MERLİN KÖKSAL 416 sy. 135 x 195 mm 60gr..indd
Transkript
MERLİN KÖKSAL 416 sy. 135 x 195 mm 60gr..indd
İÇİNDEKİLER Yazarın Notu Giriş I. II. III. IV. V. VI. VII. VIII. IX. X. XI. XII. XIII. I. KISIM Canlı Göz Baykuş Geliyor Tehlikeyi Atlatmak Paçavra Yığını Kutsal Zaman Alevler Saklı Armağan Yavru Kuş Yaşlı Meşe Deniz Yolculuğu II. KISIM Yenik Düşen Savaşçı Yaprak Demeti 1 11 23 33 39 47 55 68 72 76 85 93 102 113 122 XIV. XV. XVI. XVII. XVIII. XIX. XX. XXI. XXII. XXIII. XXIV. XXV. XXVI. XXVII. XXVIII. XXIX. XXX. XXXI. XXXII. XXXIII. XXXIV. XXXV. XXXVI. XXXVII. XXXVIII. XXXIX. Ria Başbelası Arbassa’nın Kapısı Alleah Kuşu Kralın Adı Bal Shim Ulu Elusa Sisteki Karşılaşma Büyük Kayıplar Değişim III. KISIM Asa ve Kürek Ozanlar Kasabası Cairpré Basit Bir Soru Kayıp Kanatlar T’eilean ve Garlatha Bir Çığlık Duyuldu Kara Kader Bahis Uçuş Karanlık Kale Son Hazine Derinkesik Kadim Sözler Ev 126 137 152 161 173 180 188 193 205 213 220 229 241 249 257 267 281 296 306 317 326 333 343 351 365 374 YAZARIN NOTU Büyücüler hakkında çok şey bilmem ama şu kadarını öğrendim ki daima sürprizlerle dolu oluyorlar. Kral Arthur masalından esinlenen, kadim Druidlerin zamanından yirmi birinci yüzyılın başlarına uzanan bir öyküyü anlatan Merlin Etkisi adlı romanımı yazmayı bitirdiğimde, bu öyküdeki bir şeylerin beni sımsıkı sarıp bir türlü bırakmadığını fark ettim. Kurtulmak için çabaladıkça daha da batıyordum içine; sonunda bunun ne olduğunu anlamış, anlayınca da tamamen içine dalmıştım. Merlin’den başkası değildi bu! Gizemli ve çekici bir adamdı bir kere; zamanda geri gidebiliyor, ölüme üç kez meydan okuyabiliyor ve Kutsal Kâse’yi ararken nehirler ve ağaçlarla konuşabiliyordu. Birden onu daha yakından tanımak istediğimi fark ettim. Günümüzde araştırmacılar, Merlin söylencesinin gerçek bir insandan, milattan sonra altıncı yüzyılda Galler’de yaşamış bir Druid peygamberinden esinlenerek oluşturul- duğunu ileri sürüyor. Ancak bu konu tarihçilerin uzmanlık alanına giriyor. Merlin’in tarihte gerçekten yaşayıp yaşamadığını bilemem, ama insanların hayal gücünde yaşadığı kesin. Üstelik uzun bir süredir orada ve sürekli gelişmeye de devam ediyor. Hatta arada sırada ziyaretçi kabul ettiği bile oluyor. Ben de bir tarih kitabı değil, hayal gücüne dayalı bir eser yazmak istediğimden, Merlin’in kapısı bana ardına kadar açıktı. Bu yüzden, karşı çıkmaya dahi fırsat bulamadan, Merlin her şeyi benim için planlamıştı. Diğer kitaplarım ve projelerim beklemeliydi. Merlin söylencesinin başka bir yönünü, büyücünün kişisel hayatıyla ilgili yönünü keşfetmenin zamanı gelmişti. Sanırım yaşamdaki çoğu şey gibi, Merlin hakkında da bilgim arttıkça aslında onu tanımaktan ne kadar uzak olduğumu fark ettim. Yüzyıllar içinde gelişen bu kadar harika bir söylenceye ufak da olsa bir katkı sunmanın, ne kadar ürkütücü ve zorlu bir iş olacağını başından beri biliyordum. Ama