indirmek için tıklayınız. - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma
Transkript
indirmek için tıklayınız. - Yeni Ufuklar Kültür ve Yardımlaşma
Merhaba değerli okuyucularımız, S Av. Kemal ÖKKE izlere derneğimizin ismiyle müsemma bir dergi hazırlamaya çalışıyoruz. Bu sayımızda, 13 Ocak 2012 tarihinde kaybettiğimiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kurucusu Rauf Raif Denktaş’ın bilmediğiniz yönlerini okuyacaksınız. İstiklalin mücahidi ve şairi şahsiyetlerimizi bütün yönleriyle anladıkça, yeni ufuklara yönelmemiz mümkün olacaktır. Derneğimiz ve dergimiz, bu bilinçle gayret ve faaliyetlerini daha ileri taşımak azmindedir. Necmettin NURSAÇAN ve Abdülkadir SEZGİN hocalarımızın derneğimizde verdikleri konferansların metinlerini okuyunca bize hak vereceğiniz kanaatindeyiz. Toplumların yozlaşmadan gelişmesi, ancak içinde yaşadığı zamanı ve mekânı kendine uygun olarak düzenlemesiyle mümkün hâle gelir. Şehirlerimiz, birlikte yaşadığımız mekânları daha yaşanabilir kılma amacına hizmet etmelidir. Bu sayımızda, şehir ve şehircilik üzerine yazılarımızı okuyacaksınız. Geçen sayımızda birinci kısmını yayınladığımız Doğu-Batı Divanı mütercimi Senail ÖZKAN ile yapılan söyleşiye bu sayıda kaldığımız yerden devam ediyoruz. İş adamı Refik AYDOĞAN’la Türkiye’de ticaret ve sanayicilik üzerine konuştuk. Herkesin sosyal ve kültürel sorumluluklarını bilmesi ve yerine getirmesi, toplum olarak önemli ihtiyaçlarımızın başında gelmektedir. Sağlık ve eğitim alanlarındaki yazılarımızla bu sorumluluklarımızı yerine getirmeye çalışıyoruz. Bu sorumluluk bilinciyle, Prof. Dr. Fehmi MERCANOĞLU ile hekimlik ve kalp sağlığı üzerine yaptığımız söyleşide hem sıhhatiniz hem de Türkiye’de hekim olmak hakkında bilgi edineceksiniz. Geleceğimiz olan çocuklarımızın okul öncesi eğitimi, yarınlarımızı emanet edeceğimiz gençlerin ise büyük ilgi duyduğu internet bloglarına dair iki yazının dikkatinizi çekeceğini umuyoruz. Sivil toplum kuruluşlarını tanıtmaya kaldığımız yerden devam ediyoruz: Bu sayıda “folklor”ümüzü yaşatmaya çalışan Motif Vakfı’nı tanıyacaksınız. Sinema, kitap tanıtım köşemiz, derneğimizden haberler kısımlarıyla birlikte işte 13. sayımız elinizde… 14. sayımızın da müjdesini vermek mahiyetinde, gelecek sayımızın üst başlığının hukuk olacağını bildirmek isteriz. Her sayısı daha güzel bir dergide buluşmak ümidiyle… Yeni Ufuklar 1 İÇİNDEKİLER YENİ UFUKLAR DERNEĞİ adına imtiyaz sahibi: Prof. Dr. Mustafa Argunşah Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Zekeriya Muhiddin Arık 28 Yayın Kurulu PORTRE Toplum Önderi Mehmet Akif Prof. Dr. Yakup ÇELİK 47 SOHBET Dr. Abdulkadir Sezgin: Din, insan için kullanma kılavuzudur 4 Prof. Dr. Mustafa Argunşah Prof. Dr. Abdulkadir Yuvalı Prof. Dr. Yakup Çelik Prof. Dr. Gökhan Antalya Zekeriya Kökrek Nevin Özcan, Yeşim Dilek Acar, Semih Arslan, Salih Ercan, Uğur Fora, Nevin Pişkircioğlu, Cuma Ali Soysal Tasarım Ilgaz Babacan PORTRE 30 Mücahit Denktaş’ın ölümü Metin BOŞNAK Reklam Türkiye Yeni Ufuklar Reklam Rezervasyon 0212 230 86 59 RÖPORTAJ Özkan: Avrupa, bunalımına çare arıyor Zekeriya KÖKREK Yayın Türü ve Periyodu Yerel/Süreli (3 ayda bir yayınlanır) Baskı 18 23 34 54 İstanbul İmar ve Nazım Planları Mehmet KÖKREK Nursaçan Hoca: ‘İlim meclisleri cennet bahçesidir’ buyrulmuştur… İşadamı Refik Aydoğan: Hayırda yarışıyoruz Erdem UMUDUM Prof. Dr. Mercanoğlu: Hekimlik bir sanattır Almıla MARAŞ MİMARİ KONFERANS Rauf Raif Denktaş’ı bir fotoğrafçı ve kültür himayecisi olarak anlatmak Doç. Dr. Netice YILDIZ.................................................................... 6 Şimdi nerede aramak lazım kadim şehirlerimizin asil ruhunu? Neşe KOÇAK......................................................................................... 16 Asya’dan Avrupa’ya bahar bayramı olarak Nevruz Yrd. Doç. Dr. Mustafa AKSOY............................................................... 38 Sultan Nevruz Dr. Kudret ALTUN.............................................................................. 42 Okul öncesi eğitim Arş. Gör. Hilal İlknur TUNÇELİ.................................................... 57 Bloglar internetin geleceği Alperen TALASLIOĞLU.............................................. 60 Türk kültürüne hizmet eden bir vakıf: MOTİF............................................. 63 Öğrenciler için Kızılay ile el ele........................................................................ 66 Osman Sınav “Uzun Hikaye”yi anlatmaya başladı!................................... 71 İstanbul Film Festivali 31 yaşında................................................................... 72 Kitap: Eski İstanbul Kahvehaneleri................................................................. 73 EKONOMİ SAĞLIK Has Matbaacılık Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti. 100. Yıl Mah. Mas-Sit Matbaacılar Sitesi 3. Cadde 199 -A Bağcılar / İST. Tel: 0212 629 02 49 Yönetim Yeri Merkez Mah. Abide-i Hürriyet Cad. Yonca Apt. 148 Kat: 3 Daire: 8 Şişli - İstanbul 0212 230 86 59 - 230 94 43 bilgi@yeniufuklaristanbul.org Kayseri İletişim Cumhuriyet Mah. Tennuri Sok. (Tennuri Geçidi) Hüsrevoğlu Kardeşler İşhanı No: 20/3 Melikgazi - Kayseri 0352 221 30 60 (3 hatı) kayseriyeniufuklardernegi@gmail.com 68 SİNEMA Fetih 1453: mazrufu değil zarfı anlatıyor Coşkun ÇOKYİĞİT Türkiye Yeni Ufuklar, T.C. yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Dergide yayınlanan yazı, fotoğraf ve haberlerin her hakkı saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. İmzalı yazılardaki ifadeler yazarlarına aittir. MAKALE MAKALE Mücahit Denktaş’ın ölümü Metin BOŞNAK Hüzünlüydü Denktaş yıllardır. Tek başına da kalsa Kıbrıs davasını anlatacaktı. Anlattı. “Rum”u anlattı, Annan Planı’nı anlattı, değiştirtti. Biz onaylasak bile “Rum” oyun oynayacak diyordu. Oynadı. 4 Yeni Ufuklar Ölüm fikrinin farkında olan tek varlık insan belki. İnsan olduğunun farkında olması da insana özgü. Diğer canlılarda yaşamaya odaklı bir algı ya da içgüdü varken, insan doğumlarda bile ölümü hatırına getirebilen bir varlık. İstemeden doğarız, ölürüz istemeden. Bize asıl üzüntü veren ölümün soğukluğu değil, ölümün sevdiklerimizi alıp götürmesidir esasen. Mücahit Denktaş’ı aldı ölüm. KKTC’ye hayat vermek için hayatını adadıktan sonra. Kurşun ağırlığında yürek, eriyen zaman içinde külçe külçe olur da bedeni sürükleyemez. Menziller arası bir menzilde, menzillerce hasrettir ölüm; ramak mesafede, sonsuzluk çarpı ramaktır. Hayat zaten asi bir kopuşla gelen muti atılmışlığın sürgün hâliyle, bir tür ölümle başladı evrende. Başlangıcın sonu kadar, sonun da başlangıcı oldu ölüm. Her ayrılık, onca ölümdür, her sürgün bir ölümdür içinde, dışında. Denktaş aslında yedi yıl önce ölmüştü. Cleopatra’yı kıyılarında ağırlayan ada ona sürgün yeri olmuştu. Mecnun’suz Leylâ sürgündür; Leylâ’sız dünya cinnetin zindanıdır Mecnun’a. Şems’ten ayrı Mevlânâ, dosttan ayrı yüzülen posttur. İsterse, güneşin ışığıyla varlığını ışıklandırsın, o gidince yine hilale dönüşür. Işıyan çehresinden çok, kanayan karanlıkları vardır. Sezar gibi kanayan yarası çoktu Denktaş’ın. Aleyhinde yürütülen propaganda küçük adanın boyutlarından büyük, küresel ölçekteydi. Mücahit Denktaş küresel anaforda savruldu. Adayı üstüne kuma gelmesine dahi dayanamayacak kadar seviyordu. O ada olmuştu. Ada’nın sıkıntılarından, bir tür Ergenekon’dan çıkmasını istiyordu. Ancak birden bazı çevrelerin “Ergenekoncu” ithamlarına muhatap oldu. Kahramanların “hain”leşmesini anlamamış, rahmetli Erbakan’a serzenişte bulunmuştu. Türkiye Cumhuriyetini “Rum” ağzıyla “işgalci devlet” görenleri gördükçe ıstırabı derinleşmişti. Hasretin özeti, daralan göğüs kafesidir, gözbebeklerinde küllenen közdür, yürekte yanan özdür. Mil çekilse de gözlerine, gözbebeklerinde beliriveren daralma, o gözlerle göreni kapanarak içine almak ister, göz ile göz kapağı da yaşar hüznün güzelliğini. Gözkapakları tabut olur gözlere. Denktaş’a mezar oldu adası sürgün sonrasında. Sürgünlüğünün acısına, evlat acısı da binmişti zaten. Yazılarına döndü, kamerasına, papağanına anlattı derdini. Dinleyen kalmamıştı Anavatanda. Hüznün parmakları, bedendeki damarları ve sinirleri, kanunun tellerine benzetir de, her vuslatı bir münasip makamla şakır, tel tel eder. İçinden yürek uçunca daralır, daralır da, hatıraların arta kalanını çeperlerinde yakalamak, dermek ister. Daralmanın hacmince kesilen nefes, ancak yüreğin kafeste şakımasıyla can bulur. Hüzünlüydü Denktaş yıllardır. Tek başına da kalsa Kıbrıs davasını anlatacaktı. Anlattı. “Rum”u anlattı, Annan planını anlattı, değiştirtti. Biz onaylasak bile “Rum” oyun oynayacak diyordu. Oynadı. Diplomaside her konuda olduğu gibi Türkiye’nin hafızası sıfırlanarak yaklaşınca, “AB” önünde engel olmuştu Denktaş. Ayrılıkların kokusu, ölümün kokusundan da acı gelir. Ölümle hayat arasındaki nöbet değişimi, ayrılıkla vuslat arasında yoktur. Ya vardır, ya yoktur o! Varlık hayat, yokluk ölümdür. “Bir ayrılık, bir yoksulluk, bir de ölüm!” Mezarda ayrılanla iki duvarın ayırdığı arasındaki fark, mezardakinin ayrılığın bilincinde olmamasıdır. Ayrılığın yastığına, tenine, gömleğine sinen koku ise, nesnelerden uzaklaşır, diğer tenin özünü muhasara altına alır, istila eder. Eyüb’ün tenine düşen kurtlar, Yakub’un kokladığı gömlek onca muhasara altındaydı. Denktaş muhasara altındaydı. Talat’ın ekibi ve Anavatan girişimleri sayesinde olan hasarı azaltmaya çalıştı. Zaman erir, yelkovan delirir. Sarkacın yüreği atar güm güm! Onunla hemhâl andır yaşamak. Kendince, kendini unutarak, onca var olmayı, onunla var olmayı, O’nca var olma derecesinde hissetmek. Yalnızlık bir ölümdür, yalın kılıç dilim dilim ederek yeni “ben”ler çıkaran kendinden. Her beni bir “sencileyin” var etmek. Kalabalıkta kayboluş bir ölümdür; “ben” râm olmuştur onlara. Aldanış ölümdür, aldatış ölümdür. Hayat bir aldanıştır Havva’ca. Ve ölüm uçmaktır. Uçmağa varmaktır… Denktaş yalnızdı. Yalınkılıç yalnızlığında yaşıyordu yıllardır. Ölüm neydi ki Denktaş’a? Yapmayı planladıklarının yarım kalmasıdır. Yazılan, okunan bir kitap bitmeden mesela… Bir çocuğu tastamam yetiştiremeden, Kıbrıs’ı mükellef bir olarak görmeden. “Hayat nedir?” sormadan, hayatın anlamını hayattan kaçmak şeklinde değil de hayatla bizzat yüzleşerek ve ölümü de hayatı da “eyvallahsız” bir şekilde ölmek ve yaşamak. Ölmeyi öldürmektir yaşamak. Yaşamak halvet hâlidir ölümle; ha- yata darılmadan. Tekerlekli sandalyede en son bedeni bükülen ama başı dimdik bir kahraman vardı. Darılmamıştı, daralmıştı. Pişman olduğunuz her fiil bir nevi ölmektir aslında. “Keşke!”ler lahdine defnedilen nice ölüm vardır! Ve beraberinde tekrar yaşamaya dair yapılan taahhütler, yeminler. Mesafe ve zamanı kuşatmaktır yaşamak, şimdisi ve “hemen!”i ile. Kıbrıs’a dair keşkeleri yoktu Denktaş’ın. İstikameti belliydi. Kıbrıs’ı yaşadı ruhunda. Hayatın coşkusuyla yatağına sığmayan sular gibi, kâh başını kayalara vurmak belki kâh kayalardan - minnacık da olsa - parçalar koparmak kayanın içine işleyerek. Eritemese de, kayanın ağırlığını artırmak, üzerinin yosun tutmasını sağlamak. Belki kayalardan koparmak minnacık parçaları ve özündeki toprağa dönüştürmek... Yaşadıklarımızdan pişman olmadan, kendimizle iç içe. İç içe olmayı bile bir ayrılık mesafesi bilip, eriyerek zaman içinde, zamanı içinde eriterek. Denktaş’tan kopan ömrü oldu sadece. Abidevi kişiliğinden kopan olmadı. Denktaş öleli onca yıl oldu aslında. Arayan, soran, yazan, konu- şan yoksa zaten ölümdür yaşanan. Yaşadıklarımızla, kendimizle sınırlı ise ölümdür bu. Yaşam alanı sadece hatıralar ise, ölümdür. Ölüm kendini aşmaktır tepeleri tepe tepe. O anlamda Denktaş kendini çoktan aştı, ölmedi. Hakikatin yaşmağını sıyırıp, yaşamanın derunî hüznünü özümüze giydirmekle varılan bir kendini giyinme hâlidir onunki. Korku ile değil cüretle, belki sevilenlerden sevilmesi gerekene bir yolculuk. Meşgalenin bittiği an, istirahatın başladığı ve yeni enerjilerin depolandığı an. Gidilecek yerde de seveceklerimiz olduğunu bilerek. Aslında, her daim şikâyet eder gibi olduğumuz ve fakat her nedense yaşamayı hâlâ biyolojik fonksiyonlardan öteye algılayamadığımız bir sürece son verilmesidir ölüm. Sevda otağına girer gibi, karasevda gülleri dermek için. Denktaş karasevdalı idi Kıbrıs’a ve Türkiye’ye. Ruhun şad olsun ey Mücahit Denktaş! Musalla taşında saf tutanlardan epey yüreği daralanlar olacak! Yeni Ufuklar 5 PORTRE Netice YILDIZ * *Doç. Dr. / Doğu Akdeniz Üniversitesi 6 Yeni Ufuklar K uzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin toplum lideri, kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş yaşamında pek çok önemli işlere imza atmış bir devlet adamı olma yanında, daha okul yıllarında deneme yazıları veya şiirleri ile başladığı yazma serüvenine meslek yaşamında yoğun temposu içinde devam etmiş, Kıbrıs sorunu yanında, erdemlilik üstüne çok sayıda kimi kısa, kimi uzun kuramsal kitaplar, makaleler yazmıştır. Bu uğraşın yanında çocukluğundan itibaren ilgi duyduğu ve çalışırken bile elinden, cebinden veya masasının üstünden eksik etmediği fotoğraf makinesi ile sürekli arşivine yeni resimler aktarmış, günümüze gerçek anlamı ile kültürel varlıkların imgeleri yanında tanıdığı, ya da ilk kez gördüğü çok kişinin portresini ve ülkenin farklı anlardaki ve atmosferdeki coğrafyasını ölümsüzleştiren çok sayıda görsel bir dokümanı da geride bırakıp 13 Ocak 2012’de ebediyete göçtü. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Raif Denktaş’ı yeni kaybettiğimiz bu günlerde onunla ilgili anılar şüphesiz paylaşılmakta ve hakkında çok yazılar çıkmaktadır. Yayımlanan hemen hemen her anı yazısında onun şüphesiz Kıbrıs sorunu ile olan mücadelesinden, yazdığı kitaplarından, köpek ve kuşlara olan düşkünlüğünden ve fotoğraf çekme merakından bahsedilmektedir. Bu ortamına karşın birçok sanatçı ya da akademisyeni, gerek yerli gerekse de konuk olmalarına bakmadan makamında kabul etmiş, davetlerde onlarla sohbet etmiş, her gönderilen mektuba, kutlama kartına, samimi ve nazik yanıtlar vermiştir. Özellikle yerli sanatçıların, ya da eserlerini sunmak için Kıbrıs’ı tercih eden yurt dışında yaşayan Kıbrıslı ya da yabancı sanatçıların, sergilerini açtırmak için yaptıkları her ricayı olanaklar çerçevesinde kabul etmiş, onların eserlerini dikkatle izleyerek, satın alma yönüyle de destek vermiştir. Senelerce Rüya Taner, Turgay Hilmi gibi müzik alanında uluslararası ün yapmış bazı müzik sanatçılarına da destek vererek sanatlarını geliştirmelerinde himaye etmiştir. Bunlara karşın o, 2004 yılı sonunda Türk Bankası’nın “Kıbrıs’ın siyasi tarihine yön vermesi, tarihi yaşayarak şekillendirmesi, şekillendirdiği tarihi kendi bakış açısı ile yazmış olması ve 22 yılda 27 kitap yayımlamış olması” nedeniyle o yılın sanat kültür ödülüne layık görüldüğünde, onun 17-18 yaşlarından itibaren başladığı edebi veya akademik yazıları, ya da fotoğraf sanatı ile olan uğraşısı sanatsal olarak nitelenemeyeceği, barışı engelleyen bir lider olduğu iddiası ile köpüren, tepki gösteren ve hatta aldıkları ödülleri iadeye kadar giden farklı siyasi görüşteki çeşitli basın mensuplarının ve sanatçıların tepkisini sessizlikle karşılamış,2 yine 2 EMAA Haberler (2008) Sn. Denktaş’a 22. Türk Bankası Kültür Sanat Ödülü ve Sanatta Ödül Sorgulaması; www. emaaicyprus.org/haberler2005_14.html. (20.03.2012); Rana Zincir Celal (2008); “Ne- de hoşgörüsünü yitirmeden, sağlığı elverdiğince sanatçılara desteğini sürdürmüştür. Dünyanın kabul ettiği devlet adamı misyonu içinde küçük yaşından itibaren çok sayıda gazete yazıları, bilimsel kitaplar ve erdemlilik üzerine kuramsal kitaplar yazmış, çocukluğunda başladığı ancak yeterince zaman ayıramadığı fotoğraf uğraşını ileri yaşlarında daha fazla zaman ayırıp sürdürmüş, çevresinin teşviki ile bu alandaki birikimini açtığı sergilerle ve yayımladığı albümleri ile halkla paylaşmış, yurt dışında Kıbrıs’ın tanıtılmasında etkin olmuş, ancak yine de “Ben sanatçı değilim!” diyebilmiştir. Ben, Rauf Raif Denktaş’ı ilk olarak ilk okul öğrencisi olduğum yıllarda tanıdım. Daha o yıllarda Hayat mecmuasında veya yerel gazetelerde çıkan haberleri ve okulda bize anlatılanlarla Denktaş, çocuk aklımıza bir kahraman olarak işlenir. Onun Kıbrıs’a kaçak gelmeye çalışırken yakalanmasında duyulan endişeler, daha sonra da ailesi ile 1967’de adaya döndüğü gün bir zafer kahramanı olarak karşılanmasını Girne Kapısı’ndaki törende heyecanla izleyişimiz benim çocuk belleğimde yerleşen önemli toplumsal anılardır. Kendi kullandığı arabası ile çoğu kez yolda gördüğümüz bu liderin karşılık bile beklemeden selam vermesi, zaman zaman eşinin ya da kendisinin babamın iş yerine gelmesi, küçük Lefkoşa’da 1974 öncesi mütevazi den İsimsiz Tarih”, EMAA, Nisan Mart 2008, 8,http://www.emaacyprus.org/sayi8_rana. html (EMAA 8)(20.03.2012) Fotoğraf: Rauf Denktaş Rauf Raif Denktaş’ı bir fotoğrafçı ve kültür himayecisi olarak anlatmak... yazıda ben de Rauf Raif Denktaş ile ilgili bazı anılarım yanında mümkün olduğunca fotoğraf sanatı uğraşındaki birikimlerinden söz edip, kendisi ile birlikte oluşturduğumuz Kapılar/The Doors kitabı ile ilgili bir deneyimimi ele almayı amaçlıyorum. Değerli dostlarım Prof. Dr. Hülya Argunşah ve Prof. Dr. Mustafa Argunşah çiftinin isteği ile yazmaya başladığım, ancak en az on yıldan beri yapmak istediğim bu yazı, gerçekte onun fotoğraf sanatı, fotoğrafları ve kitaplarında sanat anlayışına açıklık getiren kuramsal düşüncelerini de irdeleyen uzun bir çalışmaya dönmüşse de, benden anı niteliğinde kısa bir yazı yazmam istendiği için, hazırladığım ve henüz tamamlamadığımı hissettiğim yazıyı yeniden şekillendirip daha kişisel anılarla onun sanat felsefesini kısaca anlatmayı hedefledim. Dolayısı ile bu kısa yazımda kişisel izlenimlerim yanında yine de fotoğraf albümlerinde ve değişik dergilerde çıkan söyleşilerinden, kitaplarından, onu tanıtan başka yazarların, araştırmacı ve fotoğraf sanatçılarının yazılarından da yararlanmadan noktayı koyamadım. Denktaş, daha gençlik yıllarında başladığı siyaset yaşamındaki amansızca sürdürdüğü uluslararası diplomatik etkinliği ile sesini dünyaya duyurmuş ve dünyada en çok konuşulan Kıbrıslı Türk devlet adamıdır. Kıbrıs’ın en sorunlu yılları olan 19551960 yıllarında Kıbrıs’ta görev yapan Amerikan Elçisi ve eşi Belcher’ler, o yıllardaki anı defterlerinde ondan genç, yetenekli bir avukat ve ılımlı ve modern görüşlü biri olarak bahsederler.1 Bunun yanı sıra çok farklı ülkelerde açtığı fotoğraf sergileri ile ülkesinin güzelliklerini objektifi ile tanıtan bir kültür elçisi olma misyonu ile birçok kayıtlara geçmiş bir şahsiyet olmuştur. Bu uğraşı ile yabancılarla iletişim kurmanın yanı sıra esas kendi halkı ile de yakınlaşabilmiş, çekinmeden tek başına Lefkoşa veya Girne sokaklarında ya da diğer kent ve köylerde fotoğraf çekmiş, insanların dertlerini dinlemiştir. Yoğun iş 1 David W. MARTIN ve Paul W. WALLACE (ed.)(2000). The Final Days of British Rule in Cyprus, Dispatches and Diaries of Consul General Taylor Belcher and Edith Belcher, New York: Greece and Cyprus Research Centre,s. 74 Yeni Ufuklar 7 PORTRE PORTRE yaşamın simgesi olarak bu anılar içindeki detaylardır. Sonraları doktora eğitimimi bitirip adaya döndüğümde seminer, konferans ve sergi açılışlarında onunla karşılaşmalarım sıklaşır. Aile bireyleri ile tanışmama karşın onu uzaktan sessizce izler, kısa selamlaşma ve hatır sormalarla yetinirdim. Ta ki bir gün benimle ilgili çıkan bir yazıyı ve yayımlanan bir makalemi okuyup benimle tanışmak isteyinceye dek. Elim bir trafik kazasında kaybettiğimiz, benim de kolejden arkadaşım olan sevgili Merhum Raif’in anısına belli aralıklarla Doğu Akdeniz Üniversitesi tarafından düzenlenen ve bu üniversite kadrosuna katıldığım 1987 Ekim ayından itibaren sürekli olarak izlediğim Raif R. Denktaş Konferansları serisinde Kıbrıs Sorunu üzerine verdiği konferanslar en ilgi görenler olmuştu. Kıbrıs’ta verdiği tüm konferanslarına katılır, onu hayranlıkla dinlerdim. Bunlardan bazılarında konferansın sonunda ayrılan soru cevap süresinde herkese yanıt verir, sırf konuşma adına soru sorma yerine kendi düşüncelerini söylemek için 45 dakika konuşup sonuçta bir soru yöneltmeyenleri sabırla, saygı ile ayakta dinlerdi. Bunun yanı sıra o yıllarda üniversitemizce düzenlenen Raif Denktaş konferansları serisinde mutlaka bulunur, sonuna dek izler ve konferans verene çiçek ve plaket takdim ederdi. Ancak bu konferansları düzenleyenlerin dikkatsizliği onu Kadın/Woman 2000 dergisinde her çıkan makalemi satır satır okuyup yazdığı mektuplarda da bunu ifade ederdi. Her görüşmemizde ülkemizdeki kültür mirasını nasıl koruyacağımız ve ülkemizi yurt dışında nasıl tanıtabileceğimiz konusunda sohbetler başlıca konularımız olurdu. üzmekte olduğunu fark eden, ancak çaresiz kalan çok az insandan galiba biri olmuş, eleştirilerimi üniversitede ortaya koymaktan çekinmemiştim. Çoğu kez alelacele düzenlenen bu konferanslara henüz sanal iletişimin olmadığı ortamda sadece protokol davetiyeleri ile belli kişiler davet edilir, basın yolu ile de duyurulur, Lefkoşa’da yapılan etkinliklere Gazi Magosa’daki üniversiteden kişilerin gelmesini teşvik edecek düzenlemelere gidilmez, neredeyse salonda 10-15 kişi ile konferans dinlenirdi. 1988 yılı Haziran’ında Türk İngiliz Derneği’nin davetlisi olarak o zamanki ismi ile Girne View (Bugün Avrasya) Otel’de doktora tezimin bir parçası olan “İngiliz - Osmanlı ilişkileri ve İngiliz Kültür Yaşamında Türk Etkileri” konulu bir konferans vereceğimde ona gönderdiğim davetiyeye karşılık çok nazik bir mektup ile beni kutlamış ve katılamayacağından dolayı mazeretlerini ifade etmiş, kendi adına konferansa bir danışmanını yollamıştı. Bu konferanstan bir ay sonra değerli dostum Sayın DENKTAŞ’IN OBJEKTİFİNDEN 8 Yeni Ufuklar Ahmet Gazioğlu’nun editörlüğünü yaptığı, ancak bu gün uluslararası dizinlerde yer almadığı için ve hatta yerel bir yayın olduğu için akademik kriterlerde dikkate alınmayan Yeni Kıbrıs/New Cyprus dergisinde Ali Nesim hocamızın benim konferansım hakkında yazdığı bir yazı ve benim Osmanlı-İngiliz kültür ilişkileri ile ilgili kısa bir makalemi3 okumasından sonra beni makamına davet etmesi ile iletişimimiz başlamıştı. Çalışmam ve benim ailem ile ilgili sohbetimizden sonra bana eser tahribatı ile ilgili UNESCO’nun ICOMOS gibi kurumlarından gelen KKTC’yi suçlayıcı bazı mektupları gösterip, bu tür konulardan dolayı karşılaşılan protestoları anlatmıştı. Bu sohbette bana yönelttiği “Ali Nesim’in tanıdığı kişiyi ben nasıl olur da daha önce yakından tanıyamadım? Daha önce niye benimle hiç görüşme isteğinde bulunmadınız?” sorusu en ilginç tarafı idi. Ben de kendisine neredeyse 3 Netice YILDIZ (1990). “The Anglo-Ottoman Relations: Turkish Influences on British Social Life and Art”, Yeni Kıbrıs /New Cyprus, June 1990, VI (1), 15-16. iki yıl önce bir mektup yazıp randevu istediğimi, ancak bir ihtimalle yoğun işleri arasında gözden kaçtığını söyleme gereğini duymuştum. Bir süre sonra kurulan Kıbrıs Araştırma ve Dayanışma Vakfı’nın yönetim kuruluna Denktaş bey beni değerli aile dostumuz merhum Necati Münür Ertegün vasıtası ile aday göstermişti. Merkezi İstanbul’da olan vakfın Kıbrıs kolunu oluşturacak Kıbrıs (Lefkoşa) Araştırma Vakfı’nın kurucu üyeleri Vedat Çelik, Ergün Olgun, Sabahattin İsmail ve C. Gazioğlu idi. Vakfın yapılan ilk toplantısında kurucu üyeler doğal olarak ilk dönem yönetim kurulunda yer alacak, dokuz kişilik yönetim kuruluna beş üye daha seçilecekti. Bu adaylığa beklenenin üstünde bir ilgi olmuş, yirmi bir aday çıkmıştı. Bunlar arasında Perihan Aziz ve benim kadın üyeler olarak oy sayısı ile kazanmamız Vakfın çağdaş bir anlayışla ve işbirliği içinde çalışmasında önemli olmuştu. Sayın Cumhurbaşkanı Denktaş ve Büyükelçi Ertuğrul Kumcuoğlu ile daha sonra Büyükelçi olarak görev yapan elçilik müsteşarı Ertuğrul Apakan bu vakfın işleyişinde destek veriyorlar, ancak kararlarına karışmıyorlardı. Vedat Çelik (başkan), Ergün Olgun, Ahmet C. Gazioğlu, Kaya Bekiroğlu, Perihan Aziz, Netice Yıldız, Sabahattin İsmail, Erdal Camgöz ve Bilge Öney’den oluşan bu vakıf, Denktaş’ın da desteği ile bazı kültür etkinlikleri de düzenler. Almanya’dan getirttiğimiz ve çok ailenin yardımı ile evlerde misafir ettiğimiz 45 kişilik öğrenci orkestrasının çeşitli kentlerdeki konseri; sadece bir iki sayı çıkabilen bir bülten; benim aynı anda iki dilde verdiğim ve İngiliz Yüksek komiserinin de izlediği “Osmanlı Döneminde Kıbrıs” konferansı gibi etkinlikler ile üç dört yıl sürer. Vakfın gerisinde başlarda maddi destek veren Asil Nadir vardır. Sonraları maddi yetersizlikle ne yazık ki vakıf sessizce sönüp gider. Vakfın aktif olduğu bu yıllarda Cumhurbaşkanı Denktaş sıklıkla bizi konutuna davet eder, etkinliklerimize katılırdı. Her karşılaşmamızda ona daha fazla hayranlık duymaya başlamış, onun sanat âşığı ve ülkenin tüm tarihini en küçük detayına kadar bildiğini görmüştüm. Daha sonraki yıllarda da Kadın/Woman 2000 dergisinde her çıkan makalemi satır satır okuyup yazdığı mektuplarda da bunu ifade ederdi. Her görüşmemizde ülkemizdeki kültür mirasını nasıl koruyacağımız ve ülkemizi yurt dışında nasıl tanıtabileceğimiz konusunda sohbetler başlıca konularımız olurdu. Yemekli sohbetlerimiz ise oldukça eğlenceli geçiyordu. Ben hep onu diyet yapması gereken biri olarak düşünür, bazen yediklerini ürkerek izler, bazen de onun gerçek bir halk insanı olduğunu düşünürdüm. Sofradaki kuru fasulye için, “Ben bunu çok seviyorum, sen niye yemiyorsun, bunu en güzel ben yaparım, ama aşçımın pişirdiği de benimkinden aşağı değil” deyip önce bana servis yapıp sonra kendi tabağına epeyce bir miktar alırdı. Yine tabağımda dokunmadığım ekmeği, ya da servis tabağındaki kızartma sebzeleri gösterip, “Netice hanım, galiba sen bunları da yemeyeceksin, bari ben bitireyim!” deyip alması, Vedat Çelik bey’in evinde yediğimiz yemeklerde kendi gibi onların da Baf kökenli oldukları için Vedat beyin eşine böreklerden dolayı yaptığı övgüler, hep anılarımda kaldı. Zaten anılarını anlattığı kitaplarda aile yakınlarını, özellikle halasını anlatırken, sıkça yemeklerinden, özellikle nor böreklerinden övgü ile bahsetmesi, kalp sorunu ile ilk ciddi tedavisinden sonra hastanede yazdığı ve 3 Nisan 1996’da Yeni Ufuklar 9 PORTRE PORTRE Denktaş’ın sanatsal nitelikli fotoğraflarını Cumhurbaşkanlığı konutu duvarlarında görmüşsem de tam anlamı ile ilk kez pek çok kişi gibi 15 Mart 1990’da Derviş Paşa Konağı’nda açtığı sergide izleme şansım oldu. Ortam Gazetesi’nde yayımlanan, ayrıca Kalbimin Sesi kitabında da yer alan “Sağlıklı Hayat İçin Bir Tavsiye” başlıklı yazısında, “Yemek sizi hayatta tutuyor”, “Yemek sizi güzelleştiriyor”, “Yemek sizi neşelendirir”, “Yemek büyümenize yardımcı olur”, “Yemek sizi kuvvetlendirir”, “Yemek sizi akıllandırır”, “Yemek sizi dengeli beslenmeye iter” alt başlıkları, onun yemek yemeyi bir eğlence olarak görmesini açıkça yansıtır. Denktaş, Kıbrıs arkeolojik alanları ve kültür mirası ile ilgili çok değerli bir kitap yazan ve İngiliz Avam kamarasından bir Lordun eşi olan Lady Rosamond Henworth ile tanışmamı sağlamış, senelerce sürecek bir dostluk yanında düşüncelerimi almak üzere bana kitabının taslağını okutmuş ve benim Kıbrıs Uygarlık tarihi derslerimin şekillenmesinde önemli bir katkı olmuştu. Her Londra’ya gidişimde, ya Surrey’deki evinde ya da British Library’de buluşur, Kıbrıs’ı ve Denktaş’ı konuşurduk. Yine onun Alman hukukçu dostu Dr. Christien Heinze ve eşi de Denktaş ve Ertegün çemberi içinde oluşan güzel bir dostluk olur. Kıbrıs Vakfı Yönetim Kurulu’ndaki görevimin sürdüğü bu dönemde yine Yeni Kıbrıs /New Cyprus der- 10 Yeni Ufuklar gisinde yayımlanan iki makalemin4 resimleri derginin kapak resimleri de olunca, Sayın Denktaş’ın ilgisini çekmiş ve satır satır okuyarak bana bir mektup yazıp beni kutlamış, beni makamına yeniden davet etmişti. Bu resimlerden biri sonradan çok kişi tarafından kopyalanan bir minyatürdü. Kapakta yer alan resim, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde tespit edip özel izinle aldığım Şeyhname-is Selim adlı yazmada yer alan Kıbrıs’ın fethini betimleyen dört minyatürden biri idi ve Osmanlı ordusunun Larnaka’ya çıkışını betimliyordu. Diğer kapak resmi ise Lala Mustafa Paşa tarafından Kıbrıs’ta bir camiye vakfedilen 16. yy’a ait nefis bir el yazmasının serlevhası idi. Bu da benim doktora alanım dışında farklı konuda ilk yaptığım bir araştırma idi. Özellikle bu dikkatini çekmiş, bu eserlerin ihmal edildiğini sohbetimizde söylemiş, kendinin de müze ziyaretinde resimlediği birkaç saydamı bana göstermiş, fazla kopyalarını da vermişti. Bu buluşmamızda beni tebrik etme yanında çalışmalarım ve projelerim hakkında 4 Netice YILDIZ (1992). “Belgeler Işığında Kıbrıs’ta Osmanlı Dönemi: Kıbrıs Türk Mimarisine Kısa Bir Bakış”, Yeni Kıbrıs, Şubat ‑ Mart 1992, s. 15‑19; Netice YILDIZ 1991). “Lala Mustafa Paşa Kur’anı”, Yeni Kıbrıs/New Cyprus, Temmuz 1991, s. 22-25. bilgi almış ve dahası bana o günlerde yapmayı planladığım İstanbul’daki Başbakanlık Arşivi’ndeki araştırmam için Kıbrıs Türk Hava Yolları’ndan uçak bileti ve o dönemin Büyükelçisi Sayın Ertuğrul Kumcuoğlu vasıtası ile İstanbul Valiliği’nin misafirhanelerinde düşük ücretle kalabilmem gibi manevi bir destek sağlamıştı. İstanbul’da Denktaş’ın yakını diye bana iki ay boyunca bütün kapılar açılmış, aylarca gelmeyen arşiv izinleri birkaç saat içinde halledilmişti. Sözün gelişi belki şunu da eklersem onun bilimsel kişiliğini de vurgulamış olurum. Dergideki yazımın resimleri kapakta olmasa da dikkatini çekecekti. Çünkü eline aldığı her şeyi okurdu. Ancak Denktaş’ın fotoğraf merakı ile ilk tanışmam 15 yaşlarında iken bir çay partisinde sevgili eşi Aydın Denktaş hanımefendinin annem ile sohbet için masamıza geldiğinde bize görmemiz için verdiği çok sayıda fotoğraflarla olmuştu. Çoğu aile fotoğrafları idi. Bazıları mezun olduğum Maarif Koleji’nden tanıdığım merhum sevgili Raif’in ve sonradan öğrencim ve arkadaşım olan eşi Mesude’nin nişan fotoğrafları idi. Resimler mutlu bir aileyi ve aileye giren ilk gelini sevgi ile karşılamalarının açıkça bir öyküsü idi. Bazı resimler de yurt dışındaki gezilerde çekilmiş muhteşem manzaralardı. Çok etkilenmiş ve kimin çektiğini Aydın hanıma sorma gereğini duymuştum. Denktaş’ın sanatsal nitelikli fotoğraflarını Cumhurbaşkanlığı konutu duvarlarında görmüşsem de tam anlamı ile ilk kez pek çok kişi gibi 15 Mart 1990’da Derviş Paşa Konağı’nda açtığı sergide izleme şansım oldu. Bu sergiden sonra Denktaş’ın fotoğrafları 1991 yılından itibaren takvim ve albümler olarak yayımlanmaya başlar. İlk olarak 12 fotoğrafın yer aldığı Türk Bankası 1991 Takvimi, Denktaş as a Photographer: Images from Northern Cyprus (1991) ve From My Album (1992) isimli albüm kitapları çıkar. Denktaş ile çeşitli ortamlarda oluşturduğum bu iletişim sonunda bir gün onunla ortak bir çalışmaya imza atma mutluluğuna erişmem ile sonuçlanır. Bu gün var olmayan, Tuncabank’ın mali desteğinde 1995 yılı başında Denktaş’ın kültür boyutlu Kapılar/The Doors isimli bir fotoğraf albümüne Kıbrıs kapılarının tarihi ile ilgili bir önsöz yazmamı ister. Bu benim akademik yaşamımdaki belki en güzel anılarımdan biri olur. Bu sayede Denktaş’ın tüm saydam albümlerini tarama şansım olur ve özel kitaplığında defalarca çalışmam mümkün olur. Uzun bir makalemin yayımlandığı Türkler’in 19. cildinde5 KKTC için ayrılan bölümde de, hem Denktaş’ın6 hem de beni ona tanıştıran Ahmet C. Gazioğlu’nun makalelerinin7 yer alması da yine onur duyduğum bir başka yayınımdır. Kapılar/The Doors albümünde Denktaş’ın çektiği kırk yedi resim yer alır. Bunlardan otuz biri tam sayfa, farklı dönem ve yapı türlerine aittir. Kitabın sol sayfalarında (9-69) Denktaş ile söyleşi şeklinde sunulan kapılar ve fotoğraf merakı ile ilgili anıları, düşünceleri sağ sayfalarda ise tam boy resim ve alt yazıları olacak şekilde tasarlanır. Söyleşide bir sayfa Türkçe bir sayfa İngilizce metin verilir. Kitabın son iki sayfasında (70-71) üzerlerinde tarih, ay yıldız ya da haç motifleri olan kapı üstü aydınlatma açıklıklarını örten demir ızgara süslemelerinin resimleri 16 küçük kare olarak tasarlanır. Kapılar/The Doors (1995) kitabı, Rauf Raif Denktaş’ın kültürel mirasa olan duyarlılığını yansıtması ve fotoğraf sanatına olan düşkünlüğünü de belgeleyen uzun söyleşisi yanında, Tuncabank Yönetim Kurlu başkanı Şükrü Hasanoğlu’nun “Sunu” yazısı (3-4), ve “Kıbrıs Kapılarının Öyküsü” başlığı ile önsöz niteliğinde benim katkıda bulunduğum Türkçe ve İngilizce makaleler ile metne açıklık getirmesi açısından benim çektiğim birkaç resim (5-8) de eklenince, sade bir fotoğraf albümü olmaktan çıkmış, önemli bir kültür yapıtı oluşuvermişti. Denktaş daha önce yayımlanan bir albümünde kapılar konusuna olan ilgisinden kısaca bahsetmiş, diğer albümlerinde ve sergilerinde de kapı resimlerine yer vermişti. Bu eserinde tamamı ile tematik olarak yayımlanmasını istediği “kapılar”, 5 Netice YILDIZ (2002). “Kıbrıs’ta Osmanlı Kültür Mirasına Genel bir Bakış”, Türkler, Ed. H. Güzel, K. Çiçek ve S. Koca, Cilt 19, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s.966-993. 6 Rauf Raif DENKTAŞ (2002). “Kıbrıs Meselesi Halledilmeli”, Türkler, Ed. H. Güzel, K. Çiçek ve S. Koca, Cilt 19, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, s.887-896 . 