alman edebiyat dünyasının kültürlerarası edebiyata bakış açısı
Transkript
alman edebiyat dünyasının kültürlerarası edebiyata bakış açısı
T.C. SAKARYA ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYATA BAKIŞ AÇISI YÜKSEK LĐSANS TEZĐ Fatih ŞĐMŞEK Enstitü Anabilim Dalı: Alman Dili ve Edebiyatı Tez Danışmanı: Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN HAZĐRAN 2009 T.C. SAKARYA ÜNĐVERSĐTESĐ SOSYAL BĐLĐMLER ENSTĐTÜSÜ ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYATA BAKIŞ AÇISI YÜKSEK LĐSANS TEZĐ Fatih ŞĐMŞEK Enstitü Anabilim Dalı: Alman Dili ve Edebiyatı Bu tez 15/06/2009 tarihinde aşağıdaki jüri tarafından oybirliği ile kabul edilmiştir. Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN Doç. Dr. Muharrem TOSUN Yrd. Doç. Dr. Nurhan ULUÇ Jüri Başkanı Jüri Üyesi Jüri Üyesi Kabul Ret Düzeltme Kabul Ret Düzeltme Kabul Ret Düzeltme BEYAN Bu tezin yazılmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğunu, başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğunu, kullanılan verilerde herhangi bir tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez çalışması olarak sunulmadığını beyan ederim. Okt. Fatih ŞĐMŞEK 15.06.2009 ÖNSÖZ Alman toplumu, günümüzde çok kültürlü bir yapıya sahip olduğu için, Almanya'da kültürlerarasılık kavramı önemli bir konuma sahiptir. Bu durum edebiyat alanına da yansımıştır. Alman Edebiyatı’nda yabancı kökenli, özellikle de Türk kökenli yazarların varlığının giderek artması, Alman Edebiyatı’nda da kültürlerarasılık kavramı üzerinde tartışılmasını ve Kültürlerarası Edebiyat kavramının oluşmasını sağlamıştır. Bu çalışma, Kültürlerarası Edebiyat kavramının Alman Edebiyatı içerisinde oluşumunu ve konumunu incelemektedir. Bu çalışmamın hazırlanmasında deneyimlerini ve zamanını benden esirgemeyen değerli hocalarım Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN ve Doç. Dr. Muharrem TOSUN’a; bugünlere gelmemde desteğini benden hiçbir zaman esirgemeyen Ergün ERBAY’a teşekkürü bir borç bilirim. Yoğun geçen çalışma döneminde bana destek olan eşime ve oğluma şükranlarımı sunarım. Okt. Fatih ŞĐMŞEK 15.06.2009 ĐÇĐNDEKĐLER KISALTMALAR ......................................................................................................... iii ÖZET............................................................................................................................. iv SUMMARY ................................................................................................................... v GĐRĐŞ ............................................................................................................................. 1 BÖLÜM 1: KÜLTÜR VE KÜLTÜRLERARASILIK .............................................. 5 1.1. Kavramlar................................................................................................................. 5 1.1.1. Kültür ............................................................................................................. 6 1.1.1.1. Kültürlerarasılık (Interkulturalität)................................................... 8 1.1.1.2. Çok Kültürlülük (Multikultiralität) ................................................ 10 1.1.1.3. Trans-Kültürlülük (Transkulturalität) ............................................ 10 1.1.2. Yabancılık (Fremdheit)................................................................................ 12 1.1.3. Melezlik (Hybridität) ................................................................................... 15 1.1.4. Üçüncü Alan (Dritter Raum) ....................................................................... 16 1.2. Kimlik Arayışları .................................................................................................. 17 BÖLÜM 2: TÜRKLER’ĐN “ALMANYA’YA GÖÇ” OLGUSU VE GÖÇÜN EDEBĐYATA YANSIMASI .................................................................. 21 2.1. Göçmenlerin Oluşturduğu Edebiyat: Göçmen Edebiyatı ....................................... 21 2.1.1. Göç Kavramı ............................................................................................... 21 2.1.2. Göçmen Edebiyatı Kavramı ........................................................................ 23 2.2. Türklerin Almanya’ya Göç Süreci ......................................................................... 26 2.2.1. Türkiye ile Almanya Arasında Đmzalanan Đşgücü Anlaşması .................... 27 2.2.2. Göç Sürecinin Getirdiği Sorunlar ................................................................ 28 2.2.3. Göç Sürecinde Çözüm Arayışları ................................................................ 30 2.3. Seslerini Duyurmak Đsteyen Türk Yazarlar............................................................ 30 2.3.1. Almanya’daki Türklerin Yazmaya Başlamaları .......................................... 30 2.3.2. Yapıtlarda Ele Alınan Konular .................................................................... 33 i BÖLÜM 3: ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYAT’A BAKIŞ AÇISI ............................................................... 36 3.1. Kültürlerarası Edebiyat Kavramının Açılımı ......................................................... 36 3.2. Kültürlerarası Edebiyatın Önemi ........................................................................... 38 3.2.1. Yabancı Kültürlerin Anlaşılmasında Edebiyatın Rolü ................................. 40 3.2.2. Yazar ve Eserinin Üstlendiği Görevler ......................................................... 41 3.3. Kültürlerarası Edebiyata Dahil Olmak Đçin Belirleyici Olan Etkenler .................. 43 3.4. Kültürlerarası Edebiyatın Alt Kategorisi: Türk-Alman Edebiyatı ......................... 45 BÖLÜM 4: TÜRK – ALMAN EDEBĐYATINDAN ÖRNEKLER ......................... 47 4.1. Kanak Kültürünün Yaratıcısı: Feridun Zaimoğlu .................................................. 47 4.1.1. Hayatı .......................................................................................................... 49 4.1.2. Eserleri ......................................................................................................... 51 4.2. Kanakların Protestosu: Kanak Sprak ..................................................................... 53 4.2.1. Nedir Bu Sözü Edilen Kanak....................................................................... 57 4.2.2. Melezlikle Biçimlenen Kanak Dili .............................................................. 61 4.2.3. Zaimoğlu ve Kanak Sprak Adlı Eserinin Kültürlerarasılığa Etkisi ............. 64 4.3. Türk – Alman Edebiyatı’nın Grand Old Lady’si: Emine Sevgi Özdamar ............. 67 4.3.1. Hayatı ............................................................................................................ 68 4.3.2. Eserleri .......................................................................................................... 69 4.4. Özdamar’ın Yansıttığı Đki Dünya: Die Brücke vom Goldenen Horn .................... 72 4.4.1. Romanın Kültürlerarası Boyutu .................................................................... 72 4.4.2. Roman’da Yer Alan Yabancılaştırma Unsurları ........................................... 76 SONUÇ VE ÖNERĐLER ............................................................................................ 79 KAYNAKÇA ............................................................................................................... 83 ÖZGEÇMĐŞ ................................................................................................................. 88 ii KISALTMALAR Alm. : Almancası DaF : Deutsch als Fremdsprache GIG : Gesellschaft für Interkulturelle Germanistik IVG : Uluslararası Germanistler Birliği Tr. : Türkçesi iii SAÜ, Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tez Özeti Tezin Başlığı: Alman Edebiyat Dünyasının Kültürlerarası Edebiyata Bakış Açısı Tezin Yazarı: Fatih ŞĐMŞEK Danışman: Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN Kabul Tarihi: 15.06.2009 Sayfa Sayısı: V (ön kısım) + 88 (tez) Anabilim Dalı: Alman Dili ve Edebiyatı Çok kültürlü bir toplum yapısına sahip Almanya’da, yabancı kökenli, özellikle de Türk kökenli yazarların yaptığı edebi faaliyetlerin nasıl anılacağı, yazarların edebiyatın hangi kategorisine dahil edileceği yıllardır tartışma konusu oldu ve birçok çalışmada ele alındı. Bu çalışmanın amacı, Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya’daki mevcut konumunu Türk yazarlar örneğinde gelişimini tespit etmektir. Almanya’daki Türk kökenli yazarlar ve eserleri, hem Almanya’da, hem de ülkemizde çoğu zaman çalışma konusu olmuştur. Fakat ülkemizde yapılan çalışmaların çoğu Göçmen Edebiyatı odaklıdır. Bu çalışmada, farklı kültürlerle beslenen Kültürlerarası Edebiyat, ağırlıklı olarak Alman araştırmacıların bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Đlk aşama da kültürlerarasılık, çok kültürlülük, yabancılık, üçüncü alan, melezlik gibi olgular ele alınarak, edebiyatın kültürlerarası boyutu gösterilmeye çalışılmıştır. Bu çalışmada Kültürlerarası Edebiyat ele alınırken, Türk kökenli yazar ve eserleri üzerine odaklanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda