ÖN SÖZ - Gönül Sitesi
Transkript
ÖN SÖZ - Gönül Sitesi
Mehmet Çoban KOREA (G e z i N o t l a r ı) Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yönetim danışmanlığını yaptığım şirketin ön görüşmelerini tamamlayarak imza aşamasına getirdiği iş sözleşmesinin son görüşmesini yapmak, imzasını atmak için dört kişilik bir ekiple Güney Kore’ye gidilecekti. Ekibe dahil edildiğimde sevinmiştim. Bu seyahat ikinci yurt dışına çıkışım olacaktı. İlk kez yurt dışına çıkışım 1976 yılında Batı Almanya’ya idi. 35 yıl sonra tekrar yurt dışına çıkacaktım. Hem öyle yakın bir yer değildi. Her şeyi bizden farklı uzak bir diyardı. Batı toplumları doğu toplumlarına göre bize daha yakındı. Batılıların Hıristiyan oluşu nedeniyle, düşünce ve yaşamlarında bizimle birlik oluşturduğu yerler vardı. Doğu ise Budist’ti. Her şeyi ile Müslümanlardan farklı bir toplumdu. Daha önce Çin’e giden bazılarından uzak doğuyu dinlemiştim. Dört kişilik ekipteki şirket yetkililerinin Singapur’a gidişlerinin ardından uzak doğu hakkında bilgiler edinmiştim. Özellikle Çin’e giden arkadaş, anılarını şöyle özetliyordu. “Sanki farklı bir gezegen” Kore anılarımda farklı bir yer tutuyor. Kore savaşına katılan Halamın kocası vardı. Sıcak savaşa katılmamıştı. Eniştemin katıldığı Türk Askeri birliği Kore’ye vardığında barış ilan edilmiş. Onlar da savaşın ardından güvenliği sağlamak, toplumu derlemek toparlamak için uğraşmışlar. Hüseyin Eniştemin Kore anılarını dinlemiştim. Heyecanın sardığı her nokta da, Kore beni kendine çekiyordu. Gideceğimiz Seul kentine google eartten giriyor. Kalacağımız Olympic Park otel’in yerine bakıyordum. Şehrin her yerini görmeye çalışıyordum. Bundan üç ay önceydi. Samanyolu TV’deki ayna programında Güney Kore işlenmişti. Pasaportumu çıkarttım. Google’deki çeviri programından, Kore diliyle ilgili temel kelimeleri buldum. Onları bir kağıda yazdım. Biraz İngilizcem vardı. Ama ben hangi topluma gidersem gideyim, o toplumun dilinden bir şeyler öğrenerek sıcak temaslar kurmak istiyordum. En azından, selamlaşmak, hal hatır sormak, bir şey istemek gibi konularda dillerini kullanabilirdim. Koreli firmanın bizimle görüşen temsilci Bayan Jenny, bir defasında Korelilerin İngilizce okullarda okuduğunu söylemişti. Okulları tamamen İngilizce diliyle eğitim veriyorlarmış. Halk Kore dilini -2- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları evinde öğreniyor. Okulda sadece gramer yapısı hakkında bilgiler alıyormuş. Türkiye’deki Türkçe dersleri gibi Koreliler derslerde Korece’yi gramer olarak öğreniyorlar. Korece’nin dışındaki bütün dersler İngilizce veriliyormuş. O nedenle Koreliler su gibi İngilizce konuşuyorlar. Benim çat pat İngilizcem bir Korelinin yanında asla yetmezdi. Ama önemli değil ki, nasılsa iyi İngilizcesi olan OTTÜ mezunu Selim kardeşimiz vardı. Selim Rusya’da kendi işini kurmuş, İzmir’de ikamet eden bir arkadaştı. Yurt dışına sürekli çıkan, işi gereği fuarlara katılan biriydi. Dünyada ziyaret ettiği pek çok ülke vardı. Yurt dışı tecrübesi çok iyiydi. Selim’den yurt dışı ilişkilerimizde hem tercümanlık hizmeti alıyor. Aynı zamanda tecrübelerinden yararlanıyorduk. Siyasi görüşlerimiz farklı olmasına karşın çok iyi bir insandı. İnsanların toplumsal değerlerine, inançlarına önem veriyordu. Şirketimizin sahipleri iki bayan yanında, ben ve Selim iki bay olarak dört kişilik kafileydik. Otel rezervasyonlarımız yapılmış, uçak biletlerimiz alınmıştı. Programa göre Seul’da dört gündüz, üç gece geçirecektik. 09 Mart 2011 Çarşamba günü Türk Hava Yolları ile İzmir’den 21:00 de İstanbul’a, 23:40’ta da İstanbul’dan Seul’a uçacaktık. Gün gelip çattı. Havanın harikaydı. Fırtına, yağmur yoktu. Yollar açıktı. Uçmak tehlikeli değildi. Menderes hava limanında biniş kartlarımızı alırken, yarım saat rötar olduğunu öğrendik. Canımız sıkılmıştı. Görevliye rötar uzarsa ne olur dediğimizde, -3- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları “biletleriniz bağlantılı olduğu için sizi beklerler” dediler. Zira Kore’ye uçacak bir uçağa yetişecektik. İzmir – İstanbul arası 45 dakika falan sürüyordu. 21:15’te uçağa binmemize rağmen, 21:30’da kalkacak uçak 21:55’te kalktı. Marmara’daki ters rüzgar hava alanına inmemizi engellemeye başladı. Pilot birkaç kez Marmara üzerinde dolaştı. Nihayet 23:10’da İstanbul’a inmiştik. Uçağın kalkmasına yarım saat vardı. İstanbul Atatürk hava limanında, yurt içi bölümünden yurt dışı bölümüne doğru koşturmaya başladık. Kapıya geldiğimizde, uçak kapılarının kapandığını gördük. Uçak önümüzdeydi ama bizi almıyorlardı. Kapılar 23:25’te kapanmıştı. Biz ise 23:30 kapıya varmıştık. Yetkililere, gecikmenin nedenlerini açıklayarak, kapıyı açın uçağa binelim dedik. Yasak dediler. Kapılar kapandı mı artık bir daha açılmaz dediler. Uçak gözümüzün önünde, biz yetkililerle tartışırken Seul’a doğru uçmak için hareket ediyordu. Gözümüzün önünde uçak bizi almadan uçmaya doğru gitti. Güya bağlantılı seferlerde uçaklar yolcularını beklerlermiş. Hiçte öyle olmadı. Türk Hava yolu yetkilileriyle konuşmalarımız, tartışmaya, sonra da kavgaya dönüşmüştü. Nihayet bizim haklı olduğumuza inandılar. Türk Hava Yollarının hatası nedeniyle geç kaldığımıza ikna olduklarında, bizi Kore’ye uçurmak için sefer aramaya başladılar. Ama bulamadılar. Bizi bir otelde misafir ederek, İzmir’e geri gönderdiler. Tabi iptal olan biletlerimiz yerine yeniden belirleyeceğimiz tarihler için gidiş dönüş biletleri vereceklerdi. Kore yolculuğumuz büyük bir hayal kırıklığı ile başlamıştı. İşimizi gücümüzü bırakıp yola koyulmuştuk. Koşturmaktan hepimiz kan ter içinde kalmıştık. Kore’deki firma yetkilileri bizi bekliyorlardı. Olay nedeniyle ister istemez sinir harbi yaşamıştık. Şimdi ise gerisin geriye dönüyorduk. Türk Hava yolları kendi arasındaki iletişim eksikliğinden dolayı, bilet fiyatlarından daha çok masraf ederek bizi ağırlamış, zarara girmiş, bize tekrar bilet veriyordu. Ama bizim planlar altüst olmuştu. -4- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Türk Hava Yollarının her gün aynı saatte Seul’a seferi vardı. Tehirli olarak altı gün sonra tekrar uçacaktık. Durumu Kore’deki firmaya bildirdiğimizde adeta memnun olmuşlardı. Sanki biraz gecikmemiz işlerine geldi. Belki de bizimle görüşmeye tam hazır değillerdi. Ancak yine de ben gecikmeden dolayı çok rahatsızdım. Dünyada önemli sıraya girmiş Türk Hava yollarının organizasyon eksikliği nedeniyle yolcularını mağdur etmesi hiç de hoş değildi. Gecikme nedenlerimizi, gecikme nedeniyle Türk Hava Yollarının yaptığı masrafları açıklayan bir mektubu Türk Hava Yollarına gönderdim. Türk Hava Yollarının esikliklerine karşı önerilerimi sundum. -5- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları 12.03.2011 - Cumartesi Zaman gelmişti. İçimizden bir daha aksilik olmaması için dua ederek İzmir İstanbul uçağına bindik. Rötar yoktu. Hava çok güzeldi. Uçmayı engelleyecek hiçbir şey yoktu. İstanbul’a Seul uçağının kalkmasına 1,5 saat varken inmiştik. İlk tecrübeyi dikkate alarak gecikmemek için yurt içi bölümünden yurt dışı bölümüne hızlı yürüyerek gittik. Gümrük çıkış işlemlerimizi yaparak çıkış kapımıza geldik. O kadar hızlı davranmıştık ki, uçağın kalkmasına daha bir saat vardı. Yani artık bu sefer asla uçağı kaçıramazdık. Gözümüz seferleri belirten panolarda, bir Cafe’ye oturduk. Bir şeyler içmek, internetinden yararlanmak istiyorduk. Seul yolcuları çağırılıncaya kadar vakit geçirdik. Kore için hediyelerimizi daha önce aldığımız için, havaalanından hediye almamıza gerek yoktu. Artık Seul uçağına binmiştik. Pencere kenarlarını severim. Yukarıdan aşağıları seyrederek gitmek hoşuma giderdi. Benim bu hassasiyetimi bilen kafile arkadaşlarım banim pencere yanına oturmama izin verdiler. Gerçi gece yolculuğu yapacaktık ama olsun, ben yine de seyrederek gitmek istiyordum. Şehirlerin, kasabaların ışıklarını gökyüzünden seyretmek güzeldi. Yolculuk 11 saat falan sürecekti. Türkiye saatiyle öğleyin 10:00 - 11:00 sularında Kore’de olacaktık ama, Kore bizden 6,5 saat önce güne başladığı için akşam olmuş olacaktı. Kısacası gece 23:40’ta başladığımız yolculuk Kore’de ertesi günü akşam üstü sona erecekti. Yani zaman farkı ile 11 saat yolculuk, artı 6,5 saat zaman farkı, toplam 17,5 saat yolculuk yapmış gibi olacaktık. Tam bir günümüz kaybolacaktı. Yurt dışı yolculuklarında Türkiye’de yaşayan yolcuların THY ile uçmaları her zaman kendi avantajlarınaydı. Zira THY sunduğu ikramlarda, Türkiye’de yaşayan insanların yiyebilecekleri şeyleri ikram ediyordu. Yolcular en azından neyi yediklerini biliyorlardı. Diğer taraftan çay neredeyse sadece THY’de vardı. Yurt dışında -6- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Kırmızı çay olarak bildiğimiz çay, Türk çayı olarak biliniyordu. Ancak ne batılılar, ne de doğulular Türk çayını içmiyorlardı. Özellikle batıda çay kültürü neredeyse hiç yoktu. Hatta İngilizler Türk çayına süt katıp içiyor diye duymuştum. Bizde kazara çayın içine süt girse o bardağı boşaltır yeniden doldururuz. Doğu toplumlarında çay kültürü vardı. Ancak onların bildiği çay bizim çaydan değildi. Hatta Kore dilinde çay = çay’dı. Söylenişi, okuyuşu aynen çay olarak geçiyordu. Uçağın gittiği güzergahı önümüzdeki ekranlarda görüyor, nerede olduğumuzu biliyorduk. Ayrıca önümüzdeki ekranlarda istediğimiz zaman film seyredebiliyor, müzik dinleyebiliyorduk. Filimler çeşitli gruplara ayrılmıştı. Müziklerde öyle. İsteyen istediği müziği dinleyebiliyordu. İçilecek ikramlarda çay, kahve, meşrubat vardı. Tabi kahve bildiğimiz Türk kahvesi değil. Nescafe veya Capocino türündendi. Hostesler, özellikle üzerine basarak “çay” diyen yolcuların Türk olduklarını hemen anlıyorlardı. Batılı ve doğulu olanlar genelde çay içmiyorlardı. Onlar daha çok kahve içiyorlardı. Çay bolca demlendiği zaman, hostesler tespit ettikleri Türk yolculara bolca çay ikram ediyorlar, böylece ülkemizden ayrılışın getirdiği hüznü yaşatmıyorlardı. Uçak gece karanlığında Karadeniz üzerinden doğuya doğru uçuyordu. Kısa bir süre sonra Azerbaycan üzerinde uçmaya başladık. Bakü, hazar denizi yukarıdan müthiş görünüyor. Azerbaycan’ı geçtikten sonra uzun bir süre yeryüzünde ışık göremedim. Ekran üzerinde bir çok yerlerden geçiyorduk ama, sanıyorum hava bulutlu olduğu için aşağılar görünmüyordu. Pencereden etrafa baktığımda, koyu bir karanlık vardı. Bende bir film seçerek izlemeye başladım. Arada reklamlar olmadığı için film çabuk bitmişti. Bir film daha seçtim. Benimle birlikte yolculuk edenler uyumaya başlamışlardı. Film seyrederken arada bir pencereden dışarıya bakarak kontrol ediyordum. Uzun bir süre sonra Çin üzerinden uçmaya başladık. Çine girmeden önce hava aydınlanmıştı. Yeryüzü görünmüyordu. Beyaz bulut içindeydik. Çin’e gelmek demek, Kore’ye gelmek gibi bir şeydi. Pekin üzerinden uçarken artık gündüz olmuştu. Bulutlar arasından evler, yollar görünüyordu. Ama çok uzaklardaydı. Tam -7- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları altımızda değillerdi. Sanıyorum üzerinden uçmuyorduk. Belki hiç üzerinden uçmuyorduk. Ama yukarıdan bakınca, uzakta bile olsa yerleşim alanları görünüyordu. Gece başlayan yolculuğumuz sabaha erişmişti. Yol güzergahında Himalayalar vardı. Ama ben Himalayaları görememiştim. Zira çok yüksekten bulutlar içinden geçmiştik. Bense Himalayaları çok merak ediyordum. Keşke gündüz veya berrak bir gece havasında Himalayalardan geçseydik. Belgesellerde seyrettiğim Himalayalar garip bir şekilde beni kendine çekiyordu. Yolculuk esnasında, dikkatimi çeken şey, bir uçağın on bir saatten fazla havada kalabilecek olmasıydı. Otobüsler bile verilen molalarla dinlendiriliyorlarken, uçaklar hiç durmadan gidiyorlardı. Halbuki ben Kore’ye varıncaya kadar en azından bir kere olsa bile, yolda bir hava alanına inerek mola verir diye düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Yarı yolda yerde mola vermesi güzel olurdu. Böylece Asya’da bir başkent daha görmüş olurdum. Uçakta plastik kalem kutularına benzer bir kutu verdiler. İçini açtığımda, içinden çorap, diş macunu, iğne, iplik, mendil gibi temel ihtiyaçları karşılayacak şeyler çıkmıştı. Yanımda oturan arkadaşa, çorap niçin deyince, “çorap, yolculuk boyunca ayaklar şişmesin diye, ayakkabılar çıkılır, verilen çoraplar koku yapmasın diye giyilir” demişti. Ayaklarımda THY’nin verdiği çoraplar vardı. Ayakkabılarımızı da çıkarmıştık. İnce yün battaniyelerimizde vardı. Üzerimize örterek uyuyabilirdik. Ama bendeki heyecan beni uyutmamıştı. Neredeyse bütün yolculuk boyunca uyumadım. Gerçi arada bir geçtiğimi, hafif şekerleme yaptığımı hatırlıyorum. Ancak uzun yolculuk yapan çoğu insan baya uyuyorlardı. Benim uyumadığımı gören hostesler ekstradan bolca ikramlar yapmıştı. Çay Cafe gibi. Pekin üzerinden geçerken Kore yaklaştı diye düşünmeye başladım. Uçak Çin Seddi’nin üzerinden uçsaydı ne güzel olurdu. En azından gidememiş olsam da Çin Seddi’ni görmüş olurdum. Çin Seddi’nin hem Türk, hem Çin tarihinde önemli yeri var. -8- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Söylendiğine Çin Seddi aydan bile seyredilecek tarzda büyüktü. Çin’e böyle bir sur yaptıran, saldırılarıyla ünlü toplumdan olmakla övünsek mi, yerinsek mi bilmiyordum. Yolculuğu ekrandan her adımı sıkı sıkıya takip ediyordum. Gözlerim bir türlü uykuyu görmüyordu. Seul’da yeni yapılan havaalanına inecektik. Yeni havaalanı şehrin merkezine uzaktı. Büyük ihtimalle firmanın temsilcisi Bayan Jenny bizi bekliyordu. Bayan Jenny kırk yaşlarında esmer, çekik gözlü güzel bir bayandı. Çok kibar, bizim ülkenin tabiriyle hanım hanımcıktı. Konuşmaları, hareketleri ağır hanımefendilerin tavrına benziyordu. Arada şakalaşmalar olsa bile, öyle kendini koymazdı. Gülüşü, kendine göre bir ağırlık taşıyordu. Uzaktan görünüşü otoriter despot imajı veriyordu. Ama yanına yaklaşınca, ne kadar candan, içten, samimi olduğu hemen anlaşılıyordu. İzmir’e geldiğinde iki gün boyunca iş görüşmeleri yapmıştık. Görüşmeler sırasında gittiğimiz yemeklerde beraber olmuştuk. Beş altı kişilik ekipler halinde gittiğimiz yemeklerde, genellikle, sakin, sessiz, çekingen duruyordu. Yemek yiyiş tarzından, yemeklere karşı ilgisizliğinden, ya fazla yemek yemiyor, ya da Türk yemeklerini beğenmedi diyebilirdik. Ama ne olursa olsun, iyi birisiydi. Arada bir şakalaşmak istediğimde, yüzüme “ne oluyor” dercesine dik, dik bakıyordu. Özellikle onun şaşkınlık ifade eden “May Good” deyişini taklit ederken, yapma der gibi bakıyordu. Sanıyorum kendi özgüveninde, iş disiplini, kişilik statüleri vardı. Kendisiyle -9- Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları ilgili ilk konuşmalarımızda, evli olduğunu, Budist olmadığını, Tanrı’ya inanmadığını söylemişti. Ancak giyimi, oturuşu, kalkışı muhafazakar insanların davranışlarıyla benzeşiyordu. Mesela, görüşmelerde bayanlarla kucaklaşırken, erkeklerle sadece el sıkışıyordu. Sarılıp kucaklaşmıyordu. Onun bu tavırları hoşuma gidiyordu. Bende öyle vara yoğa gülen. Erkek bayan demeden sarılıp kucaklaşarak şapır şupur öpüşenlerden hoşlanmıyordum. Kaptanın Seul’a yaklaştığımıza ilişkin, Türkçe, İngilizce konuşması artık yolculuğumuzun sonuna geldiğinin belirtisiydi. Uçak alçalmaya başlayınca aşağıdaki Seul’u görmeye başladım. Seul her şehir gibiydi. Büyük binalar, fabrikalar, evler, sokaklar, caddeler. Denizden Seul’a doğru inerken beni şaşırtacak değişik şeyler yoktu. Sanki her zaman bildiğim, gördüğüm bir şehre gelmiş gibiydim. Hiçbir yabancılık hissetmedim. Hava bulutluydu. Güneş görünmüyordu. Ama henüz batmamıştı. Ülkemizdeki ikindi vaktini andırıyordu. Aşağıya bakarken mavi tonların hakimiyeti dikkatimi çekti. Bir çok binanın üstü mavi kiremit veya kaplamalarla örtülüydü. Artık yolculuk bitmek üzere, uçak inişe geçti. Türk Hava Yolları Seul’a her gün bir sefer yapıyor. Aynı uçak, İstanbul Seul arasında gidiyor geliyor. Güney Kore ile iş yapanlar için bu çok güzel bir şeydi. Uçağın yarısından fazlası zaten yabancıydı. Uçak yere inerken ayakkabılarımı giymeye başladım. Hava yollarının verdiği çorapları çıkarmadım. Ayaklarım ayakkabıyı giyemeyecek derecede şişmemişti. Bu çok güzel bir şeydi. Değilse eski İstanbul kabadayıları gibi ayakkabılarımın arkasına basmak zorunda kalacaktım. Seul’daki giriş işlemleri için uçakta verilen evrakları Selim’in yardımıyla doldurmuştum. Evraklar İngilizce yazılıyordu. Bense evrakları yazacak İngilizce bilgiye sahip değildim. Evraklar tam olmasına ve Kore’ye vizesiz girecek olmamıza rağmen bir aksilik olursa Selim’in yardım etmesi için, beraber sıraya girecektim. Bu konuda Selim’le baştan anlaştık. - 10 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Uçak yere indi. Şükür sağ salim uzun yolculuğumuz bitti. Otobüslerde bile on bir saatlik yolculuk olmuyor. Arada bir mola veriliyor. İnsanlar yiyor, içiyor. Biraz geziniyor. Ayakları açılıyor. Nefes alıyordu. Ama uçak öyle mi bir havalandı, pir havalandı. Uç, uç, uç… Hiç durmadan on bir saat. Dile kolaydı. Aslında böyle bir yolculuğu ilk duyduğumda korkmuştum. Ama benden tecrübeliler vardı. Selim ve şirketin ortakları uzun yolculuğu daha önce yapmışlardı. Onların verdiği cesaretle moral bulmuştum. Gerçekten insan dinlenme, uyuma, yeme içme derken yolun nasıl bittiğini bilmiyordu. İşin garibi hiç tuvalete çıkmadım. Halbuki bu kadar yemeye, içmeye evde olsaydım en az beş altı kez