merak duygusu beni cezbetmişti ve tabii bir de Merlin’in ısrarı. Sonra büyücünün ilk sürpriziyle karşılaştım. Merlin hakkındaki halk söylencelerine dalmışken büyücünün yaşam öyküsünde bir boşluk olduğunu fark ettim. Merlin’in gençliğinden –kendi karanlık geçmişinden, kim olduğundan ve güçlerinin farkına vardığı yetişme döneminden– ya hiç bahsedilmiyor ya da üstünkörü geçiştiriliyordu. İlk gönül yarasını ne zaman tattığı, ilk neşeyi ne zaman yaşadığı, hayata dair ilk öğrendiği şeylerin ne olduğu keşfedilmemiş hâlde öylece duruyordu. 2 Halk söylencelerinin çoğu, Thomas Malory’nin yaklaşımına benzer biçimde, Merlin’in gençliğini tamamen es geçiyordu. Doğumundan, annesinin çektiği acılardan, babasının belli olmadığından ve büyümüş de küçülmüş bir çocuk olduğundan söz ediliyordu. (Bir öyküde, henüz bir yaşındayken annesini savunmak için konuştuğu anlatılıyordu.) Sonra ise ondan epey bir yaşlanana, ta ki hain kral Vortigern’e ejderhalarla savaşmanın sırlarını anlatana dek hiçbir haber alamıyoruz. Aradaki yıllarda kocaman bir boşluk söz konusu. Belki de kimilerinin söylediği gibi bütün o yıllar boyunca ormanlarda bir başına gezip dolaşmıştır; belki de ama yalnızca belki de, başka bir yere gitmiştir. Merlin’in gençliğine dair bu boşluk, sonraki yıllarına dair olan ciltler dolusu eserle tam bir karşıtlık oluşturuyordu. Yetişkinliğinde Merlin peygamber, sihirbaz, Ormanın Delisi, hilebaz, rahip, kâhin ve ozan olarak pek çok farklı unvanla tanınmaktadır. Britanya’daki Kelt bölgesinde ortaya çıkan en eski söylencelerde adı geçmektedir. Bu söylencelerin kimileri o kadar kadimdir ki kaynakları bundan bin yıl önce Galler’in büyük destanı “Mabinogion” yazıldığında bile bilinmemektedir. Spenser’ın Peri Kraliçesi ve Ariosto’nun Çılgın Orlando adlı eserlerinde büyücü Merlin de vardır. Malory’nin Arthur’un Ölümü adlı eserinde genç kralın danışmanlığını yapmakta, Robert de Boron’un on ikinci yüzyılda yazdığı Merlin şiirinde Stonehenge’i inşa etmekte, Monmouth’lu Geoffrey’nin Britanya Kralları Tarihi adlı eserinde ise kendisine peygamber rolü biçilmektedir. 3 Günümüze doğru geldiğimizde Shakespeare, Tennyson, Thomas Hardy, T.H. White, Mary Stewart, C.S. Lewis, Nikolay Tolstoy ve John Steinbeck gibi pek çok yazar bu etkileyici kişiyle vakit geçirmiştir. Yalnız Merlin’in gençliğini konu edinmek bir tek Mary Stewart’ın aklına gelmiştir. Bu yüzden Merlin’in gençlik yılları tuhaf bir biçimde hep bir sis perdesinin ardına gizlenmiştir. Verdiği ilk mücadeleler, korkuları ve umutlarına dair pek çok şey hep merak konusu olarak kalmıştır. En büyük düşü neydi? Ya özlemleri? Sıra dışı yeteneklerini nasıl keşfetmişti? Yaşamdaki acılarla ve sevdiklerini kaybetme duygusuyla nasıl başa çıkmıştı? Karanlık yönüyle nasıl yüzleşmiş; bu yönünü nasıl kabullenmişti? Druidlerin ve bu sayede antik Yunanların eserleriyle nasıl tanışmıştı? Güç arzusu ile