920. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde Recep Tayyip Erdoğan’ın Kürt sorununun çözümüne dair açıklamalarında ağırlık verdiği tema “1920 Ruhu” oldu. Seçilip görevi devraldıktan sonra da çeşitli açıklamalarında “1920 ruhuna dönmek ya da “1920 ruhu ile yeni Türkiye’yi kurmak” söylemi yerini korudu. Erdoğan, 12. Cumhurbaşkanı olarak TBMM Genel Kurulu’nda ant içtikten sonra gerçekleştirdiği ziyarette Anıtkabir özel defterine şu satırları yazdı: “Halkoyuyla seçilmiş ilk Cumhurbaşkanının göreve başladığı bugün, Türkiye’nin küllerinden doğduğu, yeni Türkiye’nin inşa ve imar sürecinin güç kazandığı bir gündür. Hiç kuşkunuz olmasın ki bugün, 23 Nisan 1920’de ilk adımlarını attığınız büyük Türkiye ruhunun, özünün, hayal ve ideallerinin dirildiği gündür.” Aynı dönemde çeşitli gazetelerde de 1920 Ruhu’nu irdeleyen yazıların yayımlandığı görülmektedir.1 Elinizdeki çalışma, “tarihselliği içinde 1920 ruhu nedir?” sorusuna yanıt aramaktadır. 1920 ruhu, bir demokrasi ve hoşgörü ruhu mudur? Yoksa tarihsel koşulların biçimlendirdiği bir iktidar arayışı mı söz konusudur? 1920’de herkes tarafından paylaşılan bir “ruh”un mevcudiyetinden söz edilebilir mi? Bu makale, Konuyu ele alan kimi gazete yazılarına örnek olarak: Kurtuluş Tayiz, “Yeni Türkiye ve 1920 Ruhu”, Akşam, 17 Kasım 2013; Sevag Beşiktaşlıyan, Halil Berktay’la Söyleşi: “1920 Ruhu Neydi?”, Agos, 8 Şubat 2014; Bülent Erandaç, “23 Nisan 1920 Ruhu Canlandı”, Takvim, 29 Ağustos 2014; Levent Köker, “Yeni Türkiye ve 1920 Ruhu”, Zaman, 4 Eylül 2014; Emre Can Dağlıoğlu, Erik-Jan Zürcher’le Söyleşi: “Yeni Türkiye ve 1920 Ruhu”, Agos, 26 Eylül 2014; Şükrü Hanioğlu, “1920 Ruhu”, Sabah, 28 Eylül 2014. 1 124 Büyük Millet Meclisi’nin açılışı, BMM içinden icra organı olarak hükümetin oluşumu, Halkçılık Programı ve bu programdan doğan 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu aşamalarını izleyerek “1920 gerçeği”ni anlamaya-açıklamaya çalışmaktadır. Bugün Türkiye’de siyasetçilerin 1920 ruhundan ne anladıklarının incelenmesi ise makale kapsamı dışında bırakılmıştır. İMPARATORLUKLA ULUS-DEVLET ARASINDA Biten bir imparatorlukla, ortaya çıkan bir ulus-devlet arasında, yakın tarihimizin en köklü oluşları ve olguları görülür. Türkiye yakın tarihinin bu ilginç manzarası dünyanın içine girdiği yeni bir çağın koşulları içinde ayrı boyutlar kazanmıştır. Bu dönem kapitalist dünyanın devrimlerle sarsıldığı bir dönemdir; bir devrim çağıdır. 1917 Ekim İhtilali’nin bunalımları içinde, Çarlık Rusya tarihten silinmiş, yerini Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ne bırakmıştır. Bu rejim Doğu’yu temsil etmektedir. Marksist-Leninist yeni bir dünya karşısında Batı’yı ve Batı uygarlığını temsil ettiklerini savaş galipleri kendiliklerinden öne sürmektedirler. Mağluplar ise, sanki o zamanın üçüncü dünyası olmuşlardır. Afganistan, Hindistan, Mısır, İrlanda vb. ülkelerde devrimci dönemler yaşanmaktadır. Türkiye’nin 1920’de içinde bulunduğu tablo, bu boyutlar içinde ele alınmalıdır. Türkiye’ye baktığımızda; Osmanlı toprakları üzerinde üç iktidar odağı, bir başka deyişle üç farklı karar mekanizması bulunmaktadır: İstanbul, Anadolu ve işgal idaresi. Bir yanda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan ne varsa, İstanbul Hükümeti olarak saklı tutulmak ve devam ettirilmek istenmiştir. İstanbul Hükümeti, Sevr diktacıları olan galip devletlerin çizdikleri ülke sınırları içinde, elde edebileceği değişikliklerle kalmaya ve yaşamaya mahkum edilmiştir ve buna razıdır. Öte yanda Müdafaai Hukuk örgütlenmesi vardır. Bu Milli Kurtuluş Hareketi’dir ve İstanbul Hükümeti’nin 16 Mart 1920’den (İstanbul’un işgal tarihi) başlayarak, yaptığı tüm anlaşmaların reddi ve yok sayılacağı ilkesine, amacının önüne çıkan iç ve dış 125 tüm engellerle savaş kararlılığına dayanarak gelişmiştir.2 19191922 yılları arasında, Osmanlı adını taşıyan bir devletin var olup olmadığı kesinlikle tartışılabilir.3 İstanbul’un oluşturduğu siyasal iktidarın coğrafya bakımından, ülkenin neresine kadar etkin olduğunu kestirmek zordur. İstanbul’da 11 Kasım 1918-4 Kasım 1922 tarihleri arasında on hükümet görev yapmıştır.4 Bu iktidarın, 1922 yılına kadarki gelişmesi, işgalci devletler ve Anadolu ile kurduğu ilişkilere dayanır. 1922 yılında ise tarih sahnesinden silinmiştir. Üçüncü iktidar odağı emperyalist güçlerdir. İşgal kararları, kararların uygulanması, İtilaf Devletleri’nin birbirleriyle ilişkileri, İtilaf Devletleri ile Osmanlı Devleti arasındaki ilişkiler işgal sürecinin yönetim mekanizmasını ortaya koymaktadır.5 Osmanlı yönetimine el koymak, Osmanlı toprakları üzerinde emeller besleyen üç İtilaf Devleti arasında tehlikeli ve her an patlamaya hazır bir konudur. Bu nedenle, yönetime el koyma işlemlerinin kendi aralarında uyuşarak ve anlaşarak yapılması için bir mekanizma oluşturulmuştur: İtilaf Devletleri Fevkalade Komiserliği. Osmanlı yönetimine el koyma süreci, fevkalade (yüksek) komiserlerin düzenli toplantılarıyla yönetilmiştir. İşgalci devletlerin yüksek komiserleri, İstanbul Hükümetleri’nin karar sürecinde etkili olan temel dinamiktir. Yüksek komiserlerin yanında işgal yönetiminin bir parçası olarak İtilâf Devletlerinin ordu kumandanları bulunmaktadır. Mücadelenin bir başka boyutunu ise, Anadolu’daki diğer iktidar odakları oluşturmaktadır. Bunların bir kısmı, Anadolu’daki bağımsızlık mücadelesini, kuvayı milliye mücadelesini kendi önderliği altında birleştirmek isteyen güçlerdir. Anadolu sınırları içinde Çerkez Ethem, dışında ise Enver Paşa bu güçlere örnek gösterilebilir. İkinci unsur, sosyalist Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II, Mütareke Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 30. 3 Tunaya, 1918-1922 yılları arasını bir iktidar boşluğu (interregnum) olarak adlandırır. Türkiye’de Siyasal Partiler, s. 33. 4 Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, Ed. Nuray Ertürk Keskin, Ankara Üniversitesi, SBF-KAYAUM Yayını, Ankara, 2012. 5 İşgal yönetimi karar, uygulama, kurumlaşma boyutlarıyla şu çalışmada incelenmiştir: Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, Ed. Nuray Ertürk Keskin, Ankara Üniversitesi SBF-KAYAUM Yayını, Ankara, 2012. 2 126 veya Sovyetler Birliği yanlısı bir kuruluşun mümkün olduğunu düşünen kişilerin oluşturduğu iktidar odağıdır. Gizli Türkiye Komünist Fırkası, Türkiye Halk İştirakiyun Fırkası ve Yeşilordu Cemiyeti bu odağın bir parçasıdır. Üçüncü unsur, Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ne karşı özerklik talebinde bulunan Kürt aşiretleridir. Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kendisi dışındaki bütün bu iktidar odaklarına karşı mücadelesinde önceliği bağımsızlık mücadelesinin tek elden yönetilmesine vermiştir. 1919-1922 döneminin canlılığı, bu taraflar arasındaki çatışmalardan doğmuştur. 1920 yılının ruhu da bu koşullar içinde ele alınmalıdır. Milli mücadele 1920 yılında kendi basınını oluşturmuştur. Heyeti Temsiliye’nin sözcülüğünü yapmak ve milli iradeyi hakim kılmak amacıyla Ankara’da 10 Ocak’tan itibaren Hakimiyeti Milliye Gazetesi yayımlanmaya başlamıştır.6 Mustafa Kemal Paşa’nın gözetiminde, 4 küçük sayfa olarak haftada iki gün yayımlanan gazete 6 Şubat 1921’de kendi adına bir matbaa kurduktan sonra günlük olarak yayımlanacaktır. Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının -BMM açıldıktan sonra milli hükümetinhareket hattı, fikirleri ve yönelimi Hakimiyeti Milliye aracılığıyla halka ulaştırılmıştır. İlk sayıda “Kürdistan’ın Ahvali” başlığı altında Türk-Kürt birliği vurgulanmış; Gürcistan, Azerbaycan, Trabzon sahilleri, Adana ve çevresi, Arabistan, Irak, Amerikaİngiltere ilişkileri, Ermenistan, İzmir ve çevresi üzerine değerlendirmeler yapılmıştır. Yine ilk sayıda Hakimiyeti Milliye'nin çıkış nedeni şöyle anlatılmaktadır:7 Bugünden itibaren yayımlanan ve sütunlarında bütün Anadolu ile onu alakadar eden muhitlerin ahval ve hadiselerini ihtiva edecek olan gazetemize bu ismi tesadüf olarak vermedik. Gazetemizin ismi aynı zamanda takip edeceği mücadele yolunun da nevidir. Şu halde diyebiliriz ki, Hakimiyeti Milliye'nin mesleği milletin hakimiyetini müdafaa olacaktır… Hakimiyeti Milliye üç büyük dayanak tanır: Zeka, irfan, hamiyet… Bunlar haricinde hiçbir şeye dayanamaz. Milletin hakimiyeti ne sermayelerin, ne içi boş siyasetlerin, ne Daha önce Eylül 1919’da Sivas Kongresi’nde Sivas’ta haftada iki kez İrade-i Milliye Gazetesi’nin yayınlanmasına karar verilmişti. 7 Hakimiyeti Milliye, 10 Ocak 1920. 6 127 kinlere, ne menfaatlere, ikbal ve geleceklere yönelik geçici heveslerin oyuncağı olamaz. Millet yaşamaya, hür ve bağımsız yaşamaya, yaşadıkça da mesut ve olgun bir ilerleme unsuru olmaya muhtaçtır. Hakimiyetini bunun için kullanacaktır. Gazetemizin de gayesi bu milletin ihtiyacıdır. BÜYÜK MİLLET MECLİSİ Bu dört yıllık (1919-1922) dönemin belirleyici karar odağı Müdafaai Hukuk hareketi, bu hareket içinden doğarak gelişen Heyeti Temsiliye ve 23 Nisan 1920’den itibaren BMM’dir. Yeni devletin kurucu unsurları Amasya toplantı karar ve genelgeleri, Erzurum Kongresi kararları, Sivas Kongresi karar ve nizamnamesi ile Misakı Milli gibi dört aşamada titizlikle çizilerek oluşturulmuştur. Söz konusu dört aşamada da tam bağımsızlık ve anti-emperyalizm egemendir. Mondros Ateşkes Anlaşmasını izleyen günlerde yurdun çeşitli yörelerinde kurtuluşu amaçlayan dernekler kurulmuş, kongreler toplanmıştır. Sivas Kongresi, bölgesel örgütleri Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti altında bir araya getirmiştir. Cemiyet, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi açılıncaya kadar, Anadolu hareketini yönetecek, cemiyetin karar organı Heyeti Temsiliye geçici bir hükümet gibi çalışacaktır. Osmanlı Mebusan Meclisi, İngilizlerin parlamentoyu basarak mebuslardan bazılarını tutuklamaları ve Malta’ya sürmeleri sonucunda, meclisin 18 Mart 1920 tarihli oturumunda “meclis çalışmalarının durdurulması ve toplantıların ertelenmesi” kararının alınması ile son bulmuştur. İstanbul’un işgalinden üç gün sonra, 19 Mart 1920’de Heyeti Temsiliye adına Mustafa Kemal Paşa imzasıyla yayımlanan tebliğle, ulusun işlerini yürütmek ve denetlemek üzere olağanüstü yetkili bir meclisin Ankara’da toplanmasını sağlama kararı duyurulur. Vilayetlere, müstakil mutasarrıflıklara ve kolordu komutanlarına gönderilen tebliğde; dağılmış olan mebuslardan Ankara’ya gelebileceklerin bu meclise katılmalarının zorunlu görüldüğü bildirilmiş, tebliğ ekinde verilen yönerge gereğince seçimlerin yapılması istenmiştir. Seçimde, sancaklar (bugünkü iller) seçim bölgesi 128 olacak, her sancaktan beş üye seçilecektir. Her sancakta, kazalardan (ilçe) gelecek ikinci seçmenlerle sancak merkezinden seçilecek ikinci seçmenlerden ve sancak idare ve belediye meclisleriyle Müdafaai Hukuk idare heyetlerinden; vilayetlerde, vilayet heyeti merkeziyelerinden ve vilayet idare heyeti ile vilayet merkezlerindeki belediye meclisinden ve vilayet merkezi ile merkez ilçesi ve merkeze bağlı ilçelerin ikinci seçmenlerinden oluşmuş bir kurul tarafından aynı günde aynı oturumda seçim yapılacaktı. BMM üyeliğine, her parti, topluluk ve dernekçe aday gösterilebileceği gibi, her kişinin de bağımsız adaylığını istediği yerden koymaya hakkı vardı. Seçimlere her yerin en büyük mülki memuru başkanlık edecek ve seçimin doğru yapılmasından sorumlu olacaktı. Seçimlere Müslüman olmayanlar katılmayacak, oy vermek için vergi yükümlüsü olup olmama koşulu aranmayacaktı. Seçimde yaş kaydı aranmamış, 30 yaşından küçük onbir kişi milletvekili seçilmiştir. Seçimlerin en geç 15 gün içinde, çoğunluğun Ankara’da bulunmasını sağlayacak şekilde tamamlanması kabul edilmiş ve işlemler ilgili makamlarca bu şekilde yürütülmüştür. Buna göre 66 seçim çevresinden 349 milletvekili seçilmiş, İstanbul Mebusan Meclisi’nden (Malta’dan gelenler dahil) gelen 88 milletvekili ile sayı 437’ye ulaşmıştır. Ancak 34 milletvekili Meclise katılmadan istifa etmiştir. Meclisi Mebusan’dan katılan mebuslarla birlikte 404 kişiden oluşan ilk BMM üyelerinden 49’u mülki idare amiridir (kaymakam, vali, mutasarrıf, nahiye müdürü).8 Bununla birlikte mebus seçilenler arasında eytam müdürü, muallim, bölük kumandanı, bidayet reisi, ceza reisi, nüfus müdürü, mektupçu, evkaf müdürü, yüzbaşı, binbaşı, kadı, müftü, vb. memurlar ile meclisi umumi azası, belediye reisi gibi görevliler de bulunmaktadır. Birinci Büyük Millet Meclisi üyelerinin 129’u toprak sahibi-tüccar, 53’ü din adamı, 5’i aşiret reisidir. Osmanlı Mebusan Meclisi Başkanı Celaleddin Arif Bey, Yunus Nadi, Dr. Adnan, Hüsrev ve Cami beylerle Halide Edip Hanım, Rıza Nur, Yusuf Kemal, Abdullah Azmi, Hoca Vehbi 2 Nisan günü Ankara İstasyon’'nda Mustafa Kemal Paşa ve Atatürk ve İdare, Türk İdare Dergisi, Cumhuriyetimizin 60’ıncı Yıldönümü Özel Sayısı, Yıl 55, Sayı 362, Ekim 1983, s. 114-116. 8 129 kalabalık bir topluluk tarafından karşılanmıştır.9 Heyeti Temsiliye’nin son tebliği 22 Nisan günü yayımlanmıştır: “Allah’ın yardımıyla Nisanın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından o günden sonra bütün mülki ve askeri makamların ve bütün ulusun başvuracağı en yüce kat adı geçen Meclis olacaktır.”10 Ankara’da “olağanüstü yetkilere sahip” (salahiyet-i fevkaladeyi haiz) kurucu nitelikli Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920 Cuma günü, saat 13.45’te toplanmıştır. İstanbul mebusanından bir kısım üyeler bu meclise katılmıştır; daha sonra Malta’dan gelenler de katılacaktır. Açılış toplantısına 115 mebus yetişebilmiştir. Hazır bulunan en yaşlı üye 1845 doğumlu Sinop milletvekili Şerif Bey’dir. BMM Şerif Bey’in nutku ile açılmıştır: “İstanbul işgal edildi ve Halifelik makamı ile hükümetin bağımsızlığı alındı. Buna boyun eğmek, yabancı esirliğini kabul etmek demektir. Tam bir bağımsızlık ile yaşamak azminde olan, ezeli olarak hür ve bağımsız milletimiz, esirliği şiddetle reddederek bu meclisi meydana getirmiştir.” Bu konuşmadan sonra Ankara mebusu Mustafa Kemal Paşa meclisin hangi azadan teşekkül edeceğine dair bir beyanat vermiştir. Ardından Mazbataları Tetkik Encümeni (seçim tutanaklarını inceleme komisyonu) ile muvakkat katip seçimi yapılmıştır. Meclisin ilk oturumu-ilk celsesi 45 dakika sürmüş, toplantı 14.30’da sona ermiştir. BMM’nin açılmasıyla Türk kurtuluş savaşı yeni bir aşamaya girmiştir. Heyeti Umumiye’nin ilk kararı BMM’nin Sureti Teşekkülü Hakkındadır: “Büyük Millet Meclisi’nin bu kere intihap edilen azalarla İstanbul Meclisi Mebusanı’ndan iltihak eden azalardan müteşekkil bulunmasına karar verildi.” Anadolu ihtilalinin meclisi, 1 sayılı kararı ile varlığını hukukileştirmiş, 5 sayılı kararıyla da kendi içinden bir yürütme organı çıkarmıştır.11 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, 2. Baskı, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969, s. 566. 10 Nutuk, Cilt I, TTK Yayınları, Ankara, 1984. 11 Büyük Millet Meclisi’nin Sureti Teşekkülü Hakkında Heyeti Umumiye Kararı, Karar No.1, 23.4.1920. “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu kere intihap edilen azalarla İstanbul Meclisi Mebusanı’ndan iltihak eden azalardan müteşekkil bulunmasına karar verildi.” Kuvvei İcraiye Teşkiline Dair Heyeti 9 130 Bu noktadan itibaren başlayan Osmanlı kurumlarını tasfiye süreci, milli mücadelenin yürütülmesi ile eşzamanlı olarak, BMM’nin kabul ettiği 338 kanun ve aldığı 389 kararla yeni bir devlet ve hükümet kurulması ile sonuçlanmıştır.12 Ankara mebusu Mustafa Kemal Paşa 24 Nisan’da BMM’de bir konuşma yapmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın nutku, mütarekeden meclisin açılmasına kadar geçen zaman zarfında cereyan eden siyasi ahval hakkındadır. Konuşma üç bölümden oluşmaktadır: “1) Mütarekeden Erzurum Kongresi’ne kadar geçen zaman zarfındaki ahvale dair, 2) Erzurum Kongresi’nden 16 Mart tarihine kadar yani İstanbul’un düşmanlar tarafından işgal edildiği güne kadar, 3) 16 Mart'tan bu dakikaya kadar olan ahvale dair.” Mustafa Kemal Paşa, bu konuşmanın ardından hükümet teşkilatı hakkında bir teklif sunmuştur: Efendiler! Bütün maddi, manevi mesuliyeti Heyeti Temsiliye namı altında bulunan heyet üzerine almış ve 16 Mart 1336 tarihinden bu dakikaya kadar bütün acı safhalara, manzaralara karşı ifayı vazifeyi fevkalade bir vazife bilmiştir; bu mesuliyet çok ağırdır. O heyeti artık bu ağır yükün altında bırakmayınız, bu dakikadan itibaren teklif ediyorum, derhal mukadderatı memleketi deruhte buyurunuz. Bundan ictinab etmeye lüzum yoktur. Bu vazife o kadar mühim, içinde bulunduğumuz zaman o kadar tarihidir ki, bu koca mesuliyeti içinizde üç-beş kişiye tahmil etmekle iktifa edemeyiz. Bütün bu meclis, bütün manasıyla mesul olmak lazım gelir. Millet bizi ancak bunun için gönderdi, bizi buraya beş kişinin eline milleti terk edelim diye göndermemiştir. Umumiye Kararı, Karar No 5, 25.4.1920. 29 Nisan tarihli oturumda Meclisi Ali'nin adı "Büyük Millet Meclisi" olarak kabul edilmiştir. 12 Rıdvan Akın, TBMM Devleti (1920-1923), Birinci Meclis Döneminde Devlet Erkleri ve İdare, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 25. 131 Mustafa Kemal Paşa tarafından BMM’ye sunulan ve kısa bir tartışmadan sonra kabul olunan teklif şu ilkelerden oluşmaktadır: 1) Hükümet kurmak zorunludur. 2) Geçici olduğu bildirilerek bir hükümet başkanı tanımak ya da bir padişah vekili ortaya çıkarmak uygun değildir. 3) Meclis’te yoğunlaşan ulusal iradenin, yurt alınyazısına doğrudan doğruya el koymasını kabul etmek temel ilkedir. Büyük Millet Meclisi’nin üstünde bir güç yoktur. 4) Büyük Millet Meclisi yasama ve yürütme yetkilerini kendinde toplamıştır. 5) Meclis’ten seçilecek ve vekil olarak görevlendirilecek bir kurul hükümet işlerine bakar. Meclis başkanı bu kurulun da başkanıdır. 6) Not: Padişah ve halife, baskı ve zordan kurtulduğu zaman, Meclis’in düzenleyeceği yasal ilkeler içinde durumunu alır. Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta bu ilkelere göre kurulan bir hükümetin niteliğinin kolaylıkla anlaşılabileceğini belirtmektedir: “Böyle bir hükümet, ulusal egemenlik temeline dayanan halk hükümetidir. Cumhuriyet’tir. Böyle bir hükümetin kuruluşunda ilke, kuvvetler birliği kuramıdır.” Mustafa Kemal Paşa, aynı gün TBMM reisi seçilmiştir. Erzurum mebusu Celalettin Arif Bey Reisi Sani (ikinci başkan), Çelebi Abdülhalim Efendi Birinci Reis Vekili seçilmiştir. Büyük Millet Meclisi, yönetsel gücünü ulusal ve yerel kongre iktidarlarının merkezileşmesi ile oluşan bir devrim meclisi olmasından almaktadır. Yönetim usulüne de yansıyan niteliksel özellikleri itibariyle kuvvetler birliği esasını benimsemiş bir Meclis Hükümeti (Konvansiyon Meclisi)’dir.13 Devrimci durumun, iktidarı öncelikle Meclis’te tek elde toplama ihtiyacı yarattığı ve kuvvetler birliği ilkesinin de bu çerçevede benimsendiğini söylemek doğru olur. Tam bir Konvansiyon 13 Akın, a.g.k., s. 217-222. 132 Meclisi ve hatta Konvansiyon Meclislerinin en uzunu olarak görev yapan Büyük Millet Meclisi,14 karar alıcı olması nedeniyle yasama üstünlüğü ilkesinin benimsendiği; yasama, yürütme ve yargı yetkisini tek elde toplayan bir Meclis olmuştur. Büyük Millet Meclisi’nde kararlar, kabul edilen Kanunlar ve Heyeti Umumiye Kararları aracılığıyla alınmıştır. Bu dönemde, Heyeti Umumiye Kararları, Meclis’in gücünün bir yansıması olarak kanunlar kadar önemli bir rol üstlenmiştir.15 23 Nisan 1920-31 Aralık 1920 tarihleri arasında BMM’de kabul edilen kanun sayısı 81; Heyeti Umumiye kararı sayısı 82’dir. BMM, Osmanlı Meclisi Mebusan içtüzüğünün değiştirilerek uygulanmasına karar vermiştir. MUVAKKAT İCRA ENCÜMENİ [GEÇİCİ YÜRÜTME KURULU] BMM’nin üçüncü gününde Bir Muvakkat İcra Heyeti teşkiline dair takrir verilmiştir. Erzurum mebusu Celaleddin Arif Bey tarafından verilen önerge gereğince iki encümen kurulacaktır: “Bunlardan biri (Layiha Encümeni) Meclisin muamelatını tanzim, Heyeti İcraiyesini teşkil ve heyeti icraiye ile meclisin münasebatını tayin edecektir. Bu onbeş azadan mürekkep olacaktır. Diğer encümen (İcra Encümeni) ise beş-altı zattan müteşekkildir.” Bu konuda verilen ikinci takrir “intihab edilecek icra vekillerinin muvakkat olmasına ve intihabı katinin teşkilatı idariye programının kabulünden sonra yapılmasına dair”dir. Takrir, Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey ve arkadaşları tarafından verilmiştir. Önergenin ardından söz alan Bursa mebusu Muhittin Baha Bey şunları söylemiştir: … Beyefendiler pek ala biliyorsunuz ki bizim Hükümetimiz Osmanlı hükümetidir. Bizim hükümetimizi idare eden makamı celili hilafet ve saltanattır. Binaenaleyh bir hükümet teşkil ediyor değiliz. Bizim heyetimiz heyeti milliyedir, bir araya gelmemiz bir hükümet Tarık Zafer Tunaya, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul, 1975, s. 393. 15 Fatma Eda Çelik, 1921-1922 Çalışması, Açıklamalı Yönetim Zamandizini. 14 133 teşkili için değil, hukuku payimal edilen (ayaklar altına alınan) bir hükümetin resikarında bulunan hükümdarı ve halifesi esir edilen bir hükümetin hukuku mağsubesini müdafaa ve istirdad etmek içindir. Binaenaleyh burada bir hükümet teşkili mevzubahs olamaz, hukuku gasbedilen millet efradı hukukunu müdafaa ve istirdad için yine millet sıfatıyla icrai faaliyet edecektir. Bu itibarla bir hükümet teşkili teklifini bir hükümet-i muvakkateye isim vermek teklifini muvafık bulmuyorum. Heyeti Umumiye 5 numaralı kararıyla (kuvvei icraiye teşkili hakkında karar) yürütme gücünü oluşturmuştur. İcra Encümeni şu üyelerden oluşmaktadır: Cami Bey, Bekir Sami Bey, İsmet Bey (Erkanı Harbiye Reisi olduğu için), Hamdullah Suphi, Hakkı Behiç, Mustafa Kemal Paşa (Reis). İlk Meclis Hükümeti’nin çekirdeği Muvakkat İcra Encümeni’dir. Mustafa Kemal Paşa konunun önemine ilişkin bir konuşma yapmıştır: …müstacalen, basit ve "muvakkat encümen" deyiniz, "heyeti idare" deyiniz, her ne derseniz deyiniz, içinizden birkaç kişi ayrılsın ve bütün vatanın her bir köşesinden vukubulmakta olan müracaatlara verilecek cevaplar tevakkuf halindedir, bunları çıkarsın ve icap edenleri Heyeti Umumiyeye arzetsin, mukarreratı asliye ve esasiyeyi buradan istihsal etsin ve teferruada ait olan şeyleri de yapıversin ve bu suretle makine durmuş olmasın ve sonra Vekiller Heyeti, İcra Heyeti buna verilecek şekil, bendeniz de Celaleddin Arif Beyin fikrindeyim, daha amik bir surette tetkik olunmalı ve oraya intihab olunacak zevat temasla kendileri anlaşabilirler. Celalettin Arif Bey, BMM’nin 1 Mayıs 1920 tarihli oturumunda icra encümeninin ortaya çıkış sürecini şu sözlerle anlatmıştır: “... evvel emirde devleti bir an evvel temşiyet ettirebilmek ve yüzüstü kalan işleri yürütebilmek için Heyeti İcraiye meselesini, birinci mesele olmak üzere kabul eyledik ve onun hakkında da birkaç maddeden ibaret bir kanun layihası tanzim ettik... bu layihayı hazırlarken bu konuya ilişkin verilmiş olan takrirleri de nazarı itibara aldık.” 134 İCRA VEKİLLERİ HEYETİ BMM'nin 3 numaralı kanunu İcra Vekillerinin Sureti İntihabına Dair Kanun 2 Mayıs 1920 tarihinde kabul edilmiştir. Dört maddelik bu kanunla kurulan hükümete İcra Vekilleri Heyeti, başkanına da İcra Vekilleri Heyeti Reisi adı verilmiştir. İlk İcra Vekilleri Heyeti 11 vekaletten (bakanlıktan) oluşmaktaydı: Şeriye ve Evkaf, Sıhhiye ve Muaveneti İçtimaiye, İktisat (Ticaret, Sanayi, Ziraat, Orman ve Maadin), Maarif, Adliye ve Mezahib, Maliye ve Rüsumat-Defteri Hakani, Nafıa, Dahiliye (Emniyeti Umumiye, Posta ve Telgraf), Müdafaai Milliye, Hariciye, Erkanı Harbiyeyi Umumiye. İcra vekilleri, BMM içinden BMM’nin salt çoğunluğu ile seçilecekti. Her vekil, görevli olduğu işlerin yürütülmesinde ilgili encümenin görüşünü alabilecekti. İcra vekilleri arasında çıkacak uyuşmazlıkları BMM çözecekti. İcra Vekilleri Heyeti, Genelkurmay işlerini de yürütecekti. Yasa kabul edildikten sonraki gün icra vekili seçimleri yapılmıştır. Oylamaya 137 mebus katılmıştır. İcra Vekilleri Heyeti Reisliği’ne Mustafa Kemal Paşa seçilmiştir. İlk BMM Hükümeti (İcra Vekilleri Heyeti) 24 Ocak 1921 tarihine kadar görev yapmıştır. İcra Vekilleri Heyeti, Hükümet (Bakanlar Kurulu) niteliğindedir. Reisi, Başbakan statüsündedir. Meclis Başkanı ise devlet başkanı statüsündedir. BMM Reisi ile Hükümet Reisi farklı görev ve işlevlere sahiptir. Mustafa Kemal Paşa, 24 Nisan tarihinde BMM Reisi seçilmiştir; bu görevi 29 Ekim 1923’e kadar devam edecektir. 3 Mayıs tarihinde İcra Vekilleri Reisi seçilmiştir; bu görevi 24 Ocak 1921’de sona erecektir. Bu tarihten sonra BMM Reisliği ile İcra Vekilleri Heyeti Reisliği aynı kişide birleşemeyecektir. Cumhuriyetin ilanına dek BMM’de beş icra vekilleri heyeti görev yapmıştır. BMM, Osmanlı’da 19. yüzyılda ortaya çıkan bakanlık örgütlenmesi için kullanılan “nezaret” sözcüğü yerine “vekalet”i; bakan için kullanılan “nazır” sözcüğü yerine de “vekil”i getirmiştir. Terimlerdeki bu değişikliğin nedeni Hakimiyeti 135 Milliye gazetesinin 9 Kasım 1920 tarihli başyazısında şöyle açıklanmaktadır:16 … Ankara’da teşekkül etmiş olan millet hükümetinin şubeleri tesis edilirken, İstanbul’da ‘nezaret’ tabir edilen makamlara burada ‘vekalet’ denmişti. Bu vekaletin buradaki manası, milletin ve onun temsilcisi olan Millet Meclisi’nin vekaletidir. Fransızca karşılığı ‘senterm’ değil ‘manda’dır. Halbuki İstanbul hep hülya içinde bu vekaletleri, nezaretlerin vekaletleri zannediyor ve galiba en ziyade kendisini aldatan şey de bu oluyor. Halbuki iki mana arasındaki fark, doğu ile batı kadar uzaktır! İcra Vekilleri Heyeti ilk toplantısını Mustafa Kemal Paşa başkanlığında 5 Mayıs’ta yapmıştır.17 Mustafa Kemal Paşa, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesi ile İcra Vekilleri Heyeti arasında devir teslim yapmıştır. Bu ilk toplantıda emperyalizme karşı kimlerle işbirliği yapılacağı tartışılmış; Hariciye Vekili Bekir Sami Bey ile İktisat Vekili Yusuf Kemal Bey’ler Sovyet Rusya ile görüşmelere memur edilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti’nin programı BMM’ye 9 Mayıs’ta sunulmuş ve Rıza Nur Bey tarafından okunmuştur.18 Programda Hükümet'in emperyalistleri Misakı Milli'ye saygılı kılmak, birlik ve asayişi sağlamak, Kuvayı Milliye'yi düzene sokmak, ekonomiyi kuvvetli kılmak için çalışacağı belirtilmektedir: Milletin maruz bulunduğu ahkamı fevkaladeden dolayı nazari, karışık ve uzun süren mesai ve muamelata mahal olmadığı malumu alileridir. Meclisi alileri namına işe başlamış olan Heyeti İcraiyemizin deruhde ettiği mesai vatanın selameti, Hilafet ve saltanatın istiklal ve masuniyeti, milletimizin pür şanıu şeref bir tarihi zafer ve temeddüne istinad eden beka ve mevcudiyeti gayei ulviyesine matuftur. Bu itibarla deruhde ettiğimiz vazifeyi, bu gayemizin istihsaline kadar milletin vahdet ve tesanüdüne güvenerek atıldığımız bir cidal diye kabul ediyoruz. “İstanbul Zihniyeti”, Hakimiyeti Milliye, 9 Kasım 1920. Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, İstanbul, 1967, s. 140. 18 TBMM ZC, Cilt I, s. 241-245. 16 17 136 Mustafa Kemal Paşa, düşman ilerlemesi karşısında ne gibi tedbirler alındığını soran önerge üzerine 3 Temmuz 1920 günü BMM’nin gizli oturumunda bir konuşma yapmıştır. Batı’da 15003500 kişinin 100 kilometrelik cepheyi savunamadığını, gerilla savaşı verildiğini söylemiştir. Bolşevik olmayacaklarını, ancak Bolşeviklerle birlik olunacağını anlatan Mustafa Kemal Paşa, silah ve cephane olmadığı için genel seferberlik ilan edemediklerini, Türkiye’de milletlerin kendi kaderlerini tayin sorunu olmadığını, çünkü Türk, Kürt, Laz, Çerkez gibi İslam milletlerinin gönüllü bir birlik içinde bulunduğunu söylemiştir.19 HALKÇILIK PROGRAMI: MESLEKİ TEMSİL – ADEMİ MERKEZİYET – GENEL MÜFETTİŞLİK Mustafa Kemal Paşa, 13 Eylül’de BMM’ye Heyeti Vekile’nin siyasi, toplumsal, idari, askeri konulardaki görüşlerini özetleyen ve idare teşkilatı hakkındaki kararlarını içeren bir program -Halkçılık Programı- sunmuştur.20 Program, Hükümet’in Beyannamesi olarak Meclis’in 18 Eylül 1920 tarihli toplantısında okunmuş; bu esas çerçevesinde gereken kanun tasarılarının da hazırlanmakta olduğu belirtilmiştir. Maliye Vekili Ferit Bey, BMM’ye sunulan metnin “hükümetin izleyeceği esasları gösteren siyasi program” niteliğinde olduğunu belirtmiştir: Efendim şimdiye kadar azayi kiram tarafından teşkilat hakkında bilhassa ahalinin hukukunu tevsi etmek suretiyle, bazı teşkilat lüzumu hakkında efkar dermeyan edilmiş ve hükümetin bu hususta ne gibi fikirlerde bulunduğu sual edilmiştir. Hükümet programını Heyeti Aliyenize yalnız muhtıra olmak üzere arz ediyor. Riyaseti Celile’den yazılmış tezkerede bildirildiği veçhile hükümet buna ait mütealatı muhtasırca beyan ediyor. Tabi, bu kanun değildir. Bu kadar muhtasar bir kanun olamaz. Çünkü içinde teşkilata ait hukuku esasiyeye müteallik kısımlar vardır. İdarei umumiyeyi vilayata, idarei hususiyeyi vilayata, nevahiye ait kısımlar vardır ki, bunların 19 TBMM ZC, Gizli Oturum, Cilt I, s. 52. TBMM ZC, Cilt IV; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler; Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Açıklamalı Kronoloji, TBMM’den Sakarya Savaşı’na, (23 Nisan 1920 – 22 Ağustos 1921), TTK Yayını, Ankara, 1995. 20 137 her birisi başlı başına mutavvel bir kanun olmak lazım gelir. Bunların her birisi hakkında lazım gelen kanunları da her daire vekili bilhassa hazırlamaktadır. Heyeti Aliyenize gayet yakın bir zamanda takdim edilecektir. Bu, hükümetin bu gibi hususatta ne gibi esasat takip ettiğini göstermek üzere bir programdan ibarettir… Hükümetin siyasi programı mahiyetindedir. Programın Bolşevizm cereyanının eseri olduğunu iddia eden Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, halkın ruhunu inceleme bakımından eksik bulduğu Hükümet’in din konusuna önem vermesini ve dine ilişkin kimi eklemeler yapmasını istemiştir. Maliye Vekili Ferit Bey “bu, Bolşevik programı değildir” sözleriyle Ali Şükrü Bey’e itiraz etmiş; Burdur mebusu İsmail Suphi Bey “Din kanunu ilahidir; din hakkında kanun yapılmaz” demiştir. Ali Şükrü Bey, Hükümet’in bu programı hangi gerekçeyle hazırladığını şöyle açıklamaktadır: … Bugün düşüncemiz ve yegane vazifemiz memleketi kurtarmaktır ve bunun için cephede lazım gelen müdafaatı yapacak ve memleketi kurtaracak bir ordumuz vardır. Fakat askerimiz firar ediyor. Açık görüşelim, memleketin muhtelif mahallerinde isyanlar çıkıyor. Daha açık söylüyorum. Memleketin birçok yerlerinde halk bize karşı pek de lazım geldiği kadar merbut bulunmuyor. Binaenaleyh Hükümet’in programı bu gibi esasatı düşünüyor ve bunu ortaya atıyor. Fakat bu program halkın ruhunu tetkik noktai nazarından noksandır. Program, “maksat ve meslek” – “mevaddı esasiye” – “idare” başlıklarını taşıyan üç bölüm ve otuz bir maddeden oluşmaktadır. İlk Teşkilatı Esasiye Kanunu bu programdan çıkmıştır. 18 Eylül tarihli oturumda her encümenden seçilen üçer üyeyle özel bir komisyon (encümeni mahsus) oluşturulmuş ve program ilgili komisyona sevk edilmiştir. Komisyon, programın “esasiye ve idare” başlıklı bölümlerini Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası adıyla BMM’ye sunmuş ve tasarının görüşmelerine 18 Kasım’da başlanmıştır. Encümeni Mahsus Mazbata Muharriri İsmail Suphi Bey (Soysallı) uzun bir konuşma yapmış; ardından encümen mazbatası okunmuştur. “Ben diyemem ki biz hiçbir taraftan mülhem olmadık; belki Şark’ta, Rusya’da patlayan 138 inkılabın bizim üzerimizde tesiri olmuştur” diyen İsmail Suphi Bey’in konuşmasından bir bölüm şöyledir:21 … bu an memleketimiz tarihinde, tarihi idari ve siyasimizde hiç şüphesiz fevkalade bir andır… Biliyorsunuz ki bu memleketin öteden beri bir hastalığı vardır. Bu hastalık sui idare hastalığıdır. Bizde sui idare hastalığı muhtelif eşkal tahtında görünmüştür. Biliyorsunuz ki sui idareye çaresaz olmak ve bünyei devlete arız olan vehin ve inhitatı izale etmek için tanzimatı hayriyeye kanunu ve Gülhane hattı humayunu neşredilmiştir. Bugün aradan yarım asır geçtikten sonra biz bunu memleketin sui idare hastalığına çaresaz olacak bir deva mahiyetinde göremiyoruz. Yani o zaman da teşhiste hata edilmiş, derdin ilacı çareleri bulunmamıştır. Tanzimatı takip eden devri Hamidi dahi bidayette Tanzimatın eserini takiben, tanzimatın memlekete verdiği atalet kaidesi mucibince idarenin hareketini takip edememiş, memleketi Avrupalılaştırmak esasına doğru götürmek istemiştir. Fakat biliyorsunuz ki hükümdarın amali şahsiyesi, memlekette 93’te ilan edilen Meşrutiyet ve kanunu esasiyi akim bırakarak, memleketin sui idare hastalığını esaslı surette tedavi edememiştir. Gerek Tanzimat devri olsun gerek devri Hamidi olsun bize yalnız Avrupa’yı getirmek istemiştir. Fakat nasıl Avrupayı getirmiştir? Eşkali zahirisini taklit ile… Binaenaleyh memleketin bünyei esasisini tetkik ile hastalığa hakikaten ilaç vermemiştir… bu memlekette hakiki idare, halkın ihtiyacatına muvafık idare vazedilmemiştir. Binaenaleyh meşrutiyet istihsal edilmiştir. Fakat meşrutiyetin istihsali dahi biliyorsunuz ki sui idare hastalığına çaresaz olamamıştır… Hakimiyet bila kaydü şart milletindir maddesini bu kürsü üzerinde okumaktan fevkalede iftihar duyuyorum ve diyebilirim ki hayatımın en kıymetli anı bu andır. Çünkü bu maddeye muadil zavallı millet bu kadar kan akıttığı halde daha böyle bir satır yazı hiçbir yerde görmemiştir. Encümen, “Meclis bir fırka değildir; mecliste fikir akımları vardır” gerekçesiyle BMM adına bir program yapmanın doğru olmayacağı kanısına varmıştır. Bu nedenle Hükümet’in program adıyla sunduğu metni, Encümen BMM’ye kanun şeklinde götürmüştür. Programın “maksat ve meslek” başlıklı ilk bölümünün, BMM’nin mukaddes gayelerini gösterdiği için, bir beyanname şeklinde yayınlanması uygun görülmüştür. Dört maddeden oluşan ilk bölüm, “Büyük Millet Meclisi'nin Beyannamesi” adıyla Heyeti Umumiye’de oylanmış ve yayımlanmasına karar verilmiştir. “Esasi ve idari” başlıklı ikinci 21 TBMM ZC, Cilt V, 18 Kasım 1920, s. 363-368. 