tuvalete çıkardım. Seul’a 13.03.2012 Pazar akşamı inmiştik. Koca pazarımız yolda geçmiş oldu. Pazar olmasına rağmen Bayan Jenny bizi karşılayıp otele yerleştirecekti. Halbuki tersi olsaydı ne güzel olurdu. Yani 6,5 saat yolda kaybolacağına kazansaydık. Sabah vakti Seul’a inseydik ne güzel olurdu. Pazar günü Kore’de de tatildi. Bizde tatil gününü gezerek geçirirdik. Ama koca bir gün sanki buhar olup uçup gitmişti. Uçaktan inip hava alanına giriş yaparak bagajlarımızı almak için yönlendik. Ben yolculuk için küçük bir valiz almıştım. Valizimi bagaja vermedim. Uçak kabinindeki dolaplara koydum. Zira dolaplara konacak boyda valizi özellikle almıştım. Mevsim kış olduğu için fazla eşya almama gerek yoktu. Her gün için bir kazak, o da ayıp olmasın diye. Değilse terleme olmadıktan sonra iki kazak idare edebilirdi. Birini Kore’de gezerken giyer, diğerini yolculuk sırasında giyerdim. Bir yedek pantolon, iki çift iç çamaşırı. Beş çorap. Yeter. Bilgisayarımı yanıma almadım. Zira bir bilgisayar yeterdi. Selim’de ve şirket sahiplerinde vardı. İş gereği şirketin bilgisayarını kullanacaktık. Bana bilgisayar, evle msn üzerinden haberleşmeye yarayacaktı. Bir de her iki güne bir antoloji.com sitesindeki yetkili şair sayfama şiir ekliyordum. Dolayısıyla yaklaşık iki şiir ekleyecektim. - 11 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Havaalanından bagajlarımızı alarak gümrük işlemlerinin yapılacağı bölüme doğru gitmek için Selim yönlendirici levhaları kontrol etmeye başladı. Bir müddet yürüdükten sonra çıkışı olmayan bir yere geldik. Oradaki görevliye sorduğumuzda on beş dakika bir tren geldiğini öğrendik. Seul havaalanında yurt dışı girişlerinden gümrük alanı arasında tren çalışıyormuş. Yani havaalanı içinde tren çalışıyor. Halbuki biz İstanbul’da yurt içi bölümünden yurt dışı bölümüne gitmek için neredeyse yarım saat yürüyorduk. Bu yürüyüşte yürüyüş bantları sayesinde oluyordu. Aslında düz gitsek çok kolaydı. Ama dolanarak, merdivenleri inip çıkarak gittiğimiz için neredeyse yarım saati buluyordu. Kore’ye gidemediğimiz ilk seferimizde geçen hafta koşturarak yurt içi bölümünden yurt dışı bölümüne on beş dakikada gelebilmiştik. Seul’da ise yürüme veya koşturma yerine trene biniyordunuz. Tren arada hiçbir yerde durmuyor. Yurt dışından gelen yolcuları direkt gümrük bölümüne ulaştırıyordu. Seul havaalanı bina yapısı ile İstanbul’a benziyordu. Binanın yapılanması çok farklı değildi. İçindeki tren hariç neredeyse her şey aynıydı. O nedenle çok fazla yabancılık çekmedim. Zaten çat pat İngilizcem vardı. Panolarda yönlendirmeler Korece ve İngilizceydi. Ama panolara İngilizce hakimdi. Gümrük işlemlerimizi Selim’le anlaştığımız gibi, ben önde o arkada sıraya girerek kolayca halletmiştim. Zaten pek fazla bir şeyim yoktu. Valiz kontrolüm tertemizdi. Pasaportum yeni alınmış gıcır gıcırdı. Koreli erkek memur 25 yaşlarında kibar biriydi. Hareketlerine samimiyet, gülümserlik hakimdi. Girişimi onaylayıp welcome dediğinde Thank you demeyi unutmadım. Diğer sırada şirketin iki yetkilisi vardı. Biz Selim’le işlemlerimizi önce yaparak onları bekledik. Geldiklerinde çıkış kapısına doğru yürümeye başladık. Çıkışta bizi bekleyen Jenny el sallıyordu. Yanında da genç bir bayan vardı. Jenny yanındaki bayanı bize tanıştırdı, Ely. Hoş geldiniz töreninden sonra yürümeye başladık. Birlikte geldiği bayan Jenny’e benziyordu. Jenny dönüp bayanı işaret ederek, “Your sister” diye sordum. Yani kız kardeşin mi? Jenny şaşırmış bir şekilde elleriyle de işaret ederek “no, no!” dedi. Sonra bir şeyler söylemeye başladı. Tabi ben öyle uzun İngilizce cümleleri anlamıyordum. Selim tercüme etmeye başladı. - 12 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Bayan Ely bize şoför olarak görevlendirilmiş. Biz Kore’de iken, bizi otelden işyerine getirip götürmek, Seul’da dolaştırmak için ayrılan arabayı Bayan Ely kullanacaktı. Bayan Ely, yirmi beş yaşlarında cana yakın biriydi. Uzun boylu, esmer, güler yüzlüydü. Konuşmayı çok seviyordu. Hani bir insanı ilk gördüğünüzde canınız kaynar. Onu ilk gördüğümde içim kaynamıştı. Tavrı, ilgisi harikaydı. Uzun boyu, zayıf görünüşü ile küçük kızıma çok benziyordu. Herhalde onun için ona karşı sempati duymaya başladım. Herhalde o da bana karşı aynı duygulardaydı ki, sürekli yanımda yürüyor, benimle konuşuyordu. Ona “I am not English” dediğimde el işareti ile tamam dedi. Ama biraz sonra unutarak bana dönüp yine anlatmaya başladı. Gülerek yüzüne baktım. Elimi ağzıma götürerek sus işareti yaptım. Sonra ellerimle, yüzümle bilmiyorum işareti yaptım. İngilizce bilmediğim aklına gelince utancından kızardı. Yine el işareti ile tamam dedi. Aile ortamında yetiştiği belliydi. Zira üzerinde ailelerinin sıcak tavrı vardı. Jenny öyle değildi. O daha çok kendi halinde, yalnız biriydi. Hareketleri donuktu. Samimi cana yakındı ama, bunu Ely gibi aktif olarak ortaya koymuyordu. Ely ise tam Anadolu insanı gibiydi. Onun yanında insan kendini Anadolu’da dolaşıyor zannedebilirdi. Esmer rengi, uzun boyu, atletik yapısı, çekik gözüyle ülkemizdeki tatar kardeşlerimizden farklı değildi. Eğer aramızda Türkçe konuşuyor olsaydık kendimi Eskişehir’de zannedebilirdim. - 13 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Havaalanından KİA markalı bir Jepe binerek şehre doğru hareket ettik. Şoförümüz Bayan Ely, hem araba kullanıyor, hem bizimle konuşmaya çan atıyordu. Arabada adres bulmaya yönelik navigasyon vardı. Her binişimizde gideceğimiz adrese göre ayar yapıyor. Böylece şaşırmadan hedefe ulaşıyordu. Bayan Jenny yolda giderken Seul hakkında bilgi vermeye başladı. Aşağı yukarı verdiği bilgiler sanki bütün dünyadaki şehirlerin aynısıydı. Yeni Seul, eski Seul. Deniz kenarı eski Seul’du. Şehrin nüfusu arttıkça denizden uzaklaşıyor. Oralara modern binalar yapılıyordu. Otelimiz Seul olimpiyatlarının yapıldığı yerdeydi. Otelimizin adı Olympic park oteldi. Olimpiyatlar sırasında sporcular bu otelde kalmışlardı. Jenny direkt otele gideceğimizi söyledi. Ne kadar süreceğini merak ettik. Yaklaşık 1,5 saat sürecekti. Havaalanı ile otel ters bir yerdeymiş. Sanki bütün Seul’u baştan başa - 14 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları geçecektik. Bu bizim için çok güzeldi. Daha Seul’a iner inmez arabayla da olsa şehri yarıp geçecektik. Güney Kore’ye gitmek Tsunami bölgesine gitmekti. Yakın bir zamanda Japonya Tsunami ile büyük bir felaket yaşamıştı. Kore yarım adası ile Japon adaları yan yanaydı. Onun için ilk merakımızı gidermek istedik. Selim’e “Kore tsunamiden zarar gördü mü?” diye sor dedik. Aldığımız ilginçti. Güney Kore tsunamiden zarar görmemişti. Ancak Jenny, bütün hanımlığına, bütün terbiyeli görünmesine, ağırlığına rağmen, “Tanrı Japonların belasını verdi” demişti. Yani Japonların böyle bir felaketi hak ettiklerini söylüyordu. Evimde de bu tür şeyleri yaşamıştım. Ben pek haber seyretmiyordum. Benim evde olmadığım bir dönemde çocuklar Japonların Yunus katliamını seyretmişler. Japonların yunus balığı katliamı büyük bir olaydı. Dünya ayağa kalkmış. Bütün dünyadan kınamalar gitmişti. Tam 13000 yunus balığı katledilmişti. Japon balıkçılar Yunus sürülerine tuzaklar kuruyor. Hepsini zıpkınlarla öldürüyorlardı. Yunus balığı Müslümanlar arasında özel bir yere sahiptir. Yunus peygamberle olan hikayesi balığa karşı büyük sempati doğurur. Diğer taraftan gerçekten yunuslar duygusal, insana sevgi duyan özel balıklardır. Tsunami haberlerini seyrederken, benim büyük oğlan Bilgehan “Oh oldu, Allah belanızı verdi” diyordu. O zaman öğrenmiştim, Japonların yunus katliamını yaptıklarını. Benim oğlanla Korelilerin duyguları aynıydı. Selim’de Jenny’nin “Tanrı belalarını verdi” sözünden etkilenmişti. Bizde şaşırmıştık. Nedenini sorduğumuzda, Japon balıkçıların çok arsız olduklarını, sürekli Korelilere saldırdıklarını, aynı şeyi askerlerinde yaptıklarını, bu yüzden bir çok Koreli balıkçının, kıyı yerleşim alanlarının rahatsız olduğunu söylediler. Tabi Kore’ye göre Japonya her bakımdan üstündü. 13000 yunus sürünü hiç çekinmeden yok eden, doğaya karşı sevgisiz olan Japon balıkçıların neler yapabileceği tahmin edilemezdi. Mağdur olan insanların yüreği bir başka söylüyordu. Koreliler kendilerinin daha yumuşak başlı, daha insancıl olduğuna inanıyorlardı. Japon balıkçılar gibi sağa sola saldırmıyorlar. Komşularına zarar vermiyorlardı. Güney Kore tsunamiden hiçbir zarar görmemişti. - 15 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Japon adaları doğu yönünden büyük zarar görürken, Japon adaları tsunaminin etkisini kaybettiriyordu. Dolayısıyla Güney Kore yarım adası Japonya’nın batısında olduğu için, tsunami Japonya’yı atlayıp Kore’ye zarar verememişti. Güney Kore ne depremlerden, ne de tsunamiden hiç etkilememişti. Bütün dünya tsunami nedeniyle Japonya’ya yardım edip, Japonlar için üzülürken, komşusu Kore halkının, “belalarını buldular” demesi bize çok ilginç gelmişti. Bunu söyleyen Tanrı tanımaz, çok kibar, hanımefendi Jenny’nin olması daha çok ilginçti. Hava kapalıydı. Biz gelmeden biraz yağmur yağdığı belliydi. Güneş batmamasına rağmen, bulutlar arkasındaydı. O nedenle Seul’un güneşini henüz görmemiştik. Otelle hava alanı arasındaki mesafe uzundu. Bu süre içinde zaten güneş batacak, hava kararacaktı. Yola çıkarken, tıraş bıçağı almamıştım. “Herhangi bir markette durabilir miyiz?” Diye Selim’e sordurdum. Herhalde yol üzerinde market yoktu ki, Jenny ne yapacağını şaşırdı. Sonra otele telefon etti. Otelde tıraş bıçağı varmış. Selim ile Jenny İngilizceyi iyi konuştukları için aralarında sohbet ediyorlardı. Sorarsak bize konuştukları konuyu aktarıyorlardı. Veya biz bir şey sorarsak cevap veriyorlardı. Aslında böyle bir durum iyi bir şey değildi. Selim ile Jenny’nin hangi konularda konuştuğunu bilmiyorduk. Belki havadan sudan konuşuyorlardı. Ama biz bir şey anlamıyor, meraklanıyorduk. İnanıyordum ki önemli bir şey olduğunda Selim bize konuşulanları anlatırdı. Onun için ben daha çok şehri seyre daldım. Seul tipik deniz kenarı şehriydi. Deniz kenarından dağlara doğru ilerleyen yapısı vardı. Dağlardan inen çaylar, ırmaklar, su kanalları şehri değişik yerlerinden bölüyordu. Şu an büyük bir köprünün üstünden geçiyorduk. Altımızda neredeyse İstanbul boğazının dar yerleri kadar genişlikte bir nehir vardı. Çanakkale boğazını görmüştüm. Çanakkale boğazındaki su genişliğinden daha genişti. Artık akşam ışıkları yanmaya başladı. Yollar geniş, çift şeritliydi. Ama trafik sıkı değildi. İstanbul’un, İzmir’in trafiği yoktu. Şehrin içinden geçmemize rağmen, halk otobüsleri yoktu. İstanbul’un, İzmir’in trafiğine girdiğimizde yolları belediye otobüsleri işgal ederdi. Ama - 16 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları burada neredeyse hiç görünmüyordu. Yaklaşık bir saat şehir içinde gitmemize rağmen iki tane otobüs görmüştüm. Bunun sebebini sorduğumda Seul’da dokuz metro hattından söz ettiler. Şehir içi ulaşımın metro ile yapılıyormuş. Ara sıra tek tük görünen otobüsler bazı metro durakları arasında ulaşım sağlıyormuş. Çoğu metro duraklarının yerin altında birleştiğini söylediler. Seul’un nüfusu 22 milyondu. 22 milyonluk bir şehrin dokuz metro hattıyla yerin altında ulaşım sorunun çözülmesi büyük bir olaydı. Seul’un havaalanı ile otel arasındaki mesafesindeki bir yolu İstanbul’da gitmeye kalksaydık, herhalde 1,5 saat yerine 3-4 saat geçerdi. Hele akşam vakti. Trafikte hiç sıkışmadan, sadece bazı kırmızı trafik işaretlerde durarak otele geldik. Olypic park otel - 17 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Otel Olimpiyatlar için yapılmış çok modern bir oteldi. Odalarımız 22. kattaydı. Odalar iki yataklıydı. Şirketin yetkilisi iki bayan kardeşti. Onlar ikisi birlikte kalacaklar. Ben Selim ile aynı odada kalacaktık.Otelin resepsiyonunda giriş işlemlerini yaptırdık. Resepsiyonunun yanında döviz bozdurulan bir yer vardı. Orada beş dolar bozdurdum. Güney Kore’nin parası (KRN) Won. Bir dolar Bin yüz elli beş won tutuyordu. Beş bin küsür Won elime tutuşturdular. Selim’e “Tayyip’e söylemeli, buraya da altı sıfır nasıl atılır öğretsin” dediğimde, Selim baya gülmüştü. Güney Kore Won’undan altı sıfır atmaya gerek yoktu. Üç sıfır atılırsa yeterdi. Jenny ile Ely bizi otele yerleştirmeden gitmek istemiyorlardı. Onlar son görüşmelerini yaparken, ben tıraş bıçağı almak için otel içinde satış yapan bir yer aradım. Dolaşırken koridorun sonunda bazı insanlar gördüm. Oraya doğru yönlendim. Ortalıkta yiyecek içecekler vardı ama başka şeyler görünmüyordu. Kasadaki kıza el işareti yaparak tıraş bıçağı almak istediğimi anlatmaya çalıştım. Koreli kız saf saf bakmaya başladı. Hiçbir şey anlamamıştı. Neyse deyip geri döndüm. Bizimkiler internet konusunu otel yetkilileriyle görüşüyorlardı. Bizim ülkemizin büyük şehirlerinde İnternet her otelde, her Cafede, her lokantada vardı. Müşterilerine bedavaya hizmet veriyorlardı. Güney Kore’de bir şokla karşılaştık. Olympic otelde internet parayla idi. Saati on Amerikan doları. Selim ile, şirket yetkilileri bilgisayarlarını ayarlattılar. Saatine onar dolar vererek internete gireceklerdi. Güney Kore elektronik konusunda bizden çok ileri olmasına rağmen, internet bizdeki kadar yaygın ve ucuz değildi. Oteller, işyerleri, cafeler bedavaya internet hizmeti vermiyor. Hemen her biri saatliğine satıyorlardı. Şirketin bir yetkilisi bilgisayar mühendisi, tercümanımız Selim bilgisayar konusunda uzmandı. Otelin bilgisayarlara interneti çalıştıracak programı yerleştirecek kız ise acemiydi. Bir türlü beceremiyordu. Ben bu ara tıraş bıçağı almak istedim. Selim’e sordurdum. Meğerse Tıraş bıçakları resepsiyonun karşısında, para atılıp satın almak istediğini veren makinelerdeymiş. Makinede, sigara, kağıt mendil, tıraş bıçakları vardı. Ortalıkta dolaşan komi bana yardım etti. Bir tane tıraş bıçağı alacaktık. Fiyatı 150 won. Tabi ucuz mu - 18 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları pahalı mı bilmiyorum. Türk parasıyla 2,5 lira yapıyordu. Ama çok basitti. İşlemlerimizi bitirip odalara çıktık. Odamız gerçekten çok güzel. Pencereden şehir görünüyordu. Ama şehirden çok arazi görünüyordu. Sonradan öğrendiğime göre penceremizden görünen yer, olimpiyatların yapıldığı alandı. Koşu yerleri, futbol sahası, spor salonları, yürüyüş yerleri, tören meydanları vs. Selim benim uykum yok dedi. Benim de yoktu. Dışarı çıkıp gezmeyi teklif etti. Kabul ettim. Şirketin sahiplerine sorduk. Onlar yorgun olduklarını dinleneceklerini söylediler. Selim ile ikimiz dışarı çıktık. Rastgele yürüyüş yapacaktık. Saat akşam 18:00 gibiydi. Dışarıda puslu bir hava var. Gökyüzü kapalı. Yıldızlar yoktu. Soğuk değil. Tipik bir kış havası. Şehirde değişik bir koku var. Bizim yörelerde olmayan bir koku. Hani çamlık bir alanda çam kokusu vardır. Veya meyve bahçelerinin meyvelerine ait vardır. Öyle bir şey. Kokuyu tanımıyordum. Koku bana çok itici geliyordu. Şehrin havasını içime çektikçe, havadaki koku midemi bulandırıyordu. Alışmadığım, tanımadığım koku beni ürkütmüştü. Kaloriferlerden çıkan dumanlar havayı biraz kirletmişti. Ama kirlilik yoğun değildi. Yollar çok ıssız, boştu. Arada bir arabalar geçiyor. İnsanlara arada bir rastlıyorduk. Selim’e havadaki kokudan söz ettim. O da kokuyu fark etmişti. Ancak dünyanın değişik ülkelerini gezdiği için, ona fazla garip gelmiyordu. Ben ülkemin kokusuna alışıktım. Ülkemin dolaştığım şehirlerinde neredeyse aynı kokular vardı. Şehrin kokusunu oluşturan, deniz, bitki örtüsü, yaşam standartları, yiyecekler, içeceklerdi. Ülkemizde doğuya gittikçe baharat kokularıyla, kebap kokuları şehrin içini sarardı. Ama baharatın kebabın kokuları tanıdıktı. Ne olduğunu bilirdik. Seul’daki kokuyu tanımıyordum. Tanısaydım herhalde beni tedirgin etmezdi. Belki de Koreliler için şehrin kokusu hissedilmiyordu. Onlar yaşadıkları şehrin kokusuna alışmışlardı. Bize çok değişik geliyordu. - 19 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Olimpiyat alanı şehrin dışında olduğu için geçtiğimiz yollar çok tenhaydı. Uzaktan gördüğümüz şehrin ışıltısına doğru yavaş adımlarla yürüdük. Geri dönüşü düşündüğümüz için geçtiğimiz yolları hafızamıza kotluyorduk. Hiç bilmediğimiz bir şehirde dolaşmak kolay değildi. Kaybolabilirdik. Aynı dili konuştuğumuz bir ülke olsa kaybolmak önemli değildi. Herhangi birine sorup gideceğimiz yeri bulabilirdik. Ama biz Kore dilini bilmiyorduk. Selim ileri derecede İngilizce biliyordu. Ama gece vakti yolumuzu şaşırsak soracağımız kişiler İngilizce bilmeyebilirdi. O nedenle her ikimiz dikkatle geçtiğimiz yolları, binaları,levhaları akılda tutmaya gayret ediyorduk. Yokuş yukarı çıktığımız ana caddenin sonuna doğru ışıltılar fazlaydı. İnsanlar da kalabalıklaşıyorlardı. Binalar ülkemizdeki bildik binalara benziyordu. Yollar ise normal, çift yönlü yollardı. Şehrin içine doğru gitmemize rağmen hayret ki trafik yoğun değildi. Sanki Seul’un ıssız bir köşesindeydik. Artık iyice şehrin içine girmiştik. Sokaklarda tek tük insan vardı. Sokaklardakiler genelde gençlerdi. Kızlı erkekli dolaşmaya çıkmışlardı. Bir cafenin önünden geçerken, Selim gel bir şeyler içelim dedi. İçeriye girdik. Ülkemizdeki pastanelere benziyordu. Vitrinin üzerinde sıradan içeceklere ait çay kahve makinesi vardı. Birer tane nescafe söyledik. Vitrinden bir tane de pasta dilimi seçtik. Nescafe bildiğimiz