gücünü kötüye kullanma korkusunu nasıl uzlaştırmıştı? Kısacası Kral Arthur’un büyücüsü ve akıl hocası olarak günümüze kalan bu kişi, nasıl büyücü olmuştu? Bu soruların yanıtı halk söylencelerinde yer almıyordu. Merlin’e atfedilen sözlerde de bu konuda bir bilgi yoktu. Geçmişi hakkında konuşmak istemediği izlenimine rahatlıkla kapılınabilirdi. Halk söylencelerini okuyan biri, Merlin’i, henüz bir çocuk olan Arthur’un yanında oturan ve “kayıp yılları” hakkında derin düşüncelere dalmış yaşlı bir adam olarak gözünün önüne getirebilir hemen. Ama kayıp derken, yaşamın kısalığından mı bahsetmektedir yoksa geçmişindeki kayıp bir bölümden mi söz etmektedir, bilinmez. Benim görüşüme göre, Merlin, kayıp yılları sırasında 4 yalnızca öykü ve şarkıların dünyasından değil, yaşadığımız dünyadan da yok olmuştur. İşte birkaç cilt sürecek bu öykü, bu boşluğu doldurmaya çalışacak. Öykü, adı da dâhil olmak üzere hiçbir şey hatırlamayan küçük bir çocuğun Galler kıyılarına vurmasıyla başlıyor. Aynı çocuk, pek çok şey kazanıp kaybettikten sonra, Arthur söylencesinde önemli rol oynayacak bir kişiye dönüşmeye hazır hâle geldiğinde ise bitiyor. Arada olanlar ise saymakla bitmez. Çocuk altıncı his elde ediyor, fakat bu ayrıcalığın bedeli çok büyük oluyor. Hayvanlarla, ağaçlarla ve nehirlerle konuşmaya başlıyor. Söylencelerde, İngiltere’nin Salisbury Ovaları’nda yer alan çember hâlinde dizili taşları inşa eden kişi olarak, esas Stonehenge’i buluyor. Ancak önce Stonehenge’in Druidler arasındaki anlamını, yani Devlerin Dansı’nı öğrenmesi gerekecek. İlk kristal mağarasını görüyor. Kelt efsanelerinde dalgaların arasında bir ada, insanların yaşadığı dünya ile ruhani varlıkların yaşadığı Öbürdünya arasında köprü görevi gören Kayıp Fincayra (Gaelcede Fianchuivé) Adası’na gidiyor. Eski öykülerde adı geçen Yüce Dagda, Şeytan Rita Gawr, Dertli Elen, Gizemli Domnu, Bilge Cairpré ve Yaşam dolu Ria gibi kişilerle karşılaşıyor. Aynı zamanda adı hiçbir yerde geçmeyen Shim, Stangmar, T’eilean ile Garlatha ve Ulu Elusa gibi karakterlerle de karşılaşıyor. Yalnızca gözlerle görülmediğini; bilgeliğin inanç ile kuşku, kadın ile erkek, aydınlık ile karanlık gibi karşıtlıkları birleştirebilmekte yattığını; gerçek sevginin neşeyi de kederi de içerdiğini öğreniyor. En önemlisi ise “Merlin” adını alıyor. 5 Burada teşekkür etmem gereken pek çok insan var: Yalnızlığımı bu kadar iyi koruyabildiği için eşim ve en iyi dostum Currie’ye; şaşırmayı ve gülmeyi hiç bırakmadıkları için çocuklarımız Denali, Brooks, Ben, Ross ve Larkin’e; öykünün gücünün gerçekleşmesine olan sonsuz inancı için Patricia Lee Gauch’a; hakkı ödenemez yardımları için Victoria Acord ve Patricia Weeks’e; söylencelerin iç içe geçmiş kaynaklarında yolumu bulmamı sağladığı için Cynthia Kreuz-Uhr’a; ve bu kitabın yazımı sırasında beni yüreklendirenlere, özellikle de Madeleine L’Engle, Dorothy Markinko