öncelikli olarak Türklerin Almanya’ya göç olgusu ele alınmıştır. Böylece göçün ilk yıllarında ortaya çıkan problemleri gözler önüne sererek, Türk kökenli yazarların edebi faaliyetlerine neden başladıkları ve neleri ele aldıkları açıklanmıştır. Daha sonra Kültürlerarası Edebiyat açılımı yapılarak, çok kültürlü toplum yapısı içerisindeki kültürel farklılıklardan oluşan sorunların çözümünde üstlendiği rol gösterilmiştir. Çalışmanın son kısmında Kültürlerarası Edebiyat’ın bir alt kategorisi olan Türk-Alman Edebiyatı’ndan Feridun Zaimoğlu’nun Kanak Sprak ve Emine Sevgi Özdamar’ın Die Brücke vom Goldenen Horn adlı eserleri örnek olarak verilmiştir. Verilen bu örneklerle Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya’daki konumu, gelişimi ve üstlendiği rollerle ilgili daha net bir profil çizmiştir. Anahtar Kelimeler: Kültürlerarası Edebiyat, Kültürlerarasılık, Türk-Alman Edebiyatı, Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar iv Sakarya University Institute of Social Science Abstract of Master’s Thesis Title Of The Thesis: Intercultural Literature from the German Literature World View Point Author: Fatih ŞĐMŞEK Supervisor: Prof. Dr. Binnaz BAYTEKĐN Date: 15.06.2009 Nu. of Pages: V (pre text) + 88 (main body) Department: German Language and Literature It has been argued in some research that how the literal activities of the foreign writers, especially Turkish writers will be named and how they will be categorized in Germany that have a intercultural structure. The main goal of this paper is to determine the development and the place of the intercultural literature in Germany in terms of Turkish authors. Turkish oriented writers and their works is a research subject both in Germany and Turkey. But most of the research in our country is migrant literature oriented. Intercultural literature fed with different cultures is examined from the point of view of the German Litterateur. Interculturality, multiculturalisms, foreigner ship, third place, hybridism is examined to show the intercultural dimension of the literature. While intercultural literature is researched in this paper, it is tried to focus on the Turkish oriented and their works. In this content Turkish migration is argued in the very first place. By the way the problems of the migration are enlightened and it is understood that why Turkish oriented writers started their literal activities. Then the role to solve the problem because of the cultural differences has shown in this article. At the last part of the paper, Kanak Sprak by Feridun Zaimoglu and Die Brücke vom Goldenen Horn by Emine Sevgi Özdamar of Turkish-German literature examples has given which is a subcategory of intercultural literature. This examples create a profile and the and development roles in Germany. Keywords: Intercultural Literature, Interculturality, Turkish-German Literature, Feridun Zaimoglu, Emine Sevgi Ozdamar v GĐRĐŞ Çalışmanın Önemi Her ne kadar Almanya’da yaşayan Türk kökenli yazarlar ve kaleme aldıkları eserler üzerine, ülkemizde birçok çalışma yapılmış olsa da, yapılan bu çalışmaların daha çok Göçmen Edebiyatı adı altında toplandığı gözlemlenmektedir. Oysa toplum yapısı içerisinde birbirinden farklı kültürleri barındıran Avrupa ülkelerinde, özellikle de Almanya’da yeni bir edebiyat türünün oluştuğu görülmektedir. Kültürlerarası Edebiyat adını alan bu yeni edebiyat türünün, Türkiye’de yapılan çoğu çalışmalarda, bu isimle anılmadığı, onun yerine halen Göçmen Edebiyatı olarak kullanılmaya devam ettiği görülmektedir. Farklı kültürlerin karşılaştığı toplumlarda, mevcut kültürel farklılıklardan kaynaklanan sorunların çözümlenememesinin başlıca nedenlerinden biri, çoğu zaman karşı taraftakine yabancı olarak bakılmasıdır. Toplum içerisinde kültürel sınırların kalktığı ve her zaman olmasa da zaman zaman yerlerine yeni sınırların çizilmeye çalışıldığı görülmektedir. Yabancı kültürlerin kaynaşması sürecinde, yabancı olarak nitelendirilen toplum içerisindeki diğer kültürleri daha yakından tanıyabilmek için onların bakış açılarına ihtiyaç duyulmaktadır. Yabancı bakış açısını yakalayabilmek için Kültürlerarası Edebiyat’ın yansıttığı kurgusal dünyadan faydalanılabilir. Kültürlerarası Edebiyat’ın, geçmişinde yabancılık olan vatandaşların entegrasyonunda önemli bir görev üstlendiği, göz ardı edilemeyecek bir gerçektir. Alman toplumunda yabancı olarak nitelendirilen grubun içerisinde çoğunluğu Türkler oluşturmaktadır. Bu nedenle Türk kökenli yazarlar ve onların kültürel kimliğinin yansıdığı eserler üzerine daha fazla odaklanma ihtiyacı duyulmaktadır. Almanya’da kültürlerarası edebiyatın önem kazandığı bu dönemlerde, Türkiye’de yapılan çalışmaların daha çok yazar ve eser odaklı olduğu görülmektedir. Kültürlerarası Edebiyat’ın yeni bir konu olması ve ülkemizde yapılan çalışmalarda genel anlamda Kültürlerarası Edebiyat’ın tanıtılmasında hala eksikliklerin olması, bu konu üzerinde durulması gerektiğinin haklılığını ortaya koymaktadır. 1 Türkiye’nin toplum yapısı içerisinde her ne kadar farklı kültürler yaşam alanı bulmuş olsa da, Türkiye coğrafyasında yaşayan kültürler arasında, Almanya’daki gibi çok büyük farklılıklar görülmemektedir. Bu bağlamda Türkiye’de Kültürlerarası Edebiyat’ın varlığından, var olan çok kültürlü ortamın uzun yüzyıllara dayalı olmasından dolayı, en azından belirli bir süre daha söz edilemeyeceği söylenebilir. Yapılan çalışmanın Alman Dili ve Edebiyatı alanında olması nedeniyle, çalışmanın ağırlıklı olarak Alman Edebiyatı dünyasının bakış açısıyla şekillenmesi sağlanmıştır. Çalışmanın Amacı Bu çalışmanın amacı, edebiyatın yeni bir dalı olarak oluşan Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya’daki oluşum sürecini ve mevcut konumunu, edebiyatın kültürlerarası boyutunu, çok kültürlü toplum yapısına sahip olan Almanya’da kültürlerarası farklılıklardan meydana gelen sorunların çözülmesinde edebiyatın, yazarın ve yazar tarafından kaleme alınan eserin rolünü tespit etmektir. Çalışmanın Yöntemi Yapılan bu çalışma dört ana bölümden oluşmaktadır. Çalışmanın ilk bölümünde Kültürlerarası Edebiyat’ın merkezinde yer alan kültür, kültürlerarasılık, çok kültürlülük, trans-kültürlülük, yabancılık, melezlik gibi kavramlar incelenmiştir. Birbirinden farklı olan kültürlerin mevcut olduğu toplumlarda üzerinde çok tartışılan bu kavramlar, edebiyat bakış açısıyla açıklanmıştır. Bu kavramları açıklarken, ağırlıklı olarak Alman edebiyat bilimcilerin bu kavramlar üzerinde yaptıkları çalışmalardan yararlanılmıştır. Almanya’da yaşayan yabancı kökenli yazarlar, faaliyetlerine başladıkları ilk günden itibaren, günümüze kadar geçen süreçte hangi tür edebiyata dahil edilecekleri, hangi ulusal edebiyatın mensubu oldukları konusunda büyük bir kimlik bunalımı yaşamışlardır. Yaşadıkları bu kimlik bunalımı süresince, bahsi geçen yazarları ve onların eserlerini tanımlamak için ortaya atılan Konuk Đşçi Edebiyatı, Konuk Edebiyatı, Yabancılar Edebiyatı gibi kavramlardan bahsedilerek, kültürlerarasılık kavramının Alman Edebiyatı’nda nasıl gündeme geldiği tespit edilmeye çalışılmıştır. 2 Çalışmanın ikinci bölümünde, Türklerin “Almanya’ya Göç” olgusu ele alınmıştır. Kültürlerarası Edebiyat’ın üst kavram niteliğini vurgulayabilmek amacıyla, öncelikle göç ve Göçmen Edebiyatı kavramı açıklanmıştır. Daha sonra Almanya ile Türkiye arasında imzalanan iş gücü alım anlaşması itibariyle, Türklerin 90’lı yıllara kadar oradaki göç süreci ele alınarak, süreç esnasında meydana gelen sorunlar ve bunların çözümü için ne gibi yollara başvurulduğu belirtilmiştir. Göç süreci hakkında elde edilen bulgular belirtildikten sonra, göçün edebiyata nasıl yansıdığı tespit edilmeye çalışılmıştır. Bu bağlamda Almanya’da yaşayan Türk kökenli yazarların orada gerçekleştirdiği ilk edebi faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin içerdiği konular ele alınmıştır. Önceki bölümlerde Kültürlerarası Edebiyat’ın oluşumunu hazırlayan konular üzerinde durulduktan sonra, üçüncü bölümde Kültürlerarası Edebiyat, ağırlıklı olarak Alman edebiyat bilimcilerin bakış açılarıyla açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda Kültürlerarası Edebiyat’ın günümüzdeki önemini tespit edebilmek amacıyla da, çok kültürlü toplumlarda her zaman yaşanan yabancılık olgusunun anlaşılmasında edebiyatın nasıl bir rolü olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca arka planda, farklı bir kültürün izlerini taşıyan yazarların bakış açısı göz önünde tutularak, eserlerinde işlenen kültürlerarasılık olgusunun yabancılığın anlaşılmasında nasıl bir etkisi olduğu gözlemlenmiştir. Geçmişte yurtdışında faaliyet gösteren Türk yazarları belli bir kategoriye dahil etmek için gereken ölçütler oluşturulduğu gibi, Kültürlerarası Edebiyat’a dahil olmak için yazar ve eserin sahip olması gereken ölçütler oluşturulmuştur. Almanya’da farklı kökenlerden gelen yazar gruplarının mevcut olması nedeniyle, Kültürlerarası Edebiyat altında değerlendirilen ve bu grupları temsil eden yeni edebiyat türleri oluşturulmuştur. Kültürlerarası Edebiyat’ın birer alt kategorisi olarak değerlendirilen bu yeni edebiyat türleri arasında en yaygın olan Türk – Alman Edebiyatı’na değinilmiştir. Son bölümde ise Türk-Alman edebiyatından örnek iki yazar ve onların çok tartışılan birer eserine yer verilmiştir. Yazar seçiminde bulunurken, Kültürlerarası Edebiyat açısından eserlerinde farklılık arz eden ve kaleme adlıkları eserlerle popüler olup en 3 çok satanlar listesinde yer alan yazarlar olmasına dikkat edilmiştir. Bu nedenle çalışmamızda Feridun Zaimoğlu ve Emine Sevgi Özdamar üzerinde durulmuştur. Zaimoğlu’nun hayatına ve eserlerine kısaca değindikten sonra, Almanya’da tanınmasını sağlayan Kanak Sprak isimli eseri incelenmiştir. Yazarın ağırlıklı olarak üzerinde durduğu Kanak kavramının açılımı yapılarak, Kanak kimliği ve dili ele alınmıştır. Bu bağlamda yazarın kaleme aldığı bu çalışmayla kültürlerarasılığa olan katkısı tespit edilmeye çalışılmıştır. Emine Sevgi Özdamar’ın da hayatı ve eserlerine kısaca değindikten sonra, Berlin Üçlemesi’nin ikinci romanı olarak değerlendirilen “Die Brücke vom Goldenen Horn” adlı eseri üzerinde durulmuştur. Eser incelemesinde, romanın kültürlerarası boyutu ve içerisinde yer alan yabancılaştırma unsurları tespit edilmiştir. 