nescafeydi ama pastanın tadı değişik gelmişti. Yağı, şekeri ülkemizden farklı olacak ki, pastanın görüntüsü bildiğimiz yaş pastalara benzese de, tadı benzemiyor. Damağımıza yabancı bir tat değiyordu. Kültürleri birbirinden tamamen farklı ülkelerin yiyecek ve içeceklerdeki farklılıkları gerçekten insanı tedirgin ediyordu. İlk defa böyle uzak bir ülkeye gitmenin getirdiği acemilikle, damağım yediğim şeylerin tadına varamamıştı. Doğrusu çok fazla isteyerek yemedim. Selim bunu fark etmiş olacak ki, “tıpkı bende ilk zamanlar senin gibiydim” dedi. Sonradan alıştığını söyledi. Cafenin içi sakindi. Düzeni çok iyiydi. Küçücük bir yerdi. Refah döşenmiş. Sehpaların etrafına konulan sandalyeler vardı. Ülkemizdeki gibi yüksek masalar yoktu. Fazla kalabalık değildi. Önümüzde üç kişi. Karşı köşede - 20 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları dört kişi vardı. Kızlı erkekli karışıklardı. Mart ayı olmasına rağmen kızların giyimleri baya açıktı. Demek ki onlar soğuğa alışkınlar. Kahvemizi içtikten sonra gece gezintimize devam ettik. Uykumuzun gelmesi imkansızdı. Zira saat Kore için akşamın ileri saatleri olmasına rağmen, bizim için henüz gündüz ikindi vakti. Bizim biyolojik saatimizde henüz akşam bile olmamıştı. Uçakta da biraz kestirince sanki uykumuzu almış gibiydik. Yolda lüks mağaza gördük. Alışveriş marketi zannettik. İçeriye girdik. İçerisi hiç markete benzemiyordu. Anladık ki içeriye girdiğimiz yer Kore’nin otantik (yerel) yemeklerini yapan bir lokanta. Yemek ihtiyacımız yoktu. Türk hava yolları bizi gerçekten iyi ağırlamıştı. Bir şey yiyecek halimiz yoktu. Lokantanın girişinde bir dana resmi vardı. Dananın üzeri değişik yerlerinden çizilmişti. Sonradan öğrendiğimize göre, et yemeği yemek için bu lokantaya gelenler resim üzerinden dananın neresinden et yemek isterlerse siparişi peşinen veriyorlarmış. Hazırlanan etler müşterilerin isteklerine göre geliyor. Ayrıca kasaplardaki gibi kesilmiş etlerin sergilendiği yatay soğutucudaki etler vardı. Oradan da seçebiliyordunuz. Gördüğüm etler çok yağlıydı. Öyle ki, kırmızı etle yağ karışmış gibiydi. Etler kakaolu kekler gibi düzgün kesilmişti. Tıpkı kakaolu keklerin kakaolu kısmı damar halinde görüldüğü gibi, etlerde de yağların beyazlığı ve etlerin kırmızılığı damar damardı. Selim “bunlara mermer et deniliyor” dedi. Asya kıtasına ait bir dananın etleriymiş bunlar. Çok kıymetliymiş. Yağlar etin içinde damarlar halinde oluşuyormuş. “Peki bu yağlı etler yemek zor değil mi?” diye Selim’e sorduğumda, etlerin çok güzel olduğunu söylemişti. Selim Rusya’da iş sahibi olduğu için mermer etlerden yemişti. Ama benim için tamamen farklıydı. Oradan çıkarak tekrar dolaşmaya başladık. Biraz ileride binaların eski olduğu bir bölge vardı. Oraya doğru yürüdük. Bizim şehirlerimizdeki eski çarşılara benziyordu. Dükkanların çoğu kapanmaya başlamış, sadece lokantalar açıktı. Yollar tenhaydı. Lokantaların pencerelerinden içeride yemek yiyen insanlar görünüyordu. İnsanlar yerde bağdaş kurup oturarak yemek - 21 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları yiyorlardı. Önlerinde bizim mangal veya barbekü dediğimiz şeye benzer ocaklar vardı. Üzerlerinde et pişiriyorlar yiyorlardı. Sanki kendin pişir kendin ye tarzıydı. Oturan insanların altında küçük minderler vardı. Dört köşe veya dikdörtgen şeklindeki oturak sofralarında yemek yiyen insanlar koyu sohbet içindeydiler. Deniz ürünleri yemekleri yapan bir lokantanın önünden geçtik. Önünde üstleri açık geniş köşeli su tankları vardı. Tankların içlerine deniz ürünleri koydukları belliydi. Ama vakit hayli geç olduğu için tanklar boş görünüyordu. Sadece bazılarında çok az miktarda balıklar, yengeçler görünüyordu. Sokaklar arka mahalle sokakları gibi pislik içindeydi. Kalabalık değildi. Binalar üç dört katlı binalardı. Ülkemizdeki gibi, her taraf levha doluydu. Eğer üzerlerinde Korece olmasaydı, ülkemizdeki herhangi bir yer sanabilirdiniz. Eski Adana’nın şehir merkezindeki sokaklara benzettim. Bunu Selim’e söylediğimde gülerek doğruluğunu tasdik etmiş oldu. Selim’e “buralarda kaybolmayalım, haydi ana caddeye çıkalım” dedim. O da “zaten hayli geç oldu daha otele gideceğiz. Dönelim artık” dedi. Yönümüzü dönüşe doğru çevirdik. Geldiğimiz yoldan geri dönme yerine tahmin ettiğimiz yönden dönüş için ileriye doğru yürüdük. On dakika falan yürümüştük ki, önümüze gelen kavşakta biraz şaşırır gibi olduk. Şuradan mı buradan mı geldik kararında fikir ayrılığına düştük. Selim’e “Ya yolumuzu bulamazsak” dedim. “Kolay taksi tutar otele gideriz” dedi. Benim aksime bir yolu göstererek “Eminim buradan geldik” diye ısrar edince, o tarafa doğru yürüdük. Nasılsa Selim yurt dışında farklı şehirlerde dolaşma açısından benden daha tecrübeliydi. Üstelik benden gençti. Tecrübe ile gençlik birleşince yarışamazdık. İyi ki ısrarcı olmamışım. Çünkü Selim haklı çıkmıştı. Onun belirlediği yol bizi otelle buluşturdu. Yaklaşık üç saat şehirde dolaşmıştık. Dolaşırken ülkemizden farklı şeyler görmedik. Tek farklılık levhalardaki Kore yazılarıydı. Şehrin dolaştığımız bölümü yeni oluşan bir yer olmalı ki, levhaların çoğunluğu İngilizceydi. Belli ki olimpiyat alanı etrafında oluşturulan yerleşim alanı, yerliden çok yabancıya hitap ediyordu. Levhaların İngilizce olması işimize - 22 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları yarıyordu. Zira Kore yazılarından hiçbir şey anlamıyorduk. Hiç olmazsa İngilizce yazılan işyeri isimleri bize kılavuz oluyordu. Dikkatimi çeken en önemli şey, yolların ıssızlığıydı. Herhalde insanlar dışarıya çıkmıyorlardı. Dışarıdaki tek tük insan grupları, öylesine çıkmış gibiydiler. Bizim şehirlerimizdeki gibi canlılık yoktu. Belki biz şehrin işlek bir yerinde değildik. Otele gelip odamıza çıktığımızda baya yorulduğumuzu hissettik. Artık sıcak bir duş alıp yatağa girmekten başka işimiz kalmamıştı. Otelin banyosu bildiğimiz otel banyoları gibiydi. Ancak ülkemizde görmediğimiz tuvaletleri var. Ülkemizde modern denilen tuvalet tarzları çok güzeldi. Klozetlerinin ülkemizdeki gibi iki musluğu vardı. Duyduğuma göre Avrupa’da tuvaletlerde iki musluk olmazmış. İnsanlar pisliklerini tuvalet kağıdıyla silermiş. Silmeden önce suyla yıkamak gibi bir adetleri olmadığı için, yıkama (taharet) musluğu koymazlarmış. Kore’dekiler ise yıkama musluğu koymuşlardı. Tuvalet kağıdını kullanmaya bile gerek olmayacak nitelikte klozetleri vardı. Böyle bir klozeti ilk defa görmüştüm. Klozetin sağ tarafında kumanda ayarı var. Tuvalet işin bittikten sonra, istediğin kadar sıcak suyla yıkayabiliyorsun. Çünkü pano üzerinde sıcak, soğuk su işareti vardı. Sıcağa bastığında sıcak su geliyordu. Böylece temizliği sıcak suyla yapabiliyordun. Sonra kurutma tuşları vardı. Kurutma tuşlarına basınca sıcak hava suyla yıkadığın alanları kurutuyor, tuvalet kağıdı kullanmana gerek kalmıyordu. Selim bu tür tuvaletleri görmüştü. Selim’e “ülkemize bu tuvaletlerden götürüp satmak lazım” dedim. Hani iyi satılırdı. Mesela ben evime bir tane alabilirdim. Özellikle kış günleri çok işe yarardı. Bugün antolojiye şiir kaydetme günümdü. Bundan üç yıl önce almış olduğum bir kararla, iki günde bir antoloji sitesindeki sayfama şiir kaydediyordum. Böylece yılda 183 şiir yazmayı hedeflemiştim. Üç yıldır kararımı titizlikle uyguluyorum. Nerede olursam olayım mutlaka kaydediyorum. Yola çıkacağım zaman, yollarda günü gelince kaydetmek üzere, yetecek kadar şiir yazıp kendi e-posta adresime postalıyor. Günü, saati gelince siteye - 23 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları kaydediyordum. Selim’den izin alarak bilgisayarını şiir kaydetmek için kullandım. Zaten uzun süren bir şey değildi. Selim iki güne bir şiir kaydetme kararımı hayretle karşılamıştı. Öyle ya insan her iki güne bir şiir nasıl yazardı. Ama bildiğim bir şey var. İnsan kararlı olduğu zaman yazılıyordu. Kaydetme konusunda ise bu güne kadar hiçbir sıkıntı çekmedim. Belki saatler uymadı ama, mutlaka aynı gün içinde kaydımı yaptım. Zira ben genelde gece 24:00’ten sonra, yeni gün girince kaydımı yaparım. Bazen bu süre gündüze ertelenebiliyordu. Aileme MSN veya Skype’yi açık tutmalarını söylemiştim. Zira internetin olduğu her yerden onlara ulaşabilirdim. MSN’sini açıp beni bekleyen ailemle kısa bir görüşme yaparak, bilgisayarını Selim’e teslim ettim. Zira onun da görüşeceği çok yer vardı. İşi gücü, ailesi. Şu an Kore’de biz yatmaya hazırlanırken, Türkiye henüz akşam vaktine girmişti. Doğuya doğru uzun yolculuk bize günlük 24 saatin 6,5 saatini kaybettirmişti. Böylece, 12.03.2011 saat 21:00’de İzmir’den başlayan Kore yolculuğumuz, saat farkını da dikkate alırsak, 18:00 saat sürmüştü. Biz 13.03.2011 Pazar akşamı Kore’ye gelmiştik. Tabi bizim için iyiydi. En azından iş görüşmeleri için çalışılan günleri kaybetmeyecektik. Cumartesi ve Pazar günümüz yolda gitmişti. 14.03.2011 Pazartesi günü Kore’deki ilk tam günümüz olacaktı. - 24 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları 14.03.2011 – Pazartesi Akşamki dolaşmamız nedeniyle yorulmuş, deliksiz bir uyku çekmiştim. Sabahları erken kalkma alışkanlığım vardı. Seul’daki ilk günümüzde de alışkanlık bozulmadı. Erkenden kalktım. Banyo tıkırtılarıma Selim uyanmıştı. “Günaydın”, “Günaydın” “Kusura bakma sabahları biraz erken kalkarım. Seni uyandırdım” “Yo bende erken kalkarım” “Sen istersen uyu, ancak ben bilgisayarını kullanabilir miyim? Kullanmama izin verirsen açabilir misin?” “Tabi ne demek?” Bilgisayarını açtı. Ben bilgisayarda dolaşırken Selim’de kalkarak hazırlanmaya başladı. Zaten Saat 07:00’de ben kalkmıştım. Selim’de 7:30 gibi kalktı. Saat 9:00’da bayan Jenny ve Ely bizi almaya geleceklerdi. Hani çokta erken kalkmış değildik. Hava çok güzeldi. Bulutlar seyrek ve etkisizdi. Güneş doğmuş, havayı ısıtmaya başlamıştı. Sabahın ilk ışıkları olimpiyat sahasını ortaya çıkarmıştı. Ama güneşin kendisi görünmüyordu. Zira arka tarafta kalmıştı. Bilgisayarda biraz dolaştım. Yazı yazdığım sitelere baktım. MSN’DE açık olanlara selam vermek istiyordum. Ama henüz kimse yoktu. Zira burada sabah ama, Türkiye’de gecenin yarısı idi. Hemen herkes ortalıktan kaybolmuştu. - 25 - Mehmet ÇOBAN / - 26 - Korea Gezi Notları Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Oteldeki odamızın penceresinden çektiğim bu iki farklı yön manzarası, olimpiyat bölgesi hakkında fikir veriyordur. İlk resim akşamki dolaştığımız bölümün ters yöndeki alt kısmıydı. Akşam gezisi yaptığımız yerler pencereden görünmüyordu. Şirketin sahipleri daha önce uzak doğu seferi yaptıkları için, yanlarına kahvaltılık için değişik şeyler almışlardı. Zira uzak doğuda peynir, zeytin yoktu. Türk toplumu olarak bize peynirsiz, zeytinsiz kahvaltı ters geliyordu. Alışkanlıklarımız öyleydi. Diğer taraftan kahvaltılık için börekler yapılmıştı. Ayrıca poşet Türk çayı almıştık. Zira uzak doğuda Türk çayı da yoktu. Su ısıtmak için odalara ketil (su ısıtıcı) konmuştu. Su bardakları da vardı. Ketilde suyumuzu ısıtıp bardaklarında çayımızı içebilirdik. Telefonla uyanıp uyanmadıklarını kontrol ettim. Uyanmışlardı. Odalarına giderek biraz kahvaltılık ve çay aldım. Uzak doğuda Türk çayı olmadığı için, çay poşetlerinden de bir avuç alarak cebime koydum. Uzak doğuya gidecek Türkler için söylüyorum. Eğer çaya düşkünlüğünüz varsa, yanınıza mutlaka Türk çayı alın. Değilse çok pişman olursunuz. Günlük içeceğiniz çay miktarınca, küçük ve büyük poşetlerden alarak çay demleyebilirsiniz. Her yerde sıcak su var. Hatta çay demlikleri de var. Şeker de var. Ama Türk çayı yok. Doğrusu ben küçük çay poşetlerini cebime doldurarak çok rahat ettim. Nescafe her yerde var. Orada sorun yok. Çay içmek istediğim zaman sıcak su istiyordum. Aldığım kahvaltılıklarla odamıza geldim. Selim yabancı ülkelere alışık olduğu için otelde kahvaltı yapmak istiyordu. Şirket sahiplerinin börektir, çörektir, zeytindir, peynirdir alıp gelmelerine şaşırmıştı. Selim her ülkenin lezzetlerini tatmak istiyordu. Bizse ilk defa dışarıya çıkan insanlar olarak, damak zevklerimize aykırı şeyleri pek fazla yiyemiyorduk. Midemizi de bozmanın alemi yoktu. Öyle düşünüyorduk. Zaten öğle ve akşam yemeklerini mecburen Koreli şirketin yetkilileriyle yiyecektik. En azından kahvaltıyı kurtarmak gerekiyordu. Selim hazırlandıktan sonra otelin kahvaltı salonuna indi. Ben aldığım böreği ve çayı odada yedim. Hazırlanarak otel lobisine indim. - 27 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Otel lobisi klasik barok deri koltuklarla döşenmişti. Henüz benden başka kimse inmemişti. Lobide Kore’nin eski tarihine dair, köy yaşamıyla ilgili bir resim vardı. Ülkemizdeki, köylülerin buğday tarlalarındaki sarı resimlerine benziyordu. Sanıyorum Korelilerde nostalji resimlerini çok seviyorlardı. Lobinin penceresi önünde dere olan, bol ağaçlıklı alana bakıyordu. Eminim bahar günü olsaydı, yeşillik içinde manzara harika olacaktı. Ancak mevsim kıştı. Otel sakin ve sessizdi. Resepsiyon çalışanlarının tamamı henüz gelmemişlerdi. Henüz gece nöbetinden kalanlar vardı. Resepsiyonun gündüz personeli gelmeye başladı. Yenileri geldikçe eskileri gidiyordu. Lobinin tam ortasından camlı geniş bir merdiven hem aşağıya, hem yukarıya doğru çıkıyordu. Otelin giriş kapısının karşısından ileriye doğru geniş bir hol vardı. Holün duvarları resimlerle donatılmış, duvar renkleriyle resimlerin rengi uyum sağlıyordu. Holde gezerken büyük bir kapıdan bir adam çıktı. Kapıdan içeriyi gördüm. Geniş bir toplantı salonuydu. Herhalde şirketler için toplantı hazırlığı vardı. Biraz sonra Selim kahvaltısını yaparak geldi. Ona resmimi çektirdim. Göründüğü gibi rahatım yerindeydi. - 28 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Programa göre birinci gün şirketi tanıyacak, yeni yapılmakta olan fabrikasını görecek. İkinci gün iş görüşmeleri yapacaktık. Eğer ikinci gün görüşmeler için yetmezse üçüncü gün devam edecektik. Eğer ikinci gün yeterse üçüncü gün Seul’u gezecektik. Saat 9:00’da Jenny ve Ely söz verdikleri gibi geldiler. Bizim ekipte lobiye inmişti. Selamlaşıp, hal hatır sorduktan sonra hep birlikte şirket merkezine doğru gitmek için yola çıktık. Havadaki güneş solgundu. Bulut yoktu ama, sanki nemli bir hava havayı puslandırmıştı. Otelimizin bulunduğu yer baya şehirden uzakmış. Bu nedenle şehrin bir köşesinden diğer köşesine gidiyorduk. Şirketin merkezi eski Seul’da imiş. Bizse yeni Seul’daydık. Aslında bu iyi bir şeydi. Zira gidiş gelişlerle şehri baya gezmiş oluyorduk. Fotoğraf çekme merakımdan dolayı öne oturttular. - 29 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yolda yürürken seçtiğim manzaraları çekecektim. Seul’un puslu havasında ilerliyorduk. Yolda dikkatimi çeken ilk şey, trafiğin yine sakin oluşuydu. Ne İstanbul’un, ne de İzmir’in trafiğine benziyordu. Ülkemizin büyük şehirlerinde bu saatlerde yollar kapanırdı. Seul’da ise trafik çok rahattı. Metronun Seul’a çok faydası olmuş. Dokuz hat ne demek. Bütün trafik metrolarla yer altına indirilmiş. Çok nadir yer üstü metro hattı var. Yeni Seul’la eski Seul arasında uzun bir köprü var. Dün akşamda üzerinden geçmiştik. Köprü demirden yapılmış genişliği çok güzeldi. Üzerinde trafik fazla yoktu. Nokia N73 cep telefonum çok güzel resimler çekiyordu. Profesyonel fotoğraf makinelerine benzemiyordu ama, pratik oluşu, çektiği resimlerin net oluşu, idare ediyordu. Otomatik ayarları ile, her ortamda resim çekebiliyordum. Sadece gece resimleri iyi olmuyordu. Karanlık farklı bir desenle çıkıyordu. Ama gündüz resimleri çok güzeldi. Gördüğünüz her resim cep telefonuyla çekilmiştir. Eminim hava puslu olmasaydı çok güzel resimler çekecektim. Ne yazık ki havada klasik kış görüntüsü vardı. Ortalıkta kar olmasa da, kapalı bir hava, ıslaklık, nem havaya hakimdi. Henüz sabahın ilk saatleriydi. Belki öğleye doğru hava güneşlenecekti. O zaman görüntüler çok değişirdi. Ne olursa olsun, farklı bir ülkede, şehirde olmanın heyecanıyla, havanın puslu olmasını düşünmüyor merakla etrafı izliyordum. Görüntüler ne olursa olsun, ilgimi çeken yerlerin resmini çekmeyi hedefliyordum. - 30 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Gördüğünüz resim, Seul’u ikiye bölen büyük bir nehir. Her seferinde üzerinden geçtik. Belki aynı noktadan değil. Dikkat ederseniz, hemen ilerimizde bir köprü daha var Nehrin genişliği Çanakkale boğazı kadar var. Ama buna rağmen üzerinde ulaşımı sağlayacak bir çok köprü yapılmış. 1950 yılında savaşa giren, 1953’te savaştan çıkan Güney Kore’nin bu kadar büyümesi, Seul gibi 22 milyonluk bir başkente sahip olması düşündürücü. Hele şehir içi ulaşımını çözmüş olması dikkat çekiciydi. İstanbul’daki, İzmir’deki ulaşımı düşünürsek, Seul ile asla kıyaslanamazdı. Onların kısa zamanda böyle başarılara imza atmaları, ülkemizin Avrupa’nın girişinde olmasına rağmen, Seul’a göre İstanbul’un geri kalması gerçekten üzücüydü. 