ve M. Jerry Weiss’e; Merlin’in öyküsüne yüzyıllardan beri katkıda bulunan tüm ozanlara, şairlere, öykücülere ve araştırmacılara ve elbette gizemli büyücünün kendisine teşekkür ederim. O hâlde Merlin bize kayıp yıllarını anlatırken benimle gelin. Bu yolculukta siz tanık, ben yazman, Merlin’in kendisi ise rehberimiz olacak. Ama dikkatli olun, çünkü bildiğiniz üzere, büyücüler daima sürprizlerle doludur. T. A. BARRON 6 Birbirine bağladı Su ile rüzgârı, orman ile toprağı Dinlerseniz sözlerimi Anlatırım hikâyesini Merlin nasıl doğdu, yetişti Ne olsa gerekti hikmeti Başka pek çok hadise İngiltere böyle kuruldu işte –Arthur ve Merlin adlı XIII. yüzyıl halk türküsünden GİRİŞ Ne zaman gözlerimi kapatıp denizdeki dalgaları düşünsem o sert, soğuk, yaşama şans tanımayan, ciğerlerimdeki havayla birlikte son umutlarımın da tükendiği günü, şimdi çok uzaklarda kalan o günü hatırlarım. O günden sonra bir sürü gün gördüm; o kadar çok ki saymaya artık gücüm kalmadı. Yine de o gün, bu kadar günün arasında Galator gibi parlıyor; tıpkı adımı bulduğum ya da Arthur adında bir bebeği kucağıma aldığım günlerde olduğu gibi. Belki de o gün ruhuma açılan yaranın acısı asla dinmeyeceği için bu kadar iyi hatırlıyorum o günü. Ya da pek çok şeyin sonu olduğu için. Ya da kim bilir, belki de o gün hem bir son hem de bir başlangıçtır: Kayıp yıllarımın başlangıcı. Denizdeki dalgalar arasından kabaran kara dalganın içinden bir el göründü. Tüten duman gibi hızla yükselen dalgayla birlikte el de yükseldi. Bileğin etrafını köpükler kaplamıştı. Parmaklar çaresizce tutunacak bir yer arıyordu. Bu ufak tefek, zayıf, artık mücadele edemeyecek kadar zayıf düşmüş birinin eliydi. Bu, bir çocuğun eliydi. Hızla sahile giden dalga derin bir sesle yükselerek doruk noktasına ulaştı. Bir anlığına Atlantik Okyanusu’nun karanlığı ile o günlerde Gwynedd denilen Galler’in tehlikelerle dolu, kayalık sahili arasında duraksadı ve ardından müthiş bir gümbürtüyle kıyıya vurarak çocuğun hareketsiz bedenini kayalara savurdu. Çocuğun başı taşa o kadar şiddetli çarptı ki başında saç olmasaydı kafatası kesin dağılırdı. Kıyıya vuran dalgaların yarattığı hava akımının kanla lekelenen siyah saçlarını dağıtması dışında hiç hareket etmiyordu. Hareket etmeyen bedenini gören çelimsiz bir martı, çocuğu daha iyi incelemek için kayaların üzerinden süzülerek yanına kondu. Yüzüne eğildi ve kulağına dolanmış yosundan, gagasıyla bir parça koparmaya çalıştı. Kuş yosunu sürekli çekiştirip büküyor, bir yandan da öfkeyle ciyaklıyordu. Sonunda yosunu kurtarmayı başardı. Kazandığı zaferin tadını çıkarırcasına çocuğun çıplak koluna yöneldi. Parçalara ayrılmış kahverengi giysisinin içinde yedi yaşında göstermese bile, yüzünün kimi hatları, örneğin kaşlarının biçimi veya gözlerinin etrafındaki çizgiler onu olduğundan büyük gösteriyordu. Tam o anda çocuk öksürdü, deniz suyu kustu ve ardın12 dan