4 BÖLÜM 1: KÜLTÜR VE KÜLTÜRLERARASILIK Kültürlerarası Edebiyat kavramı, özellikle 2000’li yıllardan itibaren Almanya’da kullanılmaya başlandı. Tabi ki kültürlerarası edebiyatı sadece Almanya ile sınırlandırmamak gerekir. Çeşitli kültürlerin kesiştiği sınırlar içerisinde, birbirinden farklı kökenlere sahip yazarların ürettiği eserlerin mevcut olduğu yerlerde, kültürlerarası edebiyattan söz edilebilir. Ancak kültürlerarası edebiyata geçmeden önceden, kültürlerarası edebiyatın merkezinde tartışılan kavramları kısaca açıklamak gerekir. 1.1. Kavramlar Günümüzde kültürlerarası edebiyatın merkezinde birçok kavram üzerinde durulmaktadır. Bu kavramlar arasında kültür, kültürlerarasılık (Alm. Interkulturalität), çok kültürlülük (Alm. Multikulturalität), trans-kültürlülük (Alm. Transkulturalität), yabancılık (Alm. Fremdheit), melezlik (Alm. Hybridität) ve üçüncü alan (Alm. Dritter Raum), en çok üzerinde durulan kavramlar arasında yer almaktadır. Küreselleşme sürecinde insanlar bulundukları olumsuz ortam ve koşullardan daha iyi bir yaşama kavuşabilmek amacıyla, refahın daha yüksek olduğu ülkelere göç etmişlerdir. Birbirinden farklı kültürlerin kesiştiği bu noktalarda sosyal bilimciler birçok araştırma yapmış ve halen yapmaya devam etmektedir. Farklı kültürlerin karşılaşmasının geçici bir süreç olmadığı anlaşıldığında, araştırmacılar da gözlemlediklerini açıklayabilmek amacıyla ya farklı bilimlerde yer alan mevcut kavramların içeriklerini değiştirmiş ya da yeni kavramlar üretme yoluna gitmişlerdir. Kullanılan bu yöntem, kültürlerarası edebiyatın merkezinde yer alan kavramlar için de geçerlidir. Küreselleşme sürecinde göç hareketleriyle gündeme gelen çok kültürlülük, kültürlerarasılık, melez kültür ve buna benzer kavramlar, modaya uymak amacıyla ortaya atılan kavramlar değildir. Bu kavramlar oluşan gerçekliğe tepki göstermek üzere ortaya çıkmışlardır (Blioumi, 2002: 28). Son yıllarda edebiyat bilim ve kültür bilim çalışmalarının da birbirlerinden ayrıldığı görülmektedir. Bu bağlamda yeni olarak değerlendirilen kültürlerarasılık, çok 5 kültürlülük, trans-kültürlülük, melez kültür gibi yeni kavramlar edebiyat alanında da tartışılmaya sunulmuştur (Blumentrath ve diğ., 2007: 7). Her alanda olduğu gibi, yukarıda bahsi geçen kavramlarda da içerik bakımından farklılıklar söz konusudur. Görüş ve modellerde nasıl çeşitlilik meydana geliyorsa, kullanılan kavram ve terminolojilerde de temel farklılıklar meydana gelmektedir. Bilimsel alandaki iletişimde, içerik bakımından farklılık gösteren kavramlar yüzünden engellerle karşılaşılmaktadır (Hoffman, 2006: 7). Bu nedenle yukarıda bahsi geçen kavramların tanımını yaparken, tek bir görüş üzerinde durmamaya özen göstermeye çalıştım. 1.1.1. Kültür Kültür kelimesinin etimolojik yapısını incelediğimizde tarım anlamına gelen Latince ‘cultura’ kelimesinden geldiği görülmektedir. Bunun yanında yakın zamanda ruh ve beden temizliğini kasteden bakım anlamında da kullanılmıştır. Kültür kavramının bugünkü anlamına kavuşması, ancak 19. yüzyıldan sonrasına denk gelmektedir. (Blumentrath ve diğ., 2007: 13). Bir toplumun benliğini oluşturan ve onu diğer toplumlardan ayıran özelliklerin tamamı, o toplumun kültürüdür. Kültürü tek bir tanımla sınırlandıramayız. Günümüze kadar kültürün tanımı, birçok bilim adamı tarafından farklı şekillerde tanımlanmaya çalışılmış ve bu halen de devam etmektedir. Bu nedenle kültür ile ilgili yapılan tanımlardan sadece birkaçını burada belirtilmiştir. Alman Edebiyatı uzmanı Helmut Birkhan’a göre “kültür, ortak normların ve adetlerin tümüdür. Buna o norm ve adetlerin temelinde yatan teoriler ve onların maddi bileşenleri de dahildir” (Aytaç, 2005: 8). Helmut Birkhan, kültür kavramını toplumun belirlediği ortak kurallarla ve onların örfleriyle tanımlamaya çalışmış, hatta bunların oluşmasındaki kaynakları da tanıma dahil etmiştir. Kültür, insanlar tarafından yerine getirilen bilgi, inanç, ahlak, sanat, adalet, gelenek gibi normların tamamından oluşmaktadır. Buna göre sosyal çerçeve içerisinde insanoğlu tarafından üretilen her şeyin kültürün birer yapı taşı olduğu anlaşılmaktadır. Kültür ile ilgili bir diğer tanımda Umberto Eco tarafından yapılmıştır. Eco’ya göre 6 kültür, temel algı birimlerinden ideolojik sistemlere kadar her alanda içeriğin parçalara ayrılma yoludur. Eco kültür tanımını yaparken, insanoğlunun yaşamında yer alan her şeyi, yaptığı tanımın içerisine dahil etmiştir. Eco’ya göre kültür, insanların yaşamında yer alan her şeyin yine kendileri tarafından sınıflandırma biçimidir. Eco’nun temel algı birimlerinden kastı, yukarı – aşağı, aydınlık – karanlık gibi kategoriler, iyi – kötü ve demokratik – demokratik olmayan sınıflandırmalardan ise ideolojik sistemler kastedilmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 14). Michael Hofmann, Kültürlerarası Edebiyat Bilim adlı çalışmasında kültür kavramını açıklamaya çalışırken Clifford Geertz, Terry Eagleton ve Doris Bachmann-Medick’in kültür tanımlarına değinmiştir. Geertz, kültürü insanın içerisine bulaştığı anlam ağına benzetirken; Eagleton belirli bir grubun yaşam tarzını oluşturduğu değer, gelenek, inanç gibi normların tamamı olarak tanımlar. Medick ise kültürü, yazılanların veya konuşulanların dışında metinlerin konumu olarak tanımlamaktadır (Hofmann, 2006: 9). Geertz’in desteklediği kültür tanımını, daha çok semiyotik bir tanım olarak kabul edilmektedir. Geertz’e göre insan, insanların kendisi tarafından oluşturulan anlam ağına sıkı sıkıya bağlıdır; kültür de bahsi geçen bu ağdan ibarettir (Blumentrath ve diğ., 2007, 14). Öte yandan Hofmann, Clifford Geertz, Terry Eagleton ve Doris Bachmann-Medick’in yaptığı kültür tanımlarının yanı sıra Herder’in tanımına da yer vermektedir. Herder’e göre “kültür, bir toplumun sosyal grup olarak kimliklerinin gelişmesi için gerekli tinsel ve sanatsal eylemlerin tamamıdır” (Hofmann, 2006: 9). Blumentrath, Herder’in kültür tanımının içerik bakımından modern kültüre uygun olmadığını dile getirir. Bunu dile getirirken Wolfgang Welsch tarafından Herder’in kültür tanımına getirilen eleştiriyi göz önünde bulundurur. Welsch, Herder tarafından yapılan kültür tanımında, kültürün kapalı bir küreye veya otonom bir adaya benzetildiğini; toplumun mülki ve dilsel yayılımının da onunla eş değer olması gerektiğini savunmaktadır. Oysa kültür, sadece içe dönük farklılıklar göstermemektedir. Dışa dönük, yani diğer kültürlerle birçok bağlantısı olduğunu da görülmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 16-17). 7 Tarihte biraz geriye doğru gittiğimizde, farklı toplumların dönem dönem birbirleriyle kesiştiğini ve bu aşamada aralarında gerçekleşen her türlü alışverişin kendi kültürleri üzerinde de etkisi olduğu görülmektedir. Bu nedenle Welsch’in Herder tarafından yapılan kültür tanımına getirdiği eleştiri uygun karşılanmaktadır. Herhangi bir kültürün diğer kültürlerle etkileşim halinde olduğunu savunan diğer bir isimde Konrad Köstlin’dir. Köstlin’e göre, günümüzde her kültürün geçmişinde göç hareketleri ve fikir, nesne ve insan paylaşımı bulunmaktadır. Toplum, kendisini ne kadar homojen olarak tanımlasa da göç süreciyle oluşan bu durum onları çok kültürlü yapmaktadır (Köstlin, 2007: 365). Köstlin gibi Hofmann da, toplumların homojen bir kültüre sahip olmadığını, toplumu oluşturan bireylerin ideolojilerine, cinsiyetlerine, sosyal yaşantılarına ve benzer kriterlere göre birbirinden farklı kültürel öğeler taşıyabileceklerini dile getirmektedir (Hofmann, 2006: 10). Welsch, Köstlin ve Hofmann’ın bahsettiği gibi homojen bir kültürün varlığını bile düşünemeyiz. Her ne kadar haritalar üzerine sınırlar çizilmiş olsa da, günümüzde farklı kültürlerin birbirleri ile etkileşim halinde oldukları bir gerçektir. Farklı toplumların birbirleriyle kesişmeleri ya da günümüzde sıkça rastlanan, ekonomik koşulları daha ferah olan ülkelere göç eden insanlar beraberlerinde kendi kültürlerini de getirmektedirler. Đçerisinde farklı kültürleri barındıran toplumlar üzerinde yapılan araştırmalarda kültürlerarasılık, çok kültürlülük veya transkültürlülük gibi kültür ile bağlantılı yeni kavramların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Kültürlerarasılık, çok kültürlülük veya trans-kültürlülük kavramları üzerinde birçok görüş bulunmaktadır. Kimileri bu kavramları eş değer görürken, kimileri bunları ayrı ayrı sınıflandırmaktadır. Hatta bazı kesimler bir kavramı yok sayarken diğerini ön plana çıkartmaya çalışmaktadır. 