1922 yılında savaştan çıkmış, Cumhuriyeti kurmuş bir ülke olarak, niçin bu kadar geri kaldık? - 31 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Onca yıl neler yaptık? Neler yapmadık? Ciddi bir şekilde analizinin yapılması şarttı. Öyle kuru gürültüyle övünmenin bir anlamı yoktu. İstanbul binlerce yıllık tarihiyle, iki kıtanın birleştiği, müthiş bir manzaraya sahip olmasına rağmen, kentleşmesiyle, trafiğiyle büyük sorun yaşıyordu. Seul’un dokuz metrosu varken, İstanbul’un kaç tane metrosu vardı? Körfez üzerinde iki köprüsü vardı. Daha yeni, yeni, ulaşım için ciddi bir şeyler yapmaya çalışılıyordu. Seul’u gördükten sonra şunu anladım ki, ülkemiz sadece övünmekle vakit geçirmiş. Bu durum çok üzücüydü. Köprülerden bir resim daha… Köprüden geçtikten sonra şehrin içinde seyretmeye başladık. Etrafıma bakıyordum. Hayret ettiğim ikinci şey, hiç şişman insan yoktu. Hangi yaşta olursa olsun, kadın erkek hemen herkes filinta - 32 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları gibiydi. Sanıyorum 80 kiloyu geçen yok gibiydi. Onlarda uzun boylu olanlardı. Hani belki vardır. Ama ben görmemiştim. Benim gördüğüm bütün Koreliler filinta gibi, dinç, sağlıklı görünüyordu. Hele obez türü şişman hiç görmemiştim. Seul’un bulutu olmayan ama güneşi de pustan görülmeyen havasında şehrin içinden geçiyorduk. Etraftaki binalar çok yüksek değildi. Öyle çok fazla gökdelen görmüyordum. Dikkatimi çeken bir şey oldu. Çok sık bir şekilde binaların üzerinde kilise işareti vardı. Henüz hiç tapınak görmemiştim ama bolca kilise görmüştüm. Merak ederek Jenny’e sordurdum. Aldığımız cevap ilginçti. Seul nüfusunun %80’i Budist olmasına rağmen, kilise çoktu. Bunun nedenini onlarda bilmiyor. Neden Seul’da kilise çok, neden Budist tapınağı az. Daha önce ayna programında görmüştüm. Seul’da cami de vardı. Fırsatımız olursa gidebilirdik. Ancak benim merak ettiğim şey tanıpaklardı. En karışık trafiği olan bir bölgeden geçiyoruz. - 33 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Eski Seul’dan bir görüntü. Ülkemizde gördüğümüz manzaralara benzer Eski Seul’dan bir görüntü. Bizin halk pazarı kenarlarında görülen çarşı esnaflarına benziyorlardı. Dükkanların önüne konmuş her türlü eşya satılıyor. Manavlar, temizlik eşyası satanlar, aktarlar, hırdavatçılar, bakkal türü işyerleri sıralanıyordu. Eğer levhaları Türkçeye çevirirseniz, Türk kentlerinden birinde gezdiğinizi zannedebilirsiniz. Yollardaki trafik fazla yoğun değildi ama karışıktı. Dışarıdan gelen insanların sesi dili unutursanız ülkemizdeki gibiydi. Yani şimdi arabadan insek şehirde dolaşmaya başlasak, herhangi bir şehrimizde dolaşıyor gibi olurduk. - 34 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tabelalar hariç, manzara hiç yabancı değil, değil mi? Karışık yerlerden düz ana caddelere çıkıyorduk. Seul’un ortasından pis bir dere geçiyormuş. Eski yöneticilerden birisi bunu büyük bir kanala çevirmiş. Artık şehrin ortasından kocaman bir nehir geçiyordu. Etrafında işyerleri sıralanıyor. Şehri ikiye bölüyordu. Kanalın üzerinde çok sık köprüler vardı. Köprülerden karşıya geçebiliyordunuz. Kanal etrafındaki esnaf tıpkı bizdendi. İnsanları seyrettikçe simalarına alışmıştım. Artık çekik gözlü Koreliler bana yabancı değillerdi. Sanki yıllarca birlikte yaşadığım insanlara benziyordu. Eskişehir’de akademiyi okuduğum için sıkça tatarlarla karşılaşmıştım. Sanki ülkemizdeki tatar bölgesini dolaşıyor gibiydim. - 35 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Trafiği görüyorsunuz. Bu cadde şehrin ana arterlerinden birisi olmasına rağmen trafik çok rahat. Ülkemizin caddelerinde böyle rahat trafik sabahın iş saatlerinde görmemiz mümkün mü? Otelden çıktık işyerine gidiyoruz. Sağ taraftaki binaların tepelerine dikkatle bakınız. Kırmızı ışıkların yanındaki binanın tepesinde kilise işareti var. Hemen üç bina ötesindeki apartmanın tepesinde de kilise işareti var. Öyle inanıyorum ki, Avrupa’nın en büyük şehirlerinde bile bu kadar kilise yoktur. - 36 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Avrupalılar ülkeyi sömürürken, misyonerlik faaliyetlerini hiç aksatmamışlar. Kore’yi Hıristiyan yapmak için organize olmuşlar. Seul’un sessiz sakin caddelerinde ilerliyoruz. Yolların tenhalığını görüyorsunuz. İnsanlar metrolarla yerin altından ulaşım sağladığı için yerin üstü böyle sessiz ve sakin. Resimde gördüğünüz küçük kız ve annesi çok ilgimi çekmişti. Kim bilir belki kızı annesi elinden tutmuş yakın bir yerdeki kreşe götürüyor. Kış günü olmasına rağmen cafenin önüne masalar atılmış. Hatta yazlık kırmızı şemsiyeler bile var. Önündeki beyaz panelde fiyat listesi var. Kış havasında dışarıda oturmak isteyen insanlar oturacak. Herhalde yağmur gelirse hemen içeri girecekler. - 37 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Oda ne demeyin. Türkün birisi gelmiş İklim bar diye bir yer açmış. Yanından geçerken acele çektim. Zira trafik yürüyor. Burası eski Seul’da bir yer. Binalar fazla yüksek değil. Yurt dışına çıkanlardan edindiğim intiba, Türkler dünyanın bir çok yerine yerleşip işyeri kurmuşlar. Bir çoğumuz yerinden kıpırdamazken, bazı insanlarımızın cesurca dünyada kendine yer araması çok güzeldi. Zorunlu şartlar olmasa hiçbir zaman yurt dışına çıkmayacak yapıya sahibiyiz. Ülkemizdeki işsizlikten dolayı, Avrupa’ya işçiler göndermesek, halkımızın gözü açılmayacaktı. Gönül isterdi ki, Avrupa savaşırken ülkemiz atılımlar yapsın, ekonomik açıdan güçlensin, dünyanın bir numarası olsun. Ne gezer, tam aksine ikinci dünya savaşı sanki ülkemize zarar vermiş gibiydi. Avrupa yıllarca savaştıktan, birbirini yıktıktan, ekonomik açıdan büyük darbeler gördükten sonra, yaptığı atılımlarla, savaşlarda ölen insanları yerine, dünyanın değişik yerlerinden işçi aldılar. Peki bu dönemlerde ülkemiz ne yapmıştı? - 38 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Bu soruya ülkemizin eğitim görmüş insanları, basma kalıp düşüncelere, yorumlara bakmadan cevap bulmalılar. Değilse, övünmek hiçbir işe yaramıyor. Öyle görülüyor ki, ülkemiz, çağdaşlık, gelişmişlik sözleriyle insanlarını uyuturken, dünyanın en geri ülkesi haline gelmişti. Savaştan çıkan ülkeler bile, savaşa girmeyen ülkemizden daha iyiydiler. Bu gerçeğin altında mutlaka bir şeyler yatıyordu. Ya ülkemizi yönetenler gerçekten çok beceriksizdiler. Ya da özgürlük söylemlerinde bulunan liderlerimiz, kapılar ardında ülkeyi geri bıraktıracak her türlü ilişkiyi kurmuşlardı. İnsanlarımız zengnlikle yurt dışına çıksalardı ne güzel olurdu. Ama ne yazık ki, fakirlikten dolayı çalışmak için yurt dışına çıktılar. Bu durum tam bir rezillikti. Sağ olsunlar, Cumhuriyet dönemi yöneticileri, Avrupa gelişirken bizi yerinde saydırmışlar. Ve hala gerideyiz. Değişik bir mimari yapı. İlginçti. - 39 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Şirketin merkezi eski Seul’da idi. Merkezindeki üretim bölümünü dolaştıktan sonra, yapılmakta olan fabrikasını görmek için tekrar yola çıktık. Aşağı yukarı iki saatlik yolumuz varmış. Tekrar yollara düştük. Yine Seul’u baştan sona geçecektik. Ancak otel yönünden değildi. Otel işyeri, işyeri fabrika derken arabayla Seul’u baya dolaşıyorduk.Yine bir köprünün üstünden geçiyorduk. Etrafımızda dağlar, dağların arasında geniş bir nehir vardı. Dağların her tarafı ağaçlık. Ağaçların yaprak rengi sarımtıraktı. Şirkette içtiğim Kore çayı bana akşamki kokuyu hatırlattı. Çayın kokusu herhalde çay fidelerinden veya ağaçlarından geliyordu. Seul’u çay kokusu sarmış gibiydi. Koku çok değişikti. Bizim çay kokusuna hiç benzemiyordu. Bitki çaylarının kendine göre kokusu var. Ama Kore çayının kokusu çok enteresandı. İlk içtiğimde midemin döndüğünü hissettim. Kendimi sıkarak içmeye devam - 40 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları ettim. Ama bir daha hiç içmedim. Benim hoşlanmadığımı gören Jenny dik dik bakmaya başlayınca, ona Türk çayı olsa içerdim dedim. Hemen “var” dedi. Kendisi mutfağa giderek Türk çayı diye bir çay getirdi. Çayı görünce bitki çayı olduğunu gördüm. Jenny Türk çayı deyince bildiğimiz kırmızı çay yerine, Türkiye’de ona hediye ettiğimiz “Melisa” bitki çayından getirmişti. Yani Jenny bitki çayını Türk çayı diye getirmişti. Herhalde kendisine Türkiye’den verildiği için ona Türk çayı diyordu. Herhalde Melisa çayı onların damak tatlarına değişik geldiği için beğenmemişlerdi. Aradan beş ay geçmesine rağmen henüz bitirmemişlerdi. Seul’da onlara hediye ettiğimiz bitki çayını Türk çayı diye ikram etmeleri günün esprisi olmuştu. Koreli şirketin yapılmakta olan fabrikasını gezdik. Büyük bir şirketin yan koluydu. Şirkete ait personel diğer şirketlerin bir bölümünde ofis açmışlardı. Bizi büyük bir coşkuyla karşıladılar. Hepsi cana yakın insanlardı. Kılıkları, kıyafetleri sıradan insanlara benziyordu. Yani öyle Avrupalılar gibi gösterişli giyimleri yoktu. Ülkemizdeki halk türü insan davranışlarına sahiptiler. Hareketleri hızlı, candan, samimiydi. Bakışları insana güven veriyordu. Tabi dikkatimi çeken şey hepsinin filinta gibi oluşuydu. Kadın erkek hepsi, kilosuz insanlardı. Sağlıklı oldukları her hallerinden belli oluyordu. Onlar gibi olmayı çok isterdim. Çok kısa bir görüşmemiz oldu. Bizi karşılayan ekip başı orta yaşlı bir insandı. Esmer rengiyle, kılığıyla, kıyafetiyle ülkemizdeki esnaflara benziyordu. Bize “Türklerin domuz etini yemediklerini biliyoruz. Bu nedenle, ülkemize ait dana etinden tattırmak için, Kore yemekleri ikram etmek istiyoruz” dedi. Ne diyebilirdik ki, bizde onlar geldiğinde ülkemizin yemeklerini tattırmak istiyorduk. Her türlü yerel yemeklerimizi onların denemesini istiyorduk. Lokanta seçerken bizde aynı şeyi yapıyorduk. Korelilerde bize yerel yemeklerini ikram edeceklerdi. Memnuniyetle “evet” dedik. Sonra dışarıya çıktık. Yeni yapılmakta olan firmanın fabrika inşaat alanına doğru yürümeye başladık. Yapılmakta olan bina hakkında ekip başı bilgiler - 41 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları veriyordu. Proje resmini görmüştüm. Gerçekten güzel bir bina olacaktı. Bizi otantik Kore yemekleri ikram etmek için yine eski Seul’a getirdiler. Kapıdan iki kolunu açmış zafer işareti yapan Rain şirketin Asya sorumlusu idi. Hemen arkasında Selim var. Korean Restaurant çok büyük bir yerdi. Modern bir yapı olmasına rağmen, Kore’nin geleneklerini titizlikle yürütüyordu. Gruplar halinde gelenleri odalara yerleştiriyorlardı. Dört, altı, sekiz, on iki kişilik mütevazi odalar vardı. - 42 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Dört kişilik bir yemek odası görüyorsunuz. Yerde sandalyeler var ama ayakları yok. Direkt yere bağdaş kurarak oturuyorsunuz. Odaya ayakkabıları çıkararak girmeniz gerekiyor. Ayakkabıyla odaya giremiyorsunuz. Yemek masası bir sehpa. Ortasında ocak var. Şuan ocağın üstü kapalı. Gördüğünüz ızgara ocağının kapağı. Etler pişirilirken kapak çıkarılıyor. Etlerin piştiği bölüm biraz daha derinde. Ocak gazla çalışıyor. Biz yedi kişiydik. Sekiz kişilik bir odaya girdik. Odaya girerken Jenny, ayakkabılarını çıkarmaya başladı. Bana da işaret etti. Şaşırmıştım. Bizim odanın masası, sandalyeleri bildiğimiz masa ve sandalyelerdendi. Yani masa ve sandalyeler ayaklıydı. Gelen yabancılar yere oturamayabilir diye bazı odalara, ayaklı - 43 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları masa ve sandalye koymuşlar. Ama ben madem otantik Kore yemeği bağdaş kurarak oturulup yeniyor diye, sandalyenin üzerine bağdaş kurup oturdum. Çokta iyi olmuştu. Özellikle Koreliler benim oturuşuma gülmüştü. Rain bana hitaben “Tam bir Koreli” diyordu. Tabi Korece. “Korean, Korean” derken çok mutlu oluyordu. Masada iki ocak var. Ocakların etrafına değişi salata, turşu, sos ve yeşillik koymuşlardı. - 44 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Görevli kız, masayı donatmıştı. Etler Selim’in söylediği mermer et cinsindendi. Odada dikkatimi çeken üç şey vardı. Masada ekmek yoktu. Et ve ot masaya hakimdi. Etler pişiyorken, sofra her türlü bitkiden yapılmış, soslar, salatalar, turşular ve otlarla donatılmıştı. Kore’nin meşhur turşusu “kirşi”yi çok merak ediyordum. Zira Kore’ye hareket etmeden önce ön bilgiler edinmiştim. Turşuları çok keskindi. Korelilerde ekmek yeme alışkanlığı yoktu. Et ve ot yiyorlardı. Onların niye sağlıklı olduğu belli oldu. İnsan hem et obur, hem ot obur varlıktı. Bizler ekmek yemeden karnımızı doyuramıyorduk. Koreliler ise hiç ekmek yemiyorlardı. - 45 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Ocaklar gazla çalışmasına rağmen hiçbir koku yoktu. Odanın içi ferahtı. Bizim masada iki ocak vardı. İkisi de harika yanıyor, etler pişiyordu. Koreliler, yapraklardan oluşan turşular ile pişen etleri sarıp yiyorlardı. Hem de etleri turşularla sarma işini çubuklarla yapıyorlardı. Denedim beceremedim. En iyisi çatal bıçak dedim. A o da ne? Masada çatal bıçak yoktu. Hemen çatal bıçak istedim. Koreli görevli kız muzip bakışlarla gülerek getirdi. Çok sempatik biriydi. On yedi yaşlarında normal boylu, biraz topluydu. Babacan tavrımdan etkilenmiş olacaktı ki, sanki bana daha çok hizmet ediyor gibiydi. Üstelik ben hemen kapının girişindeydim. Hizmet için her gelişinde ilk benimle karşı karşıya geliyordu. Etler mermer etti. Izgara üzerinde yağları eriyerek eti pişiriyordu. Ama ortalıkta hiçbir duman, koku yoktu. Hafiften kızaran etin kokusu vardı. Bizim mangallarda veya barbekülerde et kızartırsak ortalığı keskin bir koku kaplardı. Evin bahçesinde mangal yapsak, bütün mahalleyi et kokusu kaplardı. Hatta kokudan komşular rahatsız olurdu. Bizim mangallarda et pişerken, eriyen yağların ağır kokusu, cızırtısı, ocakların dumanı insanı mahvederdi. Ama burada saydıklarımdan hiçbiri yoktu. Yağlar kendi halinde hafiften cızırdayarak eriyor. Etler pişiyor. Ortalıkta ne koku, ne duman var. İçeriye girdiğimizde hava ne kadar temiz ise aynı şekilde duruyordu. Etler özel sosla marina edilmiş. Değişik, hoş bir tadı vardı. İlk defa mermer et yiyordum. Kore turşularıyla, salatalarıyla çok lezzetliydi. Doğrusu Koreliler ağızlarının tadını biliyorlardı. Ortaya konulan salata deniz ürünleriyle karıştırılmıştı. Salatanın içinde, küçük ahtapotlar, deniz anaları, midyeler ve daha değişik şeyler vardı. Hemen her birinden tattım. Nasılsa maliki mezhebi imamı, İmam Malik “Denizden babam çıksa yerim” demiş. Yani deniz ürünlerinin tamamının Müslümanlara helal olduğunu söylemişti. İnancım açısından yememde bir sakınca yoktu. Ama alışkanlıklar öndeydi. Alışmayan insanlar bu tür şeyleri zor yerdi. Nitekim - 46 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları şirket yetkilileri yiyemediler. Bense Koreliler gibi hiç çekinmeden yiyordum. Rain yediğimi görünce yine beni işaret ederek, “Korean, Korean, Korean” diyordu. Onun bu candan davranışı beni duygulandırmıştı. Onlara “Halamın kocası eniştemin 1950’li yıllarda Kore’ye, Kore halkını korumak için savaşmaya geldiğini söyledim. Eniştemin adı Hüseyin’di. Rahmetli vefat edeli çok oldu. Hüseyin eniştem Kore’ye geldiğinde barış ilan edilmişti. O da savaşmadan geri dönmüştü. Savaşmasa da artık Kore gazisi sayılıyordu. Koreliler eniştemin hikayesini duyunca büyük bir coşkuyla, samimiyetle “teşekkür” ettiler. Bu diyalog benimle Rain arasındaki canlı ilişkiyi daha kuvvetlendirdi. Artık ona göre ben yüzde yüz Koreliydim. Zaten oldum olası, her gittiğim şehrin, ülkenin adetlerine, tavırlarına adaptasyon sağlamak gibi bir özelliğim vardı. Ülkemizde de bir şehre gidersem, birkaç saatlik konuşma sonunda onların şivesini kullanmaya başlardım. Böyle yapmam, daha sıcak ilişkiler kurmama neden oluyordu. Kore’nin sosları çok güzeldi. Hele değişik otların kaynatılarak yapılan şerbet şeklindeki sosu çok beğenmiştim. Yalnız turşuları çok keskin. Yerken insanın boğazını yakıyordu. Bizim ki gibi sirkeden yapılmamıştı. Değişik bir sosla yapılmış olduğu belliydi. Kokusu ise çok keskindi. İnsanın burnunun deliklerini yakıyordu. Ama yerken tadı iyi geliyor. İnsanın iştahını açıyordu. Şirket yetkilileri daha önce Singapur’a gitmişlerdi. Oradaki izlenimlerini anlatırken yemeklerin bol soslar içinde geldiğini, sosları yüzünden doğru dürüst bir şey yiyemediklerini, sofradan aç kalktıklarını söylemişlerdi. Korelilerin adeti iyiydi. Sosların hepsi ayrı geliyordu. Yemek ayrı, sos ayrı. O nedenle istediğin beğendiğin sosu yerken kullanıyordun. Her yiyecek kendi çapında sadeydi. Sanıyorum en iyisi de bu değil mi? Her şeyi birbirine karıştırıp curcuna ederek yemek hiç iyi olmaz ki? Yemeğin içine girmiş herhangi bir şey seni bütün yemekten soğutabilirdi. Bu nedenle Kore’nin yemek sunma adetini çok beğendim. - 47 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Kore’de yemek yerken gördüğün ilgin şeylerden birisi, bizim cennet elması dediğimiz meyvenin, dipfrizde dondurulmuş olarak sofraya getirilmesiydi. Gördüğünüz gibi meyvelerin üzerinde beyazlıklar var. Onlar buz. Buzları biraz eridikten sonra yeniliyor. Yediğim zaman gördüm ki, tadı müthiş oluyordu. Bizim ülkemizde böyle yenmiyordu. Meyve zaten koparıldıktan sonra önce eriyor, sonra çürüyordu. Koreli buna çare bulmuş. Atıyor dipfrize her mevsim çıkarıp yiyor. Dönüşte bende yapacağım dedim. Yapıyorum da, çok güzel oluyor, tavsiye ederim. Söylemesi ayıp, otantik Korean yemekleriyle karnımı tıka basa doyurdum. Otantik Kore yemeğini çok beğenmiştim. Özellikle mermer etin lezzeti harikaydı. Benim sürekli yediğimi gören görevli kız önümdeki ocağı hiç boş - 48 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları bırakmıyordu. Ocak üzerinde et pişiyor. Kenar boşluklarında da mantarlar pişiyordu. Etin kokusunu alan mantarların ocak üzerinde yavaş yavaş pişmesi onlara farklı bir tat veriyordu. Etin kenarındaki mantarları görüyor musunuz? Etle birlikte, et kokusunu içine sindirerek harika pişiyorlar. Ocağın etrafındaki soslara