7 Ahmet C. GAZİOĞLU (2002). “Osmanlı’dan Cumhuriyete Kıbrıs”, Türkler, Ed. H. Güzel, K. Çiçek ve S. Koca, Cilt 19, Ankara: Yeni Türkiye Yayınları, 19, s.922-945, 946-965. Yeni Ufuklar 11 PORTRE PORTRE gerçekte onu büyüten dedesi Şeherli8 Mehmet’e adanmış bir kitap idi. Keşke bunu başta yazabilseydik. Kitabın 27. sayfasında fazla süslemesi olmayan, 1912 tarihi ve sarı taştan alınlığının kilit taşı üstünde kabartma ay yıldız motifi olan bir kapı resminin karşısındaki sayfada “Bu fotoğrafları çekerken neler düşündünüz? Bir rastlantı mıydı, yoksa özellikle mi çekildi?” sorusuna verdiği şu yanıtı kapı fotoğraflarını çekme amacını özetler: “Bunlar gittikçe yıkılmakta, yok olmaktadır. Kapılara ilgim, sanırım küçüklüğümde başlar. Dedem Şeherli Mehmet bana Türk evlerinin üzerinde, genelde, ay yıldız veya yıldız olduğunu söyler ve bunların Türklere ait olduğunu anlatırdı. Bazı kapıların üzerinde, evin yangına karşı sigortalı olduğunu gösteren işaretler veya plaketler de vardı. Daha sonra kapılar üzerinde tarihler dikkatimi çekti. Koleksiyonuma koymak için en eski kapıyı aramaya başladım. Böylelikle ortaya ilginç bir koleksiyon çıktı.” (26) Dedesi Şeherli Mehmet, bir buçuk yaşında iken kaybettiği annesinden sonra onunla en yakın ilgilenen kişi olmuş ve onu beş altı yaşlarında Lefkoşa sokaklarında gezdirirken 1878 yılında Osmanlı bayrağının nasıl indirilip İngiliz bayrağının asıldığını defalarca anlatmış ve kapılardaki 8 ‘Şeher’ başkent olan Lefkoşa anlamında, ‘Şeherli’ ise Lefkoşa kentinden kasabalara ya da köylere göç edenlere verilen bir lakaptır. 12 Yeni Ufuklar ay yıldız motiflerini göstermişti.9 Denktaş anılarında bu olaydan sık sık söz eder. Bu kitabın teması olan kapılar, günümüz surlar içi Lefkoşa’sı ile sınırlanmıştı. Kitapta yer alan resimler herhangi bir kronolojik düzen kaygısı gütmeden sıralanmış, eskiden kentin surlar içine açılan üç kapısından biri olan Girne Kapısı yanında, cami ve konut mimarisine ait kapılar, Ortaçağdan 1930’lu yıllara kadar örneklerini sunuyordu. Denktaş, söyleşide kapıların manevi yönleri üzerinde durmuş, kapı ile ilgili dilimizdeki öz deyişlerden bahsetmişti. Ancak en eski kapıyı aradığını belirtmişse de fotoğraflarında hangisi olduğu üzerinde yorum 9 Rauf Raif DENKTAŞ (1995). Kapılar/The Doors, İstanbul: Tuncabank yayn. (Netice Yıldız’ın Önsözü ile birlikte). yapmayıp, yanıtını izleyiciye bırakır. Benim yazdığım makalede bunların yapılış teknikleri yanında sosyal yaşamda kapının anlamı ve içe dönük ev yaşamının batılılaşma sürecinde dışarıya açılması irdelenmişti. Kapılar/The Doors kitabındaki söyleşi şeklindeki anlatısında Denktaş’ın sanatı ve sanatçıyı ifade ettiği şu sözleri de buraya aktarmadan geçemeyeceğim: “Sanat tanrıya yaklaşım, onun eserlerini terennüm, sanatçı ise Allah’ın özel bir vergisiyle onurlandırılmış bir kişidir. Allah’ın yarattığı her şey muhteşem bir sanat eseri olduğuna göre, bunu yazan, çizen, görüntüleyen, terennüm eden kişilerin ruh itibariyle Allah’a yakın olduklarına inanırım”. (10) Bu söyleşide Denktaş, kendi fotoğraf uğraşını bir tutku, bir merak olarak ifade eder. Fotoğraf çekmeye küçük yaşlarda başladığı bu uğraşının bir sanatsal yöne doğru meylettiğinin bilincine varmışsa da kendisini sanatçı olarak niteleyemeyeceğini, bunu izleyiciye bırakmayı tercih ettiğini dile getirmesi (30), gerçekte bu uğraşının kişisel tatmin, dinlence ve tutku olarak yaşamında yer aldığının ifadesidir. Denktaş politik yaşam içinde olan kişinin de yoğun iş temposunda rahatlaması için bir uğraşa ihtiyacı olduğuna inanır ve bu tür uğraşları olmayanlardan korkar. (66) Kapılar/The Doors kitabı, 1994 Ağustos ayında hazırlanmış, 1995 başında yayımlanmıştı. Kitabın hazırlanması ve basılması inanılmaz bir acele içinde yapılmış, benden bu kitabın kültürel boyuta dönüşmesi için kapıların tarihi ile ilgili bir hafta içinde bir makale yazmam istenmişti. Cenevre’de yapılacak Uluslararası Türk Sanatları Kongresi’ne on gün gibi kısa bir süre kalmış ve ben kendi tebliğimi bitirmeye çalışıyordum. Pazartesi sabah Lefkoşa’dan Magosa’ya üniversitedeki işime yeni gelmiş ve Cumhurbaşkanı’nın benimle acil olarak görüşmesi için Lefkoşa’ya çağrılmıştım. Bana verilen sürenin azlığını anımsatmakla beraber, kitabın baskısını yapan reklamcılık şirketinin İstanbul’da olması nedeniyle Cenevre’ye giderken bir gün, dönüşte de bir gün İstanbul’da kalıp kitabın dizgisi ile uğraştım. Ancak alelacele üretim yapan bu firma ne yazık ki sadece bilgisayar kullanan, ancak kitap tasarım deneyimi olmayan birkaç genç ile çalışıp, işi süratle bitirmişlerdi. Cenevre dönüşünde İstanbul’da şirket sahibinin hafta sonu tatilinden dönmesini boş yere beklemiş, zamanım heba olmuş, daha sonra da belgegeçer ile gönderilen metinde yapılmasını istediğim düzeltmeler yapılmamış ve kitap ufak tefek hatalarla çıkmıştı. Ancak bu hatalara üzüldüğümü gören Denktaş bey, “Olur böyle şeyler. Canınızı üzmeyin. Bakın, yine de ne güzel iş çıkarttık!” diye beni teselli etmiş, yeni bir kültür mirası kitabı yapmak üzere çalışmamızı istemişti. Cyprus Today’de 2005 yılında Kıbrıs evlerinin kapılar ile ilgilenip, bir kitap arayışına giren ve sonra da bu kitaptan yararlanarak aynı konuda bir makale yazan Ralph Durber10 Kapılar/The Doors kitabının Kıbrıs tarihi kapıları için kültür boyutu ile önemli bir katkı olduğunu ifade etmesi bu kitabın aranırlığını hem bana hem de Denktaş beye anımsatmış ve böyle bir çalışmanın yeniden yapılmasını düşündürmüştür. Ralph Durber, “Kapıların Büyüsü” başlıklı gazete makalesinde geleneksel kapıların Kıbrıs’ı betimleyen kısmen turistik, kısmen sanatsal resimlerde ele alınan en yaygın tema olmasına rağmen bunlar hakkında Lefkoşa’nın hem kuzeyinde hem de güneyinde herhangi bir akademik yayın bulunmadığını, bu konuda Rauf Denktaş’ın Kapılar/The Doors kitabı dışında hiçbir araştırma yapılmamış ve 10 Ralph Durber (2005). “Magic of the Doors”, Cyprus Today, January 8-14, 2005. yazılmamış olduğunu, Denktaş’ın fotoğrafları yanında Netice Yıldız’ın önsözünü yazdığı makalenin bu alanda tek akademik çalışma olduğunu, kitabın da tükendiği için hiçbir yerde bulmanın mümkün olmadığını sözlerine ekler.11 Gerçekte de bu kitap artık Avrupa veya Amerika’da sahaflarda nadiren bulunmakta ve 100 dolar gibi fiyatlara satılmaktadır. Kitabın satışa sunulmamış olması ve sadece Cumhurbaşkanlığı çevresindeki kişiler, yabancı misyon üyelerine ve bankanın prestijli müşterilerine armağan edilmesi sonucu bilim dünyasında gerekli yerini alamadığına inanıyorum. Bunu elde edenlerin de fotoğraflara bakmakla yetinmiş olması, ya da referans vermeden 11 Makale için bkz. http://www.allcrusades. com/CASTLES/CYPRUS/FAMAGUSTA/ TEXT/citadel-or-othellos-tower_2/doorstxt-1.html(12.03.2012) Yeni Ufuklar 13 PORTRE PORTRE kullanması diğer üzücü olaydır. Bu kitabın yayımı sonrasında fotoğraf sanatçıları, ressamlar ve seramik sanatçıları da bu konuya ilgi göstermiş, eserler üretmişti. Veysi Soyer’in “Taç Kapılar” başlıklı bir makalesi12 gerçekte bu kitabı okumuş olduğunu ima edip, benim yazdığım metinden alıntılar yapmışsa da referans verme gereğini duymaması, adeta kendi tespitlerinin daha önemli olduğunu iddia eder tarzda yazması bilimsel bir reddediş, hatta intihal sayılır. Yine çok sevdiğim seramik sanatçısı dostum Semral Öztan’ın 1998’de sergilediği “Kapılar” temalı seramik dizisi de bu albümden esinlenmiş çalışmalardan biri idi. Ancak hiçbiri bu konudaki ilgiye bu kitaptan aldıkları esinlenme ile başladığını ifade etmemişti. Ancak, bu tür durumlarda, şimdiki yıllarda bile telif hakkı konusunda bilinçli olmayan bir toplumda, yazınızın ilgi çektiğini, belki bunların kültür mirası olarak dikkate alınarak korunabileceğine katkınız olur düşüncesi ile teselli olmaktan başka bir çare kalmıyor. Bu kitaptan sonra yeni yapılan evlere konmak üzere bu eski kapıların model olarak alınarak yenilerinin üretilmesinin moda olması fotoğrafların önemli bir işlevini de anımsatmaktadır. Benim Denktaş’a ait izlediğim ilk fotoğraf sergisi yukarıda da bahsettiğim gibi 15 Mart 1990 tarihinde açtığı ve isimsiz bırakmayı tercih ettiği etkinliğidir. Sergiyi ortak arkadaşımız olan Fluxus Sanat Galerisi’nin sahibi ve ona uzun yıllar danışmanlık yapan Ergün Olgun ve eşi Netice Olgun düzenler. Sergiye açılıştan sonra da birkaç kez daha gitmiş, annemi de götürmüş, bir eserini de seçip almıştık. Kendi deyişi ile sergideki eserler “Genç ya da yaşlı insanlar; çiçeklerle bezenmiş ya da kıraç topraklar içindeki manzaralar; deniz ve sandallar; deniz kıyısı ve yelkenliler; kum ve rüzgâra karşı mücadele eden kuşlar”’dır. Bu sergiyi bağımsızlıklarını korumak için kendilerini adamaktan çekinmeyen fotoğraflarında yansıttığı bu adadan kişilerin yakınlarına adar; gelirini de oğlu anısına kurduğu Raif Denktaş Vakfı’na ihtiyaçlı gençlerin eğitimi amacı ile verir. 12 Veysi SOYER (2002). “Taç Kapılar”, Benim Kıbrısım, Ağustos-Eylül, 3 (24), s. 63-66. 14 Yeni Ufuklar Denktaş 2011 yılında felç geçirip uzun süre hastanede yatağa bağlı kaldığı süreye kadar ileri yaşına rağmen hep genç ve dinamik kaldı. Çünkü ruhu hep genç, beyni dinamik kalmış, daha fazla üretmesi gerektiğine inanmıştır. fotoğraf çekimi ile insanlarla iletişim kurmanın ayrı bir yöntem olabileceğini göstermiştir... Denktaş’ın bu ve daha sonra açacağı sergilerinde ve albümlerinde de portreler, tabiat resimleri ve tarihi eserler yer alır. Belli teması olmadan seçtiği bu fotoğrafları çekerken ne düşündüğünü ve fotoğrafı nasıl yorumladığını sergi davetiyesine aşağıdaki sözlerle de yazmaktan çekinmez: “Bir fotoğrafı fotoğraf yapan, o fotoğrafı çekeni yönlendiren içgüdüdür. Bazen şanslısınız; ışık istediğiniz gibidir. Ama yine de, o günle ilgili, farklı ve gayriihtiyari ölümsüzleştirdiğiniz bir şey vardır. Neden faklı? Farklı, çünkü, ışık, o nesne üzerine bir daha ayni şekilde düşmeyecektir! Bence fotoğrafçılık da budur: Güne yeni başlamışken ışığı yakalamak ve günü bitirirken, bize, o doğanın güzelliklerini görmemiz ve tadını çıkarmamız için göz veren o kusursuz ressamın, Evrenin Yaratıcısı’nın o güzelim renklerini izlemek.” Sergiden aldığım günbatımı konulu fotoğrafında yakalamak istediği andaki düşüncelerini daha sonra kitaplarını detaylı olarak okumaya başladığımda anlamlaştırmış, onun duygu yüklü dünyasını biraz daha algılama şansım olmuştu. Farklı noktalarda defalarca çektiği günbatımı fotoğrafları yanında, yazdığı pek çok eserinde de bu konudaki kuramsal düşüncelerine yer veren Denktaş, bunları günün yorgunluğunu atmak üzere artık dinlenme zamanı geldi deyip işini bırakıp, az da olsa doğada zaman geçirmek istediği akşam üstleri çektiğini anlatır. Bir söyleşisinde şunları söyler: “Mümkün olduğunca güneş batımının muhteşemliğini izlemeye giderim. An ve an değişen renkler, ufukta ve dağların üstüne yansıyan ışınlarla değişen renk cümbüşü, beni Yaratan’ın gizemini düşünmeye yöneltir ve kalbimi onun sevgisi ile doldurur.”13 13 Denktaş as a Photographer: Images from Ona göre gün batımı, ya da akşam, inançlı biri için yaklaşan karanlığın habercisi olmaktan çok, er geç doğacak güneşin habercisidir.14 Evimin salonunda duran günbatımı fotoğrafındaki gibi Gençlerle Sohbet (1990) isimli kitabında da yer alan: “Güneşin batışı gibi, bir renk ve âhenk cümbüşü içinde arkada güzel tablolardan meydana gelen bir hayat çizgisi bırakarak binlerce, yüz binlerce, milyonlarca yıldızlardan oluşan yarınlara huzur içinde bakabilmek ne mutludur”(155) sözlerinin altında apaçık onun için ölümün hiç de korkulu bir olay olmadığı gizlidir. Yine diğer bir ifadesinde güneşin ufuk çizgisinde kaybolmaya başladığı anı betimleyen sarı, turuncu yeşilin her tonu karşısında “Bu ne ihtişam, bu ne tablodur ya Rabbim!” düşüncelerine kapıldığı, çok sevdiği gün batımı ile verimli geçen bir gün ve yeniden verimli geçecek bir başka gün için huzurlu, dinlenceli bir tün vaktinin geldiğini, bunun sevinçle karşılanması gerektiğini ifade eder. Bunların da ötesinde gerek yazdığı dizeler, gerekse de karelere sığdırdığı bu ışık oyunları, onun Tanrı inancını dile getirdiği sözlerdir. Denktaş anlık görüntüleri, güçlü bir ışığı yakalayıp bir fotoğraf karesine aktarırken, gerçekte kafasından sık sık geçen hep anlamlı sözler olur. Fotoğraf albümlerinde de bunları özlü sözlerle anlatır. Belli ki çeşitli sorunların düşüncesi ile geçen yorgun bir günün sonunda kendisinin de Tanrı’nın tüm insanlara bahşettiği dinlenme saatini sevinçle karşılamasının ifadesi olarak bu gün batımı tablolarını karelerine sığdırarak, bu ışık değişimlerini içine çekerek huzur ve mutluluk bulur. Ancak beni en fazla etkileyen resimleri yaşlı insanların ya da köylü çocukların portreleri olur. Northern Cyprus, Ed. Filiz Yenişehirlioğlu, s. 27 14 Rauf DENKTAŞ (1990). Gençlerle Sohbet, 4. Baskı, İstanbul: Yeni Asya Gazetecilik Neşriyat Yayn, s. 155. Denktaş 2011 yılında felç geçirip uzun süre hastanede yatağa bağlı kaldığı süreye kadar ileri yaşına rağmen hep genç ve dinamik kaldı. Çünkü ruhu hep genç, beyni dinamik kalmış, daha fazla üretmesi gerektiğine inanmıştır. “Fazla sosyal olamadım” diye kendinden şikâyet etmesine karşın fotoğraf çekimi ile insanlarla iletişim kurmanın ayrı bir yöntem olabileceğini çevresine gösterdi. Bu da onunla ilgili diğer gözlemlerim olur ve onun bu genç ruhlu haline imrenmeme neden olur. Annesini bir buçuk yaşında, babasını 17 yaşında kaybeden Denktaş, hem okul yaşamında hem de başta babası ve dedesi olmak üzere aile büyüklerinden aldığı yoğun eğitim sonucu küçük yaşından itibaren yüklendiği hayat mücadelesi içinde önce hayatını kazanıp babasının yapmasını istediği hukuk tahsili ve iyi bir gazeteci olması hedefi ile çıktığı yolda kısa bir sürede önemli bir toplum lideri olur. Denktaş, gerçek mesleği avukatlıktan uzaklaşmış olması nedeniyle üzüldüğü zamanlar olmasına karşın vatanının bağımsızlığı için mücadelesini önde tutma tutkusundan ödün vermez. Emekliye ayrıldıktan sonra da bu misyonunu ölüm döşeğine dek sürdürür ve baş koyduğu Kıbrıs sorunu sonuca varmamış olmakla beraber Türk toplumunun güvenliğini sağlama adına imza attığı birçok antlaşma ya da belge ile geriye unutulmaz anılar bırakır. Bu yazıyı yazarken bilinen ya da bilinmeyen veya ismi değiştirilen edebi denemeleri, şiirleri, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler alanında çok sayıda akademik çalışmaları olduğunu bir kez daha fark ettim. Korkot Deresi adlı çocukluk anılarında ilk yayımlanan eserini tam anımsamadığını, ancak yaz tatilinde babasının kendisini çalışması için yakın arkadaşı Remzi Okan beyin matbaasına koyduğu sırada oradaki yazıları izleyip, kendinin de yazarlığa özenmesi sonucu yazdığını anlatır. Bu şiiri farklı bir imza ile gönderdiğinde yayımlanmayınca da Remzi beye yine farklı bir imza ile tekrar duygusal bir mektup yazarak bu yazının yayını için yaptığı ısrarı sonucu yayımlandığını anlatır. Şiirin ne olduğunu tam anımsamamakla beraber muhtemelen gözleri görmeyen bir gencin feryadı ile ilgili olduğunu yazar. Henüz 19 yaşında iken yazdığı Saadet Sırları15 kitabı ile derin yaşam felsefesine sahip olduğu, özellikle evlilik, aile ve karşı cinse duyulan sevgi konusunda o yaşlarda beklenilenin üstünde bir bilinçte olduğu, Kur’an’dan Yunan klasiklerine, çağdaş Türk veya Batı düşünürlerine varıncaya dek daha o yıllarda çok sayıda kitap okuduğu, 15 Rauf Denktaş (1990). Saadet Sırları, 3. Baskı, İstanbul:: Yeni Asya Gazetesi Yayn. beğendiği yazarların özlü sözlerini alıntılarla verip onlar üstüne kuramlar oluşturduğu, kadının çağdaşlaşmasına, eğitimine değer verdiği, evlilik müessesine büyük bir saygı duyduğu izlenmektedir. Belki bir ilk olarak yaptığı boşanma hakkını eşine devretmesi16 medeni kanunun geçerli olmadığı 1949 yılında bir reform niteliğinde bir davranıştır. Denktaş, bir devlet adamının yoğun yaşamı içinde, üstelik sorunlu küçük bir adanın devlet adamı olarak, yaşamında çok kişiye zaman ayırmış, ailesini ihmal ettiğini söylese de hiçbir zaman ihmal etmemiş, eşine ilk günkü aşkla ömür boyu sadık kalmış, belli ölçüler içinde yaşamaktan sapmamış, başta babası, tüm aile büyüklerini her zaman örnek almış ve kendine gençliğinden itibaren uğraşlar edinerek dopdolu bir yaşamda çok sayıda eser bırakıp göçmüşse de hep anılarda kalacak, unutulmayacak bir devlet adamı olarak ismi yaşayacaktır. Denktaş’ın “Hayat baştan başa bir şiir, her an değişen tablolarla dolu, renkli, ahenkli bir şeydir” sözleri ile bu yazıyı noktalarım. 16 Rauf R. DENKTAŞ (2008). Kıbrıs Elli Yılın Hikayesi,3. Baskı, İstanbul:Akdeniz Yayınları, s. 126 EBEDİYETE UĞURLADIĞIMIZ TÜRK MİLLETİNİN YİĞİT EVLADI KIBRIS TÜRKÜ’NÜN BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİNDEKİ ÖNDERİ RAUF RAİF DENKTAŞ’I RAHMET VE MİNNETLE ANIYORUZ Yeni Ufuklar 15 MAKALE MAKALE Neşe KOÇAK “Bazı beldeler vardır ki göbeklerini tarih kesmiştir. Onların doğuşu bütün insanlık için bir başlangıç veya bir son gibi bellenir. Geçirdikleri çağlar bugün bile herkesin elinde bir ölçü, dilinde efsanedir.” 16 Yeni Ufuklar Şimdi nerede aramak lazım kadim şehirlerimizin asil ruhunu? Neden şehirlerimize baktıkça ve onlar üzerinde düşündükçe umutsuzluğa kapılıyorum? Teknolojiyi yaratıcı güç olarak addeden şehir insanın ağır bir kültürel kirlenmeye tâbi tuttuğu şehirlerimiz ince bir sızıya neden olurken içimde, kaybedilmiş, tarihe gömülmüş, romanlarda, şiirlerde kalmış bir ruhu aramaktan mı en çok yorgunluğum? Bir çıkmaz sokak, bir eski mahalle, o mahalleye neşeli sesleriyle hayat veren çocuklar, Arnavut kaldırımları, birbirine yaslanmış gibi duran cumbalı kâgir evler, taş evler, her köşe başında yüce bir ruhun ebedî istirahatgâhı türbeler, kümbetler, döneminin taş işçiliğinin görkemli yapıları camiler, hanlar, hamamlar, medreseler, kervansaraylar, yoğurt, süt, meyve-sebze, şerbet, boza satan sokak satıcıları, kesme taş döşeli yokuşlardan yukarıya ağır adımlarla çıkan o semtin kimliğine bürünmüş huzurlu insanlar, o şehrin gerçek sahipleri, hatta her semtin kedisi köpeği, kuşu... dost yüzler... yaşayan şehirler, ruhu, kimliği, şahsiyeti olan “insan yüzlü” şehirler. Her şehrin olduğu gibi her semtin de birbirinden farklı insanı olur, her semt ayrı bir mana barındırırdı çıkmaz sokaklarında, tarihî bir çeşme taşında, demir tokmaklı gıcırtıyla açılan bir tahta kapıda. Şehir orada yaşayanların ruhunu, kimliğini, soyunu taşır, onlarla bütünleşir, kaynaşırdı. İçlerinde insan nefeslerinin sıcaklığı duyulan ve taşlarında nesillerin nabızlarının atmaya devam ettiği şehirlerdi bunlar (Mustafa Armağan). Şimdi nerede insan yüzü, insan sıcaklığı taşıyan şehirlerimiz? Görmüş, geçirmiş, yıkılıp yeniden yapılmış, savaşlara, yenilgilere şahitlik etmiş, uygarlıkların beşiği, insanlık tarihi kadar eski, “göbeğini tarihin kestiği” bizim şehirlerimiz. İstanbul millî ve manevi hüviyetini kaybetmeye başlamamışken mesela, İstanbul şimdiki gibi değilken daha, şöyle demiş Yahya Kemal: “İklimden anlayan gerçek ve hassas bir san’atkâr, İstanbul’un eski semtlerinden her hangi birini, meselâ Koca Mustafa Paşa semtini, yâhud Eyüb’ü, yâhud Boğaziçi’ni henüz milli hüviyetini muhâfaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek der ki; Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mîmâriden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz. ” Şimdi nerededir insana yakışan mimari ve nerededir bu mimarinin eğreti durmadığı şehir sakinleri? Bir apartman dairesinin sağlayacağı modern hayat için tek katlı bahçeli evlerini mi ruhlarını mı sattılar müteahhitlere? Nohut oda bakla sofa “ev”ler yerine üstüste konulmuş kibrit kutularında mı oturur oldular ? Çatıları bulutlara değen çirkin apartmanların arasında mı kaldı avlulu taş evler, eski sokaklar? Şimdi nerede aramak lazım kadim şehirlerimizin asil ruhunu? Ya da o ruhu canlandırmak imkânsız mıdır geleneksel Türk mimarisini yeniden yorumlayarak? “Türk iklimine, Türk tabiatına, Türk hayatına rahat bir ayakkabı kadar uygun eski evlerden, yeni hayatın icaplarına o derece uyacak, fakat eski ile bağını, yerliliğini, asilliğini kaybetmeyecek bir Türk evi tipi meydana çıkarılamaz mı?” diye sormuş Rahmetli Süheyl Ünver haklı olarak. Ve uzun emekler sonucu hazırladığı böyle bir Türk evi tipi için gerekli dokümanların kendisinde olduğunu, ilgilenenler olursa yardımcı olacağını da söylemiş. Belli ki Süheyl Ünver Hoca böyle bir ev modelini çizmek için beyhude emek sarf etmiş. Ne yazık... Bir asırdır modernleşme adına yapılan reformlar ve kültür yoksunu şehircilik politikaları, kültürel mirasımızın korunması, tarihî kimliğimizin yeniden yorumlanması şeklinde olsaydı şehirlerimizdeki durum böyle içler acısı olmayacaktı. Devlet organizmasının ana malzemesi olan şehirlerimizde insanlık için, fakat insanı hiçe sayarak yapılan zevksiz yapılar, pek çok katlı apartmanlar son yüz yılda hızla çoğaldı. Elbette bu yapılarda oturmayı medenileşme addeden şehirli sayısı da buna bağlı olarak arttı. Halbuki “Ülkemizde bir ilerilik göstergesi olarak algılanan yahut algılatılan, apartmanda oturmak bizim gibi kültürel yönden güdükleştirilmiş ülkelere mahsus bir gerilik sembolüdür.” (Mustafa Armağan). Bizler Anadolu coğrafyasında yaşayarak derin izler bırakmış, uygarlıkların mirasçısıyız, emanetçisiyiz. Bu uygarlıkların, imparatorlukların ruhunu, üslup özelliklerini taşıyan tabiata saygılı yapılar, insani ölçülerde şehirler kurabilirdik, kurulmuşları koruyabilirdik. Eski şehirlerimizi unutmasaydık. Nerede soyları unutulmuş eski şehirler? Kimse hatırlamıyor. Onlar ki Roma’nın, Danişmend’in, Artuklu’nun, Selçuklu’nun, Karamanlı’nın, Eretna’nın, Osmanlı’nın asaletini taşırlardı. Milletçe yaşanan bir hafıza kaybıdır belki bu. Ciddi bir hastalık. Binlerce yıllık geçmişe sahip şehirlerimizin soysuzlaşmasına sebep olan modernizm hastalığı. Şehirleşmeyi aslını inkâr edip yok sayma, aslını inkâr etmeyi modernizm kabul etme hastalığı. Nereden geldiğimiz, kim olduğumuz sorusunu anlamsızlaştıran, cumhuriyetin ilanına kadar olan kısmını unutturan bilinç bulanıklığı. Şimdi gittikçe büyüyen, büyüdükçe köyleşen, yapaylaşan, tükenirken tüketen, hasta eden şehirler var. Kalabalıklar içinde yalnızlaşan insanları saklıyor apartmanlar. Sakinleri artık sakin değiller. Zira kendi elleriyle kirlettikleri şehirlerden kaçmak istedikçe görünmez bir girdaba kapılmış gibi daha çok içine çekiliyorlar o şehrin. Ağır bedeller ödetiyor şehir halkına. Kirletilmenin, soysuzlaştırılmanın, çirkinleştirilmenin, bedeli bu. Şehir hastalıkları, buhranlar, intiharlar, hiç bitmeyen yorgunluklar, sürekli bir yerlere geç kalma endişesi, vakitsizlik, tatminsizlik... Neticede tarihten ve tabiattan koparılmış, asosyal, mutsuz insan. Koloniler hâlinde yaşayan ama kapı komşusundan bîhaber, medeni olmak adına teknolojininin esiri olan, kendi kültür ve değerlerinden uzak, zavallı şehir insanı. Artık uğruna romanlar, şiirler yazılacak şehirlerimiz yok. Çünkü estetiğimiz, üslubumuz, zerafetimiz, ahengimiz, duygumuz yok. Artık şehrin ortasında geniş cadelere sıralanmış, birbirinin benzeri sevimsiz fakat konforlu apartman blokları, komşunun kapısını çalmaya lüzum bırakmayan adım başı marketler, yeni gezinti ve eğlence alanlarımız olan alışveriş merkezleri, her tarafı istila etmiş otomobiller, nefes olarak aldığımız egzoz dumanları, geniş caddelerimiz, bulvarlarımız, şehrin etrafında ise başka bir yüz, başka bir âlem olan gecekondularımız var. İçlerinde barındırdıkları ve kaybetme korkusuyla sıkı sıkı bağırlarına bastıkları ayakta kalabilmiş tarihî yapılar da şehirlerin modern görüntülerinin arasında mağrur fakat aykırı bir şekilde duruyor. “Bugün Tanpınarlar bize “Beş Şehri” anlatamaz. Bugün artık yalnızca bir şehir anlatılabilir... Yahya Kemal, bizi İstanbul’da bir semtten diğerine geçerken, “bir yıldızdan bir yıldıza” geçirmeye çağırıyordu; oysa biz elli yıl içinde bırakın semtleri, şehirlerin bile birbirinin aynı olması gerektiğini dünyaya ispat ettik.” (Kürşat Bumin). Peki nedir yanlış olan? Kontrol edilemeyen, talepleri karşılanamayan hızlı büyüme ve bununla bağlantılı çarpık çıkar ilişkileri mi? Kim verebilir ki bu yozlaşmanın, soysuzlaştırmanın hesabını? Tek parti döneminin yağmacı zihniyeti, atalarının sanat dehasından bir şey almamış, gelmiş geçmiş ve devam eden hükümetler, estetik bakış açısından, tarih şuurundan ve bilgisinden yoksun yöneticiler, belediyeler, bilim adamları, acemi mimarlar, mühendisler, şehir planlamacıları, eğitimsiz müteahhitler, şehirde yaşayan fakat şehirli olamamış, makineleşmiş insan... suçlu kim? Modernizme feda edilen ruhlarımızı artık hangi teknolojik tezahür arındırabilir? Şimdi hangi şiirin satırları arasında saklıdır şehirlerin ruhu? Hangi sokak arasında, hangi köşe başındadır? Belki de bir ince sızıdır tarif etmekte yetersiz kaldığım. Halbuki söylemek istediklerimin en doğru ifadesini tarihçi ve sosyolog Lewis Mumford bir cümleyle anlatmış: “Binlerce yıl yaşamış bir şehri, beş yıllık bir eğitim sonucunda beş yaşındaki çocuğun hafızasına sahip bir şehircilik okulu mezununun acemi ellerine teslim etmenin günahını hiç bir sihirli deterjan temizlemeyecektir.” KAYNAKÇA: Armağan Mustafa, “Alev ve Beton”. Şule Yayınları, 2000, İstanbul Armağan Mustafa, “İnsan Yüzlü Şehirler”, Timaş Yayınları, 2006, istanbul Cansever Turgut, “İslamda Şehir ve Mimari”, Timaş Yayınları, 2006, İstanbul Subaşı Muhsin İlyas, “Şehirname”, Kayseri Büyük Şehir Belediyesi Yayınları, Kayseri, 2011 Yeni Ufuklar 17 İMAR İMAR Mehmet KÖKREK Bu yazıda, Cumhuriyet tarihi boyunca İstanbul İmar ve Nazım Planları dâhilinde değişen İstanbul’u sanat tarihi açısından inceleyeceğiz Konunun hukuki ve siyasi cihetlerine elzem görülmediği sürece girilmeyecek, konunun bu cihetinden ziyade yok olan eserler ve bu eserlerin yok olmasına neden olan imar hareketleri incelenmeye çalışılacaktır. İstanbul İmar ve Nazım Planları İstanbul’un Cumhuriyet dönemindeki hali içler acısıdır. Cumhuriyetin ilanı ve Ankara’nın başkent ilan edilmesi İstanbul için kötü günlerin habercisiydi. Geçirdiği işgaller ve bakımsızlıktan dolayı tam bir harabe halini alan İstanbul şehri yeni rejimin sancılı kuruluş evresinde tam bir nisyana terk edilmek zorunda kaldı. Zaten harap vaziyette olan şehir 1934 senesine kadar kendi haline terk edildi. 1928 tarihli Taksim anıtı ve benzeri faaliyetler ise oldukça sığ kalıyor ve Atatürk’ü tatmin etmiyordu. Ülke çapında özellikle İstanbul ve Ankara’nın tekrardan planlanması Atatürk’ün 30’lu yıllardaki en büyük isteklerinden birisiydi. Atatürk tarafından büyük bir ilgi gösterilen şehir planlamacılığı İstanbul için yeni bir fikir değildi. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde padişahın daveti üzerine Almanya’dan gelerek ordunun Erkan-ı Harbiye Reisliğini yapan Helmult von Moltke’nin hazırladığı şehir haritası ve yine Moltke tarafından hazırlanan imar planı batılı tarzda atılmış ilk adım sayılabilir. 1848’de yayınlanan ilk imar mevzuatı olan “Ebniye Nizamnamesi” ise İstanbul şehrinin batılı şehirler gibi yönetilmesine doğru atılan ilk adımdı. 1853 Kırım harbi zamanında I. Abdülmecid tarafından Fransa’daki “prefecture de la ville” örnek alınarak bu kurumun “Şehreminliği” adı altında Osmanlı’da tatbik edilmesi ile devam eden şehircilik alanındaki gelişmeler, 28 Aralık 1857 tarihinde Paris’teki 6. Daire “Sixeme Arrondissement” örnek alınarak çıkarılan “6. Daire-i Belediye Nizamatı” Helmult von Moltke’nin 1852 yılında hazırladığı harita 18 Yeni Ufuklar ve şehrin 14 bölgeye bölünmesi ile devam etmiştir. Yukarıda bahsedilen bütün uygulamalar da göstermektedir ki İstanbul şehrinin yeni bir yönetim şekline ve imar planına ihtiyaç duyduğu 19.yy. başlarından beri hissedilen bir durumdur. Tarihler 1930’lu yılları gösterdiğinde İstanbul için yeni bir dönem başlıyordu. Bu dönemde Atatürk Avrupa’nın pek çok yerinden ünlü şehircilik uzmanlarını, mimarları, mühendisleri İstanbul’a davet etti. 1933 tarihinden itibaren şehre Lambert, Agche ve Helgoetz gibi önemli isimlerin gelmesi bu konuda atılmış önemli adımlardandır. 1935 senesinde ise İstanbul’a M. Wagner ve H. Proust adlı iki uzman davet edildi. M. Wagner İstanbul’da iki sene boyunca araştırmalarda bulunduktan sonra ülkesine geri dönmüştür. Evvelinde Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin davetini geri çeviren Fransız şehir planlamacısı Henri Proust Atatürk’ün bizzat yaptığı davete icabet ederek şehre geldi. Bu Henri Proust’un İstanbul’a ilk gelişi değildir. 1906 tarihinde çalışmalarda bulunduğu Villa Medici’nin zorunlu “Geleneksel Doğu Gezisi ve Mimari Araştırmalar Gezisi”ne katılarak Bursa ve İstanbul’a gelmişti. Bu tarihlerde Ayasofya Cami’sinin restorasyonu hakkında bir ön çalışma yapan Proust’un bu çalışmaları sırasında çizdiği muhteşem Ayasofya kesiti bugün Paris Mimarlık Akademisi’nin ana salonunda sergilenmektedir. 1935 senesinde M. Wagner ile İstanbul’a gelen Proust, 1951 senesinde kadar ikametgâhı olacak olan Taksim, Lamatine caddesinde ki 55 numaralı eve yerleşti. Daha önceden fikir ve bilgi sahibi olduğu şehir için bir imar planı hazırlama işine hızlı bir şekilde koyuldu. Hazırlanan bu imar planını anlamak için Proust hakkında birkaç önemli bilgiyi vermemiz gerekiyor. Proust, Beaux-Art eğitimi boyunca ve Villa Medici dönemlerinde birlikte çalıştığı Tony Garnier, Jaussely ed Hebrard ile re-mode- lage olarak adlandırılan bir takım çalışmalarda bulunmuştu. Tarihi bir şehrin sıfırdan inşa ve imar edilmesi demek olan re-modalage çalışmalarına Proust’un bu kadar değer vermesinin altında II. Abdülhamid döneminde padişahın bizzat gönderdiği teklif üzerine İstanbul hakkında çalışmalarda bulunan Joseph Antoine Bouvard olduğunu söylemek eminiz ki yanlış olmayacaktır. Zamanında Paris Belediye Başkanlığı da yapmış olan J. A. Bouvard, Paris’i bugün bildiğimiz Paris yapan kişi olarak tanınır. Şehre geldiği 1935 tarihinden Atatürk’ün ölüm tarihi olan 1938 tarihine kadar, daha sonraki tarihlerde Proust Planı olarak anılacak, İstanbul Nazım Planı’nı hazırlamak için çalıştı. Proust planının en önemli eksikliği planlama sırasında Proust’un şehir hakkında tarihi, sosyal ve iktisadi bilgilerin hepsine erişememesidir. Bu dönemde küçük çapta yol genişletme çalışmaları ve şehrin muhtelif yerlerine dikilen abideler ve heykeller dışında şehre hiçbir yenilik yapılmamıştır. Bu dönemde Büyük Kovacılar Hamamı, Murad Paşa Medresesi, Toklu Dede Mescidi ve Aya Sofya Medresesi gibi önemli tarihi eserler ortadan kaldırılmıştır. Atatürk’ün hayatı boyunca İstanbul Belediye Reisliği görevinde bulunmuş olan üç isim olan Ali Haydar Yuluğ, Emin Erkul ve Muhiddin Üstündağ’ın İstanbul şehir dokusunun korunması ve şehir planlanması konusunda önemli bir faaliyet göstermemesi İstanbul’un kaderini Atatürk’ün ellerine bağlamasına sebep oluyordu. Atatürk’ün de bu dönemler de oldukça yoğun olduğu göz önünde bulundurulduğunda İstanbul’un tek ümidinin Henri Proust olduğu görülüyordu. Atatürk’ün ölümü üzerine 11 Kasım 1938’de TBMM tarafından Cumhurbaşkanı seçilen İsmet İnönü, Proust’un plan çalışmalarına devam etmesini sağlayarak Atatürk döneminde başlayan şehircilik atılımının sekteye uğramamasını sağlamıştır. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Yedikule’de bir cami nin satımı hakkındak i kararname İstanbul’da bulunan tarihi eserler tamamen kendi hallerine bırakılmış hatta birçok cami, tekke, medrese gibi tarihi eserler 5 Haziran 1935 senesinde çıkartılan “Cami ve Mescidlerin Tasnifine ve Mescid hademesine Verilen Muhassat Hakkında Kanun” delil gösterilerek gazete ilanlarıyla satılmış bir kısmı ise CHP’ye tahsis edilmiştir. Satılan veya CHP’ye tahsis edilen tarihi eserler kadar şanslı olmayan Uncu Hafız ve Firuz Efendi Medreseleri gibi tarihi eserler ne yazık ki bu dönemde çeşitli nedenler bahane edilerek yıktırılmıştır. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu dönemde ülke çapında üç bine yakın tarihi eserin satıldığı bilinmektedir. Bu dönemde İstanbul şehircilik anlayışına hiçbir yenilik getirilmemiş hatta tarihi eserlerin satışı ile şehrin tarihi mirası tahrip edilmiştir. II. Dünya Savaşı ve ülke genelinde ortaya çıkan yokluk nedeni ile İstanbul’a gereken ilginin verilemediği de düşünülebilir. Bu döneme damga vuran isim ise 1938 senesinde Belediye Reisliği’ne atanan Lütfü Kırdar olmuştur. Demokrat Parti döneminde genişletilen Atatürk Bulvarı’nı Yeni Ufuklar 19 İMAR İMAR yaptıran Lütfü Kırdar Taksim Meydanı’nı da yaptıran kişidir. Aslında Atatürk Bulvarı’nın bulunduğu istikamette bir yolun yapılması ilk defa II. Meşrutiyet devrinde şehre gelerek üç yıl boyunca şehir planlaması hakkında çalışmalarda bulunan dönemin Lyon Belediyesi Başmühendisi Auric’in fikridir. O’nu dönemin en konuşulan ismi yapan olay ise 1940 tarihinde hiçbir nedene dayanmaksızın tarihi Taksim Topçu Kışlası’nı yıktırması olmuştur. 