1.1.1.1. Kültürlerarasılık (Interkulturalität) Kültürlerarasılık, iki veya daha fazla kültür arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadır. Günümüzde kültür ve edebiyat bilim alanlarında yapılan araştırmalarda karşımıza sıkça çıkan kavramlardan biridir. 8 “Kültürlerarasılık, tek kültür algısının getirdiği sıkışıklıktan kurtulmak için bir yöntemdir. Bu sayede kültürlerarasılık, modern topluma daha dikkatli ve anlayışlı bir şekilde yaklaşılır” (Chiellino, 2007: VII). Modern toplumlar üzerinde yapılan her çalışmanın kültürlerarasılık kavramından bağımsız olması beklenilemez. Bilimsel alanda yapılan çalışmaların da kültürlerarası boyutları mevcuttur. “Kültürlerarasılık, farklı kültürlerarası ilişkilerin felsefi ve kültürel görüş ve fikirlerini içeren bir kavram” (Baytekin, 2006: 80) olarak da tanımlanabilir. Kültürlerarasılık, iki (veya daha fazla) öznenin karşılaştığı konum üzerinde durur. Kültürlerarasılığın görüngüsü içerisinde kesin sınırların kaybolduğu ve karşılaşma sürecinde yenilerinin oluştuğu bir ara mekan (Alm. Zwischenraum) tanımlanmaktadır (Hofmann, 2006: 12). Hofmann, kültürlerarasılığın ara mekanlar üzerinde yoğunlaştığını dile getirirken, Görling bir adım daha ileri gider ve kültürlerarasılığın sadece ara mekanlar üzerinde yapılan çalışmalardan ibaret olmadığını belirtir. Görling’e göre kültürlerarasılık, sadece olası kültürel oluşumlar arasındaki ara mekanları araştırıp sorgulamakta, diğer yandan kültürlerarası birimleri de tutarsız sonuçlar olarak algılamakta, yani kültürlerarası olarak içeride de yeni birimler aramaktadır (Blioumi, 2002: 29). Günümüzde kültürlerarasılık kavramı, farklı perspektiflerden bakılsa da birçok bilim dalında yerini almış bulunmaktadır. Gelişen teknolojiye paralel olarak toplumlar arasındaki sınırların yavaş yavaş ortadan kalkması, iki veya daha fazla toplum arasında gerçekleşen iktisadi ve kültürel alışverişler, kültürlerarasılık kavramının önemini arttırmaktadır. Kültürlerarasılık, son yıllarda özellikle Almanya’da birçok bilimin temelinde merkez bir kavram olarak yerini almaktadır. Özellikle 80’li yıllardan bu yana edebiyat bilimi çatısı altında ele alındığında Kültürlerarası Germanistik kapsamında merkezi bir kavram sayılan ve DaF’ın bir alanı olarak ele alınan kültürlerarasılık kavramı, günümüzde kültürlerarası edebiyat biliminin de temel konsepti sayılmaktadır (Esselborn, 2007: 12). Öte yandan Alman Edebiyatı’nda son yıllarda Alman ve yabancı kökenli yazarların eserlerinde kültürlerarası imgelere yer vermesi, roman kahramanlarının köken yönüyle 9 çeşitlilik göstermesi, roman içerisinde yer alan olayların, kültürlerarası sürecin oluşturduğu ara mekanlarda gerçekleşmesi ve bu mekanların sadece Almanya ile sınırlı kalmaması, edebiyat alanında kültürlerarasılığın önemini daha da arttırmaktadır. 1.1.1.2. Çok Kültürlülük (Multikulturalität) Kültürlerarasılık kavramının yanında çok kültürlülük kavramına da toplum üzerine yapılan çalışmalarda sıkça rastlanılmaktadır. Çok kültürlülük, belirli sınırlar içerisinde iç içe veya yan yana yaşayan ve kültürleri farklılık arz eden bireyler için kullanılan bir kavramdır. “Çok kültürlülük gibi kavramlar hem gerçekliğin kültürleştirilmesini, hem de yabancıyla olan tartışmanın kabullenmesinde vurgulanmaktadır” (Chiellino, 2007: 373). Günümüz modern toplumların homojen bir yapıya sahip olmaması ve sürekli dışarıya açık olması nedeniyle, kültür kavramı bu toplumları tanımlamaya yeterli gelmediği için çok kültürlülük kavramı ortaya atılmıştır. Çok kültürlülük kavramı birçok çevreden kabul görse de, kavramla ilgili eleştirilerde bulunan araştırmacılar da yok değil. Özellikle bunlardan biri de Welsch’dir. O, günümüzde sıkça kullanılan, aynı toplumun içerisinde birbirinden farklı kültürlerin birlikte ve yan yana varlığını sürdürdüğünü, bununla birlikte bu kültürlerden her birinin kendi içinde kapalılık ve homojenlik oluşturduğunu iddia eden çok kültürlülük kavramını eleştirmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 16). Welsch çok kültürlülük kavramını ne kadar eleştirse de, çok kültürlülük kavramının günümüzde birçok çevre tarafından kullanıldığı bir gerçektir. Kültür ve edebiyat bilim çalışmalarında çok kültürlülük kavramına sıkça yer verilmektedir. Hatta son zamanlarda Almanya ve kendisi gibi çok kültürlü bir ortama sahip olan diğer ülkelerde çoğunlukla yabancı kökenli yazarların eserlerinde çok kültürlü bir hikayeye yer vermesi, kültürlerarası edebiyat ve çok kültürlü edebiyat kavramlarının oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunmaktadır. 1.1.1.3. Trans-Kültürlülük (Transkulturalität) Kültürlerarasılık ve çok kültürlülük kavramları yanında bir de trans-kültürlülük kavramı bulunmaktadır. “Trans-kültürlülük iç farklılıkların ve karmaşık olan modern 10 kültürlerin sonucu meydana gelmektedir” (Welsch, 1999). Welsch, trans-kültürlülük kavramını öne sürerken, bu kavramı “eleştirdiği çok kültürlülük kavramına alternatif olarak düşünmüştür” (Blumentrath ve diğ., 2007: 16). Çok kültürlülük kavramını uygun bulmayan Welsch’e göre trans-kültürlülük, birbirinden farklı veya birbirlerinin tamamen zıttı olan iki kültürün karşılaşmasının sonucunda aralarındaki sınırların yok olmasıyla oluşmaktadır (Wikipedia, 2009). Kültürlerarasılığın aksine trans-kültürlülükte ara mekan söz konusu değildir. Her ikisinde de sınırlar yok olmasına rağmen, kültürlerarasılıkta iki kültürün iç içe geçmesi sonucu yeni bir sınır çizilmekte, yani ara mekan oluşturulmaktadır. Esselborn, Welsch’in trans-kültürlülük kavramını ortaya atmasının nedenini sosyal homojenleşme, etnik temelleşme ve kültürlerarası sınırlardan bahseden Herder’in klasik kültür kavramına karşılık ve günümüzdeki kültürlerin göç, ekonomik/kültürel bütünleşme ve bağımlılık nedeniyle melez kültür (Alm. hybride Kulturen) olarak görülmesine bağlamaktadır (Esselborn, 2007: 13). Fiili olarak kültürlerimiz, homojenliklerini yitiren, geleneksel sınırlarını aşan ve transkültürel olarak tanımlanan yeni bir şekle girmiştir. Günümüzde kültürel ilişkiler geniş ölçüde çeşitlilik ve iç içe geçmiş olarak tanımlanmaktadır (Blumentrath ve diğ., 2007: 16-17). Trans-kültürlülüğün oluşumunda kültürler arasındaki sınırların kalkmasıyla “yeni bir evrensel kültür oluşmamaktadır. Aksine içerisinde trans-kültürel imgeler taşıyan birey ve topluluklar oluşmaktadır” (Wikipedia, 2009). Kültürlerarasılık ve trans-kültürlülük kavramlarının aksine çok kültürlülük belirli sınırlar üzerine kurulu bir kavramdır. Birçok çevre tarafından “kültürlerarasılık kavramı, çok kültürlülüğü ve trans-kültürlülüğü açıklayan bir üst kavram olarak kabul edilmektedir” (Blumentrath ve diğ., 2007: 53). Elimden geldiği kadar açıklamaya çalıştığım kültürlerarasılık, çok kültürlülük ve transkültürlülük kavramlarının ayrılığı konusunda bilimsel çevrelerde her hangi bir uzlaşmanın olmadığı görülmektedir. Her ne kadar biri diğerinin yerine konulmaya çalışılsa da, kültürlerarasılık kavramının birçok bilim dalında yer aldığı ve diğer iki kavramdan daha çok kullanıldığı bir gerçektir. 11 1.1.2. Yabancılık (Fremdheit) Günümüzde küreselleşme yolunda ilerleyen dünyamızda toplumlar arasındaki sınırların da yavaş yavaş aşılması ya da kalkmasıyla birlikte, bilinen ile bilinmeyenin, yani yabancılık kavramının öneminin değer kazandığını görüyoruz. “Yabancı kültürlerle karşılaşma, bireysel ve toplumsal koşullar sistemi ile şekillenir. Başkalık ve farklılığın iletişim aracı olan yabancılık ve kültürel ayrıcalık bu nedenle büyük değerler olarak görülür” (Baytekin, 2006: 80). Đnsanoğlunun bilinmeyenle karşılaşmasında her zaman yabancılık olgusu mevcuttur. Özellikle de tanımadığı veya sadece yüzeysel olarak tanıdığı yabancı kültürlerin içlerine daldıkça, kendi kültürüne yabancı olan olgularla karşılaşacaktır. Yabancılık kavramına değinirken, yabancı kavramını da tanımlamaya çalışacağım. “Yabancı kavramı Alman dilinde birbirinden farklı birçok anlamda kullanılmaktadır. Almancada kullanılan yabancı kavramı diğer dillerde farklı kelimelerle karşılanabilmektedir” (Hofmann, 2006: 14). Hofmann yabancı kavramını açıklamaya çalışırken, üç değişik tanım kullanmıştır. 1- Yabancı, kendi alanı dışında bulunan bir şeydir. Dolayısıyla yabancılık, deneyimleri bilinen çevrelerden gezi, fetih, kolonileşme veya savaş amacıyla uzaklaşmakla bağdaşmaktadır. Bu anlamda kullanılan yabancı kavramı, önemli olan diğer Avrupa dillerinde externum, peregrinum, foreigner ve etranger olarak kullanılmaktadır. 