bakın. Kaç çeşit? İnsan hangisinden yiyeceğini şaşırıyor. Her birinin kendine göre özelliği, güzelliği var. Bazı ülkelerin başka ülkelerde niye kendi geleneksel lokantalarını - 49 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları açtıklarını şimdi daha iyi anlıyorum. İnsanlara değişik, farklı tatlar sunuyorlardı. Geç vakit yediğimiz yemekler baya ağır gelmişti. Korean yemekleri lokantasından çıkarken akşam olmasına ramak kalmıştı. Bugün şoförümüz Ely değildi. Bugün arabayı Rain kullanıyordu. Otelimize gitmek için bir saatten fazla yolumuz vardı. Jenny ve Rain haricindeki şirket yetkilileri bizden ayrıldılar. Rain ile Jenni’ye bizi otele bırakmak kalmıştı. Hep birlikte arabaya bindik. Otel yolunda akşam olmuştu. Güneş iyice batmış zaman geceye doğru süratle akıyordu. Otele yaklaşırken bir metro istasyonu yanında Jenny bizden ayrıldı. Artık sadece Rain kalmıştı. O da arabayı kullanıyordu. Şirketin Asya sorumlusu Rain yaklaşık 26 yaşlarında genç bir delikanlıydı. İngilizceyi ve Çinceyi mükemmel biliyor. Yeni evlenmiş ve bir bebeği olmuştu. Onun heyecanını yaşıyordu. Şirketteki herkes onun bebeği olduğunu biliyordu. Onunla birlikte herkes heyecanlaydı. Heyecanını sempatik tavırlarıyla iyice ateşliyordu. Rain otele bizi bırakıp gitti. Odalarımıza çıktık. Selim’e bu kadar yemeğin ardından biraz dolaşmamız lazım dedim. Bu konuda Selim iyiydi. Yürüyüş yapmayı seviyordu. “Bugün olimpiyat sahasını gezelim” dedim. Cevap “tamam”dı. Şirketin bayan sahipleri yine bizimle dolaşmak istemediler. İkimiz otelden dışarıya çıktık. Hava biraz serinceydi. Otelin önünden olimpiyat sahasına girdik. Rastgele yürümeye - 50 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları başladık. Otel civardaki yüksek binalardan biri olduğu için her yerden görünüyordu. Kaybetmek imkansızdı. Beş on dakika yürüdükten sonra kırmızı kurdeleler ile çevrilmiş, üzerinde ileriye geçilmez yazılı bantları gördük. Oradan dönerek başka yöne doğru hareket ettik. Yürüyüş meydanlarında dolaşırken, bölgenin bekçisi arkamızdan geldi. Ona “turist, olympic park otel” deyince “okey” diyerek uzaklaştı. Zaten yabancı olduğumuzu görünce işi fark etmişti. Herhalde uzaktan bizi görüncei, bölgede dolaşmasını istemedikleri tiplerden zannetmişti. Olimpiyat sahasına bekçi görevlendirdiklerine göre istenmeyen olaylar oluyordu. Selim’in İngilizcesi sayesinde bazı yazıların ne demek istediğini anlıyorduk. Otel binası kadar büyük binanın üzerindeki yazıyı okuyunca oranın, olimpiyata gelen takım yöneticilerinin kaldığı yer olduğunu anladık. Bir bakıma önünde durduğumuz bina olimpiyatların yönetim binasıydı. Bugün dolaşırken Jenny’den ilginç bir şey duymuştuk. Jenny’e Seul’daki kiraları sorduğumuzda, Seul’da kira ücreti olmadığını söyledi. Kore’deki uygulama çok farklıymış. İster işyeri ister ev olsun, kiracılar ev veya işyerlerinin bedelini mülk sahibine ödüyorlarmış. Ama satış olmuyormuş. Kiracı beş kuruş para ödemeden oturmaya devam ediyormuş. Çıkmak istediği zaman verdiği parayı eksiksiz geri alıyormuş. Evler öyle ucuz da değil. 200 – 300 bin Amerikan doları. Yani kiracılar 200-300 bin dolar ödüyor evi kiralıyor. Bu konuda bankalar kiracılara kredi vererek yardım ediyorlarmış. Dolayısıyla kiracılar faiz karşılığında kirada oturuyorlar. Eğer kiracılar gelirleriyle borç taksitlerini de ödeyebilirler ise para biriktirmiş oluyorlar. Aslında çok iyi bir şey. Dolaylı para biriktirme veya ev sahibi olmanın yolu. Düşünsenize ülkemizde 3.000 lira geliri olan biri ayda 1.500 lira taksitle 200.000 lira kredi alsa, borcunu da yılı kaç olursa olsun ödese, ev parası biriktirmiş olur. Zira herhangi bir şekilde, kiracı çıkarılmış olsa, ev sahibi aldığı parayı geri vermek zorunda. Bizim ülkede ev sahipleri parayı geri vermemek için hiçbir zaman kiracılarını çıkarmaz. Ev parasını da ya faize yatırır, ya da sermaye yaparlar. - 51 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Artık iyice gece olmuştu. Dolaşsak da yediğimiz yemeğin ağırlığı gitmemişti. Üstelik yorulmuştuk. Odaya döndük. Sıcak bir banyo alıp derin bir uyku çekmem gerekiyordu. MSN’ye girmek için Selim’den izin isteyerek bizimkiler var mı yok mu diye baktım. MSN’leri açıktı. Biraz selam, biraz kelam. Sonra kapattım. Yatağa uzandım. Selim’in açtığı televizyonda haberler vardı. Ben bir şey anlamıyordum ama Selim anlıyordu. Ona “önemli bir şey varsa bana da söyle” dedim. “Tamam” cevabını aldıktan sonra başımı yastığa gömdüm. Selim bilgisayar başında, televizyon seyrediyorken, skype’den ailesi, arkadaşları ile görüşüyordu. - 52 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları 15.03.2011 – Salı Seul’da ikinci gün, programımızda yoğun iş görüşmeleri vardı. Saat 09:00 gibi bizi Jenny ve Ely otelden alıp şirket ofisine götürecekler. Sabah kalktığımızda Selim “otelin kahvaltı salonu çok iyi, güzel yiyecekler var” demişti. Çünkü birinci gün Selim otelin kahvaltı salonuna inmiş, orada kahvaltısını yapmıştı. Bense idare etmiştim. Bugün otelde kahvaltı etmek istiyordum. Otel fiyatlarına kahvaltı dahil değildi. Parasıyla yapacaktık. Selim önce hazırlanıp aşağıya indi. Ben hazırlanıp inecektim. Pencereden dışarısı çok güzel görünüyordu. Havada hafif güneş vardı. Gece inen nem yeryüzünü ıslatmıştı. Güneşin ışıkları nemin ıslattığı bölgelere vurdukça yansımalar meydana getiriyordu. Hazırlanıp kahvaltı salonuna indim. Self servis sisteminde herkes tabaklarına bir şeyler alıyordu. Bende sıraya girerek bazı şeyler aldım. Selim nerdeyse kahvaltısını bitirmişti. Aynı masaya oturdum. Sohbet ederek kahvaltıyı yaptık. Kore kahvaltı menüsü çaysızdı. İster istemez, önce meyve suyu, sonra kahve içtim. Gerçi her zaman ki gibi yanımda çay vardı ama onu başka yerde içerdim. Her toplumun yemek kültürleri, damak tatları farklı. İnsan ilk anda garip karşılıyor. İlk lokmalarımı yerken, yediklerim ağzımda ben geveledikçe büyüyordu. Biraz sonra alıştım. Yağı, kokusu çok farklı şeylerdi. Tabi bizim bildiğimiz zeytin, peynir, reçel gibi şeyler onların kahvaltılarında yoktu. Ama yumurta, meyveler, bazı soslar, salamlar, yağda kızartılmış yiyecekler vardı. Yumurtayı istediğiniz gibi pişiren aşçılar vardı. Tavada, omlet gibi şeyleri yaptırabiliyordunuz. Bunlar bildiğimiz yiyecekler ama, yağın tadı, ülkemizdeki tadı vermiyordu. Sözleştiğimiz saatte Jenny ve Ely geldiler. Bize yine uzun bir yolculuk görünüyordu. Yaklaşık bir buçuk saatlik yolculukla şehri tekrar baştan sona geçtik. Yeni Seul’u eski Seul’a bağlayan köprüyü geçince, her şey tanıdık gibiydi. Yani ülkemizdeki normal şehirlere benziyordu. Yol kenarları bizim mağazalara, çarşılara benziyor. Yollar üzerinde açılan tezgahlarda insanlar ürün satıyor. - 53 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Mağaza sahibi esnaflar gelen geçenlere bizim ülkemizdeki gibi davranıyordu. Ülkemizden tek farkı vardı. Seul’da trafik yoğun değildi. Ülkemizdeki gibi, yol kenarlarında park etmiş araçlar bulunmuyordu. Giderken başkanlık sarayının önünden geçtik. Yolda giderken, yemek konusu açıldı. Şirketin sahipleri yemekleri fazla yiyemediklerini söyledi. Selim durumu Jenny’e anlatınca, Jenny bugün sizin yiyebileceğiniz yere götürelim dedi. Doğrusu merak etmiştik. Ama söylemedi sürpriz yapacakmış derken, bir lokantanın önünden geçiyoruz. İstanbul Restaurant yazıyor. Selim’e işaret ettim. Trafik içinde hareket ediyor olmasaydık hemen resmini çekerdim. Yollar boş olunca Ely arabayı hızlı kullanıyordu.İstanbul Restaurantının resmini çekemeden önünden geçip gittik. Belki yanına yaklaşmadan görseydim cep telefonumu hazırlar fotoğrafı çekerdim. Gördükten sonra ise cep telefonunu fotoğraf çekmeye hazırlayamazdım. Aradan çok geçmeden şirketin merkez ofisine geldik. İstanbul lokantasının yakınlarındaydı. Uzun görüşmelerden sonra iş tatlıya bağlandı. Şirketin yetkilileri bizi İstanbul restauranta götüreceklerini söylediklerinde, birlikte gittiğimiz şirketin sahipleri sevindi. Doğrusu ben Kore yemeklerini tatmak istiyordum. Selim ise benim gibi düşünüyordu. Madem buraya kadar gelmişiz bolca Kore yemeği yemek gerekmez miydi? Şirketin yetkilileri istediği için gittik. Gerçi bizim içinde Seul’da İstanbul restaurantı görmek iyi olacaktı. Dünyanın öbür ucunda bir Türkü görmek çok güzel olurdu. Selim Seul’da bir Türk’ün lokantacılık yaptığını öğrenmiş, onun arkadaşından ismini almıştı.İlk zannımız İstanbul restaurant sahibinin aradığımız kişi olabileceğiydi. Hep birlikte ofisten çıkarak İstanbul restaurantın yoluna düştük. Dışarıya çıktığımızda güneş batmak üzereydi. Yani akşam olmuştu. Öğle yemeği yememiştik. Öğleyin bizi misafir edenler, görüşmeler arası ekmek arası bir şeyler ısmarladılar. Kırmızı et konusunda hassas olduğumuz için bize ekmek arası tavuk türü bir şey yaptırmışlar. İstanbul restauranta geldiğimizde ışıklı levhasının ışıkları yanmıştı. Bu nedenle fotoğrafını ne kadar çekmek istediysem bir - 54 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları türlü parlaklıktan dolayı ismi okunmadı. Bende kapı girişlerini fotoğrafladım. Selim, garsonlara arkadaşından ismini aldığı kişiyi sordu. Ancak kimse tanımıyordu. Demek ki, İstanbul lokantasının sahibi değilmiş. Hoş bulduk. İstanbul restaurantın kapısı. Ay içinde yıldız yerine hoş geldiniz yazısı. Üstte tuğra, altta dikkat yazısı. Dışarıdan bakılınca içerisi gayet hoş görünüyordu. Halıların deseni Türkiye’yi hatırlatıyordu. İçeride İstanbul’a ait resimler vardı. Lokantanın döşenişi tamamıyla Türkiye’ye özgüydü. Bayan ve erkek garsonların davranışları bile Türkiye’dekiler gibiydi. Ülkemizdeki restaurantlardaki gibi salondan yüksek yerler vardı. Oralara gruplar için masa atılmıştı. Bizde grup olarak - 55 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları yüksek yere oturduk. Etrafımız resimler, hat sanatı tablolarla doluydu. Desenlerin hepsi İstanbul’u hatırlatıyordu. Gerçekten harika düzenlemişlerdi. Üstelik lokantanın düzenlemesini yapan kişi gerçekten çok zevkli biriymiş. Belli ki Türkiye’den bir çok eşyayı getirmişti. Tam arkamızda Osmanlılara ait eski bir tuğra tabağa işlenerek duvara asılmıştı. Masanın duvar kısmındaki bölümde sandalyeler yok. Orası ülkemizdeki sedir türü oturmalık. Resmi çeken Rain. Resim çekerken bizi güldürmek için bolca şaklabanlık yapmıştı. İnsan bu kadar pozitif, neşeli birini zor bulur. Tavırları, davranışları o kadar güzeldi ki, sanki yıllarca arkadaşlık etmişliğin güvenini, dostluğunu veriyordu. Halbuki daha yeni tanımış, iki gün bile olmamıştı. - 56 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Oturduğumuz yüksek bölümden önümüzdeki salon harika görünüyordu. Restaurantın içten görünüşü. İstanbul usulü döşeme var. Biraz da Kore’den eklentiler yapılmış. Ama içeri girince, Türk restaurantına girildiği belli oluyor. Tavandaki bezler Kore’den yansımalar olarak dizayn edilmiş. Işıklandırma çok güzel. Burası gündüz harika olurdu. Zira her tarafı pencerelerle güneş alırken, manzarası insanın içini ısıtıyordu. İçerisi tertemiz, pırıl pırıldı. Jenny, ara sıra buraya gelip yemek yediklerini söylüyordu. Özellikle Türkiye’yle ilişki kurmaya başladıklarında İstanbul lokantasına daha çok gelip gider olmuşlar. - 57 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Arkadaşlarımız otururken, ben merakla içeriden ve dışarıdan İstanbul restaurantın resmini çekmek için dolaşmaya başladım. Vitrin camında, İstanbul’a özgün resimler. Resimler beyaz çıkmaz kalemle yapılmış. Büyük ihtimalle sahibi yapmıştı. Zira özene bezene yapıldığı belliydi. - 58 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Kenar vitrini boydan boya devam ediyor. Döner kebap yazısını okuyorsunuz. Cemi desenleri de vitrini süsleyen resimler olarak göze çarpıyordu. Pencere kenarlarına çiçekler düşenmiş. Bol manzaralı, yeşillik içinde harika görünüyorlardı. - 59 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Ve menü tabelası. Üstte sol şiş kebap, sağ İstanbul kebap. Ortada Adana kebap, Güveç, altta İskender kebap, dürüm kebap. Menünde fiyatlar da var. Fiyatlar uygun. Resim biraz bulanık olduğu için okunmuyor. Tabi bunlar menünün hepsi değil. Masalardaki menü listesinde daha fazla Türk yemeği var. Türk yemeklerinden başka yemek yok. - 60 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Kapının sağ tarafında karagöz Hacivat ve cami resimleri. Burası küçük bir yere, bütün İstanbul’u tarihiyle birlikte sığdırmak için çalışılmış sanki. Ülkemizde değişik yerler dolaşmıştım. Her şehrin yöresel yemekleri vardır. Aynı tür yemekleri, farklı şehirlerde yediğiniz zaman aynı tadı, lezzeti alamazsınız. Mesela; Urfa kebabı Urfa’da yenir. Bir Urfalı başka şehirde Urfa kebabı yapsa, Urfa’daki tadı, lezzeti vermez. Adana kebabı da öyledir. Bursa’nın İskender kebabı da öyledir. Aydın Ortakların çöp şişinin tadı, başka yerdeki çöp şişlere benzemez. Bizim memleketin, yani Isparta’nın kepekli taş fırın ekmeği asla başka yerde olmaz. Isparta Denizli arasında yolculuk yaparken, Isparta’dan Denizli’ye gelip yerleşmiş bir - 61 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları fırıncıyla tanıştım. Ona niçin “Denizli’de Isparta ekmeği yapmıyorsun” dediğimde, “o kadar çok uğraştım ki olmadı” Dedi. Nedenini çok merak etmiştim. Un aynı un, fırın aynı türde fırın. Ama olmamıştı. Dediğine göre suyundan kaynaklanıyormuş. Doğru yalan bilmiyorum artık. Ama Denizli’de yaşarken, Isparta’ya her gittiğimde bolca kepekli ekmek getirir, komşulara dağıtırdım. Herkes çok beğenir. Biz Isparta’ya giderken özellikle sipariş verirlerdi. Bütün bunlar benim hafızamda yer etmişti. Yörelerin etlerinden, sularından, soslarından yemekler etkilenir. Hatta öyle ki, koyunların otlandığı bölgeler, danaların otlandığı bölgeler, koyunlara, danalara ayrı bir tat verir. Hani Karadeniz hamsisi ile Marmara hamsisi aynı mıdır? Akdeniz levreği ile, Ege levreği aynı mıdır? Ta ki biz ülkemizde değiliz. Dünyanın öbür ucu Seul’dayız. Kore’nin eti nedir? Yağı nedir? Bilmiyorum. Onun için menüde Türk yemekleri var ama, gerçekten Türk yemekleri olur mu? İşte sorduğum bu sorular çerçevesinde şüphelerim vardı. Şiş kebap, döner kebap, Adana kebap, dürüm kebap, İskender aynı olabilir mi? Bilmiyorum. Bu nedenle hiç birini yemek istemedim. Menüde Çoban kavurma vardı. Bak işte bu belli. Et kavruluyordu. İçine, soğan atılıyordu. Sadeydi, içine farklı içine katılmıyordu. Soy adım Çoban’ı da alet ederek, ben kendi kavurmamı yemek istiyorum dedim. İyi de etmiştim. Bildiğim kavurmanın tadı etin yağın tadından dolayı biraz farklıydı. Ama iyiydi. Severek yedim. Diğerleri İskender, döner, Adana falan söylediler. Yemek sonu dışarıya çıktığımızda, “yediklerimiz hiç bizim ülkedekilere benzemiyor” dediler. Elbette benzemeyecekti. Ne bekliyorduk ki? Ben Urfa’da yediğim kebabı, adı, yapılışı Urfa kebabı olduğu halde İzmir’de yiyemiyordum ki! Seul’da yiyeyim. Bizi yemeğe götüren Koreliler yemekleri zevkle yediler. Zira kendi etleri, kendi yağlarıydı. Kendi memleketlerinde Türk usulü yapılmış yemek yiyorlardı. Onlar için fark etmiyordu. Şirketin üst kademesiyle vedalaştık. Bizi yine Rain ve Jenny otele bırakacaktı. Eski Seul’dan, yeni Seul’a doğru yola çıktık. Vakit - 62 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Türkiye saati ile 21:00 civarındaydı. İstanbul restaurantta bir hayli zaman geçirmiştik. Akşam vakti Seul caddeleri ışıl ışıldı. Yollardaki serbestliği görüyor musunuz? Hem geniş hem boş. İnsanın burada neyi canı çekiyor biliyor musunuz? Arabaya atlayacaksın, serbest, serbest bütün şehri gezeceksin. Eminim hiç strese girmezsiniz. Sinir küpü olmazsınız. Doyasıya belki de bir iki saat içinde bütün şehri dolaşırsınız. Yer altından çalışan metro sanki bütün şehri yerin altına taşımış gibiydi. Hani bazı caddeler sanki hayalet şehri algılatıyordu. Halbuki 22 milyonluk nüfustan söz ediyoruz. - 63 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Seul’un işlek caddelerinden birisi, şehrin merkezi, ama yol geniş ve boş. Seul yönetimi trafik konusunu çözmüş. Dokuz hat metro yapılanması yeryüzündeki trafiği yer altına indirmiş. Halk bizim ülkedeki gibi lüks arabalar içinde tek kişi oraya buraya gitmiyor. İnsanlar sürekli metro hattını kullanarak ulaşımı sağladığından trafik rahatlıyor. Ben öyle inanıyorum ki, bizim şehirlerimizde de dokuz hat metro olsa, insanlarımız yine arabalarına tek başına kurulur, trafiği perişan eder. Yaşayan insanların yaşadıkları yerde başkalarının da yaşadıklarını düşünerek hareket etmesi önemli iken, ne yazık ki sadece kendimizi düşünerek hareket etmeyi öne çıkarıyoruz. Kullandığımız alanların, araçların, gereçlerin başkaları tarafından kullanılacağını hesap etmiyoruz. Ne yöneticilerimiz ne - 64 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları de halkımız önemli zamanlarda gerekli olacak şeyleri düşünerek hareket etmiyor. Mesela daracık sokaklarımız var. Haydi eski sokaklar eskiden oluşmuş, bugün bir şey yapmak zor. Ama yeni oluşan sokaklarımız, caddelerimiz ileri zamanlar, ihtiyaçlar hesap edilerek yapılmıyor. Belediyelerimiz daracık sokaklar, caddeler yapıyor. Halkımız sağlı sollu araba park ederek daraltıyor. Peki ne oluyor? Mesela; yangın çıkıyor, itfaiye araçları yangın yerine ulaşamıyor. Niçin? Sokaklar dar. Dar olduğu halde sağlı sollu parklarla işgal edilmiş. Ambulanslar giremiyor. İtfaiye