1950 seçimlerinde CHP’nin seçimleri kaybetmesi ve DP’nin iktidara geçmesi Türkiye Cumhuriyeti siyasi tarihi ve İstanbul şehri açısından oldukça önemli bir olgudur. Ülke genelinde % 52.67 oy alarak iktidara gelen DP döneminin birinci senesinin tamamlandığı 1951 senesinde Henri Proust, ülkesine geri döndü. Proust Planı, iki bölümden oluşmaktaydı birinci bölüm Beyoğlu ve Galata bölgelerini ikinci bölüm ise tarihi yarımadayı kapsıyordu. Şehri geniş bulvarlar ile süslemek tarihi dokuyu ortaya çıkarmak ve en mükemmel perspektifi sağlamayı amaçlayan bu planın bir çok maddesi günümüzde hala uygulanmaktır. Örneğin; bugün Haliç üzerine inşa edilecek olan metro Proust planında yer alan bir uygulamadır, aynı şekilde sur içinde halen uygulanıyor olan 40m kotu Proust imar planının kilit noktalarından biridir. Bu planı uzun uzun anlatmak bizi konunun dışına iteceği için hızlı bir şekilde geçmekte fayda görüyoruz. Son olarak Henri Proust’un Paris Mimarlık Fakültesi’nde verdiği bir konferansta İstanbul imar hareketi ile söylediği şu sözleri sizlerle paylaşmak isteriz: “Yeni bir kent yaratırken, büyük bir sosyal gelişme içinde olan antik bir başkenti yeni ekonomik ve mekanik koşulların varoluştaki koşulları değiştireceği bir geleceğe doğru yönlendirmek”. Proust’un ülkesine dönmesinden bir sene sonra yani 1952 senesinde dönemin Başbakanı Adnan Menderes’in direktifleri doğrultu- 20 Yeni Ufuklar sunda dönemin Belediye Başkanı olan Fahreddin Kerim Gökay tarafından dört mimar Proust Planlarının revizyonu ile vazifelendirildi. Yine aynı mimarlar 1953 senesinde kurulan ve şehrin nazım ve imar konusundaki tek otoritesi olan “Müşavirler Heyeti” adı altında, 1955 senesine kadar İstanbul nazım planı ve şehrin planlanması hakkında çalışmalarda bulundular. Müşavirler Heyeti’nin dört azasının da istifa etmesi sonucunda heyet dağıtıldı. Bu olaydan hemen bir sene sonra yani 1956’da İstanbul nazım ve imar planlamasının başına Prof. Högg ve Cevat Erbel getirildi. Aynı tarihte İller Bankası Planlama Müdürlüğü, İmar ve Tatbikat Müdürlüğü gibi farklı farklı müdürlüklerin kurulması İstanbul için oldukça çileli zamanların yaşanmasına yol açmış ve bir arpa boyu kadar ileri gidilmesinden öte gün geçtikçe daha da geriye gidilir olmuştur. Aynı sene içerisinde 6785 sayılı İmar Kanunu 9 Temmuz 1956 tarihinde kabul edilerek 16 Temmuz 1956 tarihli Resmi Gazetede yayınlanmış ve imar çalışması boyunca istimlak edilecek arsaların ne gibi işlemlere tabi tutulacağını tespit eden 6830 sayılı İstimlak Kanunu 31 Ağustos 1956’da çıkartılmış ve 8 Eylül 1956 senesinde Resmi Gazetede yayınlanmıştır. İstanbul için tam bir felakete dönüşecek olan imar faaliyetinin önünde artık hiçbir engel kalmamıştır. 23 Eylül 1956 tarihli bir basın toplantısında dönemin başbakanı Adnan Menderes İstanbul İmar faaliyetleri hakkında şöyle diyecektir: “İstanbul’un imarı bir memleket meselesidir” Bu “memleket meselesi” için hummalı bir çalışma başlatılmıştı. Cemil Topuzlu tarafından yıktırılan Taksim Topçu Kışlası (M.Kökrek Arşivi) İstimlak edilen bir kabristanın taşları nakil edilirken. Adnan Menderes imar faaliyetlerini denetliyor (İstanbul’un Kitabından) Ne pahasına olursa olsun şehrin merkezi noktalarına geniş bulvarlar yapılacak, gösterişli meydanlar açılacak hatta Bayrampaşa’da 100.000 kişilik bir stadyum projesi kabul edilecekti. Dönemin başbakanı Adnan Menderes bütün bu imar faaliyetleri ile bizzat ilgileniyordu. Bu ilgi ve alakası dönemin Belediye Başkanı Fahreddin Kerim Gökay tarafından 1 Temmuz 1957’de İstanbul Fahri Belediye Reisi unvanı ile taçlandıracaktı. İstanbul ahalisi tarafından çok sevilen bir isim olan Fahreddin Kerim Gökay Zeytinburnu ve Kazlıçeşme bölgelerini adeta ihya ederek isminden sıkça bahsettirmiştir. Kısa boyu nedeniyle İstanbul ahalisinin “mini mini Valimiz ne olacak halimiz” tekerlemesini yakıştırdığı Gökay aynı zamanda Üsküdar ve Kadıköy gibi semtlerde plajları yaygınlaştırarak şehir hayatına önemli bir katkıda bulunmuştur. Demokrat Parti imar faaliyeti bazı değişiklikler yapılsa dahi Proust Planı’na sadık kalınarak gerçekleştirilmeye başlandı. Yapılması planlanan Vatan, Millet, Ordu, Ankara, Londra Asfaltı, Marmara Sahil yolu gibi geniş ve büyük çapta tarihi eser kıyımına yol açacak projeler teker teker hayata geçirildi. Daha önce bahsetmiş olduğumuz tarihi eserlerin satılığa çıkarıldığı dönemde cami, tekke, medrese, kilise v.b. eserleri satın alıp yıkılmasını veya ibadethane dışında kullanılmasını önleyen halk teker teker bu eserleri belediyeye hibe ediyor İstanbul’da tam bir Lale Devri yaşanıyordu. Bu dönemde yazarı meçhul bir kitap olan “İstanbul’un Kitabı” Belediye’nin teşvikleri ile bastırılarak dağıtıyor, basılı ve yazılı basında Adnan Menderes İstanbul’un ikinci fatihi olarak tanımlanıyor ve her yerde bu imar faaliyetinin açık bir propagandası yapılıyordu. Dini görüşünden dolayı halkın çoğunun karşı çıktığı CHP’den sonra muhafazakâr kimliği ile ortaya çıkan DP halkın bütün güvenini arkasına alarak İstanbul’da bir tarihi eser katliamına başlıyordu. Özellikle sur içinde bulvar açma Naccarzade Tekkesi’nin yıkılması. Sağ tarafta görülen cadde bugünkü Barbaros Bulvarı. (İbrahim Hakkı Konyalı Arşivi) Millet Caddesi yapım çalışmaları (İstanbul’un Kitabından) faaliyetleri yüzlerce cami, tekke, medrese, kilise, sebil v.b. tarihi eserlerimizin yok olmasına neden olduğu gibi şehrin tarihi ve kültürel yapısında da telafisi mümkün olmayan yaralar açıyordu. Şehrin merkezine inşa edilen geniş cadde ve bulvarlar bu bölgeler için bir çekim merkezi haline getiriyor ve özellikle bu bölgelere aşırı bir iskân sürecinin başlamasına neden oluyordu. İstanbul ahalisi yol açma bahanesi ile tarihi eserlerin yıkılmasına yabancı değildi. Meşrutiyet döneminde İstanbul Şehremini’si olan Server Paşa tarafından tramvay hatları açılması için Şeyh Osman Türbesi, Sakine hatun sebili yıkılırken (Oktay Aslanapa Arşvi) Rüstem Paşa Sebili ve Ebu’l-Fazl Medresesinin bir kısmı gibi tarihi eserler ortadan kaldırılmıştır. Millet Caddesi açılırken ortadan kaldırılan önemli tarihi eserlerimizden Molla Gürani Mescidi, İsarı Musa Cami, Nakşi Tekkesi, Deniz Abdal Türbesi gibi eserlerin yanı sıra Vatan Caddesi çalışmalarında da Yeni Bahçe Mescidi ortadan kaldırılmıştır. Atatürk Bulvarı açılırken ise Baba Hasan Camii, Oruç Gazi İsmail Ağa Camii, Mimar Ayas Camii, Elvan Çelebi Camii Yeni Ufuklar 21 SOHBET İMAR gibi önemli tarihi eserler yıktırılmıştır. Bütün bunların yanı sıra çeşitli yol açma ve çeşitli nedenler bahane edilerek Davut Paşa İskele Cami, Ebe Kadın Cami, Sultan Cami, Çakırağa Camii, Hekimbaşı Ömer Efendi Medresesi, Kubbe Tekkesi, Avcıbey Cami, Et Yemez Tekkesi, Kepenek Cami ve 1956 senesinde yıkılarak yerine Elektrik İdaresi yapılan Hatice Usta Mescidi bu dönemde İstanbul’da yok edilen önemli tarihi eserlerdendir. Halkın Demokrat Parti iktidarına tepki vermemesi şehir ahalisinin tarihte gösterdiği tepkiler bilinildiği zaman pek de şaşırılacak bir durum olmadığı ortaya çıkar. Server Paşa’nın tramvay yolu açmak için yıkılmasını emrettiği tarihi eserler hakkında bakın dönemin en önemli gazetelerinden Tasvir-i Efkar ne diyor: “…Az çok bir kıymet-i târihiyye ve sınâ’iyyesi bulunan ve eslâfdan bergüzâr kalan âsâra hürmet vâki’a elzem ise de şehrimizin vesî’it-i nakliyye noksanı ve hattâ fıkdanı yüzünden ma’rûz kaldığı müşkilât insâf ile düşünülecek olursa değil tranvay ferşiyatı, hatta dört arşunlık bir sokak küşâdı içün bile bir iki Mahmud Efendi Medresesini fedâ etmekde, hatta tereddüd göstermek câ’iz değildir” Osmanlı devletinin gerilemeye başlaması ile İstanbul halkının da giderek fakirleşmesi yabancı sefirlerin veya seyyahların Avrupa şehirlerini allayıp pullayıp anlatmaları umulur ki İstanbul ahalisinde büyük bir eziklik yaratmış ve ta Meşrutiyet’ten bu yana bu eziklikten kurtulmak için Avrupa şehirleri model alınarak sadece yüksek ve gösterişli yapılar yapılmıştır. Modern olmak için tarih ve kültür mirasının yok edilmesi belli bir azınlık dışında kimsenin umurunda olmamıştır. Yol güzergâhı üzerinde bulunduğu için yıktırılan İbrahim Paşa Hamamı, Karaköy Cami gibi tarihi eserlerimizin yanında yol güzergâhı üzerinde bulunmadığı halde tamamen keyfi bir şekilde yıktırılan Mimar Ayas ve Süheyl Bey Camileri gibi tarihi eserler de ne yazık ki mevcuttur. İstanbul tarihi ve kültürel yaşamında olduğu kadar siluetinde de büyük izler bırakan bu imar faaliyeti Orgeneral Cemal Gürsel’in başını çektiği ve tarihte 27 Mayıs İhtilali olarak isimlendirilen 1960 askeri darbesi ile son buldu. Demokrat Parti döneminde zirve noktasına ulaşan tarihi eser tahribi bu dönemden sonra da devam etmiştir. Özellikle Turgut Özal’ın başında bulunduğu ANAP Döneminde uygulamaya konulan Boğaziçi imar faaliyeti ve II.Boğaz Köprüsü İstanbul Boğazı’nın doğal ve tarihine büyük bir darbe vurmuştur. Bütün bunların yanı sıra 60’lı yıllardan günümüze kadar ortadan kaldırılan Saray Hamamı, Emir Buhari Tekkesi, Haydarhane Tekkesi, Alaca Hamam, Baba Ali Şah Zengi Tekkesi gibi tarihi eserlerin yanında Çapa ve Cerrahpaşa Tıp Fakültelerine tahsis edildikten sonra ortadan kaldırılan Gülşeni Tekkesi, Kürkçübaşı Camii, Mihrişah Hatun Tekkesi gibi İstanbul tarihi için oldukça önemli eserler de ne yazık ki bu tarihi eser kıyımına uğramıştır. Ortadan kaldırılan yüzlerce eserin yanında sonradan yapılan uygulamalar sonucu orijinalliğini kaybetmiş bir çok eser bulunmaktadır. Ayrıca ortadan kaldırılan tarihi eserlerimizin içerisinde bulunan eşsiz hat levhalar, çiniler v.b. sanat eserleri de ne yazık ki tarihe karışmıştır. Bugüne kadar, Eminönü’nde 344 Fatih’te 398 sivil mimarlık örnekleri ortadan kalkmış eski kaynaklardan tespit edilebilen kayıp eserlerle birlikte sur içinde toplam 1811 kayıp eser tesit edilebilmiştir. Unutulmamalıdır ki bu sayılara yansıyan eserler sadece harita ve belgeler ışığında ortaya çıkartılabilen tescilli eserlerden ibarettir. Gerçek sayının bunun daha da üstünde olması gerekir. Yeni Ufuklar Derneği’nde konferans veren Necmettin Nursaçan Hoca: ‘İlim meclisleri cennet bahçesidir’ buyrulmuştur… Mevlana diyor ki, “Çok uzaklardan buğdayı görmek iyi ama tuzağı göremeyen gözü neyleyim ben?” Dünyada mutlu olup da ebedî hayatta mutlu olamıyorsan onu neyleyim ben. Efendim aile sağlamsa millet sağlam, aile çürükse millet çürük olur. Millet bünyesinin hücresi ailedir. Allah hücreler arasına bir ahenk koymuş. O ahenk bozulursa tıp da tedavide muvaffak olamaz. S Edirnekapı haricinde Emir Buhari Tekkesi (Encümen Arşivi) 22 Yeni Ufuklar EYRANİ der ki “Hak yoluna gidenlerin asa olam ellerine, er pir vasfın edenlerin kurban olam dillerine” Peygamber efendimiz de der ki ”İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a da şükretmiş olmaz.” buyuruyor. Bir başka hadis-i şerifte “Cennet bahçelerine uğrayınca çok faydalanın.” buyurur. “Ey Allah’ın elçisi nere cennet bahçesidir?” sorusuna “İlim meclisleri cennet bahçesidir.” cevabını verir. Yeni Ufuklar Derneği’nin düzenlediği bu toplantıya uzaktan yakından teşrif eden muhterem hazirun, güzel bir ilim meclisi, Cennet bahçesi meydana getirdiniz. Bu yüzden bu güzel heyeti ve beni buraya davet eden ve buraya Nursaçan Hoca Yeni Ufuklar Kayseri Şubesi’nde konferans verirken... uzaktan yakından teşrif edenlere şükranlarımı sunarak sözlerime başlamak isterim. ‘Alemleri yaratan Allah Güzel’ Hangi konudan bahsetsem diye düşünüyordum. Bir süredir bir televizyon programı yapıyorum. Bu programda beş aydır aile konusunu bir türlü geçemedim. Hele bugün canlı yayına bir hanımefendi girdi. Verdiğim cevapla o an tatmin olmadı. Mümkünse tekrar özel olarak görüşelim, dedi. Ben de cumadan sonra telefon ettim. İnanın, gözyaşları yüreğimi deldi. Siz de dinleseniz dayanamazdınız. Ne demek istiyorum, ailemizde de bütün dünyada da sancı var. Düşünün, Amerika’da taksilerin üzerinde bir reklam var ve uzun zamandan beri yapılıyor bu reklam. Affedersiniz, babayı tespit firmasının reklamı. Baba yok ama birtakım hukuki işler için de babanın bulunması gerekiyor. Bu yüzden bu firma “siz bana gelin, ben babayı bulurum” diyor. Amerika’da yüzde altmış üç boşanma oranı, bir milyon kişi de -affedersinizresmen eş değiştirme kulübüne üye bulunuyor. Yani dünya genelinde sıkıntı var. Bize de sancı girmiştir. Yüzyıllar boyunca bizim Dede Korkut öğütlerimiz şöyledir. “Şakağında ağırsa baba güzel, ak sütünü doya doya emzirse ana güzel, helal ne güzel, yan tarafta yaYeni Ufuklar 23 SOHBET SOHBET pılsa gelin odası güzel, sevgide kardeş güzel, hiç birine benzemeyen cümle âlemleri yaratan Allah güzel.” der. Aile gibi bir serveti yitirdik Almanya’da ziraat doktorası yapan bir oğlumuz Türkiye’ye döneceği gün Alman Profesör bir ziyafet veriyor ve diyor ki: “Almanya gözlerini kamaştırdı.” “Vallahi öyle oldu” der. “Ormanlarınız, fabrikalarınız, iş hayatınız, trafik düzeniniz gözlerimi cidden kamaştırdı.” “Bırak sen bunları, sizde bir servet var, sizde bir devlet var. Biz onu kaybettik, bizde aile bitti, aile. Sizde aile kutsaldır. Dön, memleketinin kadrini kıymetini bil.” diyor. Öyle diyor ama bizim ailemize de sancı girmiş vaziyette. Birkaç yıl öncesine kadar Ankara’da aile mahkemesi beş iken şimdi on bir olmuş. Bizim şehrimizde de keza yeni aile mahkemeleri kurulmakta. Efendim yüce rabbimiz şöyle buyuruyor: “Şu da benim varlığıma delil ki kendi cinsinizden, cin değil melek de değil, kendi cinsinizden eş verdim, huzur bulasınız diye.” Mutluluk nikâh gölgesindedir. İngiltere’de bir profesör hanım emekli olduğu gün öğrenci kızlara bir konuşma yapıyor: “Çocuklar, unvanları aldım, şöhretlere erdim ama mutlu olamadım. Sebebi, vaktinde bir yuva kurmadım. Size tavsiyem o ki vaktinde yuva kurunuz.” Kur’an, “Erkekler, siz kadınlara örtü, kadınlar, siz de erkeklere örtüsünüz.” Erkek gönlünün kadına, kadın gönlünün erkeğe ihtiyacı vardır. Ama bu nikâhla, meşruiyet dâhilinde olacaktır. Yüce Rabbimiz bize bir dua öğretiyor. “Kullarım, benden şunu isteyin. O cennet yolcusu müminler şöyle derler. “Ya Rab, bize göz nuru, gönül süruru eş ver, evlat ver, saygıda, sevgide, huzurda, güvende ve mutlulukta bizi örnek aile eyle, yarabbi.” Mutlu olmak isteyenler, huzurlu olmak isteyenler bizim yaşayışımıza baksınlar, bizim yaşayışımızdan örnek alsınlar, ibret alsınlar diye Kur’an bize dua öğretiyor. Namazdan çıkarken, tavaf biterken yine Allah’ın öğrettiği şu duayı okuyoruz “Rabbena atina fid dünya hasene ve fil ahirete hasene.” Ya Rab, bize göz nuru, gönül süruru eş ver, evlat ver, çocuklarımla, eşimle güler yüzlü, tatlı dilli, mutlu, meşru bir yaşayış. Sadece dünyada değil ya Rabbi. “ve fil ahireti hasene” Ebedî hayatta da, sadece dünyada değil. Biz evlenirken 24 Yeni Ufuklar Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e mensup bir adam, Arapça ve İngilizce’nin dışında da bir dil bilmeyen biri, “Dünya Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme hakkına sahip” diyor. çok defa “Allah sizi bir yastıkta kocatsın” deriz. Bir yastık dediğin kaç sene? 50-60 sene sonra ayrılsınlar mı? Öyle değil. Bakın bir hadis-i şerifte “cennet için de cennet”, nelerdir? Müminler mekândan münezzeh olduğu halde Allah’ı görecekler, sevinçten pırıl pırıl yanacak. Eşine dönünce hanımı diyor ki; “Efendi, hayran oluyorum yaha, bu güzellik ne, sendeki bu nefis kokular ne? Hanım, “Aynı hali ben de sende görüyorum.” diyecek. “Âşık oldum ben Allah’ın adına, doyamadım lezzetine, tadına, bana Allah gerek, cihan kâr etmez, benim gönlüm didar ister.” Tuzağı görmeyen gözü neyleyim Mevlana’nın şu hikâyesine bakın. Akbabayla doğan havada uçuyor. Akbaba diyor ki, “Benim gözlerim o kadar keskin ki bak, yeryüzü ile aramızda şu kadar mesafe var, ben buna rağmen tarladaki buğday taneciğini görüyorum.” “Yahu bu nasıl bir gözmüş? Demek ki bu kadar mesafeden buğday taneciğini görüyorsun.” “İnelim de göstereyim.” Hırsla iniyor ve buğday taneciğini yakalıyor. Meğer o da tuzağın içindeymiş, tuzak da akbabayı yakalıyor. Mevlana diyor ki “Çok uzaklardan buğdayı görmek iyi ama tuzağı göremeyen gözü neyleyim ben?” Dünyada mutlu olup da ebedî hayatta mutlu olamıyorsan onu neyleyim ben. Efendim aile sağlamsa millet sağlam, aile çürükse millet çürük olur. Millet bünyesinin hücresi ailedir. Allah hücreler arasına bir ahenk koymuş. O ahenk bozulursa tıp da tedavide muvaffak olamaz. Sonra yuvada, baba güneş, ana ay, çocuklarda yıldızlar durumundadır. Milletin temeli aile, ailenin temeli de sevgi, saygı, sabır ve sadakattir. Rabbimiz sevgili peygamberimizi örnek gösteriyor. Allah’ın hoşnutluğunu, ebediyet yurdunun mutluluğunu arzu edenler için Allah’ın elçisinde size örnekler vardır. Bakın ben Hatice sevgisi ile rızıklandırıldım. Böyle buyuruyor. Hatice annemizin saygısı nasıl? Peygamberi- miz Cebel-i Nur’un zirvesindeyken iki elinde yemek kabıyla dağa tırmanıyor. Vahiy meleği geliyor, peygamberimize diyor ki: “Hatice sana yemek getiriyor. Cenab-ı Hak benimle Hatice’ye selam söyledi. Allah’ın selamını söyle bir, benim selamı mı söyle iki, sana olan saygısı münasebetiyle şeffaf bir cennet sarayı ile seni müjdeliyor.” Ahde vefa imandandır Hatice anamızın vefatından sonra iki buçuk sene devrede bir başka annemiz yok, sonra Ayşe annemizle evleniyor. Şu vefaya bakın. Bir gün Hz. Ayşe ile beraber bulunurlarken Hz. Ayşe’nin gönlünden şunlar geçiyor: “Gencim, güzelim, bilgiliyim, dünyanın en değerli erkeğinin nikâhındayım, var mı benim gibisi...” derken kapı çalınıyor, ihtiyar bir kadın, sesi de Hz. Hatice’nin sesine benziyor. Hatice’nin kardeşi diyerek içeri alınıyor. Kadına izzet ü ikram ediliyor. Hz. Hatice ile ilgili hatıralar anlatılıyor. Sonra bu yaşlı hanım uğurlanıyor… Uğurlanınca Hz. Ayşe’nin dili çözülüyor: “Ya Resulullah, sana Allah benim gibi bir eş verdi. Hz. Hatice’nin kardeşi geldi diye kaç defa Hatice lafı ettin!” “Ayşe, herkes benim karşımda yer alırken bana iman eden Hatice’ydi. Servetini benim davam uğruna kullanan Hatice’ydi. Hatice benim çocuklarımın anasıdır. O dünyadan ayrıldı diye onun hatırasına saygı göstermeyecek miyim?” Ahde vefa imandandır. Zamanla efendimizin evinde kurban kesiliyor. Bir budunu fakire gönderiyor. Hatice namına hayır yapmaktan geri kalmıyor. Mekke’nin fethi günü peygamberimiz Mekke’ye gelişinde ilk işi Hz. Hatice’nin kabrini ziyaret oluyor. Ve karargâhını da Hz. Hatice’nin kabrine oldukça yakın bir yere yaptırıyor. Ana yadigârını evlada bağışlamak Hz. Fatma’nın nikâhlandığı gün Hz. Ali efendimizin ağladığı görülüyor. Hz Fatma diyor ki: “Babacığım, Ali senin elinde, senin evinde yetişmiş birisidir. Onun yiğitliği herkesçe malumdur, pişman mı oldunuz beni Ali’ye nikâhladığınız için? Bu mutlu günümde bu ağıdın anlamı ne?” “Kızım, bu ağıdın sebebi annen, der. Bu mutlu gününü görseydi, çeyizini hazırlasaydı. Onu düşündüm de. Onun hatırası dolayısıyla böyle.” Bedir Savaşı sonunda esirler alındı ya, peygamberimizin kızı Hz. Zeynep’in eşi Ebu-l As da o anda Müslümanlara silah çekmiş değil, ama Müslümanlar arasında da değil, müşrikler cephesinde, o da esirler arasında. Peygamber damadı esirler arasında. Esirlikten kurtulabilmesi için belli bir bedel ödemesi gerekiyor. O da yok. Hz. Zeynep’e haber gönderiyor, bir şey gönder ki onu vereyim, buradan kurtulayım. O da annesi Hz. Hatice’nin gerdanlığını gönderiyor. Ebul-As da onu tellalın eline veriyor. Peygamberimiz tanıyor, gerdanlığı görünce heyecanlanıyor, gözü yaşarıyor, hani ben başkomutanım, başkanım, dediğim de değil, “Ashabım, bir ana yadigârını evladına bağışlamak daha münasip olmaz mı?” “Elbette ya Resulallah, parası olmadığı için serbest bıraktığımız esirler var, Ebul-As’ı da o vesileyle serbest bırakalım ve o gerdanlığı da Hz. Hatice’nin kızı Hz. Zeynep’e iade edelim.” Yani sevgili peygamberimizin vefasına dair bu örnekleri arz etmiş oldum. Demek ki yuvada karşılıklı sevgi, saygı olursa çiçek ortamı, gül ortamı olmuş olur. Hayrülhalef nesil yetişir. Yuvada öfke olur, nefret olursa, diken biter, ayrık biter, onlar da başa bela olur. Yani bizim analarımız çocuklarına ninni çalarken “Huu huu bir Allah, sen iyilikler ver Allah, sen iyilikler verirsen, yavrum büyür inşallah. Yattım sağıma, döndüm soluma, sığındım Sübhanıma, melekler şahidim olsum dinime imanıma. Yattım Allah, kaldır beni, nur içine daldır beni, ölürsem iman üzere öldür beni, kalırsam sabah namazına kaldır beni. Kızımı öyle terbiye ettim ki ölürse yer beğensin, kalırsa yâr beğensin. Erkek evladı ise vatan hizmetine gönderirken, “haydi oğlum, haydi git, ya gazi ol ya şehit, haydi oğlum, anan seni bugün için doğurdu, hamurunu yiğitlik duygusuyla yoğurdu.” derler. Hepsi de ne kadar anlamlı, değil mi? Muhtargilin Ahmet şehit olmuş Ben askerlik yaparken üsteğmenimle birlikte onbaşı adaylarını seçiyoruz. Yozgatlı bir asker, askerde hemşerilik havası olur ya, hemşeri havasına girdi. “Ne olur beni onbaşı seçme.” “Onbaşı edeceğiz, düz er olmaktan onbaşı olmak daha iyi değil mi, niye seçmeyelim?” “Anam beni asker ocağına gönderirken oğlum nöbet tut, dedi.” Şu saf inanca bakın. “Yahu oğlum, onbaşının nöbeti nöbet değil mi, çavuşun nöbeti nöbet değil mi?” Ama ana öyle demiş ya, ananın terbiyesi o, asker ocağına ihanet yakışmaz. Benim için de nöbet tut demiş ya. Bakın işte bu sağlam ailenin Millî Mücadele dönemindeki şu destanına bakın. Hasan Çavuş’un anası mektup yazıyor: “Geçen gece ben bu cengin rüyasını görmüştüm. Sevincimden ağlayarak hayır diye yormuştum. Sağ elinde yükselmişti o sancak. O sancak ki Müslümanın şanlı namus gömleği. Cana minnet bilin arın nurunda ölmeyi. Sen düşünme millet bize canı gibi bakıyor. Bolluk şükür zat zahire, her taraftan akıyor. Eğer köyde ölen kalan var mı diye sorarsan, eşi dostu hatırlayıp anarsan, muhtargilin Ahmet şehit olmuş, haber geldi dün. Şenlik oldu, mevlit oldu, düğün oldu bütün gün, köy giyindi kuşandı hep, namazgâha gittiler, o şehidin -rahmetullah- duasını ettiler.” Ya oğul, senin de şehitlik haberin gelirse, benim de yapacağım şey budur. Oğlunu yüreklendiriyor.” Bakın, şehit Ahmet’in Yeni Ufuklar 25 SOHBET Yeni Ufuklar Derneği bana sahabe-i kiramdan Musab ibni Umeyr’i hatırlatıyor. Musab zengin bir ailenin oğluydu. Aile, bu oğlan gider, Müslüman olur, diye kaygılandı. Yanına genç kızlar, ipekli giysiler, envai çeşit gıdalar koydular ki onlara takılsın kalsın, ama korktukları başlarına geldi... kardeşi ne diyor? “O kadar yandı mı bağrın ey çocuk, / ecelin sunduğu şarabı içtin, / sırayı saygıyı unuttun çabuk, / sebep ne ağandan ileri geçtin.” Önce ben şehit olmalıydım, sonra sen şehit olmalıydın. Nişanlısı ne diyor: “Dedi Ahmet artık beni ahrette beklesin, / ben onunum, utanmasın, beni Hak’tan istesin, / kaderim bu, şehit olmuş benim şanlı yiğidim, / kıskanırım varmam ere, ben de canlı şehidim.” Demek İslam terbiyesi almış, devlet, millet, vatan sevgisi ile yetişmiş bir ailenin fotoğrafını arz etmiş oldum. Bu duygularla demek ki bu coğrafyayı da biz yaratana hadim, yaratılmışa şefkati aileleştiren, sembolleştiren bu eserlerle biz bu coğrafyayı vatan haline getirmiştik. Evliyayı yurdu toprak, şüheda burcu bu yer, bir yıkık türbesi üstüne Mevla titrer. Münih tren istasyonunda bir bayanla tanıştım, misyonerdi galiba. Vardım, “Türkiye’den geldim, din görevlisiyim, sizinle tanışmak istiyorum, siz ne yapıyorsunuz?” dedim. Bu kış günü bu adamlar üşümüşler, çay istediler, çay veriyorum, sıcak yemek isteseler onu da verirdim.” cevabını verdi. “Burada sıcak yemek göremiyorum!” “Bu çevrede altı tane rahibe okulu var. Onlara telefon ederim, hangisinde varsa getirttiririm. Bunu yaparken de Hıristiyan-Müslüman ayırmam.” Ben de şunları anlattım: Bizim ülkemizde de yollar üzerinde kervansaraylar vardır, hâlâ ayaktadır bu kervansaraylar. Yolcuların şahıslarının, binitlerinin ihtiyaçlarını parasız olarak görürler. Birer konaklık mesafede bu kervansaraylar yer almaktadır. Şöyle İç Anadolu’yu göz önüne getirelim, şurada bizim Sultan Hanı, Konya’ya doğru gidelim, Ağzıkara Han, Tepesidelik Han gibi hâlâ ayakta olan bu abideler hakikaten bizim medeniyetimizin eserleridir. Kadının çok ilgisini çekti. “Memnun oldum, hayran oldum dedi, ama bunu unuturum, bunu yazan bir kitap verebilir misiniz?” dedi. O anda bir ilmihal vardı elimde, namaz nasıl kılınır, oruç 26 Yeni Ufuklar nasıl tutulur, kültürümüzü, medeniyetimizi anlatan bir şey yoktu. Yeni Ufuklar Derneği bana sahabe-i kiramdan Musab ibni Umeyr’i hatırlatıyor. Musab zengin bir ailenin oğluydu. Aile, bu oğlan gider, Müslüman olur, diye kaygılandı. Yanına genç kızlar, ipekli giysiler, envai çeşit gıdalar koydular ki onlara takılsın kalsın, ama korktukları başlarına geldi, peygamberimizi görünce Musab Müslüman oldu, tırnaklarına kadar imanla doldu. Ama annesi bir bodruma hapsetti onu. Bir yolunu bulup ordan çıktı, Habeşistan’a gitti ama bu sefer de peygamber ayrılığına dayanamadı. Sonra geldi, Medine’den gelip de Müslüman olan kişiler vardı. Onlar dediler ki: “Biz Müslüman olduk ama Müslümanlığı bilmiyoruz, bize Müslümanlığı öğretecek birini görevlendirsen...” Peygamber efendimiz yirmi beş yaşındaki bu delikanlıyı görevlendirdi. Medine’ye geldi, orda başına topladığı birkaç kişiye Kur’an’ı anlatıyor. Kabile lideri Hüseyin ibn Hudeyin geldi, dedi ki, “Şu mızrağımın kalbini delmesini istemiyorsan sen bu eskilerin masallarını bırak, defol git buradan.” Hz. Musab dedi ki, “Sen bir kabile liderisin, böyle tehdit size yakışıyor mu? Lütfen oturun, ben masal filan anlatmıyorum. Yaratan, yaşatan Allah’ın mesajını söylüyorum. Size de bir iki ayet okuyayım, hoşunuza giderse devam edeyim, hoşunuza gitmezse bırakıp gideyim. Ben buraya kavga etmeye gelmedim.” Şu üsluba bakın, şu metoda bakın. Ve böyle bir söz karşısında oku bakayım hadi, ne çıkacak? Bir iki ayet dinler dinlemez sanki cereyana çarpılmış gibi derhal bana iman telkin edin, dedi, gitti. İkinci bir kabile reisi Saib bin Muazz’a söyledi, o da geldi, aynı sözleri ona da söyledi, o da iman etmekle kalmadı, “Akşama kabilemden Müslüman olmadık kim kalırsa boynunu uçururum. Bütün kabile Müslüman olmalı.” dedi. Yani üslubuna, metoduna bakın. Bir yılsonunda peygamberimize verdiği rapor şu: “Ya resulallah, İslamın anlatılmadığı kişi, İslam imanının girmediği ev kalmadı.” Ve bu zat Uhud Savaşı’nda şehit düştü. Kefen bile bulunamadı. “Ya resulallah, bir koyun postu var, başını örtsek ayakları açık, ayaklarını örtsek başı açık. Ne yapalım?” “Başını örtün, ayak taraflarını da otlarla örtün.” Şehit naaşı üzerinde peygamberimiz şu ayeti okuyordu: “Müminlerden nice er kişiler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, niceleri de o günü bekliyor.” Millî şairimiz Akif bu olayı Çanakkale Destanı’mızda tablolaştırdı: “Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın, / Ne büyüksin ki kanın kurtarıyor tevhidi / Bedr’in arslanları ancak bu kadar şanlı idi.” Tarihe gömelim desem tarihe sığmıyorsun. Sana nasıl bir türbe yapayım? Ufuklar türbenin duvarları olsa, yedi kandilli sürreyya yıldızı avizesi olsa, masmavi gökyüzü tavanı olsa, “Bu taşındır diyerek Kâbe’yi diksem başına, / Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına”, Kâbe’yi mezar taşın etsem, tarihler yazsam, destanlar dizsem, “Tüllenen mağribi akşamları sarsam yarana / yine bir şey yapabildim diyemem hatırana. Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber / Sana ağuşunu açmış duruyor peygamber. Yani Hz. Musab’a olan ilgisiyle paralellik teşkil ediyor. Ve Çanakkale Destanı’nı böyle yazıyor millî şairimiz. Yeni Ufuklar Derneği gençlerimizin yetişmesi için çalışıyor. Bu yıl ilkokul yapılmış, öğrencilere burs veriliyor. Yeni talebe yurdu yapma teşebbüsü var, güzel bir dergi çıkarıyor. Toplumumuza, insanlığa, milletimize hizmet için elbette fedakârlık yapan insanlar gerekiyordu ve “İçinizde insanları Hakk’a, hayra davet edenler bulunsun.” buyuruyor yüce Rabbimiz. Bu dernek bunu yapıyor, siz de buna güç veriyorsunuz. Cenab-ı Hak cümlemizi Hakk’a, hayra hadim eylesin, yuvalarımıza, yurdumuza huzur ve mutluluklar ihsan eylesin. Güzel ülkemizi kuraklık, kıtlık, terör, deprem gibi afet ve musibetlerden uzak eylesin. Yeni Ufuklar 27 MAKALE MAKALE Toplum Önderi Mehmet Akif Yakup ÇELİK* Mehmet Akif, Hakkın Sesleri şiirlerinde tükenmeye başlamış bir toplumu, deyim yerindeyse diriltmek amacıyla vecd halindeki şair tavrıyla karşımızdadır. Koca bir imparatorluğun nasıl çökmeye başladığından insanlarımızın ve yöneticilerimizin acziyetine dair düşüncelerini temennilerini dobra dobra haykıran bir şair. *Prof. Dr. / Yıldız Teknik Üniversitesi 28 Yeni Ufuklar Mehmet Akif Ersoy, Türk toplumunun felaket yıllarında yaşamış, tartışmaların, kavgaların, toplumsal değişimlerin merkezinde olmuş bir şahsiyettir. 1873 – 1936 yıllarında yaşamış olan İstiklâl Marşı şairimiz; bu bakımdan II. Abdülhamit Dönemi (1876 – 1908), İttihat – Terakki yılları (1908-1915), Birinci Dünya Savaşı (1914 – 1918), Mütareke Yılları (1918 – 1920), İstiklal Savaşı (1919-1921) ve Cumhuriyet Dönemi (1923 sonrası) toplumumuzun yaşadığı bütün sıkıntıların ve acıların içerisinde bulunmuştur. Onun Safahat’ta bulunan şiirleri, yazıldıkları dönem de göz önüne alınırsa, bu toplumsal değişimlerin ve acıların ürünü olarak değerlendirilebilir. Safahat’ın her bölümü, Türk toplumunun yaşadığı bir dönemin panoraması, duyarlı bir aydının yaşanan sıkıntılara gösterdiği tepki ve topluma sunduğu kurtuluş reçetesidir. Mehmet Akif şiirinin bütün özelliği samimiyettir. Okuyucuya samimi duygularıyla seslenir. Servet-i Fünûn döneminde şiirin sanat endişeleriyle donanması, toplumun problemlerinin dışına çıkması ve gözyaşına boğulması söz konusu idi. Bu tarz şiir, II. Meşrutiyet döneminde etkisini sürdürmektedir. Mehmet Akif’in bu beğeniye, bu tarz şiirin benimsenmesine tepkisi vardır. O’na göre edebiyat, sokağın daha doğrusu toplumun dili olmalıdır. Akif şiirin, gelişmiş veya geliştirilecek bir düşünceyi temsil etmesinden yanadır. Hayalin, sembollerin tamamen devre dışı bırakılarak maksadın belirtilmesine dayalı bir şiir anlayışı. Akif’in, Gölgeler’deki bazı şiirler dışında, hemen bütün eserlerinde bu düşünceye bağlı kalarak yazdığını görüyoruz. Safahat’ta döneme ait eleştirilerini mekândan ve insan ilişkilerinden hareketle dikkatlere sunan Mehmet Akif; yine mekândan ve insan ilişkilerinden hareketle yaşadığı dönemi sorgular. Birinci Safahat’ta İstanbul, bütün değerlerinden uzaklaşmış, çökmüş, harap olmuş, kendini kaybetmiş bir mekân durumundadır. İnsanlar da birbirinden uzaklaşmış, ilişkilerini çıkarlarına göre yönlendiren bir hâl almıştır. Kurtuluş reçetesi Süleymaniye Kürsüsünde şiirinde Akif, burada yine sorgulayan eleştiren bildiğini söylemekten çekinmeyen özelliğiyle karşımıza çıkar. Düşüncelerini Camide va’z eden Abdürreşid İbrahim’e söyletir. Abdürreşid İbrahim, İslâm dünyası ve Çin’e kadar uzanan Rusya topraklarını gezer, izlenimlerini, düşüncelerini dile getirir. Türk ve İslâm dünyasının insanlarına hâkim olan tükenmişliği, yoksulluğu, acıyı, mağduriyeti, İslâm’ı ve milliyeti tanımamazlığı hatta bütün insanî değerlerden uzaklaşmışlığı anlatır. Mehmet Akif’in bu şiirde yaptıkları yalnızca bir vaizin Rusya’da gezip gördüklerini yorumlaması, böylece de Türk dünyasına sinmiş olan çürümüşlüğün ifadesi değildir. Müslümanların artık birleşmeleri, İslâmî ve insanî değerlere sarılmaları gerektiği vurgusu yapılır. Ayrıca, gerçek bir aydın olarak, içinde bulunmasına rağmen, Hürriyet düşüncesiyle gelmiş olan İttihat ve Terakki’ye eleştiri vardır. Denilebilir ki Süleymaniye Kürsüsünde, 1908 sonrasında yol ayrımı projeleri yapan toplumumuza önemli bir uyarıdır hatta geliştirilecek bir tekliftir. Mehmet Akif, Hakkın Sesleri şiirlerinde tükenmeye başlamış bir toplumu, deyim yerindeyse diriltmek amacıyla vecd halindeki şair tavrıyla karşımızdadır. Koca bir imparatorluğun nasıl çökmeye başladığından insanlarımızın ve yöneticilerimizin acziyetine dair düşüncelerini temennilerini dobra dobra haykıran bir şair. Bu şiirler, bir başka açıdan Milli uyanışın ilk adımları olarak değerlendirilmelidir. Çünkü Akif, toplumda, insanlarımızda, yöneticilerimizde gördüğü ikiyüzlülükleri, sahtekârlıkları ve bezginliği haykırır. Milleti uyanışa çağırır. Safahat’ın dördüncü kitabı Fatih Kürsüsünde’de, yine kürsüye çıkmayı kurgu haline dönüştürerek va’z eden konumuna geçer ve toplumun kurtuluş reçetelerini dikkatlere sunar. Batı dünyası ile toplumumuzu karşılaştırır. Onların çalışarak yaptıklarını, bizim oturduğumuz yerden hükmetmeye çalıştığımızı; ilimden uzak duruşumuzu yorumlar. Çalışmayan insanların Müslümanlıklarının ve İslâm’a verdikleri zararın dökümünü bütün Fatih Kürsüsünde boyunca dile getirir. Bu arada sanat düşüncesini, aile birliğine, çocuk eğitimine, ülke yönetimine, Balkanlara dair görüşlerini de vaizin ağzından dikkatlere sunar. Akif’in insan modeli Beşinci Safahat Hatıralar’da şiirler konularını, Mehmet Akif’in 1914-1915 yıllarında yaptığı Arabistan, Medine, Mısır ve Berlin gezilerinin izlenimlerinden almıştır. Asım ise Milli Mücadele yıllarının ürünüdür. O yıllarda insanların içine düştüğü sıkıntılar anlatılır. Akif, Asım’da Cumhuriyet ile birlikte yeni bir neslin de yetişmesi gerektiğini, tiyatroyu hatırlatan bir anlatımla teklif eder: İnsani ve manevi değerlere bağlı insan modeli. Safahat’ın son cildi olan Gölgeler’deki şiirler, hem İslâm dünyasının sıkıntılarını dile getiren hem de lirizmin üst seviyede karşımıza çıktığı şiirlerdir. İnsan sevgisine, insanın sosyal hayattaki durumuna acısına, yoksulluk ve acılarla içerisindeki çocuklara, adaletsizliklere tepki gösterir. Haksızlıkların karşısında dimdik durur. Denilebilir ki Mehmet Akif; topluma yol göstererek, haksızlıkların karşısında durarak, zamana ve güce göre tavrını değiştirmeyen, bilgi ve birikimini korkmadan dile getiren bir aydındır, toplum önderidir. Mehmed Âkif oğulları Emin ve Tahir beylerle, kızları Feride ve Suad hanımlar (altta) Eşi İsmet Hanım Yeni Ufuklar 29 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Doğu Batı Divanı’nın mütercimi Senail Özkan söyleşisinin ikinci kısmı… Bitti denilen Avrupa, çağın bunalımına çare arıyor Sosyolojide, felsefede, tarihte, her alanda yine onlar var. Küçümsemeyle bir yere varamayız, onları nazarı dikkate almamız lazım. Nereye koşuyorlar, ne söylüyorlar? Anlayabilmemiz için, önce bunların arkasındaki birikimi anlamamız lazım. 