139 bölüm, Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası’dır. Bu bölümde hükümetçe teklif edilen maddelerde kimi değişiklikler yapılmıştır. Bunlardan ilki seçimlerde “mesleki temsil” usulünün getirilmiş olmasıdır. Hem BMM hem vilayet meclisi seçimlerinde mesleki temsil usulü kabul edilmiştir. İkincisi Encümen, BMM Reisliği ile İcra Vekilleri Reisliğini aynı kişide birleştiren maddeyi değiştirmiştir. Altı aylık uygulamanın çeşitli sorunlar ortaya çıkardığı belirtilmiş; Heyeti Vekile’nin Millet Meclisi karşısındaki sorumluluklarını daha iyi belirleyebilmek amacıyla BMM Reisliği ile İcra Vekilleri Reisliği’nin ayrılmasına karar verilmiştir. Aynı gün BMM, Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun (Halkçılık Programı) “maksat ve meslek” başlıklı ilk bölümünü bir bildiri olarak yayımlamıştır: "Meclisin görevi, Türk halkının ulusal sınırlar içinde hayat ve geleceğini sağlamak, halkı emperyalizmin ve kapitalizmin zulmünden kurtarmaktır. Halkın sefalet sebepleri, yeni araçlarla kaldırılacaktır; toprak, eğitim, adalet, maliye, iktisat, evkaf ve diğer alanlarda halkın ihtiyacına göre yenilikler yapılacaktır.” 140 Büyük Millet Meclisi’nin Beyannamesi22 Emperyalist Devletlerin, Devlet ve milletimizin hayatına açıkça kastetmeleri neticesinde müdafaai meşrua için toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, şimdiye kadar muhtelif vesilelerle sarahaten veya zımnen ilan ettiği maksat ve meslekini bir kere daha bütün cihana arz için şu beyannameyi neşr eylemeye lüzum görmüştür. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milli hudutları dahilinde hayat ve istiklalini temin ve hilafet ve saltanat makamını tahlis ahdiyle teşekkül etmiştir. Binaenaleyh hayat ve istiklalini, yegane ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizm ve kapitalizm tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetinin sahibi kılmakla gayesine vasıl olacağı kanaatindedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve istiklaline suikast eden emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzatına karşı müdafaa ve bu maksada münafii hareket edenleri tedip azmiyle müesses bir orduya sahiptir. Emir ve kumanda salahiyeti Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyeti maneviyesindedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, halkın ötedenberi maruz bulunduğu sefalet sebeplerini yeni vesait ve teşkilat ile kaldırarak yerine refah ve saadet ikame etmeyi başlıca hedefi addeder. Binaenaleyh toprak, maarif, adliye, maliye, iktisat ve evkaf işlerinde ve diğer mesailde, içtimai uhuvvet ve teavünü hakim kılarak, halkın ihtiyacatına göre teceddüdat ve tesisatı vücuda getirmeye çalışacaktır. Bunun için de siyasi ve içtimai umdelerini milletin ruhundan almak ve tatbikatta milletin temayülat ve anahatını gözetmek fikrindedir. Binaenaleyh Türkiye Büyük Millet Meclisi, memleketin idari, iktisadi, içtimai umum ihtiyacatına müteallik ahkamı peyderpey tetkik ve kanun şeklinde tatbik mevkine vaz eylemeye başlamıştır. Veminalahüttevfik. Mete Tunçay, bu programın kaynağını, Sovyet rüzgârlarının etkisiyle gittikçe güçlenen Halk Zümresi’nin (Zümre, 1920 yaz sonlarında örgütlenmiştir) siyasi programından aldığını ileri sürmektedir.23 Nitekim 3 Eylül 1920’de hazırlanan Halk Zümresi Siyasi Programı, 8 Eylül 1920’de “Anadolu’da Yeni Gün” gazetesinde yayımlanmıştır. Mustafa Kemal Paşa’nın, Halkçılık Programı’nı ilan etmesinin nedeni, Halk Zümresi’nin bazı ilkelerini hükümet programı haline getirerek bu grubu zayıflatmak ve zümrenin üyelerini kendi yanına çekmek isteğine dayandırılmaktadır. Halk Zümresi’nin Beyannamesi, Karahisarı Şarki mebusu Mesut Bey’in 18 Eylül görüşmelerinde verdiği takrirde de dile getirilmiştir. Program, muhafazakâr çevrelerde tepkiyle karşılanacak, cumhuriyetin kabulü gibi yorumlanarak TBMM ZC, Cilt V, 18 Kasım 1920, s. 369-372. (Beyanname, 21 Ekim 1920 tarihlidir). 23 Mete Tunçay, Türkiye’de Sol Akımlar –I (1908-1925), Bilgi Yayınevi, İstanbul 1978, s. 90; TBMM ZC, Cilt V, 18 Eylül 1920, s. 184. 22 141 Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez Heyeti’nin kendisini dağıtarak “Muhafazai Mukaddesat” adında bir dernek kurulmasına sebep olacaktır. MESLEKİ TEMSİL Halkçılık Programı’nın seçim usulü, encümeni mahsusta “mesleki temsil” olarak değiştirilmiştir. Mevcut seçim sistemi iki dereceliydi. Bunun yetersizliğini görenler tek dereceli, yani doğrudan doğruya ve genel oy seçimleri istiyorlardı. Hükümet programında genel oy-nispi temsil sistemi kabul edilmişti. Encümen, seçim usulüne ilişkin iki maddeyi şu şekilde değiştirmiştir: “Mad-4: Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca meslekler erbabı temsil edilmek üzere doğrudan doğruya müntehap azadan mürekkeptir. Mad-13: Vilayet meclisleri meslekler temsil edilmek üzere vilayetler halkınca müntehap azadan mürekkeptir. Encümen mazbatasında mesleki temsil usulüne nasıl karar verildiği şöyle açıklanmaktadır: Şimdiye kadar bu memlekette teşekkül eden meclisler, daima güzideler sınıfından teşkil etmiş meclislerdir. Halktan kimse gelemiyordu. Binaenaleyh bidayeti emirde encümen temsili meslekiyi intihabatta esas olarak kabul etmeye karar vermiştir. Hükümet bize gönderdiği programda da temsili nispiyi kabul ediyordu. Encümen düşündü: Ne şekil intihap kabul edelim? Alelade doğrudan doğruya bir dereceli intihap mı yapalım, yoksa temsili meslekiyi mi kabul edelim? Biliyorsunuz efendiler, bir dereceli intihapta, akalliyetin ekseriyete tahakkümü ihtimali pek çoktur. Çünkü nihayet ekseriyetle intihap edileceğine göre bir liva halkının adedi nüfusuna nazaran, cüzi bir ekseriyetle o vilayet namına bir mebus gelmesi ve burada vekil olarak bulunması ihtimali pek varittir. Halbuki bu doğru bir şey değildir. En doğru olanı; halkı, hayatı ameliyede olduğu gibi, mümkün olduğu kadar hayatı umumiyeye muvafık surette Meclis’e nakletmektir. O halde hayatı ameliyede de halka bakıyoruz, nelerle meşguldür? Mesleki temsil usulü, 24 Ekim tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesinin başyazısında ele alınmıştır. Gazete bu usulün esasını, “memleket işlerinde hakiki, milli ve bilhassa salim bir tarzda 142 emek düsturunu hakim kılmaktan ibaret olan sosyalizm, yani komünizm” olarak açıklamaktadır: Büyük Millet Meclisi'nde geçende hükümet tarafından verilmiş olan icraat programını inceleyen encümeni mahsus, geçen hafta zarfında Türkiya'nın geleceği bakımından pek büyük bir ehemmiyet taşıyan bir karar aldı. Hükümeti halka vermek isteyen ve bu hususta hükümetle müttefik bulunan encümen, bunun selametle tatbikini ancak bir şart ile, seçimlerin azami bir selamet ve sıhhatle salim ve doğru olabileceği hakkında, bir zamandan beri müdafaa edilmekte olan görüşe iştirak etmiş, yani seçimlerde mesleki temsil esasını koymuştur... Bugün mevcut olan seçimler iki dereceli idi. Bunun eskiliğini, geriliğini, yetersizliğini görenler bir dereceli, yani doğrudan doğruya ve genel oy seçimleri istiyorlardı. Fakat bizde ne seçimlerin azami surette salim olmasını temin eden kanunlar ve nizamlar, ne toplumsal şartlar ne de mesleki teşkilat mevcut olduğu için bu usulün faydasızlığı anlaşılmakta gecikilmedi ve mesleki temsil fikri bundan doğdu… Mesleki temsil demek, başlı başına yeryüzünde mevcut olan hükümet ve idare tarzlarından ayrı, yeni bir usul tesisi demek değildir. Bilakis bu, gayesi Türkiye’de mesleki teşkilatı süratle vücuda getirmekten ibaret ve belki de geçici bir tedbirdir. Esası, memleket işlerinde hakiki, milli ve bilhassa salim bir tarzda “emek” düsturunu hakim kılmaktan ibaret olan sosyalizm, yani komünizmdir. Mesleki temsilin taraftarı olanlar, bunu ortaya atarak aylardan beri müdafaa etmiş bulunanlar, meseleyi şu suretle koyuyorlar. Memlekette her şeyden evvel emeği hakim kılmak, zararlı mücadeleleri ve bilhassa bürokrasi tahakkümünden ibaret olan hükümet kuvvetini ortadan kaldırarak, bütün kudret ve salahiyeti halkın çalışan kısmına vermek lazımdır. Ancak emek erbabı, yeni tabiriyle emekçiler, bugün tamamen şekillenmemiş bir halde bulundukları ve kendilerine verilen bu hukuk ve salahiyetleri, bilhassa Bolşeviklere alışık olmamaları ve genel hizmetler meselelerinde cahil bulunmaları hasebiyle iyi kullanamayacakları için, bunların, işleri muntazam bir surette ele almalarını temin etmek üzere, seçimlerin esasını, emek meslekleri arasındaki teşkilata ve bu meslekler arasında tabi olarak mevcut olan dayanışmanın fiili bir etkeni olacak tarzda tesir icra edecek hale getirilmesine dayandırmak lazımdır. Böyle hareket edildiği takdirde sosyalizm kaderinin bütün esaslarının, memlekette kolaylıkla ve verimli bir surette tatbiki mümkün olacaktır. Aksi takdirde halk seçim işlerinin karışıklıklarına vakıf olmadığı için, genel oy usulü hiçbir şeyi temin etmedikten başka, belki de yeni bir unsur kararsız kalmış ve karışmış olabilecektir. 143 Mesleki temsil usulü Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun yasalaşma sürecinde metinden çıkarılmış ve yasanın son halinde yer almamıştır. ADEMİ MERKEZİYETÇİ İDARE Henüz BMM açılmadan önce, 21 Şubat 1920 tarihli Hakimiyeti Milliye gazetesinde “Asrın Prensipleri” başlıklı yazıda ulusal birliğin ademi merkeziyetçi idare sistemiyle sağlanacağı vurgulanmaktaydı: … Bizim de milli vaziyetimiz sınırımızla belirlenmiş bir milliyettir. Mütareke sınırı, kabul ettiğimiz milliyet prensiplerinin çizdiği sınırdır. Bunun dahilinde yaşayan insanları, ırkları ve kavimleri ne olursa olsun millettaşımız sayıyoruz. Aynı zamanda Osmanlı memleketlerinin her tarafı için faydalı gördüğümüz ademi merkeziyetçi idareyi destekleyerek, her kavmin kendi muhitinde gelişme imkanını da temin etmiş oluyoruz. Asrımız prensipleri olarak bizim anladığımız milliyet esası budur. Biz hiçbir milleti ırkımız içinde boğmak istemediğimiz gibi, ırktaşımız menfaatına ayrı bir ırka mensup vatandaşlarımızı da rencide etmeyi kabul edemeyiz. Şimdiye kadar haricin telkinleri eseri olarak bize hıyanet etmiş olan Hıristiyan vatandaşlarımızdan bir kısmını da aynı prensiplerimiz himaye edebilir. Fakat onlardan da aynı iyi niyeti ve milli prensiplerde aynı ölçülülüğü ve hakşinaslığı görmek hakkımızdır. Bu tarihte, henüz Osmanlı devleti devam ettiğinden, Teşkilatı Esasiye Kanunu değiştirilmesi zorunlu temel hükümleri öngörmekle yetinmiştir.24 Merkeziyetçilik ilkesinin sınırlı, ademi merkeziyetçilik ilkesinin asli ve genel olduğu 23 maddelik Anayasa metninin 14 maddesi doğrudan illerin yönetimini düzenlemektedir. Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası’nda “küçük bölgeli il sistemi” esas alınmış, Osmanlı döneminden kalan “eyalet Osmanlı’dan Cumhuriyet’e taşra yönetiminin dönüşümü şu kaynakta incelenmektedir: Nizam Önen, Cenk Reyhan, Mülkten Ülkeye: Türkiye’de Taşra İdaresinin Dönüşümü (1839-1929), İletişim, İstanbul, 2011. 24 144 kademesi” kaldırılmıştır.25 Böylece dört kademeden oluşan yönetsel bölünüş, üç kademeye indirilmiştir. Bu süreçte, bir üst kademede vilayete bağlı olan (mülhak) livaların, bağlı oldukları vilayetle ilişkileri kesilmiş ve bunlar doğrudan merkeze bağlanarak (müstakil liva) il statüsünde örgütlenmişlerdir. Aynı dönemde bazı kazaların da müstakil liva/il yapılmasıyla birlikte sistem, büyük bölge esasından -15 vilayetli sistemden küçük bölge esasına dayanan - 74 vilayetli yeni bir yapıya kavuşturulmuştur. Vilayet sözcük olarak korunmuş, ama eyalet anlamına gelen içeriği ortadan kalkmış ve yeni sistemde liva/sancak büyüklüğündeki yerleşmelere verilen ad olmuştur. Vilayetlerin sayısı artarken, sınırları küçülmüştür. Bu, mekansal ölçek ve kademelenme bakımından Fransa modelinin kavramlarıyla province sisteminin terki ve departement sisteminin kurulmasıdır. Bir başka deyişle eyalet (bölge) esası terk edilerek, il esası benimsenmiştir. Bununla birlikte tasarı, illerin üzerinde ‘umumi müfettişlik’ adıyla yeni bir örgütlenme getirmiştir. Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası, illere yerel işler bakımından tüzel kişilik ve özerklik vermekte, merkezi yönetimin devletin egemenlik haklarından kaynaklanan bazı temel yetkileri dışında kalan bütün alanları il meclislerinin yönetimine bırakmaktadır.26 BMM’nin vekili ve temsilcisi olarak tanımlanan valiler, il meclislerinden ayrı tutulmuştur. “Vali yalnızca devletin genel görevleri ile yerel görevler arasında çatışma meydana gelmesi durumunda müdahale eder” denilmekle birlikte, bu müdahalenin kapsamına ilişkin bir açıklama da getirilmemiştir. BMM Hükümeti tarafından atanacak olan vali ilde yalnızca genel devlet işlerinden sorumludur; vakıflar, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım gibi alanların yönetimi vilayet meclislerine bırakılmıştır. 1913 tarihli İl Özel İdaresi Kanunu’nda vilayetlerde icra yetkisi valiye bırakılmışken, 1921 Bu değişikliğe ilişkin detaylı bilgiye şu kaynaktan erişilebilir: Nuray Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009, s. 272-317. 26 Şeref Gözübüyük, Suna Kili, Türk Anayasa Metinleri (1839-1980), Ankara Üniversitesi, SBF Yayını, Ankara, 1982, s. 94-96. 25 145 Anayasası’nda valilerin bu görevi ellerinden alınmış olmaktadır. Anayasa iller için “görevler ayrılığı” ilkesinden söz etmemekle birlikte, merkezi yönetim ile il yönetimi arasında görev ayırımı yapmıştır: 1921 Anayasası, 11. md: “Vilayet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir. Harici ve dahili siyaset, şer’i, adli ve askeri umur, beynelmilel iktisadi münasebat ve hükümetin umumi tekalifi ile menafii birden ziyade vilayata şamil hususat müstesna olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce vaz edilecek kavanin mucibince Evkaf, Medaris, Maarif, Sıhhiye, İktisat, Ziraat, Nafıa ve Muaveneti İçtimaiye işlerinin tanzim ve idaresi vilayet şuralarının salahiyeti dahilindedir.” İl halkınca iki yıllık süre için seçilen vilayet meclislerinin kendi üyeleri arasından bir başkan ve bir idare heyeti seçmesi öngörülmüştür. Vilayet meclislerinin kararlarını yürütme yetkisi bu heyete aittir. Tasarının il dışında anayasal güvence altına aldığı ikinci yerel yönetim birimi nahiye (bucak) tüzelkişiliğidir. Nahiye müdürleri, nahiye meclisleri tarafından seçilmektedir. Her iki hüküme de 1924 Anayasası’nda yer verilmeyecektir. Küçük bölgeli il esasında örgütlenmeyle; 1) Toprak üzerindeki örgütlenme sıkılaştırılmış; eyalet ölçekli yönetim kademesini kontrol edebilen ‘en büyük’ egemenlerin iktisadi gücü kırılmıştır, 2) Etnik ve dinsel azınlıkların iktisadi gücü, toprak ve ticari çıkarlar lehine denetim altına alınmış; yerel hareketler bastırılmıştır, 3) Tüzel kişilik, özel bütçe ve il yerel meclisleri üzerinden yönetsel kararlar alabilme ve uygulayabilme yetkisi elde eden yerel egemenlerin desteği sağlanmış; yerel iktidar odakları ile meclis hükümeti arasındaki ağlar pekiştirilmiştir. Bir başka deyişle, BMM yönetimi toprak üzerindeki kuruluşunu yerele güç vererek gerçekleştirmiş, vilayet şuraları üzerinden iktidar yeni aktörlere devredilmiştir. Örneğin Bitlis vilayetine bağlı Genç (Bingöl) livası, burada yaşayan 12 aşiretin bağlılığını sağlamak amacıyla müstakil liva yapılmıştır. Genç livasının kaldırılarak, kaza yapılmasına ilişkin 1921 tarihli 146 tasarı, “halkı [aşiretleri] hükümetten soğutur” endişesiyle reddedilecektir.27 Yerel yönetim, asayiş ve devletin genel idaresine ilişkin kimi konularda yetkili kılınan ilçelerde tüzel kişiliği olmayan ilçe meclisleri kurulmasına karar verilmiştir. Seçimle oluşturulacak bu meclislere, ilin köylerle ilgili işlerini kolaylaştırmak üzere köy bütçelerini incelemek, köylere rehberlik etmek, köyler arasındaki yolları yapmak, bataklıkları kurutmak için köyler arasında aracı olmak gibi görevler verilmiştir. İlçenin yönetimi BMM hükümeti tarafından atanan ve valinin emri altında görev yapan kaymakama bırakılmıştır. İl dışında anayasal güvence altına alınmış ikinci yerel yönetim birimi bucak tüzelkişiliğidir. Bucağın bir meclisi, bir idare heyeti ve bir de müdürü bulunmaktadır. Bucak meclisi, bucak halkınca doğrudan doğruya seçilen üyelerden oluşmakta, idare heyeti ile müdür ise bucak meclisi içinden seçilmektedir. Teşkilatı Esasiye Kanunu tasarısının görüşülmesi sırasında, bucak müdürünün, hiç değilse il idare kurulunun belirleyeceği ya da vali veya kaymakamın göstereceği adaylar arasından seçilmesi önerildiğinde, komisyon sözcüsü “vali, kaymakam namzed göstersin demek, halk işini başkalarının vesayetiyle, delaletiyle görsün demektir. Efendiler, şimdiye kadar memleketi delaletle, vesayetle güya idare ettiniz. Bundan sonra da halka bırakınız… Eğer bu memleket kendi köylerini kendi de idare edemeyecek vaziyette ise sizin de burada toplanmaya salahiyetiniz yoktur” diyerek karşı çıkmıştır.28 Bucak meclisi ile idare heyeti iktisadi, mali ve adli yetkilere sahip kılınmıştır. Tasarının 20 Kasım’daki görüşmelerinde Dr. Abidin Bey şunları söylemiştir: “Emekçilere yurdu yönetme hakkı vermezsek, tarih bizi telin edecektir. Millet bu hakkı tüfekle mi, TBMM ZC, Devre 1, Cilt 10, İ.6, 28.4.1337/1921, s. 127-129; Nuray Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009, s. 272-317. 28 Yıldızhan Yayla, Anayasalarımızda Yönetim İlkeleri: Tevsi-i Mezuniyet ve Tefriki Vezaif, İÜ SBF Yayını, İstanbul, 1982, s. 127. 1913 tarihli geçici kanunda nahiye idaresine ilişkin bir hüküm yer almamaktadır. 27 147 zorla mı, ne ile olursa alır.” 29 Kasım tarihli görüşmelerinde Antalya mebusu Halil İbrahim Bey, yasanın amacını “halkçılığın ciheti tatbikiyesine geçmek ve umuru idareyi halkın eline vermek” olduğunu belirtmekte, ancak halkın böyle bir ihtiyacının bulunmadığını düşünmektedir. Halil İbrahim Bey’in sözleri, ademi merkeziyetçi idare arayışının Bolşevizm rüzgarını kesme amacıyla şekillendiğini düşündürmektedir: Şüphesiz milletin istiklal ve hakimiyetini temin için teşekkül eden bu Meclis bundan başka bir şey düşünemezdi. Binaenaleyh şu fikrin mecliste müzakeresinden fikren mütelezziz ve milletin namına da müteşekkirim. Zaten komünistlikten gelen ve sel halini alan şu cereyanın önüne durmaktan ise, etrafa setler yaparak müsmir (faydalı) bir hale getirmek bittabi daha evladır. Gerçi hepimiz isteriz ki bu umuru idare halkın eline verilsin ve bendeniz de buna iştirak taraftarıyım. Çünkü kendim de demokrat bir aileye mensubum. Mamafih bu fikrin lehinde olmakla beraber şüphesiz bazı fikrime dokunan noktaları izah etmek isterim… Millet halkçılıktan ziyade hakkını istiyor… Halkın bir müracaatı olduğu zaman işi görülmelidir… Her kime ve her ne olursa olsun bir ihtiyaç hissetmeden verilecek olursa heder olur. Mesela saat ihtiyacını hissetmeyen bir kimseye altından ve en birinci bir saat verirsek emin olunuz ya kıracaktır ya da kaybedecektir. Çünkü o ihtiyacı hissetmemiştir. Dönemin ademi merkeziyetçi idare anlayışı, “halka doğru gitmek”, “yurdu yönetme hakkını emekçilere vermek”, “her kavme kendi muhitinde gelişme imkanı vermek”, “hükümetlerin halkın eline geçmesi”, “idareyi halka teslim etmek” gibi farklı tanımlarla karşımıza çıkmaktadır. Meclis görüşmelerinde Soysallıoğlu İsmail Suphi Bey bu düzenlemeyi “halkın idaresini mahalline bırakmak” şeklinde değerlendirmiş ve “kötü memurların elinde perişan olmaktansa, halkın kendi kendisini yönetmesinin daha iyi olacağını” ileri sürmüştür. Anayasa’nın ademi merkeziyetçi yönetim anlayışı iki açıdan dikkat çekicidir: Birincisi bu düzenleme “feodal, imparatorlukçu ve hilafetçi yerel egemenler dünyasına getirilmiştir.”29 Nitekim Birinci Büyük Millet Meclisi’nin 129’u toprak sahibi-tüccar, 53’ü din adamı, 5’i aşiret reisi olan 187 üyesi yerel toplumsal güç yapısı hakkında Birgül A. Güler, Yerel Yönetimler: Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, TODAİE, Ankara, 1998, s. 155. 29 148 bilgi vermektedir. Samet Ağaoğlu’nun BMM’nin yapısına ilişkin betimlemesi dikkat çekicidir: “Üçyüz altmıştan fazla üyesi bulunan Meclise hakim kuvvetli din ve taassup rüzgarı altında, müftü ve müderris, aşağı yukarı altmış sarıklının teşkil ettiği heybetli manzara Meclisin küçük salonunu adeta bir medrese haline sokarken, orduları başında hem asker hem mebus generaller, aşiret reisi, milli çeteler kumandanları, bir zamanlar yolları haraca kesmiş şöhretli ağalar, efeler, bir başka köşeyi doldururken, polis komiserleri, telgraf memurları, zabıt katipleri gibi milli bir felaket gününde yalnız cesaretine güvenerek Büyük Meclise seçilmeyi kabul etmiş insanlar, kuvvetli başlar etrafında her an kavgaya hazır gruplar teşkil ederken…herkesi sürüklemeye muktedir adamların meydana getirdikleri karışık ve değişik cereyanlar meclisi durmadan galeyan ve heyecan içinde tutarken..”30 İkinci olarak Nisan 1920 – Mayıs 1921 tarihleri arasındaki zaman diliminde BMM’nin doğrudan Bolşevizm rüzgarlarından etkilendiği bilinmektedir.31 Nitekim bu dönemde Mustafa Kemal, sosyalizm akımının meclis içindeki uzantısı Halk Zümresi’nin etkisini kırmak için BMM gündemine halkçılık programını getirmiştir.32 Ademi merkeziyetçi bir anayasanın kabul edilmesi, Birinci Meclis içindeki güç dengesinin etkisinde gerçekleşmiştir. Teşkilatı Esasiye Kanunu Tasarısı BMM’de görüşülmeye devam ederken, 15 Kasım’da Hozat’ta bazı Kürt aşiretleri bir toplantı yaparak Ankara’dan özerklik talep etmişlerdir. Ekim ayının ilk günlerinde Koçgiri aşiretinden Alişir’in Kemah köylerini basmasıyla baş gösteren isyan devam etmektedir. Özellikle 1921 yılının Mart ayı başından itibaren bölgede isyan ve bastırma hareketleri yoğunlaşacaktır. Merkez Ordusu’nun kumandanlığına getirilen Nurettin Paşa, isyanı bastırmadaki sertliği ve isyan bölgesindeki köyleri harabeye çevirmesi Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, (Üçüncü Bası), Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1964, s. 106-107; 210. 31 Akın, a.g.k., s. 53-59. 32 TBMM ZC, Cilt 3, İ. 67, 18.9.1336/1920, s. 179-181; Bülent Tanör, Kurtuluş (1918-1923), Yenigün Haber Ajansı, İstanbul 1997, s. 10; Erdoğan Teziç, Siyasal Partiler, Partilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye’de Partiler, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1976, s. 226-228; Akın, a.g.k., s. 54. 30 149 nedeniyle sert eleştirilere uğrayacak, TBMM’de seçilen bir kurul bölgede inceleme yapacak, isyan Haziran 1921’de bastırılmakla birlikte Nurettin Paşa da görevden alınacaktır. Yerel egemenleri ve yerel hareketleri denetim altına alabilmek için, 1921 Anayasası’nda bir gözetim mekanizması öngörülmüş ve umumi müfettişlik sistemi getirilmiştir. Anayasa’ya göre umumi müfettişlikler, illerin “iktisadi ve toplumsal ilişkileri itibariyle” birleştirilmesiyle oluşturulacaktır.33 Amaç güvenliğin sağlanması, aynı bölge içinde yer alan illerin ortak işlerine uyum getirilmesi ve genel idare ile yerel yönetimlerin faaliyetlerinin sürekli denetlenmesidir. Umumi müfettişlere verilen denetim yetkisinin niteliği ve sınırları ise Anayasa metninde ayrıca tanımlanmamıştır. UMUMİ MÜFETTİŞLİK SİSTEMİ 1921 tarihli Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun BMM’deki yasalaşma süreci, umumi müfettişlik kurumunun taşra örgütlenmesini tamamlayan bir ‘merkezileşme mekanizması’ ya da bir başka deyişle ‘genel gözetim kurumu’ olarak düşünüldüğünü göstermektedir. Anayasa görüşmelerinde, komisyon sözcüsü (Karesi mebusu) Vehbi Bey, ülkede umumi müfettişlikler kurulmasının amacını, “merkezi yönetim ve yerel yönetimin birbirine temas etmemesi dolayısıyla ortaya çıkan boşluğu doldurmak” isteğiyle açıklamıştır. Umumi müfettişliklerin idari bir kademe oluşturmadıklarını belirten Vehbi Bey, bu mekanizmanın kendilerine verilen geniş yetkilere karşılık, “şiddetli bir teftişe tabi tutulmaları gereken” yerel meclisler için getirildiğini söylemiştir. Vehbi Bey’e göre umumi müfettişler, yalnızca teftişle değil, memleketin birliğini korumakla görevlendirilmiştir:34 TBMM ZC, Devre 1, Cilt 7, İ.1, 20.1.1337/1921. Vehbi Bey, 10 Mayıs 1921 tarihinde kurulan Müdafaai Hukuk Birinci Grubu’nun İdare Heyeti’nde yer almaktadır. TBMM ZC, Devre 1, Cilt 7, İ:134, 17.1.1921, s. 292-299. 33 34 150 …biliyorsunuz ki idarei hususiyei vilayat bahsinde vilayetlere geniş salahiyetler verdik ve şimdiye kadar olduğu gibi rüesayi memurini mülkiye eğer idarei hususiyei eskisi gibi idare edecek olursa, bittabi memleket istifade edemez. Binaenaleyh şuralar [yerel meclisler] kendi vaziyetlerinde müstakil kalsınlar dedik ve o esası kabul ettik. O esasatı, o salahiyeti tevsi etmek [genişletmek] ve fakat icraatta teftişi teşdit etmek [sağlamlaştırma] usulünü kabul ettiğimiz içindir ki, Müfettişi Umumilikleri kabul ettik. Yani vasi [geniş] bir salahiyet, sıkı bir teftiş… İşte bu esas dahilinde Müfettişi Umumilikler ihdas edilmiştir…Müfettişi Umumiler, yalnız teftişle değil, belki memleketin heyeti umumiyesinde vahdeti [birliği] muhafaza ile mükelleftir ve asıl gaye de budur. Mahallerinin bu idareyi tatbikte suistimal etmemelerini temindir. Anayasa tasarısına ilişkin Hususi Komisyon Raporu’nun “mucip gerekçeler” bölümünde, umumi müfettişlik sisteminin geniş bir ademi merkeziyet ile yönetilen memleket topraklarını merkeze sıkı bir şekilde bağlayacağına ve böylece yönetim mekanizmasının düzgün bir biçimde işleyeceğine dikkat çekilmiştir. Komisyon raportörü İsmail Suphi (Soysallıoğlu) de umumi müfettişlik kurumunun memleketin birliğini korumak için gerekli olduğunu söylemiştir. Suphi Bey, müfettişlerin hem merkezi hükümet ile il arasında sıkı bir bağ kuracaklarını hem de ilin yerel yetkilerini aşıp aşmadığını denetleyeceklerini dile getirmiştir:35 Efendiler, …memleketin birliğini muhafaza için bir şey düşündük. Yani hükümet düşünmüş, biz de düşündük. İktisadi, coğrafi münasebetleri itibariyle memleketi bazı kısımlara ayırarak buralara birer müfettiş göndereceğiz. Yani mesela Aydın, Kayseri iklim itibariyle, coğrafi vaziyeti itibariyle birer mıntıka teşkil edebilirler. Buraya bir müfettiş tayin edeceğiz. Konya, Ankara mesela yayla mıntıka olmak itibariyle buraya bir müfettiş göndereceğiz. Komisyon düşündü efendiler, bu müfettişlerin yanlarına vilayetlerde bulunan memurları vereceğiz. Mesela bir vilayet merkezinde bulunan maarif müdürü artık vilayette bulunmayacaktır. Müfettişin yanında bulunacaktır ve müfettişin teftiş sahası içinde bu vilayetin maarif işlerini teftiş edeceğiz… Müfettiş, hem merkezi hükümet ile vilayet arasında sıkı bir bağ kuracak hem de vilayetin mahalli salahiyetlerini aşıp aşmadıklarına bakacaktır. Eğer mahalli meclisler kendi Soysallıoğlu İsmail Suphi’nin 18 Kasım 1920 tarihli TBMM görüşmelerinde yapmış olduğu konuşma. A.k., s. 87. 35 151 salahiyetlerini aşmışlarsa yahut aydınlatılmaya muhtaç iseler, bunlara bakacaktır. BMM görüşmelerinde, umumi müfettişlerin atanma usulleri de tartışmaya neden olmuştur. İkinci Grup’un önderlerinden Erzurum mebusu Hüseyin Avni (Ulaş) Bey, umumi müfettişlerin doğrudan doğruya ihtiyari olarak birleşen iller tarafından seçilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Buna karşılık Vehbi Bey, iller tarafından seçilen umumi müfettişlerin merkezden gelen talimatlara uymayabileceğini ve bunun da sakıncalı durumlar yaratacağını söylemiştir. Vehbi Bey, icra memurları olan umumi müfettişlerin Bakanlar Kurulu’nca atanmalarının mantıksal bir zorunluluk olduğunu dile getirmiştir. 1921 Anayasası ademi merkeziyetin asli ve genel, merkeziyet ilkesinin ise sınırlı ve istisnai olduğu bir modele dayanmaktadır.36 Yalnızca üç yıl uygulamada kalacak olan bu belge, kuruluş yıllarının iktisadi ve toplumsal gerilimlerinin ürünü olarak doğmuştur. Teşkilatı Esasiye’nin şekillenmesi, kapitalizm-feodalizm geriliminin yanı sıra, iktidarın sınıf yapısının toprak üzerindeki örgütlenmeyi nasıl etkilediğini göstermektedir. TBMM, ayrılıkçı feodal unsurları bastırmak ve kendi yönetimini kurmak için, il esasını benimseyerek, toprak üzerindeki örgütlenmeyi sıkılaştırmıştır. Ancak yerel egemenlerin gücü, illerin yönetiminde ademi merkezileşmeyi getirmiştir. Bu nedenle il yerel yönetimlerine yönetsel karar alabilme ve uygulayabilme yetkisi verilmiş, seçime dayalı organlardan oluşan bir tüzel kişilik tanınmış ve bu yönetimler kamu hizmetlerinin görülmesi bakımından genel yetkili kılınmıştır. Ayrıca il halkınca iki yıllık süre için seçilen Vilayet Şurası’nın, kendi üyeleri arasından seçtiği bir başkan tarafından yönetilmesi öngörülmüştür. Nitekim Mustafa Kemal de Birinci Meclis’te İkinci Grup’un kuruluşunu anlatırken, muhalefet düşüncesinin esas kaynağını, devletin Teşkilatı Esasiye Kanunu’na göre örgütlenmesi düşüncesinin oluşturduğunu söyleyecektir.37 Yönetenler cephesindeki gerilimin ürünü olarak ortaya çıkan 36 Yayla, a.g.k., s. 130. Nutuk, Cilt II, s. 633-634; Ahmet Demirel, Birinci Meclis’te Muhalefet: İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul 1994, s. 17. 37 152 ademi merkeziyetçi yapının ‘sakıncaları’, umumi müfettişlik sistemi ile giderilmeye çalışılmıştır.38 Anayasa’da merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetimi umumi müfettişliklere bırakılmıştır. Bu durum Vehbi Bey tarafından Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun görüşmelerinde şu şekilde dile getirilmiştir: Biz vaz ettiğimiz esasatı bu memlekette tarsin için Müfettişi Umumiler bulundurmaya mecburuz. Tesadüme meydan bırakmamak ve daimi bir kontrol altında bulundurmak ihtiyacındayız. Bu ihtiyacı temin için Müfettişi Umumilikler bulundurmak mecburiyetindeyiz. Buradan, merkezden rasgele müfettiş göndermek kabil değildir. Böyle mıntıkavi teşkilat yapıp, oraları nezareti mütamadiye altında bulundurmak için bu şimdiki teşkilatı meydana getirmek pek zaruri ve lazımdır. 1924 Anayasası’nda umumi müfettişliklerle ilgili bir hükme yer verilmeyecektir. Ancak, anayasal bir dayanağı bulunmamasına karşın, 1927 yılında kabul edilen Umumi Müfettişlik Teşkiline Dair 1164 sayılı Yasa ile umumi müfettişlikler kurulmaya başlanacaktır. ANAYASANIN ANLAMI 20 Ocak 1921 tarihinde Teşkilâtı Esasiye Kanunu kabul edilerek Türkiye Devleti ilan edilmiş ve bu devletin, Kanunun kabulüyle birlikte anayasal statüye sahip hale getirilmiş Büyük Millet Meclisi tarafından idare edileceği hükme bağlanmıştır. Büyük Millet Meclisi’ne anayasal statü kazandırılması hem Büyük Millet Meclisi’nin İstanbul Hükümeti ve İtilâf Devletleri tarafından tanınmasını hem de fiili işleyişin yasal güvence altına Umumi müfettişlikleri konu alan çalışmasında Cemil Koçak da, müfettişlik sistemini “mahalli idarelere tanınan yetkilere karşılık, merkezkaç siyasi/idari eğilimlere karşı merkezin yeniden kurmaya çalıştığı denetime yönelik girişimler” olarak değerlendirmektedir. Koçak’a göre, bu düzenleme merkezin, denetim dışına çıkabileceği endişesiyle, taşra üzerindeki denetimini yeniden kurma ya da artırma çabası olarak yorumlanmalıdır. Dolayısıyla, bu girişime karşı ortaya çıkan tepki de anlamlıdır. Cemil Koçak, Umumi Müfettişlikler; 1927-1952, İletişim Yayınları, İstanbul 2003, s. 41. 38 153 alınmasını sağlama amacı taşımıştır. Teşkilâtı Esasiye Kanunu ile esasları belirlenen yönetimin tek yetkili organı ise Büyük Millet Meclisi’dir.39 Milli mücadeleyi yöneten TBMM içinde iktisadi, siyasal ve yönetsel konulardaki görüşlerden, kişisel anlaşmazlıklara kadar uzanan çok sayıda değişik nedene dayanan bir iktidar mücadelesi yaşandığı bilinmektedir. Amaç ulusal birliği sağlamak olmasına rağmen, Birinci TBMM’nin yapısı sıkı bir merkeziyetçiliğe yönelinmeyeceğini göstermiştir. Mebuslar arasında ‘ademi merkeziyet’i ve ‘hür teşebbüs’ü savunanların sayısı az değildir. Üstelik Anadolu kurtuluş hareketi, büyük toprak sahipleri ile dış sömürülme bağlarını koparıp, yerli kaynakları işletmek isteyen ticari sermayenin işbirliğine dayanmaktadır. Milli mücadelenin bitimine kadar sürdürülen, “Halife Sultan”a bağlılık düşüncesi de bu dengesiz koalisyonun zorunlu sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Anayasa da bu ortamda hazırlanmış ve kabul edilmiştir. 1921 Anayasası, BMM’de kabul edildiği 20 Ocak 1921’den 1924 Anayasası’nın kabul edildiği 24 Nisan 1924 tarihine kadar üç yıl üç ay yürürlükte kalmıştır. 1924 Anayasası ise, devletin temel yapısının belirlendiği ve kuruluşun gerçekleştirildiği bir döneme aittir. Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kurulması aşamalarını tamamlayan yeni rejimin, iktisadi, siyasi ve yönetsel bakımdan merkezileşmesi zorunludur. İktisadi ve toplumsal dengesizliklerin aşılması, cumhuriyet ideolojisinin ülke geneline yayılması, reformların hayata geçirilmesi kendi beceri ve imkanlarıyla baş başa bırakılan yerel yönetimlerle değil, ancak merkezileşme ile sağlanabilecektir. Toplumda iktisadi ve idari denetim mekanizmalarını kurabilme arzusu, merkeziyetçiliği bir ana ilke biçiminde egemen kılmıştır. Başlıca yönetsel düzenlemeleri de (Köy Kanunu -1924, Umumi Müfettişlikler Kanunu -1927, Vilayet İdaresi Kanunu -1929, Belediye Kanunu -1930) bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Cumhuriyet rejiminin, yeni bir devlet düzeni kurmaya yönelirken güvenceli bir zemine sahip olma arzusu, öncelikle yönetsel Bülent Tanör, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, 8. Baskı, Ankara, 2007, s. 118. 39 154 kontrolün sistemleştirilmesine yol açmış, bu gelişme devletin iktisadi kontrolü (ulusal pazarın bütünleştirilmesi) gerçekleştirebilmesine elverişli bir ortam hazırlamıştır. Ekonomide ve yönetimde merkezi karar ve kontrol düzeni, özel kesimin (büyük toprak ve ticaret sermayesi çevrelerinin) rızası dışında oluşmuş bir şey değildir. Temel amaç kapitalizmin yaygınlaşmasıdır. Bu yıllarda merkezileşme sermaye kesimince akılcı denetim sağlayan bir düzen olarak kabul edilmiştir. İktisadi politikalar ile yapılmak istenen ne ise, yönetsel süreçler de buna koşut olarak işletilmiştir. Böylece yeni “iktisadi durumun” içinde varlığını sürdürebileceği siyasal-yönetsel koşullar yaratılmıştır. SONUÇ YERİNE 1920, saltanat ve hilafetin sürdüğü, ulus-devlet ve vatandaşlık kavramının belirmediği, henüz Cumhuriyet’in de olmadığı bir “mücadele” dönemidir. Bu nedenle 1920 ruhunda tarihsel koşulların biçimlendirdiği bir iktidar arayışı söz konusudur. Bu süreçte bütün düşünce ve yegane görev “Türkiye halkını emperyalizmin zulmünden kurtarmak”tır. Döneme rengini ve ruhunu veren temel dinamik de budur. Büyük Millet Meclisi Hükümeti, kendisi dışındaki bütün iktidar odaklarına karşı mücadelesinde önceliği bağımsızlık mücadelesinin tek elden yönetilmesine vermiştir. Eğer 1920 ruhundan söz edilecekse, bu ruh Türkiye halkının bağımsızlık için birlikte mücadelesini anlatır. TBMM’nin ilk yılını anlayabilmek için anti-emperyalizm, anti-kapitalizm, tam bağımsızlık, halka doğru gitmek, mesleki temsil, Türk-Kürt birliği, Türkiye halkı, genel yetkili yerel şuralar ve umumi müfettişlik gibi yıla damga vuran tüm olguları analize katmak gerekir. Ancak böyle bir analiz, 1920 gerçeği ile güncel politik söylemler arasındaki benzerlik ve farklılıkların ortaya konulmasını mümkün kılabilir. 155 KAYNAKLAR Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, Ed. Nuray Ertürk Keskin, Ankara Üniversitesi, SBF-KAYAUM Yayını, Ankara, 2012. Akın, Rıdvan, TBMM Devleti (1920-1923), Birinci Meclis Döneminde Devlet Erkleri ve İdare, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001. Atatürk ve İdare, Türk İdare Dergisi, Cumhuriyetimizin 60’ıncı Yıldönümü Özel Sayısı, Yıl 55, Sayı 362, Ekim 1983. Demirel, Ahmet, Birinci Meclis’te Muhalefet: İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994. Gözübüyük, Şeref, Suna Kili, Türk Anayasa Metinleri (1839-1980), Ankara Üniversitesi, SBF Yayını, Ankara, 1982. Güler, Birgül A. , Yerel Yönetimler: Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, TODAİE, Ankara, 1998. Karabekir, Kazım, İstiklal Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1969. Keskin, Nuray Ertürk, Türkiye’de Devletin Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009. Toprak Üzerinde Nutuk, Cilt I, TTK Yayınları, Ankara, 1984. Önen, Nizam; Cenk Reyhan, Mülkten Ülkeye: Türkiye’de Taşra İdaresinin Dönüşümü (1839-1929), İletişim, İstanbul, 2011. Sarıhan, Zeki, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, Açıklamalı Kronoloji, TBMM’den Sakarya Savaşı’na, (23 Nisan 1920 – 22 Ağustos 1921), TTK Yayınları, Ankara, 1995. Tanör, Bülent, Kurtuluş (1918-1923), Yenigün Haber Ajansı, İstanbul, 1997. Tanör, Bülent, Kurtuluş Kuruluş, Cumhuriyet Kitapları, Ankara, 2007. Tengirşek, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, İstanbul, 1967. Teziç, Erdoğan, Siyasal Partiler, Partilerin Hukuki Rejimi ve Türkiye’de Partiler, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 1976. 156 Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt II, Mütareke Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003. Tunaya, Tarık Zafer, Siyasal Kurumlar ve Anayasa Hukuku, İstanbul, 1975. Tunçay, Mete, Türkiye’de Sol Akımlar –I (1908-1925), Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1978. Yayla, Yıldızhan, Anayasalarımızda Yönetim İlkeleri: Tevsi-i Mezuniyet ve Tefriki Vezaif, İÜ SBF Yayını, İstanbul, 1982. Tutanak Dergileri TBMM Zabıt Ceridesi, I. Cilt (23 Nisan 1920-21 Mayıs 1920) TBMM Zabıt Ceridesi, II. Cilt (22 Mayıs 1920-28 Temmuz 1920) TBMM Zabıt Ceridesi, III. Cilt (31 Temmuz 1920-6 Eylül 1920) TBMM Zabıt Ceridesi, IV. Cilt (8 Eylül 1920-6 Ekim 1920) TBMM Zabıt Ceridesi, V. Cilt (9 Ekim 1920-20 Kasım 1920) TBMM Zabıt Ceridesi, VI. Cilt (22 Kasım 1920-23 Aralık 1920) TBMM Zabıt Ceridesi, VII. Cilt (25 Aralık 1920-30 Ocak 1921) TBMM Gizli Celse Zabıtları, I. Cilt (24 Nisan 1920-21 Şubat 1921) Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, (12 Ocak 1920-18 Mart 1920) Meclisi Ayan Zabıt Ceridesi, (12 Ocak 1920-5 Nisan 1920) Hakimiyeti Milliye Gazetesi. Düstur, Tertip 3, Cilt 1. 157 158 SAVAŞ HALİNDEN DÜZENLİ YAPIYA GEÇİŞ YILI OLARAK 1923 Recep Aydın** Özet Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu inceleyen araştırmacılar genellikle 1920’li yılları bir bütün olarak ele almaktadır. Oysa bu yıllar homojen bir bütün oluşturmaz. 1920’li yıllar iki alt dönem halinde incelenebilir. İlk alt dönem (kabaca 1920-1923) savaşın henüz bitmediği yıllardan oluşur. Bu alt dönemin sonunda, genel seçimler ve Lozan Antlaşması’yla siyasal ortam istikrarlı bir hale kavuşturulacaktır. İkinci alt dönem (1924 yılı ve sonrası) ise istikrarlı bir siyasal ortamda ortaya çıkan yeni Anayasa ve kurumsal düzenlemelerle nitelenebilir. 1923 her iki alt dönemden de özellikler barındırmaktadır. 1923 yılının ilk yarısında, Meclis’in temel derdi savaş ve Antlaşmadır. Seçimlerden ve Antlaşmadan sonraysa Meclis idari, mali ve adli düzenlemeler yapmaya koyulacaktır. Çalışma 1923 yılını bu iki alt dönem arasındaki geçiş süreci olarak ve özellikle geçişin yönetsel boyutlarıyla incelemektedir. Anahtar Kelimeler: Cumhuriyet’in Kuruluşu, Mülki Yönetim, Mali Yönetim/Bütçe, Yüksek Mahkemeler, 1920’li Yıllar. Bu çalışma Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929 adlı araştırmada elde edilen verilere dayanılarak hazırlanmıştır. İlgili araştırma için bkz. Nuray Ertürk Keskin (Editör), Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 1-2, Ankara, 2012. Bu çalışma süresince değerli yardımlarını esirgemeyen Dr. Araş. Gör. Esra Dik ve Araş. Gör. Levent Demirelli’ye teşekkür etmek bir borçtur. ** Arş. Gör. Ankara Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. 159 GİRİŞ Cumhuriyet tarihi incelemelerinde 1920’li yıllar (hatta bazen 1930’lu yıllara uzanarak) Cumhuriyetin kuruluş yılları olarak anılır. Türkiye’de ekonomik, toplumsal ve siyasal hayatın gelişimi üzerine odaklanan disipliner çalışmaların dönemsel kategorizasyonunda da 1920’li yılların kuruluş yılları olarak adlandırıldığı söylenebilir. Oysa 1920’li yıllar kendi içerisinde homojen bir özellik sergilememektedir. Aksine her yıl bir sonraki yıldan kendini ayrıştırabilecek bir yapıdadır. Bu özellik, dönemi kendi içerisinde alt dönemler ve tarihsel uğraklar ekseninde incelemeye olanak tanımaktadır. Çalışma da bu bağlamda 1920’li yılları ikiye ayırmakta, iki temel dönem arasındaki geçiş yılını, yani 1923’ü kendine odak edinmektedir. 1920’li yılları “kuruluş yılları” olarak anmaya dönük yaklaşım yerinde olmakla beraber bu yıllara daha yakından bakıldığında başka bir dönemlendirme gereksinimi ortaya çıkmaktadır. Bu dönemlendirme, kendi içerisinde de birbirine benzemeyen ve özellikle yönetim bilimleri/kamu yönetimi1 veya idare tarihi gibi alanlarda çalışanlar için, farklı araç setleriyle incelenmesi gerekli olan alt dönemlere ayrılmalıdır. 1923’e kadarki dönem savaş halinin devam ettiği “olağanüstü” bir dönemken 1924 ve sonrası idari ve siyasi reformların yapıldığı ve Kamu Yönetimi-Yönetim Bilimleri ayrımı çalışma alanımızdaki basit bir isimlendirme farklılığından çok temel bir epistemolojik farklılaşmaya denk düşer. Kamu yönetimi adlandırması daha çok kamunun örgütlenmesini esas alır ve örgütlenmeyle ilgili problemleri çözmeye çalışır, yönetim bilimleri ise bunu içermekle beraber yönetim olgusunun kendisini de inceleme nesnesi kabul eder. Böylece sadece var olan somut örgütlenme anlamındaki idareyi değil başlı başına bir inceleme nesnesi olarak idareyi, yönetme işini ve toplumdaki yönetsel ilişkileri incelemeyi hedefler. Düşünce gelenekleri olarak da iki yaklaşımın farklı kaynaklardan beslendiğini söylemek gerekir. Yönetim bilimi/bilimleri Kara Avrupası geleneğine dayanmaktayken kamu yönetimi daha ziyade Anglo-Sakson geleneğine yakın bir anlamlandırma çerçevesidir. Konuyla ilgili olarak bkz. Birgül Ayman Güler, “Yönetim Düşünü Ne Genişlikte Bir Çalışma Alanıdır?” (http://80.251.40.59/politics.ankara.edu.tr/bguler/pdf/yondusunu.pdf, 14.03.2014). 1 160 büyük ölçüde istikrarlıdır. 1923 yılı da bu olağanüstü dönemden görece düzenli bir yapıya geçiş yılıdır. Çalışmanın temel odağı geçiş yılı olarak nitelenen 1923’tür.1923 öncesinin savaş hali kısmen devam etmektedir. “Konvansiyonel sistem” varlığını bir süre daha koruyacaktır. Farklı siyasal görüşlerin mücadelesi sürecektir. Ama yılın ikinci yarısında bir seçim yapılacak ve yeni bir Meclis oluşacak, başkent belirlenecek ve rejimin adı konulacaktır. Savaş hali ve yıkılan devletin devamlılığını sağlama ya da yeni bir rejim kurma savaşımından, kazanılmış bir savaş sonrası düzenli ve istikrarlı bir siyasal rejim yaratılmasına geçiştir. Aşağıda 1923 yılının “geçiş” yılı olma özelliğine değinildikten sonra yıl içinde, siyasal iktidarın tesisine dönük olaylar incelenecektir. Sonrasında yeni Anayasa ile kurulacak olan idari yapının ilk aşamaları olarak görülebilecek olan yönetsel düzenlemeler üzerinde durulacaktır. GEÇİŞ YILI OLARAK 1923 Bütün olarak ele alınan 1920’li yıllara daha ayrıntılı bakıldığında bu yılların iki alt dönemden oluştuğu görülecektir. Kabaca 1923 yılına kadarki dönem savaş haliyle nitelenebilir. Kurtuluş Savaşı’nın örgütlendiği bu dönemde, önce Kongrelerin sonrasında Meclis’in temel faaliyetleri savaşla ilgili konularda yoğunlaşmaktadır. Bu alt dönemin bir özelliği de ayrı ayrı iki Meclis’in var olduğu diğer deyişle “ülke topraklarında” ve uluslararası alanda tek elden bir temsiliyetin bulunmadığı bir dönem olmasıdır. Bu dönemde yönetsel yapının yeniden ele alınması gereği, sıkça bir zorunluluk olarak dile getirilse de, bu mümkün olmamıştır. Hatta 1921 Anayasası yönetsel yenilikler ve önemli yeni düzenlemeler içermesine rağmen, bu yenilikler tam olarak uygulanmamıştır. 1924 yılı ve sonrası ise ilk dönemden niteliksel farklılaşmaktadır. Bu dönem, Anayasa’nın ayrıntılı düzenlendiği, ilk düzenli bütçenin yapıldığı ve kurumsal düzenli bir yapıya geçişin örgütlendiği bir süreç 161 olarak olarak olarak olma özelliğindedir. 1924 sonrası savaşın bittiği ve siyasal ortamın görece daha uygun olduğu dönemdir. Bu yıllarda Anayasa değişikliğiyle beraber çok sayıda kurumsal düzenlemeye gidilecek, hepsi yasalaşmış olmasa da yönetsel yapı yeniden düzenlenecektir. Merkeziyet - ademi merkeziyet tartışmaları açısından bakıldığında dahi örgütlenme usulü için ciddi bir kopuştan söz edilebilir.2 İki alt-dönem arasında, genel seçimlerle Meclis içi muhalefetin “tasfiyesi”nden 1924 Anayasası’na kadar olan dönemi geçiş yılı olarak nitelemek mümkündür. Bu yıl, özellikle yönetsel örgütlenmeyle ilgili tartışmalar açısından hem önceki dönemin izlerini hem de sonraki dönemin işaretlerini taşımaktadır. Yönetsel yapılanma açısından bakıldığında 1923 yılı, devletin, yeniden düzenlenmesi için gereken siyasal ortamın ancak sağlandığı yıl olarak karşımıza çıkmaktadır. 1923, siyasal iktidarın Meclis içi muhalefeti büyük ölçüde tasfiye ettiği ve Meclis içindeki gruplaşmanın ortadan kalktığı, aynı zamanda iktidarın uluslararası alanda ülkenin tek temsilcisi olarak tanındığı yıldır. Lozan Antlaşması savaş ihtimalini de ortadan kaldırmıştır. Her iki gelişme de yönetimin yeniden düzenlenmesinin önkoşuludur: Bu gelişmeler yönetimi yeniden yapılandıracak güçlü bir iktidar ile gerekli ulusal ve uluslararası siyasal ortamı sağlamıştır. 1923 yılının kabaca ilk yarısı, savaş ortamının etkisinin hissedildiği bir dönem olarak karşımıza çıkar. Lozan görüşmelerinde sonuca yaklaşılması, yapılan genel seçim ve sonrasında imzalanan Lozan Antlaşması bahsedilen, 1920’li yılların ilk alt döneminin bitişini ifade eder. Ağustos’ta toplanan yeni Meclis ve onun faaliyetleri de ikinci alt dönemin başlangıcı olarak görülebilir. Bu bağlamda 1923’ün kabaca ilk yarısı siyasal düzenin kuruluşu ve iktidarın konumunu güvence altına alması sürecinin son aşamaları olarak görülebilir. 1923 genel seçimleri ve Lozan Antlaşması’nın yanında, İstanbul’daki “muhalefet”in Bkz. Yayla, Anayasalarımızda Yönetim İlkeleri Tevsi-i Mezuniyet ve Tefrik-i Vezaif, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi, Yayın No: 56, İstanbul, 1982. 2 162 bastırılması ve iç güvenlikle ilgili gelişmeler bu bağlamda değerlendirilebilir. 1923’ün ikinci yarısı ise savaşın sona ermesiyle, yönetsel olarak düzenli/sürekli3 yapıya geçişin ilk aşamasını oluşmaktadır. Ankara’nın başkent yapılması ve Cumhuriyet’in ilanından mali, idari ve adli örgütlenmeye kadar genişçe bir kapsamda yapılan düzenlemeler de 1924 Anayasası ve sonrasında kurulacak sürekli yapının ilk işaretleridir. SİYASİ MERKEZİLEŞME: ORTADAN KALKMASI SAĞLAMLAŞTIRILMASI SAVAŞ VE OLASILIĞININ İKTİDARIN 1923’e kadar olan dönemin temel özelliği, bu yıllara bir savaşın eşlik etmesidir. Savaşın karargâhı konumundaki yapı diğer deyişle savaşı yöneten ve yürüten siyasal organ 1920’ye kadar Heyeti Temsiliye sonrasında ise TBMM olmuştur. TBMM 1921 Anayasası’nı düzenlemiş ve bahsettiğimiz savaş hali 1920’den sonra bir meclis ve bir anayasa ile yürümüştür. Meclis faaliyetleri ve Meclis içerisinde cereyan eden tartışmalar ise dönemin ruhunu yansıtmaktadır. İlber Ortaylı’nın işaret ettiği üzere Meclis, farklı siyasal görüşlerin, aralarındaki katı farklılıklara rağmen, bağımsızlık için bir araya gelip ortak bir faaliyet yürütmesiyle nitelenebilir.4 Ortaylı tarafından bir çeşit “konvansiyonel sistem” olarak anılan bu yapıda, tüm erkler tek çatıda toplanmış haldedir. Bu yapı 1923’e kadar varlığını koruyacak ve sonrasında yerini “yeni” bir Meclis ve Anayasa ile yeni bir döneme ve akla bırakacaktır. Bu cümlede süreklilik kelimesi özel bir anlam taşımaktadır. Çalışmanın temel odağı olan 1923 yılında, devletin örgütlenmesi ile ilgili temel tartışmalarda önemli bir ağırlığa sahip olan nitelik “geçicilik”tir. Adli organların örgütlenmesinden bütçenin yapılmasına kadar tüm tartışmalarda istikrarlı bir yapı kurulana kadar “muvakkat” olarak yapılacaklar konu edilmektedir. Böylece hem geçici çözüm yolları denenmekte hem de süreklilik ve istikrar arayışı vurgulanmaktadır. 4 İlber Ortaylı, Türkiye’nin Yakın Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012, s. 26-28, 56. 3 163 1923 yılı iki kısma ayrılabilir. Genel seçim kararının alındığı ve Lozan Antlaşması’nın imzalandığı ilk kısım, savaş halinin sonu ve siyasal iktidarın güçlenmesine sahne olmuştur. Yukarıda anıldığı şekliyle konvansiyonel sistemin sona ermesi ile uluslararası alanda tanınma ve savaş ihtimalinin sonunu getiren bu dönemi, yönetsel, adli ve mali (nihayetinde de yeni bir Anayasa ile olgunlaşacak olan) değişikliklerin yapılacağı ikinci dönem takip edecektir. Yönetsel dönüşümün yapılması için gerekli siyasal ortam ancak genel seçimler ve Lozan Antlaşması ile sağlanmış olacaktır. Bu iki gelişmeyi iç güvenliğin sağlanması ile İstanbul’daki muhalif isimlerin etkisizleştirilmesi takip edecektir.5 LOZAN ANTLAŞMASI VE 1923 GENEL SEÇİMİ 1923 yılının siyasal kuruluş olarak nitelenmesini sağlayan iki temel gelişme bulunmaktadır. Bunlardan ilki genel seçimlere gidilerek TBMM içindeki muhalefetin, siyasal iktidar tarafından genel seçim sonrası tasfiyesi, diğeri uluslararası tanınmayı getiren ve savaş ihtimalini sona erdiren Lozan Antlaşması’dır.6 1923 yılında Birinci Meclis’te tartışılan temel konunun Lozan Antlaşması olduğu söylenebilir. Lozan Antlaşması sadece bir bağımsızlık metni değil, siyasal rejimin ve düzenli bir devlet teşkilatının kurulmasının da önkoşuludur. Bu durum daha başından 1921 Anayasası’na yansımıştır. Anayasa’ya geçici madde olarak konulan hüküm şöyledir:7 İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren meri olur. Ancak elyevm münakit Büyük Millet Meclisi 5 Eylül 1336 tarihli nisabı müzakere kanununun birinci maddesinde gösterildiği üzere gayesinin husulüne kadar Çalışma yönetsel kısma odaklandığından bu tartışmalara ayrıntılı olarak girilmeyecektir. 6 Genel seçimlerin yapılması ancak barışın tesis edilmesi şartına bağlanmış olsa da Lozan Antlaşması genel seçim kararından daha sonra imzalanacaktır. Birbirleriyle ilişkili olan bu iki olay da siyasal iktidarın tüm kontrolü ele almasının ilk işaretleri olarak görülebilir. 7 http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm (17.02.2014). 5 164 müstemirren müçtemi bulunacağı cihetle işbu Teşkilatı Esasiye Kanunundaki 4 üncü, 5 inci, 6 ncı maddeler gayenin husulüne elyevm mevcut Büyük Millet Meclisi adedi mürettebinin sülüsanı ekseriyetle [üçte iki] karar verildiği takdirde ancak yeni intihabdan itibaren meriyül icra olacaktır. Geçici maddede bahsedilen Nisabı Müzakere Kanunu’nun ilk maddesi vatanın işgalden kurtuluşuna kadar Meclis’in sürekli olarak toplanacağını ifade etmektedir.8 Anayasa’da yer alan geçici maddeyle beraber düşünüldüğünde kurtuluşun belgesi olarak imzalanacak antlaşmaya kadar seçimle ilgili maddeler uygulanmayacaktır. Bu aynı zamanda yukarıda savaş dönemi olarak da nitelediğimiz dönemin temel özelliğinin hukuksal bir ifadesidir. Lozan görüşmeleri 1922 sonlarında başlamış ancak 1923 Şubatı’nda kesintiye uğramıştır. Temel konuların büyük ölçüde görüşüldüğü ama karara bağlanmadığı İsmet Paşa’nın TBMM’de gizli oturumda yaptığı bilgilendirme konuşmasından 9 anlaşılmaktadır. İkinci görüşmeler karşılıklı verilen notalarla 23 Nisan 1923’te başlayacak ve 1923 Temmuzu’nda antlaşmayla tamamlanmış olacaktır.10 Böylece savaş ihtimali ortadan kalkacaktır. Birinci Meclis, farklı görüş ve geleneklerden gelen, savaş döneminde direnişi örgütlemek ve işgalden kurtulmak amacında olan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Yazında Birinci Meclis içinde temel iki grubun varlığından söz edilmekle beraber bu iki grubun içinde yer alan düşünsel farklılıkların net bir tasviri yapılamamaktadır. Mustafa Kemal taraftarları görece daha homojenken diğer grup içinde Ortaylı’nın deyişiyle “her tür sol fikir sahibi hatta Sovyetler’e sempati duyanlar”dan liberallere kadar farklılaşan bir yelpazenin varlığından söz etmek 18 Numaralı “Nisâb-ı Müzâkere ve Sâireye Dâir Kânun”, Ceridei Resmiye, 21.02.1337 [1921]/3. 9 TBMM GCZ, D: 1, C: 27, İ: 196. 10 Baskın Oran vd., Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C: 1 (1919-1980), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s. 220. 8 165 mümkündür. 11 1923 yılı Nisan ayına gelene kadar Meclis içindeki “iki grubun” arasındaki çekişmenin arttığı ve Ali Şükrü Bey’in öldürülmesiyle iyice sertleştiğini belirtmek gerekir.12 Hoca Şükrü Bey’in risalesi gibi başka olaylarla birlikte Meclis içindeki gruplar arasında gerginlikler devam edecektir. Böyle bir ortamda seçime gidilmesi her iki taraf için de makul gelmiş olacak ki seçime gidilmesi için getirilen teklif oybirliğiyle (ekseriyetle değil ittifakla) kabul edilmiştir.13 Daha sonra, Anayasa değişikliği “aşılarak” bunun yerine Heyeti Umumiye Kararı14 alınacak ve bu yolla seçim yapılmasına karar verilecektir. Lozan Antlaşması bağımsızlığı simgelerken, yapılan genel seçim yeni dönemin işaretçisidir. Seçim sonrasında oluşan Meclis ilkinin aksine, daha çok iç düzen arayışı ve örgütlenmeyle meşgul olmuştur. Geçici (muvakkat) yüksek mahkemelerin yerine düzenli ve süreklilerin kurulması, düzenli işleyen bir İcra Vekilleri Heyeti’nin tesisi gibi konular ancak Lozan Antlaşması’dan sonra gündeme gelebilmiştir. Sonrasında Cumhuriyet’e geçiş kamu düzeninin ve iç güvenliğin tesis edilme çabaları, İstiklal Mahkemeleri ile “muhalefetin” üzerine gidilmesi ve ortak bir iktidardan yavaş yavaş Mustafa Kemal Paşa’nın daha etkin ve tek olduğu bir düzene geçilmesi de Lozan’la ve İkinci Meclis döneminde mümkün olacaktır.15 Ortaylı, a.g.k., s. 26. Bu tartışmayı içeren iki çalışma için bkz. Sezgin, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1984; Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup, İletişim Yayınları, Ankara, Nisan 1995. 12 Bu durum Ali Şükrü Bey’in ölümünün Meclis’te tartışıldığı (2 Nisan 1923 günlü) oturumda da görülebilmektedir, TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 16. 13 TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 15 (s. 284). 14 369 sayılı karar, Düstur, Tertip: 3, C: 4, s.15. 15 Recep Aydın, “1923: Savaşın Sonu ve Yeni Rejimin İlanı: Cumhuriyet”, (Ed. Nuray Ertürk Keskin) Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1346. 11 166 İÇ GÜVENLİĞİN SAĞLANMASI MUHALEFETİ”NE “MÜDAHALE” VE “İSTANBUL Seçim sonrasında kurulan Meclis’in, birisi iç güvenliği sağlamak diğeriyse düzenli idari bir yapıyı tesis etmek olmak üzere, göze çarpan iki temel uğraşı bulunmaktadır. İç güvenlik konusunda iki temel olay dikkat çekmektedir. Bunlardan ilki 1923 yılının başlarında sıkça karşılaşılan yol kesme ve eşkıyalık olaylarıyla, diğeri ise hilafetle ve İstanbul’daki muhaliflerle ilgilidir. 1923’te savaş yıllarından kalan küçük silahlı gruplar ve çeteciliğin yanında eşkıyalık da ülke genelinde yaygındır.16 Bunun yanında daha öncesinin silahlı grupları da bu çerçevede değerlendirilmektedir. Konuyla ilgili yasal düzenleme çalışmaları 1923’ün Ocak ayında17 başlamış ancak düzenleme İzalei Şekavet Kanunu adıyla 18 Ekim 1923’te son bulmuştur. Yasanın çıkmasına yakın Aydın livasıyla Ödemiş kazasının ve Denizli ile Burdur livaları ile Afyon Karahisar’ın, Dinar, Çivril, Sandıklı ve Isparta’nın Eğridir ve Uluborlu kazalarında sıkıyönetim(örfi idare) ilan edilmiştir.18 Hem yasa hem de örfi idare uygulamalarının etkisiyle ülkedeki merkezi ordu dışındaki silahlı kuvvetler ve çetecilik, özellikle Ege bölgesi için geçerli olmak üzere, ortadan kalkmıştır. Güvenliğin ve normalleşmenin sağlandığının ipuçlarını seferberliğin sona ermesinde de görebilmekteyiz. Güvenlik bağlamında Şekavet Kanunu ve uygulamalarının yanında ülke güvenliğiyle ilgili olan seferberlik emri de Ekim 1923’te kaldırılacaktır. Böylece 1914’te ilan edilmiş olan seferberlik 31 Ekim günü kabul edilen yasayla 1 Kasım’dan itibaren geçerli olmak üzere son bulacaktır.19 Hatta bir milletvekilinin eşyalarının taşındığı bir kafile eşkıya saldırısına uğramıştır. 17 Hakimiyeti Milliye, 15.01.1923, s. 3. 18 Aydın, a.g.m., s. 1383. Örfi idare uygulamalarının kısmen başarılı olduğu da söylenmektedir. Hakimiyeti Milliye, 4.10.1923, s. 1. 19 Aydın, a.g.m., s. 1383. 16 167 İç ve dış güvenlikten başka siyasal rejimin kurulması sürecinde sesi daha da duyulur olan İstanbul muhalefeti, iktidar için tehdit olarak algılanmıştır denebilir. Başkentin Ankara olması ve Cumhuriyet ile İstanbul basınından gelen eleştiriler yoğunlaşmıştır. “Ağa Han olayı”yla beraber İstanbul basını ve muhalefetiyle ilgili bir karar verme niyetine girildiği görülecektir. Özetle, Hindistan’da güçlü olan İngiliz yanlısı bir cemaatin liderinin İsmet Paşa’ya yazdığı mektup, Paşa’ya ulaşmadan önce İstanbul basınında yayımlanmıştır. Hilafet’in durumunun kesinleştirilmesini talep etmekte olan mektup, Tanin, İkdam, Tevhidi Efkar gibi gazetelerde çıkınca konu Meclis’e yansımıştır. İsmet Paşa’nın TBMM’deki konuşmasında konunun bir İngiliz propagandası olduğu söylenmiş ve bu gibi durumların derhal ve herkesin göreceği şekilde bastırılması gerektiği, böylece tekrar propaganda yapılmasına müsaade edilmemiş olacağı 20 vurgulanmıştır. Tartışmalardan sonra İsmet Paşa’nın İstanbul’da bir İstiklal Mahkemesi kurulması yönündeki önerisi kabul edilecek ve önceden beri uygulanan bu usule bir kez daha başvurulacaktır. 5 Aralık 1923’te gazetelerde yayımlanan mektuplar için 8 Aralık’ta İstiklal Mahkemesi kurulmasına karar verilmiştir. Süreç, önce Mahkeme’nin üyeleri belirlenmesi, üyelerin derhal çalışmaya başlayarak bazı tutuklamalar önermesi ve mahkemenin görevlerinin belirlenmesi şeklindedir.21 Hüseyin Cahid, Ahmed Cevdet, Velid, Hayri Muhiddin, Ömer İzzeddin Beyler vatana ihanet ve devletin dış ve iç güvenliğini bozmak suçuyla itham edilmişlerdir.22 Mahkeme 5 Şubat 1924’e kadar çalışmış ve bu süreçte çok sayıda gazeteci yargılanmıştır. 17 kişinin vatana ihanetten yargılandığı davaların sonucunda İstanbul basınından muhalif isimlere beşer yıllık hapis cezası verilmiş ama uygulanmamıştır. 23 İktidar böylece İstanbul muhalefetini Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, C: I-II, 1920-1927, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları No: 1, İzmir, 1988, s. 224 vd.; TBMM GCZ, D: 2, C: 4, İ: 64. 21 TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 67. 22 Aybars, a.g.k., s. 228. 23 Mahkeme sonucunda gazetecilerin beraatine karar verilecek, İstanbul Barosu Başkanı Lütfi Bey 5 yıllık bir ceza alacaktır. Gazetecilerle Mustafa Kemal 20 168 zayıflatmış olacaktır. Dolayısıyla hem silahlı kuvvetlerin hem de kısmen İstanbul muhalefetinin “bastırılması” yoluyla iktidar, kendine rakip odakları en azından geçiş dönemi olarak adlandırdığımız dönem için ortadan kaldırmış olmaktadır. YÖNETSEL DOĞRU MERKEZİLEŞME: 1924 ANAYASASI Seçimler tamamlanıp iç güvenlik ve uluslararası tehditler ortadan kalkınca devlet örgütlenmesini düzenlemek için uygun bir siyasal ortam sağlanmış oldu. Böylece, rejimin adının konması ve hükümet biçimi gibi konuların tartışılması mümkün hale geldi. Anayasa değişikliğiyle saf Meclis hükümeti sisteminden uzaklaşılacaktır. 1923 Anayasa değişikliğiyle, özellikle hükümet ve Cumhurbaşkanı’nın güçlendirilmesiyle, parlamenter sisteme, görece yakın bir yapı kurulacaktır. Buna devlet örgütlenmesinde değişim de eklenecek, idari ve adli örgütlenme gibi temel alanların düzenlenmesine girişilecek ve Anayasa hazırlıkları başlayacaktır. Yönetsel yapılanmada temel dönüşüm, büyük ölçüde, Anayasa hazırlanırken tasarlanacak bu nedenle 1924 yılı ve sonrasında gerçekleşecektir. Geçiş yılı olarak andığımız 1923’te ise merkezi ve yerel yönetimlerle, mali idare ve bütçe ile adli yönetime dönük düzenlemeler yapılacaktır. Bu alanlardaki düzenleme çabalarının temel olarak düzenli ve sürekli bir yönetim yetisinin kazanılmasına dönük olduğu söylenebilir. Aşağıda bu alanlarda yapılan düzenlemeler incelenecektir. Yönetsel açıdan bakıldığında 1923’e kadar olan dönem, Osmanlı’dan kalan yapının korunduğu görülür. 1921 Anayasası’na kadar esas olarak eski Anayasa varlığını devam ettirmektedir. 1924 Anayasası kabul edildikten sonra dahi bu durum kısmen devam edecektir. 1923’e kadar temel olarak üç daha sonra 1924 Şubatı’nda bizzat görüşecektir. Bu müdahale Hilafet’in kaldırılmasını da mümkün kılacaktır. 169 örgütlenme “usulü” dikkat çekmişse de üçü de tam olarak uygulanamamıştır. Bunlardan ilki vilayet şuralarıdır. 1921 Anayasası’nda vilayet şuraları ismen anılsa da doğrudan kurulmamış, 1924 Anayasası’nda ise bu yapıdan vazgeçilmiştir. Diğer önemli usul ise Nevahi Kanunu tasarısında somutlaşan nahiye şuralarıyla ilgilidir. Osmanlı’dan beri (siyasal ve yönetsel olarak) istikrarlı bir yapının kurulmasının araçları her zaman devlet örgütlenmesinde aranmıştır. 1920’li yılların hemen başında da Nevahi Kanunu tasarısı bu işlevi üstlenmiş ama tamamlanmamış; alanın düzenlenmesi önce 1924 Anayasası’na bırakılmış, nihayetindeyse Osmanlı’dan kalma 1913 tarihli muvakkat kanun uzunca bir süre daha kullanılmaya devam edilmiştir.24 Son olarak 1921 Anayasası’nda yer alan Umumi Müfettişlik kurumunu anmak gerekir. Bu kurum Anayasa’da yer almakla beraber ancak 1927’de uygulama bulabilecektir.25 1923 yılında da İstanbul’da kurulması öngörülen bir umumi müfettişlik bulunmaktadır. İstanbul’un işgali sona erince İstanbul’un idare şeklinin tartışıldığı, bu tartışmalarda İstanbul’da Şehremaneti ile Vilayet arasındaki ilişkiyi düzenleyecek bir makam olarak Umumi Müfettişlik öngörüldüğü anlaşılmaktadır.26 Bu kanunun dilinin sadeleştirilmesi, yeniden düzenlenmesi ve kanunda başkaca değişiklikler yapılmasına rağmen Kanun neredeyse günümüze kadar varlığını korumuştur. Nevahi Kanunu tasarı olarak kalmakla beraber kamu örgütlenmesinde yeni bir örgütlenme tarzı öngörmektedir. 1921 Anayasası, 1924 Anayasası’na göre yerel birimlere daha fazla yetki ve özerklik vermektedir. Nahiye TBMM’deki tartışmalardan anlaşıldığı üzere temel yönetim birimi olarak anılmakta ve halk iktidarının kuruluşu olarak kodlanmaktadır. 1924 Anayasası ile kurulan yapı ise nahiyeleri adeta mülki bir birim olarak örgütlemektedir. Nevahi Kanunu ile ilgili bu tartışmalar için bkz. Rıdvan Akın, “1920’ler Anadolu’sunda Yerel Demokrasi Girişimi: İdare-i Kurâ ve Nevahi Kanunu Layihası”, Toplumsal Tarih, Cilt: 6, Sayı 32, Ağustos 1996, s. 31-41. 25 1921 Anayasası’na umumi müfettişliklerin eklenmesi ve sonrasındaki uygulamalar ile ilgili tartışmalar için bkz. Cemil Koçak, Umûmî Müfettişlikler (1927-1952), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 34 vd. 26 “İstanbul’a müfettişi umumi”, Hakimiyeti Milliye, 17.10.1923, s. 3. 24 170 BAŞKENTİN BELİRLENMESİ VE CUMHURİYET’İN İLANI Lozan Antlaşması’ndan sonra kurulan yeni Meclis 11 Ağustos’ta açılacaktır. 1924 yılının başlarına kadar temel alanlarda düzenlemeye gidilmiştir. İdari örgütlenme büyük ölçüde 1924 yılında çıkacak olan Anayasa’ya bırakılacak ama düzenlemelerin bir kısmına 1923 yılında başlanacaktır. İkinci dönemin başlangıcından itibaren düzenli bir işleyişin sağlanmaya çalışıldığı görülecektir. İlk dönemin aksine bir Meclis grubu olarak Halk Fırkası’nın ortaya çıktığını ve yapılacak düzenlemelerin öncesinde grup içerisinde görüşüldüğünü akılda tutmak gerekir. Bu yöntem Meclis’e gelen tasarı ve tekliflerin büyük ölçüde çalışılmış ve hatta bir grup mebusça zaten kabul edilmiş olduğunu gösterecektir. Bundan başka Meclis’in işleyişi ve içtüzükle ilgili birinci dönemde ortaya çıkan sıkıntıların da aşıldığı görülecektir. Başkentin belirlenmesi sürecinde TBMM’ye yansıyan çok fazla tartışma yoktur. Dahası Mustafa Kemal başkentin Ankara olması yönünde ilk demeçlerini yılın başında vermektedir.27 Buna rağmen bu süreç ertelenecek ve Meclis yeniden toplandığında, gazetelerde Ankara’nın başkent yapılacağı haberleri tekrar yer almaya başlayacaktır.28 Başkentin belirlenmesi Ekim ayına kalmış ve İstanbul’dan yabancı askeri birliklerin çekilmesinin hemen ardından Ankara başkent yapılmıştır. 6 Ekim 1920’de İstanbul temsilen teslim alınmıştır. Ankara’nın başkent olması yönündeki öneri ise 10 Ekim tarihlidir. Bu tarihler İstanbul ve Ankara arasında bir çeşit çekişme olduğu düşüncesini doğurmaktadır. Gerçekten de başkentin belirlenmesinin Meclis’e yansımaları da bu paralelde olmuş, Meclis’te İstanbul’un başkent yapılmayarak cezalandırıldığı yönünde itirazlar duyulmuştur. Nihayetinde de Ankara, itirazlar nedeniyle, oyçokluğuyla başkent olacaktır. Kanun layihası olarak Meclis’e gelen düzenleme Atatürk’ün Bütün Eserleri, C: 14 (1922-1923), Kaynak Yayınları, 2004, s. 275 vd. 28 “Ankara merkez”, Hakimiyeti Milliye, 08.08.1923, s. 1. 27 171 Meclis’ten yeni Anayasa yapıldıktan sonra Anayasa’ya “ithal” edilecek şekilde Heyeti Umumiye Kararı29 biçiminde çıkacaktır. Meclis’te uzunca tartışılmamakla beraber önem taşıyan bir diğer değişiklik “rejim” değişikliğidir. Yılın başlarında meşrutiyet olarak anılan siyasal rejim 1923 yılı sonlarına doğru Cumhuriyet olarak anılmaya başlayacaktır. Bu konuda doğrudan Mustafa Kemal’in ağzından ilk bilgiler Eylül ayında haber olacak ve bir yabancı basın mensubuna bu konuda bir demeç verilecektir. Düzenleme metninin de Mustafa Kemal tarafından yazıldığı bilinmektedir.30 Meclis’e gelen düzenleme aynı gün içinde kabul edilecektir.31 Böylece “şekl-i hükümet” cumhuriyet olmuştur. Mebuslar arasından ve bir dönemlik seçilmesi öngörülen Reisicumhur devletin başı olarak Anayasa’da sayılmaktadır. Anayasa değişikliğiyle, Başbakan’ı seçme yetkisi de Reisicumhur’a verilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti’nin belirlenmesi usulü değişiklikle eski yapıdan farklılaşmıştır. Buna göre Başbakan’ın diğer vekilleri (bakanları) Meclis üyeleri arasından belirlemesinden sonra, Reisicumhur Vekiller Heyeti’ni Meclis’in tasvibine sunacaktır. Anayasa’da yapılan değişiklik, saf Meclis Hükümeti sisteminden bir kopuşu da temsil eder.32 Cumhurbaşkanlığı’nın kuruluşu Meclis Hükümeti anlayışından uzaklaşmadır. Cumhurbaşkanı’nın kazandığı, hükümetin kuruluş usulündeki rolü ve gerekirse Meclis’e başkanlık etmesi gibi yeni özellikler, Anayasa değişikliğini 1921’in saf Meclis Hükümeti sisteminden 1924 Teşkilât-ı Esâsiye Kanunu’na geçişi sağlayan bir “intikal kanunu” olarak nitelemeyi mümkün kılmaktadır.33 1924 Anayasası’nda öngörülen yapıda da Cumhurbaşkanı’nın konumu Karar No: 27, Düstur, Tertip: 3, C: 5, s. 381. Hamza Eroğlu, “Türkiye Cumhuriyeti’nin İlanı”, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-16/turkiye-cumhuriyetinin-ilani (28.03.2014). 