2- Yabancı, başkasına ait olan bir şeydir. Bu bağlamda bağlı bulunan uyruk da önemli bir rol oynamaktadır. Latince ve Đngilizce’de bu anlama karşılık gelen kelimeler sırasıyla alienus ve alien’dir. 3- Yabancı, bilinmeyen türden ve alışılmadık olandır. Burada yabancı, güvenilmeyen bir şey olarak algılanır. Fransızca ve Đngilizcede bu anlama karşılık veren kelimeler etrange ve strange’dir (Hofmann, 2006: 15). Birinci ve üçüncü maddelere değinmeden önce, Hofmann’ın ikinci maddedeki tanımına, köken açısından somut örnekler vererek, tanımın daha net bir şekilde anlaşılmasını sağlayalım. Spagetti, salata, pasta, jeans, ketçap, curry, McDonald’s, 12 Coca-Cola, Döner, Kebap, Rakı, Đtalyan ve Çin restoranları, Đngiliz Publar… Bunlar topluma entegre olmuş yabancı kökene sahip olan birkaç örnek olarak gösterilebilir (Köstlin, 2007: 366). Modern toplumlarda, yani büyük şehirlerde yaşayan insanlar için yukarıda saydığımız örnekler ilk etapta yabancı gelmiyor. Ufak bir çocuk bile büyüme çağında bunlarla o kadar yakın olmuş ki, bunların kendi kültürünün bir parçası olduğunu düşünüyor. “Alışıldığı gibi yabancı olan her zaman buradaydı. Bazen mevcudiyetini öyle bir sürdürüyor ki, kökenini bile algılanamıyor” (Köstlin, 2007: 366). Köken olarak yabancı sayılan, fakat günümüz modern toplumlarda yabancılığı fark edilemeyecek hale gelen yukarıdaki somut örnekler, hemen hemen her kültürde yerini almıştır. Đkinci maddede yapılan tanımı somut örneklerle açıkladıktan sonra üçüncü ve birinci maddeler üzerinde biraz duralım. Her ne kadar üçüncü maddede yapılan tanım birinci ile benzerlik taşısa da, farklılıklar içermektedir. Đlk yapılan tanımda yabancı kavramı daha olumlu koşullar altında, her hangi bir tereddüt yaşamadan elde edilir. Yabancı ile olan karşılaşma istekli bir şekilde gelişir. Oysa üçüncü madde de yabancı kavramı tanımlanırken, ortada bir güvenilmezlik, olağan bir tereddütlük duygusu vardır. Yabancı ile olan karşılaşma istemeden gelişir. “Bilinmeyen, tanınmayan, güvenilmeyen bir şey yabancı olarak algılandığında ne olur? Bir kültürün dinamik, yani istikrarlı olabilmesi için yabancının üstlendiği görev nedir? Yabancılığın dereceleri var mıdır?” (Wende, 2004: 109). Bu sorular, Hofmann’ın yabancı kavramı ile ilgili yaptığı üçüncü tanımdan yola çıkılarak, bilimsel çalışmalarda yabancılık ile ilgili sıkça sorulan ve üzerinde durulan sorulardır. 21. yüzyılda yabancılık kavramının anlamı üzerine çalışmalar yapıldıkça, insanlar kültürel bir meydan okumayla daha çok karşı karşıya kalacaklardır. Đşyerinde, alışverişte veya ikamet ettikleri yerde farklı kültürlerden gelen ve yabancı olarak nitelendirilen insanlarla bütünleşeceklerdir (Wende, 2004: 110). Spagetti, salata, pasta, ketçap, McDonald’s, Coca-Cola, Döner, Kebap… Yukarıda verdiğim bu somut örnekler, günümüzde yer aldıkları toplumlarla ilk karşılaşmalarında bilinmeyen olarak algılanmaktaydılar. Hatta bazı kesimler tarafından, farklı bir 13 kültürden geldiği için mevcut üretim koşullarının kendi kültürlerine uygun olamayacağı da göz önünde bulundurularak güvenilmeyen olarak da nitelendirilmişlerdir. Ama bugün bu somut örneklere bilinmeyen veya güvenilmeyen olarak bakılması söz konusu bile değildir. Dolayısıyla Hofmann’ın birinci ve üçüncü tanımda ileri sürdüğü olguların verdiğim bu somut örnekler üzerinde her hangi bir geçerliliği kalmamıştır. Wende’nin de belirttiği gibi, bunlar, günümüz modern toplumlarla bütünleşmiş, adeta onların birer parçası olmuştur. Yabancılık üzerine yapılan araştırmalarda kültür her zaman baş aktördür. Kültürleri bakımından birbirinden farklı olan insanların kültürel bir meydan okumayla karşı karşıya kalacağını Wende dile getirmişti. Bu nedenle “yabancı örneklerin anlaşılabilmesi için kültürel arka plan bilgilerin edinilmesi gerekir” (Becker, 2007: 229). Kültür ve edebiyat bilim çalışmalarını günümüzde paralel olarak yürütmektedir. Dolayısıyla edebiyat, kendisini okuyuculara güvenilir bir gerçeklik olarak sunduğu için yabancılık ile ilgili deneyimler üzerinde çalışmalar yürütebilir. Bunu yaparken de sosyal yaşamdaki farklılıkların şiddete yönelen tartışmalara yol açmaması için kültürlerarasılık ve yabancılık ile ilgili deneyimlerini deneysel/kurgusal bir şekilde sunar (Hofmann, 2006: 55-56). Son zamanlarda, özellikle de Avrupa’daki çok kültürlü toplum yapısına sahip olan ülkelerin güncel edebi ürünlerinde yabancılık kavramı ilk sırayı almaktadır. Edebiyat, konu olarak ele aldığı yabancılığı belirli durumlarda güvenilir kılabileceği gibi tamamen de yabancı olarak tanıtabilir. Bilineni yabancının, yabancıyı da bilinenin penceresinden aktarabilir. Yabancılığı daha da yabancı tanıtarak bilinen ile yabancılık arasındaki mesafeyi güçlendirir (Hofmann, 2006: 55). Kültürlerarası görüngüleri sunan edebi metinlerdeki yabancı kültürlerin tasviri, göç süreci ile birlikte değişikliğe uğramıştır. Şu ana kadar yabancı dıştan içe doğru aktarılırmış, şimdi ise içten dışa doğru aktarılmaktadır. Diğer bir değişle yabancı kendini anlatmaya başlamıştır (Allgaier, 2007: 156). Allgaier’in bahsettiği bu durum özellikle Almanya’da yazan Türk kökenli yazarlar için geçerlidir. “Almanca yazan Türk romancıları, yabancılık sorununu daha çok, yabancı 14 açısından dile getirmişlerdir” (Aytaç, 2005: 99). Feridun Zaimoğlu, Emine Sevgi Özdamar, Güney Dal gibi birçok Türk kökenli yazar, yabancılığı içten dışa, yani yabancının penceresinden kendi deneyimlerini eserlerinde paylaşmışlardır. 1.1.3. Melezlik (Hybridität) Melezlik (hibridite), birbirinden farklı en az iki sistemin karışımıyla meydana gelmektedir. Önceleri tarımsal alanlarda kullanılan melezlik kavramı, günümüzde sosyal bilimlerde yapılan, özelliklede kültürlerarası boyutu olan çalışmalarda sıkça kullanılmaya başlanmıştır. Melezlik kavramının kökeni olan melez (hibrid) kavramı, kökeni farklı olan iki nesne/sistem/varlığın birleşiminden ibarettir. Melez kavramını daha geniş bir bakış açısıyla değerlendirmek istersek, “farklı tartışmaları ve teknolojileri birleştiren geleneksel çizgilerin veya gösterge zincirinin birer karışımıdır” (Hofmann, 2006: 28) şeklinde açıklama yapmak mümkündür. Sosyal bilimlerde, özellikle kültür bilim çalışmalarında ele alınan melezlik, 19. yüzyılda dejenerasyon ve kimlik kaybı anlayışıyla bağdaştırılarak, toplumların karışımını engellemek amacıyla negatif bir anlam taşımaktaydı. Melezlik kavramı, 80’li yıllardan sonra heterojen konseptler, dil oyunları ve yaşam biçimlerin çoğunluğunu vurgulamak amacıyla bugünkü pozitif anlamını postmodern ve postyapısalcılık konjonktürüne borçludur (Blumentrath ve diğ., 2007: 53). Özellikle sömürgecilik sonrasında oluşan modern toplumlarda, birbirinden farklı kültürlerin yer alması ve bunun günümüzde daha da belirginleşmeye başlamasıyla birlikte, melezlik kavramının önemini de arttırmaktadır. “Tek bir kültürün aykırılaşan akımların karışımı ile farklı kültürlerin farklı eğilimlerin karışımından oluşan melezlik, post-sömürgecilik mevcudiyetinin temel şartıdır” (Hofmann, 2006: 28). Melezlik, birey profiline ve kolektif benliğe dayanır. Bireysel mevcudiyetten oluşan karışımları şekillendirerek belirli sınırlar içerisinde birbirinden farklı yaşam birliklerinin tanımasını teşvik eder. Melezlik, ulusal sınırlar içerisinde birden çok kültürün bir arada yaşamasını ve birbirleriyle etkileşim halinde olmasını desteklediği için mono-kültürel anlayışın karşıtıdır (Blioumi, 2002: 31). 15 Melezlik ile şu ana kadar yaptığımız tanımlamalardan yola çıkarsak, melezliğin çok kültürlülükle eşdeğer bir olgu olduğunu söyleyebilir miyiz? Melez kültürden bahsederken, yeni bir kültürden mi bahsediyoruz? Her ne kadar melezlik ile çok kültürlülük birbirlerine eşdeğer birer olgu olarak görülse de, çok kültürlülüğün içerisinde halen belirli sınırlar çizilmektedir. En azından A kültür veya B kültürden bahsetmemiz mümkündür. Fakat melezlik olgusuna baktığımızda, var olan sınırlar kaldırılmakta, hatta yeni sınırlar çizilmektedir. Az önceki örnekte verdiğim gibi ortaya çıkan ürünün kökenleri A ve B kültürüne dayanmaktadır. Fakat ortaya çıkan ürüne ne A kültürü diyebiliriz, ne de B kültürü. Adına ancak melez kültür diyebiliriz. 1.1.4. Üçüncü Alan (Dritter Raum) Farklı kültürlerin karşılaşması ile birlikte ara mekanlar oluşmaktadır. Birbirleriyle karşılaşan kültürlerin kökenleri ile beslenen bu ara mekan ‘üçüncü alan’ olarak tanımlanır. Üçüncü alan kavramını dile getiren kişi Homi Bhabha’dır. “Bhabha, üçüncü alan kavramını geliştirirken kültürel melezlik (Alm. kulturelle Hybridität) kavramından yola çıkmıştır” (Blumentrath ve diğ., 2007: 24-25). Günümüzdeki modern toplumların homojen bir yapıya sahip olmadığını, kültür kavramını açıklarken dile getirdim. Farklı kökenlerden gelen bireylerin topluma karışmasıyla birlikte meydana gelen kültürel melezlik, modern toplumların göz ardı edemediği bir gerçektir. Dolayısıyla “üçüncü alan, içerisinde melezliğin bulunduğu bir alandır” (Hofmann, 2006: 29) diyebiliriz. Hofmann, üçüncü alan kavramını ele alırken, bireylerin geldiği kültür ile toplumun oluşturduğu kültür arasındaki nesnel farklılıkların, insanların yaşadığı kültürlerarasılığı tanımlamakta yetersiz kaldığını, yaşanılan kültürlerarasılığın ancak üçüncü alan ile tanımlanabileceğini (Hofmann, 2006: 13) dile getirmiştir. Hofmann’ın üçüncü alan hakkında yaptığı bu tanımlamadan, toplum içerisindeki kültürel farklılıkların üçüncü alan dediğimiz sınırlar içerisinde melez bir benlik gerçekliğini var ettiğini söyleyebiliriz. Pabor’a göre ise (2008: 137) “Homi Bhabha, gündeme getirdiği üçüncü alan olgusu ile göç alan topluluklar içerisindeki trans-kültürel durum için farklı kültürlerin karşılaştığı ve karşılıklı olarak birbirlerini etkilediği bir ortam hazırlamaktadır”. 