21. asrı anlayabilmemiz için 20. asrı anlamamız lazım, 20. asrı anlayabilmek için 19. asrı, 18. asrı anlamamız lazım... Röportaj: Dr. Zekeriya KÖKREK B üyük milletleri nasıl anlayacağız? Onlarla nasıl yarışacağız? Onların zihni birikimleri, düşünceleri -felsefe, edebiyat, musiki, tarih her alanda- ortaya koyduğu eserleriyle açığa çıkmaya başlar. Bunu anlamak için onları okumak lazım. Onları okumadan, o milleti tanımak doğrusu mümkün değil. Şöyle söyleyeyim: Mesela bizde Mehmet Akif, biliyorsunuz “Alınız ilmini garbın alınız 30 Yeni Ufuklar Senail Özkan çalışmalarını İSAM kütüphanesinde sürdürüyor san’atını/ Veriniz hem de mesainize son sür‘atini” der... Bunu adeta, “emr-i bi’l-ma’ruf” olarak, iyiliği emretme gibi sunar. Biz de, doğrusu budur, o milletin ilmini, tekniğini almak için işinin peşine düşeriz. Oysa tekniği almak değil, o tekniği oluşturan zihni birikime ulaşmak gerekir. O tekniği oluşturan zihni birikimi ortaya koyan düşünceye nüfuz etmek lazım, onu anlamak lazım. Hazırı tüketmek değil. Ayrıca bu uyanıklığın fazla da bir getirisi yok. Tüketirsiniz biter. Sizin üretmeniz için onu anlamanız lazım. O tekniğin arkasındaki mesaiyi, zihin gücünü anlamanız ve kavramanız gerekir. Bu zihin birikimini ve mesaisini nasıl anlayabiliriz? Onu anlamamız için Kant’ı, Hegel’i, Schiller’i, Shelling’i, Fichte’yi… Sayabildiğiniz kadar sayalım… Shopenhaouer, Nietzsche… Günümüze gelirsek; Heidegger, Gerhard Schmidt, Josef Simon… Yüzlerce sayabileceğiniz isim var. Bunları okumadan, bu zihni mesaiyi, felsefi birikimi tanımadan anlayamazsınız. Arkasında bu felsefe olmadan anlayamazsınız, dolayısıyla teoloji, musiki, bunların hepsi felsefedir. Bu felsefi birikimden teknik düşünce, matematik düşünce doğuyor. Felsefe, teoloji, musiki, hepsi felsefe… Beethoven’i anladığınız zaman onun bir felsefe olduğunu anlıyorsunuz. Giordano Bruno’yu okurken, teoloji mi okuyorsunuz? Teoloji mi felsefe mi okuyorsunuz, sonra fark ediyorsunuz. Bunların hepsi iç içe… Fark etmek için de güçlü bir dikkat, irade ve ihtimam gerekiyor; anlamak için felsefe gerekiyor herhalde… Kant’ı, Hegel’i okuduğunuzda bütün sanatları da birlikte okuyorsunuz. Buradan felsefe yapıyorlar. Musikiden, mimariden, şiirden… Bütün bu alanlarda yeni açılımlarla ve yeni yorumlarla bir yerlere açılıyor. Felsefesini, varlık anlayışını, ontolojisini bu alanda kuruyor. Onları anlayınca matematiğe ve fiziğe geçiyorsunuz. Bu ilimlerde, tabii ilimlerde de derinleştiğiniz zaman, son merhalede önünüze yine felsefe çıkıyor. Artık felsefe ile bakmaya başlıyorsunuz fiziğe, matematiğe... Birçok filozof da, biliyorsunuz Jasper tıptan, Husserl matematikten, Carl Friedrich von Weizsäcker fizikten, Haller Garden biyolojiden geliyor… Bunların hepsi iç içe. Bunları anlamadan batının tekniğini alamazsınız ve alsanız da işinize yaramaz. Niye, bugün dünya, neden bir Mercedes üretemiyorsunuz? Yoksa basit, herkes de yapabilir, ama yapamıyor. Arkasında yüzyılların birikimi var, tecrübesi var. Bunu bilmeden olmuyor, evvela Kant çıkıyor, Hegel çıkıyor… Bir tefekkür ortaya koyuyor, bir sistem getiriyor. Sonra o sistem Mercedes’i, Siemens’i, Yahya Kemal’in şiirlerini düz olarak biz de ifade edebiliriz. Çok bilgi dolu şeyler değil. Ama adam onu şiirle öylesine söylüyor ki, işte onu ifade edemiyorsunuz. O üslup, tarz, ritm, heyecan, hissediş… “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik”… Bir heyecan, coşku salıyor içinize. Krupp’u kuruyor. Bu sistem aynı zamanda şehirciliği teşvik ediyor, mimariyi geliştiriyor. Bunlar olmadan olmuyor, derinlemesine tahlil etmek gerekiyor… Son iki asırdır Batının ilmini, fennini, sanatını taklit etmekle sıkıntılarımızı aşmaya çalışmışız ama neticeler ortada! Hâlâ başkalarının ürettiklerini kullanmayı büyük bir marifetmiş ve meziyetmiş gibi takdim ediyoruz… Aslında bu tecrübeyi daha önce yaşadık. Bu tefekkürün, bu birikimin neticesinde bir hayat zenginliğinin fışkırdığını biz yaşadık bizzat… Onuncu, on birinci, on ikinci, on üçüncü ve on dördüncü asırlara geri gidelim. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd’ün yaşadığı asırlara geri gidelim. O dönemde görüyorsunuz ki, felsefi düşüncenin gelişmesi sayesinde, hem adamakıllı zengin bir devlet ortaya çıkıyor, hem bütün sanatlarda en ön plandasınız - mimaride, musikide - fevkalade yaratıcısınız. Teknikte de öyle… İbni Sina’nın yazdığı Kanun Paris Üniversitesinde Latince ders kitabı olarak okutuluyor. Felsefeyi, yani düşünceyi siz ürettiğiniz zaman Senail Özkan araştırmacı, tarihçi ve yazar Mehmet Niyazi Özdemir ile hem gönül hem de kütüphane arkadaşı. İSAM’ın kitap bahçesi onlar için hayat membaı gibi ... arkanızdan ötekiler geliyor… Bunu öğrenmeden olmuyor… Dekart (=Decartes), Leibniz; İbni Sina ve Farabi olmadan imkânsızdı. İbni Sina ve Farabi, Eflatun olmadan imkânsızdı. Gazali de onlar olmadan imkânsızdı. Gazali’yi Paris’te Albertus Magnus okuyor. Hıristiyan Ortaçağı onu anlamaya çalışıyordu. Onun felsefesini öğretiyordu üniversitelerinde. Albertus Magnus, Gazali hakkında doktora yapıyor. Birçok düşünür, o dönemde, tamamen o düşünceden besleniyor. Merak ediyor. Hatta bazıları vardı ki, sadece o düşünceyi anlamakla, hayran olmakla kalmıyor, zahiri olarak da, şekli olarak da o Müslüman mütefekkire benzemek istiyor; giydiğini giyiyor, onun kıyafetiyle dolanmaya çalışıyor… Bu noktaya varan hayranlık doğuyor, bugün bunun tersini yaşıyoruz. Tarih tekerrürden ibaretse, biz bunu da yaşıyoruz. Dolayısıyla, bir düşünce üretmeden zenginleşmenin bir manası yok, geçicidir bu. Eğer o zenginliği biz düşünceye kanalize edebilirsek, onu bu alanda yatırıma dönüştürebilirsek, bu güzel bir şey, ama maddi alandaki zenginlik tek başına bir şey değil… Adam Mercedes’e binmekle, ona sahip olur ama anlamaz! Nasıl anlamaz? O davranışına yansımaz, hayatına yansımaz, şehir anlayışına yansımaz, sokağına yansımaz, evine yansımaz. Eğer, o tekniği ortaya koyan düşünceyi kendine mal ederse bir millet, o zaman, o hayatın her alanında yaratıcı olur. Çok manalı eserler ortaya koyabilir. Her alanda çok manalı eserler ortaya koyabilir. Türkiye’de ciddi bir lisan problemi var. Tembelliğimiz mi var? Ciddiyetsizliğimiz mi var? Felsefi fukaralığımız mı var? Düşünce üretemiyoruz. Düşünce kelimelerle üretiliyor, dille üretiliyor. Bir dili bilmek, kültürünü bilmek demektir. Kendini tanımak demektir. Kendisine hâkim insan demektir. Yeni Ufuklar 31 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Kendisine hâkim olan insan da, nerede ne yapacağının gayet iyi bilincindedir. Bu önemli. Heidegger, “Dil, varlığın evidir” diyor… Hakikaten, söylediklerimiz, her alanda, tarih, mimari, musiki, şehircilik bütün her alanda söylediklerimiz, ifade ettiklerimiz, bütün ontolojik alan, varlık alanı dildedir. Dil kendi varlığımızın, kendi şuurumuzun farkına varmaktır, her şeyden önce… Dil zenginliği demek, varlık alanın zenginliği demektir. Daha doğrusu hepsi, bütün ontolojik alan, dildedir. Yaratılan eserler bir şekilde dile irca olunmak zorundadır. Tarih, mimari, musiki, şehircilik… Bunların hepsi bir dildir, diyebilir miyiz? Bunların hepsi bir dil. Bunların hepsi niye var? Bizi ifade etmek için var. Kendi iç dünyamızdaki zenginliği, kımıldanışı, yaratma enerjisini, yaratma yolundaki arzularımızı, isteklerimizi, ihtiraslarımızı ifade etmek için vardır. Selimiye, Sinan’ın ihtirasını dile getirir. Onun orada yaratma iradesini dile getirir. Dolayısıyla, bu dildir. Sinan kendini mimaride ifade eder. Nevakâr Itrî’nin musikideki dehasını, yaratma iradesini, ihtirasını ifade eder. Onun Tekbir’i dildeki bütünlüğü ifade eder. Nasıl bir Tekbir altında bir milleti toplamış. Bir besteyle bunu başarmış. Fuzulî, Şeyh Galip, bunların hepsi dille ebedîleşmişlerdir. Bunlar düşünce zenginliklerini ancak bu şekilde, dille, dil vasıtasıyla ifade etmişlerdir. Bu bakımdan, bunun için, dilin dışında varlık alanı, zaten metafizik olur. Spengler, matematik bütünüyle metafiziktir, diyor… Bunu nasıl anlamalıyız? Matematik mücerret, soyut bir ilimdir. Büsbütün metafiziktir. Matematik olmadan hiçbir şey olmuyor. Matematiğe can ve ruh veren de mistisizmdir. İnsanın gaipten bir şeyler algılamasıdır. Onun için, bizde bazı şairlere, mesela Hâfız’a, gaybın dili derler. Mesela, Mevlana’ya gaybın dili deriz. Gaybı biliyor. Gaybı bildiği nedir, sanki gaipten alınmış gibi… Yoksa kimsenin gaybı bilmesi mümkün değildir. Ama söyledikleri o kadar esrarengiz, o kadar olağan dışı, bizim zihnimizdekilerin dışında ki, sanki bize, gaipten haber veriyormuş gibi gelir. Metafizikten haber veriyormuş gibi gelir. Değil mi? Zaten yenilik de odur. Söylediklerinizin metafizik bir derinliğinin, anlamının 32 Yeni Ufuklar olması lazım… Bilinen her şey zaten ortada… Öyle şeyler söylemelisiniz ki, yeni olması lazım; yeni olması ve insanlara istikamet göstermesi, enerji vermesi, ruh ve heyecan vermesi lazım. Yahya Kemal’in şiirlerini düz olarak biz de ifade edebiliriz. Çok bilgi dolu şeyler değil. Ama adam onu şiirle öylesine söylüyor ki, işte onu ifade edemiyorsunuz. O üslup, tarz, ritm, heyecan, hissediş… “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik”… Bir heyecan, coşku salıyor içinize. Damarınıza ateş veriyor, ateşliyor sizi. Dil, bu işi yapıyor. Bu işi yapabilmek aceminin işi değil… Her alanda ustanın işi… Başkalarının ürettiği düşünce ma- mullerine dayanan mamulleri kullanmayı ve pazarlamayı bir marifet ve meziyet sanıyoruz. Aslında uyanıklık zannettiğimiz şey aslında cehaletimiz ve gafletimiz gibi görünüyor. Millî mirasımızı ve servetimizi nasıl tükettiğimizin farkında değiliz. Teknolojiye esir mi oluyoruz? Bütün dünyada teknikte hatta kültürlerde bir standartlaşma var. Amerikalının davranışıyla Türkiye’dekinin davranışı aynileşiyor. Bu insanlığı bunalıma sürükler. Tek tip, monotonluğu getirir; monotonluk yaratıcılığı öldürür. Buradan da felaket çıkar ancak. Her milletin kendi estetiğini ortaya koyması gerekir. Başkaları yapıyor mu, bence yapıyor. Avrupa’daki milletler bunu beceriyorlar. Kendi yaratmadığı şeylere mesafeli duruyorlar. Kendisi yapıyorsa, biliyorsa, bütün hayatını kaplamıyor, kaplayacağı kadar yer ayırıyor. O işine yarıyor. Adam tiyatroda yaratıcı… Kendisini sürekli yeniliyor. Başkaları bunu yapıyorlar mı, ona göre yapıyor, yapıyorlar. Avrupa’daki milletler bunu beceriyorlar. Ama adam tiyatroda yaratıcı… Devamlı yenileniyor. Sofokles’ten beri tiyatrodaki gelişmeleri takip edin, hep Avrupa’da. Bizde tiyatro yok; tamam! Şiir de mi yok? Bizde de şiirde bir yenilik olur, ilahiyat alanında bir yenilik olur! Bizde, İslam akaidin ötesine geçmiyor. İslam’ın şartlarını öğreten bir ilim sanki. İlahiyat bu değil ki! Bu alanda neden bir eser verilmiyor. Şimdi Avrupa Hıristiyan diye böbürlenmenin, onlara tepeden bakmanın bir manası yok… Görüyoruz, Avrupa’da Hıristiyan teologların nasıl eserler yazdıklarını, kütüphanelerinin zenginliklerini görüyoruz. Dolayısıyla bizde de bunların olması lazım. Biz de bunlar olabilir mi? Bizde de gayet tabii ki olabilir. İlahiyat çok verimli bir alan... Bütün zenginlik 10. asır, 11. asır, Hazreti Peygamber’den 150-200 senden sonra geliyor mezhepler… Ondan sonra meydanda bir şey yok… Ne mezhep ne felsefe ne tartışma… Bugün varsa yoksa Kur’an öğretiliyor, bir de İslam akaidi öğretiliyor. İlahiyat fakültelerindeki tezlere bir bakın… İsterseniz bakmayın! Dolayısıyla her alanda çok kısır kaldık, çok geri kaldık; edebiyat, felsefe, ilahiyat, musiki, mimari… Doğru dürüst bir beste çıkıyor mu? Klasik musikimiz… Bir Alaattin Yavaşça var hayatta. O da gitti mi, sanki göçtük gibi… Kimse de anlamıyor. Kimse de eser ortaya koymuyor. Üniversitenin yeri nedir bu konuda? Üniversitede kantite arttı… İşte, dediğimiz gibi… Elbette, eğer bunları Türkiye, kültürel sermayeyi dönüştürebilirse, bu zenginliği dönüştürebilirse, sadece tüketimde değil de yaratıcı, üretici bir duruma dönüştürürse, üniversitelerimiz de sadece ilim tüketmek değil de ilim üretme yerine dönüşürse, o zaman bir şeyler olabilir. Neden olmasın? Ben hayretler içerisindeyim. Üniversitelerimizden maalesef önemli bir düşünce neş’et etmiyor? Yine bakıyorsun, dışarı- Ben hayretler içerisindeyim. Üniversitelerimizden maalesef önemli bir düşünce neş’et etmiyor? Yine bakıyorsun, dışarıda olanların yazdıkları kültür hayatımızı canlandırıyor. Üniversitelerden maalesef bir şey çıkmıyor. Ben mi göremiyorum. Niye olmasın? da olanların yazdıkları kültür hayatımızı canlandırıyor. Üniversitelerden maalesef bir şey çıkmıyor. Ben mi göremiyorum. Niye olmasın? Hangi felsefe kitabı çıktı? Bu kadar üniversite var. Her üniversitenin felsefe bölümü var. Oranın profesörleri, doçentleri var. Peki eser? Neden yok? Bunlar doktora yapıyorlar, doktora yaptırıyorlar; öğrenci okutuyorlar. Öğrencileri var, ne okutuyorlar? Makale yazan yok. Derslerde, işte bir şeyler anlatıyorlar. Hocalarımız kusura bakmasınlar ama bir şeyler üretsinler, diyorum. En azından üretmiyorlarsa bile, hiç olmazsa tercüme etsinler kardeşim, para alıyorlar devletten, maaş alıyorlar. Hiç olmazsa tercüme etsinler de öğrenciler düşünceyle tanışsınlar… Deniyor ki Avrupa da bitti, bir şey yapılmıyor, filozof da yok… Yok öyle bir şey! bunalımına cevap arayanlar yine Avrupa’daki düşünürler. Sosyolojide, felsefede, tarihte, her alanda yine onlar var. Küçümsemeyle bir yere varamayız, onları nazarı dikkate almamız lazım… Onları, en azından takip etmemiz gerekir. Nereye koşuyorlar, ne söylüyorlar. Ama bizim bunları anlayabilmemiz için, önce bunların arkasındaki birikimi anlamamız lazım. Bugün 21. asrı anlayabilmemiz için 20. asrı anlamamız lazım, 20. asrı anlayabilmek için 19. asrı, 18. asrı anlamamız lazım. Böyle, geçmişi anlamadan geleceği kurmak mümkün değil… Geçmiş, kendimiz için kendi kültürümüzü anlamamız için lazım, en azından. Kendi kültürümüzü de maalesef anlayamıyoruz. Bir şekilde, mesela, Osmanlı dönemine nazarlarımızı çevirelim: Fuzûlî’yi bile anlayan yok. Fuzûlî’nin Leyla ile Mecnun’u bizde anlaşılmıyor. Buna karşılık Azerbaycan’da operaya gittim. Azerbaycan’da Fuzûlî yaşanıyor; orta halli halk, operayı, tiyatroyu dolduruyor; yaşıyor o düşünceyi, anlıyor. Biz, bir şekilde buradan da koptuk, bu dünyadan da koptuk. Bir şekilde koptuk; his olarak, düşünce dünyası olarak, dil olarak koptuk… Yeniden dönüş lazım bize… Yeniden… İleri gitmek için, evvela geriye, şöyle geriye yaylanıp da hızlanmak lazım… Bazı aydın ve akademisyenlerimiz, biz kavram üretemeyiz ve üretmemeliyiz, batının hazır kavramlarını kullanmalıyız diyor. Biz kavram oluşturmaz mıyız? Bizim kavramlarımız yok mu? Birinin dümen suyunda gideriz. Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur. Bir daha okuruz, ama bir şey anlamayız. Biz orijinal halimize, aslımıza dönmeliyiz. Ben de bunu kast ettim. Bu kavramlar bizde yok değil, var. Ama bu kavramlar farklı boyutlarıyla, farklı münderecatlarıyla, içeriğiyle kullanılmış. Bir ömür vererek aradığınız, bulduğunuz ve aktardığınız gerçeklerin daha geniş kişilere ulaştırılması için bir şeyler yapılması gerekmez mi? Sadece kitapla değil, sohbet ve konuşmalarla, konferans ve panellerle, buna benzer başka yollarla bunların aktarılması gerekmez mi? Biz zaten konuşmayı çok seven bir milletiz. Bizde laf çok da üreten yok. Ben meydanda dolanmaktan hazzetmem; çok göze görünmeden, ama zamanı iyi değerlendirerek bir şeyler ortaya koymayı tercih ediyorum. Kalan ömrümü de inşallah böyle bir mesai içinde geçirmek istiyorum. Fazla bir zamanımız da kalmadı doğrusunu söylemek gerekirse… Yapacak tabii çok iş var. Tam işte söyleyecek noktaya geldik, tam iş yapacak duruma geldik, neyin önemli neyin önemsiz neyin nerede ve nasıl bulacağımızı öğrendik, bunlar için gerekli enstrümanlara sahibiz. Ama zaman çok az kaldı. İnşallah, bu şekilde birkaç eser daha bu şekilde yazabilirsek… Bütün maksadım bu. Latince bir atasözü var. Ars longa, vita brevis! yani sanat uzun hayat kısa… “Söz uçar, yazı kalır” diye de bir Latin atasözü var. Yeni Ufuklar 33 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Refik Aydoğan, ekonomiyi ve yardımlaşma faaliyetlerini değerlendirdi Aydoğan, Türkiye’nin şu anda çok rahatlıkla yerli araba üretebilecek konumda olduğu görüşünde: “Renault’un belli bir otomobil serisi ve ufak ticari vasıtaları Türkiye’de üretiliyor. Ford’un ticari vasıtaları, transit serisi, connect serisi ve kamyon serisi tamamen Türkiye’de üretiliyor. İşadamları hayırda yarış halinde Ticaret her gün zorlaşıyor ama kuralına göre davranınca, rahat şekilde yürümesi mümkün. Zorlaşmadan kastım ise tahsilatın zorlaşmasıdır. Yoksa Türkiye olarak şu anda kalkınıyoruz... Türkiye’de tüccarlık, sanayicilik çok zor. Çünkü attığınız taşlar oturmadı mı, çok büyük zararlar ediyorsunuz. Türkiye’de iş ahlakının biraz daha iyi olmasıyla iyi yerlere gidilebileceği düşüncesindeyim. Röportaj: Erdem UMUDUM Ö ncelikle sizi tanıyabilir miyiz Refik Bey? Kayseri 1955 doğumluyum. Kayseri Talas’ta doğmuşum. Sonra da Ankara’ya geldim. Belli bir müddet Ankara’da kaldım. Ticarî hayatım Ankara’da başladı. Tahsil hayatımın tamamı Ankara’da geçti. 1978 yılında İstanbul’a geldim. 1978 yılından beri İstanbul’da çeşitli sektörlerde iş yapıyorum. Bu sektörler nelerdir? 34 Yeni Ufuklar Türk işadamlarının bugün dünya devleriyle yarışır durumda olduğunu belirten Refik Aydoğan bazı sıkıntıların altında bu gerçeğin yattığını söylüyor. Otomotivdeyiz; otomobil bayiliğimiz var, ayrıca showroom, satış, yedek parça 3S dediğimiz plazamız var. Bu plazada bu işleri ikame ediyoruz. Bunun haricinde tekstil piyasasındayız. Tekstille ilgili bir fabrika var. Çöp sektöründeyiz. Çöp topluyoruz, çöplerle haşır neşiriz. (Gülüyor). Çöpten enerji elde etmeye çalışıyoruz. Yine çöplerle ilgili birtakım geri dönüşüm projeleri var. Devletin men etmediği her türlü işleri yapmaya çalışıyoruz. Ticarete Ankara’da başladığınızı söylemiştiniz. Biraz daha bahseder misiniz ticarete başlamanızdan. Evet, ticarete Ankara’da çok küçük yaşlarda başladım. Rahmetli babamın yanındaydık ve o zaman okula gidiyorduk. Okul ile ikisini birlikte götürmeye çalıştık. Gerçi Kayserililerde bildiğiniz gibi iki aşamalıdır. Ya okursunuz ya ticaretle ilgilenirsiniz. Ama ben hem mektepliyim hem alaylıyım. Her ikisini birlikte götürmeye çalıştım. Otomotiv sektörüyle ilgili şu anda Türkiye’de ve Dünya’da durumu nasıl görüyorsunuz? Türkiye’de şu anda otomotiv sektörü bildiğiniz gibi belli bir seviyede. Adet bazında ihracatla birlikte iyi bir yerde. Fakat otomotivde çok fazla kâr marjı olmayan ancak devamlılık arz etmesi, bizim de senelerdir otomotiv işinin içerisinde olmamızdan dolayı bu işi seviyoruz ve severek de yapıyoruz. Yerli otomobil üretecek seviyede miyiz şu anda? Türkiye şu anda çok rahatlıkla isterse bunu üretebilir. Şu an bildiğiniz gibi Renault’un belli bir otomobil serisi ve ufak ticari vasıtaları tamamen Türkiye’de üretiliyor. Onun haricinde Ford’un ticari vasıtaları, transit serisi, connect serisi ve kamyon serisi tamamen Türkiye’de üretiliyor. Sadece otomobil olarak burada değil. Ben Ford bayisi olmam sebebiyle fabrikada şu an istenirse çok rahatlıkla üretilebileceğini söyleyebilirim. Sadece Ford olarak değil, TOFAŞ da üretebilir bunu, Renault da üretir. Hyundai’nin fabrikasını gezip görmedim, bilmiyorum ama inşallah o da üretir. O da ülkemizin malıdır. İş istihdamı sağlanmış olur böylece. Biraz da “çöp”ten bahseder misiniz? Kayseri Büyükşehir Belediyesi’nin çöplüğünü kiraladık. Bu çöplükten çıkan metan gazını, doğaya zararlı bir gazdır biliyorsunuz, faydalı bir hale getiriyoruz. O gazdan enerji üretiyoruz. 1.2 megawatt elektrik üretiyoruz. Bunun yanında şu an ilkel metotlarla devam eden ama en kısa daha profesyonel makineler yardımıyla yapmayı planladı- ğımız çöpün ayrıştırılması var. Çöpün içerisinde plastik, cam, alüminyum gibi ayrıştırılması ve doğada kaybolması çok zor metaller var. Biz şimdi bu çöpleri ayrıştırıp evsel çöpü gömüyoruz, öbürlerini geri dönüşümle tekrar ekonomiye kazandırıyoruz. Çöpün içerisindeki camın doğaya karşıması yanılmıyorsam 200 yıl, alüminyumun 30-35 yıl gibi bir süre istiyor. Bunların gömülmesinin doğaya faydası yok zararı var. Hiç olmazsa geri dönüşümle ekonomiye tekrar kazandırılıp katkı sağlanıyor. Elektrik üretiminde de hedefimiz üretimi 6.8 megawatta çıkarmak. Yavaş yavaş, kademe kademe yapılıyor. Çünkü; 25 yıldır aynı yere dökülen bir çöpün içerisinde böyle bir şeyin yapılması çok kolay olmadı. Aşağı yukarı 2,5 yıl gibi bir zamanımızı aldı. Daha meyvesini 31.10.2011 tarihi itibarıyla almaya başladık. Daha da yatırıma devam ediyoruz. Enerji ile ilgili başka projeleriniz var mı? Kojenerasyon dediğimiz doğalgaz dönüşümlü enerji santrali projemiz var. Sadece o santralden enerji üretimiyle değil, o santralden çıkan buharla da enerji üretimi yapmayı planlıyoruz. Bu projelerimiz de devam ediyor. Bunun haricinde termal enerji dediğimiz sudan enerji üretme projemiz var. O konuda da şu an çalışmalar devam ediyor. Onun için de inşallah bu yıl bir faaliyete başlayacağız. Çünkü; zemin etüdü yapıldı, lisansları alındı. Lisanslarla ilgili de zaman kayıpları var. Enerji piyasasında üç tip faaliyetimiz var velhasıl. Bir çöpten metan gazından; iki kojenerasyon dediğimiz doğalgazdan; üç termalden. Peki Türkiye’de tüccar olmanın, sanayici olmanın sıkıntıları nelerdir? Çok zor, Türkiye’de tüccarlık sanayicilik çok zor. Çünkü attığınız taşlar oturmadı mı çok büyük zararlar ediyorsunuz. Türkiye’de iş ahlakının biraz daha iyi olmasıyla iyi yerlere gidilebileceği düşüncesindeyim. Eskiden bir çek yasası var. Çeklerden bir korku vardı. Çek Yasası’nda değişiklikler olunca ben şahsım adına “Çek olmazsa kime nasıl mal satacağız? Tahsilatı nasıl yapacağız?” diye endişe duyuyorum. Tabii burada şunu belirtmek lazım: Ticaret her gün zorlaşıyor ama kuralına göre davranınca, sistem kurulunca rahat bir şekilde yürür inşallah diye düşünüyoruz. Zorlaşmadan kastım tahsilatın zorlaşmasıdır. Yoksa Türkiye olarak şu anda kalkınıyoruz. Veriler ortada, ben ne desem boş. Geçtiğimiz günlerde ihracat rakamları açıklandı, belli bir büyümenin olduğu görünüyordu. Bununla beraber Türkiye’deki yatırımlarda belli bir büyüme var. Geçenlerde sayın başbakanımızın anlattığı gibi belli sektörlerde belli seviyelere ulaştığımız aşikâr. Ama dünya ile yarıştığımız için birtakım sıkıntılarımız var tabii ki. Kolay bir şey kalmadı, eskisi gibi değil artık. Eskiden “bir kasa, bir masa” çalışırken; şu an mesela bizde 20002500 insan çalışıyor. Şu an bu plazada 235 insan çalışıyor. Peki “yaklaşan bir kriz var” söylentilerinin yansımalarını sektörde hissediyor musunuz? Tabii ki genel konuşursak “Bir kriz geliyor.” deniliyor ama nasıl bir krizdir bilemiyoruz. Bekleyip göreceğiz, çünkü detayını bilmek zor. Daha önceki yıllarda bu ülke değişik krizleri atlattı. İnşallah bu krizi de çok fazla yara almadan belli bir şekilde atlatırız. Sizin de bildiğiniz gibi zaten bugün ve dün açıklamalar yapıldı. Doğalgaza gelen Yeni Ufuklar 35 MAKALE RÖPORTAJ büyük bir zam ve doğalgazla birlikte elektriğe gelen zam, bu iki zam sektörü etkileyecek. Bunlar kilit şeyler, elektrik ve doğalgaz zammının sanayide de mutlaka bir etkisi olacaktır. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında galiba bir lise yaptırdınız. Bir üniversitenin de yapımına katkıda bulundunuz… Doğrudur. Kayseri Talas’ta rahmetli babamın adını vererek bir ilke imza attık. İlk dememin sebebi de Kayseri’de Anadolu Öğretmen Lisesi adı altında yapılan ilk lise olmasıdır. Sayın valimizin ve milli eğitim müdürümüzün tavsiyeleriyle böyle bir şey yapılması söylendi. 25+5 derslikli lise şu anda Kayseri’de Talas’ta öğretime başladı. Bu sene ikinci yılı. İnşallah bir tane daha yapacağız. Yapmayı planlıyoruz, yapacağız inşallah. Elimizden geldiğince ülkemize, memleketimize faydalı olmaya gayret ediyoruz. Neden hassaten okul? Ben sizden yaşça büyüğüm. Yaşlı olmam sebebiyle de şöyle bir tavsiyede bulunayım: “Önce eğitim.” Önce insanları eğitmemiz lazım. İnsanları eğitmediğimiz müddetçe hiçbir şey öğretemeyiz. Hepimizin de geçtiği sıralar oralar. Eğitimi öğrendiğimiz takdirde eğitimle nereye varılacağını çok daha iyi biliyoruz. Eğitimsiz hiçbir şey yapılamaz. Bugün geri kalmış ülkelerin %85’i eğitimsizlikten bu hale gelmiş. Avrupa ülkelerinin nerelere geldiğini görüyoruz. Eğitim ile bir yerlere gelinmiş. Bugün, bir zamanlar komünist olan ülkeler bile, bir zamanlar kapalı kutulardı, eğitimlerini ve alt yapılarını iyi yapmış olduklarından dolayı neredeyse bizleri geçmeye çalışıyorlar. Çünkü alt yapı dediğiniz zaman yol, elektrik, su, eğitim hepsini kapsıyor. Bugün komünist ülkede en az iki lisan biliyor insanlar veya iki üniversite bitirmiş oluyorlar. Bizim ülkemize baktığınızda, şu anda okumuş sayısı çok az, hele doğu bölgelerimizde çok az. Hani inşallah oralara okullar yapılırsa, okullarla beraber eğitim fazlalaşırsa, istihdam artırılırsa buralarda da iyi bir yerlere gelinir diye düşünmekteyim. Sosyal sorumluluk projesi kapsamında başka ne tür planlarınız var? Demin de belirttim. Bir lise daha yapmayı planlıyoruz Kayseri’de. Onun dışında aş evi projemiz var. Sokaktaki insanların doyurulabilmesi lazım, o insanları topluma kazandırmamız lazım. 36 Yeni Ufuklar “Önce eğitim... Önce insanları eğitmemiz lazım. İnsanları eğitmediğimiz müddetçe hiçbir şey öğretemeyiz. Hepimizin de geçtiği sıralar oralar. Eğitimi öğrendiğimiz takdirde eğitimle nereye varılacağını çok daha iyi biliyoruz. Eğitimsiz hiçbir şey yapılamaz. Aş evi projesiyle ilgili düşüncelerimiz var. Ama öncelikle bir tane daha okul düşünüyoruz. Ona da annemizin adını vermeyi düşünüyoruz. Biraderler olarak bunun kararını verdik, o da yine inşallah Kayseri’de olacak, yine Talas’ta olacak. Rahmetli babamız Talas’ta bir okulun olmasını çok istiyordu. Ondan dolayı Talas tercihimiz. Türkiye’nin her tarafı da aynıdır ama öncelikle memleketimize yapalım da diyoruz, ondan sonrasına da bakarız inşallah. Diğer meslektaşlarınızın sosyal sorumluluk projelerine olan ilgisini beğeniyor musunuz? Benim çevremdeki arkadaşlar bu hayır işlerine gerçekten çok ilgililer, duyarlılar. Ellerinden geldiği şekilde faaliyetlerini sürdürmeye çalışıyorlar. Benim çevremdeki insanları kastediyorum tabii. Bütün meslektaşlarımı sorarsanız, tamamı değil. Arkadaşlarınız da kendi memleketlerine mi yapıyorlar bu hayır faaliyetlerini? Kendi memleketleri derken, benim rahmetli babamın çok arzusuydu, ondan dolayı biz bunu Kayseri Talas’ta yaptık. Biliyorsunuz Türkiye’nin her yerinde Kayserili iş adamları var. Ama kendi memleketlerinde bu hayır işleriyle ilgili bir nevi yarış içerisindeler. Kayseri’ye gittiniz mi bilmiyorum. Kayseri’deki üniversitelerin her fakültesinin ismi bir hayırseverindir. Bir hayırsever yapmış- tır. Bizim gözümüzde Türkiye’nin her yeri eşit, ama bizim rahmetli babamızın arzusundan dolayı böyle bir tercih yaptık biz. Kayserili iş adamları dışarıda bir şeyleri kazanmış ama memleketini unutmamış. En önemlisi de bu. Ben de Kayseri’de işi yapıyorum şu anda. Enerji sektörüyle ilgili birtakım yatırımlarımız var Kayseri’de. Geri dönüş gibi oldu bir şekilde. Kayseri ailesi tutucu ailedir. Kayserili milliyetçidir. Kayseri halkı kendisiyle barışıktır. Kayseri hem sosyal yönden hem ticarî yönden hep fayda getiren bir ildir. Misafirperverdir Kayserili. Kayseri bugün kalkınmada en ileri gelen şehirlerimizden bir tanesi. Eskiden Antep’ti, Konya’ydı, hepsini geçti ve şu anda bir numarada Kayseri. Aynı zamanda çok da göç alıyor Kayseri, bu yüzden nüfusu da bayağı artıyor. Hele o organize sanayideki tesisleri görünce insanların içi açılıyor. Kayseri’de üniversite sayısı beşe çıktı. Bunlardan bir tanesi de Abdullah Gül Üniversitesi. Ben Abdullah Gül Üniversitesi’nde mütevelli heyetindeyim. Temelleri atıldı, belli bir yere geliyor zaten. Çok teşekkür ederiz bize zaman ayırdığınız için. Ben teşekkür ediyorum. Yüksel KALKAN Kayseri’nin sevilen son eşkıyası Bozahmet’in Osman 1897 yılında Kayseri’de doğar. 1934 yılında Karahisar’da arazi yüzünden bir kişiyi vurarak kaçan Bozahmet’in Osman, bir şikâyet üzerine yakalanır, kısa süre Kayseri Cinlioğlu Konak Hapishanesinde kalır, daha sonra Malatya Cezaevine gönderilir. 1935 yılında Develili bir jandarmanın yardımıyla Malatya Cezaevinden kaçarak Erciyes eteklerindeki Yılanlı Dağ’ı mesken tutar. Şehrin son efesi olan bu yiğit, dağlarda gezmesinden dolayı ‘eşkıya’ diye anılır. Yılanlı Dağ’da on yıl boyunca jandarma ile âdeta köşe kapmaca oynar, birkaç kez yaralanır, jandarma çemberini yarar fakat askere tek kurşun bile sıkmaz. O yıllarda dağlarda birçok eşkıya barınmaktadır. Bu düzenbaz, sahte eşkıyaların korkulu rüyası olan yürekli, sarışın Osman, 1920 yılında Kuva-i Milliyeci olarak Fransızlar ve Ermenilere karşı gönüllü iki yüz kişiyle birlikte Adana Hacın savaşına katılmıştır. Ağalık düzenine başkaldıran bu son eşkıya zengin ağalardan alıp fakir fukaraya dağıtır, bekâr gençlerin evlenmelerine yardımcı olur. Kayseri halkı kapılarını her zaman Osman’a açmış, onu bağrına basmıştır. Geçimini sağlamak için birilerinden para istemek yerine Halep ve Antep taraflarından kaçak mal getirip ilçelere, köylerde satmış; çevre köylerde koyun ortakçılığı etmiştir. Kaçak mal getirmek için Halep’e gittiğinde bir Türk kahvehanesinde işgalci Fransız subayın Türk bayrağını duvardan indirip atmasına sinirlenen Osman, bu subayı bir tokatla yere serer, boynunu keser. Yılanlı Dağ’da bulunan Kardeş Kaya, Minare Kaya, Kazan Kaya, Ak Evler, İnecik, Demirci Yazısı, Seygalan, Taşlı Burun, Gölgeli Kaya’nın son efesinin yoldaşı at, oyuncağı tüfek olur. O eğilmez bir baş, bükülmez çelikten bir demir, bozkırın yalnız efesi Bozahmet’tin Osman’dır. Kıratıyla rüzgârlarla yarış eden iyi bir süvari, attığını vuran yiğit yürekli, çelik bilekli bir civandır Bozahmet’in Osman… Soğuk algınlığı neticesinde 1945 yılında, 48 yaşında, Kayseri’nin Çifteönü semti, Karaimam Mahallesinde 34 numaralı evinde vefat eder. Kalabalık bir cemaat tarafından şehir mezarlığına defnedilir. Çok sevdiği eşi Nimet Hanım onun ölümü üzerine ”Ağla Nimet ağla Osman deyi” ağıtını yakar. Bu ağıt şehir düğünlerinde 1970 yılına kadar okunur. Akşam oturmalarında uzun yıllar Bozahmet’in Osman’ın hikâyeleri anlatılır durur. Yılanlı Dağ’ın son eşkıyası Bozahmet’in Osman maya başlamıştı. Yavaş yavaş Yılanlı Dağ’ın zirvelerinde kendisini hissettiriyor, dağa yansıyan güneşin renkli ışıkları halı deseni gibi kayalara vurmaya başlıyor, nemli hava sabah seherinin rüzgârıyla beraber hem karşıdan esiyor, hem de üstten vuruyordu. Günün ilk ışıkları ile birlikte rüyalarından uyanan kuşlar ötüşmeye başladılar. Yaz günü geceler kısa olduğundan hava erken ağarıyordu. İnsanlar birbirilerini görür olmuş, vadi güneşin doğmasıyla birlikte usta bir ressamın fırçasından çıkan tablo misali, alımlı, bin bir renk motifleri ile etrafa ışıklarını saçmaya başlamıştı. Yılanlı Dağ’ın tepesinde güneşin vurmasıyla oluşan renk cümbüşü, ebemkuşağı ışıltıları parlar olmuştu. Virane eve teklifsiz girerek ortalığa ölüm sessizliği getiren gece serinliği utanarak kaçıp gitmek zorunda kalmıştı. Yeryüzü canlanmıştı. Börtü böcek adeta hayata tutunmak, mutlu olmak için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı. Kuşların sesi daha da artarak, yeşil yaprak dalları, “hu!” çekercesine sallanmaya başladı. Üzüm asması yapraklarının rengi bir başka gizemli görünüyordu. Ağaç dallarına konan kuşlar seslerini duyurmak için yarışa giriyor, sevinçlerinden birbirilerine kur yapıyorlardı. Kayalardan kayalara üst üste gelip yarış eden sığırcık kuşlarının ayaklarını karınlarına çekip ok gibi süzülerek uçmaları, dağların yiğit efsanesi Efe Osman’ın yüksek tepelerde olduğunu söylüyor, kendilerini emniyette hissediyorlardı. Akşam sabah ağzından duayı eksik etmeyen Osman, atının üstünde yol alırken namazını kılıyordu. Nurkülekçi soyundan Ali Hoca Efendi, Osman’ın namını duymuş hayran kalmış yanına çağırtmıştı. Osman’a, “Şehrimizde kimsenin namusuna kem gözle bakmayan yiğitsin. Fakir fukaraya yardım etmeye devam et, seni tehlikeden koruyan bir dua yazdım. Bunu üzerinden eksik etme.” demiş, o da hayatı boyunca duayı üzerinden eksik etmemiş. Elbisesinde kurşun geçirmez efsunlu hamaylı duasıyla atılan kurşunlara aman dememiş. Yılanlı Dağ’ın efesi Osman, Malatya cezaevinden kaçıp dağlara çıkalı kaç sene olmuştu, kendisi de bilmiyordu. Bol oksijenli temiz havadan dolayı o gün yine sabah kuşların sesi ile uyandı, Sabah namazını kıldı, bir süre tabiatı izledi. Dağdan dağa esen temiz havayı ciğerlerine doğru çekti. Erken kalkmak Osman’ı zindeleştiriyordu. Yuva kurmak için kendisi ile evlenen çok sevdiği yüreğindeki eşi Nimet, ikinci eşi Leyla, yeğeni ve akrabaları aklına geldi. Dağlarda yalnız yaşamak zordu. Jandarma kolluk kuvvetleri ile bazen çatışma oluyor, bazen aralarında kıratının üzerinde kovalamaca oynuyordu. Osman kışları Erciyes eteklerinde, Tomarza, Sarız, İncesu, Tahirinli, Yuvalı, Kuşçu, Kızık, Kulpak, Şıhşaban, Karpuzsekisi, Kızılören, Gelbula, Elmalı, Dokuzpınar ve Sakar’a gider, buralarda hatırı sayılır dostlarına konuk oluyordu… Nimet Hanım’ın kocası Osman’a yazdığı ağıt AĞLA NİMET AĞLA OSMAN DEYİ Evimizi sorarsan sokunun başı Yeni tıraş olmuş parlıyor kaşı Üstümüzde dönen ayrılık kuşu Ağla Nimet ağla Osman’ım deyi Yaptırdım odayı oturamadım Göverttim bostanı yetiremedim Bir Sabit’e gelin getiremedim Ağla Nimet ağla Osman deyi Dağların serdarı aslanım deyi Verin fotoğrafım Sabit de baksın Ela gözlerinden kanlı yaş döksün Dayım geliyor diye yoluma baksın Düştüm bir şıvgına yol belli değil Ellerim kelepçe gün belli değil Kapımıza geldim kapı kilitli Yılanlı dibinden jandarma söktü Sabit ela gözlerinden kanlı yaş döktü Ağla Nimet ağla Osman’ım deyi Dağların serdarı aslanım deyi Bozahmet’in Osman’ın hikâyesinden… Güneş, Erciyes Dağı’nın zirvesine al kızıl renklerini sıvamaya başlayıp, kundakta kaygısızca yatan şirin bir bebeğin kundağını şefkatle yumuşak hareketlerle okşaYeni Ufuklar 37 MAKALE MAKALE Mustafa AKSOY * Sultan Nevruz günü canlar uyanır