31 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tadiline Dair Kanun”, TBMM ZC, D: 2, C: 3, İ: 43. 32 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007, s. 284. 33 a.k., s. 284, 285. 29 30 172 benzer özellikler barındırmaktadır. Ayrıca Cumhurbaşkanı ve hükümet 1923’teki Anayasa değişikliğine benzer bir biçimde Meclis’ten görece “koparılmıştır”. “…İcra Vekilleri Heyeti’nin kurulmasını meclise ait bir yetki olmaktan çıkarıp cumhurbaşkanı ve başvekile ait bir yetki haline getirmekle, 1923’ten beri netleşen parlamenter sisteme kayış çizgisi”34 sürmüştür. MALİ DÜZEN ARAYIŞI: GEÇİCİ TAHSİSATLAR VE DÜZENLİ BÜTÇE TALEBİ 1923 yılı içerisinde düzenli yapıya geçiş çabasının ilk yansımaları bütçe tartışmalarında bulunabilir. 1923 yılına kadar yapılan “mali düzenlemeler” bütçe niteliği göstermezler. Genellikle Meclis’in kurumlara verdiği “harcama yetkisi” düzenlemelerinden ibaret gibi görülen avans kanunları formunda olan bu yetkiler kurumların harcamalarını da göstermemektedir. 1339 senesi (1923) içinde kimi mebuslar tarafından düzenli bütçe yapılması talep edilse de düzenli bütçeye geçilmesi mümkün olmamış, bu nedenle seçim sonrasında Meclis açılana kadar kurumlara avans olarak tahsisat verilmesiyle sorun kısmen aşılmıştır. Düzenli bütçenin yapılması ancak 1924 yılında mümkün olacaktır. 311 sayılı Birinci Avans Kanunu 28 Şubat 1923’te çıkarılmıştır ve üç aylık olmak üzere “hidematı umumiyei Devlete” sarf olunmak üzere ve maaş olarak yapılacak ödemeleri de içeren bir miktarı harcama yetkisi biçiminde vermektedir. 15 Nisan’da, seçim kararı da alınmışken Meclis’in çalışamayacağı göz önünde bulundurularak üç aylık bir avans kanunu (önceki avans kanununa “zamimeten”) daha çıkarılacaktır (331 sayılı Kanun). Bunlardan başka İkinci Meclis döneminde de altı aylık bir tahsisat kanunu “son defa” olmak üzere çıkarılacaktır. Mebuslardan, en azından geçici bütçe kanunları yapılması 34 a.k., s. 304. 173 yönünden talepler gelecektir. Avans kanunlarından sonra kurumlara yetmeyen gelirler nedeniyle kurum temelli düzenlemeler çıkacaktır. Sonrasında Cumhuriyet’in ilanıyla Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’nın gelirleri düzenlenmek durumunda kalınacaktır. Ayrıca yeni kurulan Mübadele İmar ve İskan Vekaleti’nin de gelirleri düzenlenmiştir. Böylece küçük harcama yetkileri de katılırsa bütçe yerine toplamda 24 adet düzenleme yapılmak durumunda kalınmıştır.35 1923 yılındaki ilk avans kanunundan sonuncusuna kadar geçici olmayan bir bütçenin hazırlanması gerektiği vurgulanmaktadır. Son tahsisat kanununda da benzer şikâyetler tekrarlanmıştır. İlgili “komisyon” (Muvazanei Maliye Encümeni) mazbatasında aslında bir bütçe yapmak gerektiği, ama bunun 1924’te yapılmasının daha uygun olacağı, bu nedenle kalan zamanı içerecek bir avans kanunun yapılmak zorunda kalındığını ifade edilecektir. Mazbata muharriri Ali Cenani Bey, dört yıldır çok sayıda avans kanunu çıkarıldığını, bunun mali açıdan sakıncalarının yanında, senede bir defa yapılıp bitecek bir işin bazen defalarca Meclis’i ve bürokrasiyi oyalamasının fazladan bir kırtasiyecilik yarattığını ve mesai çaldığını dile getirecektir.36 Düzenli bütçenin yapılması ancak 1924 yılına kalacak, mali yapının netleşmesi ve kurumların harcamaları ancak bu yolla tespit edilmiş olacaktır. YEREL VE MÜLKİ ÖRGÜTLENMEDE DÖNÜŞÜMÜN BAŞLANGICI Lozan Antlaşması’ndan sonra idari yapının yeniden örgütlenmesi mümkün hale gelmiştir. Eski rejimden kalan yapılar mevcudiyetini korurken yeni Anayasa da gündeme gelmiş, 1923 yılının örgütlenme tartışmaları bu iki koşul arasına sıkışmıştır. 35 36 Aydın, a.g.m. s. 1368-1373’teki tablolardan yararlanılmıştır. TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 25. 174 1923 yılı mülki örgütlenme anlayışı ya da uygulamaları yönüyle, İkinci Meclis öncesi ve sonrası olarak, ikiye ayrılabilir. Osmanlı’dan kalma mülki örgütlenme, savaş döneminde ve sonrasında da etkisini sürdürmüştür. 1924 Anayasası’na kadar mülki birimler açısından takip edilebilecek mülki örgütlenme anlayışı 1923 yılında dönüşecektir. Osmanlı’dan kalma vilayet sistemi Cumhuriyet’in kuruluş aşamasında da etkilidir. İkinci Meclis kurulana kadar asıl birimlerin vilayetler olduğu, onun dışında ona koşut olarak düzenlenen ama daha küçük ölçekli olan müstakil liva uygulamalarının devam ettiğini söylemek mümkündür. Toplumsal ve ekonomik olarak daha gelişmiş ama vilayetlere bağlı livaların mebuslarından, yıl içerisinde müstakil liva uygulaması talepleri TBMM’de dillendirilmiş, bu çerçevede özellikle Birinci Meclis döneminde bazı talepler yerine getirilmiştir.37 İkinci Meclis döneminde bu konuyla ilgili açık bir tavır alınarak müstakil liva uygulamasına son verileceği beyan edilmektedir. Ekim ayında Ergani’nin müstakil bir liva haline getirilmesi yönünde bir teklif verilecek, ilgili Encümen bu teklifi “şayanı müzakere” bulmayacak ama bir gerekçe de bildirmeyecektir.38 Ancak teklif sahibi mebusun ısrarı sonucunda da kurulacak olan yeni yapıda zaten tüm livaların müstakil olacağı ve bu nedenle bu konunun tartışılmasına gerek duyulmadığı ifade edilecektir. Mebuslar bunun üzerine ikna olacaklarsa da sonradan benzer bir soru tekrar sorulacaktır. Ergani mebusu Kazım Efendi ve Mersin mebusları Niyazi ve Besim Beyler kendi livalarının müstakilen idare edilmemesindeki keyfiyeti soru önergesi olarak sunacaklardır. Üç soruya da aynı oturumda ve beraberce yanıt verilecek ve yeni müstakil liva oluşturmanın şimdilik düşünülmediği anlaşılacak; mevcut Örneğin 1923 yılı Ocak ayında Çatalca livası müstakil liva halini alacaktır, aynı yılın Nisan ayında da müstakil bir Akşehir livası kurulması talep edilecektir. Aynı konu Dersim ve Siverek için de gündeme gelecek ve iki livanın da müstakilen idaresi yönünde bir İcra Vekilleri Heyeti kararı çıkacaktır. Aydın, a.g.m., s. 1399. 38 TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 36, 39. 37 175 uygulamaların ettirilecektir.39 hepsi yeni düzenlemeye kadar devam Tartışmalardan yeni bir mülki örgütlenme düzenlemesinin zorunlu hale geldiği çıkarılabilir. Özellikle savaş sonrasında yeni toplumsal ve ekonomik koşullar gereği mülki taksimatın işlevsiz kaldığı dönem içinde dile getirilmektedir. Halihazırda bir düzenlemenin yapılmakta olduğu ve Dahiliye Vekaleti’nce hazırlıkların devam ettiği söylenecektir.40 Müstakil ve mülhak liva karışıklığının ortadan kalkması ancak 1924 yılında alınan bir TBMM Heyeti Umumiye kararıyla mümkün olacaktır. 8 Mart1924 günlü içtimada alınan 82 numaralı kararla Beyoğlu ve Üsküdar dışındaki mülhak livaların müstakilen idaresi sağlanacaktır. Böylece mülhak olan sekiz livanın vilayetleriyle bağlantısı kesilmiş olacaktır.41 Uzunca süre tartışılan (ama bir türlü tamamlanamayan) diğer bir düzenleme “İdarei Kura ve Nevahi” tasarısıdır. Nevahi Kanunu olarak anılan tasarı 1921 yılından beri dönem dönem tartışılmakta ama bir türlü bitirilememektedir. 1923 yılında da benzer şekilde tasarının tamamlanması gereken çok az kısmı kalmasına rağmen yılın başında ve sonunda olmak üzere iki dönemde tartışılacak ama layihanın yasalaşması mümkün olmayacaktır. Konunun 1923’te ilk gündeme gelişi nahiye şuralarının yargısal yetkileriyle ilgilidir. Bu bağlamda şuraların yargısal yetkilerinin Anayasal olarak bulunduğu ama bunun doğrudan kendileri tarafından kullanılmasının zorunlu olmadığı tartışılmıştır. Tezlerden biri meslekten gelme hâkimlerin dahi kararları yanlış olabilirken yetkin olmayan insanların kararlarının adil olamayacağıdır. Karşıt görüş ise insanların taşrada sorunlarını ağa ya da ileri gelenlere taşıdıklarını, “nevahiye salâhiyeti kazaiye [yargılama yetkisi] vermekle aynı zamanda TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 64. TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 64. 41 Nuray Ertürk Keskin, Türkiye’de Devletin Toprak Üzerinde Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009, s. 289 vd. 39 40 176 halkın, şunun, bunun elinden gayriresmî tesirattan kurtulmasını” sağlayacağını savunmuştur.42 Yargı yetkisinin verilmesi konusunda karar kılınacak ama Nevahi Kanunu tartışmaları kesilecektir. Daha sonraki bir içtimada konu tekrar gündeme gelecek olsa da usul/içtüzük gereği görülemeyecektir.43 Nisan ayında seçim kararı alınınca da Meclis tekrar toplanıp konuyu ele alana kadar uzunca bir süre geçecek, ancak yılın sonlarına doğru Nevahi Kanunu tekrar gündeme getirilebilecektir. Ekim ayındaki içtimalarda Nevahi tasarısında görüşülmeyen çok az madde kaldığı, 280 maddeden 190 tanesinin görüşüldüğü, geriye sadece mali konular ve tapu meselelerinin kaldığı söylenerek bir an önce görüşülmesi talep edilecektir.44 Buna rağmen tasarı bir türlü görüşülemeyecektir. 20 Ekim’de Meclis gündemine gelen bir layihada Nevahi Kanunu’nun bazı illerde uygulanması önerilmektedir. Bir çeşit pilot bölge uygulaması anlamına gelecek “Nevahi Kanununun bâzı mahallerde tecrübeten tatbiki hakkında lâyihai kanuniye” Dahiliye Encümeni’ne gönderilmiştir. Bu layihanın, Nevahi tasarısının kabul edildikten sonra, deneme amaçlı dar bir bölgede uygulanmasını öngördüğü düşünülebilir. Yıl içerisinde son kez 22 Kasım’da bir an önce görüşülmesi talebiyle gündeme gelecek olan Nevahi Kanunu 1923’te yasalaşamayacaktır. Nevahi Kanunu tartışmalarında Tunalı Hilmi Bey’in Meclis’e yansıyan itirazı ilginçtir. Tunalı Hilmi Bey kanun görüşmelerinde bir çeşit ölçek tartışması yürüterek eğer bu alan düzenlenecekse önce köyden başlanması gerektiğini vurgulayacaktır. Köy Kanunu yapılması gerektiğini vurgulayan Tunalı Hilmi, köyün ve muhtarın durumunu netleştirmeden nahiyenin düzenlenemeyeceğini, nahiyelerin de nihayetinde köylerden oluşacağını belirtmektedir. Bu itiraz, değerlendirilmesi gereken bir itiraz olarak görünse de Meclis’te pek itibar edilmeyen bir öneri olarak kalacaktır. Buna rağmen Nahiye Kanunu tasarısı tamamlanamadan önce Köy Kanunu İlgili tartışma için bkz. TBMM ZC, D: 1, C: 27, İ: 174. TBMM ZC, D: 1, C: 28, İ: 9. 44 TBMM ZC, D: 2, C: 2, İ: 32. 42 43 177 çıkarılacaktır. Tunalı Hilmi Bey Köy Kanunu tartışmalarında en fazla söz alan mebus olacak ve 1924 yılında Köy Kanunu tartışmalarındaki en önemli isimlerden birisi ve konunun en heyecanlı savunucusu olacaktır:45 Kanunun bir an önce çıkması için elinden geleni yapan Tunalı Hilmi Bey, Kanun kabul edildikten sonra ‘Sekiz milyon Türk köylüsü namına söylüyorum: Yaşasın Türkiye Büyük Meclisi!..’ diye bağırmaktan kendini alıkoyamamıştır. Hatta Köy Kanunu’ndan bir ay sonra kabul edilen Teşkilatı Esasiye Kanunu’nun kabulünün ardından dahi ‘Bütün muvafakkiyetinize rağmen gene yaşasın Köy Kanunu!’ diyerek konuya dair sevincinin hala sıcak olduğunu göstermiştir. Bu dönemde 1930’lu yıllara kadar sarkacak olan belediye yasasının ilk hazırlıklarını da görmek mümkündür. Nevahi Kanunu çıkarılamadan belli aralıklarla belediye layihalarının haber yapıldıkları, dönem dönem tasarılar hazırlandığı ama bunların yasalaşamadığı görülmektedir. Bu çerçevede 1924 yılının hemen başında konuyla ilgili bir düzenleme yapıldığı haber olacak,46 16 Şubat’ta Ankara Şehremaneti yasası ile, belediyelerle ilgili düzenleme yapılana kadar, İstanbul ve Ankara’da yerel hizmetlerin örgütlendirilmesi amaçlanacaktır. 1924 yılında siyasetçilerin yerel yönetim tasarılarının köy, kasaba, şehir ve büyük şehir olarak dörtlü bir ölçeklendirme içerdiği anlaşılmaktadır. Köy Kanunu tartışmalarında Genel Kurul’a “köy, kasaba, şehir ve büyük şehir kanunları namıyla dört belediye kanunu”nun sunulacağı belirtilmektedir. “Bu çerçevede öncelikle en küçük birim olarak köy düzenlenmektedir. İlk kanunun, idarenin en küçük birimi olan köyün düzenlenmesine dair çıkarılmasının nedeni aşağıdan yukarıya, küçükten büyüğe, özelden genele gidilmesinin tercih edilmesinden kaynaklanmaktadır.47 Bunların dışında diğer ölçekler için de tasarılar olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten de M. Burcu Bayrak, “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal Kuruluş”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, (Ed. Nuray Ertürk Keskin), Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1557. 46 Hakimiyeti Milliye, 04.01.1924. 47 Bayrak, a.g.m., s. 1559. 45 178 1924 yılından belediye yasasının çıkacağı 1930 yılına dek farklı layihaların (en azından) basında yer aldığı görülmektedir. Buna rağmen düzenlemelerin yapılması 1930’lara kalacaktır.48 YÜKSEK MAHKEMELERİ SÜREKLİ HALE GETİRME ÇABASI 1923 yılının bir diğer önemli yasama konusu da yüksek mahkemelerin düzenli hale getirilmesine dönük düzenlemelerdir. Seçimden sonra Meclis’te yürütülen tartışmalarda adli yapıda bir düzenleme talebi olduğu öne çıkmaktadır. TBMM, Meclis hükümeti sistemi gereği adli konularda da en üst mercidir. Yılın ilk yarısında özellikle hıyaneti vataniye, idam kararları, men-i müskirat uygulamaları ve kimi adi suçlarda “yargı işlevi”ni yerine getirmiştir; Meclis’te neredeyse 1923 yılında çıkarılan yasa sayısı kadar yargısal karar alınmıştır. Yıl içerisinde mebuslardan, Meclis’in yargılama yapmasına dönük eleştiriler gelmiştir. Eleştiriler, konunun uzmanları tarafından ele alınamaması, tarafların dinlenememesi ve karar vermenin Meclisin asıl işlevini yavaşlattığı, Meclisin siyasal bir meclis olmasına rağmen adli kararlarla uğraşmak zorunda kalmasına dönük itirazlarda yoğunlaşmaktadır. Yıl içerisinde İstiklal Mahkemeleri, Danıştay’ın bulunmaması, yüksek mahkemelerin geçici olarak ve savaş gereği farklı vilayetlerde kurulmuş olması gibi pek çok konu hakkında düzenleme yapılması talep edilecektir. Bu alanda bugünkü Yargıtay’a (Heyeti Temyiziye) ve Sayıştay’a (Divan-ı Hazırlanan belediye layihalarının/tasarılarının Meclis’te görüşüleceği ile ilgili birkaç haber örneği için 16.06.1925, 16.02.1926, 01.05.1926 günlü Hakimiyeti Milliye nüshalarına bakılabilir. Ayrıca bkz. “Aslı Yılmaz, 1926: Devrimin Toplumsal - Ekonomik İlişkilerinin Hukuki Kuruluşu ve Yönetsel Omurgası”, s. 1929 vd. 48 179 Muhasebat) denk gelen iki yüksek mahkeme düzenlenecektir.49 Danıştay’ın düzenlenmesi ve çalışır hale gelmesi ise 1924’e, diğer deyişle yeni Anayasa’ya kalacaktır. Heyeti Temyiziye önerisi Ekim ayında Meclis’e getirilecektir. Daha öncesinde savaş şartları gereği Sivas’ta kurulan geçici mahkeme (Muvakkat Heyeti Temyiziye) savaşın da bitmesiyle düzenli bir hale getirilmek istenmektedir. 8 Kasım tarihli Muvazenei Maliye Encümeni mazbatasında Heyet’in Eskişehir’e nakli öngörülmekteyken, 4 Kasım tarihli Adliye Encümeni mazbatasında geçici Heyeti Temyiziye yerine Konya’da kurulacak bir Temyiz Mahkemesi önerilmiştir.50 TBMM’deki tartışmalar neredeyse doğrudan Mahkeme’nin kurulacak olduğu vilayete odaklanmıştır denebilir.51 Bir diğer tartışma da savaş dönemindeki Mahkeme üyelerinin bir kısmının “güvenilir olmamaları”yla ilgilidir. Zamanın hükümeti aleyhinde çalışmış bir kişinin bu mahkemede savcı olduğunu ifade eden Mazhar Müfid Bey, böyle isimlerin olabileceğini bu nedenle mahkeme üyelerinin yeniden seçilmesi gerektiğini ve böyle kişilerin görevden alınmasını hükümetten talep edecektir. Görüşmelerin sonunda layihalar birleştirilecek, Mahkeme’nin kurulacağı yer olarak ulaşımın kolaylığı ve gelen davaların yoğun olduğu İstanbul ve İzmir ve diğer seçeneklere göre daha yakın olması nedenleriyle de Eskişehir’de karar Sayıştay’ın yüksek mahkeme olarak görülüp görülemeyeceği yönündeki tartışmalar bu başlıklandırma içinde ihmal edilmiş, Sayıştay da yüksek mahkeme sayılarak incelenmiştir. 50 TBMM ZC, D: 2, C: 3, İ: 52. 51 Sivas mebusları Mahkeme’nin orada kalması gerektiğini savunmuş, örneğin Sivas mebusu Rahmi Bey “Büyük Millet Meclisinin Sivas için verdiği bir şerefi bugünkü Hükümet”in kaldırmak istediğini bu nedenle de Hükümeti protesto ettiği söylemiştir. Encümenlerin görüşleri ise ulaşım şartları ve mahkemelerin iş yoğunluğu çerçevesinde Eskişehir veya Konya’da kurulması üzerinde odaklanmıştır. Adliye Vekili konunun bir vilayetten çok “menafii umumiyei millet” meselesi olduğunu ifade edecektir. Bir davanın geç sonuçlanması ya da sonucunun geç ulaştırılması durumunda adaletin temin edilemeyeceğini belirtmiştir. 49 180 kılınacaktır. 371 sayılı “Heyeti Temyiziye Merkezinin Eskişehir'e Nakline ve Teşkilâtının Tevsiine Dair Kanun” ismiyle yayımlanacak düzenlemeyle Sivas’ta bulunan Muvakkat Heyeti Temyiziye, Eskişehir’e “Mahkemei Temyiz” adıyla taşınmış olacaktır. Mahkeme’ye bir de sulh hukuk dairesi ilave edilecek böylece “Mahkemei temyiz; şer'iye, hukuk, ceza, istida ve sulh hukuk dairelerinden mürekkep” bulunacaktır. Düzenlenen diğer yüksek mahkeme ise Divan-ı Muhasebat’tır.52 TBMM’nin mali olarak denetlenmesi ve genel mali denetim, 1923 yılının sonlarına kadar TBMM içinde bir Encümen/Komisyon tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun yanında düzenli bir yapının kurulmasına kadar, denetim bazen İstanbul ve Ankara’daki daireler eliyle bazense gönderilen denetleyicilerle denetim yapılmıştır. Savaş sonrası dönemde, İstanbul’da kalan Divan-ı Muhasebat murakıplarından Faik Bey’in Divan mührüyle beraber Ankara’ya geçmesi ve yine Faik Bey’in Divan-ı Muhasebat’ta tek başına memur edilmesiyle “Ankara’daki Sayıştay bir Murakıp, bir mühürle” çalışmaya başlayacaktır.53 1920 yılı “bütçesinde” de İstanbul’daki diğer kurumlar için yapıldığı gibi Divan-ı Muhasebat için de bir ödenek ayrılmış ama İstanbul’daki başkanlık da çalışmaya devam ettiğinden Ankara’daki Sayıştay için bir başkan seçilmemiş, Sayıştay’ın varlığı bir iskelet kadro olarak kalmış ve bu ödenek kullanılmamıştır. 1921 ve 1922 yıllarındaysa herhangi bir ödenek ayrılmamıştır.54 1922 yılında Avans Kanunu’na madde eklenmiş ve “Meclis içinden bir komisyon seçilmesi ve Sayıştay kurulana kadar bütçe denetiminin komisyon tarafından yürütülmesi öngörülmüştür.” Murakebe Heyeti adı verilen bu yapı, Devlet gelirlerinin toplanması ve giderlerinin saptanması hakkında Meclis’e her üç ayda bir rapor vermekle görevlendirilmiş; bütçe Divan-ı Muhasebat’ın düzenlenmesi yukarıda değinilen mali merkezileşmeyle beraber yürüyen bir süreç olarak görülmelidir. 53 Gürhan; Altun, “Cumhuriyetimizin Birinci Yılında Sayıştay”, Sayıştay Dergisi, S: 30, 1998, s. 95. 54 a.k., s. 96. 52 181 denetimi görevini üstlenmiştir.55 22 Şubat 1922’de kurulan Murakebe Heyeti 16 Nisan 1923’te seçimlerin yenilenmesine karar verilene kadar varlığını sürdürmüş, 29 Nisan 1923’te alınan bir kararla yine 1920’deki haline56 diğer deyişle İstanbul ve Ankara olmak üzere iki daireden oluşan biçimine dönmüştür. Seçimler tamamlandıktan sonra Divan-ı Muhasebat yine gündeme gelmiştir. 27 Ağustos tarihli tasarıda başkanı TBMM tarafından seçilmiş olan bir yapı öngörülerek, erkleri elinde bulunduran TBMM ile Divan-ı Muhasebat’ın ilişkisinin (çoğu ülkede var olan Parlamento dışından denetim uygulamasının aksine) kesilmemesi önerilmiştir. 24 Eylül günlü içtimada yürütülen tartışmalardaki ilk itiraz bu düzenlemenin uygulanamayacağına dönüktür. İtirazda denetimi yapabilecek olan taşra teşkilatının bulunmadığı hatırlatılmış buna rağmen en azından merkezi idarede bu yapının kurulmasında karar kılınmıştır.57 Uzunca bir süre kurulması talep edilmiş olan Divan-ı Muhasebat’ın kuruluş tartışmaları çok uzun sürmemiş ve asıl odak üye seçim usulü olmuştur. Öncelikle Divan-ı Muhasebat “heyeti”nin TBMM tarafından seçilmesine karar verilmiştir. Divan-ı Muhasebat’ın TBMM adına denetim yapacağı ve bu nedenle merkezinin TBMM tarafından oluşturulması konusunda anlaşılmıştır. Bu husustaki tartışma, üyelerin TBMM “harici”nden olmasıyla sınırlı kalmıştır. Mebuslar içinden uygun liyakatta olanların aday olabileceği ama mebusluktan istifa etmeleri gerektiğinde uzlaşılmış ve ilgili madde “… rüesa ve azalar erbabı ihtisas meyanından Meclis Heyeti Umumiyesince reyi hafi ve ekseriyeti mutlakayla hariçten intihabolunur.” biçiminde düzenlenmiştir (m. 2). Divan-ı Muhasebat başkan ve üyelerinin azlini “Meclisi Millinin ekseriyetince tasdik” şartına bağlanmıştır. Kanun bu haliyle ve 374 sayısıyla yayımlanmıştır.58 Ahmed Akgündüz, Arşiv Belgeleri Işığında Sayıştay Tarihi, Sayıştay Yayın İşleri Müdürlüğü, Ankara, 1997, s. 141 vd. 56 Gürkan; Altun, a.g.m., s. 97. 57 TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 57. 58 "Dîvân-ı Muhâsebâtın Sûret-i İntihâbına Dâir Kânun", Ceridei Resmiye, 06.12.1339 [1923]/46. 55 182 Sayıştay “Büyük Millet Meclisine merbut varidat ve masarifatı Devleti onun namına” denetimle sorumlu tutulan (m. 1) bir Divan olarak örgütlenmiştir. Üyelerin seçimi 3 Aralık günlü içtimada tartışılmış, yeni düzenleme gereği üyelerin baştan seçilmesi gerektiğinde karar kılınmıştır. Seçim usulü belirlenmemiş olduğundan Muvazenei Maliye ile Kavanini Maliye Encümenleri (Komisyonları) ile Maliye Vekili’nden oluşacak ortak bir Heyet’in kurularak adayları bu Heyet’in belirlemesine karar verilecektir. Belirleme sürecinde Reisievvel ve reisisaniler için iki kat aday, (daha sonra belirlenecek olan) diğer üyeler içinse dört kat adayın, kısa mesleki tecrübe ve özgeçmişleriyle beraber belirlenmesi kararlaştırılacaktır.59 Bu usulle belirlenen adaylar 12 Aralık günlü toplantıda seçileceklerdir.60 1920’lerde ya da seçim döneminde hükümetçe tesis edilen Divanı Muhasebat’ı düzenli bir yargı organı olarak görmek pek mümkün değildir. Kasım 1923’ten itibaren kurulan yapı hem yasal dayanak hem de kuruluşu itibariyle düzenli bir organın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu düzenlemeyle kurulan yapı 1924 Anayasası’nda da büyük ölçüde korunacak ve Anayasa’da yerini bulacaktır. Kurumun ülke genelinde çalışması ancak 1924 ve sonrasında mümkün olacaktır. Buna rağmen merkezi yapıda bir mali denetim organı olarak “Sayıştay”ın kurulması 1920’ler boyu izlenebilecek merkezileşmenin mali idare ve denetim için ilk aşamasıdır. SONUÇ Kurtuluş Savaşı’ndan 1930’lara kadar olan süreçte siyasal ve yönetsel merkezileşme eş zamanlı olarak ilerlemiştir. Savaş halinin sürdüğü ve henüz Lozan barışına imza atılmadan önceki dönem adına düzenli bir idarenin ve istikrarlı bir siyasal iktidarın TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 65. Reisievvel olarak 170 oyun 134’ünü alan Fuad Bey seçilmiştir. Reisisanilikler için ise 169 oy kullanılmış ve Salih Vahid Bey 133, Faik Bey 119, Remzi Bey 87 oy alarak Reisisani seçilmişlerdir. Diğer üyelerin de belirlenmesiyle Divan-ı Muhasebat kurulmuş olacaktır. TBMM ZC, D: 2, C: 4, İ: 66. 59 60 183 tam olarak kurulabildiğini söylemek oldukça zordur. Tersinden söylenirse siyasal iktidarın güçlenerek çıkacağı genel seçim ile uluslararası alanda tanınmayı tam haliyle getiren ve yeni bir savaş ihtimalini ortadan kaldıran Lozan Antlaşması, siyasal ve yönetsel olarak düzgün işleyen bir yapının kurulmasını mümkün kılacaktır. Genel seçim sonrasında kurulan yapıda hem bir siyasal özne olarak Halk Fırkası Grubu egemen olmuş hem de bir önceki Meclis içindeki muhalif gruplar etkisizleştirilmiştir. Bundan sonrası için iç güvenliğin sağlanmasına yönelinmiş, özellikle Ege’deki silahlı gruplar ortadan kaldırılmıştır. Ek olarak İstanbul merkezli muhalifler ve gazeteciler siyasal iktidar tarafından İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmış ve (en azından 1923 yılı için) etkisizleşmişlerdir. 1923 yılında düzenli bir örgütlenmesi ve işleyişi olmayan yönetsel yapı kurumsallaşmaya doğru yönelmiş, en azından Anayasa yapılana kadar bu yolda adımlar atılmaya başlanmıştır. Bu çerçevede mülki örgütlenmeyle ilgili tavır netleşmiş ve alanın düzenlenmesi 1924 Anayasası’na bırakılmıştır. Nevahi Kanunu’ndan “vazgeçilmeye” başlanmış, onun yerine köy ve belediyelerin düzenlenmesi çalışmaları gündeme gelmiştir (Bu çalışmalar da yine 1924 yılına sarkacaktır). Adli örgütlenme açısından yüksek mahkemeler olarak andığımız Divan-ı Muhasebat (Sayıştay) ve Heyeti Temyiziye (Yargıtay) baştan kurulmuş ve düzenli işler hale getirilmeye çalışılmıştır. Şurayı Devlet (Danıştay), yıl içinde sıkça dile getirilmesine rağmen yeni Anayasa’nın yapılışına kadar bekletilmiştir. Mali açıdan bakıldığında vergi yasalarıyla ilgili düzenlemelerin yanında bütçelerin geçici olmaktan uzaklaştırılması yönünde bir çaba görülecektir. Bunun için mebuslardan gelen önerilerin haklı olduğu vurgulanmış ama 1923 mali yılı için ayrıntılı bir bütçe hazırlanamamıştır. Bütçenin hazırlanması 1924 yılına kalacaktır. Bahsettiğimiz düzenlemelerin neredeyse hepsi süreç itibariyle 1924 yılında “tekemmül” edecektir. Hem savaşın sonu ve barış dönemine geçiş hem de düzenli bir yönetsel aygıtın kurulması, büyük ölçüde 1924 yılında Anayasa’nın kabulüyle gerçekleşecek ve Anayasa tarafından öngörülen yapı uzun süre 184 varlığını koruyacaktır. Bu nedenle düzenli yapının kurulduğu ve işlediği dönemi Anayasa’nın kabulüyle başlatmak uygun görünmektedir. 1923 yılı ise bu bağlama oturtularak incelenmelidir. 1923, bir geçiş yılı olarak nitelendiğinde, siyasal olayların gölgesinde kalan yönetsel örgütlenmeyle ilgili bilgiler yeni bir anlam kazanmaktadır. 1923 yılında yapılan tüm yönetsel düzenlemeler savaş hali ve asıl amacı savaşı kazanmak olan yapının örgütlenmesinden, düzenli ve istikrarlı olarak işleyen bir yapıya geçişin izlerini taşır. Yönetimin yeniden düzenlenmesi ancak siyasal olarak güvenli hale getirilmiş bir ortamın varlığıyla mümkündür. Hem Lozan hem de genel seçimler, yönetsel düzenlemeleri yapabilecek bir siyasal iktidarın ortaya çıkmasının önkoşulu olmuştur. Bu nedenle 1923 yılı siyasal kuruluş yılı olarak nitelenebilir. Siyasal “kuruluş” gerçekleştikten sonra iktidar yönetsel düzenlemeleri yapabilme yetisini kazanmış ve hemen ikinci yasama dönemiyle beraber başta Anayasa çalışmaları olmak üzere tüm alanın düzenlenmesine geçilebilmiştir. 1923 yılı bu nedenle savaş döneminden düzenli yapıya geçişin gerçekleştiği yıldır. 185 KAYNAKLAR Akın, Rıdvan, “1920’ler Anadolu’sunda Yerel Demokrasi Girişimi: İdare-i Kurâ ve Nevahi Kanunu Layihası”, Toplumsal Tarih, Cilt: 6, Sayı: 32, Ağustos 1996, s. 31-41. Akgündüz, Ahmed, Arşiv Belgeleri Işığında Sayıştay Tarihi, Sayıştay Yayın İşleri Müdürlüğü, Ankara, 1997. Aybars, Ergün, İstiklal Mahkemeleri, C: I-II, 1920-1927, Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayınları No: 1, İzmir, 1988. Aydın, Recep, “1923: Savaşın Sonu ve Yeni Rejimin İlanı: Cumhuriyet”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, (Ed. Nuray Ertürk Keskin), Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1327-2541. Bayrak, M. Burcu, “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal Kuruluş”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 19191929, (Ed. Nuray Ertürk Keskin), Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1541-1737. Demirel, Ahmet, Birinci Mecliste Muhalefet: İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul, 1995. Eroğlu, Hamza, “Türkiye Cumhuriyeti’nin İlanı”, http://www.atam.gov.tr/dergi/sayi-16/turkiye-cumhuriyetininilani (28.03.2014). Gürhan, H. Hüseyin; Altun Muhsin, “Cumhuriyetimizin Birinci Yılında Sayıştay”, Sayıştay Dergisi S: 30, 1998, s. 94-120. http://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa21.htm (17.02.2014). Kaynak Yayınları, Atatürk’ün Bütün Eserleri, C: 14 (1922-1923), Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004. Keskin, Nuray Ertürk (Editör), Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 19191929, Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 1-2, Ankara, 2012. 186 Keskin, Nuray Ertürk, Türkiye’de Devletin Örgütlenmesi, Tan Kitabevi, Ankara, 2009. Toprak Üzerinde Koçak, Cemil, Umûmî Müfettişlikler (1927-1952), İletişim, İstanbul, 2003. Oran, Baskın vd., Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, C: 1 (1919-1980), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002. Ortaylı, İlber, Türkiye’nin Yakın Tarihi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2012. Sezgin, Ömür, Türk Kurtuluş Savaşı ve Siyasal Rejim Sorunu, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1984. Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2007. Yılmaz, Aslı, “1926: Devrimin Toplumsal - Ekonomik İlişkilerinin Hukuki Kuruluşu ve Yönetsel Omurgası”, Açıklamalı Yönetim Zamandizini: 1919-1929, (Ed. Nuray Ertürk Keskin), Ankara Üniversitesi SBF, Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi, Yayın No: 8, Cilt: 2, Ankara, 2012, s. 1737-1909. Yararlanılan Diğer Kaynaklar Ceridei Resmiye Düstur, Tertip 3, C. 3-5. Hakimiyeti Milliye Gazetesi, No: 701-1007. TBMM Gizli Celse Zabıtları (TBMM GCZ), (Dönem I-II), Cilt: III-IV, TBMM Zabıt Ceridesi (TBMM ZC), I. Dönem, Cilt: XXVI-XXIX; II. Dönem, Cilt: I-IV. 187 188 MECLİS TUTANAKLARI ÜZERİNDEN 1924 TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU TARTIŞMALARI M. Burcu Bayrak Özet Anayasa, kanun, deklarasyon ve manifesto gibi metinler incelenirken, genellikle bunların içerikleri, sebep ve sonuçları tartışılmakta ve değerlendirilmekte; buna karşın bu metinlerin hazırlık sürecinde yapılan tartışmalar göz ardı edilmektedir. Bu tartışmalar tüm tabloyu görmek ve belli bir dönemin tarihsel koşullarını anlamak için en önemli göstergelerden biridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Anayasası olan 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu da aynı yaklaşımla ele alınmıştır. Anayasanın içeriği ve sonuçları hakkında çok sayıda çalışma olmasına rağmen, Anayasa maddelerinin Meclis görüşmeleri ile ilgili yapılan tartışmalara yer veren çalışma sayısı oldukça azdır. Bu çalışma, bu boşluğu doldurmayı ve Anayasanın oluşturulması esnasında yapılan tartışmaları göstermeyi amaçlamaktadır. Bu tartışmaları görmek için, Kanuni Esasi Encümeni tarafından hazırlanan Anayasa taslağı ve maddeler hakkında yapılan görüşmeler incelenmiştir. Bu tartışmalar ve konuşmalar, o dönemin şartlarını anlamada bütünsel bir bakış açısı sağlamaktadır. Anahtar Sözcükler: 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Kanuni Esasi Encümeni, Meclis, rejim değişikliği, anayasal kuruluş. Arş. Gör. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü. Bu makale, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırmaları Merkezi (KAYAUM) yönetiminde hazırlanan Türk İdare Tarihi (TİDATA) Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928 Araştırmasında yer alan “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal Kuruluş” başlıklı makaleden türetilerek hazırlanmıştır. M. Burcu Bayrak, “1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal Kuruluş” Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928, TİDATA, AÜ SBF KAYAUM No: 8, Cilt: II, Ankara, 2012, s. 1541-1735. 189 GİRİŞ 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu üzerine bilgilerin büyük bir kısmı; Kanunun karşılaştırmalı olarak incelenmesi, yapısı, özellikleri ve devletin örgütlenme biçimine ilişkin maddelerinin yorumlanması şeklindedir. Bu çalışma, farklı bir yol benimseyerek, Anayasa yapım sürecinin tüm evrelerini birincil kaynak olan Meclis tutanakları, dönemin diliyle zabıt cerideleri, üzerinden incelemeyi amaçlamaktadır. Bu bakımdan çalışmanın birinci aşamasında Meclisteki müzakerelere yer verilecektir. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, Büyük Millet Meclisi’nde, Mart ve Nisan ayı boyunca tartışılmıştır. Çalışmada, görüşmelerin yapıldığı her bir içtima (oturum) için ayrı bir başlık açılmış ve tartışmaların ana ekseni belirlenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın ikinci aşamasında, Anayasanın biçimsel özelliklerine ve Anayasada gerçekleştirilen değişikliklere yer verilmiştir.1 Aşağıda önce Anayasa yapım sürecinin niteliği tartışması yürütülerek Meclisin kuruculuğu tartışmasına yer verilecek, ardından yukarıda bahsi geçen bölümler ayrıntılandırılmaya çalışılacaktır. TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU’NUN OLUŞUM AŞAMASI VE KURUCU MECLİS TARTIŞMASI 1924 Anayasası ile ilgili Meclis Tutanakları okunduğu zaman, göze çarpan ilk nokta Meclise konuyla ilgili bir kanun teklifi gelmemesidir.2 Bu durum yeni bir Anayasa hazırlama gerekliliğinin, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra doğal olarak görüldüğü şeklinde yorumlanabilir. Nitekim 1921 Anayasasının yürürlükte olduğu 29 Ekim 1923’te kabul edilen ‘Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Tevzian Tadiline Dair 364 sayılı Kanun’ ile ilgili olarak yaptığı Bu maddeler ve değişiklikler tablolaştırılarak Ek-1’de sunulmuştur. Tahsin Bekir Balta, Önsöz, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri içinde, Şeref Gözübüyük ve Zekai Sezgin, AÜ/SBF İdari İlimler Enstitüsü Yayını, Yayın No: 3, Ankara, 1957, s. XI. 1 2 190 konuşmada Yunus Nadi Bey (Menteşe), “…İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi; şimdi bir kısmını teklif ettiğimiz ve kısmı diğerini peyder pey nazarı tasvibinize arz edeceğimiz ikmalat ve tadilat ile bu kurduğumuz esası takviye ve ila edecektir…”3 diyerek “kurulan esasa” yani Cumhuriyete dikkat çekmiş, yapılan ve yapılacak değişikliklerin doğallığına vurgu yapmıştır. Buna ek olarak “Encümen bu hazırlığı, Anayasa önerisi, tartışma ve kabulünü düzenleyen bir hüküm olmamasından da yararlanıp kendiliğinden yapabilmiştir.”4 1924 Anayasasının Encümen’den gelen haline ve maddelerin tartışılmasına geçilmeden önce değinilmesi gereken konu Anayasayı hazırlayan Meclisin “Kurucu Meclis” niteliği taşıyıp taşımadığıdır. Bilindiği üzere 23 Nisan 1920’de göreve başlayan Birinci Büyük Millet Meclisi, rejimin değiştirilmesinin önünde herhangi bir engel olmaması için “olağanüstü yetkili bir Meclis” sıfatıyla toplanmıştır. Mustafa Kemal Paşa, Meclis’i neden “kurucu” değil de “olağanüstü yetkili” şeklinde ifade ettiğini şöyle anlatmaktadır:5 “…Ben ilk yaptığım karalamada ‘Kurucu Meclis’ deyimini kullanmıştım. Amacım da toplanacak meclise devletin yönetim biçimini değiştirme yetkisi verilmesini ilk anda sağlamaktı. Ancak bu terimin kullanılmasındaki amacı gereği gibi açıklayamadığım için ya da açıklamak istemediğim için, halkın alışkın olmadığı bir terimdir diye, Erzurum ve Sivas’tan uyarıldım. Bunun üzerine ‘olağanüstü yetkili bir meclis’ demekle yetindim.” Dolayısıyla Meclisin açılışını takiben 20 Ocak 1921’de kabul edilen 1921 Anayasasının, bu “olağanüstü yetkili” denilen “kurucu” niteliğe sahip Meclis tarafından yapıldığı konusunda kuşku yoktur. Meclis, 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılmasından sonra kuruculuğunu gizleme durumundan tamamen kurtulmuştur. 1 Nisan 1923’te seçim kararı alınmasının6 ardından İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi 11 Ağustos TBMM ZC, C. 3, D. 2, İ. 43, s. 90. Murat Sevinç, Anayasa Yazıları, İmaj Yayınevi, Ankara, 2011, s. 10. 5 Atatürk, Nutuk, s. 349. 6 TBMM ZC, C. 28, D. 1, İ. 15, s.294. 3 4 191 1923’te7 görüşmelere başlamıştır. 1924 Anayasasını hazırlayan ve kabul eden İkinci Türkiye Büyük Millet Meclisi de, Birinci Meclis gibi, 1921 Anayasasına göre hareket etmektedir ve 1921 Anayasasında Meclisi kısıtlayıcı bir madde bulunmamaktadır.8 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla kabul edilen “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Bazı Maddelerinin Tevzian Tadiline Dair 364 sayılı Kanun” da konuyla ilgili hüküm getirmemektedir. 9 Sonuç olarak denilebilir ki saltanatın kaldırılması, Cumhuriyet’in ilanı ve hilafetin ilgasıyla kendisinden daha üstün bir güç bırakmayan Türkiye Büyük Millet Meclisi, 1924 Anayasasının kabulüne kadar “kurucu meclis” niteliğini sürdürmüştür. Hem Birinci hem İkinci Meclis döneminde bu niteliğini sınırlayan tek bir istisna bulunmaktadır; o da 11 Mart 1924 tarihinde kabul edilen 83 sayılı “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Ekseriyeti Mutlakanın Sülüsan Ekseriyetiyle Kabul Edilmesine Dair Heyet-i Umumiye Kararı”dır.10 Bu karar ile Anayasanın kabul şartlarını belirleyen Meclis, Anayasaya diğer kanunlardan farklı bir yer vererek hem üstünlüğüne vurgu yapmış hem de “olağanüstü” olan yetkisini sınırlamıştır. KANUNİ ESASİ ENCÜMENİ VE HAZIRLANAN TASARI Yunus Nadi Bey (Menteşe) Başkanlığındaki Kanuni Esasi Encümeni11 tüm tasarıyı tamamlayıp, 9 Mart 1924’te Meclis’e sunmuştur.12 Tasarı, Kanuni Esasi Encümeni sözcüsü Celal Nuri Bey’in (Gelibolu) yaptığı konuşma ile açıklanmıştır. TBMM ZC, C. 1, D. 2, İ.1. TBMM ZC, C. 7, D. 1, İ. 1, s. 321-339. 9 TBMM ZC, C. 3, D. 2, İ. 43, S. 89-98. 10 Düstur, Tertip 3, Cilt: 5, s. 677. 11 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu hazırlayan Encümen’in Reisi Yunus Nadi Bey (Menteşe), Mazbata Muharriri Celal Nuri Bey (Gelibolu), Katibi Feridun Fikri Bey (Dersim) idi. Azaları ise Ali Rıza Bey (Kırşehir), İlyas Sami Bey (Muş), Avni Bey (Bozok), Ebubekir Hazım Bey (Niğde), Refet Bey (Bursa), İbrahim Süreyya Bey (İzmit), Mahmut Bey (Siirt), Faik Bey (Ordu) ve Ahmet Süreyya Bey (Karesi) oluşturmaktaydı. 12 TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 7, s. 213-223. 7 8 192 Konuşmasına “Muhterem rüfeka huzuruâlinize Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’nun lâyihasını getirmiş olmakla inkılâbın kemale gelmiş olduğunu zannediyorum”13 diyerek başlayan Celal Nuri Bey (Gelibolu), Anayasayı hazırlarken dikkate aldıkları noktaları ve hangi esaslara dayandıklarını açıklayan bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmada bahsedilmesi gereken iki husus bulunmaktadır. Bunlardan ilki tasarı hazırlanırken göz önünde bulundurulan ilkeler; ikincisi ise tasarı hazırlanırken hangi Anayasalardan yararlanıldığıdır. Doğası gereği devletin düzenlenişini belirleyen Anayasanın bunu nasıl yaptığı da yine Celal Nuri Bey’in (Gelibolu) konuşmasından anlaşılabilmektedir. Meclise sunulan tasarıda Celal Nuri Bey (Gelibolu), tasarı hazırlanırken bazı ilkelerin gözetildiğini belirterek “Bu umdelerden birincisi, milletimiz umdesidir”14 diyerek milliyetçilik ilkesini övmüştür. İkinci olarak gözetilen ilke ise kuvvetler birliğidir. Bunu “Bundan sonra Tevhidi kuva nazariyesine son derecede itina edilmiştir. Çünkü bu heyeti doğuran, bu cumhuriyeti vücuda getiren tevhidi kuva esasıdır”15 sözleriyle açıklayan Celal Nuri Bey (Gelibolu), bu iki maddeden önce ise kısaca anayasallaşma sürecinden bahsederek, gelinebilecek son noktanın Cumhuriyet olduğunu vurgulamış, Cumhuriyet’ten asla vazgeçilemeyeceğini belirtmiştir.16 Konuşmanın bütününde ise halkçılığa verilen önem belirtilerek, kuvvetler birliği ilkesi dahi “Tevhidi kuvadan anladığımız şudur: Hakkı hâkimiyet, hakkı saltanat doğrudan doğruya millete aittir”17 biçiminde tanımlanmıştır. Son olarak bütün konuşmada göze çarpan özellik Anayasanın inkılâpçı doğasıdır. “Teklifi kanunimizin membaı doğrudan doğruya millî inkılâptır. Yani bu inkılâp olmamış olsaydı buradaki mevaddı tertib etmekte yet-i kudretimiz olmayacaktı”18 diyen Celal Nuri Bey (Gelibolu) bunu açıkça ortaya koymuştur. 13 A.k., s. 224. A.k., s. 225. 15 A.k., s. 225. 16 A.k., s. 224. 17 A.k., s. 224. 18 A.k,. s. 227. 14 193 Bu konuşmadan kolayca anlaşılabilecek bir diğer husus da hangi Anayasalardan neden yararlandıkları ya da neden yararlanmadıklarıdır. İlk olarak Anayasa yapımında iki usul olduğunu belirten Celal Nuri Bey (Gelibolu), birinin Fransa’ya özgü olan parça parça kanun yapmak olduğunu; ikincisinin de kendilerinin benimsediği tek bir Anayasa çıkarmak olduğunu söylemiştir.19 Taslak hazırlanırken dikkate alınan Anayasaları ve dikkate alınmayanların neden alınmadıklarını Celal Nuri Bey’in (Gelibolu) aşağıdaki sözlerinden takip etmek mümkündür:20 “…Vazaîfin ne suretle cereyan edeceğine dair birtakım ahkâm koymak iktiza ediyordu. Bu ahkâmda telkiye ilmiyeyi de nazarı dikkate aldık, cumhuri ve meşruti devletlerin kavanini esasiyesinden başlıcalarını nazarı dikkate aldık. Bunlardan, bu usullerin iptida tatbik edildiği Fransa kavaninini gözden geçirdik. Ve Fransa kavanininden alınmış hayli ahkâmımız vardır ve sonra yepyeni kavanini esasiyeyi de nazarı dikkatten dûr tutmadık. Meselâ bunların arasında, Lehistan Cumhuriyetinin yeni ve cumhuri Kanunu Esasisini de çok karıştırdık… Bizim yaklaşmadığımız Cumhuriyet şekli Amerika'dır. Çünkü Amerika'da kuvvei icraiye, kuvvei teşriîye ayrı ayrı intihabolunur ve biri diğerini hemen hemen tanımaz. O usulü, tabiî biz burada kabul edemedik… Bundan başka nazarı dikkate alınabilecek İsviçre kanunu esasisi kalır. İsviçre'de şeklî devlet hiçbir devletin şekline benzemez. Bunun için bu kanundan istifade etmedik…” O halde Amerika, kuvvetler ayrılığına göre yönetildiği ve türlü devletlerden meydana geldiği için uygun bulunmamış; İsviçre’yle ise kendine özgü olduğu için arada benzerlik kurulamamıştır. Bunun yanı sıra Fransa’dan bazı hükümler alındığı ve Lehistan’a kuvvetler birliği esasına dayandığı için yakınlık duyulduğu anlaşılmaktadır. Celal Nuri Bey’in (Gelibolu) “…iddia edebiliriz ki bu kanunların hiçbirinden harfiyen bir madde alınmış değildir. Teklifi kanunimizin hukuku âmmeye taallûk eden bahsi, iddia edebiliriz ki yepyenidir”21 açıklamasından hareketle diyebiliriz ki tasarı hazırlanırken çeşitli Anayasalar incelenmiş; ama hiçbirinden doğrudan alıntı yapılmamıştır. 19 A.k., s. 225. A.k., s, 227-228. 21 A.k., s, 227. 20 194 Devletin düzenlenişi açısından bakıldığında ise kuvvetler birliğinin benimsenmesi, Meclisin üstünlüğünün tanındığını göstermektedir. Yasama doğrudan, yürütme dolaylı olarak Meclis tarafından yerine getirilirken; yargı ise her ne kadar Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun 8. maddesi “Hakkı kaza, millet adına, usulü ve kanunu dairesinde müstakil mahakim tarafından istimal olunur” dese de Kanun’un “ Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin yegane ve hakiki mümessili olup millet namına hakkı hakimiyeti istimal eder” diyen 4. maddesinin gölgesinde kalmaktadır. Tüm temsil hakkını TBMM’ye veren 4. maddenin yanı sıra, yürütmeye dair “Meclis, icra salahiyetini kendi tarafından müntehap Reisicumhur ve onun tayin edeceği bir İcra Vekilleri Heyeti marifetiyle istimal eder. Meclis, Hükümeti her vakit murakabe ve ıskat edebilir” diyen 7. maddeyi kabul ederek yürütmenin ‘Meclis tarafından seçilecek bir Cumhurbaşkanı ve onun seçeceği Bakanlar Kurulu eliyle’ sürdürüleceğini söylese de maddenin sonunda ‘Meclis, Hükümeti her zaman denetleyebilir ve düşürebilir’ diyerek yürütmenin de Meclise bağlı olduğunu açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla devletin temel işlevlerinin hepsi TBMM tarafından yerine getirilmektedir. Meclisin sahip olduğu bu üstünlüğün nasıl kurulduğunu anlayabilmek, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun özünü kavrayabilmek ve maddelerin kabulü sırasında nasıl tartışmalar yaşandığını görebilmek adına Meclis görüşmeleri özetlenmiştir. 9 MART 1924’TEKİ GÖRÜŞMELERİ22 TEŞKİLAT-I ESASİYE Celal Nuri Bey (Gelibolu) tasarıyı Meclise sunduktan ve konuşmasını bitirdikten sonra ilk sözü Abidin Bey (Manisa) almıştır. Kurucu Meclis, kuvvetler birliği, seçim dönemi, Bakan Yardımcıları’nın ne anlama geldiği, Meclisin Cumhurbaşkanı tarafından fesholabilmesi, Cumhurbaşkanı seçilebilme koşulları, 22 TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 7. 195 veto hakkı, Cumhurbaşkanı’nın Başkomutan oluşu gibi konularda görüşlerini açıklayan Abidin Bey, tasarının Encümen’e iadesini teklif etmiştir. İlyas Sami Bey’in (Muş) maddelere geçilmesini isteyen teklifinin ardından, Musa Kazım Efendi’nin (Konya) tümü üzerinden maddelerin de tartışılabileceğini söylemesinin ardından, tasarının Encümen’e iadesi teklifi reddedilmiştir. Söz alan Refet Bey (Bursa) Kurucu Meclis tartışmasına değinmiş, Avrupa’daki birçok ülkede ve Amerika’da iki Meclis olduğuna vurgu yaparak, Cumhuriyetin ikinci bir Meclise ihtiyacı olduğunu belirtmiştir. İkinci Meclis denilince akla ayanlardan kurulmuş bir Senato geldiği için kötü bir intiba bıraktığını; ama kastettiğinin örneğin İl Genel Meclisi tarafından seçilmiş senatörler gibi daha demokratik yollarla oluşturulacak bir Meclis olduğunu eklemiştir. Sonrasında söz alan Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak) ise konudan uzaklaşarak, tasarıda yer alan Arapça ve Farsça kelimelere dikkat çekmiş ve “Bu kanunun devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair olan maddesinin değiştirilmesi, başkalaştırılması hiçbir suretle teklif bile edilemez” maddesi için Encümen’i kutladıktan sonra, bu maddeye “Türkiye Cumhuriyeti bir Halk Hükümeti’dir” ifadesinin eklenmesini istemiştir. Son olarak da, Anayasanın Cumhuriyet'in son aşaması olarak değerlendirilmesinin yanlış olacağını belirten Tunalı Hilmi Bey, bu düşüncenin gelişmeye ve evrime ters düştüğünü belirtmiştir. Reşit Ağa (Malatya) ise yeni Anayasanın saltanat ve eski usullerden kurtulmak için yapıldığını; ama bu etkilerden kurtulmadığını söyleyerek Cumhurbaşkanı’nın Meclis dışından seçilmesine karşı çıkmıştır. “Kanunun vazifedar kıldığı mahkemenin kararı lahik olmadan hakimler cezaen mesul veyahut şahsi hürriyetlerinden mahrum edilemezler” maddesinin çıkarılmasını isteyen Reşit Ağa, bu maddenin bütün hakimler, hakimlik sıfatına sahip oluncaya kadar da kabul edilmemesini istemiştir. Mahmut Esat Bey de (İzmir) “Reisicumhur, intihabettiği kabinenin reyini alarak Meclis’i feshedebilir” maddesinin ulusal egemenliğe büyük darbe olacağını söyleyerek fesih ve veto maddelerinin çıkarılmasını istedikten sonra, söz alan Feridun 196 Fikri Bey (Dersim) yanlışları düzeltmenin yolunun ne veto hakkı ne de İkinci Meclis olduğunu söylemiştir. Çıkış yolu olarak muntazam bir Danıştay, kuvvetli bir İçtüzük ve Yüksek İktisat Meclisi kurulmalı diyen Feridun Fikri Bey de vetoyu kabul etmenin ulusal egemenlik ilkesine gölge düşüreceğini eklemiştir.23 Sözlerine, söyleyeceklerinin Mustafa Kemal’in kişiliğinden bağımsız olarak değerlendirilmesini isteyerek başlayan Halis Turgut Bey (Sivas), söz konusu olanın ulusun gelecekteki kaderi olduğunu ve Cumhurbaşkanı’nın Meclisi yenileme yetkisini anlayamadığını söyleyerek; seçim süresi ile ilgili olarak da iki yılın çok az olduğunu, Encümen’in dört yıllık önerisine katıldığını eklemiştir. İl Genel Meclisleri’nin yetkisiz olduklarını, gereken yetkinin kanunla verilmesinin daha doğru olduğunu söyledikten sonra son olarak Anayasa değişikliği için üçte iki çoğunluğun sağlanmasının gerektiğini vurgulamıştır. Bunun üzerine Hasan Fehmi Efendi (Kastamonu) tüm mebusların üçte ikisinin mi yoksa oturumdaki mebusların üçte ikisinin mi kastedildiğini sorunca, Encümen sözcüsü Celal Nuri Bey (Gelibolu), hükmün bundan sonraki değişiklikler için olduğunu ve şimdi uygulanmaması gerektiğini söylemiştir. Konuyla ilgili söz alan İlyas Sami Bey (Muş) bunun daha önce görüşüldüğünü ve üçte iki çoğunluğun reddedildiğini belirtmiştir. Reddedilenin, üçte iki çoğunluğun sağlanması için Mebuslara fazla izin verilmemesi konusu olduğunu belirten Necati Bey’den (Bursa) sonra Süleyman Sırrı Bey (Bozok), Mebusların gitmemesini ve kanunun çıkartılması için biraz sabırlı olmalarını istemiştir. Ragıp Cumhurbaşkanı’nın fesih ve veto yetkisi Grup Toplantıları’nda da tartışmalara yol açmıştır. Yunus Nadi Bey’in yazdığı Anadolu’da Yenigün adlı gazetede 24 Mart 1924’te yayımlanan ‘Hakimiyet-i Milliye’ye İlk Darbe’ adını taşıyan makale, Anayasa tartışmaları sırasında Meclis tarafından Cumhurbaşkanı’na fesih ve veto hakkının tanınmamasını eleştirmektedir. Konu 27 Mart günü Grup Toplantısı’nda gündeme gelmiş; ama bir sonraki toplantıda ele alınmasına karar verilmiştir. 29 Mart’taki toplantıda uzun süren tartışmalar sırasında Yunus Nadi Bey makaleyi hangi duygu ve düşüncelerle yazdığını açıklamış, Fırka da kendisini samimi bulmuş ve müzakereyi kafi görmüştür. CHP Grup Toplantısı Tutanakları 1923-1924, Yay. Haz. Yücel Demirel ve Osman Zeki Konur, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 113-612. 23 197 Bey (Kütahya) ise “üçte iki çoğunluk meselesini karara bağlayalım, sonra kanunu çıkarmakta zorlanırız” diyerek tartışmanın devam etmesini sağlamıştır. Recep Bey (Kütahya), ister mebusların tümünün üçte iki çoğunluğu ister oturumda bulunanların üçte iki çoğunluğu olsun her halükarda bunun karşısında olduğunu, bu durumun azınlığın çoğunluğa üstünlüğü ile sonuçlanacağını belirterek; adil olanın kararların yarıdan bir fazla ile alınması olduğunu söylemiştir. Bunun üzerine Abdullah Azmi Efendi (Eskişehir), asıl adil olanın üçte iki çoğunluk olduğunu, daha önce Anayasa üçte iki çoğunluk ile değişebilir diyen Meclisin, Anayasayı yarıdan bir fazla oy ile kabul ederse akıl ve mantıktan uzaklaşacağını iddia etmiştir. Müzakerenin kafi görülmesinden önce son sözü alan İhsan Hamit Bey (Ergani) ise değişiklik isteğinde üçte iki çoğunluk aranacağını, bunun bu Anayasayı da kapsayıp kapsamadığını tartışmak gerektiğini belirtmiştir. Sonuç olarak, oturumların yarıdan bir çokla yapılmasını, sonra da üçte iki çoğunlukla oylanmasını isteyen önerge reddedilmiş; yarıdan bir çokla açılan oturumda bulunanların üçte iki çoğunluğuyla karar alınması kabul edilmiştir.24 Anayasa tartışmalarının başladığı ilk günün son konusu Anayasa’nın kabul çoğunluğu olmuştur. Burada, konunun anlaşılmasında yaşanan bir zorluktan bahsetmekte yarar vardır. “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun Ekseriyeti Mutlakanın Sülüsan Ekseriyetiyle Kabul Edilmesine Dair Heyet-i Umumiye Kararı” adı ile 11 Mart 1924 tarih ve 83 sayı ile kabul edilen Heyet-i Umumiye Kararı’nın altında, bunun hem müzakere hem de karar için aranan çoğunluk olduğu yazmaktadır.25 Oysaki Meclis görüşmelerinde kararın sadece kabul için alındığı görülmektedir. “Dolayısıyla doğru olan kararın metni değil başlığı”26dır. TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 7, s. 251-252. Düstur, Tertip 3, Cilt: 5, s. 677. 26 Sevinç, a.g.e., s. 11. 24 25 198 16 MART 1924’TEKİ GÖRÜŞMELERİ27 TEŞKİLAT-I ESASİYE Sözlerine; seçimin yenilenmesi, veto hakkı, İkinci Meclis gibi önemli konular üzerinde durulduğunu söyleyerek başlayan Ragıp Bey (Kütahya), kendisinin temel olarak bunlara karşı olmadığını, ama daha zamanlarının gelmediğinin de farkında olduğunu belirterek, maddeler görüşülürken tartışılmalarını önererek maddelere geçilmesini teklif etmiştir. Sonrasında söz alan Saraçoğlu Şükrü Bey (İzmir), “kuvvetlerin ayrılması, kuvvetlerin bölünmesi hatta kuvvetlerin birleştirilmesi diye bir şey yoktur, tek bir kuvvet vardır, tek bir millet vardır” diyerek başladığı konuşmasında neden veto, fesih, seçimin yenilenmesi ve İkinci Meclis önerilerine karşı olduğunu açıklamış ve sonrasında müzakere kafi görülerek maddelere geçilmiştir. Maddeler görüşülmeye başlandıktan sonra ilk 10 madde tartışmasız kabul edilmiştir. “Otuz yaşını bitiren her Türk mebus seçilme yetkisine sahiptir” denilen 11. maddede kadınların seçilme hakkı olmadığı belirtilerek “her Türk”, “her erkek Türk” olarak değiştirilerek; kimlerin Mebus seçilemeyecekleri ile ilgili 12. maddeye de “Türkçe okuma-yazma bilmeyenler” ibaresi eklendikten sonra kabul edilmiştir. Meclisin seçim dönemiyle ilgili iki, üç ve dört yılı öngören teklifler verilmiştir. Dört yıllık tekliflerin İkinci Meclisi kapsamaması gerektiği yönünde de teklifler gelmiştir. Sonuç olarak iki yıllık seçim dönemini dört yıla çıkaran 13. madde oylama sonucunda, İkinci Meclisin de seçim döneminin dört yıl olarak belirlenmesinden sonra kabul edilmiştir. Meclisin Kasım başında toplanacağına ve altı aydan fazla tatil yapamayacağına dair olan 14. maddeden sonra sadece Mebusların ve Hükümetin kanun teklifinde bulunabileceklerine dair 15. madde de kabul edilmiştir. 16. madde Mebusluk Andı, 17. madde ise Mebusların dokunulmazlığı ile ilgilidirler. Yasama dokunulmazlığı istemeyen 27 TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 13. 199 Mebuslar ile isteyenler arasında geçen tartışmadan sonra birinci fıkra, ‘Mebusların Meclis içindeki oy ve görüşlerinden ve bunların Meclis dışında dile getirilmesinden sorumlu olmadıkları’ şeklinde değiştirilerek madde kabul edilmiştir. 23 MART 1924’TEKİ 28 GÖRÜŞMELERİ TEŞKİLAT-I ESASİYE Müzakere 18. madde ile başlamış; Mebusların maaşlarına dair olan bu madde hemen; Cumhurbaşkanı’nın ve Meclisin beşte birinin Meclis tatildeyken toplantıya çağırabileceğine dair 19. madde bir süre tartışıldıktan sonra, Meclis Başkanı’nın da Meclisi toplantıya çağırabileceği hükmü eklenerek kabul edilmiştir. Meclis görüşmelerinin yayınlanmasına; görüşmelerin, soru ve gensoruların İçtüzük’e uygun yapılacağına dair 20. 21. ve 22. maddelerin kabulünden sonra Mebusların memurluk yapamayacaklarına dair olan 23. maddeye geçilmiştir. Maddede Bakan ve Bakan Yardımcıları’nın hariç tutulması tartışma yaratmış, sonuç olarak onlar da çıkarılarak Mebusların memurluk yapamayacakları kabul edilmiştir. Başkanlık Divan seçimi ile ilgili 24. maddenin kabulünden sonra, maddelere geçilmeden önce tartışmalara konu olan Meclisin ve Cumhurbaşkanı’nın Hükümetten karar alması koşuluyla seçimi yenileme kararı verebileceğiyle ilgili 25. maddeye geçilmiştir. Uzun süren bir müzakereden sonra ertesi gün oya sunulan madde reddedilerek tasarıdan çıkarılmıştır.29 28 29 TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 19. TBMM ZC, C. 7, D. 2, İ. 20. 200 30 MART 1924’TEKİ GÖRÜŞMELERİ30 TEŞKİLAT-I ESASİYE Daha önce oya sunulan 25. madde reddedildiği için seçimin yenilenmesinden sonra Meclisin ne zaman başlayacağı ile ilgili olan 26. madde, bir önceki maddede Meclisin de seçimi yenileme hakkı ortadan kalktığı için, Meclisin yarıdan bir fazlasıyla seçim isteyebilme hakkının eklenmesiyle 25. madde olarak kabul edilmiştir. Meclisin görevleriyle ilgili 26. madde de yürütmeye dair bazı işlerin Hükümetin görevi olduğuna dair çıkan tartışmalardan sonra kabul edilmiştir. Mebuslukla ilgili 27., 28. ve 29. maddelerin kabulünün ardından Meclis zabıtasını Meclis Başkanı’nın emrine veren 30. madde de tartışma olmadan kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın görev süresiyle ilgili 31. madde tasarıda 7 yıl olarak teklif edilmiştir. Tartışmalardan ve 4, 9 ve hatta 10 yıl tekliflerinden sonra 4 yıllık süre kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın görev ve sorumluluklarına dair 32-39 arasındaki maddeler içinde daha önce tartışılan tek madde Cumhurbaşkanı’nın veto hakkına dair olan 35. madde idi. Bu madde Meclis görüşmeleri sırasında Anayasa ve bütçe kanunları hariç tutularak kabul edilmiştir. 6 NİSAN 1924’TEKİ GÖRÜŞMELERİ31 TEŞKİLAT-I ESASİYE Bir önceki müzakerede okunan ama çoğunluk olmadığı için görüşülemeyen; Başkomutanlığı, Cumhurbaşkanı’na veren 40. madde uzun tartışmalara yol açmıştır. Bir taraf konunun Mustafa Kemal Paşa’dan bağımsız olarak düşünülmesi gerektiğini ve daha sonra gelecek olan Cumhurbaşkanlarının sivil olabilecekleri de düşünülerek hareket edilmesini isterken; diğer 30 31 TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 24. TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 30. 201 taraf ise siyaset dışı olması nedeniyle görevin Cumhurbaşkanı’na verilmesini savunmuştur. Tartışma, Meclisin bu gücü elinde bulundurması gerektiği gibi savunularla uzayınca Kanuni Esasi Encümeni Reisi Yunus Nadi Bey (Menteşe, bunun Mustafa Kemal Paşa ile ilgili bir madde olmadığını, farklı politik görüşlerin bulunduğu Meclisin Başkomutan seçmekte zorlanacağının düşünüldüğünü, maddenin savaş zamanında Hükümetin önereceği Başkomutanı Cumhurbaşkanı’nın onaylaması olarak algılanması gerektiğini söylemiştir. Bir anlaşmaya varılamayınca, Meclis Reisi vaktin geç olduğunu belirtmiş ve 40. maddenin tartışılması ertesi güne kalmıştır. 7 NİSAN 1924’TEKİ GÖRÜŞMELERİ32 TEŞKİLAT-I ESASİYE Bu tarihte de bir önceki gün olduğu gibi sadece 40. maddenin tartışılması yapılmıştır ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun görüşülmesine devam edilmeyerek diğer konulara geçilmiştir. Tartışmalardan sonra bu meselenin Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa’nın görüşleri alınmadan bir sonuca varamayacağı belirtilmiştir. Görüşme sırasında, bu isimlerden Mecliste bulunan tek kişi İsmet Paşa’dır. Söz alan İsmet Paşa “Reisicumhur yarın birgün asker olmayabilir, bu da sorun yaratır, sorumluluk Meclis'te olsun, atamasını Reisicumhur yapsın”33 yönünde görüş bildirmiştir. Bu yönde bir takrir oya sunulmuş; ama kabul edilmemiştir. Sonuç olarak madde değiştirilerek Meclis’in kişiliğinde bulunan Başkomutanlığı barışta Genelkurmay Başkanı’nın, savaşta Bakanlar Kurulunca seçilip Cumhurbaşkanınca onaylanacak bir Başkomutanın yönetmesi kabul edilmiştir. 32 33 TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 31. TBMM ZC, C. 8, D. 2, İ. 31, s. 380-382. 202 13 NİSAN 1924’TEKİ GÖRÜŞMELERİ34 TEŞKİLAT-I ESASİYE Bu tarihteki müzakere, Cumhurbaşkanı’nın “ancak vatana ihanet (hainlik)” suçundan Meclise karşı sorumlu olacağı ile ilgili 41. madde ile başlamıştır. Görüşmeler sırasında “ancak” kısmı çıkarılmış, bu yine de maddenin kabulü için yeterli olmamıştır. Rüştü Paşa’nın (Erzurum) teklifi üzerine madde Encümen’e geri gönderilmiştir. Cumhurbaşkanı’nın Mebuslar hariç yaşlı ve hastaların cezalarını affedebileceğine dair 42. madde ile Cumhurbaşkanı’nın tahsisatına dair 43. madde tartışılmaksızın kabul edilmişlerdir. 44. madde ise Başbakan’ın atanıp, Cumhurbaşkanınca onaylanıp, Meclise bildirilmesi ile ilgilidir. Cumhurbaşkanı’nın Meclise bildirmesinin yetmeyeceği, güvenoyuna gerek olduğunu savunan taraf ile bildirmenin yeterli olacağını savunanlar arasında çıkan tartışmanın ardından; Recep Bey’in (Kütahya) Hükümetin Meclisten güvenoyu almasını isteyen önergesi kabul edilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti ile ilgili 45., 46. ve 47. maddeler görüşülmeksizin kabul edilirken; Bakanlıkların ve Bakan Yardımcılarının sayısının kanunla belirleneceğine dair olan 48. madde de “Bakan Yardımcıları (Vekalet Muavinlikleri)” tabiri çıkarıldıktan sonra kabul edilmiştir. İcra Vekilleri Heyeti ile ilgili 49. ve 50. maddelerin kabulünün ardından Şurayı Devlet ile ilgili 51. madde de kabul edilmiştir. 20 NİSAN 1924’TEKİ 35 GÖRÜŞMELERİ TEŞKİLAT-I ESASİYE Görüşmelerin başında, Encümen’e iade edilen Cumhurbaşkanı’nın sorumsuzluğuna dair olan 41. madde Encümen’den gelmiş ve kabul edilmiştir. Encümen’den gelen maddenin önceki halinden pek de farklı olmadığı 34 35 TBMM ZC, C. 8\1, D. 2, İ. 36. TBMM ZC, C. 8\1, D. 2, İ. 42. 203 görülmektedir.36 Tüzüklerle ilgili 52. madde, mahkemelerle ilgili 53. madde, hakimlerin bağımsızlığıyla ilgili 54. madde, hakimlerin durumları ile ilgili 55., 56., 57. ve mahkemelerle ilgili 58., 59. ve 60. maddeler de kabul edildikten sonra Divanı Ali’ye dair 61-67 arasındaki maddeler de pek tartışma olmaksızın kabul edilmişlerdir. Türklerin Hukuku Ammesi’ne dair olan 68-88 arasındaki maddeler küçük değişikliklerle kabul edildikten sonra Vilayet İdaresi ile ilgili 89., 90. ve 91. maddeler, memurlara dair 92., 93. ve 94. maddeler ile Umuru Maliye ile ilgili 95-101 arasındaki maddelerin ardından da son başlık olan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na Ait Zavabıt altında 102-105 arasındaki maddeler kabul edilerek ve bir geçici madde37 eklenerek Anayasa maddelerinin görüşülmesi son bulmuştur. Anayasa oya sunulduğunda, hemen hemen oybirliğiyle, 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu olarak kabul edilmiştir. Böylece 9 Mart 1924 tarihinde başlayan Anayasa görüşmeleri, 20 Nisan 1924’te Anayasanın kabul edilmesiyle tamamlanmıştır. Görüşme özetlerinden de anlaşılacağı üzere, bazı maddeler hiçbir tartışma yaşanmaksızın kabul edilirken bazı maddeler ise uzun ve yoğun tartışmalara hatta münakaşalara konu olmuştur. Bunların başında Anayasanın kabul çoğunluğu, Cumhurbaşkanı’nın veto ve fesih hakkı, Meclisin seçim dönemi, Bakan Yardımcıları, Meclisin ve Cumhurbaşkanı’nın seçimi Encümen’e iade edilen 41. Madde: Reisi cumhur, ancak hiyaneti vataniye halinde Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı mesuldür. TBMM ZC, C.8\1, D. 2, İ. 36, s. 611. Kabul edilen 41. Madde: — Reisi cumhur hiyaneti vataniye halinde Büyük Millet Meclisine karşı mesuldür. Reisicumhurun ısdar edeceği bilcümle mukarrerattan mütevellit mesuliyet 39ncu madde mucibince mezkûr mukarreratı imza eden Başvekil ve Vekili aidine racidir. Reisicumhurun hususatı şahsiyesinden dolayı mesuliyeti lâzım geldikte işbu Teşkilâtı Esasiye Kanununun masuniyeti teşriiyeye taallûk eden 17’nci maddesi mucibince hareket edilir. TBMM ZC, C. 8\1, D.2, İ. 42, s. 895. 37 Geçici madde: Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne intihabedilen ve edilecek olan bilumum mensubini askeriyenin tabi olacakları şerait hakkında 19 Kanunuevvel 1339 tarihli kanun ahkamı bakidir. 36 204 yenileme kararı alabilmesi, Hükümetin görev ve sorumlulukları, Cumhurbaşkanı’nın görev ve sorumlulukları, Cumhurbaşkanının görev süresi, Başkomutanlığın Cumhurbaşkanı’na verilip verilmeyeceği, Hükümetin güvenoyu alması gibi başlıklar gelmektedir. Tartışmalar ve anlaşmazlıklar nedeniyle bazen karşılıklı atışmalar yaşanmış, bazen Meclis Reisi müdahalede bulunmak durumunda kalmış, bazen de oturumlara ara verilmiş ya da oturumlar sonlandırılmıştır. Cumhuriyeti ilan eden kadronun oluşturduğu İkinci Meclis, Kanuni Esasi Encümeni’nin titizlikle hazırladığını belirttiği tasarıyı, aynı titizlikle irdelemiş ve sorgulamıştır. Birkaç bağımsız isim dışında herkesin Halk Fırkası mensubu olduğu bir Meclisin homojen bir yapıya sahip olduğu yönünde bir algı bulunmaktadır. Gerek 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun gerekse o dönemde yapılan diğer kanunların görüşmeleri, Meclis’teki muhalif grupların varlığına ve Meclis’in heterojenliğine işaret etmektedir. Buna ek olarak Cumhurbaşkanlığı makamı ile ilgili tartışmaların oldukça çok olduğu göze çarpmaktadır. Tartışmaların Mustafa Kemal Paşa’nın kişiliğinden bağımsız olarak ele alınması vurgusu sık sık yinelenmiş, Meclis’in üstünlüğü ilkesini korumak adına oldukça hassas davranılmıştır. Sonuç olarak, Kanunu Esasi Encümeni’nden gelen tasarı olduğu kabul edilmemiş, maddelerin bazıları uzun tartışmalara konu olarak geliştirilmiş ya da değiştirilmiştir. Bu sürecin sonunda ortaya çıkan metin, aşağıda değerlendirilmeye çalışılmıştır. TEŞKİLAT-I ESASİYE ÖZELLİKLERİ KANUNU’NUN BİÇİMSEL 1924 Anayasası Ahkâm-ı Esasiye (Esas Hükümler), Vazifei Teşriiye (Yasama Görevi), Vazifei İcraiye (Yürütme Görevi), Kuvvei Kazaiye (Yargı Erki), Türklerin Hukuku Âmmesi (Türklerin Kamu Hakları) ve Mevaddı Müteferrika (Çeşitli Hükümler) olmak üzere altı bölümden oluşmaktır. Kanunu Esasi Encümeni’nce 108 madde ve bir geçici (muvakkat) 205 madde şeklinde teklif edilen Teşkilat’ı Esasiye Kanunu, 105 madde ve bir geçici madde olarak kabul edilmiştir. Birinci Fasıl olan Esas Hükümler sekiz maddeden oluşmaktadır. Bu maddeler devlet, egemenlik hakkı ve devletin organları ile ilgilidirler. “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” diyen ilk madde Anayasanın 102. maddesi ile güvence altına alınmış, “tadil ve tağyiri hiçbir suretle teklif dahi edilemez” denilerek değiştirme ve başkalaştırma yapılmasının önü tamamen kapatılmıştır. Devletin dini, dili ve başkenti belirtilmiş; hakimiyet kayıtsız şartsız millete; temsil ve egemenlik hakkı ile yasama ve yürütme erki Türkiye Büyük Millet Meclisine verilmiştir. TBMM yasamayı doğrudan, yürütmeyi de kendi içinden seçtiği bir Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanının tayin ettiği Bakanlar Kurulu eliyle kullanır. Fakat Meclis, Hükümeti her zaman denetleyebilir ve düşürebilir diyerek Meclisin üstünlüğüne de vurgu yapılmıştır. Yargı hakkı ise bağımsız mahkemelere verilmiştir. Yasama Görevi başlığını taşıyan İkinci Fasıl, 9’dan 30’a kadar olan 22 maddeyi kapsamaktadır. Yasama organı olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve Meclisi meydana getiren Milletvekillerinin görev ve yetkilerinin belirlendiği bu fasılda Meclis Hükümeti sisteminin ön plana çıktığı görülmektedir. Üçüncü Fasıl, Yürütme Görevi adı ile 31. ve 52. maddeler arasında yer almaktadır. İlk 13 madde Cumhurbaşkanı ile ilgilidir. Cumhurbaşkanı siyaseten sorumsuz ve Meclis karşısında etkisiz bir konumdadır. Danıştay’a (Şurayı Devlet) dair 51. madde haricindekiler ise Bakanlar Kurulu ve Bakanların görev ve sorumluluklarıyla ilgilidirler. Bu fasılda, diğerlerinden farklı olarak, Meclisin üstünlüğü anlayışının biraz daha geri planda olduğu görülmektedir. Hükümet 44. maddeye göre; Cumhurbaşkanının Meclis üyeleri arasından bir Başbakan seçmesi, Başbakanın da Meclis üyeleri arasından Bakanları belirlemesi ve Cumhurbaşkanının onayına sunması ile kurulmaktadır. Her ne kadar bir hafta içinde hükümet programı açıklanmalı ve güvenoyu talep etmeli ise de yürütmenin başı olan 206 Hükümetin kurulması Meclisten bağımsız bir iştir. Başka bir deyişle Meclisin yetkisi dışındadır. Yargı Erki ile ilgili olan Dördüncü Fasıl, 53’ten 67’ye kadarki 15 maddeden oluşmaktadır. Bu faslın ilk sekiz maddesi mahkeme ve yargıçlar; sonraki yedi maddesi ise Yücedivan (Divan-ı Ali) ile ilgilidir. Anayasanın 8. maddesinde yargı hakkı bağımsız mahkemelere verilmiştir. Dördüncü fasılda ilk göze çarpan, 54. maddede hakimlerin de bağımsız olduğunu yazmasıdır; fakat hem bu konuyla ilgili bir açıklamanın yokluğu hem de olağanüstü yetkili mahkemelerin önünü kapatacak bir hükmün olmaması bu bağımsızlığa şüphe ile yaklaşılmasına neden olmaktadır. Diğer bir husus da idari davalara bakacak olan Danıştay’ın, Yargı Erki başlığı altında değil bir önceki Fasıl olan Yürütme Görevi altında düzenlenmiş olmasıdır. Bu iki durum yürütmenin yargı karşısında güçlendirilmek istemesi olarak yorumlanabilir. Beşinci Fasıl, Türklerin Hukuku Âmmesi (Türklerin Kamu Hakları) adı ile 21 madde şeklinde düzenlenmiştir. Genel olarak kişi hak ve hürriyetleri bakımından zengin, sosyal haklar bakımından ise zayıftır denilebilir. Ne kamu açısından bir dayanışma ortamı ne de devletin sosyal görev ve sorumluluklarına dair bir çatı yaratılmıştır. Son Fasıl olan Mevaddı Müteferrika (Çeşitli Hükümler); Vilâyat (İl), Memurin (Memurlar), Umuru Maliye (Maliye İşleri) ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na Ait Zavabıt (Anayasanın Dayanakları) başlıkları altında toplam 17 maddeden oluşmaktadır. Anayasanın Dayanakları kısmında; Anayasada değişiklik yapılmasının şartlara bağlanması, devlet şeklinin Cumhuriyet olduğuna dair maddenin değiştirilmesinin ve başkalaştırılmasının teklif dahi edilememesi, hiçbir kanunun Anayasaya aykırı olamayacağının belirtilmesi Anayasanın üstünlüğü ilkesinin benimsendiğini göstermektedir. 