araçları giremiyor. Yolları işgal eden insanlar bağırıp çağırıyor. İtfaiyeye haber verileli bir saat oldu hala gelmedi diyorlar. Peki soruyorlar mı, niçin gelemiyor? Böyle bağıranların kendileri de arabaları bir yere park ederek sokakları geçilmez hale getirmiş. Halbuki herkes görevini yapsa. İnsanlar duyarlı olsa. Ucuza kaçmasa. Her binanın altına mutlaka, zorunlu olarak binaya yetecek kadar otopark şartı getirilse. O zaman sorun kalır mı? Ben bunları düşünüyorum. Bugün Kore’deki işimizi bitirmiş, sonuca ulaşmıştık. Yarın Seul’u gezecektik. Jenny ve Ely bizi 11:00 gibi otelden alacaktı. Akşama kadar bizimle ilgileneceklerdi. İstanbul uçağımız 22:45’te kalkacaktı. Bizim 21:00’e kadar vaktimiz vardı. Jenny bizi otele bırakırken neşeliydi. Odalarımıza çıktık. Selim’e “bugün dışarıda dolaşalım mı?” deyince gülerek “yarın bolca gezeceğiz nasılsa, bugün dinlensek iyi olur” dedi. Doğru söylüyordu. Zaten zaman çok geç olmuştu. Bu saatte şehrin içine de gidemezdik. Ben yine Selim’den izin alarak biraz antoloji.com’daki sayfamda, biraz MSN’ de açık olan ailemle, arkadaşlarımla sohbet ettim. Selim’e bilgisayarını teslim ederek yatağa uzandım. - 65 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları 16.03.2011 – Çarşamba Bugün Seul’daki son günümüz. Erken yattığımız için sabah erkenden kalktık. Sabah erken katlık ama, duş alalım, tıraş olalım derken saat 9:00’u geçmişti. Selim’le kahvaltı etmek için otelin kahvaltı salonuna gittik. Servis bitmişti. Sorduğumuzda yemek salonunda olur dediler. Otelin en üst katındaki lokantasına çıktık. Hiçbir şey yoktu. Lokanta akşamları açılıyormuş. Orada tekrar sorduk. En aşağıda lokanta var dediler. Bu sefer otelin en altına indik. Lokantada çalışan personel yemek yiyordu. Onlara sorduk, biz servis vermiyoruz dediler. Selim’le ikimiz birbirimize bakmaya başladık. Bugün aç mı kalacağız der gibiydik. En iyisi dışarıya çıkıp yemekti. Geldiğimiz gün akşam dolaştığımız yere doğru yürümeye başladık. Fazla ileriye gitmeden pastane gibi bir yer bulduk. İçeriye girdiğimizde, pasta türü şeyler vardı. Değişik şeylerdi. Nasıl tatları olduğunu bilmiyorduk. Hani tadına bakalım da öyle alalım desek, tadına bakamazdık. İşyerindeki personel iyi İngilizce bilmiyordu. Selim’in sorularına cevap veremiyorlardı. Biz kendimiz öylesine seçerek bir şeyler aldık. Nasılsa bende çaylar vardı. Otele geri döndük. Odamızdaki ketilde su ısıtarak çayımızı demledik. Kahvaltımızı yaptık. Kahvaltımızı 9:45’te bitirmiştik. Jenny 11:00’de gelecekti. Bir saatten fazla zamanımız vardı. Selim’e gel gündüz gözüyle olimpiyat sahasını gezelim dedim. Otelden çıkarak olimpiyat sahasını gezmeye başladık. Hava çok güzeldi. Güneş ortalığı iyice aydınlatmış. Havanın ısısı dolaşmak için çok güzeldi. Olimpiyat sahasının yürüyüş yollarında Koreliler dolaşıyordu. Bizde onlara katıldık. Köprüler, dağ yolları, ağaçlar arasından geçilen yerler çok güzeldi. Dolaştığımız alanın fotoğrafını oteldeki odamızın penceresinden çekmiştim. - 66 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Olimpiyat sahasının doğal park alanı bölümü. Gördüğünüz gibi alan harika. Tek tük dolaşan insanlar var. Böyle bir doğal alanda sabahları dolaşarak spor yapmak çok güzel olurdu. - 67 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Doğal park bölümünün hemen yanında futbol sahası ve olimpiyat tesisleri. Dikkatle bakarsanız tesislerin park yerinde arabalar var. Demek ki insanlar arabalarıyla gelip burada spor yapabiliyorlar. Ama alan o kadar boş ki. İnsan niye böyle güzel yerlere gelip spor yapmaz ki? Yoksa daha güzel yerler mi var? İleride şehir görünüyor. Şehrin yaşamından sıkılan herkes yürüyerek buraya gelebilir. İstediği kadar kır havasını içine çekebilir. - 68 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Doğal dere, havuz oluşturulmuş. Kenarlardaki taşlıklar, suyun oralara kadar çıkabildiğinin işaretiydi. Gördüğünüz gibi şuan boş. Sanki kışın buralara yağmur yağmıyor. Halbuki yağan yağmur ve kar sularından bu havuzun dolması gerekiyordu. Ya gerçekten bol yağmur yok. Ya da, buranın suyu başka yerlere akıtılıyor. - 69 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Doğal park alanının üstünden üst resimdeki sahanın görünüşü. Yürüyüş yollarından parkın üst bölümlerine doğru çıkmaya başladık. Hava tertemizdi. Yürüdükçe ciğerlerimiz bayram ediyor. Etraftaki ağaçlardan, topraktan çok güzel kokular geliyordu. Ortalık sessiz, sakin. Kafa dinlemeye birebir yerler. Gerçekten şehrin hemen yanı başında böyle güzel bir yerin olması harikaydı. İzmir’in kültür parkı da İzmirliler için bir şans. Kültür parkın kapılarından içeri girdiğinizde, bir anda dışarının gürültüsünden kurtuluyordunuz. Büyük ağaçların arasında, müthiş bir ortamla karşı karşıya kalıyordunuz. Büyük şehirlerin en büyük sorunu bu - 70 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları olsa gerek. Gürültüden, sıkıntılarından hemen kaçabilecek doğal yerler. Geçtiğimiz köprüden Koreliler karşıladı bizi. Sıkıca giyinmiş spor yapıyorlardı. Halbuki hava soğuk değildi. Böyle güzel bir havada sıkıca giyinip spor yapmak… Kanımca hiç akıllıca değildi. Belki terleyip kilo vermek için yapıyorlar. Ama bakın hale, şişman da değiller ki! - 71 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Sabahın oksijenini alırken, doğal manzaraların güzelliği etkiliydi. Arkamda şehir ve sonradan yapılmış olduğu hissini uyandıran su havuzu “küçük göl” görünüyor. Resmin hemen sağ tarafında otel var. Karşıdaki bayraklar, olimpiyatlara gelen ülkelerin bayrakları. Seremonilerin yapıldığı alan, bayrakların bulunduğu alan. - 72 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yer yer yol bağlantılarını yapan ahşap merdivenler, dinlenme yerleri vardı. Parkın hemen her yerini dolaşan yürüyüş yolları üzerindeki bu yapılanmalar çok güzeldi. Aşağı yukarı, istediğiniz kadar dolaşabiliyordunuz. Yoruldunuz mu? Dinlenmek için hemen oturulacak yerler var. Bahar günü olsa, ahşap yerlere oturmaya gerek yok. Çimenlerin üzerine kendini attın mı hiçbir sorun kalmaz. - 73 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları En sağdaki bina kaldığımız olympic park otel. Diğerleri şehre ait. Gördüğünüz gibi şehre ait binalar kibrit kutusu gibi katlardan oluşuyor. Her binada kim bilir kaç aile oturuyor. Orada oturanlar için, park alanı büyük bir nimet. - 74 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yürüyüş alanı keyfimizi yerine getirmişti. Sabah dolaşması bizi acıktırsa da, nasılsa öğleyin şehir içinde yemek yiyecektik. Bizim için önemli olan, Seul olimpiyatlarının yapıldığı, bütün dünyanın bildiği yeri gezebilmekti. Koreli arkadaşlarımız gelinceye kadar değerlendirmek istiyorduk. Resepsiyona eşyalarımızı vererek odamızı teslim etmiştik. Yürüyüş yollarını ileriye doğru uzuyordu. Saha çok genişti. Hepsini dolaşmaya kalksak herhalde iki üç saat sürecekti. Aslında tam da dolaşılacak bir hava vardı. Buraya bir daha gelmemiz zaten mümkün değildi. Ama bizim zamanımız daralıyordu. Aşağıya indik. Oradan olimpiyat binalarının yapıldığı alana yürümeye başladık. - 75 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Ortadaki dereyi geçerek olimpiyat alanına şehirden giriş ve törenlerin yapıldığı bölüme geldik. Ortalık tertemizdi. Güneşte bir hayli yükselmişti. Bizden başka dolaşan neredeyse kimse yoktu. Yürüyüş bölümlerinde yürüyüş sporu yapanlar vardı ama, binaların olduğu yerde neredeyse kimse yoktu. Selim’le ikimiz kocaman sahada yalnızları oynuyorduk. Belki böylesi daha iyiydi. Arkada olimpiyat sahasına giriş kapısı var. Burası geniş bir alan. Olimpiyat tören alanı. - 76 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tören meydanı. Olimpiyata katılan bütün ülkelerin bayrakları dalgalanıyor. Naim Süleymanoğlu’nun halterde dünya olimpiyat şampiyonu olduğu yıldan kalma bayraklar bunlar. Türk bayrağı da yerini bulmuş. - 77 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tören meydanının anıt bölümü.. Figürler gerçekten çok güzel yapılmış. Olimpiyat anında elbette bu alan bu kadar yalnız ve hüzünlü değildi. Eminim o zaman sporcuların, halkın coşkularıyla dolup taşıyordu. Ama bu gün sanki terk edilmişliği bütün boyutlarıyla yaşıyordu. - 78 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tören alanının diğer tarafındaki görünen bina, olimpiyata gelen ülkelere ait takımların yöneticilerinin kaldığı bina. Bu binadan olimpiyatlar yönetilmiş. Yönetim binasının az ilerisinde otelimiz var. Saate baktım 10:45 Selim’e “vakit kalmadı, otele gidelim” diyerek, otele doğru yürümeye başladık. Geçtiğimiz yollar olimpiyat sahasının yönetim binası ile otel arasındaki park alanıydı. Çimenlikler arasında yapılar, yürüyüş yolları vardı. - 79 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yürürken, park alanı içinde, bizim şadırvanlara benzeyen Kore şadırvanıyla karşılaştık. Üzerinde çeşmeleri vardı. Yapısı doğuya özgü, farklıydı. Bizim ülkenin şadırvanlarından farkı, abdest almak için oturulacak yerlerinin olmamasıydı. Ülkemizin şadırvanlarında abdest alacaklar için çeşme önlerinde oturmalıklar oluyordu. Ülkemizdeki, sadece su temini için yapılan şadırvanlar da, tıpkı Korelilerin yaptığı şadırvanlara benziyordu. Sonradan Kore’nin yerel çayının kokusuna benzettiğim kokuyu artık duymuyordum. Hani ilk gün şehri dolaşmaya çıkınca duyduğumuz kokudan söz ediyorum. Demek ki burnumuz şehrin kokusuna alışmıştı. Ne dün şehirde, ne de bugün olimpiyat sahasını dolaşırken, kokuyu hiç hissetmedim. - 80 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Otele geldiğimizde şirketin yetkilileri lobideydiler. Bize meraklı gözlerle bakarak “nerelerdeydiniz” der gibiydiler. Onlar sormadan dolaşıyorduk dedik. Anlamışlardı. Zaten saat 11:00’e gelmişti. Biraz sonra Jenny ve Ely kapıda göründüler. İkisi de çok neşeli görünüyordu. Bizler dolaşırken onlar şirkete uğrayıp sabah işlerini yapmışlardı. Artık akşama kadar bizimleydiler. Arabaya binip yola çıktığımızda, nereye gidelim tartışması başladı. Ben hemen atıldım. “Budist tapınağına gidelim çok merak ediyorum” dedim. Selim Jenny’e söylediğinde önde oturan Jenny bize dönüp “Temple, temple” dedi. Öyle söyleyişi vardı ki, gülümsemesi, söyleyişi hoşuma gitmişti. Onun şivesiyle “tempıl, tempıl” derken kore lisanı da işin içine giriyordu. Tanrı tanımaz biri olarak bizim tapınağa gitmemize şaşırmışlığın muzipliği mimiklerine yansımıştı Benim için cadde, mağaza, park, yapılar, sokaklar önemli değildi. Bunlar her yerde vardı. Doğal güzelliklerde her yerde vardı. Ama kültürel özellikler her ülkede farklıydı. Mesela; her toplumun dinsel özellikleri, yemek kültürleri, oyunları farklıydı. Benim için bunlar önemliydi. Ülkeleri, ülkelerin şehirlerini sinemalardan seyrediyoruz. Bütün dünyadaki ülkelerin, sokakları, binaları, caddeleri, parkları farklı mı? Elbette değil. Öyleyse biz sokakları, binaları, caddeleri mi gezeceğiz? Hayır! Önemli olan bizden farklı olanları görmekti. Tapınak bizden farklıydı. İlk gün gittiğimiz otantik Korean yemekleri yapan lokanta farklıydı. Ely navigasyon aracını temple / tapınağa göre ayarladı. Her yerde kilise olmasına karşın biz Seul caddelerinde yarım saate yakın giderek tapınağa geldik. Tapınak alanı yolun kenarında, bir yönü dağlara doğru uzanıyordu. Tapınak alanında birden çok bina vardı. Yapıları birbirine benziyordu. Hangi binanın asıl tapınak olduğunu tespit etmek zordu. Ely beni çok sevmişti. Tapınak alanında dolaşırken yanımdan ayrılmadı. Benim İngilizce bilmediğimi unutuyor, benimle sürekli İngilizce konuşmaya çalışıyordu. Dolaşırken ona Türkçe “Ben Müslüman’ım” dedim. Sonra İngilizce, “I am Muslim” dedim. Ely’de “I am Budist” dedi. Ely Jenny gibi Tanrı tanımaz / ateist değildi. Benim gibi dinine - 81 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları bağlı biriydi. Şirketin yetkilileri solcu olmasına rağmen, dine inanan insanlardı. Selim’de solcuydu ama dine karşı değildi. Dini konularda, aklıyla hüküm veren yapıya sahipti. Söyleştiğimiz birkaç konuda, bazı solcular gibi din düşmanlığı yapmıyordu. Tersine, bazı muhafazakarların din anlayışlarından örnek vererek, öyle olmaması lazım diyerek doğrusunu söylüyordu. Söyledikleri, toplumdaki bir çok dine inananınkinden daha doğruydu. Dini konular olduğu zaman bir çok konuda anlaşıyorduk. Ama işin içine siyaset girdiğinde, katı CHP’liliği öne çıkıyordu. Ben CHP aleyhine bir şey söylediğimde, hemen CHP’lilerin AKP aleyhine yorumlarını dile getiriyordu. Halbuki ben AKP’li olmadığım gibi, hiçbir parti yanlısı da değildim. Yeri ve zamanında partilerin hepsine taraf, hepsine karşıydım. Yani benim için doğruları varsa taraftım. Yanlışlarında ise karşıydım. Partileri tutmadığım için çok rahattım. Ama, şöyle bir şey oluyordu. Bir CHP’li ile karşılaşırsam ister istemez CHP’nin yanlışlarından söz ediyorduk. O zaman hemen karşısı AKP’li olarak damgalanıyordum. Tabi bir AKP’li ile karşılaştığımda da tersi oluyordu. AKP’li olan da, eleştirilerim nedeniyle beni CHP’li sanıyordu. Eleştirilere tahammül edemeyen yapıya sahip olan, kişi ve kurumlar böyle yaparak savunmaya geçiyorlardı. Ne kötü değil mi? Savunma yerine düşünmeyi, aklı kullanıp eleştirilerden olumlu olmaya dair değerler çıkarmayı öne çıkarsalardı daha güzel olacaktı. Hem tapınağı gezerek merakımı gidecektim. Hem de öğle namazımı tapınakta kılacaktım. Seul’a gelmeden önce Kore’yle ilgili Samanyolu televizyonundaki ayna programını seyretmiştim. Belgeselde tapınaktaki ibadetleri gösteriyordu. Korelilerin ibadetleri dikkatimi çekmişti. Onun için bizzat gözlerimle görmek istiyordum. Ely yanımdan hiç ayrılmıyor, sürekli benim yanımda dolaşıyordu. Ona “my girl” –benim kız- diyordum. Ely buna çok seviniyordu. İkimizin dine düşkünlüğü bizi iyice birbirimize yakınlaştırmıştı. Jenny Selim’le birlikteydi. Şirketin iki sahibi ise birlikte dolaşıyor, arada bir Jenny’le birlikte oluyorlardı. - 82 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Girişte karşılaştığımız tapınak yapılarının önünde bir çok araba vardı. Bizim arabayı da aralarına park ettik. Yukarıya doğru bir çok bina sıralanmıştı. Tapınak bölgesi şehrin ortasında kalmış park alanı gibiydi. Doğal yapısı şehrin ortasında küçük bir tepe şeklindeydi. Yukarıya çıktıkça ağaçlık alanları artıyor. Sanki orman içinde yapılmış piknik alanlarına benziyordu. Uzaktan seyretseydik, ormanlık içine yapılmış dinlenme köyleri gibiydi. Tabi tapınak şeklindeki binaları düşünmezsek. Onları küçük evler veya turistik otellere dahil, ormanlık içindeki iki üç yataklı küçük yapılar olarak kabul edersek. - 83 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yürüyüş yolunda kocaman bir yapıyla karşılaştık. Bu bir tapınak. Tapınağın yapısında çatı, çatı üzerindeki bizdeki kiremit yerine yapılan kaplama çok ilginçti. Herhalde böyle bir çatı örtüsü yağan yağmur sularını hızlı bir şekilde, dağılmadan yere indirmek için yapılmıştı. Binanın dışı neredeyse tamamı ağaç işlemeliydi. Bol desenli, resimli yapılar tapınakların temel karakteri olarak öne çıkıyordu. - 84 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Üst resimdeki binayı geçince bir meydan. Meydanda güneşten korunmak için üzeri renkli şeylerle örtülmüş açık dua alanı. Aslında gölge sağlamak için ilgin bir düzenleme. İlk görüşte bizim sünnet düğünlerinin yapıldığı süsleme alanlarına benziyor. Sanıyorum havalar iyice ısındığı zaman, gölgelik altına masa ve sandalyeler atıyorlar. - 85 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Jenny bizim fotoğrafımızı çekmeye çalışırken objektife yakalandı. Jenny’nin çantasını görüyor musunuz? Neredeyse kendisi kadar var. Herhalde büyük çanta modası bütün dünyayı sarmış. Böyle büyük çantaları ülkemizde de görüyoruz. Bu da demektir ki, modacılar iş başında. Dünyayı kasıp kavuran moda o dar güçlü ki, bu gücü nereden sağlıyor belli değil. Sanki gizli bir el, insanların beynine, cebine ustalıkla el atıyor. Moda adıyla çıkarılan her şey, büyük bir hızla dünyaya yayılıyor. İnsanların yaşamına giriyor. İnsanların ceplerinden paralarını çalıyor. İnsanların moda kanalıyla bu kadar tutuklu haline getirilmesi, çağın irdelenmesi gereken başka bir yanını ortaya çıkarıyor. - 86 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Bir Koreli Budist tapınağa giriyor. Dikkat ettiniz mi? Bizim camilerimizin kenarında bulunan ayakkabılıklardan var. Kapıları da benziyor. Üstelik tapınağın süslemeleri, oymaları birçok eski camilere benziyor. Hepimiz tapınağa girdik. Girerken Ely’e sordum. İçeride fotoğraf çekebilir miyim? Yasakmış. Ne yapalım? Zaten benim asıl hedefim tapınakta öğle namazımı kılmaktı. Budizm’in dindarı şoförümüz Ely ile birlikte tapınağa girdik. Diğerleri ayrıca girdiler. Tapınakta bizim seccadelere benzeyen minderler vardı. Tapınak yaklaşık 60 m2 genişliğinde. İçeride yaklaşık 15 kişi var. Biz altı kişi girince yirmiyi geçtik. İçerideki Budistlerin kimi dua, kimi ibadet ediyordu. - 87 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları İbadetlerini bir müddet seyrettim. Kıble yönleri kuzeye bakıyordu. Kıble tarafında Buda’nın heykeli var. Heykelin önünde ibadet ediyorlar. Tapınağın güney kısmı pencere. Pencere kenarında minderler yığılmış. Gelenler minder alarak tapınak içinde bir yer beğeniyor, oraya minderini seriyor, sonra bireysel ibadetini