yine öksürdü. Martı çığlık çığlığa kaçıp yakındaki bir taşın üstüne konarken ağzındaki yosunu düşürdü. Çocuk bir süre kımıldamadan durdu. Ağzına kum, balgam ve kusmuk tadı geliyordu. Başı acıyla zonkluyor, sırtına ise taşlar batıyordu. O sırada yine öksürdü ve kustu. Nefes alıp vermekte güçlük çekiyordu. Bir kez nefes aldı, sonra bir kez daha. Narin eli yavaşça yumruğa dönüştü. Sürekli gidip gelen dalgalar gibi, çocuğun içindeki cılız yaşam alevi de uzun bir süre sönmekle sönmemek arasında gidip geldi. Başının zonklamasının yanı sıra zihni de bomboştu. Sanki bir parçası kaybolmuş ya da benliğinde bir duvar yükselmiş, bu duvar benliğinin bir kısmını geri kalanından ayırmış ve yerine bitmek bilmez bir korku bırakmıştı. Nefes alışı yavaşladı. Yumruğu gevşedi. Tekrar öksürecekmiş gibi hızla nefes aldı, fakat öksürmek yerine hareketsiz kaldı. Martı tedbirli adımlarla çocuğa yanaştı. O sırada nereden geldiği belli olmayan bir enerji bütün bedeninde dolaşmaya başladı. İçinde bir şeyler henüz ölmeye hazır değildi. Tekrar kıpırdandı ve nefes aldı. Martı kımıldamadan durdu. Gözlerini açtı. Soğuktan titreyerek yana döndü. Ağzına gelen kum tanelerini tükürmeye çalıştı ama yosun ve deniz suyunun acı tadı yüzünden öğürdü. Binbir güçlükle ağzını gömleğinin parçalanan koluna sildi. Başının arkasındaki şişkinliği hissettiğinde irkildi. Sonra dirseğini bir kayaya dayayarak doğruldu ve oturdu. 13 Orada oturarak bir süre denizi ve dalga seslerini dinledi. Bir anlığına, durmadan kıyıya vuran dalgaların ve başının zonklamasının arasında bir ses işittiğini zannetti. Başka bir zamandan, başka bir yerden gelen bir sesti bu, ama neresi olduğunu bir türlü hatırlayamıyordu. Birden hiçbir şey hatırlamadığını fark etti. Nereden geldiğini, annesini, babasını, hatta adını, kendi adını bile hatırlamıyordu. Ne kadar çabalarsa çabalasın, kendi adını bir türlü aklına getiremedi. “Kimim ben?” Haykırışını duyan martı ciyaklayarak havalandı. Bir su birikintisinde yansımasını görünce durdu. Tuhaf ve tanıdık gelmeyen bir erkek çocuğu yüzü kendisine bakıyordu. Gözleri de tıpkı saçları gibi kömür karasıydı, ancak oraya buraya dağılmış küçük altın rengi benekler dikkat çekiyordu. Gerçekten de tuhaf ve orantısız bir yüzü vardı. Neredeyse üçgen şeklindeki sivri kulakları yüzüne büyük geliyordu. Kaşları da gözünün çok üstündeydi. İnce ve kemerli burnu ise burundan çok gagaya benziyordu. Sanki bu yüz, parçaları ayrı yerlerden kesilip birleştirilerek oluşturulmuştu. Gücünü topladı ve ayağa kalktı. Başı çok dönüyordu; bu yüzden kendine gelene kadar bir taşa dayandı. Bakışlarını ıssız kıyıda gezdirdi. Bütün kıyıyı kaplayan kayalıklar, denizin karşısında geçit vermez bir set oluşturuyordu. Kayalıklar sadece kadim bir meşe ağacının köklerinin çevresini ele geçirememişti. Gri kabuğu artık soyulmaya başlayan yaşlı meşe, yüzyıllardır okyanusun karşısında 14 