104. madde ile hem Kanunu Esasi’yi hem de 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu kaldıran 1924 Anayasası, artık tek başına yürürlüktedir. Metnin bütününe bakıldığında, Anayasanın 207 Türkiye Büyük Millet Meclisinden daha büyük bir güç tanımadığı söylenebilir. 1924 TEŞKİLAT-I ESASİYE KANUNU’NDA YAPILAN DEĞİŞİKLİKLER 491 Sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi’ne kadar yürürlükte kalmıştır. 10 Ocak 1945 tarihli 4695 sayılı Kanun’la38, yapılan değişikliklerle birlikte, daha kolay anlaşılması için Türkçeleştirilmiştir. 1950 seçiminde iktidar olan Demokrat Parti, Türkçeleştirilen metni 24 Aralık 1952 tarihli 5997 sayılı Kanun’la39 yürürlükten kaldırmış; tekrar 20 Nisan 1924 tarihli 491 sayılı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu, yapılan değişikliklerle birlikte, yürürlüğe koymuştur. 1924 Anayasası 36 yıl boyunca yürürlükte kalmış; bu süre zarfında esas bakımından kabul edilen beş kanun40 ile 15 maddesi, toplamda 21 değişikliğe uğramıştır. Değişiklikleri sıralayacak olursak: 1924 Anayasasının ikinci maddesi iki önemli değişikliğe uğramıştır. Bunlardan birincisi 1928’de Devletin dininin İslam olduğunu belirten cümlenin, maddeden çıkarılmasıdır. Bu değişiklik laikliğin Anayasaya girmesi adına atılmış ilk adımdır. İkinci değişiklik ise 1937’de CHP’nin altı okunun maddede sayılması olmuştur. İlkelerden birinin laiklik olması, Anayasaya kabulünden 13 yıl sonra laik olma özelliği kazandırmıştır. Düstur, Tertip 3, Cilt: 26, s. 170. Düstur, Tertip 3, Cilt: 34, s. 13. 40 Bu beş kanun şunlardır: 1222 sayılı ve 10.04.1928 tarihli kanun. 1893 sayılı ve 10.12.1931 tarihli kanun. 2599 sayılı ve 05.12.1934 tarihli kanun. 3115 sayılı ve 05.02.1937 tarihli kanun. 3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun. 38 39 208 İlk başta seçme hakkını 18 yaşını bitiren erkeklere veren 10. madde değiştirilerek, 1934’te bu hakkı 22 yaşını bitiren kadın ve erkeklere tanımıştır. Aynı şekilde Milletvekili seçilme hakkını 30 yaşını bitiren erkeklere veren 11. madde de yine 1934’te bu hakkı 30 yaşını bitiren kadın ve erkeklere vermiştir. Milletvekillerinin yeminlerini düzenleyen 16. madde 1928’de değişikliğe uğramış, yeminin “vallahi” ile biten sonu “namusum üzerine söz veririm” olarak değiştirilmiştir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin görev ve yetkilerini sayan 26. maddedeki “ahkamı şer’iyenin tenfizi” ibaresi, 1928 değişikliği ile tıpkı ikinci maddeden Devletin dininin İslam olduğu ibaresinin çıkarılması gibi Anayasadan çıkarılmıştır. Şer’i hükümlerin uygulanmasının artık Meclisin görevleri arasında yer almaması da laiklik isteğini destekler mahiyettedir. 1928 değişikliği tıpkı Milletvekillerinin yeminlerinde olduğu gibi Cumhurbaşkanı yeminini düzenleyen 38. maddenin sonundaki yer alan “vallahi” sözcüğünü de “namusum üzerine söz veririm” olarak değiştirmiştir. Başbakanın, Cumhurbaşkanı tarafından; Bakanların da Başbakan tarafından seçilip hepsinin Cumhurbaşkanınca onanacağına dair 44. madde, Bakanların görev ve sorumluluklarının özel kanunla belirleneceğine dair 47. madde, Bakanların yerine yine Bakanlar Kurulu’ndan birinin bakabileceğine dair 49. madde ve Bakanlardan birinin Yücedivan’a (Divanı Ali) gönderilmesi durumunda Bakanlıktan da düşeceğine dair 50. maddelere 1937’deki 3115 sayılı Kanun ile “siyasi müsteşarlar” eklenmiş, yine 1937’deki 3272 sayılı Kanun ile “siyasi müsteşarlar”ın hepsi çıkarılmış, maddeler ilk hallerine dönmüşlerdir. 209 Bakanlıkların adedi kanunla belirlenir diyen 48. madde ise yine 1937’deki ikinci değişiklik olan 3272 sayılı kanunla Bakanlıkların kuruluşunu özel kanuna bağlamıştır. Bakanları, Danıştay (Şurayı Devlet) ve Yargıtay (Temyiz Mahkemesi) başkanları ile üyelerini, son olarak da Cumhuriyet Başsavcısını (Cumhuriyet Başmüddeiumumisini) görevlerinden doğacak işlerden yargılamak için bir Yücedivan (Divanı Ali) kurulacağına ilişkin olan 61. maddeye de 1937’deki ilk değişiklik ile “siyasi müsteşarlar” dahil edilmiş, 1937’deki ikinci değişiklik ile de çıkartılıp, tıpkı diğerlerinde olduğu gibi, madde eski haline çevrilmiştir. Kamulaştırmayla ilgili olan 74. maddeye, 1937’deki ilk değişiklik ile “çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları Devlet tarafından idare etmek için istimlâk olunacak arazi ve ormanların istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti mahsus kanunlarla tâyin olunur” fıkrası eklenerek toprak reformunun önü açılmıştır. İnanç özgürlüklerinin sayıldığı 75. maddenin ilk halinde kimsenin mensup olduğu “din, mezhep, tarikat ve felsefi içtihadından dolayı” kınanamayacağı yazmaktadır. 1937’deki ilk değişiklik “tarikat”ı bu sıralamadan çıkarmış; maddenin sonundaki “…her türlü ayinler serbesttir” ise “her türlü dini ayinler yapılması serbesttir” olarak değiştirilmiştir. 1924 Anayasasında yapılan son değişiklik Meclise sunulması ile ilgilidir. İlk halinde iptidasında” yani Kasım başında sunulacağı 1931 değişikliğiyle “mali yıl başından en az takdim edilir” olarak değiştirilmiştir. ise bütçenin “Teşrinisani yazmaktadır; üç ay evvel Anayasada yapılan değişikliklere bakıldığında, en önemli iki başlığın laiklik ve toprak reformunun önünün açılması adına atılan adımlar olduğu görülmektedir. Bunların yanı sıra kadınlara da seçme-seçilme hakkı verilmesi büyük bir ilerlemedir; ancak 210 seçme yaşının 18’den 22’ye çıkarılması bir gerileme olarak değerlendirilebilir. DEĞERLENDİRME 1 Kasım 1922’de saltanatın kaldırılması ile rejimin değişeceği yönünde verilen sinyaller, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet’in ilanı ile kesinleşmiştir. Böylece devletin yönetim şekli belirlenmiş, sıra yeni devlet düzeninin kurulmasına gelmiştir. Bunun birincil şartı da devletin görev ve yetkilerinin belirlenmesi yani Anayasanın yapılmasıdır. 1924 yılı pek çok olayın ve gelişmenin yaşandığı bir dönemdir. Bir Anayasa metnini içinde bulunulan ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel öğelerden kopuk, salt hukuksal açıdan değerlendirmek yanlış olacaktır. 1924’ün olaylarına ve Anayasanın yapıldığı koşullara bakıldığında, bu tespit daha da anlamlı olmaktadır. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu saltanatın ve hilafetin gölgesinden kurtulmaya çalışan, Cumhuriyeti kutsayan, egemenliği tamamıyla halka veren, Meclis üstünlüğünü tanımasına karşın Meclis Hükümeti olmayan; ama tam olarak Parlamenter sistem de diyemeyeceğimiz41, askeri otoriteden kopmaya çalışan, zamanına göre oldukça demokratik olan bir ulus devlet yaratma projesidir. Elbette ki eksiklikleri, olumsuzlukları ve hukuki açıdan boşlukları vardır; ama oluşturulduğu dönem ve koşullar göz önüne alındığında çok değerli bir metin olduğu açıktır. Meclis tutanakları okunduğunda da hem Kanuni Esasi Encümeni’nde hazırlanan tasarının hem de maddelerin Bülent Tanör “1924 Anayasası’nın meclis hükümeti ile parlamenter rejim arasında bir karma sistem getirdiği”ni söylemektedir. Bülent Tanör, OsmanlıTürk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998, s. 305. Cem Eroğul da karma sistem olarak adlandırmasa da parlamenter sisteme yakın olmasına rağmen meclis hükümeti deneyiminin etkisinden bahsetmiştir. Cem Eroğul, Anatüzeye Giriş, İmaj Yayınları, Ankara, 1996, s. 218-219. 41 211 görüşülmesi sırasında yapılan tartışmaların üstünkörü geçiştirilmediği; incelikli ve titizlikle yapıldığı görülmektedir. Amaç, ne olursa olsun bir Anayasa çıkarmak değil; Meclis üstünlüğü ilkesinden taviz vermeden mümkün olduğunca demokratik bir sonuç elde etmektir. Meclis içinde farklı siyasi görüşlerin ve grupların varlığı, farklı demokrasi anlayışlarına sahip olduğu için de hararetli tartışmalar yaşanmıştır. Bu da tek bir Fırka çatısı altında birleşmiş olan Meclisin homojen bir bütün olarak değerlendirilemeyeceğini göstermektedir. Kuşkusuz ki Anayasanın yürürlükte kaldığı 36 yıl ve bu yıllardaki uygulama yöntemleri çok değerli bir çalışma konusudur. Eleştiriler, Anayasanın içeriğinden çok Tek Parti döneminin gittikçe otoriterleşen yapısı ve bu yapının Anayasa’yı kullanma biçimleri üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bu çalışmada ise Anayasa’nın kabul edildiği 1924 yılının olanakları dahilinde; nasıl bir ortamda, hangi tartışmalar ekseninde, ne tür bir metin oluşturulduğu anlamaya çalışılmıştır. 212 Ek-1: DEĞİŞİKLİKLER 1924 Anayasası42 Md 2-Türkiye Devletinin dini, dinî İslamdır: Resmi dili Türkçedir, makarrı Ankara şehridir. İlk Değişiklik Md 2-Türkiye Devletinin resmi dili Türkçedir; makarrı Ankara şehridir.43 Md 10- On sekiz yaşını ikmal eden her erkek Türk mebusan intihabına iştirak etmek hakkını haizdir. Md 11-Otuz yaşını ikmal eden her erkek Türk, mebus intihap edilmek selâhiyetini haizdir. Md 16-Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar: Vatan ve Milletin saadet ve selametine ve milletin bilâ kaydu şart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmıyacağıma “Vallahi”. Md 10-Yirmi iki yaşını bitiren kadın, erkek her Türk mebus seçmek hakkını haizdir.45 Md 26-Büyük Millet Meclisi ahkâmı şer’iyenin tenfizi, kavaninin vaz’ı tâdili, tefsiri, fesih ve ilgası, Devletlerle mukavele, muahede ve sulh akti harp ilânı muvazenei umumiyei maliye ve Devletin umum hesabı kati kanunlarının tetkik ve tasdiki, meskûkât darbı, inhisar ve malî taahhüdü mutazammın mukavelât ve imtiyazatın tasdik ve feshi, umumi ve hususi af ilânı, cezaların tahfif veya tahvili, tahkikat ve mücazatı kanuniyenin tecili, mahkemelerden sâdır olup İkinci Değişiklik Md 2-Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik ve İnkılâpçıdır. Resmi dili Türkçedir. Makarrı Ankara şehridir.44 Md 11-Otuz yaşını bitiren kadın, erkek her Türk mebus seçilebilir.46 Md 16-Mebuslar Meclise iltihak ettiklerinde şu şekilde tahlif olunurlar. Vatan ve milletin saadet ve selâmetine ve milletin bilâkayduşart hakimiyetine mugayir bir gaye takip etmiyeceğime ve Cumhuriyet esaslarına sadakatten ayrılmıyacağıma namusum üzerine söz veririm.47 Md 26-Büyük Millet Meclisi kavaninin vazı, tâdili, tefsiri, fesih ve ilgası, Devletlerle mukavele, muahede ve sulh akti harp ilânı muvazenei umumiyei maliye ve Devletin umum hesabı kati kanunlarının tetkik ve tasdiki, meskûkât darbı, inhisar ve malî taahhüdü mutazammın mukavelât ve imtiyazatın tasdik ve feshi, umumi ve hususi af ilânı, cezaların tahfif ve tahvili, tahkikat ve mücazatı kanuniyenin tecili, mahkemelerden sâdır olup katiyet kesbetmiş olan idam Düstur, Tertip 3, Cilt: 5, s. 576 (491 sayılı ve 20.4.1340 tarihli kanun). Düstur, Tertip 3, Cilt: 9,s. 142 (1222 sayılı ve 10.4.1928 tarihli kanun). 44 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). 45 Düstur, Tertip 3, Cilt: 16, s. 36 (2599 sayılı ve 5.12.1934 tarihli kanun). 46 A.k. 47 Düstur, Tertip 3, Cilt: 9,s. 142 (1222 sayılı ve 10.4.1928 tarihli kanun). 42 43 213 katiyet kesbetmiş olan idam hükümlerinin infazı gibi vezaifi bizzat kendi ifa eder. Md 38-Reisicumhur intihabı akabinde ve Meclis huzurunda şu suretle yemin eder: Reisicumhur sıfatı ile Cumhuriyetin kanunlarına ve hâkimiyeti milliye esaslarına riayet ve bunları müdafaa, Türk Milletinin saadetine sadıkane ve bütün kuvvetimle sarfı mesai, Türk Devletine teveccüh edecek her tehlikeyi kemâli şiddetle men Türkiye’nin şan ve şerefini vikaye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazifenin icabatına hasrınefs etmekten ayrılmayacağıma “Vallahi”. Md 44-Başvekil, Reisicumhur canibinden ve Meclis azası meyanından tayin olunur. Sair vekiller Başvekil tarafından, Meclis azası arasından intihap olunarak heyeti umumiyesi Reisicumhurun tasdiki ile Meclise arzolunur. Meclis müctemi değilse arz keyfiyeti Meclisin içtimaına talik olunur. Hükümet hattı hareket ve siyasi noktai nazarını azami bir hafta zarfında Meclise bildirir ve itimat talep eder. Md 47-Vekillerin vazife ve mesuliyetleri kanunu mahsus ile tâyin olunur. Md 48-Vekâletlerin adedi kanunla tâyin olunur. Md 49-Mezun veyahut herhangi bir sebeple mazur hükümlerinin infazı gibi vezaifi bizzat kendi ifa eder.48 Md 38-Reisicumhur, intihabı akabinde ve Meclis huzurunda şu suretle yemin eder: Reisicumhur sıfatı ile Cumhuriyetin kanunlarına ve hâkimiyeti milliye esaslarına riayet ve bunları müdafaa, Türk Milletinin saadetine sadıkane ve bütün kuvvetimle sarfı mesai, Türk Devletine teveccüh edecek her tehlikeyi kemâli şiddetle men Türkiye’nin şan ve şerefini vikaye ve ilâya ve deruhde ettiğim vazifenin icabatına hasrınefs etmekten ayrılmayacağıma namusum üzerine söz veririm.49 Md 44-Başvekil, Reisicumhur canibinden ve Meclis azası meyanından tayin olunur. Sair vekiller Başvekil tarafından, Meclis azası arasından intihap olunarak heyeti umumiyesi Reisicumhurun tasdiki ile Meclise arzolunur. Meclis müctemi değilse arz keyfiyeti Meclisin içtimaına talik olunur. Hükümet hattı hareket ve siyasi noktai nazarını azami bir hafta zarfında Meclise bildirir ve itimat talep eder. Siyasi müsteşarları Başvekil, Meclis azası arasından seçerek Reisicumhurun tasdikine arz eder.50 Md 47-Vekillerin ve siyasi müsteşarların vazife mesuliyetleri mahsus kanunla 52 tâyin olunur. Md 48-Vekâletlerin teşkili tarzı, mahsus kanuna tâbidir.54 Md 49- Mezun ve herhangi bir sebeple mazur olan bir Vekile 48 Md 44-Başvekil, Reisicumhur canibinden ve Meclis azası meyanından tayin olunur. Sair vekiller Başvekil tarafından, Meclis azası arasından intihap olunarak heyeti umumiyesi Reisicumhurun tasdiki ile Meclise arzolunur. Meclis müctemi değilse arz keyfiyeti Meclisin içtimaına talik olunur. Hükümet hattı hareket ve siyasi noktai nazarını azami bir hafta zarfında Meclise bildirir ve itimat talep eder.51 Md 47-Vekillerin vazife ve mesuliyetleri kanunu mahsus ile tâyin olunur.53 Md 49- Mezun ve herhangi bir sebeple mazur olan bir A.k. A.k. 50 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). 51 Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun). 52 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). 53 Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun). 54 A.k. 49 214 olan bir Vekile İcra Vekilleri Heyeti azasından bir diğeri muvakkaten niyabet eder. Ancak bir Vekil bir Vekâletten fazlasına niyabet edemez. Md 50-Türkiye Büyük Millet Meclisince İcra Vekillerinden birinin Divanı Âliye sevkine dair verilen karar Vekaletten sukutunu dahi mutazammındır. Md 61-Vazifelerinden münbais hususatta İcra Vekilleriyle Şûrayı Devlet ve Mahkemei Temyiz rüesa ve azasını ve Başmüddeiumumiyi muhakeme etmek üzere bir (Divanı Âli) teşkil edilir. Md 74-Menafii umumiye için lüzumu usulen tahakkuk etmedikçe ve kanunu mahsus mucibince değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı istimval ve mülkü istimlâk olunamaz. Fevkalâde ahvalde kanun mucibince tahmil olunacak nakdî, aynî ve sayü amele müteallik mükellefiyetler müstesna olmak üzere hiçbir kimse hiçbir fedakârlığa icbar edilemez. Md 75-Hiçbir kimse mensup olduğu din, mezhep, tarikat ve İcra Vekilleri Heyeti azasından bir diğeri veya siyasi müsteşarlardan biri muvakkaten niyabet eder. Ancak bir Vekil veya bir siyasi müşteşar bir Vekâletten fazlasına niyabet edemez. Siyasi müsteşarın vekile niyabeti halinde kararnamesi Meclise arz olunur.55 Md 50-İcra Vekillerinden veya siyasi müsteşarlardan birinin Divanı Âliye sevkine dair Türkiye Büyük Millet Meclisince verilen karar Vekalet veya müsteşarlıktan sukutu dahi mutazammındır.57 Md 61-Vazifelerinden münbais hususatta İcra Vekilleri ile siyasi müsteşarları ve Şûrayı Devlet ve Temyiz Mahkemesi rüesası ve azasını ve Cumhuriyet Başmüddeiumumisini muhakeme etmek üzere bir (Divanı Âli) teşkil edilir.59 Md 74-Umumi menfaatler için lüzumu, usulüne göre anlaşılmadıkça ve mahsus kanunları mucibince değer pahası peşin verilmedikçe hiçbir kimsenin malı istimval ve mülkü istimlâk olunamaz. Çiftçiyi toprak sahibi yapmak ve ormanları Devlet tarafından idare etmek için istimlâk bedelleri ve bu bedellerin tediyesi sureti, mahsus kanunlarla tâyin olunur. Fevkalâde hallerde kanuna göre tahmil olunacak para ve mal ve çalışmaya dair mükellefiyetler müstesna olmak üzere hiçbir kimse hiçbir fedakârlık yapmaya zorlanamaz.61 Md 75-Hiçbir kimse mensup olduğu felsefî içtihat, din ve Vekile İcra Vekilleri Heyeti azasından bir diğeri muvakkaten niyabet eder. Ancak bir Vekil bir Vekâletten fazlasına niyabet edemez.56 Md 50-İcra Vekillerinden birinin Divanı Âliye sevkine dair Türkiye Büyük Millet Meclisince verilen karar Vekaletten sukutu dahi mutazammındır.58 Md 61-Vazifelerinden münbais hususatta İcra Vekilleri ile Şûrayı Devlet ve Temyiz Mahkemesi rüesa ve azasını ve Cumhuriyet Başmüddeiumumisini muhakeme etmek üzere bir (Divanı Âli) teşkil edilir.60 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun). 57 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). 58 Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun). 59 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). 60 Düstur, Tertip 3, Cilt: 19, s. 38 (3272 sayılı ve 29.11.1937 tarihli kanun). 61 Düstur, Tertip 3, Cilt: 18, s. 307 (3115 sayılı ve 5.2.1937 tarihli kanun). 55 56 215 felsefî içtihadından dolayı muaheze edilemez. Asayiş, âdabı muaşereti umumiye ve kavanine mugayir olmamak üzere her türlü âyinler serbesttir. Md 95- Muvazenei Umumiye Kanunu müteallik olduğu senei maliyenin duhulünde mevkii icraya konulabilmek için lâyihası ve merbutu bütçeler ve cetveller nihayet Teşrinisani iptidasında Meclise takdim olunur. 62 63 mezhepten dolayı muaheze edilemez. Asayiş ve umumi muaşeret âdabına ve kanunlar hükümlerine aykırı bulunmamak üzere her türlü dinî âyinler yapılması serbesttir.62 Md 95- Muvazenei Umumiye Kanunu lâyihası ve buna bağlı bütçeler cetveller ile mülhak bütçeler Meclise malî yıl başından en az üç ay evvel takdim olunur.63 A.k. Düstur, Tertip 3, Cilt: 13, s. 13 (1893 sayılı ve 10.12.1931 tarihli kanun). 216 KAYNAKÇA Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2009. Balta,Tahsin Bekir, Önsöz, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri içinde, Şeref Gözübüyük ve Zekai Sezgin, AÜ/SBF İdari İlimler Enstitüsü Yayını, Yayın No:3, Ankara, 1957, s. XIXII. Bayrak, M. Burcu, 1924: Rejimin Güvence Altına Alınması ve Anayasal Kuruluş, Açıklamalı Yönetim Zamandizini 1919-1928 içinde, TİDATA, AÜ SBF KAYAUM No:8, Cilt: II, Ankara, 2012, s. 1541-1735. CHP Grup Toplantısı Tutanakları 1923-1924, (Yay. Haz. Yücel Demirel ve Osman Zeki Konur), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2002. Eroğul, Cem, Anatüzeye Giriş, İmaj Yayıncılık, Ankara, 1996. Goloğlu, Mahmut, Devrimler ve Tepkileri (1924-1930), Goloğlu Yayınları, Ankara, 1972. Gözübüyük, Şeref ve Zekai Sezgin, 1924 Anayasası Hakkındaki Meclis Görüşmeleri, AÜ/SBF İdari İlimler Enstitüsü Yayını, Yayın No: 3, Ankara, 1957. Gözübüyük, Şeref ve Suna Kili, Türk Anayasa Metinleri 1939-1980, AÜ/SBF Yayınları, Yayın No:486, Ankara, 1982. Parla, Taha, Türkiye’de Anayasalar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1991. Sevinç, Murat, Anayasa Yazıları, İmaj Yayınevi, Ankara, 2011. Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri (1789-1980), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1998. 217 RESMİ BELGELER TBMM Tutanak Dergisi (Zabıt Ceridesi). TBMM Gizli Celse Zabıtları. Düstur, Tertip 3, Cilt: 5. Düstur, Tertip 3, Cilt: 6. Düstur, Tertip 3, Cilt: 9. Düstur, Tertip 3, Cilt: 13. Düstur, Tertip 3, Cilt: 18. Düstur, Tertip 3, Cilt: 19. Düstur, Tertip 3, Cilt: 26. Düstur, Tertip 3, Cilt: 34. 218 MISIR MODERNLEŞMESİNİN TARİHSEL KÖKENLERİ: MEHMET ALİ PAŞA DÖNEMİ ÜZERİNE BİR İNCELEME Özge Özkoç Özet Mısır’da Kavalalı hanedanının 1952 Hür Subaylar darbesiyle tasfiye edilmesinden günümüze kadar, siyasal alanın güçlü bir devlet başkanlığı etrafındaki küçük bir yönetici kliğin egemenliğinde şekillendiğini ve otoriter bir yapı sergilediğini söylemek mümkündür. Bu çalışma, siyasal alandaki otoriteryenizmin tarihsel kökenlerinin Mısır modernleşmesinde yattığı savından hareket etmektedir. Mehmet Ali Paşa döneminde ekonomi, askeriye, sivil bürokrasi ve eğitim alanında gerçekleştirilen reformlarla Mısır’da merkezi ve sürekli bir iktidarın oluşumuna yön verildiği görülmektedir. Bu reformlarla piramidin en tepesinde Mehmet Ali Paşa’nın bulunduğu ve Osmanlı-Mısır elitinin yönetim kademelerini tuttuğu merkezi bir iktidar yapısının oluşturulabilmesi amacıyla atılmıştır. Merkezi iktidarın en önemli özelliklerinden biri ise, yöneten Osmanlı-Mısır eliti ile yönetilen Mısırlılar arasındaki katı bir ayrıma dayanıyor olmasıdır. Dolayısıyla, Mısır’daki modern “devlet”in doğasının önemli belirleyenlerinden biri bu söz konusu ayrımdır. Farklı siyasal ve ekonomik stratejilerle de olsa da, bu katı ayrımın Mısır siyasal hayatındaki yansımalarını 1952’den sonra da görmek mümkündür. Bu bağlamda, Mehmet Ali Paşa döneminde ortaya çıkan iktidar yapılanması, 20. yüzyıl Mısırı’na önemli bir yönetim “aklı” ve “stratejisi” miras bırakmıştır. Anahtar Kelimeler: Mehmet Ali Paşa, Mısır modernleşmesi, Merkezileşme, Osmanlı-Mısır eliti, Mısır ordusu. Arş. Gör. Dr. Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü. (ozkoc@politics.ankara.edu.tr, ozkocozge@gmail.com) 219 GİRİŞ 2010 yılının sonundan itibaren Arap dünyasında ivme kazanan ve birçok ülkede etkisini gösteren halk hareketleri, Ortadoğu’yu sosyal bilimcilerin gündemine oturttu. Kısa sürede çeşitli perspektiflerden konuyu ele alan bir literatür oluştu. Arap ayaklanmalarının araştırmacıların ve akademisyenlerin ilgisini çektiği Türkiye’de, 2010’dan bu yana en yakından izlenen ülkelerden biri Mısır oldu. 25 Ocak 2011 “Mısır Devrimi”nin sonrasında önce ordunun yönetime el koyduğu bir geçiş süreci, ardından da Müslüman Kardeşler hareketinin siyasi yasağının kalkmasıyla kurulan Adalet ve Özgürlük Partisi’nin ilk demokratik seçimlerden zaferle çıktığı kısa süreli tek parti iktidarı yaşandı. 3 Temmuz 2013’te ise, Müslüman Kardeşler karşıtı halk hareketinin de etkisiyle General Abdülfettah Sisi liderliğinde gerçekleştirilen darbe, ilerleyen süreçte Sisi’nin devlet başkanı seçilmesiyle “meşrulaştı.” 1952’de Kavalalı hanedanının ülkedeki iktidarına son veren Hür Subaylar darbesi sonrasında, Cemal Abdül Nasır’dan Sisi’ye kadar iktidara gelen politik figürlerin farklı ekonomi politikalarıyla da olsa siyasal alanı popülist otoriteryenizm temelinde şekillendirdiklerini söylemek mümkündür.1 Nasır döneminden itibaren Mısır’da kurulan siyasal rejimin temel dinamiğini, güçlü bir devlet başkanlığının etrafında örgütlenen küçük bir yönetici kliğin ekonomiden bürokrasiye devletin bütün kademelerini kontrol ettiği ve siyasal alanın tek bir yasal parti tarafından baskı altına alındığı otoriter bir yapı oluşturdu. Elbette 1970’lerde devletçi ekonomi politikaların terk edilmesiyle uygulamaya koyulan infitahla (ekonomik dışa açılma) beraber, siyasal alanda da ağır aksak işleyen ve Hüsnü Mübarek döneminin sonuna kadar devam eden seçim sistemiyle birlikte kısmi bir demokratikleşme süreci yaşandı. Fakat, farklı muhalif unsurların ve İslami hareketlerin yasaklandığı, tek parti rejiminin siyasal alanı massettiği ve daha da önemlisi sınıfsal yapısı zaman Raymond Hinnebusch, “Authoritarian Persistence, Democratization Theory, and the Middle East: An Overview and Critique,” Democratization, Cilt: 13, Sayı: 3, 2006, s. 373-395. 1 220 zaman değişse de küçük bir yönetici elitin varlığının devam ettiği yapıda büyük bir değişiklik ortaya çıkmadı. 1952’den 2010’a olan kadar süreçte, Mısır ordusu siyasal ve ekonomik alanda önemli bir role sahipti. 1952 Hür Subaylar darbesinin ardından Nasır tarafından siyasal ve ekonomik alanın dizaynında öne çıka(rıla)n kurum ordu olmuştu.2 1970’lerin sonuna kadar, İsrail’le devam eden savaş durumu da ordunun meşruiyetini sorgulanamaz hale getirmişti. Ordu, İsrail’le olan çatışmanın ortadan kalkmasının ardından, ekonomik alandaki yatırımları aracılığıyla Mısır siyasetinin önemli öznelerinden biri olmaya devam etti. Bu anlamda, Nasır’dan Sisi’ye kadar –kısa süreli Muhammed Mursi yönetimi hariç- Mısır devlet başkanlarının tümünün Mısır ordusunun içinden çıkmış olmaları şaşırtıcı değildir. Bu çalışma, Mısır siyasal alanının neden küçük bir sivilasker yönetici elit tarafından massedilebildiği sorusundan ilhamla kaleme alındı. Bu yapının, 19. yüzyıldaki Mısır modernleşme ve merkezileşme deneyiminin niteliğiyle açıklanabileceği varsayımıyla yola çıkıldı. Askeri, sivil, ekonomik ve eğitim alanlarında etkisi görülen modernleşme hamlesiyle Mısır’da merkezi bir iktidar kurmayı başaran Mehmet Ali Paşa döneminde ortaya çıkan “modern devlet”in 20. yüzyıl Mısır siyasal rejimlerinin anlaşılmasında önemli bir role sahip olduğu düşüncesinden hareket edildi. Dolayısıyla, bu çalışmada, 1952’den sonra kurulan otoriter siyasal rejimlerin tarihsel izdüşümünün Mehmet Ali Paşa’ya sadakat ilkesine dayalı Osmanlı-Mısır eliti olarak adlandırabilecek bir yönetici kliğin etrafında şekillenen modernleşme ve merkezileşme hamlesiyle kurulan siyasal yapıda bulunduğu iddia edilmektedir. Bu yüzden de, 20. yüzyılın ikinci yarısındaki Mısır siyasal rejimlerine rengini veren Mısır modernleşmesinin ve merkezileşmesinin doğasını ele almak gerekmektedir. 1980’lerden Arap isyanlarına kadarki dönemde Mısır ordusunun siyasal ve ekonomik alandaki rolünü ele alan bir çalışma için bkz.: Zeinab Abul-Magd, “The Egyptian Military in Politics and the Economy: Recent History and Current Transition Status, CMI Insight, Sayı: 2, 2013, s. 1-5. 2 221 Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’a karşı eyaletteki egemenliğini koruyabilmek için ekonomiden askeriyeye, askeriyeden bürokrasiye, bürokrasiden eğitime kadar geniş bir yelpazede etkileri görülen reform hareketi Mısır’da merkezi ve sürekli bir siyasal iktidarın oluşmasına yol açtı. Bu yapının merkezinde ise, Toledano’nun Mısır yönetiminin 19. yüzyılın ilk yarısındaki niteliğini betimlemek için kullandığı Osmanlı-Mısır eliti yer almaktaydı.3 Toledano, Mehmet Ali Paşa döneminde sivil ve askeri bürokrasideki en önemli mevkilerin Türkçe konuşan Osmanlı-Mısır elitinin egemenliğinde olduğunu ve ilerleyen süreçte de bu yönetici kliğin etkinliğinin devam ettiğini dile getirmektedir. Gerçekten de, 1952’ye dek Osmanlı-Mısır elitinin kültürel, ekonomik ve sınıfsal yapısının değişerek de olsa Kavalalı hanedanı idaresinin önemli unsurlarından biri olduğu söylenebilir. Bu yönetici elit, 19. yüzyılın son çeyreğiyle birlikte giderek Mısırlılaştıysa da katı bir yöneten-yönetilen ayrımının baki kaldığı bir siyasal akıl miras bırakmıştır. Bunun yanı sıra, bu çalışma, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren rejimin “bekçiliği”ni üstlenen Mısır ordusunun siyasal alandaki hegemonik konumunu Mehmet Ali Paşa döneminde kurulan düzenli ordudan tevarüs ettiği düşüncesinden ilham almaktadır. Dolayısıyla, günümüz Mısır siyasal yapısının belli tarihsel sürekliliklerle açıklanabileceği iddia edilmektedir. Bu açıdan, Mısır modernleşmesinin nirengi noktası olan Mehmet Ali Paşa dönemindeki merkezi iktidarın oluşturulma mantığına, ekonomi, askeriye, bürokrasi ve eğitim alanlarında uygulamaya koyulan reformlara ve bu reformların temel aktörü olan OsmanlıMısır elitine odaklanılacaktır. 3 Ehud R. Toledano, State and Society in Mid-Nineteenth-Century Egypt, Cambridge, Cambridge University Press, 1990, s. 16-21. 222 1. TARIM, TİCARET VE SANAYİ: MEHMET ALİ PAŞA’NIN TEKEL EKONOMİSİ 19. yüzyılın başında Osmanlı İmparatorluğu’nun Kavala’dan tahsis edilen ücretli askerlerle birlikte Fransızlara karşı savaşmak üzere Mısır’a gelen Mehmet Ali Paşa, işgal sonlandıktan sonra doğan otorite boşluğundan yararlanarak Mısır valiliğini ele geçirdi. Osmanlı dünyası içerisinde hareket serbestisi yakalayan Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki iktidarı, 1805 yılında III. Selim tarafından valiliğe atanmasıyla başladı. Mehmet Ali Paşa, Mısır valisi olduktan sonra önce rakiplerini tasfiye etti; ardından ekonomiden askeriyeye ve askeriyeden sivil bürokrasiye kadar etkileri geniş bir alanda hissedilecek kapsamlı bir reform hareketi başlattı. Mehmet Ali Paşa’nın reformlarının temelini, Osmanlı modernleşmesine de itici gücünü veren askeri modernleşme ve düzenli bir ordu kurabilme çabası oluşturmaktaydı. Düzenli bir ordu kurma girişimin altında ise, siyasal hedefler yatmaktaydı. Paşa, İstanbul’a karşı Mısır’daki iktidarını koruyabilmek için, doğrudan kendisine bağlı düzenli bir orduya ihtiyaç duymaktaydı. Benzer şekilde, bürokrasideki yenilikçi adımlar, Eski Rejim’den farklı olarak, dolaylı yönetimden doğrudan yönetime geçilmesini gerçekleştirmek için atıldı. Merkezi bir siyasal iktidarın ortaya çıkışı, bu dönemin en önemli özelliklerinden biriydi. Nitekim, Mısır, İstanbul merkezli Osmanlı modernleşmesinin bir benzerinin zaman zaman daha erken atılan adımlarla ortaya çıktığı, yeni ve kesintisiz bir siyasal iktidarın yaratılabildiği ender Arap eyaletlerinden biri oldu. Bu açıdan, Paşa’nın Mısır’daki iktidar yapılanmasında bir kırılma yaratarak yeni bir düzen inşa ettiği ve bu anlamda da “modern Mısır’ın kurucusu” olduğunu söylemek mümkündür.4 4 Henry Dodwell, The Founder of Modern Egypt, Cambridge, Cambridge University Press, 1931; Khaled Fahmy, Paşanın Adamları: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ordu ve Modern Mısır, (Çev. Deniz Zarakolu), İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010, s. 12-14 ve Charles Issawi, Egypt in Revolution: An Economic Analysis, Oxford, Oxford University Press, 1963, s. 21. 223 Mehmet Ali Paşa’nın orduda modernizasyona girişmeden önce, mevcut yönetimin bel kemiğini oluşturan mültezimleri5 tasfiye ederek, vergi sisteminde ve toprak mülkiyeti rejiminde radikal bir değişikliğe gitmesi gerekiyordu. Çünkü, vergilerin doğrudan toplanması ve toprağın sıkı bir kontrol altına alınarak tarımsal üretimin arttırılması, askeri reformlar için ihtiyaç duyulan gelirin doğrudan merkeze akması anlamına gelecekti. Mehmet Ali Paşa, işe vergi sistemini değiştirerek başladı. 1812 ilâ 1814 yılları arasında, iltizam sistemi uygulamasına son verildi.6 Fellahlar,7 artık vergilerini mültezimlere değil, doğrudan Kahire’deki merkezi otorite tarafından atanan memurlara ödeyeceklerdi. Böylece, Paşa, iltizam sisteminin temelini oluşturan aracıları, dolayısıyla ileride kendisine rakip olabilecek mültezimleri tasfiye etmiş oldu.8 İltizam sistemi kaldırıldıktan sonra, toprak mülkiyetinde önemli değişim yaratacak bir adım daha atıldı. Mehmet Ali Paşa, tarımsal üretimin yapılmadığı arazileri kendisinin ve yakınlarının mülkiyetine geçirdi.9 Bu girişimden önce, Mısır’daki topraklar hukuki olarak Padişah’a aitti. Şimdi ise, Paşa, arazileri kendisine ve yakınlarına tahsis ederek toprak mülkiyetinde radikal bir değişiklik yaratmış oluyordu.10 Böylelikle, 19. yüzyılda Mısır 19. yüzyıla kadar Mısır, her yıl Osmanlı Hazinesi’ne belli bir miktar vergi göndermekle yükümlü salyaneli bir eyalet olarak yönetildi. İltizam sisteminin temel alındığı bu salyaneli eyalette, İstanbul vergi toplama işini mültezimlere havale etmişti. İltizam sistemi, özel bir şahsın devlete ait herhangi bir vergi gelirini toplamayı, devlete önceden belirli bir bedel ödemek suretiyle üzerine alması anlamına gelmekteydi. Mehmet Genç, “İltizam,” İslam Ansiklopedisi, C. 22, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, 2000, s. 154-158. 6 Gabriel Baer, A History of Landownership in Modern Egypt, 1800-1950, London: Oxford University Press, 1962, s. 3-4. 7 Fellah, Mısır’da geçimini çiftçilik yaparak sağlayan Araplar için kullanılmaktadır. 8 Albert Hourani, (1995), “Osmanlı Reformu ve Eşraf Politikaları,” Ortadoğu’da Modernleşme, (Ed. William R. Polk ve Richard L. Chambers), İstanbul, İnsan Yayınları, 1995, s. 81. 9 Charles Issawi, Egypt at Mid-Century: An Economic Survey, Oxford: Oxford University Press, 1954, s. 21. 