16 Üçüncü alan kavramıyla ilgili yukarıda yer verdiğim görüşlerden hareketle, Almanya’da yabancı kökenli yazarların büyük bir çoğunluğunu oluşturan Türk kökenli yazarların eserlerinde işlenen konuların üçüncü alanda gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu noktada örnek olarak, eserleri araştırma konusu olan Emine Sevgi Özdamar verilebilir. 2006 yılında Kiepenheuer – Witsch yayınevi tarafından yayınlanan ‘Sonne auf halben Weg: Die Berlin - Đstanbul Triologie’ isimli kitabı bunun kanıtıdır. “Emine Sevgi Özdamar, çocukluğunu yaşadığı ülkenin kültürü ile anadili olan Türkçenin kalıplarından beslenen bir üçüncü alan oluşturmayı deniyordu” (Kuruyazıcı, 2001: 23). Şu ana kadar ele aldığım kavramlar, daha önceden de belirttiğim gibi Kültürlerarası Edebiyat’ın merkezinde tartışılan olgulardır. Bunların her biri Kültürlerarası Edebiyat olgusunun nasıl oluştuğunu, Kültürlerarası Edebiyat üzerinde yapılan tartışmaların nasıl şekillendiğine dair net fikirler vermektedir. 1.2. Kimlik Arayışları Almanya’daki yabancı kökenli yazarlar, yazma faaliyetlerine başladığı tarihten günümüze kadar, yazdıkları eserler ve kendileri hakkında sürekli tartışmalar olmuştur. Bu tartışmalar halen de yapılmaktadır. Bu tartışmaların en önemli noktası, bu yazarların ve kendi eserlerinin hangi kimlik altında sınıflandırılacağı, yani hangi ulusal edebiyata dahil edileceği üzerinedir. Yazarın kökeni dahil edileceği ulusal edebiyatın belirleyicisi olabilir mi? Roman kahramanının Türk, Alman, Rus veya her hangi başka bir ırktan olması o eserin ilgili ulusal edebiyata ait olduğunu söyleyebilir miyiz? Romanda geçen mekanın Türkiye’nin her hangi bir yerinde olması, o romanı Türk romanları sınıfına dahil eder mi? Ya da bir eserin yazıldığı veya yazarın kullandığı dil, onun hangi edebiyattan olduğunu söyleyebilir mi? Yazarın kökeni üzerine duran sorunun cevabını verebilmek amacıyla somut örnek vermek gerekirse Almanya’daki Türk kökenli yazarlar, bazı kesimler tarafından Türk Edebiyatı’nın birer uzantısı olarak görülse de, çoğu tartışmaların odak noktası, bu eserlerin dili Almanca olması, sınıflandırılacakları edebiyatın da Alman Edebiyatı olmasından yanadır. Belirttiğim bu tartışma her ne kadar bunlarla ilgili sınıflandırma için önemli bir etken teşkil etse de, beni ilgilendiren 17 kısım bu yazarların hangi edebi tür ile anıldıkları, yani kendilerine yakıştırılan kimliklerdir. Yabancı kökenli yazarları ve ürettikleri eserleri tanımlayabilmesi amacıyla ortaya atılan ve ilk kavramlardan biri olan ‘Konuk Đşçilerin Edebiyatı’ (Alm. Literatur der Gastarbeiter), 80’li yılların başında CON-Verlag’ın Güney Rüzgarı Dizisi Konuk Đşçi Almancası (Alm. Südwind-Gastarbeiterdeutsch) adı altında gündeme getirildi (Chiellino, 2007: 389). “Südwind Gastarbeiterdeutsch, konuk işçilerin yazdıklarını kendilerinin ilk kez düzenli olarak yayımlama denemesidir. Dizinin amacı, bu dağınık, önem verilmeyen ve bastırılan yazını gün ışığına çıkartmaktır” (Kuruyazıcı, 2001: 11). Konuk Đşçilerin Edebiyatı kavramının gündeme getirildiği bu dönemde, aynı zamanda kendileri de yabancı kökenli olup da yazdıkları eser dili olarak Almancayı seçen “Franco Biondi ve Rafik Schami tarafından ‘Acı Çekenlerin Edebiyatı’ (Alm. Literatur der Betroffenheit) kavramı proje olarak gündeme taşındı” (Chiellino, 2007: 389). Daha sonraki yıllarda “Harald Weinrich, dışarıdan yapılan Alman Edebiyatı (Alm. Eine deutsche Literatur von aussen) ve Konuk Đşçi Edebiyatı (Alm. Gastarbeiterliteratur) kavramlarından” (Chiellino, 2007: 389) bahsedecektir. Aynı dönemde Konuk Đşçi Edebiyatı’ndan söz eden diğer bir isim de Irmgard Ackerman’dır. Harald Weinrich ve Imgard Ackerman tarafından gündeme getirilen Konuk Đşçi Edebiyatı, “devamlı olarak konuk işçi kavramını gündeme taşımak amacıyla oluşturulmuştur” (Stratthaus, 2005: 28). Daha sonraki yıllarda Konuk Đşçi Edebiyatı hakkında yapılacak negatif eleştiriler, aşağıda da belirteceğim gibi, bu kavramın geçerliliğini kaybetmesine ve yerini Yabancılar Edebiyatı’na bırakmasını sağlayacaktır” (Esselborn, 2007: 19). Konuk Đşçi Edebiyatı ile ilgili yapılan negatif eleştirilere çalışmamın birinci bölümünde yer verdim. Harald Weinrich’in önerdiği dışarıdan yapılan Alman Edebiyatı’na tepki olarak Suleman Taufiq, içeriden yapılan edebiyat (Alm. Eine Literatur von innen) ve Zafer Şenocak, Köprü Edebiyatı (Alm. Brückenliteratur) kavramından söz eder” (Chiellino, 2007: 389). Yabancı kökenli olup da eserlerini Almanca yazmayı tercih eden Suleman Taufiq ve Zafer Şenocak, dile getirdikleri bu kavramlar sayesinde, gündemde olan kimlik tartışmasında söz sahibi olmaya çalışmışlardır. 18 Önceki yıllarda Konuk Đşçi Edebiyatı’ndan söz eden Harald Weinrich, daha sonradan ikinci bir atılım gerçekleştirerek, yalnız Almanların olmayan edebiyat (Alm. Eine nicht nur deutsche Literatur) ve Yabancılar Edebiyatı (Alm. Ausländerliteratur) kavramını gündeme taşır. Daha önceden de olduğu gibi Irmgard Ackerman’da Yabancılar Edebiyatı’ndan söz edecektir. Ama daha öncesinde Heimke Schierloh, yabancı kökenli yazarlara daha fazla ilgi çekebilmek amacıyla Göçmen Edebiyatı (Alm. Migrantenliteratur) kavramından bahseder (Chiellino, 2007: 389-390). Anlaşıldığı gibi 80’li yıllarda yabancı kökenli yazarların ürettikleri bu edebiyat ile ilgili olarak birçok kavram ortaya atıldı ve geçerliliklerini kısa sürede yitirerek yerlerini yeni kavramlara bırakmak zorunda kaldı. Sonraki yıllarda bu yazarların konuk değil de, göçmen olduğunun kabul edilmesiyle birlikte, daha önceden ortaya atılan ve yukarıda bahsettiğim kavramların tamamının yerine Göçmen Edebiyatı kavramı kullanılmaya başlandı. Göçmen Edebiyatı kavramı hakkındaki bulgularım, çalışmamın ikinci bölümünde yer aldığı için, burada bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgi vermeyi gerek görmüyorum. Göçmen Edebiyatı, her ne kadar günümüzde bazı kesimler tarafından dile getirilmeye devam edilse de, bahsi geçen yazarların gün geçtikçe Almanya’da sağlam bir konum elde etmeleri, bunun yanında çeşitli edebiyat ödüllerine de layık görülmeleri, edebiyata kültürlerarası bir boyut kazandırmaya başlamıştır. Đlk başlarda konuk işçi kavramıyla, daha sonra yabancılar, köprü, acı çekenler, göç, göçmen gibi birçok isimle anılan bu yazarların yaptığı edebiyatın, başlangıçtan günümüze kadar oluşan süreçte edebiyatın kazandığı kültürlerarası boyut, Karl Esselbron’un yaptığı çalışmalarda görülmektedir. Đlk başlarda farklı ve kayıp olarak algılanan acı çekenlerin bakış açısı, yazarların kültürler arasında sınırları aşan bir rolün üstlendiği uluslararası veya uluslar ötesi bir bakış açısıyla yer değiştirdi. Oluşan bu melez edebiyat, hiç kuşkusuz yüksek bir kültürlerarası potansiyele sahiptir (Becker, 2007: 214). Bahsi geçen Konuk Đşçilerin Edebiyatı, Acı Çekenlerin Edebiyatı, Dışarıdan Destekli Alman Edebiyatı, Konuk Đşçi Edebiyatı, Güney Rüzgarı Edebiyatı, Đçeriden Destekli Edebiyat, Köprü Edebiyatı, Yalnız Almanların Olmayan Edebiyat, Yabancılar Edebiyatı, Göçmen Edebiyatı gibi kavramların belirttiği mekanlar merkezi olmaktan 19 çok marjinallikleri ile ön plana çıkmaktaydılar. Đlgili edebi olguya yapılan bu yakıştırmalar, Alman Edebiyatı’nın dışında, kenarında veya ötesinde bulunan taksonomi mekanına dahil edilmeye çalışılıyordu (Amodeo, 2002: 78). Đlgili kesimin dahil olduğu edebiyatın konumunu belirlemeye çalışan bu kavramların yüzeysel kalması, kısa bir zaman içinde mevcut bir kavramın geçerliliğini yitirmesine ve yerine yenisinin gelmesine neden oluyordu. Oysa edebiyatın konumunu yazarın, eserlerde kullanılan figürlerin ve mekanların farklılığı değil, eserin yazıldığı dil belirlemektedir (Chiellino, 2007: 391). Almanya’da farklı kültürlerden gelen yazarların 60’lı yıllardan beri düştüğü kimlik bunalımını, yüzeysel de olsa yukarıdaki satırlarda açıklamaya çalıştım. Görülüyor ki, günümüze kadar işleyen bu süreç içerisinde, bahsi geçen grubun kimliğinin belirlenmesinde hem akademik camiadan, hem de grubun içerisinden fikirler ortaya atılmış, kimisi geçici bir süre de olsa birçok kesim tarafından kabul görmüş, kimisi de sadece anıldığı gibi kalmıştır. Bunca yıldır Alman toplumunun, kendisini göç alan, melezleşmeye doğru giden bir toplum olarak görmemesi ve yabancı yazarların kendilerini geçici statüde görmeleri, kendilerinin her zaman yabancı olarak algılanmasına sebep olmuştur. Almanya, toplum olarak kendi içlerinde azınlıkta da olsa farklı kültürler barındırdığını, diğer bir ifadeyle melezleşmiş oldukları hakkındaki gerçeği kabul etmesiyle yabancı olarak görülen yazarların bu süreçte gelişen problemlere nasıl ışık tutacaklarının farkına varmaya başlamıştır. Onları birer yabancı değil, geldikleri kültürlerin birer temsilcisi olarak görmeye başlamışlardır. Farkına vardıkları bu gerçeklik, onların edebiyatta da değişik alternatifler üretmelerine, yani Kültürlerarası Edebiyat kavramının doğmasına neden olmuştur. 