yapıyor. İbadetlerinde bizim oturduğumuz gibi oturuyorlar. Yani Korelilerin ibadeti ile bizim namazımız arasında çok fark yok. Hatta Korelilerin ibadeti, bizim Kuran’da tarif edilen namaza daha uygun. Kıyam, rüku, sücut. Bizde eklemeler daha bol. Korelilerin okudukları duaları bilmiyorum. İngilizce veya Korece yeterli dilimiz olmadığı için öğrenemiyorum. Ely yanımda durarak ibadetine başladı. Bizim ekibin dindarı Ely benim yanında, ateisti Jenny diğer arkadaşların yanındaydı. Onlar sadece minderlere oturup etrafı izlemeye başladılar. Ely namaza durunca bende yanında kıbleyi kestirdim. Zaten içeriye girmeden güneşe bakarak yön tayini yapmıştım. Kabe, Seul’un batısında biraz güneye eğiliyordu. Yani tam batı değil, tam güneybatı değil. Korelilerin kıblesi kuzeyden batıya doğru yan çizerek biraz güney eğildim. Sanki Ely ile ikimizin duruşu üçgen şeklinde açılmış bir yay gibiydik. Ben iki vakti cem ederek, öğleyi ve ikindiyi kıldım. Herkes bana bakıyordu. Ama hiç kimse bir şey demedi. Zaten Koreli olmadığım belliydi. İçimde öyle bir duygu vardı ki, sanki Koreli Budistler bana Hıristiyanlardan daha sempatik geliyorlardı. Hele ibadetlerinin namaza benzerliliği beni derinden etkilemişti. Zaten namaz; Türkçeye pek çok dini kavramda olduğu gibi Selçuklular zamanında Hintçeden Farsçaya geçmiş bir kelimedir. Kuran’da namaz kelimesi yoktur. Kuran’da geçen kelime salat, dua anlamına gelir. Namaz ise, Fars kültüründe İran’daki ateşe tapanların "ateş önünde eğilmesi" anlamına gelir. Arapçada dua etmek. Farsçada eğilmek anlamında namaz denmiştir. Türkler kanalıyla namaz kelimesi Hanefi Türklerin dillerine, fıkıhlarına girmiştir. Aslında Arapların Hanefileri namaz olarak kullanmaz salat derler. - 88 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Bazı kaynaklara göre, namaz sözcüğü İran’a, Hintlilerden gelmiştir. Hint dilinde “nameste”, tanrıya gönülden bağlanma anlamındadır. Dünyadan soyutlanarak, Tanrı’ya bütün benliğimiz ile Tanrı’ya bağlanmak nameste kelimesiyle ifade edilirken, namaz sözcüğüyle de benzeri şeyi kastettiğimizi unutmayalım. Aslında Arapçadaki salat “dua” kelimesi içinde aynı yorumu yapabiliriz. Çünkü duada da, insanın dünyadan soyutlanarak, Allah’ın huzuruna durarak, bütün benliğiyle Rabbine kendini teslim etmesi değil midir? Kısaca dünyanın neresinde olursa olsun Tanrı’ya inananların temel ibadetlerden birisi, belli vakitlerde, insanın bütün benliğiyle Tanrısıyla buluşması değil mi? Benim dikkatimi çeken şey, Hindistan, Çin Budistlerinden farklı olarak, Koreli Budistlerin ibadet biçiminin bizim namazımızla benzerlik taşımasıdır. Çinliler, Hindistanlılar daha farklı ibadet ediyorlardı. Şekilsel bile olsa, Korelilerle Müslümanların ibadetinin benzeşmesi çok farklı bir kültürün kalıntısı olarak karşımıza çıkıyor. Hele Allah’ın “biz geçmiş kavimlere, kıyam, Rüku, sücut emrettiğimiz gibi, size de kıyam, rüku, sücut” demesi anlamlı. Tapınakta namaz kılarken, Korelileri seyrederken derin düşüncelere dalıyordum. Korelilerin ibadetini fotoğraflayıp buraya koymak isterdim. Ama yasaktı. Ely ile ikimiz ibadetimizi yapmanın mutluluğuyla tapınaktan dışarıya çıktık. Biz çıkarken tapınağa girenler vardı. Tapınaktaki kişiler artmaya başlamıştı. Dışarıya çıktığımızda tapınaklardan birinin üzerinde gamalı haç gördük. Aynı Hitler’in gamalı haçına benziyordu. Selim sol görüşlü olduğundan, hemen ilgisini çekti. Gamalı haçın burada ne işi vardı? Budizm’le gamalı haçın ilgisi neydi? Gamalı haccı göstererek sorduk. Meğerse gamalı haç, uzak doğuda Budizm’in sembolüymüş. - 89 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Gamalı haccı görüyor musunuz? Bir bölümde Budist misyonerlerin faaliyeti vardı. Gelene gidene kitap, broşür, yazılı belgeler veriyorlardı. Budizm’i anlatan kitap istedim. Ama İngilizce olmalıydı. Ely benim kitaplarını istediğim anladığında müthiş heyecanlanmıştı. Hemen büyük bir istekle gidip sordu. Onlar yok deyip tapınağın birini gösterdiler. Orada kitaplar varmış. Birlikte gittik. Kütüphaneye benziyordu. Onlara da sordu. Orada da yoktu. Halbuki otelde vardı. Almadığıma bin pişman oldum. İbadetleri, namazımıza benzeyen Budizm’i merak etmiştim. Gamalı haccın bulunduğu tapınağın yanında bir Budist’le karşılaştık. Bizim gamalı haccı merak ettiğimizi anlamış olacak ki, bir şeyler anlatmaya çalıştı. Çok samimi görünüşlü, anlatımı istekliydi. Ona hiçbir şey anlamadığımızı işaret diliyle söyledik. - 90 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Ely durumu görünce yanımıza gelerek, ona dil bilmediğimizi söyledi. Bizim dil bilmediğimizi öğrenince adam garip garip bakarak yanımızdan uzaklaştı. Adamın tavrını, bizim köylerdeki samimi cami hocalarına benzetmiştim. Onlarda, gördüklerine, candan, istekli, samimi, inandıklarını anlatmaya çalışıyordu. Budist misyonerler faaliyette. Ely ilk önce, istediğim kitabı buradakilere sormuştu. Ne yazık ki ellerinde kitap yoktu. Ama bir sürü broşür vardı. Bense broşür istemiyordum. - 91 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tapınağa yoldan girişin içten görünüşü. Giriş görkemden uzak, yalındı. Abartılı hiçbir şey yoktu. Girişten tapınağa kadar uzun bir yürüyüş yolu vardı. Yolun kenarlarında büyük taşlar. Taşların etrafı ise çitlerle koruma altına alınmıştı. Kore’ye özgü ağaçlar etrafı süslüyordu. Öyle yüksek ağaçlar yoktu. Mart ayında yeşilliği olan ağaçlar belli ki, yapraklarını dökmüyordu. Tapınak girişinin sol tarafında yukarıya doğru çıkılan yollar var. Yollar bildiğimiz dağ patika yolları gibi. Doğallığından hiçbir şey kaybetmemişler. Şehrin ortasında dağ gezisi yapmak isteyen insanlar için harika bir yer. Yukarılarda tapınağa ait müstakil yapılar var. - 92 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tapınak sütunlarında, çatısında müthiş bir işçilik var. Görsel olarak değişik renklerle desenler yapılmış. Çarşıcı, harika görünüyorlar. Tabi her resmin kendine göre Budizm’de anlamı vardır. - 93 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Çatından tavan kolonlarına uzanan oymalı, desenli müthiş el sanatı işlemeler vardı. Kapı, kapı etrafındaki sütunlar, sütunlar arası boşluklar desenlerle örülmüştür. Desenlerdeki hakim olan mavi, kırmızı ve sarı renkler dikkat çekiyor. Sütunlar arasında değişik, Budizm’e ait resimler var. Batıdaki kiliselerin ikonları gibi doğuda da tapınaklar resimlerle süslenmişti. - 94 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Resimlerin sanat değerleri harikaydı. Renkler kültür öğelerini taşıyor. İnsanlarla doğa arasındaki ilişkiler resmediliyor. - 95 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Binalar sanki çatılarıyla taçlandırılıp, kutsanmış gibi. Çatı bütün görkemiyle insanı cezp ediyor. Çatının altındaki balkon, din bilginlerinin buradan halka hitap ettiğinin varsayımını yaptırıyor. Yapıların en ilginç tarafı el işlemelerinin yanında, renk cümbüşü içinde olmalarıydı. Gördüğünüz binada ise, binan üst bölümü renk içinde iken, alt kısmı sanki sadeliğinin simgesi gibi bembeyazdı. Bu kadar renk curcunasının içinde, binanın alt bölümünün beyaza bürünmüş olması ilk anda estetik gelmiyor. Zira renkli binalara alışkın göz, birdenbire, yalın, sade binayla karşılaşınca şaşırıyor. - 96 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tapınak ve gamalı haç müthiş görünüyor. Adolf Hitler’in gamalı hacıyla büyüyen bizim neslimiz için, gamalı haçın olumlu yanı yoktur. Ne var ki, Kore Budizm’inin dinsel simgesi gamalı haç, tıpkı Hıristiyanların haçı, Müslümanların hilali gibi kutsallık kazanmıştı. - 97 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tapınak ve Budistler. Gördüğünüz Budistler kadın erkek karışık. Hepsi baştan sona kapalılar. Budizm kadın erkek arasında giyim eşitliği sağlamış. Görünen o ki, kadının kıyafeti, erkeğin kıyafetinden ayrı değil. Müslüman olarak, Müslümanlar arasında, Hıristiyan ve Yahudiler arasında, kadın erkek giyim farkları varken, Budistlerde olmaması dikkatimi çekti. Erkek egemen din anlayışının Budizm’de en azından kıyafet açısından olmadığı izlenimi veriyor. Halbuki, batıda Yahudiler, Hıristiyanlar dinsel olarak kadınlarını kapatırken kendileri alabildiğine açılıyorlardı. Müslümanlar da Yahudilerden, Hıristiyanlardan farklı değildi. Tabi konuyu dinsel kıyafet açısından değerlendiriyorum. Değilse bugün batı kadınını açabildiği kadar açan, erkeğini kapatan anlayışa - 98 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları sahip. Müslüman ülkelerde batıya bu konuda uyum sağlarken, elbette doğunun dinsel yaşamından uzak olanlar da aynı şekilde kadınını açabildiği kadar açan, erkeğini kapatan anlayışa sahipler. Budistlerin dindarları, tesettüre girmişler. Gördükleriniz kadın ve erkek karışık. Aynı kıyafeti giyiyorlar. Uzaktan asla kadın mı erkek mi belli olmuyorlar. - 99 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Budistlerden bir başka görüntü. Gördüğünüz tapınakların büyüğü. İnsanlar ayakkabılarını çıkarıp giriyorlar. Bende burada namaz kıldım. Bizim camilere benziyor. - 100 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tapınak bölümü, bizim camilerin etrafında kurulmuş külliyeler gibi külliyelerine sahip. Bazı binaların içinde insanlar dua ediyor, ilahi söylüyorlardı. Bazılarında ibadet ediyorlardı. Kütüphane, yönetim, propaganda binaları vardı. Bilgi verme, seminer, salonlarının olduğu binalar da göze çarpıyor. Her binanın içinde fotoğraf çekmek yasaktı. Tapınak alanı geniş, ağaçlar, çiçekliklerle yeşillendirilmişti. İsteyen piknik yapmak için gelebilirdi. Yukarı bölümlere gitmedik. Yukarı bölümlerde de bizim ormanlık alanındaki kulübeler gibi binalar vardı. Sanıyorum oralarda Budist rahipler, öğrenciler kalıyorlardı. Tapınak alanını gezmek bizim için iyi olmuştu. Ekipte bulunan arkadaşların görüşleri sol olmasına karşın, tapınağı gezmemizin iyi olduğunu söylediler. Zira farklı bir kültürdü. Toplumların farklı kültürlerini görmeden gitmek hiç iyi olmazdı. Bugün nasılsa gezecektik. Çarşıyı, pazarı, parkları, caddeleri dolaşmak elbette iyiydi. Ama çarşı, Pazar, park cadde her yerde vardı. Bizim ülkemizde de bunlar çoktu. Tapınak bunlardan çok farklıydı. Yaklaşık iki saat tapınak alanındaydık. Havanın güzelliği yanında, tapınak alanının temiz havası da bizi etkilemişti. Tapınak etrafında yüksek binalar olmasına rağmen, alanın geniş, doğal, tepecik oluşu, hava akımını sağlıyor. Havayı duru, parlak, temiz kılıyordu. Güneş öğleni çoktan geçmişti. Arabaya binerek eski Seul’a doğru harekete geçtik. Aşinası olduğumuz caddelerden geçiyorduk. Eski Seul’a girerken büyük bir meydanla karşılaştık. Orada başkanlık sarayı vardı. Çin filmlerinde gördüğümüz kralların sarayına benziyordu. Etrafı yüksek duvarlarla çevrilmiş alanın ortasında saray heybetli bir şekilde duruyordu. Bazen içeriyi dolaşmaya izin veriyorlarmış. Ama bizim vaktimiz yoktu. Zaman öğle vaktini geçtiği için acıkmıştık. Yemek konusunda Selim ve ben Korean yemeklerini tercih ederken, şirketin sahipleri bildik yemekler istiyorlardı. Jenny, pizza yemeyi teklif etti. Pizza deyince akan sular durdu. Zira yerel yemekleri yemeyenler pizzayı yiyebilirdi. Pizzada karar kılınca, İtalyan lokantasına gitmek gerekiyordu. Eski Seul’a girdik. Jenny ve Ely bizi bildikleri İtalyan lokantasına götürmek için arabayı bir yere park ettiler. Yürümeye başladık. - 101 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Eski Seul’un caddeleri, sokakları aynı bizim ülkedeki gibiydi. Ana caddelerden, aralara dar sokaklar giriyordu. Dar sokaklarda iki katlı binalar çoğunluktaydı. Küçük, küçük dükkanlar, lokantalar bulunuyordu. Lokantaların vitrinlerinde yemek tanıtımları vardı. Bazı resimlerin üzerinde ise ülkemizdeki gibi yemeklerin fiyatları bulunuyordu. Bir lokantanın önünden geçiyoruz. Görüyorsunuz sokak ne kadar tenha. Halbuki ana caddenin hemen girişinde. Bizim caddelerin arkasındaki sokaklara benziyor. Lokantanın vitrininde yemek resimleri, önünde ise, menülerin fiyatları var. Dikkatimi çeken şey sokakların boşluğu. Halbuki çok işlek bir caddenin hemen arkasında bu sokak. İnsan bu kadar ıssız bir yeri, 22 milyonluk şehrin göbeğinde bulacağını düşünemez. Herhalde bizi - 102 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları şehrin en varoş bölgesine getirmişlerdi. Yemeklerin türleri yerel, daha çok basit yemeklerden oluşuyordu. Yeşillik, su ürünleri, fesfut tipi şeylerdi. Et türü şeyler genelde haşlanmış veya çiğ görünüyordu. Bol sebze, yeşillik Korelilerin ana yemekleriydi. Korelilerin niye filinta gibi zayıf, enerjik oldukları anlaşılıyordu. Dolaşırken hiç şişman Koreliye rastlamadım. Hele obez dediğimiz türden şişman hiç mi hiç yok gibiydi. Kadın, erkek hemen herkes, normaldi. Bu tabeladaki bütün yemekler 5,000 (KRN) Wondu. Bu lokantalar ülkemizdeki gibi, işçi, memur, öğrencileri hitap ediyor. Set menü ucuz fiyatlar. Fiyat Türkiye fiyatı ile 7,50 lira falan. Seul fiyatına göre ucuz. - 103 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Lokantalar ne kadar otantik. Seul’un arka sokakları. Sanki yol kenarında derme çatma baraka gibi görünüyor. Halbuki şehrin ortasında bir yer. Tek katlı çardak türü, ağaçtan yapılmış bu binalar, Kore’nin eski yapılarından kalma. Burası bir lokanta. Müşterilerine sunduğu yemeklerin fotoğrafları var. Böyle yerlere girebilmek için Kore’nin yemek kültürüne alışmak gerekir. Zira içeride ne tür şeyleri yiyeceğinizi bilmeden girdiğinizde, mideniz alt üst olabilir. Ülkemizdeki, hatta batılı insanların bile yemek kültürlerinden farklı yemek kültürleri var. Doğunun yediği içtiği şeyleri dile getirmek, batıdan gidenler için çok zor. Doğuda en bildik yemek otlar. Her türlü yeşillik. Yendiğine göre zehirli değil. Belki tatları farklı. Ama et deyince işte orası tartışmalı. - 104 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Nihayet İtalyan lokantasındayız. Küçük bir lokantaydı. Hizmet edenleri, şirin, samimi idiler. Ben akıllık edip mantar sote yedim. Yanına harika yeşillik getirmişlerdi. Kore’de yeşilliklerin içine deniz ürünleri koyuyorlardı. Ülkemizde, peynir koydukları gibi. Zira biliyordum ki, ne pizza, ne de spagetti bildiklerimize benzemeyecekti. Yağından, tuzundan, sosundan fark edecekti. Nitekim yemekten çıktıktan sonra, pizza, spagetti söyleyenler yemekleri hiç beğenmediler. Yemekten sonra caddeye çıkıp dolaşmaya başladık. Benim kızım Ely, artık bana iyice alışmıştı. Konuşmasak da işaret diliyle birbirimizi anlar hale gelmiştik. Genelde yan yana yürüyorduk. Etrafımızda ülkemizde gördüğümüz dükkanlara benzer dükkanlar vardı. Sanki kendi şehirlerimizden birini geziyorduk. Bir farkla, bu - 105 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları caddede insanlar çekik gözlüydüler. Sokakların sağında solunda kaldırımlarda insanların karışık şekilde yürüyorlardı. Fazla trafik yoktu. Rahatça karşıya geçebiliyorduk. Şehrin trafiği çok sakindi. Ülkemizdeki gibi sokaklar Arapsaçına dönüşen trafiğe sahip değildi. Hele yol kenarlarına park edilmiş arabalar yoktu. Kaldı ki, ana caddelerin, sokakların hemen arkaları geniş boşluklara sahipti. İsteyen oralara arabalarını park edebilirlerdi. Nitekim bizde böyle bir yere park etmiştik. Dolaşırken tam köşeyi döndük ki, “ne görelim?” Maraş dondurmacısı, Türkish dondurma diyor. Şaşırıp kaldık. Hava soğuk, onun için bizim dondurmacı giyimli. Ne de olsa Mart ayı. - 106 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yazıları görüyorsunuz Türkçe dondurma yazıyor. Dondurmacı şakacı biriydi. Ona Türk, Türk dedim. Yes dedi. Bende, “Türk benim, sen sahtesin” dedim. Tabi Türkçe olarak. Ben Türkçe konuşunca şaşkın, şaşkın bakmaya başladı. Selim araya girdi dondurmacılığa nasıl başladığını öğrendi. Koreli Alanya’ya tatile gelmiş. Orada bir müddet kalmış. Birazda dondurmacı da çalışmış. Mesleği çok beğenmiş. Dondurma takımlarını alıp, Seul’a gelmiş ve dondurmacılık yapıyor. Ama nasıl? Eğer Seul’da olduğunuzu unutursanız, kendinizi Türkiye’de zannedebilirsiniz. Dondurmacı satış yerinin dizaynı, dondurma, külahlar, dondurmayı külahlara koyma aleti hep aynıydı. Ayrıca dondurmacı çekik gözlü Koreli olmasına rağmen, Maraşlı - 107 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları dondurmacılar gibi, dondurmayı verirken şakalaşıyor. Külahı vermek için uzatıyor. Tam alacakken hemen geri çekiyordu. Soğukta dondurma yemek istemedim. Diğer arkadaşlar hepsi dondurmadan afiyetle yediler. Dünyanın uzak ucunda Maraş dondurmacısını bulmak. Dondurmacının Maraş ustaları gibi müşterileriyle şakalaşması hoşumuza gitmişti. Sanki tanıdık bir yüzle karşılaşmış gibiydik. Seul gezisinde İstanbul lokantası, Maraş dondurmacısı anılarımız içinde yerini koruyacaktı. Her ikisi de, ülkemizin bir parçası olarak bizi güler yüzle karşılamıştı. - 108 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Jenny biraz işleri olduğunu, bizi tiyatroya götüreceğini söyledi. Tiyatro Kore tarihinin geleneksel oyunlarından biriydi. Sözsüz müzik yapıyorlarmış. Müzik aleti yerine mutfak araç ve gerekleri kullanıyorlarmış. Devlet desteğiyle dünyanın bir çok ülkesinde gösteride bulunmuşlar. Bizim için değişiklik olacaktı. Eski Seul’un dışına çıkmadan binaları biraz daha yeni bir bölüme geldik. Tiyatro salonu beş katlı bir binanın altındaydı. Jenny bizim için dört bilet alarak bizden