10 Toprakta özel mülkiyet hakkı her ne kadar 1858 yılındaki Arazi Kanunnamesi’yle İmparatorluğun tamamında yasallaşacak olsa da, Paşa’nın 5 224 siyasal hayatına damgasını vuracak olan büyük toprak sahipliği ortaya çıktı. Mehmet Ali Paşa, iltizam sisteminin ilgasıyla eş zamanlı olarak, tarımsal üretimi arttırmaya yönelik bir girişimde bulundu ve yeni sulama kanalları inşa ettirdi.11 Yeni sulama kanallarının inşa edilmesiyle birlikte, kışın dahi suya ihtiyaç duyan tarım ürünlerinin üretim miktarında artış yaşandı. Ayrıca, yeni alanlar tarıma açıldı. Böylece, eskiden tarım yapılamayan alanlardan da ürün elde edilmeye başladı. Sulama sisteminin geliştirilmesine paralel olarak, tarımsal üretimi arttırmak için bir diğer yola daha başvuruldu. Fellahlar sıkı bir disiplin altına alındı.12 Eskiden, fellah istediği ürünü ekmekte serbestti ve yılda neredeyse 150 gün çalışırdı. Sulama sisteminin yetersizliğinden dolayı, yılın geri kalanında toprak sel sularının altında kalır ve fellah da zanaatçilik ile meşgul olarak gelirini arttırır, dilerse de boş otururdu. Artık, yeni yönetim, fellahın hangi ürünü, ne zaman ekeceğini belirliyordu. Pamuk ve şeker kamışı gibi yeni, emek-yoğun ürünler ekmek zorunda bırakılan fellah, yılın neredeyse 250 günü çalışır hale gelmişti.13 Bunun yanı sıra, fellah ürününü sabit fiyattan merkezi otoriteye satmak zorundaydı. Dolayısıyla, Mehmet Ali Paşa, tarımsal üretimi arttırmak amacıyla, fellahları disipline ederek, üretim sürecinin kendisini doğrudan belirlemeye çalışıyordu. 1816 yılına gelindiğinde, neredeyse Mısır’ın tüm tarımsal üretimini kontrol altına almıştı. Fellahların köylerinden ayrılmaları, tarımsal üretimi ve üretimden elde edilen geliri sekteye uğratacağından yaşadıkları ve üretim yaptıkları mekanları terk etmeleri yasaklanmıştı. Fellahın köyüne bağlanması, fiili olarak 1820’lerde gerçekleştiyse de, söz konusu durumun hukuki bir zemin kazanması zaman aldı. Mehmet Ali Paşa, 1830 yılında “Kanun al-Filaha” (Fellahlar Kanunu) adlı yasayı yürürlüğe soktu. Bu yasa, fellahları söz konusu girişimi Mısır’da de facto olarak özel mülkiyetin yaygınlaşmasına yol açtı. 11 Issawi, Egypt in Revolution…, s. 22. 12 Afaf Lutfi al-Sayyid Marsot, Mısır Tarihi: Arapların Fethinden Bugüne, (Çev. Gül Çağalı Güven), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010, s. 59. 13 a.k. 225 doğdukları yere hapsetmekte ve köylerinden dışarı çıkmak için muhtardan izin almalarını zorunlu kılmaktaydı. Söz konusu yasada, fellahların tarımsal ürüne zarar vermeleri durumunda cezalandırılacakları dile getirilmekteydi. Ayrıca, yine yasada, tarımsal üretimi sekteye uğratmanın dışında, hırsızlık, cinayet, ayaklanma çıkarmak gibi suçların da cezalandırılacağı belirtilmekteydi.14 Yasanın üretime zarar gelmesini engellemek gibi bir amacı olmakla birlikte, bunu aşan bir gayesi de vardı. Egemenin yasalarından birini ihlale cüret eden kişinin cezalandırılması, siyasal iktidarın mikro alanlarda kendisini var etmesinin önemli bir yoluydu.15 Dolayısıyla, tarımda reforma gidilerek bir yandan ülkenin gelirleri arttırılırken, bir yandan da ülkedeki modernleşmenin ruhuna uygun biçimde yeni bir disipline edici iktidar mekanizması geliştiriliyordu. Issawi’nin tanımlamasıyla, Paşa, tarımsal üretimi sıkı bir denetim altına alarak “tekel ekonomisi” oluşturmayı başarmıştı: Tacirlerin fellahlardan doğrudan ürün almasını yasaklayarak, üreticiden sabit fiyattan kendisinin aldığı ürünlerin uluslararası piyasalara ihracatını da tekelinde tutuyordu.16 Böylece, muazzam bir gelir elde edilebiliyordu. Tekel ekonomisi, Mehmet Ali Paşa’yı Mısır ekonomisindeki en önemli figür haline getirdiği gibi, artı değerin tek bir kişinin elinde toplanmasına da yol açıyordu. Bu açıdan, Mehmet Ali Paşa döneminde üretim süreci merkezileştirilerek, “modern” ve “kompleks” bir ekonomik yapı yaratıldığının altını çizmek gerekmektedir. Söz konusu süreçte, pamuk tarım reformunun en önemli üretim maddelerinden biri haline geldi ve zamanla Mısır’ın en önemli gelir kaynağı oldu.17 Yukarıda da değinildiği gibi, yeni 14 Joel Beinin, Workers and Peasants in the Modern Middle East, Cambridge, Cambridge University Press, 2001, s. 24-27. 15 Timothy Mitchell, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul, İletişim Yayınları, 2001, s. 77. 16 Charles Issawi, “Egypt Since 1800: A Study in Lop-Sided Development,” The Journal of Economic History, Cilt: 21, Sayı: 1, 1961, s. 5. 17 Pamuk üretiminin Mısır ekonomisindeki rolünü ayrıntılı olarak ele alan bir çalışma için bkz.: Roger Owen, Cotton and Egyptian Economy, Oxford, Oxford University Press, 1969. 226 sulama kanallarıyla birlikte, kışın dahi suya ihtiyaç duyan ürünlerin üretiminde önemli miktarda bir artış yaşanmıştı. Bu durum, pamuk üretimine de yansıdı. Özellikle, 1820’lerden itibaren pamuk üretiminde büyük bir artış meydana geldi. 1820 ilâ 1835 yılları arasında pamuk üretimi neredeyse iki yüz kat kadar arttı.18 Bunun yanı sıra, 1821 yılından itibaren uzun lifli pamuk19 üretimine geçilmesi, Mısır ekonomisinde “devrim” yaratacak bir etkide bulundu.20 Uzun lifli pamuk, İngiliz tekstil sanayiinin ihtiyaç duyduğu temel hammadde olduğundan, İngiltere’nin talebiyle karşılaştı. Pamuğun Avrupa piyasasında alıcı bulması, Mısır’ın muazzam bir gelir elde etmesine neden olduğu gibi, ülkenin uluslararası kapitalizme eklemlenmesinin de yolunu açtı. Vergi sisteminde, toprak mülkiyetinde ve tarımsal üretim alanındaki bu önemli değişiklikler, Mısır ekonomisinin etkin bir şekilde yeniden yapılanmasına neden oldu. Daha önce de değinildiği gibi, tarımsal üretimin denetim altına alınmasıyla elde edilen ekonomik gelir, Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’daki iktidarını sağlamlaştırmasına olanak tanıdı. Ayrıca, tarım ve ticaretten elde edilen gelir sayesinde diğer alanlarda reformlar hayata geçirebildi. Böylece, üretimin Kahire’den denetlenir hale gelmesi, diğer alanlarda da Mehmet Ali Paşa’yı ülkedeki en önemli otorite haline getirdi. Mısır’da bir yandan vergi sisteminde ve toprak mülkiyeti rejiminde değişikliğe gidilirken, bir yandan da fabrikalar inşa edilerek sanayileşme hamlesi başlatıldı. Mehmet Ali Paşa’nın, her ne kadar iptidai özellikler taşıyor olsa da, endüstriyel üretim gerçekleştirerek Mısır ekonomisini canlandırma girişimi İslam toplumlarındaki ilk ve en önemli sanayileşme hamlesiydi. Bu sanayileşme politikası çerçevesinde, ilk olarak 1816 yılında bir tekstil fabrikası kurulduysa da ancak 1820’lerden itibaren pamuk 18 Jean Lacouture, ve Simonne Lacouture, Egypt in Transition, London, Methuen&Co. Ltd., 1958, s. 56. 19 Uzun lifli pamuk, tekstil sanayiinde ince mamullerin yapımında kullanılmaktaydı. 20 Şevket Pamuk, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi: 1500-1914, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1999, s. 41. 227 üretiminde ortaya çıkan patlamaya paralel bir biçimde, fabrikalardaki üretimde artış yaşandı. Bununla birlikte, Mısır pazarında alıcı bulan ucuz İngiliz malları, tekstil sanayiini zora sokmaktaydı. Avrupa’dan ve özellikle İngiltere’den ülkeye gelen ucuz tekstil malları, yerli mallardan çok daha fazla alıcı bulmaktaydı. Bu yüzden, Mehmet Ali Paşa, daha önce de değinilen tekel sistemine benzer şekilde, gelişmekte olan tekstil sanayiini korumak ve ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerle rekabet edebilmek için ithal mallardan alınan vergi oranını arttırarak, yüksek gümrük duvarlarına dayanan korumacı bir dış ticaret sistemi oluşturdu.21 Böylelikle, yabancı malların, özellikle de İngiliz ürünlerinin Mısır piyasasına düşük fiyattan girmeleri engellenebilecekti. Gerçekten de, bu korumacı politika önemli sonuçlar verdi. Zamanla, Mısır tekstil ürünleri yerel piyasayı ele geçirdiği gibi, Suriye, Sudan ve Anadolu’ya dahi ihraç edilmeye başladı.22 Bu durum, ülkenin gelirinde büyük bir artışa yol açtı. Ekonomik alandaki bu önemli atılım dikkat çekici olmakla beraber, Mısır’da kurulan fabrikaların önemli bir kısmının büyük bir sanayileşme hamlesi başlatmaktan çok, temelde oluşturulması planlanan disiplinli ordunun ihtiyaçlarını karşılamak üzere tasarlandığının altını çizmek gerekmektedir.23 Örneğin, fabrikalarda, diğer tekstil mamûllerinin üretiminin yanı sıra, esas olarak, orduda istihdam edilen askerlerin üniforma ihtiyacını karşılamak için üretim yapılmaktaydı. Benzer şekilde, ordunun silah ihtiyacını karşılamak ve dışa olan bağımlılığını azaltmak için zamanla Kahire’de ve İskenderiye’de silah fabrikaları kuruldu.24 İlk aşamada, söz 21 Issawi, Egypt in Revolution…, s. 22. Afaf Lutfi al-Sayyid Marsot, Egypt in the Reign of Muhammad Ali, Cambridge, Cambridge University Press, 1984, s. 171. 23 Bernard D. Weinryb, “Industrial Development of the Near East,” The Quarterly Journal of Economics, Cilt: 61, Sayı: 3, 1947, s. 476 ve Charles Issawi, “De-Industralization and Re-Industralization in the Middle East since 1800,” International Journal of Middle East Studies, Cilt: 12, Sayı: 4, 1980, s. 471. 24 Mısır’ın 19. yüzyıldaki silah sanayiini ele alan ayrıntılı bir çalışma için bkz.: John Dunn, “Egypt’s Nineteenth-Century Armaments Industry,” The Journal of Military History, Cilt: 61, Sayı: 2, 1997, s. 231-254. 22 228 konusu fabrikalardaki üretimi örgütlemek için yabancı uzmanlardan yararlanıldı. Üretimi gerçekleştirenler ise, ülkenin ucuz işgücünü oluşturan Mısırlı fellahlardı. Dolayısıyla, Mehmet Ali Paşa, hem orduda, hem de tarımsal ve endüstriyel üretimde ülkedeki alt tabakayı istihdam ederek, hemen hemen her alanda yönetici küçük bir zümre ve yönetilen halk “yığınları” ayrımını sürekli olarak yeniden yaratıyordu. Zamanla, söz konusu yöntemde bir değişikliğe gidildi. Batı tarzı silah yapım tekniklerinin ülkeye getirilmesi amacıyla, 1820’lerin ikinci yarısında Fransa’ya ve 1830’larda ise İngiltere’ye öğrenciler gönderilmeye başlandı. Böylece, yurt dışında eğitim alarak ülkelerine dönen yerli uzmanlar aracılığıyla, yabancı uzmanlara ihtiyaç duyulmadan, Avrupa etkisinden azade bir üretim gerçekleştirilebildi. Gerçekten de, Mehmet Ali Paşa’nın askeri teçhizat üretimine ilişkin bu çabası, kısa zamanda sonuç verdi.25 1820’lerin ikinci yarısından itibaren silah yapımında seri üretime geçildi. Bu başarıyı, 1820’lerin sonlarından itibaren, yerli bir donanma inşa edilmesi çabası izledi. Nitekim, söz konusu çaba, 1832 yılında sonuç verdi ve Mısır’ın ilk donanması kuruldu. Bu çerçevede, Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı coğrafyasında askeri-endüstriyel kompleks kurmayı başaran ilk ve tek vali olduğunu söylemek mümkündür. Aslında, tarımsal üretimi ve ekonomiyi Kahire’den denetlemeye girişen ilk kişi Mehmet Ali Paşa değildi; ama, başarıya ulaşan ve bunu en azından 1840 yılına kadar sürekli hale getiren kendisi oldu. Paşa’yı seleflerinden ayıran en temel özelliği, bu süreci sürekli kılmayı başarmasıydı. Dolayısıyla, 19. yüzyılda Mehmet Ali Paşa’yla birlikte iktidar ilk defa kesintisiz ve tek tip bir tarzda işlemeye başladı.26 İktidarın sürekliliği, üretimin merkezileşmesinden besleniyordu. Ayrıca, artık üretilen ve mübadele edilenden pay almaktan ibaret bir yöntem uygulanmıyor, üretim sürecine de dahil olunuyordu. Siyasal iktidar, “ülkenin üretici güçleri” olarak tasavvur edilen unsurların her birini ayrı ayrı ve kesintisiz bir şekilde denetleyerek, disipline 25 26 John Dunn, Khedive Ismail’s Army, New York, Routledge, 2005, s. 10. Mitchell, a.g.k., s. 78-79. 229 ve koordine edip bunları arttırmaya çalışıyordu.27 Dolayısıyla, Paşa, kendinden önceki Osmanlı valilerinin deneyip de başaramadıklarının, yani Mısır vilayetinin ekonomisini düzene koyarak onun potansiyel zenginliklerini harekete geçirmenin üstesinden gelmişti.28 2. ASKERİ MODERNLEŞME 19. yüzyılın başında itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun Rumeli’den başlayarak, Anadolu’ya ve Arap dünyasının bir kısmına uzanacak merkezileşme çabası Mısır’da sonuç vermemişti. İstanbul, bu merkeziyetçi strateji nedeniyle, zaman zaman Paşa’nın Mısır’daki iktidarını tehdit eder politik manevralarda bulundu.29 Bunun üzerine, Paşa, İstanbul’a karşı Mısır’daki iktidarını muhafaza edebilmek için disiplinli ve düzenli bir ordu kurma yönünde bir adım attı. Düzenli bir ordu ancak eyaletin tamamında zorunlu askerlik uygulamasının başlatılmasıyla mümkün olabilirdi. Fakat, Mısırlıların askere alınması, tarımsal üretimin sekteye uğraması riskini taşıyordu. Dolayısıyla, ilk aşamada, tarımsal üretimin sekteye uğramaması için orduda Mısırlı fellahlar yerine, Sudanlıların istihdam edilebilmesi için 1820 yılında Sudan’a bir sefer düzenlendi. Fakat, bu seferin istenen sonucu vermemesi 27 a.k. Fahmy, a.g.k., s. 11. 29 Örneğin, III. Selim 1806 yılında, Selanik valisi Musa Paşa ile Mehmet Ali Paşa’nın yer değiştirmelerini emreden bir fermanla Musa Paşa’yı Mısır’a göndermişti. Musa Paşa’yı Mısır’a getiren Kaptan-ı Derya, III. Selim’in fermanını Mehmet Ali Paşa’ya iletmekle görevlendirilmişti. Oysa, Mehmet Ali Paşa, eyalette farklı politik figürlerin desteğini arkasına alarak, Padişah’ın bu talebine karşı direnebilmeyi başardı. III. Selim’in girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. Khaled Fahmy, “The Era of Muhammad Ali Pasha,” The Cambridge History of Egypt, Vol. 2: Modern Egypt, from 1517 to the End of the Twentieth Century, (Ed. M. W. Dally), Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s. 145 ve Muhammed H. Kutluoğlu, The Egyptian Question (1831-1841), İstanbul, Eren Yayıncılık, 1998, s. 37. 28 230 üzerine, 1821’den itibaren Paşa, zorunlu askerlik uygulamasını başlattı. Zorunlu askerlik uygulamasıyla eş zamanlı olarak, belli başlı şehirlerin yakınlarına kışlalar ve eğitim kampları inşa edildi.30 Fellahlar kışlalara kapatılarak, talimden geçirilecek ve profesyonel askerlere dönüştürülecekti.31 Bunun yanı sıra, fellahları eğitecek subayların yetiştirilebileceği askeri okullar açıldı ki bu okulların ilki, 1821’de Asvan’da eğitim vermeye başladı. Ordunun modernleştirilmesi, Mısır’da milliyetçiliğin canlandırılmasına yönelik bir amaçtan ziyade, İstanbul’a karşı Mısır ve çevresinde bölgesel nüfuz alanı oluşturulmasına hizmet etmesi için tasarlanmıştı. Örneğin, dönemin Fransız ulusal ordusunun aksine Paşa’nın yeni ordusu etnik açıdan bölünmüş durumdaydı: Arapça konuşan fellahlar zorunlu askerlik görevini yerine getirirken, fellahların komutanlarını Türkçe konuşan Osmanlı-Mısır eliti oluşturmaktaydı.32 Aslında, Mısır ordusundaki bu “etnik” bölünme, genel olarak Orta Doğu toplumlarının askeri örgütlenme biçiminin devamı niteliğindeydi. Örneğin, bu coğrafyada, Abbasilerden sonraki bütün devletleri yabancı askeri elit kurmuştu.33 Genellikle de, bu askeri elit göçebe Türklerden ve Çerkezlerden oluşuyordu. Yönetici elitlerin hükmettikleri insanlarla hiçbir etnik, kültürel ve dil bağları bulunmuyordu. Katı bir yöneten-yönetilen ayrımına dayanan 30 Mitchell, a.g.k., s. 80-81. Zorunlu askerlik uygulaması, zamanla kırsal kesimde ayaklanmaların ortaya çıkmasına yol açtı. Merkezden gönderilen subaylara karşı 1823’te Aşağı Mısır’da, 1824’te de Yukarı Mısır’da geniş katılımlı ayaklanmalar patlak verdi. Fakat, ayaklanmalar merkezi otorite tarafından bastırıldı. Buna rağmen, fellahlar köylerinden kaçarak ya da zaman zaman kendi kendilerini sakatlayarak zorunlu askerlik uygulamasından kurtulmaya çalıştılar. Ancak, söz konusu uygulamadan taviz verilmeden, fellahların orduda istihdamına devam edildi. Fahmy, Paşanın…, s. 98. 32 Toledano, a.g.k., s. 16. 33 Orta Doğu’daki devletlerin askeri ve idari açıdan geleneksel olarak nasıl örgütlendiklerini ele alan bir eser için bkz.: Ira M. Lapidus, İslam Toplumları Tarihi, Cilt. I: Hazreti Muhammed’den 19. Yüzyıla, (Çev.Yasin Aktay), İstanbul, İletişim, 2002, s. 76-116, 207-225. 31 231 böyle bir sistemle, geniş halk kitlelerinin egemenin iktidarına başkaldırması engellenmeye çalışılıyordu. Söz konusu etnik ayrışma, Mehmet Ali Paşa dönemindeki iktidar yapılanmasının ve bu yapının kilit unsuru olan askeriyenin de karakteristik özelliklerinden biriydi. Örneğin, orduda görev yapan Mısırlı fellahların yüzbaşılıktan yukarıya terfi etmeleri kesinlikle yasaktı.34 Yukarıda da değinildiği gibi, Mısırlıların ordunun üst kademelerinde görev almaları yasaklanarak, egemenin otoritesine meydan okuyacak olası kitlesel ayaklanmaların ordu içerisinden destek bulmalarının önüne geçilmesi hedefleniyordu.35 Üst kademede görev alan Osmanlı-Mısır elitine dahil olabilmek için, Türk olmak, yani Türkçe konuşmak, istisnalar olmakla birlikte çoğunlukla müslüman olmak ve Anadolu, İstanbul, Arnavutluk veya Osmanlı dünyasının diğer bölgelerinden gelmek, bu kişi bir savaş esiri olarak yakalanmış olsa bile, yeterliydi.36 Mehmet Ali Paşa, ordudaki bu etnik ayrışmayı şöyle açıklıyordu: “İngilizler Hindistan’da ne yapıyorsa ben de aynısını Mısır’da yapıyorum. İngiltere, Hindistan’da Hintlilerin askerlik yaptığı, İngilizlerin yönettiği bir orduya sahip. Ben de Türklerin yönettiği, Arapların askerlik görevini ifa ettiği bir orduya sahibim. Türkler daha iyi subay olurlar. Çünkü, Türkler yönetmeye muktedir olduklarının Khaled Fahmy, “Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ‘Nizam-ı Cedid’ Ordusunda Çıkan İsyan,” (Ed. Jane Hathaway), Osmanlı İmparatorluğu’nda İsyan ve Ayaklanma, İstanbul, Alkım, 2007, s. 205-206. 35 Yine de ordu içindeki bu etnik ayrışmanın zamanla önemli bir gerilim unsuru haline geldiğinin altını çizmek gerekmektedir. Nitekim, 1881-1882 yıllarında ortaya çıkan milliyetçi tonu baskın Arabi Paşa liderliğindeki hareketin temel hedeflerinden birisi, Mısır ordusundaki yöneten Osmanlı-Mısır eliti ve hizmet eden Mısırlılar ayrımına dayanan “kast sistemi”ni kırmaya çalışmak olacaktır. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir çalışma için bkz.: Juan R. I. Cole, Colonialism and Revolution in the Middle East: Social and Cultural Origins of Egypt’s ‘Urabi Movement, Cairo, The American University in Cairo Press, 1999. 36 Fahmy, Paşanın…, s. 241. 34 232 farkındadırlar. Araplar ise, Türklerin kendilerinden olduklarını bilirler.”37 daha iyi Mehmet Ali Paşa’nın ordusundaki söz konusu etnik bölünme, kendisinin temel amacının düzenli ordu aracılığıyla bir Mısır ulusu yaratmak olmadığına ilişkin önemli bir veri sunmaktadır. Temelde, bu sistemin iki temel saiki olduğunu söylemek mümkündür. Birincisi, söz konusu sistem Osmanlı coğrafyasının her tarafındaki elitleri cezbetmeyi ve bu elitlerin gelip Mehmet Ali Paşa yönetiminde yer almalarını sağlamayı amaçlıyordu. İkincisi ve daha da önemlisi, Arapça konuşan kitlelerin Mehmet Ali Paşa’nın iktidarına meydan okuyacak potansiyele sahip olmalarını engelliyordu.38 Sonuç olarak, modern ordu, temelde iktidarın merkezileştirilmesi için tasarlanmıştı. Çünkü, siyasal iktidarın herhangi bir meydan okumayla karşılaşmaması için, şiddet tekelinin çeşitli araçlarla merkezi otoritenin denetimine alınmış olması gerekiyordu. Modern ulus-devlette ordunun en temel özelliklerinden biri, askerlerin milliyetçi ideolojiyi benimsemiş olmalarıydı. Oysa, Mısır’daki ordu, Mısır milliyetçiliği temelinde şekillenmiş ulusal bir ordu niteliği taşımaktan çok, dini çağrışımları olan ve Osmanlı sınırıyla tampon oluşturması düşünülen Suriye’yi kapsayacak bölgesel nüfuz alanının tesisinde önemli bir işlev görecek özelliklere sahipti. Nitekim, ordunun resmi ismi Cihadiye-i Mısriyye’ydi (Mısır’ın Cihatçıları).39 Bu anlamda, bir ulus tahayyülüne değil, İslamiyet’teki cihat anlayışına vurgu yapılmaktaydı. Mısır ordusunun temel belirleyeni, İslami öğreti temelinde şekillenmiş cihat anlayışı ve egemene sadakatti. aktaran: Khaled Fahmy, “The Nation and its Deserters: Conscription in Mehmed Ali’s Egypt,” International Review of Social History, Cilt: 43, Sayı: 3, 1998, s. 423. 38 Fahmy, “The Era…,” s. 155. 39 Fahmy, Paşanın…, s. 261. 37 233 3. SİVİL BÜROKRASİNİN DOĞUŞU Askeri modernleşmeyi, sivil bürokrasinin doğuşu takip etti. Mısır’daki bürokratik modernleşme, temelde iki ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıktı. Birincisi, kurulan düzenli ordu bürokratik modernleşmenin önünü açmıştı.40 Çünkü, artık, Mısır ordusu yaklaşık yüz otuz bin kişiden oluşuyordu ve bu büyük kitlenin yönetilmesi sorunu ortaya çıkmıştı. Söz konusu durum da, Mısır tarihinde daha önce benzeri görülmemiş merkezi bir yönetimin kurulmasını ve fellahların sıkı bir denetim altına alınması örneğinde de görüldüğü gibi egemenin halkın yaşamına geçmişle kıyaslanmayacak bir şekilde müdahale etmesini gerekli kılıyordu. Dolayısıyla, ordudaki ve diğer alanlardaki dönüşümü destekleyecek bir merkezi yönetimin oluşturulması gerekiyordu. İkinci olarak, Mehmet Ali Paşa’nın iktidarını sağlamlaştırma hedefi, ancak merkezi bir bürokrasinin oluşturulmasıyla mümkün olabilirdi. Dolayısıyla, merkez Kahire’den taşrayı, yani Aşağı ve Yukarı Mısır’ı denetleyebilecek bir idari yapının oluşturulması ihtiyacı doğmuştu. Bu dönemde kurumsallaşan bürokrasi, hem merkezde, yani Kahire’de yeni bir yapılanmayı, hem de taşrada sıkı bir örgütlenmeyi gerektiriyordu. Dolayısıyla, bir yandan oluşturulan divanlar yoluyla Mehmet Ali Paşa’nın Kahire’deki iktidarını sağlamlaştıracak adımlar atılırken, bir yandan da merkezden eyaletlere atanan memurlar aracılığıyla, Paşa’nın taşradaki egemenliği güvence altına alınmaya çalışılıyordu. Merkezdeki ve eyaletlerdeki yönetim, katı bir merkeziyetçiliğe dayanıyordu. Bürokratik yapının en tepesinde de Mehmet Ali Paşa’nın kendisi bulunuyordu. Ülke yönetiminde Paşa’ya yardımda bulunmak üzere, birtakım kurullar oluşturulduysa da, askeri, ekonomik ve idari alanlardaki bütün önemli kararlar kendisi tarafından alınmaktaydı. Mehmet Ali Paşa’ya, üyeleri kendisi tarafından seçilen organlar ülke yönetiminde yardımcı olmaktaydılar. Paşa, istediği zaman bu organlarda yer alan kişileri görevden alabiliyor ya da 40 a.g.k., s. 175. 234 herhangi başka bir idari göreve atayabiliyordu. Ayrıca, söz konusu yapılar, temelde danışma kurulları olarak işleyecek şekilde oluşturulmuşlardı. Son sözü söyleyen her zaman Mehmet Ali Paşa’ydı. Bu yapılardan en önemlisi, Hıdiv Divanı (Divanü’l Hıdiv) idi. Hıdiv Divanı’nda adli ve idari konular ele alınırdı. Ayrıca, bu divan memurların maaşlarının ödenmesinden ve eyaletlerde uygulanacak hükümlerin yürürlüğe girmesinden sorumluydu.41 Dolayısıyla, Hıdiv Divanı, temelde ülkenin içişlerini yürütmekle yetkilendirilmişti. Merkezi idarenin bir diğer temel organı ise, Valilik Kurulu (Divanü’l Maiya al-Saniya)’ydu.42 Üyelerini Mehmet Ali Paşa’nın saray çevresinin oluşturduğu bu kurul, başmuavinin başkanlığında, başmütercim, haznedar, kethüda, mühürdar ve silahdarın katılımıyla, askeri ve sivil konuların görüşülmesi amacıyla düzenli olarak toplanırdı. Ayrıca, diğer kurumlarla olan iletişimi de bu kurul sağlamaktaydı. Diğer idari organlardan malumat toplayarak, Paşa’yı ülkenin idari, ekonomik ve askeri meseleleri konusunda bilgilendirirdi. Mehmet Ali Paşa’ya ülke yönetiminde yardımcı olmakla görevli diğer kurumlar ise, askeri meselelerin ele alındığı Savaş Divanı (Divanü’l Cihadiyye) ve yabancı ülkelerle yapılan ticarete ilişkin konuların tartışıldığı Mısır Ticaret Divanı (Divanü’l Ticariyye Mısriyye)’ydı.43 Özel olarak, askeri ve ekonomik meselelerin ele alındığı danışma kurullarının ihdas edilmiş olması, Mehmet Ali Paşa yönetiminin modern ordu ve ekonomi odaklı temel karakteristiğini göstermesi açısından hayli önemlidir. Çünkü, en önemli hedef, düzenli ve disiplinli bir orduya sahip olmak ve buna bağlı olarak gelir getiren bir ekonomik sistem aracılığıyla ordunun gereksinimlerini finanse edebilmekti. Bu çerçevede, her iki alanı da denetleyebilecek ve Sevda Özkaya-Özer, Osmanlı İdaresinde Mısır (1839-1882) (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Elazığ, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, s. 89. 42 F. Robert Hunter, Egypt Under the Khedives, 1805-1879: from Household Government to Modern Bureaucracy, Cairo, The American University of Cairo Press, 1999, s. 20. 43 Özkaya-Özer, a.g.k., s. 89. 41 235 istikrarlı hale getirebilecek danışma kurullarının varlığı oldukça işlevseldi. Fakat, yine de bu iki divanın da Paşa’nın kararlarını değiştirme yetkisi olmadığının altını çizmek gerekmektedir. Merkezi yönetim taşrada oluşturulacak etkin bir idari örgütlenme aracılığıyla, Kahire’den Aşağı ve Yukarı Mısır’daki köylere kadar uzanacaktı. Bu amaçla, 1826 yılında, ülke, on dördü Aşağı Mısır’da, onu da Yukarı Mısır’da olmak üzere yirmi dört eyalete bölündü. Her bir eyalet de bölgelere, bucaklara ve köylere ayrıldı. Her eyalete, doğrudan Mehmet Ali Paşa’ya bağlı “müdür” adı verilen bir eyalet yöneticisi atanıyordu.44 Bunlar, merkezden gönderilen emirleri, sorumlu oldukları eyaletlerde uygulamakla yükümlüydüler. Müdürler, özellikle, güvenliğin sağlanmasından, vergilerin düzenli olarak toplanmasından, tarımsal üretimin denetlenmesinden ve asker alımlarının aksamamasından sorumluydular. Söz konusu yapının tarım reformuyla ve zorunlu askerlik uygulamasıyla doğrudan ilişkisi bulunmaktaydı. Çünkü, eyaletlerin kontrolüne tarımsal üretimin sekteye uğramasının önüne geçilmesi gerektiği fikri ilham veriyordu. Bunun yanı sıra, eyaletlerdeki yöneticiler fellahların askere alınmasından da sorumlu olacakları için, düzenli ordunun oluşturulmasına giden yolda önemli bir görev üstleneceklerdi. Mısır’daki merkezi örgütlenme, Osmanlı yönetiminden devşirilerek oluşturulan “hane halkı”na dayanmaktaydı.45 Padişah’ın hane halkı mensupları eyaletlere gittiklerinde, kendi hane halklarını oluştururlar ve bu yapı aracılığıyla ilgili eyaleti yönetirlerdi. Osmanlı yönetiminden ilhamla oluşturulan hane halkının Mısır’daki temelini ise, Kavalalı ailesi çevresinde örgütlenen Osmanlı-Mısır eliti oluşturmaktaydı. Hane halkına dayanan yönetim yapısında yer alan yönetici zümre, esas olarak üç gruptan oluşmaktaydı: Mehmet Ali Paşa’yla kan bağı bulunanlar, Paşa’nın ailesine evlilik yoluyla dahil olanlar ve Paşa’yla yakınlık kurarak Osmanlı coğrafyasının 44 Hunter, a.g.k., s. 19. Jane Hathaway, “The Military Household in Ottoman Egypt,” International Journal of Middle East Studies, Cilt: 27, Sayı: 1, 1995, s. 39-52. 45 236 çeşitli bölgelerinden ve Avrupa’dan Mısır’a gelip yönetimde yer alanlar.46 Askeri ve sivil yönetimde en önemli görevlere getirilenler, genellikle, Mehmet Ali Paşa’nın oğulları gibi ilk gruba mensup olanlardı. Mehmet Ali Paşa, Mısır’daki önemli görevleri kendi ailesinden isimlere emanet ederek, egemene sadakat üzerinden bir yönetim anlayışı geliştirmişti. Merkezi yönetimin temelinde aile fertlerinin yer alması, önemli bir uygulama olarak uzun yıllar varlığını sürdürdü. Örneğin, Mehmet Ali Paşa, oğlu İbrahim Paşa’yı henüz on altı yaşındayken Kahire Kalesi’nin yöneticisi olarak atamıştı.47 Kale’nin yönetimini İbrahim Paşa’ya verilmiş olması, Mehmet Ali Paşa’nın iktidarını simgeleyen yapının ancak aile fertlerinden biri aracılığıyla korunabileceği fikrinden doğmuştu. Aynı şekilde, eyaletin kalbi olan Kahire’nin yönetimi Vali’nin torunu Abbas Paşa’ya bırakılmıştı.48 Diğer yandan, Mehmet Ali Paşa, ordudaki olası isyanları engellemek amacıyla, askeri alandaki önemli görevleri de oğulları arasında paylaştırmıştı.49 Paşa’nın en küçük oğlu Sait Paşa donanmaya komuta ederken, diğer oğlu Tosun Paşa Vahabileri bastırmak üzere gönderilen ordunun komutanı olarak göreve getirilmişti. İbrahim Paşa, 1831-1833 yılları arasında Suriye seferinin komutasını yürüttü. Bu yakın aile fertlerinin yanı sıra, zamanla, Mehmet Ali Paşa’nın kuzenleri ve yeğenleri de askeri ve sivil yönetimde önemli görevlere getirildiler. Örneğin, yeğeni Muhammet Şerif’e önce Yukarı Mısır’ın yöneticiliği, ardından başmuavinlik görevi verilmiş; Suriye ele geçirildikten sonra ise, Muhammed Şerif, Suriye’nin yöneticiliğini üstlenmişti.50 Paşa, Kavala’dan gelen diğer iki yeğeni, İbrahim ve Ahmet Yağan kardeşleri de zaman Reuven Aharoni, The Pasha’s Bedouin: Tribes and State in the Egypt of Mehemet Ali, 1805-1848, London, Routledge, 2007, s. 137. 47 Khaled Fahmy, Mehmed Ali: From Ottoman Governor to Ruler of Egypt, Oxford, Oneworld, 2009, s. 40. 48 P. J. Vatikiotis, The Modern History of Egypt, London, Weidenfeld and Nicolson, 1969, s. 66. 49 a.k. 50 Fahmy, Mehmed…, s. 41. 46 237 zaman ordunun önemli mevkilerinde görevlendirmişti.51 Evlilik yoluyla aileye katılan damatlara da sivil ve askeri bürokraside önemli görevler verildi.52 Mehmet Ali Paşa’nın kızı Tevhide Hanım’la evli olan Muharrem Bey, donanma komutanlığını üstlenmişti; Zeynep Hanım’la evli Yusuf Kamil içişlerinden, Nazlı Hanım’ın eşi Muhammet Bey ise, İskenderiye’nin yönetiminden sorumluydu. Zamanla, Avrupa’dan veya İmparatorluğun farklı coğrafyalarından gelerek, Mehmet Ali Paşa’nın yönetiminde yer almayı talep eden önemli isimler de Mısır yönetiminde söz sahibi oldular. Yönetimdeki eğitimli bürokrat eksikliği ancak bu şekilde giderilebilecekti. Yönetimde yer alacak kişinin müslüman olup olmaması önemli değildi. Aksine, yetenekli ve eğitimli gayrimüslimlerin ülke yönetiminde önemli mevkilerde görev yapmaları, Mısır’da 19. yüzyıl boyunca devam eden bir gelenek oldu. Örneğin, bir Ermeni olan Boğos Bey, Mehmet Ali Paşa’nın danışmanlığını ve baştercümanlık görevini yürütüyordu ve dış ticaretten de sorumluydu. Diğer yandan, Paşa’nın özel hekimliğini de yürüten Antoine-Barthêlemy Clot, Mısır’da tıp okullarının açılmasında ve etkin bir sağlık sisteminin kurulmasında öncü isimlerden biri olmuştu.53 Mehmet Ali Paşa’nın Kethüdalığını yürüten Muhammet Lazoğlu, Hazine’den sorumlu Muhammet Bey, danışmanlığını yapan Sami Bey ve mali işlerle ilgilenen Bakı Bey gibi önemli isimler, Osmanlı’nın farklı coğrafyalarından Mısır’a gelerek Paşa’nın hizmetine giren kişilerdi.54 Kavalalı ailesinin de içinde yer aldığı Osmanlı-Mısır eliti sadece önemli mevkileri elde tutmakla kalmıyor, zamanla Mısır’da özel mülkiyetin gelişmesine bağlı olarak, toprak edinip ekonomik açıdan da zenginleşiyordu. 1820’lerden itibaren, ülke 51 Hunter, a.g.k., s. 25. Marsot, Egypt…, s. 78. 53 Gilbert Sinouê, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, (Çev. Ali Cevat Akkoyunlu), İstanbul, Doğan Kitap, 2004, s. 174-175. 54 Lesley Lababidi, “Muhammad Ali and Modernization,” (Ed. Aleya Serour), Writing Egypt: History, Literature, and Culture, Cairo, The American University in Cairo, 2012, s. 78-79. 52 238 topraklarının bir kısmı ilk olarak aile üyelerine hibe edilmeye başlandı. İlerleyen dönemlerde, bu durum, sadece Paşa’nın ailesiyle de sınırlı kalmayacak, Mısır’da yönetici zümreye dahil olanların büyük bir kısmını kapsar hale gelecekti. Buna yol açan temel neden ise, Paşa’nın oluşturduğu tekel sisteminin yara almasına bağlı olarak ortaya çıkan eyalet gelirlerindeki büyük düşüştü. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1838 yılında İngiltere’yle imzaladığı ve serbest ticaret ilkesinin güvence altına alındığı Balta Limanı Sözleşmesi’nin 1841’de Mısır’da da geçerlik kazanmasıyla, ekonomik tekel sistemi büyük bir darbe aldı. Mehmet Ali Paşa’nın gelir getiren tekel sistemi işlevsiz hale gelince, Mısır’daki toprakların büyük bir kısmı Kavalalı ailesi ve yönetimde yer alan elitler arasında paylaştırıldı. Böylece, Osmanlı-Mısır eliti ülke topraklarının büyük bir kısmında mülkiyet edindi. Yukarıda ele alınan bürokratik yapının iki temel özelliği bulunmaktaydı. Birincisi, Mısır’ın yönetici elitlerini oluşturan Mehmet Ali Paşa’nın hane halkına mensup isimler askeri ve sivil mevkilerde sürekli olarak görev yapmıyorlar, rotasyona tabi tutuluyorlardı. Yani, yönetici zümreye mensup bir kişinin sürekli aynı görevde bulunmasına izin verilmiyordu. Örneğin, bir dönem İskenderiye’nin yöneticiliğini yürüten kişi, daha sonra donanma komutanlığına getirilebiliyordu. Dolayısıyla, hiç kimse herhangi bir idari görevde kalıcı olamıyordu. Bu açıdan, yukarıda verilen örneklerin belirli dönemlerle sınırlı olduğunun altı çizilmelidir. Bu uygulama, iktidarın muhafazası için önemli bir işleve sahipti. Çünkü, hiç kimse uzun yıllar aynı görevde kalamadığı için herhangi bir nüfuz alanı da oluşturamıyor ve egemenin otoritesine başkaldıramıyordu. İkinci özellik, askeri bürokraside olduğu gibi, Türkçe konuşan elitler ile Arapça konuşan kitleler arasındaki katı ayrımdı.55 Mısırlı Araplar, askeriyede olduğu gibi sivil bürokraside de sadece alt kademedeki görevlerde istihdam ediliyorlardı. Mehmet Ali Paşa’nın hane halkına mensup Osmanlı-Mısır eliti ise, çok küçük bir azınlık olmasına rağmen, F. Robert Hunter, “State-Society Relations in Nineteenth-Century Egypt: The Years of Transition,” Middle Eastern Studies, Cilt: 36, Sayı: 3, 2000, s. 146. 