durmaktaydı. Gövdesinde uzun yıllar önceki bir yangından kaynaklanan derin bir kovuk vardı. Geçen zamanla bütün dalları eğilip bükülmüş, kimileri ise budaklanmıştı, fakat ağaç yine de ayakta duruyor, derine saldığı kökleriyle fırtına ve denize meydan okuyordu. Meşe ağacının ardında daha genç ağaçlardan oluşan karanlık bir koru vardı; bu korunun ardında ise daha da karanlık tepeler yükseliyordu. Çocuk kendisine tanıdık gelecek, belleğini geri getirecek bir şeyler bulma umuduyla bu manzarayı gözleriyle taradı, fakat hiçbir şey bulamadı. Denizden gelen tuzlu suyun canını yakacağını bilmesine rağmen, açık denize döndü. Dalgalar birbiri ardına yükseliyor ve alçalıyordu. Görebildiği kadarıyla denizde sonu gelmeyen dalgalardan başka hiçbir şey yoktu. Gizemli sesi tekrar işitebilmek için kulak kabarttı, ama tek işitebildiği, tepelere tünemiş bir martının sesi oldu. Acaba denizin ötesindeki bir yerden mi gelmişti? Titremesini dindirmek için çıplak kollarını ovaladı. Bir taşın üstünde gözüne çarpan yosun parçasını aldı. Bu biçimsiz yeşil kütlenin, kökünden kopup akıntıyla sürüklenmeden önce nazlı nazlı salındığını biliyordu; oysa şimdi elinde duruyordu kımıldamadan. Acaba kendisinin kökü neredeydi? Hafif bir inleme sesi işitti. İşte yine o ses! Yaşlı meşe ağacının ötesindeki kayalardan geliyordu. Sesin geldiği yöne doğru yalpalayarak ilerledi. Kürek kemikleri arasında daha önce hissetmediği bir ağrı hissetti. 15 Galiba sırtı da taşlara çarpmıştı. Ancak bu ağrı daha derinlerde bir yerde gibiydi, sanki omuzları arasından uzun zaman önce bir şey sökülüp çıkartılmıştı. Sendeleye sendeleye kadim ağaca kadar gelebildi. Ağacın geniş gövdesine dayandı. Kalbi güm güm atıyordu. Gizemli iniltiyi tekrardan duydu ve ara vermeden yine yola koyuldu. Çıplak ayakları ıslak taşların üzerinde sık sık kaydığı için yalpalayarak yürüyordu. Yırtık kahverengi giysisi bacaklarına dolanmış hâlde tökezleyerek ilerleyişi, sakar bir su kuşunun kıyı kenarındaki tedbirli adımlarını andırıyordu. Fakat o, kendisinin aslında ne olduğunu biliyordu: Adı ve evi olmayan yalnız bir çocuktu. Sonra onu gördü. Taşların arasında, yüzü yükselmekte olan suların oluşturduğu bir birikintiye bakar hâlde bir kadın yatıyordu. Rengi, yazın açan sarı güneşin rengine benzeyen uzun saçları, başının üstüne ışık hüzmeleri gibi yayılmıştı. Çıkık elmacık kemikleri ve neredeyse maviye çalan pürüzsüz bir teni vardı. Orasından burasından yırtılmış uzun mavi elbisesine kum ve yosun bulaşmıştı. Ancak elbisenin kumaşının kalitesi ve boynundaki deri bağcığa bağlı mücevherli takı onun zengin ve soylu bir konumu olduğunu gösteriyordu. Ona doğru koşturdu. Kadın yine dinmeyen bir acıyla inledi. Çocuk bir yandan onun acısını bir yandan da kendi umutlarının yeşerdiğini hissedebiliyordu. İki büklüm yatan kadının yanına vardığında, “Acaba onu tanıyor muyum?” diye sordu kendine. Ardından yanı16