Hal ehli olanlar nura boyanır Muhip olan bu gün ceme dolanır Himmeti erince Nevruz Sultan’ın (Pir Sultan) *Yrd. Doç. Dr. / Marmara Üniversitesi 38 Yeni Ufuklar Asya’dan Avrupa’ya “Nevruz”, yıl başı, yeni gün ve bahar, anlamlarıyla Türkiye, İran, Orta Doğu ve Asya’yı çağrıştıran bir kavramdır. Türk ve Fars dil grupları tarafından kutlanılan bayram Kazak inançlarına göre Kuzu yıldızının görünmesinden bir gün sonra yani 21 Mart’ta kutlanır. Türk ve Fars kültür coğrafyasında bayram olarak kutlanılan “nevruz” 2010 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun gündemine girdi ve 21 Mart gününü uluslararası nevruz günü olarak kabul etti. Farslara göre Nevruz, İran’ın tüm sosyal kesimleri arasında en eski zamanlardan beri günümüze dek çeşitli şekillerde kutlanan bir gelenektir. Farsların İslam dinini benimsemeleri ile birlikte eski gelenek Nevruz, apayrı bir manevi ve ruhani bir havaya büründü ve İranlı kimliğini korumanın yanı sıra İslami değerlerle de süslenmiştir. Nevruz bayramı eskiden beri İran’ın yanı sıra, Hindistan, Orta Asya, Ortadoğu, Kafkasya, Balkanlar, Karadeniz bölgesi gibi yerlerde kutlanan bahar bayramıdır. Ayrıca Almanlarda da Gün- dönüm Bayramı (Sonnenwendefeier) diye bilinen, Cermenlerin Hristiyanlık öncesi kültürlerine dayanan, bahardan yaza geçerken kutlanan bir bayramları vardır. Eski Türkler, ilkbahar ve güz aylarında Hunlardan beri bayram kutlarlardı. Türklerin bu bayramları, “menşei bakımından tabiatın dirilmesi şerefine yapılan cihanşümul ayinlerdendir”. “İlkbahar bayramı”na “örüs sara” (sürüleri otlatmaya çıkarma ayı) bayramı denir ve 9 Mayıs’ta yapılırdı. Yine Hristiyan âleminden Rusya’da Petro tarafından çıkarılan bir kanuna kadar ocak ayı sıradan bir ay olup, kiliseye göre yeni yıl 1 Mart’ta başlıyormuş. Musevilere göre de yeni yılın başlangıcı Nisan ayıdır. Nevruz kavramının bu görünümünden başka bir de mitolojik ve folklorik özelliği vardır. Folklorik ve mitolojik unsurların rastgele ortaya çıkmadığı, bu nedenle de, keyfiyete göre değil; belirli metodik anlayış ve kurallara göre ele alınması gerektiğini hatırlatarak, konu ile alakalı bazı görüşleri, aşağıda kültür sosyolojisi çerçevesinde analiz etmeye çalışacağız. Nedense nevruz konusu, bahar bayramı olarak Türkiye’de yazılı basında, genelde iki açıdan ele alınmaktadır: -Yazarların ve araştırıcıların kendi ideolojik anlayışlarına göre ele alınmakta. -Dinî anlayışı Alevilik-Bektaşilik olanlar (Bazı Sünni olanlar da bu görüşü savunmaktadırlar) tarafından ele alınmakta. Oysa nevruzun bir de bahar bayramı açısından ele alınması gerekir. Çünkü nevruz her şeyden önce baharlar ve toprakla ilgilidir. Nevruz’un dinî temelleri konusundaki tartışmalarda en çok göze çarpan husus bu bayramın Nevruz’un bir daha çok “Kürt” bayramı Alevilerce, olduğunu ifade hatta bizim edenler metodik sahada hataları daha derlediğida çoğaltarak miz bilgilere sergilemektedirler. göre, Alevi bayramı Bu görüşü olarak kutsavunanların lanmasıdır. temel dayanağını Alevilerce Firdevsi’nin nevruz “Şehname” adlı günü yani eserinin birinci Perşembeyi cildindeki ifadeler Cumaya oluşturmaktadır bağlayan gece yapılan cemden başka nevruz hangi güne denk geliyorsa o gün özel olarak “Nevruz cemi” yapılır. Yukarda ifade edildiği gibi, nevruz bahar bayramı olarak çeşitli topluluklar tarafından kutlanmaktadır. Fakat her sosyal grup, nevruzun muhtevasını farklı belirlemektedir. Meşhur tarihçi ve edebiyatçımız Köprülü’nün yıllar önce yazdığı bir makalesinde konuyla ilgili şu bilgiler verilmektedir: “Nevruz’un millî bayram addedilerek tes’idi, şüphesiz, eski İran ari annelerindendir. Mu’ahharan, İslamiyet’in İran’da intişar ve tekarrüründen sonra bu ananenin devamı ise, galiba “Şiilik” sayesinde olmuştur. Bugün yalnız İranlılar değil Şii mezhebindeki Türkler de “nevruz”u “bayram” addetmektedirler” . Bütün bu ifadeler sahada derlediğimiz görüşleri doğrular niteliktedir. Çünkü nevruz Zerdüşt dini ile ilgili bir bahar ve yılbaşı bayramı olup, İranlıların tesir sahasına giren sosyal gruplar tarafından yeni yorumlarla kutlanmaktadır. İran Şiiliği’nin Bektaşilik-Alevilik anlayışına kısmen tesirinden dolayı da bu sosyal gruplarda nevruz daha canlı kutlanmaktadır. Süheyl Ünver de nevruz konusunda şöyle der: “Nevruz yeni gün demektir. En doğrusu Şark’ta gece ile gündüzün bir yani on ikişer saat olduğu anın tesbitiyle başlıyan itibari bir yeni zaman... Nevruz, beş bin yıl şark dünyasınca malum. Menşei de Orta Asya, Orta Asya Türklüğünün bayramı çünkü dünya bugün kurulmuş, senenin birinci günü. Şimdi yalnız İran’da resmî ve millî bayram. İran kültürü tesiriyle bize de gelmiş. Orası malum ya Şii’dir. Her nedense bu iki mezhebin aynı günde Millî Bayramı olmamış. Bu ifadelerde cevaplandırılması gereken soruların başında, nasıl olmuş da nevruz, Türkler’den İranlılara, onlardan da tekrar Türklere geçmiş? Bilgilerimize göre böyle bir sosyo-kültürel hareketliliği ya da yayılmayı ifade eden kültür teorisine sahip değiliz.” Osman Turan, ise Türklerde yılbaşının Ocak-Şubat arasında olması gerektiğini belirterek Çin kaynaklarına göre “... her yıl asilzadeler ataların çıktıkları mağaraya gidip tasdik merasimi yapıyorlardı; bundan başka halk, yılın beşinci ayın yirmisinde aynı dağa, Ötüken’e giderek Semanın ruhuna ibadet Yeni Ufuklar 39 MAKALE MAKALE ediyorlardı denilmektedir” der. ...Bir başka hata da Bahaeddin Ögel’e göre de Türklerin nevruz ile mihrigan bayramlarının aralarındaki yedi aylık farka rağmen karıştırılmış olmasıdır. En büyük yanlışlık ise Dahhak ile nevruz arasında ilişki kurmaktır. 40 Yeni Ufuklar yılbaşı baharla birlikte başlar ve “Çin tarihçilerine göre Hunlar ile Göktürkler, yılın beşinci ayında büyük bir bayram yaparlardı. Çin takviminin beşinci ayı, aşağı yukarı bizim mayıs ayımızı karşılardı. Bu da bize, nazaran baharın daha geç geldiği Orta Asya için, bir “bahar bayramı” sayılırdı” Ayrıca Ögel’e göre “Büyük Hun” devletinde üç büyük bayram vardı. Bunlar sırasıyla “Yeni Yıl bayramı”, “İlkbahar bayramı” ve “Güz bayramı”dır. Mehmet Niyazi de De Groot’un 1921’de yayınlanan “Die Hunnen der Worsehrifthehenzeit” adli eserine atfen bu görüşe katılır. Diğer taraftan Mehmet Niyazi ye göre, Hunlar’da yılın ilk ayı “ocak” ayıdır. Hunlar, diğer yandan “Ocak, Mayıs ve Eylül” aylarında olmak üzere yılda üç defa büyük “kurultay-kengeş” yaparlardı. Ögel de Çin kaynaklarına atfen, eski Türklerin Ergenekon’dan çıkış bayramını “Mayıs” ayında kutlandıklarını yazar. Kısaca her kavimde olduğu gibi, Türkler’de de yaratılış efsanesi ya da yılbaşı saydıkları önemli gün ve ayları olabilir-olması gerekir ve bunlar başka kavimlerin bayram günlerine de denk gelebilir. Fakat hiç kimse bu benzerlikten hareketle kaynaklarının aynı olduğunu söyleyemez. Ayrıca yukarıdaki bölümlerde de ifade ettiğimiz gibi Abdurrahman Güzel de Nevruz’un İran kaynaklı olduğunu belirterek, Türkler’de nevruzla ilgili doğrudan bir kaynağın olmadığını ifade etmiştir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Köprülü de nevruzun Şii kaynaklı olduğunu kabul eder. Ayrıca Köprülü, bu konuyla ilgili Nizam’ülMülk’ün “Siyasetname” adlı eserinde ve İmamı Gazali’nin “Nasihatû’l- Mülük”ünde, Sasaniler zamanındaki nevruz âdetleri hakkında bilgiler olduğunu belirtir. Nevruz’un bir “Kürt” bayramı olduğunu ifade edenler metodik hataları daha da çoğaltarak sergilemektedirler. Bu görüşü savunanların temel dayanağını Firdevsi’nin “Şehname” adlı eserinin birinci cildindeki ifadeler oluşturmaktadır Şehname’de: “Her taraftan bir padişah, her yerden ileri gelen bir adam çıktı ve asker toplayıp savaşa hazırlanarak, Cemşid’e karşı düşmanlık gösterdi. Askerler birer birer İran’dan çıktılar ve Arapların memleketine doğru yol almağa başladılar. Orada, ejderha yapılı büyük bir padişah olduğunu haber almışlardı. Kendilerine bir padişah arayan bütün İran süvarileri hep birden Dahhak’a gittiler. Onu padişahlıkla övdüler ve İran’a padişah olarak kabul ettiler. Bunun üzerine bu ejderha yapılı padişah rüzgâr suretiyle geldi. İran’da saltanat tacını başına koydu... Dahhak, saltanat tahtına oturduktan sonra, bin yıl padişahlık etti. Bütün dünya onun idaresi atına girdi... Her gece, ister halktan veya isterse yiğitler soyundan olsun, iki delikanlıyı aşçı, padişahın sarayına götürür ve bunlarla onun derdine derman bulmak isterdi. Bunları öldürür, beyinlerini çıkarır, yılanlara yiyecek yapardı. (Padişahın soyundan-memleketinden olan iki insan en azından iki insandan biri kurtarmak amacıyla saraya aşçı olarak girerler ve)... Bir koyunun beynini çıkarıp, öldürdükleri gencin beyni ile karıştırdılar. Ötekinin canını bağışlayarak ona, ‘git, bir yerde gizlen, canını kurtar! Mamur şehirlerde yaşama. Bundan sonra senin yaşayacağın yer, dağlar ve ovalardır’ dediler... Bu suretle, her ay otuz genç canlarını kurtarıyorlardı. Zamanla kimin nesi oldukları belirsiz olan bu gençlerin sayısı iki yüzü buldu... İşte bugünkü Kürt kavminin aslı bunlardan türemiştir ki, bunlar mamur şehir nedir bilmezler. Bunların evleri, çöllerde kurulmuş çadırlardan ibarettir. Kalplerinde hiç Tanrı korkusu yoktur”. Bir gün Dahhak halkı toplayarak kendisinin adalet hususunda kusur etmediğini halka anlatarak onların da kendisini onaylamasını ister, bu esnada halk arasından biri “Padişahım ben adalet isteyen Gave’yim!... Benim dünyada on sekiz oğlum vardı. Bu on sekizinden şimdi ancak bir teki kaldı” diyerek padişahtan adalet ister ve padişahtan korkusunun olmadığını ve adalet anlayışını onaylamadığını söyleyerek kızgın şekilde padişahın huzurundan ayrılır, bu esnada halk etrafını sarar. O da “mor, kırmızı, sarı” renklerden olan demirci önlüğünü mızrağına geçirerek halkı Feridun etrafında toplanmaya çağırır. Diğer yandan Dahhak’ın yenilmesiyle kutlanan bayramla nevruz bayramının hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü “Mihrimah bayramı” Feridun’un tahta geçtiği gün iken, nevruz aşağıda da ifade edeceğimiz gibi Cemşid’in tahta geçtiği gündür. Mihrimah, Eylül’ün 16-21, nevruz ise Mart’ın 21–24’ü arasında kutlanır. Mihrimah bayramının nevruz’dan farklı olduğunu ve nevruz’un Dahhak’la ilgisinin olmadığını İslam Ansiklopedisi’nde yazdığı “Mihr” maddesinde Plessner de ifade etmiştir. Kısaca “nevruz” ile Dahhak ve demirci Kava olayı arasında bir ilişki yoktur. Bu ilişkisizlik hem zaman, hem mekân, hem de dinî açıdandır. Mesela zaman açısından Cemşid, Dahhak’tan çok önce yaşamıştır, mekân açısından da Cemşid Azerbaycan’da tahta çıkmış. Dahhak ise Beytülmukaddes’de (Kudüs) yakalanarak ölüme terk edilmiştir. Din açısından da Dahhak dönemi, İslam sonrasını, Cemşid’in dönemi ise İslam öncesi ifade eder. Şerefname’de Nevruz: Bu konuda bazen kaynak gösterilen “Şerefname”deki bilgiler de “Şehname”ye dayanmaktadır. Yukarıda ifade edildiği gibi bir başka hata da nevruz ile mihrigan bayramlarının aralarındaki yedi aylık farka rağmen karıştırılmış olmasıdır. En büyük yanlışlık ise Dahhak ile nevruz arasında ilişki kurmaktır. Yukarıda değinildiği gibi, Dahhak’ın nevruzla hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla nevruzun menşeini Zerdüşlük ile Cemşid olayının dışında aramak tamamen ilmî anlayışın dışına çıkmak demektir. Sonuç olarak, nevruzun tarihî, mitolojik ve folklorik özelliğinden dolayı bu kavramlar dikkate alınmadan nevruz hakkında sağlıklı bilgiler ifade etmek, önemli ölçüde mümkün değildir. Ayrıca konu bilimler arası bir anlayışla, karşılaştırmalı olarak değerlendirilmediği takdirde, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da siyasal zeminde tartışılmaya devam edecektir. Yeni Ufuklar 41 MAKALE MAKALE Sultan Nevruz Kudret ALTUN* Baharın müjdecisi Nevruzumuzu askerlerimizin inşa ettiği Türk çeşmesi ve parkında kar taneleri atıştırırken kutluyoruz. Asıl akşama doğru gideceğimiz ‘Sultan Nevruz’da aklım; diğer taraftan yaşayan bir Osmanlı tekkesinin nasıl bir yer olduğu merakı içindeyim… *Dr. / Bosna-Hersek Zenica Üniversitesi 42 Yeni Ufuklar ‘Bu Salı Kaçuni’de Sultan Nevruz için bir tören var hocam, siz Osmanlı Edebiyatı ve Osmanlı Türkçesi hocası, ben Divan Edebiyatı hocası olarak öğrencilerimizi götürelim mi? Bir Osmanlı tekkesi görsünler öğrencilerimiz’ Konuşan meslektaşıma şaşkınlıkla bakarken Sultan ve Nevruz kelimelerini birleştirmeye çalışıyordum; acaba yanlış mı anlamıştım burada Osmanlı medeniyetinin büyüyemeyen çocuğu, Bosna’da Nevruz mu kutlanıyordu, başındaki Sultan ile ilgi nasıl kurulabiliyordu? Bunu anlamaya çalışırken Amina Hanım tekrar konuşmaya devam ediyordu: ‘Otobüs için Tika’dan ya da buradaki şirketlerden yardım isteriz, olmazsa hallederiz birlikte ama Sultan Nevruzu görmek gerek, senede bir kez geliyor ne de olsa’ diyerek, sevimli kahkahalarından birini koyuverdi. Tamam yanlış anlamamıştım gün yüzünü, gülleri, reyhanları tedai ettiren, gözümün önünde taze çiçekler açtıran iki kelimeyi birlikte kullanmıştı. Sultan Nevruz… Ne de güzel birbirlerine yakışıyorlardı. Birisi medeniyetimin, birisi tarihi- min kültürümün yadigârı. Heyhat ki Türk kültürünün devamı bu asude bayramımız, Nevruzumuz sevgili vatanımda, Türkiye’mde, art niyetle layık olmadığımız kavramlara alet edilmeye çalışılırken; burada Sultan sözcüğü ile âdeta nişanlanıyordu. Ne de güzel yaraşıyorlardı hakikaten. Ferahfeza bir rüzgâr yüreğimdeki ağırlığı alıverdi, anları ve mekânları bir atın terkisinde aşarak yıllardır incinen yüreğimi onarıverdi birden: Aynalarda kalsa da vazgeçilmez güzelliğin Sen de bir gün elbet ferâhfezâ’yı seveceksin İçinde yorgunluk bulutları belki biraz da kin Pişmanlıkların dumanıyla kararmış olsa da için Sen de bir gün elbet ferâhfezâ’yı seveceksin “Tabii mutlaka yapalım” dedim, Zeybekler gibi hayalimde diz vurup dimdik ayağa kalkan bu iki mutena kelimeyi yıllardır kullanıyormuşçasına Sultan Nevruz’u kutlamalıyız öğrencilerimizle, hocam ne gerekiyorsa yapalım. Günlerden pazartesi, aylardan Mart 21, yıllardan 2007, Osmanlının yetimi Bosna-Hersek; Türkiye’nin büyük emeklerle kurmaya çalıştığı Türkoloji projesinin bir parçası olan Zenica Türkoloji bölümünün öğretim üyesi olarak bulunduğum Bosna-Hersek’te olağan dışı bir gün olacak, belli. Bindiğim taksiciye neden yolu uzattığını sorduğumda etrafı göstererek ‘Çimburiyada’ diyor, anlamadığımı anlayınca da içinde ‘Çimburayada’ olan bir sürü cümle sıralıyor ve sonunda bağırıyor: ‘Çimburayada’ Turska benim Türk olduğumu biliyor ama hâlâ anlayamıyorum. Derse giriyorum, öğrenciler ders düzeninde değil, zaten rahat olan tavırları iyice rahatlamış. ‘Hocam ders yok gidiyoruz Türk Parkına.’ İçimden şimdi bir ders yapalım da kararı siz mi veriyorsunuz görelim demeye kalmıyor birisi hocam ‘Çimburayada’ Nevruz bugün Türk Bayramı, askerler davet etti, pilav yiyeceğiz, oynayacağız Türk parkında’ deyiverince, anlıyorum. Tabii yaaa, bugün burada bulunan Türk taburu da program yapmıştı ve biz de davetliyiz. ‘Haydı öyleyse gidiyoruz.’ Hocalarımız ve iki sınıftan ibaret öğrencilerimizle yürüyüşe geçiyoruz. Tam yürüyüşe geçmek deyimi, küçük gruplar hâlinde Türkçe ve Boşnakça şarkılar söyleyerek küçük şehrimizin parkına ulaşıyoruz. Parkta insanlar masalara oturmuş piknik yapıyorlar, askerlerimiz çadırlarını kurmuşlar, bizi görünce mutluluklarını gizlemiyorlar, siz gelmeseniz mahzun olacaktık diyor Binbaşımız, hoş geldiniz diyor, bize jest olarak da öğrencilerin sevdiği müzik parçaları çalmaya başlıyor, bir kısmı oynamaya başlarken bir kısmı da dönerli pilav kuyruğunda… Ateş biraz sonra yanacak ama işin tuhaf tarafı kar atıştırmaya başladı; benim içim sıcacık, kimse keyfimizi bozamaz artık. Avrupa’nın ortasında Nevruz kutluyoruz. Daha ne olsun, buradaki insanlar yüzyıllardır bu bayramı Türk bayramı diye kutlamaya devam ediyorlarsa artık diyecek ne kalıyor…‘Duy sesimizi Anadolu, burada da uzantıların var, burada da yansımaların var.’ Kimse cedlerimizin kültürünü, dilini yaymadığını, bırakmadığını söylemesin, Boşnak dilinde 6 bin Türkçe kelime var. Osmanlının buraya getirdiği kelimeler ve hâlâ büyük bir kısmı kullanılmakta, kökünün Arapça, Farsça olması önemli değil, buradaki insanlar bu kelimelere Türkçe demişler, Türkçe tabii, biz getirmişiz bu kelimeleri tıpkı İla-yı Kelimetullahı getirdiğimiz gibi, tıpkı gökteki yıldızın önüne hilali getirdiğimiz gibi… İki nesil önce bütün dedeler, nineler Türkçe biliyormuş; bazen Osmanlı Türkçesine ait kelimeleri kullanırken çocuklarım ‘dedem nenem kullanıyor’ bunu deyiveriyor. Yine daldınız Hocam diyor Sadık Yüzbaşı, haydi öğrencileriniz halay çekiyor, gelin siz de katılın. Düşüncelerim nerelere götürdü bilseniz Yüzbaşım, diyorum. Haydi Hocam, haydi diye bağırıyorlar uzaktan ögrencilerimiz… Ne demek hay hay; haydi arkadaşlar halaya, diyerek halkayı tamamlıyoruz. Baharın müjdecisi Nevruzumuzu askerlerimizin 1994 yılında buraya geldikten sonra inşa ettiği Türk çeşmesi ve parkının yanında kar taneleri atıştırırken kutladıktan sonra bölüme dönüyoruz.. Asıl akşama doğru gideceğimiz Sultan Nevruzda aklım, ikinci sınıfları götürüyoruz. Divan Edebiyatı ve Osmanlı Edebiyatı dersleri için de inanılmaz güzel olacak, diğer taraftan da yaşayan bir Osmanlı tekkesinin nasıl bir yer olduğunu ben de merak ediyorum... Mostar yakınlarındaki Poçiteli köyü ve Sarı Saltuk Ata’nın kurduğu Blagay tekkesini düşünüyorum. Acaba oraya benziyor mu? Orası gerçekten zamanın ve mekânın aşıldığı bir mekân, bütün Avrupalı ve Türk turistlerin ilk uğrak yeri olup Bosna’nın hâlâ gözbebeğidir. Fatih Sultan Mehmed Han’ın bu topraklara gelmesinden önce Alperenlerimiz gelip buralara inançlarından gelen ferahfezayı getirmişler, gönüller fethetmişler. Sonra da fetih doğal olarak gerekleşmiş barış ve huzurla, savaşla değil. Poçiteli köyü ve tekkesi, Buna nehrinin tam doğduğu yere inşa edilmiş. Buna nehrinin doğduğu pınardan, çağlayanlar hâlinde yanına yöresine yüzyıllarca barışı, huzuru, sevgiyi ulaştıran tekke bugün de aynı asudelikle canımıza can katıyor, tam bir gönül evi. Kaynağın tam da üstüne yapılmış gerçek bir kaynak, Göze. İste bu kaynak ileride Mostar’ın bir hilal gibi birleştirdiği Neretva ile birleşiyor. Neretva da yıllardır bize hasretiyle akmam diye bağıran Tunaya dökülüyor. 1400’lü yıllarda o zamanki imkânlarla buralara nasıl gelindi ve nasıl otağ kuruldu, aklın sınırlarını zorluyor ama gönlün değil. Yüreğin sınırları yok zira. Buna nehri burada doğuyor ve sonra Tuna’yla birleşiyor, işte tam da ideallerimiz gibi, ülkülerimiz gibi. Poçiteli Mostar’ın yakınında hâlâ mistik ve hâlâ Türk köyü… Havasıyla, suyuyla ekmeğiyle ve insanı ile… Acaba Kaçuni nasıl diye düşünüyorum. Kaçuni yasayan bir tekke, hâlâ ritüellerin icra edildiği, şeyhi olan bir tekke. Gerçi meslektaşım Amina Hanım bu tekkenin ilerisinde eski Osmanlı tekkesinin bugün müze olarak kullanıldığını, yasayan bu tekkenin de yine Osmanlıdan gelen uç beylerinin, Yeni Ufuklar 43 MAKALE MAKALE akıncıların yani geleneğin devamı olduğunu söylemişti; yine de heyecanlanmamak mümkün değil. Hâsılı Türkiye’den oldukça farklı olduğunu hissettiğim bu mistik kasabaya gitmek hepimiz için güzel bir deneyim olacak. Öğrencilere soruyorum, daha önce gittiniz mi, bana biraz fikir verebilir misiniz? Hiç birisi gitmemiş, bilemiyorlar ne yazık ki, burada da Batı rüzgârı, burada da çok etkili benım sam yeli dediğim bu rüzgâr bizim ferahfezamızı incitmiş, sökememiş köklerinden ama yapraklarını dökmüş; bu ülkede bunu daha bariz görüyorsunuz. Hiçbirisinin bir fikri yok ama bugün daha güzel giyinmişler, başörtü almışlar kızlarım yanlarına, demek ki farkındalar bazı şeylerin.. Nihayet yola revan oluyoruz, Saraybosna’dan gelen arkadaşımız Alper, otobüste yanıma geliyor ‘Hocam teşekkür ediyorum davetiniz için, düşünebiliyor musunuz bugün burada, Avrupa’da, Boşnak halkıyla Türk bayramını geleneksel olarak büyük bir doğallıkla kutluyoruz ama biz Türkiye’de nelerle uğraşıyoruz. Ya bu isme ne demeli, ‘Sultan Nevruz’ sultan ve nevruz harika, muhteşem diyerek yanımdan uzaklaşıyor Alper. Tıpkı incecikten yağan kar ve baharın gelişine sevinen bizler gibi… 44 Yeni Ufuklar Birbirine hasret gibi gorünen bu güzellik nasıl oluyor da bize sevdalı elifin süzülüşünde, sadeliğinde ve asaletinde bahar olup ıtırlarını bize kadar ulaştırabiliyor ? Elif’in uğru nakışlı Yavru balaban bakışlı Yayla çiçeği kokuşlu Kokar Elif Elif diye Elif kaşlarını çatar Gamzesi sineme batar Ak elleri kalem tutar Yazar Elif Elif diye Haklısın diyorum, demek ki Osmanlı bu eski Türk geleneğini elifler gibi buraya getirmiş ve getirmekle kalmamış, İslamla birleştirmiş ve hediye edip gitmiş. Tıpkı Gazi Hüsrev Bey Camii, tıpkı Başçarşı, tıpkı Mostar köprüsü ve sayamadığımız diğer armağanlarıyla… En güzeli de her şeye rağmen bütün etnik temizleme oyunlarına rağmen, bütün savaşlara rağmen Osmanlının bıraktığı her şey burada yaşıyor ve yaşatılıyor, inanılması güç ama hiç ara verilmeden, hiç zincirlerde kopma olmaksızın yaşıyor işte. Başçarşı’nın ve Saraybosna’nın gözbebeği, Gazi Hüsrev Bey Camii için şu hikâye anlatılır: Gazı Hüsrev Bey, II. Beyazıt Han’ın halasının oğludur. Balkanlara geldiğinde bir külliye yaptırmaya karar verir. Medresesi, kütüphanesi, kahvehanesi ve camisiyle zamanları aşacak inancını sonsuza kadar taşıyacak, ebediyet abidesi olacak bir eser, tıpkı ileride Mimar Sinan’ın yapacağı gibi… Hedefini tespit eder ve çalışmaya koyulur, bir sürü engeli asarak olmazları olur yaparak. Anadolu’dan, Rumeli’den mimarlar başlarlar çalışmaya. Ama Gazi Husrev Bey’in bir âdeti vardır. İnşaata başladığı günden itibaren cami inşasının olduğu yerde her gün sabah namazını müteakiben işçileriyle Kuran hatmine baslar ve hatim biter bitmez işe koyulurlar. Her birinin bir cüz okuyarak tamamladığı Kuran hatmini her sabah namazını müteakip tamamlamadan asker ve işçiler asla ise başlamazlar… Himmet ve gayretle yapılan hangi eser tamamlanmaz ki! Nihayet Külliye de tamamlanır. Hedefine ulaşmıştır Gazi, mutludur, şükreder, Allah’ın lütfuyla armağanını sunar Bosnalılara, külliye ve şaheser camisiyle. O cami ki sonsuza kadar dimdik duracak, ezan daima Allah’ın birliğini haykıracaktır. Gazi Husrev Bey, sonsuza kadar hatırlanacak, Saraybosna’nın gözbebeği, yüzyıllardır aynı isimle devam eden Başçarşı olacak, bu isim ve Osmanlı Çarşısı sonsuza kadar devam edecek, onun yüreği de Gazi Husrev Begova Camii’nde atacaktır. O cami ki soykırımın yapılmaya çalışıldığı günlerde, Avrupa’nın ortasında Müslüman diye yok edilmeye çalışılan bir ulusun insanlarının yanı başında, ‘Ben burayım, üzülmeyin, gevşemeyin’ diye fısıldayacak ama; lisan-ı hâl ile daima haykıracak, onlara destek verecektir. Şimdi bir vasiyeti vardır, bir isteği vardır artık Husrev Bey’in Saraybosnalılardan. Dualarla yapılan kutlamadan sonra vasiyetini dile getirir: ‘Kıyamete kadar her şart ve ahvalde bu camide ‘her gün’ en az bir kez Kuran hatim oluna, buranın ahalisinden tek isteğim budur, aksi halde hakkım helal degüldür’. Bosnalılar söz verirler Allah’ın adıyla. O gün bugündür süregelen bu gelenek devam etmektedir ve sonsuza kadar devam edeceğinden kimsenin şüphesi yoktur. Savaş yıllarında bombaların yağmur gibi yağdığı günlerde dahi, bu güzel geleneğe bir gün bile ara verilmemiştir. Onun istemediğini kimse isteyemez mucibince rivayet edilir ki bu duaların, bu vasiyetin himmetiyle savaşın devam ettiği o zor günlerde hedef o olmasına karşın bir tek kurşun, bir tek bomba isabet etmeden tertemiz, gururlu ve muhteşem güzelliğiyle dimdik ayakta durmuştur Gazi Hüsrev Bey Camii. Şimdi de bütün olanları sineye çekercesine dünyanın her yerinden gelen insanları hiç ayrım yapmadan ağırlamaya devam etmektedir, azamet ile. Yine daldınız hocam, diyor, Saraybosna’dan ferahfeza neyiyle gelen arkadaşımız Cüney’in ‘Ne düşünüyorsunuz, yoksa Kayseri’yi mi?’ sorusunu ‘Hayır, senin şehrini, Saraybosna’yı’ diye cevaplıyorum. Kaçuni’ye ulaşmak üzereyiz hocam, diyor, bu hazırlanın demekti herhalde, kar yağarken köy yollarının tadı başka oluyormuş, bir masala doğru gidiyor gibiyim, gerçek bir masal. Nihayet otobüsümüz konağa benzeyen iki buçuk katlı ve kanatlı bir evin önünde duruyor. Yapının dışarıdan görüntüsü evle konak arasında. Kapıda çocuklar karşılıyorlar bizi, merdivenlerden çıkıp yarım kat yukarıya çıkıyoruz, salon muhteşem. Hat sanatının mutena örnekleriyle bezenmiş tablolar, abartılmadan yerleştirilmiş antik eşyalar ve her anlamda temizlik ve huzur girer girmez insana tesir ediyor, âdeta her şey ışıkla beraber bizi karşılıyordu. Sağ tarafımızda bir tablo Esmaülhüsna, Fetih Suresi, edeple ilgili beyitler Türkçe. Usta bir hattatın elinden çıktığı aşikâr. Ayakta beklemeye koyuluyoruz, ancak görünürde kimse yok. Tercü- man vasıtasıyla tekkenin sorumlusunun nerede olduğunu soruyoruz. ‘Şimdi gelecek’ diyor, ‘kendisi veya yardımcısı karşılayabilirdi bizleri’ diye düşünüyorum. Ne de olsa haberli ve de okul olarak geliyorduk. Bu düşünceler içinde merdivenlerden inecek olan yaşlı, kara cübbeler içinde, sakallı, kısık gözlerle bize küçümseyerek bakan hayalimdeki şeyhi beklemeye koyuluyorum. Ne gelen ne giden var. Olsun, bu boşlukta odayı daha iyi inceliyorum, pencerelerdeki perdeler tül değil, kaneviçe işi, bembeyaz işlenmiş, sapsade bir şekilde takılmış, ileride köşede iki sedir ve kilimlerle bezenmiş köşecik, ortasındaki pirinç ya da bakır cezvesi ile kahve içmeye çağırıyordu, sağ tarafta ise mutfak gibi ama sadece cam Türk bardakların ve fincanların olduğu raflar pek şirin görünüyorlardı. Pencerenin beyaz kaneviçe perdesini araladığımda gördüğüm manzara belki de hayatta bir daha göremeyeceğimi hissedecek kadar büyüleyici. Düzenle yığınlanmış saman koçanlarının arasından horozlar öterek kaçışıyor, yerin üstünde ve altında her canlı mutlulukla hareket ediyor sanki; koskoca alanda yeşil zeminin üzerine inciler yağıyor, dinerek, dönerek hangi yere düşsem de onurlandırsam dercesine… Biraz nazlanıyorlar, sonra çimenlerin üzerine düşüyorlar inciler. Bin nazla aylardır beklenen ama bu yıl bir türlü yağmayan kar 21 Martta misafir olmaktaydı köye. Türk işi beyaz kaneviçe perdenin arkasında gerçek bir masal seyrediyorum. ‘Selamun Aleyküm’ sesini duyunca içeriye dönmek zorunda kalıyorum. Merdivenlerden 40 yaşlarında, üzerinde cübbe olmayan, gayet temiz ve sade giyimli, ışıklı bir insan bize doğru gelerek Profesoriza diyor, meslektaşım öne çıkarak, ‘Biziz efendim’ cevabını veriyor, yanına Türkçe bilen öğrencimizi de alarak hemen konuya giriyor. ‘Biz buraya öğrencilerimizi yaşayan bir tekkeyi tanımaları için getirdik, tekkenin tarihçesi, işlevleri, yukarıdaki Osmanlı müzesi, nasıl bir yol izliyorsunuz, neler yapıyorsunuz, adap ve erkânda kime bağlısınız, yukarıdaki müzenizi de görmek istiyoruz ve tekkenin sorumlusuyla da tanışmak istiyoruz yani şeyhinizle, sonra da dönerek tercümana, tercüme et oğlum diyor. İçimden keşke selam ve tanışma faslından sonra isteklerimizi söyleseydik diye düşünüyorum .Ama hoca hızlı girdi bir kere. Gülümseyerek dinleyen insanın yüzü sanki bulutlanıyor: ‘Efendim buyrunuz. Hoş geldiniz, hepsini anlatacağım, merak etmeyiniz, tekkenin sorumlusu aslında babamdır. O rahatsız olduğundan ben devam ettirmeye çalışıyorum. Sizleri yukarıdaki Osmanlı Müzesine de göndereceğim, merak buyurmayınız, ancak öğrencilerimizden ya da sizden namaz kılmak isteyenler varsa buyrun yukarıya çıkalım, ikindi vaktidir namazlarımızı kılalım’ diyor. Meslektaşım ve ben donakalıyoruz, işte yine ferahfeza rüzgârı. Başımı önüme eğiyorum, gözlerimi kimsenin görmesini istemiyorum; hem yaşla dolu olan hem de biraz utanan bakışlarımı. Konuşan zat, Yeni Ufuklar 45 SOHBET MAKALE hiç aksanı olayan İstanbul Türkçesiyle devam ediyor Hoca da şaşkınlığını gizlemek için olsa gerek Türkçeyi çok güzel konuşuyorsunuz, nerede öğrendiniz diye konuyu değiştiriveriyor. -Ben Mimar Sinan Üniversitesi Geleneksel El sanatları Bölümünü bitirdim. Şaşkınlığım iyice artıyor, içimden bu tabloların hikmeti anlaşılıyor, acaba o mu yazdı diye düşünüyorum. Ancak, hâlâ kara cübbeli şeyhi göremeyen ben, cesaretimi toplayarak, ‘Tekkenin sorumlusu şu anda siz iseniz, şeyh siz misiniz’, diye soruyorum. O gülümseyerek, ‘Hayır efendim, ben sadece ev sahibiyim, daha doğrusu hiçbir şeyin sahibi değilim, sizi ağırlıyorum’ diyor. Yine mahcup oluyorum derken gözüm bir tabloya takılıyor, tanıdık bir ses gibi mutlu ediyor beni: Bu da geçer YA HU. Sonra teker teker odaları gezmeye koyuluyoruz. Hat, ebru ve muhteşem levhalarla bezenmiş salonun ilerisinde küçük bir odaya giriyoruz; el işlemesi eski peşkirler, yazmalar, çevreler, lale ve gül desenlerinin dansettiği ipek örtülü yatağın başucuna özenle dizilmiş. Salondaki ihtişamın yerini sadelik ve asudelik alıyor, sanki gülümsüyor her şey sade ve asil, Osmanlı gibi. Bu odada uyuyan bir bahtlı olmuş mudur, diye düşünürken, misafirlerimizi bu odada ağırlıyoruz diye bir ses duyuyorum, herhalde latife ediyordur, bu odada uyunmaz, sabaha kadar seyredilir yahut şiir yazılır. Sonra eski daha doğrusu kadim haritaların olduğu oda, Hümayun-name, Ahid-name ve Fatih Sultan Mehmed’in o haşmetli portresi… Sultan Mehemmed yazılı levhalar, Osmanlı Türk sancakları, mehteran ve diğerleri. Fatih Sultan her yerde sanki, o da bugün gülümsüyor portresinde, hissediyorum, Hoş geldiniz, neden bu kadar geciktiniz diye fısıldıyor gözlerime bakarak... 