ayrıldı. Salon kapısının açılışını bekledik. Yaklaşık on dakika sonra kapılar açıldı. Salon ülkemizdeki eski sinema salonlarına benziyordu. Yukarıdan aşağıya doğru meyil verilmiş, sandalyeler birbirine bağlı, sıra ve koltuklar numaralıydı. Önlerden yer alınmıştı. Oturduğumuz sıra, orta bölümde sahneye yakındı. Sıramız önden ya dördüncü, ya da beşinciydi. Sahnenin duvarlarında tencere, tabak, çatal, bıçak gibi mutfak aletleri asılıydı. Sahnede ise, ocak, mutfak çalışma masaları, fırın, kasalar, çöp kutuları gibi şeyler vardı. Sahne hafif loş kırmızı tonlar hakimiyetinde karanlıktı. Sahnenin görüntüsü bana ilginç gelmişti. biraz NANTA – Oyunun adı. Sözsüz müzik. Sahneye NANTA yazısı ışıkla yansıtılmış. Işık yansımalarında değişik renk kombinasyonları yapılmıştı. Hafif slov bir müzik, oyun başlangıcından önce gelen seyircilerin hoş vakit geçirmesini sağlıyordu. Belli ki müzik eski Korean müziğiydi. Seyircilerin çoğu çocuklardan oluşuyordu. Ülkemizdeki gibi bayanlar çocuklarını oyun seyretmeye getirmişlerdi. Anneler ve çocukların hakimiyetinde, bizler ve bazı erkekler de vardı. Bazı genç kızlar gruplar halinde gelmişlerdi. Seul’da gördüğüm özelliklerden birisi, halkın giyinişi, tavırları abartıdan uzak, ülkemizdeki sosyal statü olarak orta sınıf tarzındaydı. Tamamıyla - 109 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları halk tipi bir toplum içindeydik. Her birinin yüzü, eski insanların yüzü gibi, yalın, içten, neşeli ve samimiydi. Sessizce oyun saatini bekliyorduk. Cep telefonumla çektiğim bu resim, her ne kadar net olmasa da sahneyi olduğu gibi gösteriyor. Sahne ne çok büyük, ne çok küçüktü. Orta büyüklükte mütevazi bir sahne olarak karşımızda duruyordu. Sahnenin yanında bir heykel vardı. Heykel öğrendiğimize göre, Kore’nin eski tarihinde tiyatro kurucusuna aitti. Yani tiyatrocuların pirine - 110 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları ait bir heykeldi. Karanlıkta tam olarak seçilemiyordu. Duruşu çok heybetliydi. Kore’de tiyatronun kurucunun heykeli Oyun başlarken sahneye bir beyefendi çıktı. Hepimizi selamladı. Tabi Kore diliyle bir şeyler anlattı biz anlamadık. - 111 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Sempatik, neşeli, biraz kilolu olan kişi oyuna start verdi. Meğer sahneye ilk çıkan mutfağın şefiymiş. Oyunun konusunu oyun bittikten sonra şöyle anladık. Kralın sarayındaki yemek mutfağı, kral ve kraliçenin düğünü için pasta yapmakla görevlendirilirler. Mutfak çalışanları, zamanında, en iyi pastayı yapmaya çalışacaklardır. Oyunda söz yoktu. Tamamıyla müzik, danslardan, sempatik hareketlerden ibaretti. Hareketler, oyunlar, tavırlar mimikler olayları anlatıyordu. Hemen her oyuncu mutfak araçlarını kullanarak harika müzik üretiyorlardı. Kore’nin tarihinden gelen geleneksel müziklerinden mükemmel örnekler verdiler. Pasta yapma çalışmaları anında, telaş, yanlışlıklar, kavgalar, gürültüler oyuna baştan sona hakimdi. Sanki pastayı yetiştiremeyeceklermiş gibi telaşlanıyorlar. Şef tarafından fırçalanıyorlar, uyarılıyorlar. Pastayı zamanında yapamazlar ise başlarına çok kötü şeylerin geleceğini yansıtıyorlardı. Oyunun sonuna doğru, seyircilerden bir bayan bir bay seçtiler. Önce çıtı pıtı bir Koreli kız sahneye alındı. Sonra erkek olarak bizim Selim alındı. O kadar seyirci içinden yabancı, Koreli olmayan birini seçmeleri de gerçekten ilginçti. Tabi seçilenler neyin ne olduğunu anlayamadılar. Sahneye çıkan kıza ve erkeğe oyuncular ilginç şakalar yapıyordu. Tabi şakalar yine sözsüzdü. Sonunda onlara bir kıyafet giydirildi. A o da ne, erkek kral, kız kraliçe oldu. Önlerine büyük bir pasta gelerek düğün merasimi başladı. Bu nedenle Selim’le epey şakalaşmıştım. “Yenge bunu duymasın” diye. Düğün sırasında seyirciye balon niyetine, bir sürü küçük toplar attılar. Onlardan birkaç tane hatıra getirdim. - 112 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Oyun sonunda, kral ve kraliçenin resimleri yansıtıldı. Oyundan örnek resimler; - 113 - sahneye Mehmet ÇOBAN / - 114 - Korea Gezi Notları Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Tiyatro salonundan çıktığımızda, Jenny bizi bekliyordu. Tabi Şoförümüz Ely arabadaydı. Jenny beğendiniz mi diyerek bakıyor, hafiften gülümsüyordu. Ona çok beğendiğimizi ifade edince memnun oldu. Tiyatrodan sonra eski Seul’da dolaşmaya başladık. Değişik hediyelik eşya satan bir mağazaya girdik. Artık yavaş, yavaş hava alanına gitmemiz gerekiyordu. Onun için Türkiye’ye götüreceğimiz hediyeleri alma vakti gelmişti. Girdiğimiz dükkan sanki bin bir çeşitti. Altın, gümüş eşyalar. Şekerlemeler. Kumaş üzerine yapılmış işlemeli hediyelikler. Küçük bir dükkan olmasına rağmen hemen her şeyi sığdırmışlardı. Çalışanlar büyük bir saygı ile bizi karşıladılar. İlgileri mükemmeldi. İlk karşılaştığım satıcı bayan benimle konuşmak istedi, ona Türkçe cevap verdim. İngilizce no dedim. Bunu duyan tecrübelisi koşarak geldi. Bana İngilizce bir şeyler söylemeye başladı. Ona İngilizce, İngilizce bilmediğimi söyledim. - 115 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları O zaman eşyaları göstermeye başladı. Elinde bir kağıt fiyatlarını yazıyordu. Kore parasının aşağı yukarı TL. karşılığını biliyordum. Kıyaslamalar yaparak hediyeliklerimi aldım. Hepsini worldkart kredi kartımdan geçtim. Ben elimdeki worldkart kredi kartının dünyanın her tarafından bu kadar geçerli olduğunu bilmiyordum. Boşuna dolar alıp gitmişim. Alımlarımın ekstrası geldiğinde, Kore’de gördüğüm kur fiyatlarından daha uygun olarak hesabıma TL olarak geçildiğini görünce sevindim. Vakit bir hayli ilerlemişti. Hediyelik dükkandan çıkarken akşam güneşi batmak üzereydi. Jenny havaalanı uzak, artık gidelim deyince, yola düştük. Uçağımız 22 den sonra kalkacaktı. Bir saat önceden orada olmamız gerekiyordu. Eski Seul’dan yeni Seul’a doğru hareket ettik. Zira havaalanı tam tersimizdeydi. Yaklaşık iki saatlik yolumuz vardı. Karınlarımız tok, sırtımız pek arabayla havaalanına gidiyorduk. Yolda iyice hava kararmaya başladı. Artık gece olmuştu. Seul’da harika bir hava vardı. Yıldızlar çıkmıştı ama gökyüzü bulutluydu. Yıldızlar fazla görünmüyordu. Uzaktan havaalanı görününce ayrılık vaktinin geldiğinin farkındaydık. Ely arabayı otoparka koyduktan sonra, giriş kapısına kadar Jenny ve Ely bizimleydiler. Yolcuların geçeceği, artık uğurlayıcıların gelmeyeceği bölüme kadar birlikte yürüdük. Ayrılma noktasında vedalaştık. Jeyy ve Ely arkamızdan el sallıyorlardı. Üç gün bizimle olmanın yorgunluğu üzerlerinde yoktu. Kızım gibi sevdiğim Ely, bütün içtenliğiyle, sıcak bakışlarla tanışmamızın gururunu taşıyordu. Hayat çok garip. Dünyanın öbür ucunda, dostça, samimi duygular içinde geçirilen üç gün, insanın hayatını dolduracak anılar taşıyordu. Anılar hayatımızın en güzel köşesine oturdu. İleride belki bir daha görüşüp görüşmeyeceğimiz belli olmayan, uzak diyarlarda bizi düşünen, bizi seven, bize saygı gösteren birilerinin bulunduğunu bilmek çok güzeldi. Doğrusu ben böyle düşünüyordum. Acaba Jenny, Ely benim düşündüğüm - 116 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları gibi düşünüyorlar mıydı? Bunu bilemem. Zaman gerçekleşecek görüşmelerle bunu bilecek, hissedecektim. içinde Jenny ve Ely bize el sallıyorlar. Selim koltuk rezervasyonlarımızı internet üzerinden yapmıştı. Türk hava yolları bölümünden biniş kartlarımızı alacak, gümrük geçişimizi yapacaktık. Dış ülkeler bölümüne gitmek için, yine trene bindik. Dış yolcular bölümüne gelince, bir kanepeye oturduk. - 117 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Ben gündüz öğle ve ikindi namazımı tapınakta kılmıştım. Akşam ve yatsı namazını kılmam gerekiyordu. Selim’e durumu anlattım. O da “bir mescit vardır” dedi. Yönlendirmeleri okumaya başladık. Dua eden bir adam ve yanında Prayer yazıyordu. Okla yön işareti vardı. İşaretlerin peşine düştük. Aşağı yukarı derken zemin katta sessiz sakin bir bölüme geldik. Çok uzun geniş bir salondu. Sessiz sakindi. Ortalıkta kimse görünmüyordu. Selim solcu olmasına rağmen, ibadet etmeme hiç karışmıyor. Üstelik saygı gösterdiğini belirten tavırlar sergiliyordu. Yolculuk boyunca ara sıra bazı konularda din adına düşündüklerini söylüyor. Söyledikleri benim bildiklerimle uyuşuyordu. Tabi halkın bildiklerine ikimiz birlikte ters düşüyorduk. On, on beş dakika havaalanının bir ucundan diğer ucuna gittik. İnsanların havaalanında dua edeceği bölümünde, iki kilise odası. Bir tapınak vardı. Ama cami yoktu. Kilisenin biri Protestan, diğeri Katolik kilisesiydi. Doğrusu kiliseler bana sıcak gelmedi. Ama tapınak, Korelilere karşı duyduğum sıcaklık nedeniyle sıcak gelmişti. Tapınağın kıblesine göre, kendi kıblemizi biliyordum. İçeriye girip akşam ve yatsı namazını kıldım. İçerisinin resmini çekmediğime şimdi çok pişmanım. Tapınağa gittiğimizde içeride resim çekmek yasak demişlerdi. Sanki içimdeki bir his, yasağa uymamı sağladı. Halbuki kimse yoktu. Ben de istediğim resmi çekebilirdim. İbadetimi yaparken Selim dışarıda beni bekliyordu. Halbuki ona “sen git, ben geriye dönerim, orayı bulurum” dedim. Fakat Selim benim başıma herhangi bir şey gelmemesi için beklemeyi daha doğru buldu. Ona candan teşekkür ediyorum. Evet belki bulabilirdim. Ama diyelim ki yolumu kaybettim. Dilim yoktu. Meramımı zor anlatırdım. Selim’in ise İngilizcesi çok iyiydi. Ayrıca yurt dışı tecrübeleri çok fazlaydı. Havaalanlarının yapısını biliyordu. Geri döndüğümüzde süre azalmıştı. Aramalardan geçtik. Gümrük işlemlerimizi yaptırdık. Ve uçağa bineceğimiz kapı önündeydik. Türk Hava Yollarının uçağı pencereden görünüyordu. Türk Hava Yolları Seul’a her gün sefer yapıyor. İstanbul 22:25 - 118 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Seul uçağı ertesi günü 22:25’de İstanbul’a geri dönüyordu. Yani her gün Seul’dan bir uçak İstanbul’a, İstanbul’dan bir uçak Seul’a uçuyor. Uçaklar geniş. 300’ün üzerinde yolcu alıyorlar. Cam kenarlarında ikili, ortalarda dörtlü koltuklar var. Yani her sırada sekiz kişi var. Uçak ön ve arka bölümlerden oluşuyor. Seul’dan İstanbul’a döneceğimiz uçak. Seul’a giderken hiç uyumamıştım. Seul’dan dönerken de beni uyku tutmadı. Hava müsait oldukça yeryüzünü seyrederek uçmak istiyordum. Onun için hep cam kenarına oturdum. Türk hava yolları Türkiye’den uçtuğunda, yemeklerini Türkiye’de yaptırıyordu. Onun için Türkler yurt dışına Türk Hava - 119 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Yollarıyla gittiklerinde, ikram edilen şeyleri yemekte güçlük çekmiyorlardı. Ancak dönüş seferlerinde yemekler, hangi ülkeden dönüyorsa oraya yaptırıyordu. Hostesler bize ikramda bulunurken, Türk yolcuları düşünerek, yiyebilecekleri şeyleri yaptırıyoruz diye bizi endişeden kurtardılar. Özellikle uzak doğudan gelirken bindiğiniz uçak Türk Hava Yolları değilse ne yediğiniz belli olmaz. Avrupa uçağına binerseniz domuz eti yeme riskiniz var. Ama uzak doğu sadece domuz etiyle kalmıyor. Her şeyi yedirebiliyor. Uzak doğu insanları yeme içme konusunda çok rahatlar. Hemen her şeyi yiyorlar, içiyorlar. Sanıyorum bu konuda Müslümanlar, özellikle Türkiye’de yaşayanlar çok seçici. Önce helal haram noktası. Sonra yeme içme kültürü devreye giriyor. Düşünün bir kere, bir Çin uçağına bindiniz. Onların yemediği neredeyse yok ki, kurt, solucan, böcek, yılan, köpek, kedi ne varsa. Batı dünyası ile birkaç konuda ayrılıyoruz. Ama uzak doğuyla neredeyse bütün bir yeme içme konusunda ayrılıyoruz. Hostes, diğer yolculardan farklı olarak, biz Türk yolcularına bir büyük bardak fazla koydu. Sebebini sorduğumda, onlarla size çay vereceğim dedi. Doğrusu hiçbir uçak yolculuğunda bu kadar çok çay içmedim. Yabancılar çay içmesini bilmez, siz özlemişsinizdir diyerek, Türk Hava Yolları hostesleri kanasıya Türk yolcularına çay ikram ediyor. Gerçekten buna çok sevinmiştim. Hiç bıkmadan defalarca çay getirdiler. Gidiş yolumuzun üzerinden dönüşümüz başladı. Giderken zaman konusunda 6:30 saat kaybetmiştik. Gece 22:25 İstanbul, Seul hareketimizdi. Ama biz yaklaşık 12 saatlik yolu, 18 saatte kat etmiştik. Yani Seul’a akşam üstü varmıştık. Şimdi ise tersi olacaktı. 12 saatlik yolu 6 saatte kat edecektik. Tabi gerçeği böyle değildi. Biz yine 12 saat yol yapacaktık ama, Türkiye’ye sabah vakitlerinde gelecektik. Böylece Kore ile Türkiye arasındaki 6 saatlik saat farkı kendini gösterecekti. - 120 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları Bazen uçağın penceresinden dışarıyı, bazen de film seyrederek yolculuğu çok rahat geçirdim. Uçak Türkiye’ye girince, artık yolun bittiğini anlamıştım. Heyecanla uçağın seyir haritasından yolu kontrol etmeye başladım. Uçak İstanbul’a yaklaşırken, Marmara üzerine doğru geldi. Marmara’nın güneyinden havaalanına iniş yapacaktı. Uzaktan bir ışıklarla donatılmış haç işareti gördüm. Bu işaretin İstanbul’daki kiliselere ait olduğunu zannettim. Seul aklıma geldi. Seul’da tapınaktan çok kilise vardı. Bizse İstanbul’a inerken, camilerin ışıklarını göreceğimize, müthiş büyüklükte, ta uzaklardan görülen bir haçla karşılaşıyorduk. Hayretler içinde düşüncelere daldım. Batılılar her yere haçlarını yerleştirmişlerdi. Hayret, eski adı Yeşilköy, yeni adı Atatürk hava alanı olan İstanbul havaalanının yanında haçın ne işi vardı? Burası kimin ülkesiydi? Yoksa pilot yanlış başka bir ülkeye mi iniyordu? Ne yazık ki hayır. Uçak İstanbul’a iniyordu. Ve ışıklar iniş pistinin işaretleriydi. Havaalanını yapanlar öyle bir ışıklandırma yapmışlar ki, uçakla İstanbul’a inerken haçla karşılanıyordunuz. Herhalde bu ışıklandırma bir tesadüf değildi. Bilerek yapılmış, tasarlanmış, uygulanmıştı. Müslüman bir ülkeye yakışmayacak bu görüntüden dolayı çok üzüldüm. Uçak ışıkların üzerinden inişe geçerken, haç işaretinin ışıkları altta görünüyordu. Ülkenin devlet erkanından tutunda, bir çok yetkilisi, halkı, bu resmi görmüşlerdi. Acaba hiç biri, burası Müslüman ülke demedi mi? Yoksa Hıristiyan bir memlekete giriyormuş gibi, haçla karşılanmak hoşlarına mı gitmişti. Milliyetçi biri değildim. Buna rağmen gördüğüm manzara beni rahatsız etmişti. Batı dünyasının Müslüman ülkelere, doğuya baskısını aklıma getiriyordu. Batılılar kendi lehlerine elbette bu tür girişimleri yapabilirlerdi. Peki onların bu tür girişimlerine izin veren insanlar hangi amaçlarla veriyorlardı. Hangi amaçla haç işareti havaalanı pistine yerleştirilmişti. Türk Hava meydanları devletin hava meydanlarıydı. Özel kurum ve kuruluşlara ait olsa neyse. O zaman özel kurum ve kuruluşların Hıristiyanlarla bir - 121 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları ilgisi olabilir diyebilirdiniz. Ancak havaalanı devlete aitti. Devletin böyle bir şeye izin vermesine bir türlü anlam veremedim. İstanbul hava alanına indik. Saat 8:00 ‘de İzmir’e uçacaktık. O kadar uzun yolculuktan sonra İzmir’e uçmak zor değildi. Kore gezisi iş gezisiydi ama, benim için iş gezisinden daha çok farklı anlamlıydı. Zira Seul’u gezerken, izlenimlerim farklıydı. Seul’da beni hayrete düşürenlerin başında Kore halkının, kilosuz, mütevazi, sıcak insanlardan oluşmasıydı. Seul’da üç şeyi hemen hiç görmedim. Ekmek, şişman insan, yoğun trafik. Yemeklerde ekmek yoktu. Ortalıkta şişman insan yoktu. Yoğun trafik hiç yoktu. Asıl trafik konusu beni çok etkiledi. 22 milyonluk şehirde arabayla, şehrin bir ucundan diğer ucuna gidiyorsunuz. Hem de trafiğin yoğun olması gereken, sabah ve akşam saatinde, ama ortada ne halk otobüsü, ne de trafik yoğunluğu var. Yollar bomboş. Trafik tıkanmıyor. Yeşil dalgayı ayarlamadığınız zaman ışıklarda durmanın dışında hiçbir şekilde durmuyorsunuz. İzmir’i, İstanbul’u, Ankara’yı düşündüğümde, Seul nüfusu 22 milyon iken, trafik yoktu, trafik tıkanıklığı yoktu. Ama bizim şehirlerimiz Seul’da trafik içinde olduğumuz saatlerde, yollar tıkanır. Gideceğiniz yerlere zor gidilirdi. Türkiye kendini gelişmiş olarak düşüne dursun. İstanbul 16 milyon nüfusuyla övüne dursun. Seul 22 milyon nüfusu ile, trafiğini çözmüş, insanlarına rahat bir yaşam vermişti. Yıllar öncesinden başlayan metro çalışmalarının neticesini Koreliler almıştı. Ülkenin yer altında dokuz metro hattı çalışıyordu. Yer üstünde ise, ne belediye otobüsleri, ne halk otobüsleri, ne de dolmuşlar vardı. Metrolar işi çözmüştü. Halkının giyimi kuşamı, abartılardan uzak sadelik taşıyordu. Seul’da gördüğüm en ilginç şeylerden biri de, Koreli Budistlerin ibadetiydi. Onlarında temel ibadetleri, Müslümanlar nazındaki gibi, kıyam, rüku, sücuttan ibaretti. Yani; ayakta - 122 - Mehmet ÇOBAN / Korea Gezi Notları durma, eğilme, secdeye varma. Tıpkı Kuran’da geçtiği gibi. Onlar kıyam ederler. Rüku ederler. Secde ederler. Böyle bir ibadeti Kore’de görmek benim için çok önemliydi. Eğer Kore dilini veya İngilizceyi çok iyi bilseydim. Tapınakta onların hocalarıyla konuşmak isterdim. İngilizce diyorum, zira onlar İngilizceyi çok iyi biliyorlar. Çünkü bütün okullarında eğitim İngilizce yapılıyor. Kendi dillerini okullarda yan ders olarak görüyorlar. O nedenle Koreliler İngilizceyi konuşarak, dünyanın her yerinde rahat ediyor Ülkelerine gelen yabancılarla herkes diyalog kurabiliyor. Benim gönlümde Kore ayrı bir yer tutuyor. Bu gezimden sonra, Allah kısmet ederse tekrar gidip, Kore halkıyla konuşmak istediklerimi konuşmak isterim. Kore gezisi boyunca bize gösterdikleri misafirperverlik için, Jenny ve Ely’e teşekkürler… - 123 -