20 BÖLÜM 2: TÜRKLER’ĐN “ALMANYA’YA GÖÇ” OLGUSU VE GÖÇÜN EDEBĐYATA YANSIMASI 2.1. Göçmenlerin Oluşturduğu Edebiyat: Göçmen Edebiyatı 2.1.1. Göç Kavramı Göç, birey veya toplumların siyasal, ekonomik, sosyal veya coğrafi nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere hareketine denir. Diğer bir ifadeyle göç “bir yerleşim biriminden, bir siyasi sınırı olan toprak parçasından başka bir birime doğru, fert, grup veya kitle halinde gerçekleşen bir hareket” (Seyyar, 2008: 154) olarak tanımlanır. Tarihi incelediğimizde göç kavramı insanoğlunun hayatında her zaman yerini almıştır. Đnsanoğlu daha elverişli koşullarda hayatını devam ettirebilmek amacıyla bir yerden başka bir yere göç etmiştir ve halen etmeye devam ediyor. Geçmişte göçü tetikleyen unsurların başında düşman işgalleri, toplu sürgünler, dini ve etnik çatışmalar gibi topluluklar arası savaşlar ile kuraklık, kıtlık gibi olumsuz coğrafi koşullar gelmekteydi. Günümüzde ise göçü tetikleyen en büyük unsur ekonomik koşullardır. Derinlemesine bir inceleme yaptığımızda göçe sebebiyet veren etkenleri çekme ve itme etkenleri diye ikiye ayırabiliriz. Çekme etkenleri bireyin yaşadığı mevcut koşullardan daha iyi koşullara ulaşma isteğidir. Diğer bir deyişle gönüllü gerçekleştirdiği bir göç şeklidir. Çekme etkenleri 6 maddeden oluşmaktadır. Bunlar; “Kültürel hayranlık Macera arzusu Farklı bir hayat kurma isteği Güçlü bir devletin mensubu olma Yurt dışında daha iyi sağlık, konut ve eğitim hizmetleri edinme Ekonomik avantajlar” (Seyyar, 2008: 154). 21 Đtme etkenleri ise, insanın yaşadığı olumsuz koşullardan daha olumlu koşullara ulaşmak için gerçekleştirdiği göç türüdür. Anlaşılacağı üzere birey göçü gönüllü değil de zorunlu gerçekleştirmektedir. Đtme etkenleri 7 maddeden oluşmaktadır. Bunlar; “Toprağın fakirliği Düşük ücret Sınırlı iş imkanları Kıtlık Eğitim, sağlık ve diğer imkanlardan mahrum olma Sınırlı sosyal hareketlilik Geleneklerden uzaklaşma isteği” (Seyyar, 2008: 154). Türkiye’den Almanya’ya gerçekleşen işçi göçünün ilk dönemlerini göz önünde bulundurduğumuzda, giden işçilerin çoğunluğunun göçün itme etkenlerinden etkilenerek göç ettiğini söyleyebiliriz. Bu etkenler arasında da düşük ücret, sınırlı iş imkanı, sınırlı sosyal hareketlilik sayılabilir. Göç sadece bireylerin çeşitli nedenlerden dolayı bir yerden başka bir yere gitmesi olarak algılanmamalıdır. Bireylerle birlikte düşünceler, fikirler de yer değiştirmektedir, yani bir nevi göç etmektedir. Günümüz dünyasında her kültürün geçmişinde düşüncelerin, insanların ve nesnelerin değişimi, yani göçü yer almaktadır (Köstlin, 2007: 365). Topluluklar arasında düşüncenin göçünden bahsedildiğine göre, göç kavramı sadece sosyolojik açıdan değil, aynı zamanda felsefi ya da edebi açıdan da incelenebilir. Göç kavramının edebi açıdan incelenmesinde Hofmann çalışmasında Salman Rüşdi’nin göç kavramı üzerine getirdiği öneriye yer vermektedir. Göç, günümüzde en geniş kapsamlı metaforlardan biridir. Yunanca kökenli metafor kelimesinin anlamı, bir şeyi bir yerden bir yere aktarmaktır. Yani metafor göçün bir biçimini, düşüncelerin resme göçünü belirtmektedir. Göçmenler (bir yerden bir yere taşınan insanlar), metaforik varlıklardır ve göçün kendisi metaforik olarak düşünüldüğünde hepimizin hayatında göç yerini almıştır. Hepimiz sınırları geçiyoruz; buna göre hepimiz göçmen topluluklarız (Hofmann, 2006: 123). 22 Göç kavramını sosyolojik açıdan değerlendirmediğimizde, dünyadaki bireylerin tamamının bir şekilde göçten etkilendiğini söyleyebiliriz. 2.1.2. Göçmen Edebiyatı Kavramı Alman hükümeti ülkesindeki iş gücü açığını kapatmak amacıyla farklı ülkelerle yaptığı iş gücü alım anlaşması sonucu, birbirinden farklı kültürlere mensup insanlar çalışmak için Almanya’ya geldiler. Almanya’daki iş gücü açığını kapatmaya çalışan bu işçilerin, kültürel farklılıklarından dolayı sosyal yaşamlarında sorunlar baş gösterdi. Meydana gelen bu sorunları paylaşma yahut anlatma yolu olarak da edebiyat tercih edildi. Kökenleri farklı olan bu insanların yazmaya başlamaları ile birlikte Almanya’da yeni bir edebi tür doğmaya başladı. Oluşan bu edebi türün dile getirdiklerini polifonik, yani çok sesli olarak değerlendirebiliriz. Kullanılan dil, 1955’den beri Almanya’ya göç eden etnik azınlıkların ulusal dillerinden oluşuyordu. Türkler arasında kendi ulusal dilini tercih edenler Aras Ören, Güney Dal, Aysel Özakın ve Habib Bektaş’tır (Chiellino, 2007: 54). Burada polifonik olarak kastedilen, yazmaya başlayan yabancı yazarların birbirinden farklı kültürlerden geldiği, yazarken yazdıkların kendi kültürlerinden de bir şeyler kattığı, bu nedenle ortaya çıkan yazıların çok kültürlü olduğudur. Yabancı kökenli yazarların yazdıkları, hem Almanların hem de kendileri gibi çalışmak amacıyla Almanya’ya gelen ve yabancı olan diğer işçilerin ilgisini çekiyordu. Dolayısıyla yazılanların birçoğu daha sonradan Almancaya çevriliyordu. Bu nedenle “yeni doğan bu edebi türde başlangıç safhasında ağırlıklı olarak çeviriler hakimdi. Yabancının kullandığı dil hala yabancı bir dildi” (Şölçün, 2007: 136). Başta işçilerin ikametlerine geçici bakıldığından, doğan yeni edebi türe Konuk Đşçi Edebiyatı denildi. “Peki bu isim neye göre verildi? Yazarların konuk işçi olmasından mı, yoksa yazdıkların konuk işçilerin sorunlarını içerdiği için mi? Belki her ikisi de: Yetmişli yıllarda ilk kez kaleme sarılanlar konuk işçiydi ve göç konusunu işliyorlardı” (Kuruyazıcı, 2001: 8). Oysa konuk işçi kavramının edebi ürünlerle ilişkilendirilmesi ne kadar mantıklıydı? Yazan her hangi bir konuk işçinin ileride bir gün çekip gideceğini düşünmek ne kadar doğru olur? (Stratthaus, 2005: 24). Bu sorular, konuk işçi edebiyatı kavramının kullanımının ne kadar uygun olup olmadığını düşündürüyor. 23 Stratthaus, konuk işçi kavramının edebi ürünlerle ilişkilendirilmesinin ne kadar doğru olduğunu sorsa da, Almanya’da, özellikle de 70’li ve 80’li yıllarda, kendilerine konuk işçi olarak bakılan yabancı kökenli yazarlar için böyle bir kavram kullanıldı. “Yazarların fiilen konuk işçi olarak nitelendirildiğini edebiyat tarihi göstermektedir. Almanca yazmalarına rağmen Almanya’da 70’li yıllardan beri Alman ulusal edebiyatının dışında bir grup oluşturan yazar göçmenler bulunmaktadır” (Stratthaus, 2005: 24). Aysel Özakın ve Fakir Baykurt gibi siyasi nedenlerden ya da Alev Tekinay gibi eğitim amacıyla Almanya’ya gelenlerin yazmaya başlamasıyla, yazarların kimliği de değişmiştir. Seksenlerde konuk işçi edebiyatından söz etmek yanıltıcı olacaktır (Kuruyazıcı, 2001: 9). Heimke Schierloh, Almanca yazan yabancı kökenli yazarlara “daha fazla dikkat çekebilmek için 1984 yılında Göçmen Edebiyatı kavramını kullandı” (Chiellino, 2007: 389). Göçmen Edebiyatı kavramının konuk işçi edebiyatının yerini almasındaki en belirgin faktörler arasında konuk işçi kavramının uygunsuz bir kavram olması ve yazarların konuk işçi konumundan çıkması yatmaktadır. Varlıklarına geçici olarak bakılan işçilerin, ne zaman kalıcı oldukları anlaşıldığında, kendilerine hiçbir zaman misafir gibi davranılmayan, üstelik neredeyse hiç işçi olmayan yazarlar için tanımlanan ataerkil ve küstah bir kavramdan ibaret olan Konuk Đşçi Edebiyatı, zamanla yerini Göçmen Edebiyatı kavramına bıraktı (Hofmann, 2006: 201). Konuk işçi edebiyatı kavramının yerinin göçmen edebiyatı kavramı tarafından doldurulmasını yorulmayanlardan biri de Blumentrath’tır. Konuk Đşçi Edebiyatı, özellikle 70’li ve 80’li yıllarda gündemdeydi. Almanya’da yaşayan birçok yabancı kökenli yazar, yazdıkları metinleri antoloji olarak yayınlıyorlardı. Yazılanların içeriği, ülkelerini çalışmak için terk eden ve para kazanmak için Almanya’ya geldikleri için Almanlar tarafından ikinci sınıf muamelesi gören insanların düşüncelerini ve duygularını taşıyordu. 80’li yılların sonlarına doğru anlaşıldı ki, konuk dedikleri işçiler kalmaya niyetliydi. Bu bağlamda sadece yazılanların içeriği değişmedi. Değişen onlar için tanımlanan edebiyatın adıydı. Küreselleşmenin süreci dahilinde dünyada gerçekleşen göç hareketleri nedeniyle 24 göçmen edebiyatı, konuk işçi edebiyatının yerini almıştır (Blumentrath ve diğ, 2007: 58-59). Blumentrath, Konuk Đşçi Edebiyatı kavramının geçerliliğini kaybederek yerini göçmen edebiyatı kavramına bırakmasını, konuk işçi gözüyle bakılan işçilerin 80’lere doğru kalıcı olduklarının anlaşılmasına bağlamaktadır. Blumentrath ayrıca, edebiyatın adı ile birlikte ele alınan konuların da değiştiğine değinmektedir. Hofmann’a göre durum biraz daha farklıdır. Hofmann, Blumentrath’ın aksine Konuk Đşçi Edebiyatı kavramının hiçbir zaman uygun bir kavram olmadığını ve küstahça olduğunu, göçmen edebiyatı kavramının daha yerinde olduğunu belirtmektedir. Ayrıca yazdıkları ile ön plana çıkan yabancı yazarların çoğunluğunun işçi olmadığını, profesyonel yazar olduğunun da altını çizmektedir. Yüksel Pazarkaya, Hofmann’ın küstahça olarak nitelendirdiği Konuk Đşçi Edebiyatı kavramının “kullanılmasının bir önyargıya dayandığını ve bunun temelinde ikinci sınıf insan düşüncesi yattığını dile getirmektedir” (Kuruyazıcı, 2001: 9). Göçmen yazarların yazdıklarını Alman ulusal edebiyatın dışında gören konuk işçi edebiyatının aksine göçmen edebiyatı kavramı, onlara kabul edildikleri toplum içerisinde yön vermektedir. Daha önceden de olduğu gibi, göçmen edebiyatı hakkındaki tartışmalar her zaman göçmen işçilerin sorunlarıyla az da olsa ilgilenmekteydi (Rösch, 2001: 1353). Bu gibi nedenlerden ötürü “göçmen edebiyatı her zaman için marjinal bir konu” (Esselborn, 2007: 9) olarak gündemde kaldı. 