46 Yeni Ufuklar Bu topraklarda kaleme alınan Sultan Fatih’in Ahidnamesi’nden yüksek sesle okumaya başlıyorum: “Ben Fatih Sultan Han, bütün dünyaya ilan ediyorum ki kendilerine bu padişah fermanı verilen Bosnalı Fransıskenler himayem altındadır ve emrediyorum: hiç kimse ne bu adı geçen insanları ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin, imparatorluğumda huzur içerisinde yaşasınlar ve bu göçmen durumuna düşen insanlar özgür ve güvenlik içerisinde yaşasınlar imparatorluğumda, kendi şehirlerine dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından ne vezirlerden veya memurlardan ne hizmetkârlarımdan ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir, hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin, veya tehlikeye atmasın; hatta bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse onlar da aynı haklara sahiptir. Bu padişah fermanını ilan ederek burada, yerlerin, göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın elçisi aziz peygamberimiz Muhammed ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki; emrime uyarak bana sadık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazılanların aksini yapmayacaktır. “ Alper, tamam sultanımız, hiddetlenmeyiniz, buyruğunuz yerine getirilecektir, diyor, kendince latife ile gülümseyerek; elimdeki emektar defterime cevap yerine şunları yazıyorum. Ey Dünya, ey Ruzigâr; İnsan hakları bildirgesinden 485, Fransız İhtilalinden 326 yıl önce bu ferman yayımlanmış bu topraklarda. Hiç kimsenin diline dinine seyahatine karışmamış Türk Hakanı, insanlar mutluymuş, hiç mi hatırı yok bunların, hiç mi hafızası yok tarihin, hiç mi vicdanı yok Batının ki burada 15 yıl önce yaptıklarını unutarak bizi, Türk milletini yapmadıklarımızla hatta düşünmediklerimizle suçluyorlar, bu mudur 21. yüzyılın adaleti, hâlâ Irak’ta kan ağlayan çocuklar var, bakınız, yüzyıllar sonra bile Osmanlı saltanatının izleri bizleri karşılıyor, sarıp sarmalıyor, gurur veriyor. Yalnız bizi değil, bütün anlayanları, anlamak isteyenleri mest ediyor… Ama nerede feraset sahibi, basiretli insanlar… Aaahh... Ey kalem, her şeye rağmen artık emin oldum ki kâinatta hiçbir emek boşa gitmiyor, hiçbir şey boşuna olmuyor, emek sevgidir ve emek yüzyıllar sonrasına temiz sular gibi akıyor. Aynı Bosna’nın nehirleri gibi, Neretva’nın Buna’ya Buna nehrinin Bosna’ya, sonra Tuna’ya; Tuna’nın da Karadeniz’e ulaşması gibi. İşte Balkanlar’da şehit olan dedelerimizin haykırışı buralarda aksini buluyor ve bencileyin garip bu topraklarda Sultan Nevruz’u buluyorum, ferahfezayı duyuyorum ve ELİF’i seviyorum. kadehler parıldardı zengin tambûrla kanundan lâleler düşerdi körfeze şâir nedîm’in ruhundan ölüme doldursa da yalnızlığı çınlamalarla zaman son gülümseme bir ömrün özeti olduğundan sen de bir gün elbet ferâhfezâ’yı seveceksin* *Şiir Attila İlhan'a aittir Saraybosna - Mart 2007 Emekli Diyanet İşleri Baş Müfettifişi Dr. Abdülkadir Sezgin Din, insan için kullanma kılavuzudur! Yeni Ufuklar Derneği’nde bir sohbet toplantısına katılan Dr. Abdülkadir Sezgin, her kelimesi bir paslı kilidi açan, ruhu dinlendiren, zihni aydınlatan konuşmasıyla gönülleri yine fethetti. Sezgin, hangi ırktan, renkten, dilden ve dinden olursa olsun dünyaya gelmiş her bir insanın Allah katında muhterem olduğunu, peygamberimizin sünneti ile bunu bize anlattığını belirterek, bir Çingene kızı olan Hz. Marya’yı peygamberimizin nikâhladığını hatırlatarak yine ezber bozdu. B ANA göre din, Allah’ın insan adıyla dünyaya gönderdiği ruh ve bedenden müteşekkil varlığın kullanma kılavuzudur. Yani aldığımız elektronik aletin yanında verilen prospektüs gibidir. Yani Allah tarafından gönderilmiş dinlerde din, ruhumuzu ve bedenimizi daha iyi, daha doğru kullanma kılavuzudur. Böyle anlayacak olursak hem ruhumuzu hem bedenimizi doğru kullanacağız. Bu bakış tarzı bize farklı ufuklar da açabilir. Dinî telakkilerimizde gittikçe bozulan, yozlaşan şahıslara, cemaatlere, tarikatlara, siyasi partilere göre bir din algılaması, bir Müslümanlık tarifinin Diyanet Denetim Elemanları ve Uzmanları Derneği Genel Başkanı Sosyolog Dr. Abdülkadir Sezgin ortaya çıktığı dönemde yaşıyoruz. Aslında bu yozlaşma kendiliğinden olmuyor. Bunu kuran ve topluma sunan birileri var. Küresel Güçler ve Din Stratejileri George Walker Bush’un Amerika Birleşik Devletleri’nin 43. başkanı olduğunda (20 Ocak 2001) düşünce ve istihbarat örgütleri bir fikir geliştirdi: Tanrı dünyayı ve insanları nasıl yönetiyorsa Amerika da öyle yönetmelidir. Çünkü dünyanın en büyük süper gücü Amerika’dır. Amerikan Başkanı bu gücün sahibidir. Bu güç de Tanrı gücü gibidir. Bunun için bir “strategy God ”Tanrı Stratejisi” geliştirdiler. Bunun fazla abartıldığı kanaatine varılmış olacak ki, biraz gevşettiler ve “strategy of Religions” Din Stratejisi”, ya da “dinler strateji”sini geliştirdiler. Yönetmek istedikleri, sömürülmek istenen kitlelerin Hıristiyan veya Museviliğe mensup olanlar değil, Müslümanlar olduklarını gördüklerinde de yeni bir tanım ortaya çıktı. “Strateji of İslam” yani İslam stratejisi. Bu strateji, İslam’ın hangi coğrafyada, ne zaman, hangi mezhep veya anlayışının kime veya kimlere karşı nasıl kullanılacağı üzerine yapılmış çalışmaları içeriyor. Ülkemizde din stratejisi, ya da İslam stratejisi üzerine yapılmış çalışmalar Yeni Ufuklar 47 SOHBET SOHBET Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e mensup bir adam, Arapça ve İngilizcenin dışında da bir dil bilmeyen biri, “Dünya Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme hakkına sahip!” diyor. göremiyoruz. Bugün savaşların devam ettiği bütün coğrafyalar Müslümanların yaşadığı coğrafya, iç karışıkların yaşandığı yerlere bakarsak; bahardı, yazdı, kıştı, sıcaktı, hepsi Müslümanların yaşadığı yerlerdir. Bu yerlerin eski Osmanlı toprakları olduğu da hatırlanmalıdır. Ve bütün tartışmalarının çıktığı, din anlayışının yozlaştırılarak karışıklıkların yaşandığı alanlar İslam coğrafyasıdır. Tam bu noktada şunu söylemek lazım: din algılamasından başlayarak, her şeyi yerli yerine oturtmak ve geçmişimize dönerek ve kendimize gelerek meseleye yeniden bakmak zorundayız. Ehl-i Kıble ve Ümmet-i Muhammed Bugün kaybettiğimiz, aramızda yaşarken unuttuğumuz birtakım tanımlar var. Eskiden “ehl-i kıble” vardı. Ehl-i Kıble’yi kâfir sayamazdık, aleyhinde konuşamazdık. Çünkü aynı kıbleye birlikte yöneliyor, aynı ibadetleri yapıyorduk. Ümmet-i Muhammed tanımı vardı, Ümmet-i Muhammed’in aleyhinde bulunulmazdı. Hepimiz “Allah’ın kulu” ve Hz. Muhammed’in “ümmeti” olduğumuzun idraki içindeydik. Şimdi artık “bizim cemaat iyi”, “sizin cemaat kötü”, “bizim tarikat iyi”, “sizin tarikat kötü”ye döndük, hatta cemaat ve tarikatlar da iç kavgalara, bölünmelere sürükleniyor. Herkesin dini –nerdeyse- kişileşti. Menfaate dayalı dinler zuhur etmeye başladı, ya da menfaate dayalı dinler çıktı, yeni Müslümanlıklar zuhur etti. Bunların kendiliğinden çıktığı kanaatinde değilim. O zaman bizim toparlanıp yeni baştan Müslümanlığa bakmamız ve yeni baştan Ümmet-i Muhammed’e ve “Ehl-i Kıble”ye dönmemiz lazım. Ehl-i Kıble içerisinde Şiimiz var, Sünnimiz var, Vehhabimiz var, başka türlü inançlara sahip olanlarımız da var. “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” demek asıl değil mi? Tevhit asıl değil mi? “Allah, kendi yolunda, yan yana, kurşunla kaynatılmış gibi” Mü’minler 48 Yeni Ufuklar olmamızı istiyor (Saf Suresi, ayet:4). Müslümanlar olarak gelin hep birlikte sadece ibadette değil, yüreklerimizde ve hayatımızda da “Kıble”ye dönelim ve “Ehl-i Kıble” olduğumuzu, hep birlikte “Ümmet-i Muhammed”e mensubiyetimizi yeni baştan ilan edelim. Basit Gibi Görünen Önemli Sorular Bütün hadis kitaplarında Ebu Zer Gıfâri hadisi diye bilinen bir hadis var. Ebu Zer Gıfâri soruyor: “-Ya Resulallah, kim cennete gidecek?” “- Lailahe illallah diyen gidecek.” “- Ya Resulallah, bir adam şu şu günahları işlese de gider mi? “- Gider.” “- Abdest almasa da gider mi, namaz kılmasa da gider mi?” “Şunları, şunları yapanlar da gider mi?” “- Gider.” En sonunda, Resulullah, buyuruyorlar ki Arapça’da “burnu sürtülesi” diye bir tabir var. (Mehmet Sofuoğlu -Allah rahmet eylesin- onu Türkçe bir tabirle hoş bir tercüme yapmış): - Ebu Zer’in aklı alsa da almasa da “Lailahe illallah” diyen cennete gider. Allahın Resulü’ne başka bir yerde soruyorlar: “- Kim cennete gidemez?” Cevap veriyor: “- Yalan söyleyen cennete gidemez.” Demek ki “Lailahe illallah” diyen ve yalan söylemeyen herkes cennete gider. Bunun Alevi olması, Kürt olması, Şii olması, Çingene olması önemli mi? - Hayır. Pertavsızı elimize alıp topluma baktığımızda, Türkiye’de üç grubu aşağıladığımız görülür: Halkımıza sorarsan, “- Kimin kestiği yenilir?” Cevap hazırdır: “-Müslüman’ın ve Ehl-i Kitab’ın kestiği yenilir.” “- Peki, kimin kestiği yenmez?” “- Kadının kestiği yenmez, Çingene’nin kestiği yenmez, Alevi’nin kestiği yenmez”. Alevi, Çingene, Kadın eşit olmuyor mu? Bu ne biçim Müslümanlık? Hani Müslüman’ın kestiği yeniliyordu? Sünni köyünde de, Alevi köyünde de aynı. Alevi’nin, Çingene’nin, Kadın’ın kestiği yenmez. Konya’dan Bir Hatıra... var. Konya’da yaşadığım hoş bir hatıram Konya’da mevsim kış iken sokağın başında, bir elinde bir tavuk, diğer elinde bir bıçakla bekleyen teyzeye rastladım. - Hayırdır ne bekliyorsun, dedim. - Bir erkek gelsin de şu tavuğu kestireyim, diye bekliyorum. - İzin verirsen ben keseyim, - Olur yavrum, dedi. Sonra yüksek bir sesle tekbir getirip, “Bismillah” diyerek hayvanı kestim. Kanı akınca da, “buyur teyze, afiyet olsun” dedim. “Çok sağ ol yavrum, eline koluna sağlık”, deyip dua etti. - Teyze beni tanıyor musun, diye sordum. - Yok yavrum, dedi. - Ben Aleviyim, dedim. Teyze, Konya ağzıyla önce bir “vıyh” diye garip bir pişmanlık sesi çıkardı ve: - Al şu tavuğu, götür de sen ye, helali hoş olsun, ben bir tavuk alır, keserim, dedi. Şimdi bu algılama doğru mu? Hıristiyan, Ehl-i kitaptır diye keserse yeniliyor, Alevi’nin kestiği yenmiyor veya kadının kestiği yenmiyor, Çingene’nin kestiği yenmiyor. - Bu doğru bir Müslümanlık mı? Kafalarda bu fikirler varken, eşitlik, kardeşlik, Hak hukuk toplumda nasıl gerçekleşebilir? Aman efendim bunlar çok teferruat şeyler, denilebilir. Necip Fazıl’ın anlattığı hoş bir şey var. Demiryollarında makasçı, en aşağıdaki memurdur. Bakandan, genel müdürden sıraladığınızda ona sırada yer bile kalmaz. Ama o bir hata yapar da, yanlış makasa yol verirse, bir değil birkaç tren birbirine çarpar ve binlerce insan ölebilir. Teferruat bazen asıldan daha önemlidir. Onun için Müslümanlığı doğru anlamak, doğru algılamak birinci işimizdir. İslam Dünyası ve Küresel Güçler Sovyetler Birliği 1990 yılı sonunda çöktüğü zaman bir tek mantar tabancasının patlamadığını herkes bilir. Öyle bir strateji uyguladılar ki, insanlar birbirlerine düştü, ekonomi çöktü ve hiçbir masraf etmeden Sovyetler Birliği dağıldı. Aynı şeyi İslam coğrafyasında yaşayan insanlara da yaşatmak istiyorlar. Ve bunu da Müslüman’ı Müslüman’a kırdırarak ve üstelik Müslümanlara fabrikalarını işletecek silahları satarak yapmak istiyorlar. Eğer Müslümanlar olarak bu oyuna gelirsek ne dünyada ne de ahirette yerimiz olur. Ben hacca gittiğimde, Diyanetçilerden ve diğer hacılardan farklı olarak Mekke’de ve Medine’de araştırma yapmak için birtakım vakıflara, derneklere, dergâhlara gittim. Bana en orijinal gelen, Mekke’de oturan 5.400 aile olarak bildirilen, Hz. Hasan ve Hüseyin’in soyundan gelen insanların aile reislerinin kurdukları bir vakıf var. Arapçası “vakfu ruesai aleviyyin”. Türkçesi “Hz. Ali Evlatları Aile Önderleri Vakfı”. Tanışmak için telefon ettiğimde, “Ehl-i beyt sevgisinin İslam kardeşliği ve İslam dünyasının güçlenmesinde rolü ne olabilir meselesini konuşmak istiyorum”, dedim. Geçen sene vefat eden Seyyid Prof. Dr. Abdullah Attas, “hay hay, ne zaman gelirseniz ben sizi misafir ederim”, dedi. “Konuşmak istediğin konu çok önemli” dedi. Ben soru sordum, o anlattı. Kendisi 70 yaşında, emekli olmuş, hukuk profesörü. Üç günlük konuşmamızın sonunda; - Şu konuşmalarımızı bir özetleyelim. Bak kardeşim, dedi, dünyada İslam ülkesi diye bir ülke yoktur. İslam dünyası diye bir şey sanal olarak var. Emperyalizm öyle güçlü ki İslam ülkeleri gibi görünen ülkelerin hepsi emperyalizme batmış görünüyor. Sadece Türkiye boynundan yukarısı, dışarıda; boynundan aşağısı batmış, onun için Türkiye’nin emperyalizmden kurtulma ve öteki Müslümanları da kurtarma şansı var. Şimdi, bir başka şey söyleyeceğim. İnsanlar hangi dilden, hangi coğrafyadan, hangi milletten olursa olsun, arkasında bir gücün var olduğunu bilmese, Müslümanlar üzerinde, emperyalizm öyle bir baskı kurmuş ki, hiç kimse bulunduğu yerde yüksek sesle ‘ben Müslüman’ım’ diyemez veya açıktan, yüksek sesle “kelime-i Tevhid” veya “Şehadet”i söyleyemez. Böyle bir gücün var olduğunu bilmesek, biz Kâbe’nin içinde bile yüksek sesle “lailahe illallah” diyemeyiz, emperyalizm bu derece etkilidir. Ben heyecanlandım. Bu güç bölgesel mi, insan mı, hayvan mı, ruhani mi, nedir bu, diye sordum. “-Tarihî ve kültürel mirasdan alınan bir güçtür”, dedi. -Adı var mı bunun, dedim. - Var, var, dedi. Ceyş-ül Etrâk.” Yani Türk Ordusu. Fakat kadere bakın, Türkiye’nin İslamcıları bunun farkında değiller”, diye ekledi. Mekke’de oturan “Ehl-i beyt”e mensup bir adam Arapça ve İngilizcenin dışında da bir dil bilmeyen biri dünya Müslümanlarının tamamı Türk ordusunun varlığına dayanarak yüksek sesle Müslüman olduğunu söyleyebilme hakkına sahip diyor. - Bundan Türkiye’de kaç kişi haberdar, bilemiyorum. Şimdi biz Müslümanlık anlayışı ve algılamamızı küçük, dar grupların tanımlarından, ekonomik, siyasi, ticari menfaatlerden uzak “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” çizgisinde, “Ümmet-i Muhammed” kavramında ve “Ehli kıble” anlayışında; yani “ben Müslüman’ım” diyen herkesi, öz kardeşimiz gibi kabul eden bir anlayışla değiştirmemiz; yanlış anlayışlarımızı düzeltmemiz lazımdır. - Niye lazım? Çünkü küresel güçler var, özellikle bizim dünyamız da, ŞiiSünni kavgası çıkartmaya elverişli hale gelmiş veya getirilmiş bir ortam var. Bu ortamın ıslahı ve İslamileştirilmesi, birliğin sağlanması gerekmiyor mu? Bu endişeyi yüreğimizde hissettiğimiz için biz dedik ki şu İranlılarla bir yol bulalım. Ve onlarla bir irtibat kura- Yeni Ufuklar Derneği Genel Merkezi’nde gerçekleştirilen sohbet toplantısında konuklar Dr. Abdulkadir Sezgin ile ayaküstü sohbetinde de bulundular. . Yeni Ufuklar 49 SOHBET SOHBET lım. Kum’da, Tahran’da bir konuşma yapalım. Onlar da gelsin İstanbul’da, Ankara’da konuşmalar yapsın. İslam kardeşliğini kuvvetlendirecek, mezheplerimizin aleyhine söylediklerimizi hatırlatmayacak şeyler söyleyelim. Bir üniversiteyle irtibat kurduk. “Aman” dediler “ne kadar hoş”. Önce bizim kendi içimizde bölünmüş Müslümanları “Ehl-i Kıble” olarak birleştirmemiz lazım. Etnik ve ideolojik kaygıları bir kenara koymadan bu nasıl sağlanabilir? Tartışmadan doğruyu bulmak mümkün değil. Onun için bir araya gelip, konuşup, tartışmalı, eteğimizdeki taşları boşaltmalıyız. Şu anda özellikle Risale’ye mensup arkadaşlarımız birkaç aydır İslam Birliği üzerine toplantılar yapıyorlar. Onlara da gittim, bir konuşma yaptım. “İslam Birliği” ile ilgili bir değerlendirme yaptım. Şimdi ondan bir özet yapmak istiyorum. İslam Birliği Hz. peygamber zamanında ihtilafsız var, Hz. Ebu Bekir zamanında var, Hz. Ömer zamanında var. Hz. Osman döneminde tartışma başlamış. Hz. Ali döneminde Müslümanlar birbirlerine kılıç çekmişler. Cennetle müjdelenmiş 10 kişinin yarısı bir tarafta, yarısı karşı tarafta olmuş. Hz. peygamberin eşi “Validemiz” Hz Aişe, Hz. Ali karşısında komutan olmuş. İslam birliği çatlamak üzereyken Allah lütfetmiş, çatlak sargıyla bağlanmış, Hz. Ali’nin şahadeti, Hz. Hasan’ın “aman fitne çıkmasın” isteği… O dönemde Müslüman milletler tek devlet; Çin hududundan Kafkasya’ya, Arabistan’a, Kuzey Afrika’ya kadar en büyük devlet. Hz. Hasan’a göre iç harp çıkarsa, bu çatlak kırılır ve İslam Birliği bozulur. Onun için Muaviye’ye “anlaşalım, senin lehine feragat edeyim”, diyor, işi Muaviye lehine bırakıyor. Ama Muaviye anlaşmaya sadık kalmıyor, anlaşma şartlarını bozuyor. İşte o tarihten itibaren İslam birliği bozuluyor. Ne zamana kadar yok, miladi 1055 tarihine kadar. Bağdat’taki Abbasi Halifesi Kaim Biemrillah’ın, Büyük Selçuklu Hakanı Tuğrul Beye mektup yazarak, “gel beni kurtar”, dediğinde Ağustos 1055’te Tuğrul Beyin Bağdat’a girişine kadar İslam birliğinden söz edilemez. Profesör Osman Turan’ın çok güzel anlattığı gibi, Tuğrul Bey, Bağdat hali- 50 Yeni Ufuklar fesini kurtarıyor ve Büveyhoğulları’nı Bağdat’tan kaçırıyor. Büveyhi Devleti sona eriyor. “Yedi iklimin, yedi cihanın Hakanı ve İslam dünyasının Halifesi unvanı” ile Halife tarafından tek yakada yedi kaftan giydiriliyor ve “Hilafetin Ortağı” ilan ediliyor. Yavuz’dan 500 yıl önce Hilafet Türklere geçiyor. İslam Birliği Tuğrul Beyle birlikte yeniden tesis olundu ve yaklaşık 900 yıl Türklerin sancaktarlığında devam etti. Osmanlı Devletinin parçalanması ile bu birlik ortadan kalktı. Türk’ten Kurtulma Projesi 20. yüzyıl projesi Amerikalı sosyolog papaz Profesör Dr. Lezrop Stutdart 1921’de Newyork’ta yayımlanmış, 1922’de Atatürk’ün, Mustafa Kemal Paşanın tavsiyesiyle, “aman bu kitabı tercüme edin, herkes bunların ne yapmak istediğini öğrensin”, tavsiyesi ile tercüme ettirilip bastırılanı “Yeni Alem-i İslam” adlı bir kitap var. Yeni harflerle neşredilmedi. Lezrop Stutdart beş yıl İslam dünyasını baştan aşağı geziyor. 20. yüzyılın İslam dünyasının nasıl teşekkül etmesi lazım geldiğini anlatıyor. Temel problem Türk’ten kurtulma problemi. Diyor ki bu sosyolog, Türkler Müslüman oluncaya kadar dünyada Yahudi, Hıristiyan-Müslüman dengesi vardı. Türk öyle bir barbar ki, öyle bir eşkıya ki, öyle bir kan görme meraklısı ki, İslam sancağını eline alır almaz Arapları, Farsları itti, batıya yöneldi. Önüne ne geliyorsa yaktı, yıktı, astı, kesti. Kan gördükçe daha çok kan görmek için uğraştı. Aslında Müslümanlığın orijinalliğini de bozdu. Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi’nin tek derdi var: Türk’ten kurtulmak. Anadolu’da, büyük çukurlar kazarak Türkler toptan imha edilmeli, bu başarılamazsa, geldikleri Tanrı Dağlarına sürülmelidir. Şu anda bazı batı gazeteleri Yunanlıların Anadolu’da zulüm yaptığını yazıyorlar. Bunlar Türklerin Anadolu’da ne yaptıklarını bilselerdi devede kulak kaldığını göreceklerdir. Yazar, “İslam’ın yaşanılabilir, hoş, makul, insana hizmet edebilen, medeniyete hizmet eden bir din olduğunu anlatıyor. Arapların Türk’ten kurtulduktan sonra bunu arayıp bulmaları çok zaman alacaktır. Merak etmesinler, Abdulvahab’ın kurduğu Vahhabilik işte Türk’ten önceki gerçek İslam’dır. Vahhabilerin devlet kurmasını biz sadece İngiliz organizasyonu zannediyorduk, meğerse arkasında Amerika da varmış. Ilımlı İslam ve Türk Kültür Coğrafyasında Mezhep Şimdi yeni dünyada da ılımlı İslam, folk İslam, … şu İslam, bu İslam gibi İslamlar zuhur ediyor ve bildiğimiz Sezgin ile sohbet konferanstan sonra Dernek salonunda devam etti... kendi dinimiz, kendi meselemiz, kendi anlayışımız dışında yeni şeyleri bize kabul ettirmek için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar. Diyanet yöneticileri yaklaşık on yıldır “İslam’ın herhangi bir mezhebine İslam” diyemeyiz, diye bir “nakarat”ı tekrarlıyorlar. Onun için bütün mezhepleri toplayıp, yeni bir şeyler yapmak veya “mezhepler üstücülük” gibi bir takım garip anlayışlarla, akademisyenler aracılığı ile “Yeni bir İslam” pazara sürmek isteyenler sokaklarda ve TVlerde sık sık görülüyorlar. Bu tür çalışmalar “leylekten kaz” veya “ördek çıkarma” amaçlıdır. Uzun gagası ve bacakları kesilince, leylekten gaz veya ördek elde edeceklerini zannedenler yanıldıklarını anlamalıdır. Öyle bir şey yapmak mümkün değil. Mezhep kurmak, biraz kabak, biraz patlıcan ve domatesle türlü yapmaya benzemiyor. Mezhepler kültürel coğrafyaya göre teşekkül etmiş, din algılaması ve uygulamasıdır. En az bin üç yüz yıllık birikimi ve tecrübe geçmişi vardır. Bütün dinler evrensel olma iddiası ile kültürel coğrafyalara göre farklı mezhepler oluşturmuşlardır. Bütün insanlığı hedef almış bütün dinlerde mezhep vardır. Mezheplerin ortaya çıkışındaki en güçlü sebep, kültürel farklılıklardır. Onun için de mezhepler kültürel coğrafyalara göre teşekkül etmiştir. İslam mezhepleri de bu farklı kültürlere mensup milletlerin İslam’ı din olarak seçmelerinden sonra ortaya çıkmıştır. Nerede bir Türk varsa, Erbil hariç, Sünni olan Türk Hanefi mezhebindendir. Şii – Caferi Olan Türkler de –genellikleAyetullah Hoyî, Ayetullah Tebrizî gibi Türk Müctehidlerin bağlısıdır. Erbil Türkmenleri çok orijinal, bilenler vardır, Şiiler Osmanlı döneminde, bunlar Şiidir İran’la ilişkisi vardır diye öğretmen oluyor, okul müdürü olamıyor. Kaymakamlıkta memur oluyor, kaymakam olamıyor, Sonunda Türkmen beyleri toplanıyorlar, “o da İslam mezhebi, bu da İslam mezhebi, gelin şu Osmanlı’nın mezhebine geçelim”, diyorlar. Fakat İstanbul’un mezhebini öğretecek kimse bulanamıyor. “Şafii Mezhebi”ne geçiyorlar. Dünyada Sünni olup Şafii olan tek Türk grubu Erbil Türkmenleridir. Bununla ilgili Doktor Rich diye bir İngiliz seyyahın İngilizce yazılmış, Osmanlıcaya da çevrilmiş hatıraları var. Orada bununla ilgili Türkmenlerin çektiği sıkıntıları anlatan olaylar da anlatılmış. Demek ki Hanefilik Türk kültür coğrafyasının ürünüdür. Hanefilik - Maturidilik Ebu Hanife “Numan bin Sabit” ile ilgili yayımlanmış, daha çok Arapçadan tercüme edilmiş pek çok kitap vardır. Ne yazık ki Diyanet İşleri Başkanlığının tercümesi dâhil, İmam-ı Azam’ı anlatırken Acem diye yazıyorlar. Acem Arapçada, Arap değil demektir. Ama Türkçede Fars demektir. Ebu Hanife Kâbil doğumludur, deyince Millet Afganistan’daki Kâbil zannediyor. Aceme de yakın. Orada Farsça da konuşuluyor. Halbuki Ebu Hanife’nin ailesi Buhara’nın bugün bulunmayan Kâbil kasabasında bir aileye mensuptur. Dedesi Zota veya Zevta, iki türlü okunuyor Arapça yazı, ipek tüccarı, Müslüman da bir Türk. Hz. Ali’nin başşehrine; İslam’ın başşehrine geliyor. Orada mağaza açıyor ve Hz. Ali döneminde, Hz. Ali ile de tanıştığı Muhammed Ebu Zehra’nın bütün kitaplarında var. Bir 21 Mart gününde gençlere para dağıtıyor. Farklı mahallelerde ateş yaktırıp “sin sin” oynatıyor”. Onlara hediyelerde, ikramlarda bulunuyor. Büyükçe bir cam kapla da sütlaç yaptırmış, Hz. Ali’ye de ikram etmiş. Hz. Ali diyor ki, -bugünkü deyimi ile söyleyeyim,- Sponsorluk yapıp gençleri oynatıyorsunuz. Kimse farkında değil ama ben meseleyi öğrendim. Bu neyin nesi, niye yaptırıyorsunuz? Zota Cavep veriyor: - Efendim bugün bizim orada Nevruz Bayramı. Yıllardır Nevruz aklıma geliyordu. Bu defa çocuklar ne olduğunu bilmezler, ama o bayram aynen burada uygularlar diye çocuklara para verdim. Kendime göre memleket havası yaşıyorum. Hz. Ali diyor ki, “bu Nevruz Bayramı dediğin şeyde bu tatlı mutlaka olur mu?” Zota, “Olur” diyor. Hz. Ali’ de: - O zaman her günümüz Nevruz olsun diyor. Zota’nın uzunca bir süre çocuğu olmamış. Bir gün gelip, “Ya İmam, senin duan kabul olur. Bana dua et de çocuğum olsun” diyor. Hakikaten Hz. Ali’nin duasından bir süre sonra İmam-ı Azam’ın babası Sabit dünyaya geliyor. Ehl-i beyt ailesi ile İmam-ı Azam ailesinin akrabalık kadar yakın ilişkisi başlıyor. İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Bakır ile, oğlu İmam-ı Cafer Sadık ile ve İmamı Cafer’in oğlu İmam-ı Zeyd ile görüşmeler yapıyor ve İmam-ı Zeyd ile de çok yakın arkadaşlık kuruyor. Abbasi idaresi Ehl-i beyt’e karşı İmam-ı Azamı kullanmak, onlar aleyhine fetvalar almak için ülke çapındaki Başmüftü yapmak istiyor. Ebu Hanife kabul etmiyor. İmam-ı Zeyd’e para gönderiyor ve “Silahımı alıp senin yanına gelip, senin yanında mücadele edemediğim için lütfen beni bağışla” diye mektup yazıyor.. Ehl-i beyt’e bu kadar yakın bir “mezhep” büyüğümüz var. İnanç mezhebimiz, yani neye inanıyoruz, niçin inanıyoruz, nasıl inanıyoruz sorularına bugüne kadar verilmiş en etkin, en doğru cevapları ondan daha iyisi vermediği için iman esasları bakımından “İmam Muhammed Maturidi’nin kurduğu kabul edilen “Maturidi” mezhebindeniz. Maturidi aslen Semerkantlı, kitaplar Semerkant’ın Maturid köyü diye yazıyor. Şimdi Maturidi Mahallesi. Sovyetler Birliği, ilk önce Maturid köyünü, Maturidi Medresesini, türbesini, her şeyi imha ediyor. Yerine Yahudi Mahallesi kuruyorlar. Özbekistan’ın Bağımsızlığından sonra, Cumhurbaşkanı İslam Kerimov’un, yaptığı ilk ve en önemli iş o mahalleyi kaldırmış olmasıdır. İslam Kerimov, Maturidi Türbesini eski yerine, daha ihtişamlı şekilde yeniden yaptırmış, medresesinin ve diğer tesislerinin de yapılacağı söyleniyor. Ben orayı ziyaret etmek saadetine nail oldum. Bütün Orta Asyalılar, hangi mezheptensin, dendiği zamanlar “Hanefiyim çünkü İmam-ı Azam Türk’tür” diyorlar. Evet, İmam-ı Azam’ın ailesi Buharalı’dır, Maturidi de Semerkantlı. Bunu niye anlatıyorum. Bizim kültürel coğrafyamızda herkes inanç bakımından Maturidi. Amel (ibadetlerin yapılışı) bakımından Hanefi mezhebindedir. Türkiye’de Çingenelerin de tamamı Müslüman’dır ve Hanefi’dir. Türkiye Alevileri, Ağrı’dan İzmir Bergama’ya, Edirne’den Hakkâri’ye kadar nerede bir Alevim diyen varsa Yeni Ufuklar 51 SOHBET SOHBET (bir kısmı bu konudaki bilgi eksikliği yüzünden bilmese de) bu iki mezhebin mensubudur, tarikat bakımından da Hacı Bektaş Veli’ye bağlıdır. Alevilik ayrı din, ayrı mezhep falan da değildir. İlahiyat Akademisyenleri Dini Ne Kadar Bilir? Bizim ilahiyatçılar da, halkımız da dini, akademisyenlerin çok iyi bildiğini zannederler. Herkes. İlahiyat profesörü olunca, -hocalardan özür diliyorum-, herkes branşında bir şeyler bilir. Yoksa her ilahiyatçı akademisyen dinin her şeyini bilmez. Buna imkân da ihtiyaç da yoktur. Biz de dinin yürütmesi ile ilgili konuların uzmanlarıyız. Uygulamacıyız. Ne yazıktır ki, dinle mezhebi ayıramayan Mezhepler Tarihi hocalarından tutun da, kendi bilimsel alanını bile yeteri kadar tanımamış bilim adamı(!) ilahiyatçı sayısının az olmadığı kanaatini taşıyoruz. Çok meşhur, herkesin bildiği bir adamdan bahsetmek istiyorum: Sarı Saltuk diye bir zat var. Sarı Saltuk ailesi Tunceli’lidir. Tunceli’de Sarı Saltuk Ocağı var, onlardan bir kol. Sarı Saltuk balkanları Müslüman eden, Balkan yerli ahalisini Müslümanlaştıran, Hanefileştiren adamdır. En az yedi yerde türbesi vardır. Bunun bağlı olduğu Tunceli’deki Sarı Saltuk ocağını inceleyen Marmara Üniversitesi mezhepler tarihinde bir mastır öğrencisinin yazdığı tez pekiyi derece ile kabul ediliyor. Çok yüksek not alan bu tezde Sarı Saltuk ocağının Şii, Caferi olduğunu, Alevi demenin Şii/Caferilik anlamına geldiğini yazıyor. Ben komisyonun kıdemli profesörünü aradım. Tezi aman çok iyidir, hoştur, Diyanet bassın, diye göndermişler. Sevgili hocam, bu nasıl oluyor, Hıristiyanlar veya İranlılar eline belge vermek için özel bir gayret mi sarf ettiniz? Tunceli’de bir adama sorsanız, “Şii misin sen”, “hangi Ayetullaha inanıyorsun” desen yedi sülalene söverler. Bunu nasıl yaparsınız? - Ya, ben okumadım tezi, falan arkadaş okudu, dedi. Böyle ilim olur mu? Yani mezhep ile tarikatı ayırt edemeyen mezhepler tarihindeki bir bilimsel çalışma, bilimsel çalışma olarak nasıl kabul edebiliriz? Her Şeyin Başı Sevgi Sevgi olmadan kaya bile yerini sev- 52 Yeni Ufuklar Herkesin bildiği bir adamdan bahsetmek istiyorum: Sarı Saltuk diye bir zat. Tunceli’de Sarı Saltuk Ocağı var, onlardan bir kol. Sarı Saltuk Balkanları Müslüman eden, Balkan yerli ahalisini Müslümanlaştıran, Hanefileştiren adamdır. En az yedi yerde türbesi vardır. miyorsa, yerinden yuvarlanır, yuvarlanan taş yosun tutmaz. Onun için insanın önce sevmeyi öğrenmesi lazım. Kuran-ı Kerim’de Ahzap Suresi 6. ayetinde, “Peygamber, mü’minlere kendi öz nefislerinden, canlarından, birbirlerinden daha yakındır, daha ileridir. Eşleri mü’minlerin anneleridir” diyor. Hem peygamberi kendi canımızdan fazla seveceğiz, hem de bütün din kardeşlerimizi, “Lailahe illallah Muhammedün Resulullah” diyen herkesi, kanı kanımızdan, canı canımızdan olan öz kardeşimiz gibi seveceğiz. Zenci olması, beyaz olması, yeşil olması, kabilesi, oymağı, etnik yapısı ne olursa olsun, şu fraksiyondan, bu mezhepten olması hiç önemli değil, Kelime-i Tevhidi demesi yeterli olmalıdır. Hz. Peygamberin eşlerinin de annelerimiz olduğunu unutmayalım. Şimdi bizim tarihimize bakalım. İlk Müslüman Türk devleti Abdülkerim Satuk Buğra Han devletinden başlayarak Karahanlılar, Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Osmanlılar ve Türkiye cumhuriyeti... Bu topraklarda çoğunluğu oluşturan, devleti kuranlar Müslümanlardır. Yukarıda sayılan bütün devletlerde Müslim çoğunluk, gayrimüslim azınlıktır. Lozan’da da Türk adı yazılmadı, Müslümanlık yazıldı. Bunu yazdıranlar başında Halife-i Müslimin bulunan, Osmanlı kültür ve medeniyetiyle yetişmiş devlet adamlarıdır. Osmanlı subaylarıydı Lozan’a katılanlar. Selçuklu’da da, Osmanlı’da da Müslim çoğunluk, gayrimüslim azınlıktı. Ben Müslüman’ım diyen Arap’ı, Kürt’ü, Bulgar’ı, Arnavut’u, Hırvat’ı, herhangi birisini ayırmamız mümkün mü? Çingene’yi ayırmamız mümkün mü, değil. Hatta Araplarda Çingene en aşağı insan sayılırdı. Size şimdi şoke olacağınız bir şey söylemek istiyorum. Krallık geleneğine göre, Mısır kralı Hz. Peygambere 8-10 tane kız köleyi, cariye olarak. hediye gönderdi, Krallık geleneğine, o günün hukukuna göre, hediye gönderilen devlet başkanı kabul ederse dost, kabul etmezse düşmandır. Onlardan birisiyle evlenirse, yeni terimle stratejik dost oluyor. Hz. peygamber de Arap, Berberi, Çingene ve başka kabilelerden gelen bu hanımlar içerisinden Çingene’yle evlendi. Hz. Marya diye bir hanımı var, Hz. peygamberin oğlu İbrahim’in annesi. Arapçası Kıpti, Türkçesi Çingene, batı dillerinde Roman’dır. Ülkemizde Türkçe olan Çingene yerine “roman” kelimesinin kullanılmasının yaygınlaştırılması bir AB projesidir. Müslüman, Türk Çingene’yi AB ülkelerindeki gibi, önce Romanlaştırmak, sonra da boyunlarına “Haç”ı takmak istiyorlar. Marya ile evlenmekle Hz. Peygamber, Araplara şunu dedi: Siz kendinizi üstün ırk, ötekileri alçak ırk gibi görüyorsunuz, bu yanlıştan kurulmanız için size bir Çingene’yi ana yaptım. Bu, Yahudi kültüründe Yahudiler üstün ırk sayılır. Yahudi olmayanlar, ötekidir. Araplarda da benzeri vardır. Kur’an’ diyor ki, “Peygamberin eşleri bütün müminlerin anasıdır”. Bunu görün, utanın ve insanlar arasında yüksek alçak ayrımı yapmayın. Bir Kur’an kursunda denetim sırasında, yaşlı hanımlar geliyor Kur’an kurslarına biliyorsunuz, 80 yaşının üstünde de hanımlar gördüm, çok hoşuma gitti, Kur’an okumaya geliyorlar, ama öğrenmeleri çok zor. Kurslarda o yaşlı hanımları seçerek konuşuyoruz, hanımın birisine dedim ki, bu dünyada torpile alıştık ya, adam kayırmaya, tanıdığa, bildiğe, günahımız da var, mahşer kurulmuş, ahiret olmuş, dedim. Şimdi sana bir şey soracağım. Sen de oradasın, birisi dedi ki, şurada peygamberimizin hanımı var, gidip ondan şefaat isteyelim. Gittiniz Hz. Marya diye bir hanıma denk geldiniz. Sana sordu:- dünyada hangi ülkede yaşadın? -Türkiye’de yaşadım, dediniz. - Neresinde? Dedi. -Falanca vilayetinde diye cevap verdiniz.. - Ha, şu benim akrabaları kovanlardan mısın? dese ne cevap vereceksin? dedim. Kadın başladı ağlamaya. Müfettiş, benim Çingeneleri sevmediğimi, eve koymadığımı birisi mi söyledi, ne olur kurban olayım, ben kendimi nasıl affettireceğim? Ya hanım dur ağlama, Allah için kendine gel, ben laf olsun diye sormak için öyle dedim. İlk gördüğün Çingene’yi evine götür, bir çay içir, Allah affeder, dedim sonunda. Biz, insanlara Hz. Marya’yı hatırlayarak insan gibi muamele edersek bir şey kaybeder miyiz? Çingene birisine, “sen peygamberimiz Hz. Muhammed’in akrabasısın, Hz. Marya’nın soyundan geliyorsun, onun için İslam ahlakıyla ahlaklanmak benden önce sana düşer”, diye saygı göstersek bir şey kaybeder miyiz? Etmeyiz. Daha çok itibar kazanırız. Bunun için insanlara “insan diye” hürmet eder, üstüne de Müslüman diye bir hürmeti daha yaparsak, baklavanın üstüne kaymak koyar gibi artırırsak kim kazanır? Yok efendim, o bizim şeyhe gelmiyor, bizim zikre katılmıyor, bizim gibi giyinmiyor dersek mi daha iyi Müslüman oluruz? Bunu anlatmak için bu konuşmaya ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bizim geleneğimizde, kültürümüzde insanı tahkir etmek, aşağılamak hatta dilinden, fakirliğinden ayırmak çok ayıp bir şey ve onu yapmayız. Bugün bir arkadaşımız çok hoş bir şey anlattı, onu tekrarlamak istiyorum. Zevk aldım dinlerken. Kayseri’nin yakın bir yerinde, buralarda eskiden yamalı elbiseler, süvarili elbiseler olduğu dönemde, ceketlerin ters çevrildiği, bir daha dikildiği, parlak görünsün, temiz görünsün denildiği dönemde mahallenin zengini de fukaralar gibi eski pantolonuna süvarilik diktirir, yani dizlerine yama yaptırır, öyle gezermiş. Bir gün çocuklar babalarına demiş ki, ya baba, bu amca niye böyle fakir fukara gibi geziyor? - Oğlum, mahallede bir tek zengin o, insanlar gıpta etmesin, imrenmesin, çekemezlik doğmasın diye ben de onların giyindiği gibi giymek istiyorum, diyor. Onlarla beraber görünmenin bana Hz. Peygamberin gönderilme sebebi ahlâk, şu anda en önemli problemimiz de ahlâk. Yalan söylemeyen önder şahsiyetlere ihtiyacımız var. Çok namaz kılan insanımız var, çok oruç tutanımız var, çok hafızlarımız var, ama yalan söylemeyen ve hak yemeyen adam sıkıntımız var. ne zararı var? Bununla gelmek istediğim nokta ahlak meselesi. Hz peygamber, ya da peygamberlerin hiçbirisi insanlara namaz öğretmek için gelmemiştir, Ahlak öğretmek için geldiler. Peygamberimiz, “ben ahlâk-ı kemâli yani ahlâki olgunluğu tamamlamak için gönderildim,” diyor. Hz. Peygamberin gönderilme sebebi ahlâk, şu anda en önemli problemimiz de ahlâk. Yalan söylemeyen önder şahsiyetlere ihtiyacımız var. Çok namaz kılan insanımız var, çok oruç tutanımız var, çok dua okuyanımız, çok Kur’an okuyanımız, çok hafızlarımız var, ama yalan söylemeyen ve hak yemeyen adam sıkıntımız var. Asıl problem bu. Başkasının Emeği ve Alın Terini Yemeyen Adam Şimdi bu konuda bir Kızılbaş hikâyesi anlatmak istiyorum. Gerçek hikâye. Eski bir Diyanet İşleri Başkanı tarafından bana, hacca misafir olarak götürülmek üzere birkaç Alevi vatandaşı davet etmem rica edildi. Ben de Hacıbektaş’a gittim, bir zatı ailesiyle birlikte hacca davet ettim, kendisinden izin almadığım için adını söyleyemiyorum. Dedi ki, “bir dakika, tamam hacca davet ettin de sen bizim evimize, ailemize babamın zamanında da gidip geldin, geleneğimizi, göreneğimizi biliyorsun, önce bir hatırlatma yapıp, peşinden bir soru sormak istiyorum”, dedi. - Biz, çocuklarımız büyüyüp 13-14 yaşına geldiğinde çağırıp deriz ki, evlat, bütün Müslümanlara haram olanlar bize de haramdır, ancak biz seyidiz, peygamber soyundan geliyoruz. Müslümanlara haram olanların bir kısmı bize özellikle haramdır, onun için artık sen çocukluktan çıktın, bundan sonra elinin emeği, alnının teri olmayan hiçbir şeyi yemek sana helal değildir. Hayatın boyunca iyi gününde de kötü gününde de unutmayacaksın, elinin emeği, alnının teri olmayan hiçbir şeyi yemeyeceksin, şimdi soruma geliyorum, dedi. - Muhterem Diyanet İşleri Başkanı’nın davetini kabul edersek, bize harcayacağı para helal para mıdır? Dilim damağım kurudu, şoke oldum. Çünkü böyle bir soruyu hiç kimse sormamış, hiç kimse duymamış. Eski başkanlar, bakanlar, yeni bakanlar, Danıştay üyeleri, Yargıtay üyeleri, Sayıştaycılar, bir sürü zevat, bürokrat, aristokrat, siyasetçi davetli kontenjanıyla hacca gitmiş. Hatta bir kısmına da bol miktarda hediyeler alıp bavullarla vermişiz. Hurması zemzemi, tespihi, takkesi vesaire hac hediyeleri... Hiç kimse, yahu bunu niye aldınız? Ben fukara bir adam değilim. Ben kendim alırım, filan da dememiş. Bir Kızılbaş, Alevi diyor ki; bu daveti kabul edersem bize harcayacağınız para helal para mıdır? Bir dakika kendimi toparlayamadım. Daha sonra dedim ki, “biz bu parayı hacca gidecek adamlardan biraz fazlaca, hem de epeyce fazlaca alıyoruz. Nereye harcayacağımızı da vatandaşa söylemiyoruz. Onun için helal olduğu kanaatinde değilim”. - Peki dedi. - Siz gittikten sonra eşimle konuşacağım, bu sene gitmeye karar verirsek bütün paralarımızı tamamıyla ödemek kaydıyla bizi misafir sayar mısınız? - Şeref duyarım, dedim. Çok mutlu olurum ve rehberliğinizi de ben yapacağım, dedim. Kısmet olmadı o sene. Daha sonra da Diyanet bir daha davet etmedi. İşte bu soruyu sormak Müslümanlıktır. Bu soruyu soran, her yediği lokmayı helal mi haram mı diye sorarak yiyen, başkasının emeği ve alın terini yemeyen adama muhtacız. Saygılar sunuyorum efendim. Yeni Ufuklar 53 RÖPORTAJ RÖPORTAJ Kardiyoloji uzmanı Prof. Dr. Fehmi Mercanoğlu: Hekimlik, değer biçilemeyen bir sanattır! Hekim, hasta, sağlık ve para münasebetleri en eski zamanlardan beri tartışılan bir konudur. Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, sağlığın bir fiyatı yoktur! İnsana tarif edilmez ıstıraplar veren hatta muhakemesini bozan şiddetli bir ağrıyı geçirmenin karşılığı nedir? Hava açlığı içinde boğulma hissinin bütün dehşetini yaşayan bir kalp veya akciğer hastasını rahatlatmanın bedeli ne olabilir? Aslında bir sanat olan hekimliğin değeri ölçülemez. Röportaj: Almıla MARAŞ H ekimlik tarihi, geleneği, ilkeleri olan bir meslek… Bir ilim alanı… Bir eğitim ve araştırma alanı… Ne olduğu, ne yaptığı ve nasıl yapıldığı bilinmeyen işler ve meslekler var. Hekimliğin itibarı, haysiyeti, şerefiyle ilgili hususlarda ciddi meseleler yaşanmaktadır. Birincisi, hekim olduğu halde tüccarlaşan meslektaşlarımız var. Kendisi işveren, işadamı ve tüccar olarak düşünmekte, davranmakta ve sanmaktadır. Bir diğer yandan, 54 Yeni Ufuklar Tıbbi teknolojide baş döndürücü gelişmelerin olduğuna dikkati çeken Prof. Dr. Fehmi Mercanoğlu, “Gelişmeler kalp hastalıklarının tedavisinde önemli “ diyor. sermaye sahipleri sağlık alanında yatırım yapmakta, hekimlere ve sağlık çalışanlarına sağlık hizmetinin ilke ve kuralları dışında davranmasını istemektedir. Buna uyan, bunun bahanesini ve mazeretini bulan meslektaşlarımız var. Buna direnmeye çalışanlar da var. Bunun en güzel örneği, var olan itibarı ve itimadı suiistimal ederek, para toplanması ve hayır işlerinin yapılmasıdır. Bunun sağlık alanındaki etkilerini görüyoruz. Bugün insanların sağlık endüstrisi ve teknolojisi kullanılarak aldatıldığını görüyoruz. Bugün teknoloji ile sağlıkları hakkında kesin karar verileceğini, hekim olmadan tetkik ve tahlillerin kendilerini sağlam ve sağlıklı tutacaklarını sanıyorlar. Bu teknolojiyi kendilerine sunanlara koşuyorlar. Ancak hekimlik ahlaktan ve hukuktan ayrılınca bambaşka bir şey oluyor. Kardiyoloji alanında bunun örnekleri çoktur. Damarlarımız ve kalbimiz ne işe yarar? Bedenimizde kalbin ve damarların vazifesi nedir? Kalbimiz ne işe yarar sorusunu bir yazara, edebiyatçıya sorarsanız size şiiriyet veya başka edebî ifadeler için ilham kaynağı olur, diyecektir. Bir mutasavvıf muhtemelen “Orası Hakk’ın nazar ettiği yerdir; her türlü nefsaniyetten berî olmalıdır ki tecelliye mazhar olsun” diye cevap verecektir. Âşık için kalp sevgilinin hüküm sürdüğü makamdır. Biyolog veya hekimin cevabı, “Bırakınız eksikliğini birkaç dakika çalışmaması halinde bile hayatın mümkün olamayacağı, dolaşım sisteminin merkezinde yer alan organ” şeklinde olacaktır. Bu böyle sürer gider. Herkesin kalp ile ilgili tecrübesi, hatırası velhasıl söyleyecek bir sözü vardır. Diğer kültürlerde de kalbe mecazi ve manevi anlamlar yüklenir. Ancak kültürümüzdeki kadar şümullü bir anlamlandırmaya az rastlanır. Söz konusu hususu deyimlerden de anlamak mümkündür. “Kalp kırmak, kalbe girmek, kalbini yapmak, kalbi kararmak, kalbi yumuşamak, kalp kalbe karşı gelmek, kalbi taş kesmek vs”. Bu soruyu bana sorduğunuza göre tıbbi izahatta bulunacağım. Zaten diğer izahlara girmek haddim değil. Kalp vücudumuzda belli bir düzen ve ritim içinde çalışan yegâne organdır. Öyle bir uzuv ki daha anne karnındaki ceninde ilk aylarda çalışmaya başlayan kalbin faaliyeti ömrümüzün sonuna kadar aralıksız devam eder. Kalp ve bağlantılı damar sistemi; her organ için gerekli olan oksijen ve diğer molekülleri kan vasıtasıyla söz konusu organlara ileten dolaşım sistemi adını verdiğimiz bir sistemi oluştururlar. Kalp bu sistemin merkezinde yer alır ve ilgili damarlarla birlikte dolaşımın kesintisiz ve uygun basınçla idamesini sağlar. Her organın kan dolaşımı farklı özellikler gösterir. İşte kalp ve dolaşım sistemi hem bu özelliklere hem de bazı şartlarda değişen ihtiyaçlara göre son derece karışık mekanizmalarla cevap verir. Kalbimizin damarlarında oluşan tıkanmalar, harabiyet ve hasarlar hangi sonuçları doğurur? Tabii kalp hastalığı deyince aklımıza ilk gelen kalp krizi yani kalbi besleyen “koroner arter” denilen damarların tıkanması ile oluşan hastalıklar oluyor. Gerçekten de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde başta gelen ölüm sebebi kalp krizi ve bununla bağlantılı hastalıklar, yani koroner arter hastalığıdır. Koroner arter hastalığı büyük ölçüde bazı risk faktörlerinin etkisiyle meydana gelen ve halk arasında damar sertliği tabir edilen “ateroskleroz” sürecinin kalbi besleyen damarları ciddi derecede daraltması veya tıkamasıyla ortaya çıkar. Söz konusu risk faktörlerinin başlıcaları ailevi temayül, sigara kullanımı, diyabet, hipertansiyon, kan yağlarındaki yükseklik, fazla kilo, nisbeten hareketsiz (sedanter) hayat ve stres gibi faktörlerdir. Dikkat edilirse söz konusu faktörlerin çoğu sanayi ve teknoloji toplumunun hızlı, rekabete dayalı hayat tarzı ile yakından ilgilidir. Kalp hastalıklarının önemli bir kısmı refah ve stresin at başı gittiği söz konusu hayat tarzının sonucudur. Bunun en büyük delili sanayi toplumu olmayan ve az gelişmiş olarak nitelenen fakir ülkelerde kalp hastalığının önemli bir sağlık sorunu teşkil etmemesidir. Kalbimizin çalışmasında ortaya çıkan aksaklıkları nasıl bilebiliriz? Kalp hastalıklarının başlıca be- lirtileri göğüs ağrısı, nefes darlığı ve çarpıntı gibi şikâyetlerdir. Şüphesiz söz konusu şikâyetleri olanların tamamında kalp hastalığı vardır demek yanlış olur. Bu şikâyetler başka hastalıklara bağlı olarak da gelişmiş olabilir. Dolayısıyla, bu ve benzeri sıkıntılar meydana geldiğinde bir hekime müracaat etmek en uygun davranıştır. Daha da önemlisi belli bir yaştan sonra tıbbi kontrolleri mutad olarak yaptırmaktır. Yukarıda sayılan risk faktörlerinin yoğun olması halinde bu kontroller de daha fazla önem arz eder. Kalbimiz ile ilgili teknolojik gelişmeler nelerdir? Bu konudaki teknolojilerin geleceği ne olacak? Bunun hayatımıza yansıması nasıl olacak? Çok değil, 30-40 sene öncesiyle bile mukayese edildiğinde teşhis ve tedaviye yönelik tıbbi teknolojide baş döndürücü gelişmelerin olduğu görülür. Söz konusu gelişmelerin diğer disiplinlerde olduğu gibi kalp hastalıklarında da önemli faydaları olduğu aşikâr. Tabii bu gelişmeler bazı olumsuzlukları da beraberinde getirmiştir. Mesela mühim yanılgılardan biri bu gelişmelerin tümüyle klasik tetkik ve tedavi yaklaşımlarının yerini alması zannıdır. Tıp talebelerinin ve genç hekimlerin hasta ile ayrıntılı görüşme ve ayrıntılı muayene yöntemlerinden önemli ölçüde vazgeçerek daha başlangıçta pahalı ve zahmetli teşhis yöntemlerine yönelmesi bu yanılgının sonucu- KİMDİR? Prof. Dr. Fehmi Mercanoğlu 1963 yılında İstanbul’da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini İstanbul’da yaptı. 1986 yılında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nden tıp doktoru olarak mezun oldu. Aynı yıl Cerrahpaşa Tıp Fakültesi, İç Hastalıkları Anabilim Dalı’nda başladığı İç Hastalıkları uzmanlık eğitimini 1991 yılında tamamlayarak İç Hastalıkları uzmanı olduktan sonra1991-1993 yılları arasında Tokat, Reşadiye Devlet Hastanesi’nde mecburi hizmetini yaptı. İstanbul Tıp Fakültesi, Kardiyoloji Anabilim Dalı’nda 1993 yılında başladığı kardiyoloji uzmanlık eğitimini 1995 yılında tamamladı. 1998 tarihinde doçent, 2005’te profesör unvanını aldı. İngilizce bilen Prof. Dr. Fehmi Mercanoğlu evli ve bir çocuk babasıdır. Yeni Ufuklar 55 EĞİTİM RÖPORTAJ dur. Oysa hasta ile görüşme (anamnez) ve muayene yöntemleri hekimliğin temelini teşkil eder. Hekim ile hasta arasındaki irtibat ve karşılıklı güven tesisi bu temelin başlıca yapı taşlarıdır. Hiçbir ileri teknoloji ürünü inceleme söz konusu klasik yaklaşımların yerini alamaz. Bir taraftan teknolojiden azami derecede faydalanma isteği diğer taraftan hasta yoğunluğunun bir sonucu olarak hastanın hekim ile geçirdiği zaman azalmakta, buna mukabil hastanın hastalığı ile ilgili harcadığı zamanın çoğu karmaşık tetkiklerin gerçekleştirilmesi sürecine hasredilmektedir. Bu durum çoğu kere çok sayıda teşhis, ilaç ve tedavi alternatifleriyle karşı karşıya kalmış hastanın hastalığı ile ilgili basit gerçekleri dahi bilmemesi gibi garip ve tuhaf bir duruma yol açmaktadır. Hepsinden önemlisi, söz konusu gelişmelere karar veren ve yönlendiren ana unsur hekimlik ile ilgili otoritelerinden çok sanayi kaynaklıdır. Diğer taraftan, sağlık bütçelerini ciddi ölçülerde artıran gelişmeler çoğu kere teşhis ve tedavi ile ilgilidir. Halbuki, koruyucu sağlık tedbirlerinin hem maliyeti düşük hem de faydası azamidir. Milattan önce 2600’lerde tıp ile ilgili ilk Çin yazılı metinlerinde geçen ibare bugün de geçerliliğini korumaktadır : “En iyi hekimler hastalığı ortaya çıkmadan önce önleyenler, orta derecedeki doktorlar hastalık aşikâr hale gelmeden tedavi edenler, alt seviyedeki hekimler ise hastalık bütün tablosu ile ortaya çıktıktan sonra hastalıkla mücadele edenlerdir.” Kalbimizin damarları tıkanınca ortaya çıkacak geri dönüşümü olmayan aksaklıkları ve hasarları anında müdahale ile gidermek mümkün mü? Bunlar nelerdir? Kalp krizi geçirmekte olan bir hasta erken dönemde müracaat ettiğinde, kalp krizi (miyokard enfarktüsü) hasarını asgari seviyeye indirmek veya tamamen ortadan kaldırmak mümkündür. Kalp krizi kalbi besleyen koroner arterlerin aniden tıkanması ile ortaya çıkan tablodur. Hastaya damar açıcı tedaviler (damardan uygulanan pıhtıyı eriten ilaçlar veya anjiyografik yolla yapılan balon ve/veya stent) ne kadar erken tatbik edilirse hasar o kadar az olur. Sağlığın ticarete konu edilmesine ve ticari bir faaliyet olarak görülmesine ne diyorsunuz? Reklamlar, artık bilimsel bilgilendirme olarak takdim ediliyor, televizyonlar ve gazeteler bunu bilimsel bir faaliyet alanı olarak makul ve mantıklı hale getirerek meşru göstermeye çalışıyorlar. Hekimlerimizin bir reklam oyuncusu konumuna düşmesine, tanıtım ve halkla ilişkiler uzmanlarının oyuncağı haline gelmesine ne dersiniz? Kazanmak için her şey mübah mı? Bu sağlıkta olunca sonuçları ne olur? Hekim, hasta, sağlık ve para münasebetleri sadece bugünlerde değil çok uzun zamandan beri tartışılagelmiş bir meseledir. Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir: Sağlığın bir fiyatı yoktur ve olamaz. İnsana tarif edilmez 56 Yeni Ufuklar ıstıraplar veren hatta muhakemesini bozan şiddetli bir ağrıyı geçirmenin karşılığı nedir? Hava açlığı içinde boğulma hissinin bütün dehşetini yaşayan bir kalp veya akciğer hastasını rahatlatmanın bedeli ne olabilir? Göremeyen bir hasta kısmen de olsa görme kabiliyetini yeniden kazanmak için neler vermez? Dolayısıyla, meşhur bir ressamın eserine değer biçilememesi gibi aslında bir sanat olan hekimlik mesleğinin de değeri ölçülemez. Herhangi bir şekilde takdir edilen ücret ancak sembolik anlam taşır. Bununla birlikte, söz konusu gerçek insaf ve vicdan ölçülerinin terk edilmesini gerektirmez. Ancak günümüzde bu hususun hem hekim hem de hasta tarafından istismar edildiğine sıkça şahit olmaktayız. Daha çok kurumsal bazda olmak üzere hastanın çaresizliğinden veya bilgisizliğinden istifade ederek insafsız bir şekilde hasta ve yakınlarının manen ve maddeten istismarı âdeta mutad bir muamele haline gelmiştir. Bu noktada sağlık otoritesinin etkili denetiminin devreye girmesi gerekir. Denetlenmesi gereken diğer bir husus sizin de işaret ettiğiniz gibi yazılı ve görsel medyada bazı tedavi yöntemlerinin mucize tedaviler olarak reklamının yapılmasıdır. Söz konusu yöntem ve ilaçların çoğunun hiçbir ilmî geçerliliği olmadığı halde bu türlü yayınlar ciddi rağbet görmektedir. Tabii bunu en büyük sebebi hekime güvenin azalması ile birlikte; geleneksel ve dinî motiflerle süslenen söz konusu tedavilerin cazip hale getirilmesidir. OKUL ÖNCESİ EĞİTİM Hilal İlknur TUNÇELİ* Bir ülkenin var olmasında en önemli etken toplum olarak düşünüldüğünde, toplumu oluşturan bireylerin ne tür niteliklere sahip olduğu önem kazanır. Nitelikli insanlar yetiştirmenin en temel yolu iyi bir eğitim sürecidir. Eğitim etkinlikleri ne denli nitelikli olursa toplumda o kadar nitelikli olur. Eğitimin bu denli önemli olduğu insan yaşamında eğitim etkinliklerine ne kadar erken yaşta başlanırsa gelecekte sağlıklı ve nitelikli toplumların oluşması muhtemeldir. Türkiye’de okul öncesi eğitim okullaşma oranı MEB’in 20102011 eğitim öğretim yılı verilerine göre %29,8’dir. Bu oran Olumlu etkileri var birçok Avrupa ve Dünya Yapılan araştırmalara göre; okul ülkelerinin çok çok öncesi döneme yönelik eğitim altındadır. programlarının çocuklar ve ailele*Araştırma Görevlisi / Sakarya Üniversitesi ri üzerinde olumlu etkileri vardır. Çalışmalar, erken çocukluk eğitimi programlarına yapılan yatırımın art- tırılması üzerine yoğunlaşmaktadır (Myers,1996). Okul öncesi eğitimin bireylerin gelecek yaşantısını olumlu yönde etkilediği araştırmalarla kanıtlandıkça tüm dünyada okul öncesi eğitim kurumları önem kazanmaya başlamıştır. Öneminin ortaya çıkmasının yanı sıra belirli nedenlerden dolayı okul öncesi eğitime gereksinim duyulmuştur. Toplumsal ve kültürel nedenlerden dolayı okul öncesi eğitim gereksinimi ülkeden ülkeye farklılık gösterse de, okul öncesi eğitim gereksiniminde birçok ortak neden bulunmaktadır. Bu nedenler şunlardır; 1. Geniş aileden, çekirdek aileye dönüşen aile yapısı. 2. Köyden kente gelişle birlikte akraba ve yakınlarının çocuk bakımı ile ilgili desteğinin azalması. 3. Kadınların artan eğitim düzeyi Yeni Ufuklar 57 EĞİTİM EĞİTİM Dünyaya gelen tüm çocuklar, eşit hak ve fırsatlarla yaşamlarını sürdürmeyi hak etmektedir. Ancak; günümüzdeki durum hiç de öyle değildir... Yanlış bakış açılarının değişmesi için okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması, toplumsal farkındalığın yaratılması gerekmektedir. zenlemeler yapılıyorken ülkemizde ki durum ise maalesef ki üzücü noktalardadır. Türkiye’de okul öncesi eğitim okullaşma oranı MEB’in 2010-2011 eğitim öğretim yılı verilerine göre %29,8’dir. Bu oran birçok Avrupa ve Dünya ülkelerinin çok çok altındadır. Bakıcı gibi görülüyor ve bununla birlikte evin dışında çalışma fırsatlarının artması. 4.Kültürel eşitsizliklerin, eğitimde fırsat eşitliğini engelleyici yönünün dengelenmesi. 5. Özellikle şehirleşme ile birlikte artan sınırlı mekânlara sahip apartman tipi yaşama geçilmesi, böylece çocukların yaşıtları ile birlikte bulunmalarının ve hareket imkânlarının büyük ölçüde sınırlanması. 6. Ailelerin, çocuklarının eğitiminde bazı yetersizliklerinin bulunduğunu fark etmeleri. 7. Çocuk psikologlarının araştırmalarından ortaya çıkan sağlık ve büyüme ile ilgili bilgi ve fikirler (Oktay,1999: 185 – 189). Dünyaya gelen tüm çocuklar, eşit hak ve fırsatlarla yaşamlarını sürdürmeyi hak etmektedir. Ancak; günümüzde pek çok çocuk eşit olmayan koşullarla 58 Yeni Ufuklar yaşama başlamakta ve yaşamlarını bu şekilde sürdürmektedir. Koşullardaki bu eşitsizlikler okul öncesi eğitimi gerekli kılan toplumsal bir olgudur. Okul öncesi eğitime yapılan yatırımlar yoksulluk, sosyal eşitsizlik gibi diğer çocuklardan dezavantajlı sayılan çocuklara iyi bir başlangıç vererek bu eşitsizliğin giderilmesine yardımcı olur. mamlanır. Çocuklar doğru ve uygun şekilde desteklenmezlerse okul öncesi dönemdeki eksiklikleri ileriki eğitim-öğretim hayatları ve hatta tüm hayatları boyunca giderek büyüyecektir. Dünya’da okul öncesi eğitimin bireyin hayatında bu kadar önemli bir role sahip olduğu kabul ediliyor ve bunun için gerekli bütün dü- 7 yaş çok geç Ülkemizde zorunlu temel eğitim çocukların sadece kronolojik olarak 6 yaşını doldurmaları ile başlamaktadır. Ancak yedi yaş çocukların öğrenme ihtiyaçlarına eğilmek için çok geçtir çünkü erken yaşlar (0-6 yaş), insan hayatının diğer dönemlerinin temelini oluşturan, çocuğun kişilik ve diğer gelişim alanlarının gelişiminin % 80’i bu dönemde ta- Maalesef ki birçok aile tarafından okul öncesi eğitim kurumları hâlâ bakım evi, okul öncesi öğretmenleri de bakıcı olarak görülmektedir. MEB son yıllarda okul öncesi eğitimin temel eğitim başlığı altına alınmasını ve zorunlu hale getirilmesini sağlamak amacıyla çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar sayesinden okullaşma oranında ve toplumsal farkındalıkta artış olduğu aşikârdır ancak yeterli değildir. Okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması ve okullaşma oranının artması için sadece devlet kurumlarının değil toplumun, toplumun en küçük yapı taşı ailelerinde konu hakkındaki farkındalıkları arttırılmalıdır. Maalesef ki birçok aile tarafından okul öncesi eğitim kurumları hala bakım evi, okul öncesi öğretmenleri de bakıcı olarak görülmektedir. Bu bakış açısı nedeniyle okul çıkışları çocuklarını almaya gelen veliler “çocuğum bugün neler öğrendi?” yerine “yemeğini yedi mi ?”, “uyudu mu?” sorularıyla öğretmenlerden bilgi almaya çalışmaktadırlar. Karşısındaki öğretmeni ve kurumu sadece bir dadı yerine koyan bu tutum doğal olarak toplumda öğretmenliğin saygınlığını özellikle okul öncesi öğretmenliğinin saygınlığını azaltmaktadır. En önemli basamak Tüm bu yanlış bakış açılarının değişmesi için okul öncesi eğitimin yaygınlaştırılması, toplumsal farkındalığın yaratılması gerekmektedir. Çağın gereklerine uygun, milli ve kültürel değerlerine sahip nitelikli, yetişmiş bireylerin topluma kazandırılması için eğitime ihtiyaç vardır. Bu eğitimin ilk ve en önemli basamağı okul öncesi eğitimdir. Bu nedenledir ki artık 7 ÇOK GEÇ… * Myers, R. (1996). Hayatta Kalan On iki, Erken Çocukluk Eğitimi Programlarının Güçlendirilmesi, (Çev.:R.Ağış Bakay, E.Ünlü), AÇEV, Yayın no:5, İstanbul. * Oktay, A. (1999) . Yaşamın Sihirli Yılları: Okul Öncesi Dönem, Epsilon Yayınları, İstanbul. Yeni Ufuklar 59 BİLİŞİM BİLİŞİM Geçen bunca yılın ardından konseptleri, tarzları ve yapıları değişse de blogların yaşamımızdaki yeri hiç değişmedi ve önemi gitgide arttı. Alperen TALASLIOĞLU BLOGLAR İNTERNETİN GELECEĞİ Son tahminî rakamlara göre şu an dünya üzerinde yaklaşık 1 milyar blog bulunmaktadır ki bu her altı kişiden birinin blog sahibi olduğunu gösteriyor. Kimileri zevk için, keyif için blog tutarken kimileri bu yoldan çok büyük paralar kazanabiliyor. 60 Yeni Ufuklar WEB 2.0 terimini çoğumuz hiç duymamış olsak bile hayatımızın bu kadar içinde olan bir olgunun belki de başlangıç noktası, temel taşı olarak sayabileceğimiz “Blog” kavramını ve özelliklerini bu yazımızda sizlerle ele alacağız. Bloglamak yani bir blog sahibi olup bir yazar olmak belki ücretsiz belki de çok düşük bir bedel; fakat, sizlere katabileceği faydalar gerçekten paha biçilemez! Yazımın girişinde bahsettiğim WEB 2.0 kavramına ufak bir girişle sizlere blog dünyasının kapılarını açmaya çalışacağım. Daha önceki yazımda sizlere anlatmaya çalıştığım “Sosyal Medya” kavramının temelinde bloglar olduğunu söylemiştim fakat bu WEB 2.0 da nedir? nerden çıktı? dediğinizi duyar gibiyim. 2004 yılından sonra ortaya çıkan bu kavram, web sitelerinde gerçekleşen devrimsel yeniliklerden sonra ortaya atıldı. Eski yıllarda mevcut olan web siteleri oldukça statik ve ziyaretçilerin siteyle etkileşimi nerdeyse hiç yoktu. 2004 yılı ve sonrasında ortaya çıkan ve siteye girenlerin veya üye olanların etkileşimini artıran bu yeni web site konseptlerine WEB 2.0 denmektedir. Tabii ki 2004 yılında bir anda ortaya çıkmadı, uzun ve sancılı bir internet döneminin ardından 2004 yılında ilk kez isimlenmeye ve resmî otoriteler tarafından kullanılmaya başlandığı için aslında 2004 yılı bir milattır web için. Yani daha önce sadece gazete gibi sadece bir şeyleri iletmeye yarayan ve kullanıcıları katamayan siteler artık tamamen kullanıcı ve ziyaretçi etkileşimi içerisinde ilerleyerek tam gaz gelişiyor. Ve bu etkileşimde bloglar çok ama çok etkin rol oynuyor. Blog kelimesinin nerden geldiğini anlatmak istiyorum ilk olarak. “Weblog” kelimesinde bulunan bir hece dikkatinizden kaçmamıştır diye düşünüyorum. Blog kelimesi web günlüğü anlamına gelen “Weblog” kelimesinden koparılan bir heceden türetilen bir web jargonu ve olgudur. Günümüzde Sosyal Medyanın temelini oluşturan bloglar ilk olarak kişilerin kendi fikir ve düşüncelerini paylaşmak için yayın aracı olarak kullandıkları basit statik web içerikleriyken; ziyaretçilere yorum yapma, oylama, anketlere katılabilme gibi özellikleriyle sağladığı pekçok karşılıklı etkileşim sayesinde zamanla küçük topluluklara ve daha sonraları yani günümüzde yüz binlerce insanın takip ettiği ve yazılar yazdığı uçsuz bucaksız bir dünyaya dönüştü. Şu an öyle bir yer edindi ki hayatımızda bazı şirketlere iş başvurusunda bulunurken başvuru formunda blog adresiniz bölümü bulunmakta ve boş bırakırsanız kesinlikle kabul edilmemektesiniz. Bir blog sahibi olmak ona bir şeyler karalamak, belki de belli bir takipçi kitlesi bile edinmek sizce de çok hoş değil mi? Bayanların ilgisi Son tahminî rakamlara göre şu an dünya üzerinde yaklaşık 1 milyar blog bulunmaktadır ki bu her altı kişiden biri blog sahibi anlamına geliyor, basit bir orantı kurarsak. İnternet dünyasında hem sosyal hem ekonomik hayatın tam merkezinde bir teknoloji ama bunca blog ve paylaşımın ekonomik boyutunu düşünmek hiç aklınıza geldi mi? Dünyanın en büyük şirketleri neden blog tutuyorlar? Kimileri zevk için, keyif için blog tutarken kimileri bu yoldan çok büyük paralar kazanabiliyor. Ülkemizde en çok tutulan bloglar bayanların daha çok ilgi gösterdiği moda blogları ve sağlıklı yaşam bloglarıdır. Moda blogları daha çok moda tasarım öğrencilerinin de tasarımlarını sergilemek için kullandıkları oldukça güzel siteler hâline dönüştükleri için vakit geçirmek zaman zaman çok keyif verebiliyor. Tabii ki yemek tarifi paylaşımlarının olduğu blogları da unutmamak gerekir. Şu an tanınırlık olarak ilk sıralardaki blogların çoğu hobi olarak notlarını orda tutan insanların paylaşımlarıyla bu duruma gelmiş bulunmaktalar. Şu an sayısı pek fazla olmasa da önceki yıllarda aşk ve sevgi üzerine bloglar oldukça modaydı. Eski dönemlerde daha kaliteli blogların olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Her durumda söylediğimiz klasik “Ah nerde o eski günler?” sözü internette de geçerli. O eski günleri ben de çok özlesem de değişim kaçınılmaz ve ayak uydurmak, vazgeçilmez olmak zorunda biz teknoloji severlere. Zorunlu hale geldi Bir de blogları kullanan kurumsal büyük firmalar ve şirketleri görüyoruz artık yaygın olarak. Dünyanın en büyük markaları bile yeni ürünlerini, prototiplerini ve gelişmeleri bizlere artık hep resmî bloglarından veya oralarda çalışan yetkililerin kendi bloglarından duyuruyorlar. Örneğin bir ürün çıkartmadan önce bazı yazılım şirketleri beta yani deneme sürümünden bir önceki test sürümlerini takipçilerinin test edip eksiklik veya yeniliklerini anlayabilmeleri açısından bloglarında paylaşıyorlar. Nasıl wikiler yani web ansiklopedileri artık olmazsa olmaz bir kullanım aracıysa Yeni Ufuklar 61 VAKIF BİLİŞİM Eskiden defterlerde gizli gizli tutulan, kimselere gösterilmeyen ve yok olup giden günlükler artık elektronik ortamda tamamen açık olarak herkese sunuluyor. Sadece kişisel günlükler manasında değil bilimsel çalışmalar da öyle... bloglar da firmalar için zorunlu bir araç konumuna gelmiş durumda. Aslında farkında olmadan ne kadar da hayatımıza girmiş bu bloglar da biz gözümüzün önünde duran bu teknolojiyi görmemişiz. Internet dünyasında hem sosyal hem ekonomik hayatın tam merkezinde bir teknoloji ama bunca blog ve paylaşımın ekonomik boyutunu düşünmek hiç aklınıza geldi mi? Bugün gıda sektöründen tutun bilişim sektörüne kadar dünyanın en büyük şirketlerinin çoğu neden blog tutuyorlar, neden bizlere belki de vakit kaybı gibi gözükse de onlar sürekli 62 Yeni Ufuklar yazılarla paylaşımlarda bulunuyorlar, hiç düşündünüz mü acaba? İnternetin bu kadar yaygın olduğu bir dönemde yaşarken böyle bir aracı üstelik nerdeyse hiç masraf bile yapmadan kullanmamak zaten komik olmaz mıydı? Öncelikle bir blogu olan firma size daha samimi ve sıcak gelmez miydi, hiç düşündünüz mü? Kolay ve etkili araştırma Normalde büyük masraflar ile yapacağı saha araştırmalarını ve müşterileriyle iletişimi blog sayesinde doğrudan başaran firmalar, bu sayede kendileri hakkında oldukça kolay ve etkili şekilde araştırmalar yapabiliyor, online düzenledikleri yarışmalar, paylaşım ve pek çok etkinlik sayesinde de firmalarının reputasyonunu artırıyorlar. Hem ekonomik hem etkili hem de samimi. Sizce daha ne yapılabilir ki? Hem de sizin normal hayatta hiçbir şekilde ulaşamayacağınız çok büyük holdinglere bir yorum yazarak, bir mesaj atarak ulaşabiliyorsunuz. Bilimin de hizmetinde Yazımızın sonlarına doğru bir de aslında gözümüzden de kaçan önemli bir noktaya değinmek istiyorum: “Değişen Günlük Kültürü”. Eskiden defterlerde gizli gizli tutulan, kimselere gösterilmeyen ve yok olup giden günlükler artık elektronik ortamda tamamen açık olarak herkese sunuluyor. Sadece kişisel günlükler manasında değil bilimsel çalışmaların da yapıldığı günlüklerde artık kâğıt üzerinde değil an be an online olarak paylaşılıyor. Yapılan deneyleri adım adım takip edebiliyoruz. Bir ya da iki kişiye değil, artık günlükler tüm dünyaya açılıyor. Sadece bugüne değil bundan sonraki gelecek yeni nesiller için de birer kaynak ve hazine anlamına geliyor. Oluşan bu çevrimiçi bilgi havuzunda günlükler havuzu hızla doldurmaya devam ediyorlar. Ve bu yeni kültür ve bilgi ekosisteminde değişimin her zaman olduğu gibi etkisini sürdürmeye devam edeceği kesin ve gelecekte kim bilir bugünlere nasıl bakıp yorumlar yapacağız, herşeyin hızla geliştiği bu yeni çağda. Uzun lafın kısası, geçen bunca yılın ardından konseptleri, tarzları ve yapıları değişse de blogların yaşamımızdaki yeri hiç değişmedi ve önemi gitgide arttı. Bir blog yazmak için Google’ın ücretsiz olarak sunduğu “Blogger” sistemini kullanabilirsiniz. Blog yazmaktan, beni kimse takip etmez gibi endişelerden tamamen kurtulun. Bu işe gönlünüzü verin ve hiç yılmadan yazın. İlerde kazanacağınız başarılar ve edineceğiniz dostluklar sizi bambaşka yerlere taşıyacaktır, emin olabilirsiniz. Bunca sözden sonra sanırım artık internet dünyasında benim de bir sözüm olsun deme cesaretini gösterip bir blog ile siz de sözünüzü masaya koyarsınız. Bence geç kalmadınız ama dünya sizi daha fazla bekleyemez, bizi sabırsızlandırmayın ve o ilk adımı artık atın! Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı ile Motif Dergisi’nin “Motif Halk Bilim Ödülü“ kültürel, toplumsal ve sanatsal alanda önemli hizmetlerde bulunmuş kişi, kurum ve kuruluşlara dağıtılıyor. Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı TÜRK KÜLTÜRÜNE HİZMET EDEN BİR KURULUŞ: 1988 yılında hukukî olarak kurulan, 2004 yılında Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı adını alan kuruluşun ana felsefesi dil, din, ırk, cinsiyet, gelir ve eğitim düzeyi ayırımı yapmadan, öğrencileri aynı ekiplerde toplayıp, “omuz omuza” getiriyor… Haber: Süleyman Orhun ALTIPARMAK K ÜRESELLEŞEN dünyanın getirdiği teknolojik üstünlükle birlikte götürdüğü değerler bütünü kültürdür. Popülarite edilen toplumların değişen hareket ve düşünce sistemi, öz yapılarını yok olmaya mahkûm bırakmaktadır. Arananın ve ulaşılması gerekenin yine kendisinde olduğunu unutan kavimler, tarih boyunca yok olmaya maruz kalırken, evrensel kaidelere uymak amacıyla hareket eden günümüz toplumları da bu yönde hızla ilerlemektedir. Kendisini tanımaya ve tanıtmaya çalışan kişi ve kuruluşlar, yeni bir medeniyet inşa ederlerken, bunun para getirmeyeceğini düşünenler, kendilerini yüksek katlı “medeniyet” inşasında bulurlar. “Kendini bilmek Rabbini bilmektir,” derler ya, hani sayfalarca yazılacak tüm cümlelere bedeldir. Önce kendini bilmelisin. Yok, eğer bilmiyorsan bilenlere de hak ettikleri değerleri vermelisin. Kendi kültürümüzü korumak, kollamak ve yaşatmak görevi de işte kendimizi bilmektir. Çünkü burası eşi ve benzeri bulunmayan ata toprakları olan; Anadolu’dur! Anadolu coğrafyasında zengin motifler vardır. Ve bu motifler bir ahenk içerisinde hareket eder; tıpkı insan vücudundaki damarlar gibi. Damara basmaya çalışanlar ile kurtarmaya çalışanlar arasında da amansız mücadele gün geçtikçe artmakta ve etki-tepki yaratmaktadır. Kurtarmaya çalışanların gittikçe azaldığı, güç kaybettiği bu dönemde, bize de vatanın her köşesinde bir “değer” yattığını hatırlatacak, belki de öğretecek, “halk kültürüne hizmette önce halk” sözünü düstur edinmiş, özel ve tüzel kuruluşlar lâzımdır. Bu noktada Motif Vakfı’nı, hiçbir Yeni Ufuklar 63 VAKIF VAKIF karşılık beklemeden, gücünü Türk milletinden aldığı destek ve güçten bulan tüm çalışmalarının tek gayesi geçmişinden aldığı birikimi geleceğine taşımak olan bir kurum olarak buluyoruz. Türk halk oyunlarını bilimsel ve sanatsal ortamlarda inceleyen, araştıran, yaşatan ve sergileyen Motif Vakfı, kendisini bilip tanıyan geleceğin büyüklerini yetiştirmeyi hedeflemekte. Bunu yaparken de zamanın kısaldığını bilerek hızını artırarak gün geçtikçe alınan mesafeyi artırmakta. Bunu, yapmış olduğu çalışmalarında ve nihai ürünlerinde görmek çok da zor değil. 1988 yılında hukukî olarak kurulan ve bu zamana dek ismini ve faaliyet alanını yaygınlaştıran bu değerli kurum, 2004 yılında Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı olarak karar kılmış ve günümüze kadar da bu isimle varlığını devam ettirmiştir. Kalbî büyüklüklerinin fizikî büyüklüklerine de yansıması, en büyük temennimizdir. İlk günden beri dil, din, ırk, cinsiyet, gelir ve eğitim düzeyi ayırımı yapmadan, ülkemizin her yöresinden gelen öğrencileri aynı ekiplerde toplayıp, “omuz omuza”, halk oyunlarını ve halk kültürünün tüm ögelerini koruma, yaşatma ve geleceğe aktarma amacıyla kurulan Motif Vakfı, günümüze kadar yetiştirdiği toplam 20.000 öğrencisiyle, ne kadar büyük bir kitleyi temsil ve bir onunla orantılı olarak da ne kadar büyük bir kitleye hizmet ettiğini göstermiştir. Çalışmalarını uluslararası alanda gösteren Motif Vakfı Uluslararası Dünya Halk Oyunları yarışmasında 2 defa dünya birinciliği kazanmıştır. 2010 yılında da Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından “2010 Yılı Üstün Hizmet Ödülü” ile ödüllendirilip, “Üstün Hizmet Beratı” ile onurlandırılmıştır. Ayrıca, 2011 yılında Azerbaycan devleti tarafından Azerbaycan Folkloruna Yüksek Hizmet Ödülü ile ödüllendirilmiştir. Motif Vakfı, “Söz uçar, yazı kalır,” düşüncesiyle hareket ederek, faaliyetlerini sadece halk oyunlarıyla sınırlandırmamıştır. Yazılı kaynaklar da yaratarak, çalışmalarını daha kalıcı hâle getirmektedir. Bunlar; hakemli dergi olma özelliğini taşıyan Motif Dergisi, bilimsel anlayış çerçevesinde hazırlanan Motif Akademik Dergisi ve bunlara ek olarak Motif Vakfı Ya- 64 Yeni Ufuklar la geçen bir bölümünü hızla atlayarak üniversitedeki çalışmalarına gelirsek bu aşamada Görkem’in hayatının bu yeni safhasında da ilmi başarılara imza attığına şahit oluruz… Üniversite yılları Kayseri Erciyes Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. İsmail Görkem’in Motif Vakfı’ndan ödül aldığı törenden kareler... yınları olmak üzere üçe ayrılmakta. Düzenlediği sempozyumlar ve eğitim seminerleriyle, sertifikalı eğitim programlarıyla çalışmalarını bu alanda da sürdüren Motif Vakfı; insana insan, milletine millet olduğunu öğretecek karşılıksız eylemlerin önemini hatırlatacak çok verimli faaliyetlerde bulunmakta. Bu gibi kurumların hak ettikleri değer, milletimiz tarafından fazlasıyla verilmekte. 18 yıldır, Motif Halk Oyunları Eğitim ve Öğretim Vakfı ile Motif Dergisi’nin geleneksel hâle getirdiği Motif Halk Bilim Ödülü Dağıtım Töreni halka açık şekilde gerçekleştirilerek kültürel, toplumsal ve sanatsal alanda önemli hizmetlerde bulunmuş kişi, kurum ve kuruluşlara ödül dağıtılıyor. Böylece devlet protokolü, sanat camiası, akademisyenler ve halk, bir arada toplanıyor, herkesin milletimizin ortak değerlerini paylaşması sağlanıyor. Kuruluşundan bu yana sempozyumlarında toplam bin 137 akademisyeni bir araya getiren, böylece kültürel motiflerin ilmi çalışmalarla desteklendiğinde daha faydalı olacağını gösteren Motif Vakfı, bu sene ki Motif Halk Bilim Ödülü Töreninde, şehir eşrafımızdan Prof. Dr. İsmail Görkem’e ödül verdi. Bu kadar önemli bir faaliyet alanında hizmet veren İsmail Görkem bey aklı selim sahibi insanları etkileyecek ve imrendirecek bir portre… Başarıdan başarıya... Motif Halk Bilim Ödülü’ne layık görülen Prof. Dr. İsmail Görkem, 20 Nisan 1953 tarihinde Adana’nın Ceyhan ilçesinin Mustafabeyli kasabasında doğmuştur. İlkokulu doğduğu kasabada, ortaokul ve lise öğrenimini ise Ceyhan Lisesi’nde tamamlayan (1969) Görkem, aynı yıl Trabzon-Fatih Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümün’e girdi ve yatılı okuyarak mezun oldu. Okuldaki davranışları kadar derslerinin kalitesi de onun, Akademik Bölüm Kurulu tarafından Öğretmen Okullarında öğretmen olarak görev yapmak üzere Millî Eğitim Bakanlığına teklif edilmesine sebep oldu. Hayatının başarıy- Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünün ‘Türk Dili ve Edebiyatı’ ana bilim dalı ‘Türk Halk Edebiyatı’ bilim dalında yüksek lisans programına başladı (1986) ve 16.06.1987 tarihinde Elâzığ Efsaneleri Üzerinde Araştırmalar (Metinler ve İncelemeler) adlı yüksek lisans tezini savunarak buradan mezun oldu. Daha sonra aynı üniversitede açılan ‘Türk Dili ve Edebiyatı’ ana bilim dalı ‘Türk Halk Edebiyatı’ bilim dalı doktora programına kayıt oldu (1987) ve 26.10.1990 tarihinde Yukarıova (=Çukurova) Ağıtları Üzerine Mukayeseli Bir Araştırma adlı doktora tezini savunarak buradan mezun oldu. Fırat Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü ‘Türk Edebiyatı’ ana bilim dalında ‘yardımcı doçent’ kadrosuna atandı (1991) ve bu görevini 26.03.1997 tarihine kadar devam ettirdi. 05.11.1997 tarihinde ‘Türk Halk Edebiyatı’ ana bilim dalında ‘doçent’ oldu ve 26.03.1998 tarihinde de aynı üniversitenin söz konusu bölümüne atandı. 17.11.1997 tarihinde aynı fakültede ‘Dekan Yardımcılığı’na, 26.01.1998 tarihinde de ‘Halkbilimi’ ana bilim dalı başkanlığına atandı. 