55 239 Kavalalı ailesiyle birlikte Mısır’ın en zengin ve en etkin sınıfını oluşturuyordu. Toledano, Osmanlı-Mısır elitine mensup yönetici zümrenin eşleri ve çocuklarıyla birlikte on bin civarında bir nüfusa sahip olduğunu belirtmektedir.56 Türkçe konuşan elitler ve Arapça konuşan kitleler arasındaki katı ayrım, bürokratik yazışma diline de yansımıştı. Mehmet Ali Paşa’nın teşvikiyle, bürokratik yazışmaların Arapça değil, Türkçe yapılması şeklinde bir teamül oluşturulmaya çalışıldı. Fakat, söz konusu uygulama, alt kademelerdeki Türkçe bilmeyen Mısırlıların bazı yazışmaları Arapça olarak kaleme almalarından dolayı sekteye uğrayabiliyordu. Paşa, bu durumu engelleyebilmek için, 1836 yılında bütün yazışmaların Türkçeye çevrilmesi gerektiğini belirten bir emirname yayımladı.57 Bu tarihten 1860’lara kadar Türkçe, Mısır’da resmi yazışma dili olmaya devam etti. Sonuç olarak, Mehmet Ali Paşa’nın en önemli icraatından birisi, eski yönetimin yerini alan merkezi bir bürokrasi oluşturmasıydı. Mehmet Ali Paşa’nın ölümünün ardından Mısır’da fabrikalar kapandı, tarımsal üretimde düşüş yaşandı, ordudaki asker sayısı oldukça azaldıysa da oluşturduğu bürokratik yapı ilerleyen dönemlerde modern devletle eş anlamlı hale geldi.58 Ehud R. Toledano, “Social and Economic Change in the ‘Long Nineteenth Century’,” (Ed. M. W. Daly), The Cambridge History of Modern Egypt, Vol. 2: Modern Egypt, From 1517 to the end of the Twentieth Century, Cambridge, Cambridge University Press, 2008, s. 263. 57 Toledano, State…, s. 158 ve Hunter, “State…,” s. 156. 58 Hunter, Egypt…, s. 17. 56 240 4. EĞİTİM “REFORMU” Mehmet Ali Paşa döneminde modernleşme yönünde adım atılan alanlardan bir diğeri, eğitimdi. Diğer alanlardaki modernleşme hamlesi, ancak, reform sürecini sırtlayabilecek eğitimli bir kitlenin desteğiyle başarılı olabilirdi. Eğitime önem verilmesinin temel nedeni, Avrupa tarzı eğitim anlayışını Mısır’a yerleştirerek hem askeri ve sivil bürokrasideki eğitimli yönetici eksikliğini giderebilmek, hem de Batılı eğitimden geçen uzmanlar aracılığıyla sanayileşme hamlesini gerçekleştirebilmekti. Dolayısıyla, eğitim alanındaki reformlar, özellikle ordudaki deneyimli komutan ve sivil bürokrasideki yetkin bürokrat ihtiyacından ve fabrikalardaki personel eksikliğinden kaynaklanıyordu. Yukarıda değinilen amacın gerçekleştirilebilmesi için temelde iki yöntem benimsendi. İlk olarak, Avrupa tarzı eğitim sistemini Mısır’a yerleştirmek amacıyla, 1809 yılından itibaren Avrupa’ya öğrenciler gönderilmeye başlandı.59 Böylelikle, yurt dışında eğitim gören uzmanlar, Mısır’a döndüklerinde yerel elitleri eğitecek eğitim kurumlarının oluşumuna öncülük yapacakları gibi, söz konusu kurumlarda eğitmenlik görevini de üstleneceklerdi. Mısır’daki reformlar temelde Fransız modelinden esinlenmekle birlikte, öğrencilerin eğitim için ilk gönderildikleri ülke, İtalya’ydı. Asıl olarak 1818’den itibaren İngiltere’ye ve Fransa’ya öğrenciler gönderilmeye başlandı. Bu süreç, 1820’lerden itibaren hız kazandı. İlk etapta, teknik eleman yetiştirilmesi için planlanan yurt dışı eğitim faaliyetleri, entelektüel alanda bir canlanmanın yaşanmasına da yol açtı. Yurt dışına gönderilenlerin çok azı Mısırlıydı. Paşa’nın yönetim geleneğine paralel şekilde, genellikle Osmanlı coğrafyasının farklı yerlerinden veya Kavala’dan gelenlerin yurt dışına gönderilen heyetlerde yer almalarına özen gösterildi.60 İkincisi, 59 J. Heyworth-Dunne, History of Education in Modern Egypt, London, Luzac&Co., 1938, s. 105. 60 Alain Silvera, “The First Egyptian Student Mission to France under Muhammad Ali,” (Ed. Elie Kedourie ve Sylvia G. Haim), Modern Egypt: Studies in Politics and Society, London, Frank Cass and Company Limited., 1980, s. 8. 241 Batılı tarzda okulların açılmasıydı. Çünkü, Mehmet Ali Paşa’dan önce, hemen hemen bütün Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi, Mısır’da da modern anlamda eğitim veren hiçbir kurum bulunmuyordu. Bu açıdan, ihtiyaç duyulan teknik eleman temini, ancak yeni okulların kurulmasıyla sağlanabilirdi. 1820’lerden itibaren Mısır’da yeni eğitim kurumları birer birer ortaya çıkmaya başladı.61 Düzenli ordu için ihtiyaç duyulan askeri okul, yabancı uzmanların desteğiyle, daha önce de belirtildiği gibi, 1821 yılında Asvan’da açıldı. Mısır’da kurulan ilk eğitim kurumlarının askeri okullar olması, eğitim reformunun, öncelikle düzenli ordunun oluşturulması düşüncesi sonucunda ortaya çıktığını göstermektedir. Nitekim, askeri alanda faaliyet göstersin göstermesin bütün eğitim kurumları Savaş Bakanlığı’na bağlı olacaktı. 1821’de açılan Askeri Okul’u, 1825 yılında Kasr elAyn’da açılan Harp Okulu izledi. Genellikle, Türk, Çerkez, Gürcü, Kürt kökenlilerin oluşturduğu öğrenciler, söz konusu okullarda hem askerlik alanında, hem de aritmetik, geometri ve yabancı diller gibi konularda eğitim alıyorlardı. Bu okullardaki eğitimden, neredeyse hiçbir Mısırlı yararlanamıyordu. Sivil ve askeri bürokrasideki yöneten Osmanlı-Mısır eliti ve yönetilen Mısırlılar ayrımı, kendisi eğitim alanında da göstermekteydi. Dolayısıyla, eğitim reformu kitleleri dönüştürmek gibi bir saikle değil, mevcut yönetici eliti desteklemek için gerçekleştirilmekteydi. Askeri okulların kurulmasını, askeri hastaneyle birlikte bir tıp okulunun açılması izledi.62 Mehmet Ali Paşa’nın özel hekimi Clot Bey öncülüğünde, 1827 yılında Kahire’nin kuzeyinde Ebu Zabel Askeri Hastanesi inşa edildi. Hastane, zamanla, Tıp Okulu olarak da faaliyet göstermeye başladı. Söz konusu Askeri Hastane ve Tıp Okulu, ordudaki askerlerin sağlık kontrollerinin yapılabilmesi için tasarlanmıştı. Böylelikle, salgın hastalıklar 61 62 Heyworth-Dunne, a.g.k., s. 118). Fahmy, Paşanın…, s. 206. 242 nedeniyle asker sayısında bir azalma yaşanması tehlikesinin de önüne geçilebilecekti. 1820’lerdeki bu gelişmelerden sonra, 1830’larda silah fabrikalarındaki üretimi örgütleyecek ve denetleyecek uzmanların yetiştirilmesi için mühendislik okulları, sivil bürokratların eğitilmesi amacıyla yabancı diller okulu, tarımsal üretimin arttırılabilmesi saikiyle ziraat okulları başta olmak üzere, çeşitli eğitim kurumları faaliyet göstermeye başladılar. Dönemin en önemli gelişmelerinden bir diğeri de, Mısır’da matbaanın kullanılmaya başlamasıydı. Matbaanın ülkeye girişiyle birlikte, entelektüel hayatta bir canlanma yaşandı. Matbaanın ülkeye girişi, Batılı fikirlerin eğitimli kitleye ulaştırılması açısından büyük önem taşıyordu. 1822 yılında, Bulak’ta kurulan basımevinde, ilk olarak askeri alandaki kitaplar basıldı.63 Bunu çeşitli sözlüklerin basılması takip etti. Bütün bunların yanı sıra, 1828 yılında, Mısır’ın ilk resmi gazetesi olan Vekayi-i Mısriye’nin basılmaya başlaması, çok önemli bir gelişmeydi.64 Vekayi-i Mısriye’de, merkezde alınan kararlar, talimatnameler ve yürürlüğe giren yasalar yayımlanıyordu. Bu sayede, idareciler, söz konusu idari kararlar hakkında genel bilgi sahibi olabiliyorlardı. Dolayısıyla, resmi gazete, asıl olarak askeri ve sivil bürokrasiyi Mehmet Ali Paşa’nın faaliyetlerinden haberdar edebilmek için tasarlanmıştı. Söz konusu dönemde, okuma-yazma oranın düşüklüğü göz önünde bulundurulduğunda, Vakayi-i Mısriyye’nin halkı bilgilendirmek gibi bir amaçla ortaya çıkmadığı söylenebilir. Yukarıda değinilen eğitim reformları çerçevesinde, Mısır’da yeni bir yapılanmaya doğru önemli adımlar atıldığı söylenebilir. Buna rağmen, Mehmet Ali Paşa’nın eğitim alanındaki yeniliklerinin tamamen kendi çevresinde yer alacak Bulak’taki basımevinin işlevi hakkında bir çalışma için bkz.: Richard N. Verdery, “The Publications of the Bulaq Press under Muhammad Ali of Egypt,” Journal of American Oriental Society, Cilt: 91, Sayı: 1, 1971. 64 Nesimi Yazıcı, “Vakayi-i Mısriyye Üzerine Birkaç Söz,” Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 2, 1990, s. 270-271. 63 243 eğitimli bir elit grubu yaratmak için tasarlandığının altını çizmek gerekmektedir.65 Bu yüzden de, Paşa’nın girişimi, topluma nüfuz eden ve onu dönüştürerek bilinçli bir yurttaş yaratmayı hedefleyen modern eğitim anlayışından tamamen uzaktı. Bu dönemde Mısırlı Arapların siyaset sahnesinin hiçbir alanında varlık gösteremediklerini yeniden vurgulamak gerekmektedir. Dolayısıyla eğitim reformu da, Osmanlı-Mısır elitinin ekonomik, toplumsal ve kültürel ayrıcalıklarının garanti altına alınması amacıyla gerçekleştirilmiş gözükmektedir. Sonuç olarak, modernleşme çabasının önemli unsurlarından birini Osmanlı-Mısır elitinin taşıyıcılığını üstlendiği merkezileşme süreci oluşturmaktadır. Ekonomik alandaki zenginleşmeden zemin bulan, askeri ve sivil bürokraside varlığını gösteren ve kültürel olarak Osmanlı dünyasına ait bu yönetici klik, Mısır modernleşmesinin ve merkezileşmesinin ruhuna damgasını vurmuştur. SONUÇ Mehmet Ali Paşa’nın merkezi bir iktidar oluşturarak uygulamaya koyduğu kapsamlı reformlar sayesinde, Mısır’da modern devletin oluşum sürecini başlattığını söylemek mümkündür. Fakat, yukarıdan dayatılan reformların bir ulus yaratmaktan çok, egemenin otoritesinin tesis edilmesine ve iktidarın süreklilik arz etmesine odaklandığının altını ısrarla çizmek gerekmektedir. 19. yüzyılın başındaki Mısır modernleşme sürecine, Kavalalı hanedanına dayalı merkezi bir iktidar oluşturma niyeti yön vermiş görünmektedir. Mısır modernleşmesinin düzenli ve disiplinli bir ordu oluşturmaya odaklı doğası da şiddet tekelinin egemenin yetkesi altına alındığı yeni bir düzenin inşa edildiğine ilişkin önemli bir veri sunmaktadır. Mehmet Ali Paşa’nın Mısır’da başlattığı modernleşme deneyiminin en temel karakteristiklerinden biri, Abbasilerden itibaren Arap toplumlarının siyasal örgütlenme biçimine rengini 65 Sinouê, a.g.k., 168. 244 veren, etnik açıdan Türk ve Çerkezlerden oluşan küçük bir yönetici kliğin geniş bir kitleyi yönettiği iktidar yapısının bir benzerinin Mısır’da kurulmuş olmasıdır. Küçük bir yönetici kliğin varlığına dayanan ekonomik ve siyasal bir strateji etrafında şekillenen iktidar yapılanmasının, Mısır’daki modern devletin doğasına damgasını vurduğu görülmektedir. Bu yönetici klik, Osmanlı coğrafyasının farklı bölgelerinden gelenlerin ve Kavalalı hanedanı mensuplarının yer aldığı Osmanlı siyasal ve kültürel hayatının bir parçası olan Osmanlı-Mısır elitinden oluşmaktadır. Ekonomiden, askeriyeye, sivil bürokrasiye ve eğitim alanına kadar geniş bir yelpazede gerçekleştirilen reform hareketi, Kavalalı ailesinin çekirdekte yer aldığı Mısırlı kitleleri yöneten Osmanlı-Mısır elitinin varlığını ve otoritesini sağlamlaştırmak için gerçekleştirilmiştir. Kahire merkezli oluşturulan ekonomik bir yapıyla zenginleşen ve toprak sahibi olan Osmanlı-Mısır elitinin, askeri alandaki ve sivil bürokrasideki baskın rolü eğitim alanında gerçekleştirilen reformlarla da desteklenmiştir. Ekonomik, askeri, bürokratik alanlardaki modernleşme adımları, piramidin en tepesinde Mehmet Ali Paşa’nın bulunduğu ve Osmanlı-Mısır elitinin yönetim kademelerini tuttuğu merkezi bir iktidar yapısının oluşturulması amacıyla atılmıştır. Mehmet Ali Paşa, Mısır’da uzun, sürekli ve kesintisiz bir iktidar mekanizması inşa eden “reformist” olmuştur. Mısır modernleşmesinin kökenlerinin ele alınması, Mısır’da Ocak 2011’de başlayan ayaklanmalar sonrasında yaşanan gelişmelerin tarihsel bağlarının ortaya konması açısından önem taşımaktadır. Bu noktada altı çizilmesi gereken nokta, Mehmet Ali Paşa döneminde oluşturulan iktidar yapılanmasının 20. yüzyıl Mısırı’na önemli bir yönetim “aklı”, “strateji”si miras bırakmış olduğudur. Bu süreklilik, kitlelerin küçük bir yönetici elit tarafından baskı altına alındığı otoriteryenizmin kaynaklarından biri olarak da görülebilir. Yöneten Osmanlı-Mısır eliti ile yönetilen Mısırlılar arasındaki katı ayrımın, farklı siyasal stratejilerle de olsa, Mısır’da bağımsızlık sonrası süreçte kurulan rejimlere önemli bir miras bıraktığını söylemek mümkündür. Nasır, Mısır halkının ilk Mısırlı devlet başkanı olarak “kutsanmış” da olsa, ordunun baskın 245 bir role sahip olduğu küçük bir klik eliyle bu sefer farklı bir tür modernleşme hamlesi başlatmıştır. Bu askeriye kökenli kliğin zamanla ekonomik alanı massederek ve siyasal alanda otoriter bir rejim inşa ederek, etnik niteliği farklılaşan katı bir yönetenyönetilen ayrımını tarihsel bir “hafıza”yla yeniden ürettiği söylenebilir. Bu yapı içerik değiştirmekle birlikte, Nasır döneminden 2011 “devrimi”ne dek varlığını sürdürmüştür. 2011’deki ayaklanmaların geniş çaplı sosyo-ekonomik nedenleri olmakla birlikte, devrimin Mısırlılar nezdinde bu katı ayrımın/kutuplaşmanın yol açtığı bir “haysiyet” mücadelesi olduğunu da görmek gerekir. Mısır devriminden sonraki bütün kritik aşamalarda ordunun siyaset sahnesinde yer alması da aynı şekilde Mısır modernleşmesinin askeriye merkezli doğasının tarihsel sürekliliğinin sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette ki, zaman içerisinde Mısır ordusunun 19. yüzyıldaki etnik ayrışmaya dayalı yapısında önemli değişiklikler gerçekleşmiştir. Fakat, ordu içeriği, niteliği ve yapısı değişmiş olmasına rağmen Mısır siyasal alanının en önemli aktörlerinden biri olmaya devam etmektedir. Nitekim, Mısır devriminin hemen ertesinde ordu eliyle bir geçiş sürecinin yaşanması, ardından Müslüman Kardeşler hareketinin tasfiye edilmesi sürecinde ordunun yeniden siyaset sahnesindeki yerini alması, siyasal, ekonomik, toplumsal alanın ve hatta rejimin en önemli öznelerinden birinin Mısır ordusu olduğunu bir kez daha göstermiştir. Mısır ordusu, tam da otoriter yapının göbeğinde yer alması nedeniyle, ilk kez demokratik bir seçimle iktidara gelen İslami hareketin tasfiyesinin ardından doğan iktidar boşluğunu doldurabilme kudretine nail olmuştur. Çünkü, siyasal örgütlenmenin zayıf ve sivil toplum örgütlerinin cılız bırakıldığı Mısır’da, henüz ordudan başka iktidarı sırtlayacak etkin bir siyasal öznenin varlığından söz etmek mümkün görünmemektedir. Mısır ordusunun siyasal alandaki ağırlığı ve varlığı tarihsel süreklilik içerisinde okunduğunda, General Sisi’nin devrimin “bekçiliği”ne soyunabilme kabiliyeti ve kapasitesini doğru anlamlandırabilmek mümkün hale gelmektedir. 246 KAYNAKÇA Abul-Magd, Zeinab, “The Egyptian Military in Politics and the Economy: Recent History and Current Transition Status, CMI Insight, Sayı: 2, 2013, s. 1-5. Aharoni, Reuven, The Pasha’s Bedouin: Tribes and State in the Egypt of Mehemet Ali, 1805-1848, London: Routledge, 2007. Baer, Gabriel, A History of Landownership in Modern Egypt, 18001950, London, Oxford University Press, 1962. Beinin, Joel, Workers and Peasants in the Modern Middle East, Cambridge, Cambridge University Press, 2001. Bellin, Eva, “Robutness of Authoritarianism in the Middle East: Exceptionalism in Comparative Perspective,” Comparative Politics, Cilt: 36, Sayı: 2, 2004, s. 139-157. Cole, Juan R. I., Colonialism and Revolution in the Middle East: Social and Cultural Origins of Egypt’s ‘Urabi Movement, Cairo, The American University in Cairo Press, 1999. Dodwell, Henry, The Founder of Modern Egypt, Cambridge, Cambridge University Press, 1931. Dunn, John, “Egypt’s Nineteenth-Century Armaments Industry,” The Journal of Military History, Cilt: 61, Sayı: 2, 1997, s. 231-254. Dunn, John, Khedive Ismail’s Army, New York, Routledge, 2005. Fahmy, Khaled, “The Era of Muhammad Ali Pasha,” (Ed. M. W. Dally), The Cambridge History of Egypt, Vol. 2: Modern Egypt, from 1517 to the End of the Twentieth Century, Cambridge, Cambridge University Press, 1998, s. 139-180. Fahmy, Khaled, “The Nation and its Deserters: Conscription in Mehmed Ali’s Egypt,” International Review of Social History, Cilt: 43, Sayı: 3, 1998, s. 421-436. Fahmy, Khaled, “Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın ‘Nizam-ı Cedid’ Ordusunda Çıkan İsyan,” (Ed. Jane Hathaway), Osmanlı 247 İmparatorluğu’nda İsyan ve Ayaklanma, İstanbul, Alkım, 2007, s. 201-215. Fahmy, Khaled, Mehmed Ali: From Ottoman Governor to Ruler of Egypt, Oxford, Oneworld, 2009. Fahmy, Khaled, Paşanın Adamları: Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Ordu ve Modern Mısır, (Çev. Deniz Zarakolu), İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010. Genç, Mehmet, “İltizam,” İslam Ansiklopedisi, C. 22, İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, 2000, s. 154-158. Hathaway, Jane, “The Military Household in Ottoman Egypt,” International Journal of Middle East Studies, Cilt: 27, Sayı: 1, 1995, s. 39-52. Heyworth-Dunne, J., History of Education in Modern Egypt, London, Luzac&Co., 1938. Hinnebusch, Raymond A., “Authoritarian Persistence, Democratization Theory, and the Middle East: An Overview and Critique,” Democratization, Cilt: 13, Sayı: 3, 2006, s. 373-395. Hourani, Albert, “Osmanlı Reformu ve Eşraf Politikaları,” (Ed. William R. Polk ve Richard L. Chambers), Ortadoğu’da Modernleşme, İstanbul, İnsan Yayınları, 1995, s. 61-101. Hunter, F. Robert, Egypt Under the Khedives, 1805-1879: from Household Government to Modern Bureaucracy, Cairo, The American University of Cairo Press, 1999. Hunter, F. Robert, “State-Society Relations in Nineteenth-Century Egypt: The Years of Transition,” Middle Eastern Studies, Cilt: 36, Sayı: 3, 2000, s. 145-159. Issawi, Charles, Egypt at Mid-Century: An Economic Survey, Oxford, Oxford University Press, 1954. Issawi, Charles, “Egypt Since 1800: A Study in Lop-Sided Development,” The Journal of Economic History, Cilt: 21, Sayı: 1, 1961, s. 2-25. 248 Issawi, Charles, Egypt in Revolution: An Economic Analysis, Oxford, Oxford University Press, 1963. Issawi, Charles, “De-Industralization and Re-Industralization in the Middle East since 1800,” International Journal of Middle East Studies, Cilt: 12, Sayı: 4, 1980, s. 469-479. Kutluoğlu, Muhammed H., The Egyptian Question (1831-1841), İstanbul, Eren Yayıncılık 1998. Lababidi, Lesley, “Muhammad Ali and Modernization,” (Ed. Aleya Serour), Writing Egypt: History, Literature, and Culture, Cairo, The American University in Cairo, 2012, s. 83-93. Lacouture, Jean ve Simonne Lacouture, Egypt in Transition, London, Methuen&Co. Ltd., 1958. Lapidus, Ira M., İslam Toplumları Tarihi, Cilt. I: Hazreti Muhammed’den 19. Yüzyıla, (Çev.Yasin Aktay), İstanbul, İletişim, 2002. Marsot, Afaf Lutfi al-Sayyid, Egypt in the Reign of Muhammad Ali, Cambridge, Cambridge University Press, 1984. Marsot, Afaf Lutfi al-Sayyid, Mısır Tarihi: Arapların Fethinden Bugüne, (Çev. Gül Çağalı Güven), İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2010. Mitchell, Timothy, Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi, (Çev. Zeynep Altok), İstanbul İletişim Yayınları, 2001. Owen, Roger, Cotton and Egyptian Economy, Oxford, Oxford University Press, 1969. Pamuk, Şevket, 100 Soruda Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi: 15001914, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1999. Özkaya-Özer, Sevda, Osmanlı İdaresinde Mısır (1839-1882), (Yayımlanmamış Doktora Tezi), Elazığ: Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007. Salzman, Philip, “The Middle East’s Tribal DNA,” Middle East Quarterly, Cilt: 15, Sayı: 1, 2008, s. 23-33. 249 Sharabi, Hisham, Neopatriarchy: A Theory of Distorted Change in Arab Society, New York, Oxford University Press, 1988. Silvera, Alain, “The First Egyptian Student Mission to France under Muhammad Ali,” (Ed. Elie Kedourie ve Sylvia G. Haim), Modern Egypt: Studies in Politics and Society, London, Frank Cass and Company Limited., 1980, 1-23. Sinouê, Gilbert, Kavalalı Mehmet Ali Paşa: Son Firavun, (Çev. Ali Cevat Akkoyunlu), İstanbul Doğan Kitap, 2004. Toledano, Ehud R., State and Society in Mid-Nineteenth-Century Egypt, Cambridge, Cambridge University Press, 1990. Toledano, Ehud R., “Social and Economic Change in the ‘Long Nineteenth Century’,” (Ed. M. W. Daly), The Cambridge History of Modern Egypt, Vol. 2: Modern Egypt, From 1517 to the end of the Twentieth Century, Cambridge, Cambridge University Press, 2008, s. 252-285. Vatikiotis, P. J., The Modern History of Egypt, London, Weidenfeld and Nicolson, 1969. Verdery, Richard N. “The Publications of the Bulaq Press under Muhammad Ali of Egypt,” Journal of American Oriental Society, Cilt: 91, Sayı: 1, 1971, s. 129-132. Weinryb, Bernard D., “Industrial Development of the Near East,” The Quarterly Journal of Economics, Cilt: 61, Sayı: 3, 1947, s. 471499. Yazıcı, Nesimi, “Vakayi-i Mısriyye Üzerine Birkaç Söz,” Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Sayı: 2, 1990, s. 267-278. 250 ABSTRACTS STATE CONSIDERED AS ONE OF THE FINE ARTS Hürol Çankaya Illegal activities of government or violation of the rule of law principle are among the mostly discussed issues in state theory and public law. The concepts of both the reason of state and the state of exception are the focal points in these discussions. The problem which obscures the legal boundaries is the fact that some legal and illegal state activities are based on these two concepts. The foundation of modern state on violence monopoly and the principle of national sovereignty keep the concept of constituent power on the agenda constantly. The role of constituent power is the main route of our research in terms of modern state’s placing law out of the balance within or outside the state of exception. This study analyzes whether the concept of constituent power being the fundamental reference point of law on a constitutional order is the basis of illegal activities of state or not. The quality of the relationship between the constitution and constituent power and the acceptation of "foundation moment" as a norm during political crisis periods by the state are assessed within this framework. Keywords: Modern State, Constituent Power, Reason Of State, State Of Exception, Rule Of Law. 251 THE EVOLUATION OF REPUBLICAN THOUGHT IN THE CONTEXT OF RELATIONSHIP BETWEEN RES PRIVATE AND RES PUBLICA Ahmet Özalp The republic, in its narrow sense, represents a form of political regime not based on the paternalistic; it refers its legitimacy form of political power by the will of the people. This narrow definition of the republic causes the evaluation of its in relation with democracy and because of anti-democratic republic regimes, in the daily life and language the devaluation that leads to an ambiguous state that it receives. However, the republic, in a broad sense, particularly realized by Aristotle's thesis of good life but politically within a community, based on the res private/private sphere and res publica / public life through the relationship between citizenship, virtue, law, liberty, political participation, the common good of the principles discussed and interpreted by the spirit of the time, called republicanism rests on the philosophical and political tradition. Today republican thinkers claim that evaluation of un-encumbered, atomistic individual and the concept of negative freedom in liberal philosophy isoleted citizens from res publica and restrict them into the borders of res private. Key Concepts: Res Publica, Res Private, Good Life, Politics, Citizenship. 252 ON YOAV PELED’S REPUBLICANISM CONCEPT OF THE ETHNODiren Çakmak In the study,Yoav Peled’s concept of the ethno-republicanism is analyzed. Peled’s political thought is presented, Peled’s multi-layer typology of citizenship as a typology guiding to understand the history of Israel citizenship is explained, the content of conceptualization of the ethno-republicanism is examined in the context of this typology and the historical sociological evaluation of the ethno-republicanism from the point of Peled is elaborated. In the study, document scanning and content analysis are used as research methods. Because of the fact that the explanation of Peled’s multi-layer typology of citizenship composed of liberal,ethnic-national, republican principles requires to touch upon the discussions on zionism,post-zionism and neo-zionism, the study includes the discussions made under the zionism. The significance of the study is that it is the first academic research on Peled’s concept of the ethno-republicanism in the political science literature in Turkish. Keywords: Ethno-Republicanism, Nationalism,Zionism,Post-Zionism. 253 Citizenship, Ethnic- WHAT IS THE SPIRIT OF 1920? Nuray E. Keskin “Return to the spirit of 1920” is a common discourse that we have been come across in Turkey in the last few years. This article aims to clarify the meaning of “the spirit of 1920” in a historical perspective. The most drastic cases of Turkish history is seen between a completed empire and the emergence of a nation-state. This article follows up the extending process from the first day of Grand National Assembly of Turkey to the 1921 Constitution. The Parliament opened on 23 April 1920 directed the national liberation-war till the end of 1922. To rescue the people of Turkey from the oppression of imperialism was the unique task in this process. That is the basic dynamic that gives spirit to the 1920. Keywords: Imperialism, Independency, National Struggle, People Of Turkey, The Spirit Of 1920. 254 THE YEAR 1923 AS A TRANSITION FROM THE STATE OF WAR TO THE STABILITY Recep Aydın The scholars who study the foundation of Turkish Republic usually consider 1920s as a totality. However, the decade do not constitute a homogeneous totality. 1920s can be analysed in two distinct sub-periods. The first one (1920-1923 roughly) consists of the time period in which the war had not yet came to an end. At the end of this sub-period -through general elections and treaty of Lausanne- stable political atmosphere was to be attained. The second one (1924 and the following years) can be characterized by the new Constitution (1924) and institutional regulations taking place in a politically stable atmosphere. The year 1923 embodies in itself features of both of the two sub-periods. The main subject of Parliament in the first half of 1923 had been the war and the Treaty. After the elections and the Treaty, the Parliament was to set about fiscal, administrative and juridical regulations. This paper discusses the year 1923 as a transition period between these two subperiods and focuses especially on the administrative dimensions of the transition. Keywords: Foundation Of Turkish Republic, Provincial Government, Fiscal Administration/Budget, High Courts, 1920s 255 DEBATES ON CONSTITUTION OF TURKISH REPUBLIC (1924) THROUGH PARLIAMENTARY PROCEEDINGS M. Burcu Bayrak When examining a text, such as constitutions, laws, declarations, manifests etc., generally the final text, its contents, its causes and results are discussed and evaluated but the debates during the preparation process are ignored. The debates are one of the most important indicators to see the whole picture and to understand the historical conditions of the certain period. The first Constitution of Turkish Republic (1924) is handled to same approach. There are lots of studies about the content and the results of the Constitution, but there is few study on the debates in the Turkish Parliament about the articles. This study aims to fill the mentioned blank and tries to show profound discussion about the Constitution. To see these discussions, the Constitution draft prepared by the Council and the debates about the articles in the Parliament are analyzed. These discussions and speeches provide us a holistic view to understand the conditions of those times. Keywords: Constitution Of Turkish Republic (1924), Council, Parliament, Change Of Regime, Constitutional Establishment. 256 THE HISTORICAL ROOTS OF EGYPTIAN MODERNIZATION: AN ANALYSIS ON THE MEHMED ALİ PASHA ERA Özge Özkoç It can be said that, from the Kavalalı dynasty purged with Free Officers’ coup in 1952 till now, Egypt's political arena has been shaped by the hegemony of ruling elite gathered around powerful leadership and displays an authoritarian characteristic. This article claims that this authoritarianism's historical roots lies with the modernization process of Egypt. It can be seen that the reformation movement of the economy, military, bureaucracy and education system during the Mehmed Ali Pasha has led constitution of a central and perpetual political power. These reforms aimed to create the political power pyramid which the top owned by Mehmed Ali Pasha and the lower stairs of administration hold by the Ottoman-Egyptian elite. One of the most important aspects of this centralized political power is the rigid gap between the ruling Ottoman-Egyptian elite and the people who ruled by them. Therefore, the most important indicator of the modern 'state' of Egypt is above mentioned gap. It can be observed that this gap manifests itself, even in different political and economic strategies, in the political life of Egypt after 1952. In this context, the constitution of the political power in Mehmed Ali Pasha era has left an important legacy of mind set/wisdom and strategy of rule. Keywords: Mehmed Ali Pasha, Egyptian Modernization, Centralization, Ottoman-Egyptian Elite, Egyptian Military. 257 258 ÖZGEÇMİŞLER HÜROL ÇANKAYA Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden 1996 yılında mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamladı. Abant İzzet Baysal Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesidir. e-posta: hcankaya@hotmail.com AHMET ÖZALP 1974 tarihinde Adıyaman’da doğdu. Gazi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Kamu Yönetimi bölümünden 1997 yılında mezun oldu. Aynı yıl, Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı’nda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı. Prof. Dr. M.Ali AĞAOĞULLARI’nın danışmanlığında “Hayek ve Refah Devleti Eleştirileri” teziyle yüksek lisansını tamamladıktan sonra aynı kürsüde (Siyaset Bilimi), aynı danışmanla (Prof. Dr. M. Ali Ağaoğulları) “Kamu Alanı Söylemleri: Evrenselci Cumhuriyet Tartışması” başlıklı teziyle 2005’te doktorasını aldı. 2011 yılında siyasal düşünceler alanında doçentliğe hak kazanan ÖZALP, 2000 yılından itibaren Hitit Üniversitesi’nde araştırma görevliliği, öğretim görevliliği, öğretim üyeliği görevlerinde çalışmış olup şu an Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığını ve Hitit Üniversitesi Senato üyeliğini sürdürmektedir. Türkiye Felsefe Kurumu üyesi olan yazar, ERASMUS çerçevesinde Polonya’da Sczctein(2) ve Przemsly’de ders ve seminerler vermiş, yurt dışı projelerde görev almıştır. 259 DİREN ÇAKMAK 1977’de Adana’da doğmuştur. Ortaokul ve liseyi TEV Özel Tarsus Lisesi’nde okumuştur. Lisans öğrenimini Marmara Üniversitesi İİBF Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler (İng.) Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora öğrenimini Ankara Üniversitesi SBE Siyaset Bilimi dalında yapmıştır. Tanzimat sonrası Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dönemi siyasal ve toplumsal hayat ve kurumları ile İsrail siyasal hayatı ve kurumları başlıca çalışma alanlarıdır. Makale ve bildirilerinin yanı sıra, yayımlanmış dört kitabı vardır.2008’den bu yana Hitit Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü akademik kadrosunda yardımcı doçent olarak görev yapmaktadır. NURAY E. KESKİN Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi bölümünden 1997 yılında mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını Ankara Üniversitesi Yönetim Bilimleri Anabilim Dalı’nda tamamladı. Eylül 2012’de Kamu Yönetimi alanında doçent unvanı aldı. Halen Ondokuz Mayıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesidir. Devlet reformu, kamu politikaları, yerel yönetimler ve idare tarihi konularında çalışmaları bulunmaktadır. Özgeçmişine ilişkin detaylı bilgiye ve bilimsel çalışmalarına şu adresten ulaşılabilir: https://personel.omu.edu.tr/tr/nekeskin 260 RECEP AYDIN 1985 Samsun doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi-Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (SBKY) bölümünden mezun oldu. Aynı bölümün Yönetim Bilimleri kürsüsünde bütünleşik doktora programında, tez aşamasındadır. 2009’da Hitit Üniversitesi SBKY bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başlamış olup 2010’dan bu yana Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde (35. madde ile) görevlidir. Devlet ve bürokrasi kuramları, idare tarihi, Türkiye kamu yönetiminin dönüşümü ile ilgilenmektedir. e-posta: recepaydin27@gmail.com M. BURCU BAYRAK Lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde tamamladı. Aynı bölümde yüksek lisans programına başladıktan sonra Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yönetim Bilimleri Bütünleşik Doktora Programı’na geçti. Halen aynı anabilim dalında bütünleşik doktora öğrencisi ve araştırma görevlisidir. Tarım politikaları, köy-kent örgütlenmesi, yönetim düşünü ve yönetim sosyolojisi konularında çalışmaktadır. ÖZGE ÖZKOÇ 2004 yılında Ankara Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans çalışması, “Suriye Baas Partisi: Kökenleri, Dönüşümü, İzlediği İç ve Dış Politika” adıyla yayımlandı. Doktora çalışmasını Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde tamamladı. Halen Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor araştırma görevlisi olarak çalışmakta ve Arap Dünyası, Modern Ortadoğu Tarihi, Osmanlı Tarihi ve Modernleşme Kuramları konularındaki çalışmalarını sürdürmektedir. 261 262