1999 yılı Eylül’üne kadar bu görevleri devam etti. 1999 yılının Eylül ayında Erciyes Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne ‘doçent’ olarak nakli yapıldı. Erciyes Üniversitesi tarafından 14 Mart 2003 tarihinde ‘Halkbilimi’ ana bilim dalı kadrosuna ‘profesör’ olarak ataması yapıldı. Erciyes Üniversitesinde göreve başladığı 1999 yılı Eylül ayından beri ‘Halkbilimi’ ana bilim dalı başkanı ve öğretim üyesi olarak görevine devam etmektedir. Ayrıca 2000-2003 yılları arasında Rektörlük-Türk Dili Bölümü Başkanlığı görevini yürütmüştür. İlmi çalışmaları ve yayınları Prof. Dr. İsmail Görkem, 1996 yılında bugüne kadar, 12 yüksek lisans ve 6 doktora tezini yönetti. Doktora talebelerinden ikisi ‘doçent’, ikisi ise ‘yardımcı doçent’ olarak çeşitli üniversitelerde görev yapmaktadır. Türk Halkbilimi alanıyla ilgili bilimsel makaleleri yayımladı. Ayrıca millî ve milletlerarası nitelikteki çeşitli kongrelere tebliğli olarak katıldı. Bu yayınların toplam sayısı 60’a ulaşmaktadır ki, ilmi araştırma ve yayına hazırlama niteliğinde basılmış ve yayına hazır kitap çalışmaları pek çoktur. İsmail Görkem’in proje danışmanlığında, Düziçi Öğretmen Okulu’ndan eski öğrencisi, şimdi Aydın-Didim’de noter olarak görevli Bekir İşlek ile birlikte Osmaniye-Düziçi ilçesinin folklor ürünlerini, 2007-2010 yılları arasında görsel ve işitsel olarak derlendi. Bu projeye dayalı olarak şimdiye kadar ilki İsmail Görkem ile Ozan Tülüce’nin Biyografik Türkülü Hikâye: Çukurovalı Karacaoğlan: Osmaniye-Düziçi Rivayetleri/ İspir Onbaşı- Karayiğit Osman (Çatı Yay., İst. 2008) adlı eseri ve, diğerleri ise Bekir İşlek imzasıyla Tekeden Teleme Çalmak (Çatı Yay., İst. 2009), Bir Cerene Av Olmak (Çatı Yay., İst. 2010) ve Seksen Kapıya Doksan Değnek Vurmak (Çatı Yay., İst. 2011) kitapları yayınlandı. Yöreden derlenen sözel malzeme üzerinde İsmail Görkem, ayrıca lisansüstü çalışmalar yaptırmakta ve Haber Akademi ve Kanal Kültür adlı internet sitelerinde hâlen yazıları yayınlanmaktadır. Prof. Dr. İsmail Görkem’in ilmi çalışmaları 1-İsmail Görkem, Halk Hikâyesi Tahlilleri/ Çukurovalı Âşık Mustafa Köse ve Hikâye Repertuvarı, Akçağ Yayınları, Ankara 2000, IX+332 s. (ISBN: 975-338316-9). [=Doçentlik takdim tezi]. 2-Baha Said Bey, Türkiye’de Alevî-Bektaşî, Ahî ve Nusayrî Zümreleri, (Genişletilmiş 2. baskı), Kitabevi Yayınları, İstanbul 2006, 327 s. (ISBN: 975-917319-0). 3-İsmail Görkem, Türk Edebiyatında Ağıtlar: Çukurova Ağıtları (İnceleme- Metinler), Akçağ Yayınları, Ankara 2001, XVIII+422 s. (ISBN: 975-338-336-3). [=Doktora tezi]. 4-İsmail Görkem, Yeni Bilgiler Işığında Dadaloğlu: Bütün Şiirleri, (Genişletilmiş 2. baskı), E Yayınları, İstanbul 2006, 526 s. (ISBN: 975-390204-2). [=Profesörlük takdim tezi]. 5-İsmail Görkem, Elâzığ Efsaneleri (İnceleme-Metinler), Manas Yayıncılık, Elâzığ 2006, 289 s. (ISBN: 975-6089-04-0). [=Yüksek lisans tezi]. 6-İsmail Görkem- Ozan Tülüce, Biyografik Türkülü Hikâye: Çukurovalı Karacaoğlan: Osmaniye-Düziçi Rivayetleri/ İspir Onbaşı- Karayiğit Osman, Çatı Yayınları, Ankara 2008, 152 s. (ISBN: 979-975884514-9). 7-M. Kaya Bilgegil, Saz Şiirinin Kadroları, (Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), Fenomen Yayınları, Erzurum 2011, 210 s. 8-Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Âşıkları: Karacaoğlan, (Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), İstanbul: Türkiye İş Bankası yayınları (=2012 yılında basılacak). 9-Ahmet Şükrü Esen, Anadolu Âşıkları: Dadaloğlu, (Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları. (=2012 yılında basılacak). 10-Tahir Alangu, Türkiye Folkloru El Kitabı, (Genişletilmiş 2. baskı),(Yayına Hazırlayan: İsmail Görkem), Yapı Kredi Yayınları. (=2012 yılında basılacak). Yeni Ufuklar 65 ETKİNLİK ETKİNLİK Türkiye’de değil dünyada da yardıma koşar Kızılay. Kızılay din, dil, ırk, sosyal yaşam, siyasal görüş, kadın erkek farkı gözetmeden tüm insanlığa yardım eder. Diğer derneklerden, diğer kuruluşlardan farkı budur. Kayseri’de de 1915 yılında kurulmuş. “Sevgi Bohçası” çalışmaları Yeni Ufuklar Derneği Kayseri Şube Başkanı Prof. Dr. Kuddusi Erkılıç, Kızılay Şubesi Kadın Komisyonu Başkanı Asuman İçerlioğlu, iki derneğin yöneticileri ve öğretmenler anlamlı günün ardından birlikte fotoğraf çektirdi. Prof. Dr. Kuddusi Erkılıç, Kızılay’ın yardımları için Kayseri Şube Başkanı Ayhan Uzandaç’ın şahsında tüm camiaya teşekkürlerini bildirerek, eğitime yardımların devamlı olmasını istedi. Y ENİ UFUKLAR DERNEĞİ ve Kızılay Kayseri Şubesi’nin işbirliğiyle Yeni Ufuklar İlköğretim Okulu öğrencilerine giyim ve kırtasiye yardımı yapıldı. Okulda yapılan törene Yeni Ufuklar Derneği Kayseri Şube Başkanı Prof. Dr. Kuddusi Erkılıç ile Kızılay Şubesi Kadın Komisyonu Başkanı Asuman İçerlioğlu ile her iki derneğin yöneticileri, gönüllüler, okulun öğretmen ve öğrencileri katıldılar. Yapılan ön görüşmelerde, Kızılay Şube Başkanı Ayhan Uzandaç, Yeni Ufuk- 66 Yeni Ufuklar lar Derneği’nin Kayseri’de yaptığı yardım faaliyetlerini takdirle karşıladıklarını, özellikle eğitime yapılan katkının değerinin ölçülemeyeceğini belirtmiş, okulda ihtiyaç sahibi öğrencilere her türlü giyim ve kırtasiye yardımı yapılması sözünü vermişti. 15 Mart 2012 Perşembe günü Sakaltutan köyünde bu malzemelerin öğrencilere dağıtım töreni yapıldı. Kızılay Şube Başkanı Ayhan Uzandaç’ın katılamadığı törende gönüllü çalışanlar adına konuşma yapan Kadın Komisyonu Başka- Öğrenciler için Kızılay ile işbirliği nı Asuman İçerlioğlu, Kızılay’ın 1868 yılında kurulmasından bu yana ülkemizdeki her türlü felakete ilk koşan kurum olduğunu, son yıllarda yardım faaliyetlerinin ülke sınırlarını aştığını, Somali’ye kadar uzandığını belirtti. İçerlioğlu konuşmasını şöyle sürdürdü: Dünyanın yardımına koşuyor “Kızılay 1868 yılında Osmanlıda “Yaralı ve Hasta Askerlere Yardım Cemiyeti” adı altında kurulmuştur. Daha sonra Hilal-i Ahmer adını almış, 1935 yılında ulu önder Atatürk, bu adı Türkçeleştirmiş ve Kızılay adını vermiştir. Kızılay, nerde bir doğal afet olsa hemen oraya gider, yiyecek, giyecek, çadır, mutfak, hastane gibi yardımlar götürür, oraya yerleşir. Yıkılan binalar varsa tamir eder. Biliyorsunuz, son Van depreminde Kızılay Van’da yetmiş bin adet çadır kurdu. Mevlana Evleri yapılmıştır. Halen yardımlara devam etmektedir. Doğal afetlere ilk giden de Kızılay’dır son ayrılan da Kızılay’dır. Doğal afetler olduğunda sadece Bizler Kızılay’da çalışan gönüllüleriz. Başkanımız, gönüllüler ve biz çalışanlar hiçbir ücret talep etmeden gönüllü olarak çalışmaktayız. İhtiyacı olan herkese ulaşmaya çalışıyoruz. Ayrıca sevgi bohçası adı altında bir çalışmamız var. Kayseri Doğum Hastanesi’yle anlaşmalı olarak yürütmekteyiz. Doğum yaptıktan sonra çocuklarını saracak herhangi bir şeyleri olmayan ihtiyaç sahibi annelere bu hazırladığımız bohçalar doğum evi başhekimliği tarafından verilmektedir. Bu bohçaların içerisinde bebek giysileri, battaniye, havlu, annenin pijaması, biberon gibi malzemeler bulunmaktadır. Bu da bir yıldan beri devam etmektedir. Ayrıca köy ilkokullarına gitmekteyiz. Bugün bazı köy ilkokullarında sınıflar çok kötü durumda, yerlerin taşı yok, affedersiniz lavaboları, tuvaletleri yok doğru dürüst. Böyle okullarda da onların bu ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Kızılay bağışlarla ayakta durmaktadır. Kızılay’ın devletten veya başka bir yerden geliri yoktur. Bağışçılarımız bağışlarda bulunurlar. Bunlar maddi olabilir, tarla, arsa, işyeri gibi kira getiren yerler olabilir. Türkiye genelinde 750 tane şubemiz var.” Daha sonra Yeni Ufuklar Derneği adına konuşan Şube Başkanı Prof. Dr. Kuddusi Erkılıç, yardımlarından dolayı Kızılay’a teşekkür etti. Erkılıç konuşmasını şöyle sürdürdü: “Ben sayın müdürümüze biraz önce sizler gelmeden önce ilkokulun bu görüntüsünü özlemişim, dedim. Şöyle bir dolaştık sınıfları, bir küçük sınıfa girdik, gençlerle tanıştık, bizi yaklaşık kırk beş yıl öncelere götürdü. Ben gençlere öncelikle Yeni Ufuklar Derneği’nin Kayseri’deki merkez Kayseri yanında İstanbul’da da şubesi olduğu bilgisini vereyim. İleride inşallah büyüdükleri zaman kendilerinin de bu şekilde çok güzel sivil toplum örgütlenmeleri içerisinde yer alırlar. Sevgili arkadaşlar, sizlerle burada bulunmamızın vesilesi olan başta Asuman İçerlioğlu hanımefendi olmak üzere Kızılay Kayseri şubesinin başkanı Ayhan Uzandaç beye ve gönüllülerine teşekkür ediyorum. Sağ olsunlar, Yeni Ufuklar Derneği’nin önayak olduğu ve yaptırdı- ğı Yeni Ufuklar İlköğretim Okulu’nun sevgili öğrencilerine Türk Kızılayı’nın yardımlarını ulaştırdılar. Biz de onlara aracı olduk, Derneğimiz adına, kendilerini burada görmekten çok mutlu olduğumuzu söylemeliyim. Böyle pırıl pırıl gözleri olan, geleceğe umutla bakan siz değerli öğrencilere şunu söylemek istiyorum: Hepimiz sizin geçtiği sıralardan geçtik. Bakın hanımefendiler biraz önce söylediler, gerçekten şanslısınız, şu an bulunduğunuz okul çok güzel yapılmış, kıymetini biliniz ve ileride siz de böyle mekânları yapacak yerlere gelmek için lütfen uğraşınız. Sizlerin yaşınızda iken bizim belki buralarda sizlere bu konuşmaları yapacağımız aklımıza gelmeyebilirdi ama bakın ben de sizler gibi bir köy okulundan mezun oldum. Şu an binlerce ailemize, hocalarımıza ve ülkemize, yöneticilerimize gerçekten teşekkür etmemiz gerekiyor. Çeşitli zorluklardan geçerek olsa da şu an bir üniversite öğretim üyesi ve aynı zamanda hem öğrenci hem de göz doktoru yetiştiren hem de bu tür sivil örgütlenmelerin içerisinde topluma yardımcı olmaya çalışan hocanız olarak sizlere bu güzel, pırıl pırıl gözlerinizi görmekten çok mutluyum. Göz deyince tabii ki göz hocası olarak gözlere bakıyorum ama şunu biliniz ki göz ve kalp bizim konuştuğumuz lafların, söylediğimiz şarkıların içerisinde en çok söylenen iki kelimedir. Gözünüz, gönlünüz açık ve ferah olsun. Bu güzel organizasyon için sayın Asuman İçerlioğlu hanıma ve Türk Kızılayı Kayseri şubesi başkanı Ayhan Uzandaç beye teşekkür ediyorum. Yeni Ufuklar 67 SİNEMA SİNEMA Coşkun ÇOKYİĞİT Aksoy ve ekibinin, yaşanmış, olup bitmiş bir hadiseyi yeni baştan kurgulamasının ilk akla getirdiği şey, “Bu sizin fetih algınız efendim! Herkesinki kendine!” şeklinde bir reddiyedir ki, bu yaklaşım doğru bir yaklaşımdır. Çünkü fetih olayı, okyanuslar büyüklüğünde bir vakıadır ve onu yaşamamış olan her insan derya kenarında tasını doldurmaya çalışan bir fani olarak kalacaktır… Fetih 1453: mazrufu değil zarfı anlatıyor Fetih 1453, çekimine başlandığı günden ilk gösterimine, vizyondaki ilk üç günlük rekora ve şu ana kadar yaptığı hâsılata kadar sürekli olarak gündem oluşturdu, kendinden söz ettirmeyi başardı. Şu satırları kaleme aldığım dakikalarda, 400 salonda 7’inci haftasını dolduran ve 6 milyon küsur kişi tarafından seyredilerek kırılması güç bir rekora imza atan Fetih 1453, Türk sineması, Türk tarihi, yönetmenin politik ve estetik duruşu, halkın sanata yönelik davranış biçimi gibi pek çok konuda söz söylemeyi gerektiriyor… Bunlardan ilki şudur: Sinema tüm politik ve estetik duruşunun yanında elbette entertainment (eğlence) sektörünün altın yumurtlayan tavuğudur! Bu çerçeveden bakıldığında Fetih 1453, Türklerin dünyayı değiştirdikleri bir tarih kesitini sinema sanatının kurallarına bağlı kalarak (halkı eğlendirmek amacı ile) çekilmiş ticari bir filmdir; bu duruşunun doğruluğunu gişede yaptığı hâsılat ile ispatlamıştır... Başta Hollywood olmak üzere Çin, Hindistan, Japonya ve pek çok Batı Avrupa ülkesinin “sinema sektörü” böyle çalışmaktadır… Türkiye’deki sinema salonlarında gösterilen filmlerin en çok hâsılat yapanları gişe için çekilmiş filmlerden oluşmaktadır. Salonlarda, bir yıl boyunca yapılan 80–100 civarında yerli filme karşılık, yaklaşık 150 civarında ithal film gösterilmektedir.... Alışveriş merkezlerindeki cep sinemaları bilhassa bu türden ticari yapımlara yer vererek insanların sanat algılarını, kültür kalıplarını değiştirmekte, tüketim heveslisi tiplere dönüştürmektedir. Konfeksiyon ürünleri gibi... Sinemanın insanlar üzerindeki diğer etkilerinden biri elbette estetik ve politik yönüdür. Fetih 1453 bu bağlamda ele alındığında estetik algısı ve dilinin tamamen ticari sinemanın algı ve kalıplarına esir olduğu görülüyor.. Filmin, gişe başarılarına imza atmış Hollywood yapımlarını örnek aldığı su götürmez bir gerçek. Bu tür filmler ister kurmaca, ister uyarlama, ister bilim kurgu olsun veya tarihi bir olaydan yola çıkarak çekilsin, muayyen kalıplar içinde kalırlar. Tıpkı konfek- İstanbul Surları animasyon teknikleri ile yeniden canlandırılıyor. Surları kuşatan askerlerin çokluğunu yansıtabilmek için de bilgisayar hilelerine başvuruluyor. siyon ürünleri gibi, tıpkı seri halde pizza, hamburger veya kızarmış tavuk üreten lokantalar zincirlerinin formülleri gibi… Sözün kısası, Fetih 1453 market konseptinde üretilmiş, giriş, gelişme ve sonuç bölümleri defalarca denenmiş ve farklı filmlere uygulanmış başarılı kalıplardan müteşekkildir. Mesela, tarihi gerçekliğe uymadığı halde “baba travması”, sevgisiz büyüme kalıplarının kullanılması gibi... Bunların yanında yine pek küçük yaşlarda gelecekte gerçekleştirilmek üzere konulan bir hedef, bu hedefin baş kahramanı, yardımcı karakterleri, hedefe giderken karşılaşılan çözümü imkânsız gibi görünen güçlükler, mucizevî çözümler, harikuladelikler vs., vs… “Biz bu filmi seyrettik” dedirtecek kadar tanıdık kalıplar. Adeta masal kalıpları gibi: bir varmış, bir yokmuş… Evvel zaman içinde kalbur saman içinde… Zihinsel sıçrama Fetih 1453 bugüne kadar dünya sinemasının kullandığı tüm aksiyon tekniklerini kopyalayarak, Türk sineması adına gişe filmlerinde bir çıta oluşturdu. 68 Yeni Ufuklar Burada durup Fetih 1453’ün yola çıktığı “geçmiş gerçekliğe” baktığımızda, İstanbul’un fethi hadisesinin aslında hiçbir sanat aracına muhtaç olmayacak kadar büyük bir hikâye olduğunu görürüz. Fatih ve etrafındaki kutlu insanlar, tarih boyunca sömürgeci ve kahhar bir imparatorluk olmuş Büyük Roma’nın bakiyesi Doğu Roma’nın başkentini çevreleyen surları yer ile yeksan ettiklerinde, günümüzde kullandığımız anlamda olmamakla birlikte o çağa göre bir “açık toplum” temeli atıyorlardı. Bunu yaparken, gerçek ve güzel bir macera yaşıyorlardı. Tıpkı “gül”ün bizim gerçek ve güzel algımızdan bağımsız biçimde gerçek ve güzel oluşu gibi! Fetih de günümüzdeki her türlü algıdan bağımsız, fevkalade bir olay, fevkalade bir macera, fevkalade bir fiziki ve zihni sıçramadır… Çağına rağmen, çağdaşlarına rağmen ve bugün postmodern bir biçimde her şeyi eğip büken, değiştirip dönüştüren sanat algısına rağmen! Politik ve estetik duruş! Günümüz sinemasının estetik algısı, adeta gülü, güzeli ve gerçeği bir araya getirerek çeşitli mecazlar oluşturur gibi Fatih’i, fethi, kronolojik bilgiyi bir araya getirerek “sanal heyecan” yaratıyor. Aksoy ve ekibinin, yaşanmış, olup bitmiş bir hadiseyi yeni baştan kurgulamasının ilk akla getirdiği şey, “Bu sizin fetih algınız efendim! Herkesinki kendine!” şeklinde bir reddiyedir ki, bu yaklaşımım doğru bir yaklaşımdır. Çünkü fetih olayı, okyanuslar büyüklüğünde bir vakıadır... Onu yaşamamış olan her insan derya kenarında tasını doldurmaya çalışan bir fani olarak kalacaktır… Fetih 1453’ün politik ve estetik duruşu bu genellemelerden anlaşıldığı gibi olumlu görülebilecek bir duruş değildir ama şunu biliyoruz ki, Fetih 1453 sonuçta hakemli bir tarih dergisinde yayınlanan makale de değildir. Bilim kongresinde sunulan ve bugüne kadar bilinmeyen bir belge etrafında fethi yeniden yorumlama girişimi de değildir. O halde neden olumlu bulmuyorum Fetih 1453’ün politik ve estetik duruşunu? Yerli film örneği sayılır mı? Birincisi, eğer Fetih 1453’deki İslam ve Türklük ile ilgili görsel malzemeleri kaldırıp filmi İngiliz dilinde ve Konstantiniye, Bizans vs. gibi kelimeler geçmeden izleseniz bunun bir Türk filmi olduğunu söyleyebilme- Yeni Ufuklar 69 SİNEMA SİNEMA niz mümkün değildir… Gökyüzünü karartan ok yağmurları, kalkanların oklara siper edilmesi, yürüyen kuleler, mancınıklar, surlardan dökülen kızgın yağlar, koçbaşları ile kapıların dövülmesi, yan karakterlerin karmaşık dramatik hayatları, cihat arifesinde gayrı meşru halvetler, düşmanın kötünün kötüsü biçiminde zayıf karakterler olarak aşağılanıp seyirciyi tava getirme taktikleri, zırh kuşanmalar ve çok başarılı olsa da sürek avında öfke patlaması veya birebir kılıç savaşları... Bunlar, 300 Spartalı, Ölümsüzler vs. gibi Hollywood, Uçan Hançerler, Kralların Savaşı, Kahraman vs. gibi Çin filmlerinde kullanılmış ve gişede başarılı olmuş kalıplardır. İşte bu bağlamda da Fetih 1453’ü yerli sinema örneği sayabilmek mümkün değildir. Savaş sanatını yazdırmak Politik duruşa gelince: Türkler Müslüman olup Orta Doğu coğrafyasında, bir merhamet, bağışlama, esenleme ve hoşgörü dini olan İslamiyet adına Fars ve Arap aşağılamalarına maruz kaldıklarında, o güne kadar insanlığın biriktirdiği tüm dünyevi ve dini bilimler konusunda büyük çaba göstermiş bir milletti. Askerlik ve savaşçılık konularındaki büyük deha, kabiliyet ve cesaretleri, o güne kadar mahalle kavgaları çapında cereyan eden savaşların meydanlara taşmasına sebep olmuştu. Çinli bilginlere oyun oynar gibi geliştirdikleri savaşma teknikleri ve yenilmezlikleri yüzünden Savaş Sanatı (Lao Tzu) kitapları yazdıran bu millet Orta Çağda mümkün dünyaların en mükemmel bilgileri ve ilimleri sayılan bilim kapısı önünde selam durmuştu. Divanü Lugati't-Türk, Kutadgu Bilig,Muhakemetü’lLugateyn gibi kitaplar bu yüzden yazılıyor, Türkistan’da yaşayan Türk boylarından kopan göğsü 70 Yeni Ufuklar lekesiz ve saf bir imanla dolu gencecik çocuklar Bağdat, Basra, Kufe, Şam vs. gibi binlerce yıl boyunca artık kirli bir akvaryuma dönüşmüş Mezapotamya topraklarına ilim okumaya geliyorlardı… Hatta kadim Orta Doğu milletlerinin kültürünü o kadar önemli sayıyorlardı ki, yok olup gitmek üzere olan İran kültürünü, Sultan Gazneli Mahmut, Şehname için döktüğü altınlarla yeniden diriltiyordu… Karahanlı’lardan Gazneli’lere, Gazneli’lerden Selçuklu’ya ve nihayet Osmanlı’ya kadar bütün Türk idarecileri, hakanlar, yabgular, tarkanlar, beyler, varlık sahibi ağalar hep ilmin peşinden koşuyorlardı… İlk resmi medreseyi (Üniversiteyi) Selçuklu Sultanları yaptırtıyorlardı… Bilgi ve hikmet peşinde Fatih Sultan Mehmet Han da, Fetih 1453’de gösterildiği gibi babasız büyümenin travması ile İstanbul’u alma saplantısını hayata geçiren bir hakan değil, bilgi ve hikmet peşinde koşan bir hakandı (ki filmde bir kere bile ona Han diye seslenilmez). Fatih, bu yüzdendir ki başında daima ulemaya mahsus olan sarıkla dolaşırdı. Bu yüzdendir ki, Mirzaların sarayından Timur Rönesansı’nın yarım kalmasını fırsat bilerek âlim ve sanatkâr talep ederdi. Bu yüzdendir ki, İstanbul’u fethettiği zaman bir bebek suratı okşamaktan çok daha fazlasını yapmıştı: Askerlerine, “Tüm şehir sizin Aya Sofya (Yüce Hikmet) benim. Dokunanın kellesi gider!” ihtarını çekmişti… Bu yüzdendir ki, Doğu Roma’dan kalan bilge kişileri şehirde tutmak için çok çabalamıştı. Bu yüzdendir ki, ilk işi Sahn-ı Seman Medreseleri’ni yaptırmak olmuştu. Bu yüzdendir ki savaş onun için arızî yani ikincil bir şeydi... “Hakanî, Sultanî, Emperyal gelenekleri” birleştirerek dünyanın tüm idari, akli, siyasi ve bilimsel birikimini bir araya getirmeyi hayal ediyordu… Fetih sahilinde tası doldurmak Politik ve estetik duruşu pek çok bakımdan tenkit edilecek bu filmin hiç mi iyi tarafı yok diye sorulabilir. Şunları söyleyebilirim; Fetih 1453, bir Fatih Aksoy ürünüdür. Aksoy, fetih denizinin sahilinde durmuş ve tasını doldurmuş… Tasında ne varsa bizlere sunduğu o. Zaten ürünün adından yukarıda sıraladığım şeyleri anlatmayacağı, anlatamayacağı belli değil mi? Filmin adı, Fatih değil, Fetih 1453! Yani Aksoy, ruhun değil aksiyonun peşinde… Mazruftan çok zarfı anlatıyor. Bu da bir şeydir diyebiliriz. Fatih Aksoy, en azından gişeyi yükseltti diyebiliriz. Türk aksiyon sinemasında bir devrimdi, diyebiliriz. Hatta filmin tüm zamanların en çok iş yapan filmi olarak sinema tarihine geçmesini hazmedemeyen sureta Türk ve Müslüman olan “Batının Yeniçerileri”nin hasetliğine bakıp filme sahip çıkasımız bile gelir… Yönetmen Osman Sınav, usta edebiyatçı Mustafa Kutlu’nun “Uzun Hikaye” isimli eserini beyazperdeye aktarıyor. Osman Sınav ile Kenan İmirzalıoğlu’nu, uzun bir sürenin ardından bir araya getiren, Yiğit Güralp tarafından senaryolaştırılan yeni filmi; çok sayıda usta oyuncunun yer aldığı oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Osman Sınav “Uzun Hikâye”yi çekmeye başladı! 1940’lı yıllardan 1970’lerin sonuna uzanan öyküsü ile kimi zaman hüzünlü, kimi zaman neşeli ve coşkulu, kimi zamansa heyecanlı ve romantizm yüklü “Uzun Hikaye”nin yönetmenliğini Osman Sınav üstleniyor. Filmin senaryosu ise Yiğit Güralp’e ait. Film; senaristinin tanımıyla; “uzayıp giden demiryollarında, kasaba kasaba dolaşarak geçen ömürleri boyunca, “Sen nerelisin” diye sorulduğunda “Sevda köylüyüm” diye yanıtlayan çok ama çok iyi insanların; ölümsüz aşklarını, adalet, doğruluk ve eşitlik üzerine bir yaşam kurma mücadelelerini” anlatıyor. Osman Sınav ve Kenan İmirzalıoğlu’nun 10 yıla yakın zamandır hayata geçirmek istedikleri, Mustafa Kutlu’nun ölümsüz eserinden uyarlanan “Uzun Hikaye”de İmirzalıoğlu; alışılmışın dışında bir rolle, yuvasına son derece düşkün, hayata daima kocaman ve aydınlık bir gülümsemeyle bakan, onurlu ve âşık bir aile babası olarak seyirci karşısına çıkacak. Geniş bir oyuncu kadrosuna sahip olan “Uzun Hikaye”; usta oyuncular Altan Erkekli, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Cihat Tamer, Mahir Günşıray, Kürşat Alnıaçık, Şener Kökkaya, Osman Alkaş, Cengiz Bozkurt, Mustafa Üstündağ, Erkan Avcı, İsmail Hakkı Ürün, Bora Koçak, Ferdi Kurtuldu ve Ufuk Karaali ile büyük yankı uyandıracak. Çekimleri başlayan filmde, bu usta isimlere, yine son dönem Türk sineması ve televizyonlarının genç ve başarılı oyuncuları Tuğçe Kazaz, Ushan Çakır, Damla Sönmez, Taner Ölmez, Batuhan Karacakaya, Elif Atakan, Buğra Bahadırlı, Başak Kasacı, Taha Yahya Tan, Fatima Betül Cordal ve daha birçok sürpriz isim eşlik edecek. Mekân, kostüm ve oyuncular için 6 aya yakın ön hazırlık çalışması yapılan filmin çekimleri, İstanbul dışında 6 ayrı kasaba ve istasyonda gerçekleşecek. “Uzun Hikaye”nin ekibi, çekimlerin başlamasıyla 2 aylık zorlu ve yoğun bir çalışma sürecine girdi. Yapımcılığını Osman Sınav’a ait Sinegraf’ın, dağıtımını UIP’nin üstlendiği “Uzun Hikaye”; konusu, oyuncu kadrosu, müzikleri ve senaryosu ile gelecek sezonun en çok konuşulan filmlerinden biri olmaya aday gösteriliyor… Yeni Ufuklar 71 KİTAP SİNEMA İzmir film festivaline kavuşuyor 12. Uluslararası İzmir Film Festivali 21-28 Nisan 2012 tarihleri arasında körfezde yeniden sinema rüzgârları estirecek. K öklü tarihsel geçmişi, kültürel mozaiği ve farklı kültürleri bir arada barındıran yapısıyla tanınan İzmir, sinema dünyasını yeniden ağırlayacak. Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Füzün tarafından yapılan açıklamada Uluslararası İzmir Film Festivali’nin, 21-28 Nisan 2012 tarihleri arasında düzenleneceği belirtildi. 1989-2000 yılları arasında “Uluslararası İzmir Film Festivali” olarak düzenlenen ve İzmir’in sinema alanında önemli bir açığını kapatan etkinlik; Başbakanlık Tanıtma Fonu, Kültür ve Turizm Bakanlığı, İzmir Kalkınma Ajansı destekleri ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanlığı ve Dokuz Eylül Üniversitesi Rektörlüğü işbirliğiyle 11 yıl sonra yeniden hayata geçiriliyor. Güçlü bir destekle ve deneyimli bir ekiple yola çıktıklarını söyleyen Prof. Dr. Mehmet Füzün yaptığı açıklamada şöyle dedi: “Festivalin, uluslararası ve ulusal çaptaki filmleri, sinema sanatçılarını İzmir halkıyla buluşturmayı, gelişen sinema sektörüne genç yetenekleri kazandırmayı, perdelere yansıyamayan eserlerini izleyiciye ulaştırmayı amaçladığını.” Prof. Dr. Füzün, “Uluslararası Festivalin sadece İzmir’e değil, Ege Bölgesine, Türkiye’ye ve Dünyaya hitap edeceğini ve böylelikle Expo 2020’ ye de hazırlanan güzel İzmir’i bir kültür odağı haline getirmeyi” hedeflediğini vurguladı. İlk filmlere dikkat 2011-2012 yapımı filmlerin katılabildiği Ulusal Film Yarışması’nda ilk filmler dikkat çekiyor: 72 Yeni Ufuklar Gönül ne kahve ister ne kahvehane, Gönül ahbap ister, kahve bahane… G Âlim Şerif Onaran’ın adına özel ödül... Yarışmalı bölümde ayrıca Âlim Şerif Onaran Akademi Ödülü de verilecek. Oğuz Onaran, Oğuz Adanır ve Mutlu Parkan’dan oluşan Akademi Jürisi’nin belirle- yeceği bir kategoride ve bir filme verilecek bu ödül, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı Bölümü kurucu hocası ve Türkiye’nin ilk sinema profesörü olan Âlim Şerif Onaran’ın adını taşıyor. İstanbul Film Festivali 31yaşında İKSV tarafından Akbank sponsorluğunda düzenlenen 31. İstanbul Film Festivali, 31 Mart Cumartesi günü başladı. İki haftalık programda 200’ün üzerinde filmin yanı sıra ünlü konuklar, usta sinemacıların katılacağı söyleşiler, atölye çalışmaları, sinema dersleri ve konserler yapıldı. Festivale ko- ESKİ İSTANBUL KAHVEHANELERİ nuk olan Terence Davies, John Madden, Jens Lien, Helvécio Marins Jr, Morteza Farshbaf, Carl Bessai, Marius Holst, Tony Kaye, Morten Tyldum, Robert Wieckiewicz ve Benno Fürmann gibi yönetmen ve oyuncular katıldı. Shakespeare in Love / Âşık Shakespeare filminin Oscar ödüllü yönetmeni John Madden Festivalde Sinemaseverlerin Shakespeare in Love / Âşık Shakespeare ve Captain Corelli’s Mandolin / Corelli’nin Mandolini gibi filmleriyle yakından tanıdığı İngiliz yönetmen John Madden de Festivalin konukları arasındaydı. John Madden’in “Akbank Galaları” kapsamında gösterilecek son filmi The Best Exotic Marigold Hotel / Marigold Oteli’nde Hayatımın Tatili, bir grup emekli İngiliz’in emekliliklerini geçirmek üzere Hindistan’a gidişleri ve bu seyahatte aşkı yeniden keşfetmelerini konu alıyor. ünlük hayatımızın vazgeçilmezidir kahve. Yaşlılar kıraathanesine gider, gençler “cafe”sine fakat kimse gittikleri yolu, varacakları yeri merak etmez. Herkes kendi dünyasında yaşadığını zanneder fakat herkes tek dünyaya zorlanmıştır ve bunu henüz fark etmeye uğraşacak zamanı yoktur. “Nedir?” diye sormuyorsak da hiç olmazsa sorana kulak vermekte fayda var. Kahvehane ve kıraathanelerin ülkemize girişi, büyümesi, anlam kazanması ve değer bulmasıyla ilgili tarihsel gelişim sürecini, Cem Sökmen bize “Eski İstanbul Kahvehaneleri” adında ciddi bir eserle vermiş. Sade, anlaşılır ve akıcı bir dil kullanan yazar; farklı kaynaklardan karşılaştırmalarıyla zihin muhakemelerini zorluyor. 1500’lü yılların başında Anadolu’nun kahveyle tanışıklığı başlar ve günümüze kadar anlamını yitirmeyecek bir serüven oluşturur. Fakat halkın kahveyle olan ilişkisiyle kahvehaneyle olan ilişki arasındaki fark oldukça dikkat çekici. İstanbul’un fethinden 100 yıl sonra başlayan kahvehane kültürünün modernlik ve muhteşemlik uğruna nasıl yok edildiğini, yazarımız sayesinde temaşa ediyorsunuz. İlk kahvehaneler, İstanbul’un toplumsal hayatında etkili olan; çekirdek aile ve akrabaların birleşiminden oluşan aile, ibadet hayatının mekânı cami ve tekke, ticari hayatın organize edildiği çarşı, yani kısaca aile-cami-çarşı üçlemesinin alternatifi olarak doğmuştur. Alternatif özelliği taşımasını sağlayan en büyük faktör ise bu üçlemeden farklı olarak içe dönük iletişimden dışa dönük iletişimin söz konusu olmasıdır. Sözlü kültürün oluşturduğu bu sohbet ortamları yazılı kültürden pek de uzak değildir. Çünkü buralarda konuşulan dil atasından bağımsız olmadığından kahvehanelerde okunan, okur-yazar bilmeyenler tarafından da dinlenen eserler Mevlana’nın Mesnevisi, Yunus Emre’nin Divanı, Fuzuli’nin Divanı ve Taberi gibi insanların düşünce ve fikir hayatını doyurucu eserler oluyor. Böylece tüketim mekânıyken sohbet mekânına, yazılı yayın organlarının dahil olmasıyla birlikte de kültürel bir ortama çevrilmiştir. Mehmed Niyazi der ki: “İstanbul Türkiye’nin kalbi, Tarihî Yarımada da İstanbul’un şah damarıdır.” Kitapla birlikte bunu daha iyi anlıyorsunuz. Çünkü bahis olan mekânlar Beyazıt, Babıâli, Şehzadebaşı ve Beyoğlu’nda. Ağırlığın şah damarda olduğunu fark etmek pek de zor olmuyor. Bu ağırlık ve güzelliğin tarihî yarımadada özellikle camilere göre şekillenişi şüphesiz günümüz insanının din anlayışını değiştirecek nitelikte. Kısaca; din ile akademinin, sanatın, edebiyatın arasındaki “görünmez eli” burada “görüyorsunuz. Bu nasıl gerçekleşiyor? Edebiyatçıların, sanatçıların, akademisyenlerin buluşma noktasının burası olmasıyla başlıyor. Buralarda buluşma sebebi yine ilk kahvehanelerdeki gibi karşılıklı ilişkiler üzerinedir. Fakat kıraathanelerin farkı konuşulan dil ve üzerinde durulan sohbetlerden dolayı seviyenin yüksekliğidir. Bu millete mal olmuş eserler buralardan çıktığı gibi bazı eserler de oluştuğu bu düşünce ortamına ithaf edilmiştir. Kıraathane olarak ilk anılan yer Sarafim’i, “akademi” diye adlandırılan Küllük’ü, Türk edebiyat tarihinde bir kıraathanenin öyküsünü anlatmaya yönelik yazılan ilk ve tek roman “Dahiler ve Deliler”de Marmara’yı ve bunlara benzer birçok mekânı buluyorsunuz. Her birinde ayrı bir keyif, tat ve doku var. Çıraklar ve onların ustaları var. Yeni yetme çırak ve onların ustalarıyla olan ilişkilerini ve gelişmelerini görüyorsunuz. Fakat günümüz insanının çırak olmadan kalfalığını ilan edişiyle karşılaştırınca bir hoş oluyorsunuz. Modernize ekseninde kendisine pazarlamacı mantığını kazanan bireylerin sohbeti de pazarlama hâline getirmesi anormal görülemez. Günümüzde meşhur kitapların dizi hâline getirilip satılması gibi kahvehane kültürünün de yok oluşu bunu andırmaktadır. Kapanan kahvehaneleri aynı isimle hizmet üretimine açmak, çok satmasını ummak arz edeni etkilediği gibi tüketicinin de dengesini bozmuştur. Sohbeti arayan, aranan insanlar ahbaptan uzaklaşıp kahvenin tadına erişmeye çalışmışlardır. Materyal dünyanın değişmez gerçeğine ayak uydurmaktır bu. Ve eğer kahveniz istenilen tadı bırakmazsa, o damaklarda tat bırakacak hotel, restaurant ve bankalarla doldurursunuz dört bir yanınızı. Zevk duyunuz makine gibi çalışmaya başladıktan sonra bilgi bilenden, sermaye ve mallar şahıslardan, şahıslar mekânlardan ayrılır. İçi boşaltılmış mekânlarda sınırsız ihtiyaçlar ile doldurulur. Evi odalara böldüğünüz gibi insanları da gruplara bölerek bunu yönlendirmeniz kolaylaşır. Bu naçiz yazıyı kahvehaneyle ilgili söylenmiş güzel sözlerden birisiyle sonlandırıp sizlere veda etmek isterdim fakat herhangi bir üstadımızın sözünü aldığım zaman diğer üstadlarımıza en çok da Cem Sökmen’e büyük bir saygısızlık yapacağımı düşünmemden, sonuç olarak sizlere sadece kitabı yaşamanızı öneriyorum… Süleyman Orhun ALTIPARMAK Yeni Ufuklar 73 KİTAP TÜRKİYE’DE DİLLER VE ETNİK GRUPLAR P amacı ile kaleme alındığını bildiren müellifleri, asıl amacın ise “Türkiye’deki dilleri tespit etmek” olduğunu vurguluyorlar. Çünkü diyor eser sahipleri, diller, etnik-kültürel kimliklerin oluşmasında ve bu kimliklerin tespit edilmesinde birinci derecede önemlidir”. Kitabın ilk bölümlerinde Türkiye’nin etnik yapısı inceleniyor. Daha önce yapılan bazı araştırmaların verileri değerlendiriliyor ve müelliflerin kendi tespitleri Prof. Dr. Ahmet Buran ompeius Meala (M. Ö. I. YY) : Azak Denizi’nin kuzeyinde yaşayan halka “Turcea” denir! Prof. Dr. Ahmet Buran ile Berna Yüksel Çak’ın birlikte hazırladığı “Türkiye’de Diller ve Etnik Guruplar” isimli eser de yine Akçağ yayınları arasında neşredilmiş bir kitap. Eserin, “Türkiye’deki diller ve etnik gruplar konusunda daha önce yapılan çalışmalarda görülen kimi yanlışlıkların giderilmesi” çerçevesinde Türkiye’deki etnik gruplar belirlenerek sıralanıyor. İkinci bölümde dil ve dil türleri hakkında genel bilgiler veriliyor. Türkçe ile birlikte, Türkiye’de ana dili olarak kullanılan yerel ve azınlık dilleri tespit edilip değerlendiriliyor. Kitabın üçüncü bölümünde ise Türkiye’deki ana dilleri, 1965 yılı genel nüfus sayımı sonuçlarına göre ele alınıyor. Çeşitli istatistikler, tablolar bulunuyor. Ortaya çıkan tablolara göre dillerin coğrafi dağılımı haritalar üzerinde gösteriliyor. İşte kitabın daha ilk sayfalarından size birkaç satır: Türk adı, boy ve millet adı olarak, Türkler tarafından yazılan Türkçe belgelerde ilk defa MS VIII. Yüzyılın ilk yarısında dikilen Orhun yazıtlarında (Türk Bodun) geçmektedir. Başta Çince kaynaklar olmak üzere, başka halkların yazılı belgelerinde ise çok daha eski tarihlerde görünmektedir. MÖ. 1328 yılında Çincede “Tu-Kiu” biçiminde geçmekle birlikte bugünkü söyleyişe en yakın yazılış, Romalı Pompeius Meala’nın M. Ö. I. yüzyılda Azak Denizi ‘nin kuzeyinde yaşayan halktan söz ederken kullandığı “Turcea” biçimidir. Akçağ Yayınları tarafından basılan Türkiye’de Diller ve Etnik Gruplar”, 318 sayfa olup adeta indeksi andıran detaylı bir içindekiler bölümüne sahip. www.akcag.com. tr. / akcag@akcag.com.tr. adresi veya 0312.432.17.98 numaralı telefonla yayınevine ulaşılabiliyor. EMPERYALİZM, HEGEMONYA, İMPARATORLUK Emperyalizm, Hegemonya, İmparatorluk, uluslararası politik ekonomi literatürünün en önemli başlıklarını, Irak’ın ABD tarafından işgalini merkeze alarak tartışıyor. Mehmet Akif Okur’un kitabında bu üç kavram, önce sırtlarında taşıdıkları zamandışılık zırhlarından Gramscigil/Coxgil tarihselciliğin nezaretinde sıyrılıyorlar. Ardından da Braudel’i hatırlayarak bir buçuk asrı aşan uzun vade boyunca ardışık dünya düzenlerinin başlıca karakteristiklerini özetliyorlar. 74 Yeni Ufuklar Bu yolculuk sırasında Batı yayılmacılığının kolonyalist ve emperyalist evreleri, Marksist ve Liberal geleneklerin eleştirisi etrafında inceleniyor. Daha rafine iktidar mekanizmalarının mercek altına yatırıldığı hegemonya ve imparatorlukla ilgili kısımlarda da, kuruluş döneminden başlayarak Amerikan hâkimiyet mantığının temel kodları ve içine düştüğü kriz üzerinde duruluyor. Yapılan tüm değerlendirmelerin ışığında, fikirler ve çıkarların işgal kararında nasıl buluştuğu sorusu ise son bölümde cevaplanıyor. Burada yalnızca Avrupa’nın özgürlük arayışı, Batı dışı dünyanın yükselişi ve ulusaşırılaşmadan oluşan dinamikler demetiyle “emperyal eylem” arasındaki bağlantı sorgulanmıyor. Söz konusu sistemik çerçeveyi anlamlandıran tarihsel bloğun ana bileşenleri de tahlil ediliyor. Hristiyan Sağı, Hristiyan Siyonistler ve Yeni Muhafazakârlar gibi grupların oluşum ve koalisyon kurma süreçleri, kendi alt zamanlarına odaklanılarak anlatılıyor. Yayınevi: Ötüken; Fiyatı: 30 TL. 76 Yeni Ufuklar Yeni Ufuklar 77 DERNEĞİMİZE KATKILARINIZI BEKLERİZ 78 Yeni Ufuklar DERGİMİZE KATKILARINIZI BEKLERİZ Yeni Ufuklar 79 80 Yeni Ufuklar