90’lı yıllara gelindiğinde göçmen edebiyatı kavramı bilimsel toplantılarda da yerini almaya başlamıştır. “Uluslararası Germanistler Birliği (IVG) tarafından Tokyo’da düzenledikleri kongrede, ilk defa Göçmen Edebiyatı adı atlında bir oturum düzenlenmiş ve oturum başkanlığını da Irmgard Ackermann üstlenmiştir” (Kuruyazıcı, 2001: 14-15). Daha sonra düzenlenen kongrelerde de Göçmen Edebiyatı’na iyice ağırlık verilerek, günümüz Alman edebiyatının temel bir bileşeni hale gelir. Yazarların farklı kültürlerden gelmelerinden dolayı yaşamları, düşünceleri ve eylemleri kültürlerine göre biçimlenir. Bu nedenle Göçmen Edebiyatı, içerisinde çeşitli etnik grupları barındıran toplumlardaki yaşamların anlaşılmasına da katkıda bulunmaktadır” (Rösch, 2001: 1355). 25 Göçmen Edebiyatı, en az iki farklı kültürün bakış açısıyla yazan yazarları kapsadığından, sadece yabancı kökenli yazarları değil, göç konusunu eserlerinde inceleyen Alman yazarları da çatısı altında toplamaktadır. Bu bağlamda, yabancılık kavramını içine alan edebiyat sadece yabancı kökenli yazarlar tarafından gerçekleştirilmemektedir. Almanlarda yabancılık kavramını içeren edebi yazılar yazmaktadır (Stratthaus, 2005: 32). 60’lardan beri yabancı kökenli yazarların yazdıklarına değişik değişik isimler takıldı. 2000’li yıllara kadar bunların içerisinde en hoş karşılananı Göçmen Edebiyatı oldu. Đçine düşülen bu kimlik arayışına tezimin ilk bölümünde değindim. Önceleri konuk veya yabancı olarak nitelendirilen yazarlardan pek eser kalmadı. Günümüzde yazarların birçoğu ya küçüklüğünde Almanya’ya gitmiş ya da orada doğmuş ve orada yetişmiştir. Yazılan eserlerde göçmenlik kavramı önemli bir rol üstlenmiş olsa da ikinci ve üçüncü kuşak çocukların göçmenlik hakkında pek deneyimleri yoktur. Bu nedenle Almanya’da doğup büyüyen yazarları göçmenlik konusu cezp etmediği için göçmen edebiyatının geçerlilik süresi kısıtlıdır (Blumentrath ve diğ., 2007: 59). Çoğu Almancayı anadili gibi kullanıyor ve çoğu Alman vatandaşlığına geçmiş. Dolayısıyla bazıları Feridun Zaimoğlu gibi kendilerini Alman yazar olarak görebilir ve Göçmen Edebiyatı kavramını reddedebilirler. Alman edebiyat dünyasında bu görüşü savunan olduğu gibi, aksini savunanlarda yok değil. “Đlk defa 1992 yılında Sigrid Weigel göçmen edebiyatı kavramından çıkış yolu aramıştır” (Stratthaus, 2005: 32). Son dönemlerde, özellikle kendini göçmen olarak görmeyen ve Göçmen Edebiyatı kategorisinde yer almak istemeyen yazarların da katkısıyla, ortaya yeni türler çıktı: Transkültürel Edebiyat, Çok Kültürlü Edebiyat, Kültürlerarası Edebiyat… Bu çalışmanın ana başlığı olan Kültürlerarası Edebiyat ortaya çıkan yeni türlerden en ön plana çıkmış olanıdır. 2.2. Türklerin Almanya’ya Göç Süreci 2. Dünya Savaşı’nın Alman nüfusu üzerindeki olumsuz etkileriyle birlikte, 1950’li yıllarda Almanya’da ekonomik alanda meydana gelen dinamik gelişmeler, Alman iş 26 piyasasında büyük bir iş gücü açığının oluşmasına neden oldu. Alman hükümeti oluşan iş gücü açığını kapatabilmek için işsizlik oranının yüksek olduğu ülkelerle işçi alımı anlaşması yapma yoluna gitti. Alman hükümeti ilk olarak 1955 yılında Đtalya, 1960 yılında Yunanistan ve Đspanya, 1961 yılında Türkiye, 1963 yılında Fas, 1964 yılında Portekiz, 1965 yılında Tunus ve 1968 yılında Yugoslavya ile iş gücü alım anlaşması yaparak, Alman iş piyasasına kontrollü bir şekilde yabancı işçilerin girmesini sağladı. 2.2.1. Türkiye ile Almanya Arasında Đmzalanan Đşgücü Anlaşması Almanya’daki ekonomik gelişmenin hızlanması ve Almanya’nın doğu – batı olarak ikiye ayrılması ile birlikte Almanya’nın iş gücü ihtiyacı daha da artı. Bu gelişmeler neticesinde 31.10.1961 tarihinde Türkiye ile Almanya arasında iş gücü alım anlaşması imzalandı. Alman hükümeti, Türkiye Cumhuriyeti ile yaptığı iş gücü alım anlaşmasıyla birlikte, kendi iş piyasasında hedeflemekteydi. birçok sektörde oluşan iş gücü açığını kapatmayı Bu durum Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı uzmanlarınca yapılan çalışmada da desteklenmektedir. Bu çalışmada, “Almanya’ya giden Türk işçileri daha çok, endüstri sektöründe, çelik, maden, otomotiv sektöründe ve özellikle nitelik gerektirmeyen iş alanlarında istihdam edilerek, bu alanlardaki açıkların kapatıldığı” (Şen ve diğ., 2006) belirtilmektedir. Almanya’nın iş gücü açığını kapatmak için Türkiye ile yaptığı anlaşma, diğer ülkelerin anlaşmalarıyla yer yer farklılık göstermekteydi. Almanya’ya çalışmak için giden Türklerin 2 yıllık oturma müsaadesi hakkına sahip olmaları, oturma müsaadesinin uzatılamaması, Almanya’da çalışmak için sağlık yönünden elverişli olduğuna dair sağlık kontrolünden geçirilmesi, aile bireylerinin yanına aldırılamaması gibi maddeler, Türkiye ile Almanya arasında imzalanan anlaşmanın diğer anlaşmalardan farklılık gösterdiği maddelerden birkaçıdır. Bu maddelerin bazıları, Avrupa Topluluğu’na üye olmayan diğer ülkelerle yapılan anlaşma metinlerinde de yer almaktadır. 1964 yılında iki ülke arasında yapılan görüşmeler neticesinde anlaşmadaki bazı olumsuz maddeler düzenlenerek, Türk işçilerin en fazla iki yıl oturma müsaadesine sahip olduklarına dair madde iptal edildi (Yano, 2007: 3). 27 Türkiye ile Almanya arasında imzalanan iş gücü alım anlaşmasından bir iki yıl sonra, Türkiye’de kötü koşullarda yaşamaya çalışan birçok insan, Almanya’ya gidebilmek için başvuruda bulunuyorlardı. “1961-1973 yılları arasında Türkiye’de, Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için başvuranların sayısı, o yıllarda Türkiye mercilerinden Alman hükümetine bildirilen başvuru sayısından dört kat daha fazlaydı” (Yano, 2007: 4). Başvuranların büyük bir çoğunluğunu, daha çok Türkiye’nin gelişmemiş olan bölgelerinden, kırsal kesimlerden gelen insanlar oluşturmaktaydı. Anlaşma yapıldığı yıldan itibaren Türkiye’den Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için yapılan başvurular, her geçen yıl katlanarak artmaktaydı. Bunun en büyük nedeni de, daha önceden oraya giden Türk işçilerin yakınlarını ve akrabalarını çalışmak için yanlarına çağırmasıydı. “Adeta zincirleme bir göç reaksiyonu oluşmuştu. 1971 yılının Temmuz ayına gelindiğinde, Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için Đstanbul’da ilgili kurumlara başvuranların sayısı günlük 700 kişiyi buluyordu” (Yano, 2007: 4-5). 2.2.2. Göç Sürecinin Getirdiği Sorunlar 90’lı yıllara kadar Almanya’nın diğer ülkelerden aldığı işçi göçüne geçici bir süreç olarak bakıldı. Bu durum Almanlar için geçerli olduğu kadar, çalışmak amacıyla Almanya’ya gelen Türk işçiler içinde geçerliydi. Almanya’ya gelen Türk işçilerin çoğu ailesini memleketinde bırakıp, kısa sürede biriktirebildiği kadar parayla ülkesine geri dönmeyi hedefliyordu. Ama hedeflenenin aksine durum beklenilen yönde gelişmedi. Zaman içerisinde göç olarak bakılan bu süreç, kalıcı ikamete dönüşmeye başladı. Bu durumun Almanya tarafından uzun süre göz ardı edilmesi, Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı uzmanlarınca şu şekilde yorumlanmaktadır: “Göçün ilk yıllarında, gerek Almanya gerek Türkiye göç sürecini doğru tahmin edemediler. Her iki tarafın kısa süreli çalışma dönemi olarak gördüğü bu süreç, zaman içinde kalıcı bir ikamete dönüştü. Batı Almanya’nın göç gerçeğini uzun süre görmezlikten gelmesi, Almanya’yı bir göç ülkesi olarak kabul etmemesi, bugün kalıcı toplum haline gelen göçmenlerin sorunlarını içinden çıkılamaz hale getirirken, uyum politikalarında karşılaşılan zorluklara zemin oluşturdu. Gerek sosyal, gerek ekonomik alanda, uyumu destekleyecek kapsamlı politikaların uygulanması yerine, yasal düzenlemelerde belli bir program dahilinde olmayan değişiklikler yapılması şeklinde bir politika izlendi” (Şen ve diğ., 2006). 28 Görüldüğü gibi Alman hükümeti kendini bir göç ülkesi olarak görmemekte ve bu durumun geçici olduğunu sanarak ona göre hareket etmektedir. Đlk başlarda gelenleri alkışlarla karşılayan Alman hükümeti, onların geri döneceği umuduna kapılarak ileriki dönemlerde ortaya çıkabilecek dil, kültür gibi muhtemel toplumsal sorunların çözümüne yönelik tedbirler almaya gerek duymadı. Oysaki Almanya’ya giden Türk işçileri, “çok fazla çalışarak, geçici mevcudiyetlerini zamanla eşit koşullarda aidiyetlik sağlayan bir adaylık sürecine çevirmişlerdir” (Chiellino, 2007: V). 60’lı ve 70’li yıllarda, Almanya’ya çalışmak için gelen yabancı işçiler için, gündelik yaşamda onları tanımlayan Konuk Đşçi (Alm. Gastarbeiter) kavramı türedi. Almanya’ya çalışmak için giden Türklerin ve diğer yabancıların, daha sonradan oraya yerleşmeye başlamalarıyla birlikte, önceden onları tanımlayan konuk işçi kavramının artık onları tanımlayamadığı anlaşıldı. Bunun üzerine konuk işçi kavramının yerine, 80’li yıllarda Yabancı (Alm. Ausländer) kavramı kullanılmaya başlandı. Bu bağlamda Yano (2007:1), “80’li yıllarda kullanılmaya başlanan yabancı kavramının, daha sonradan çeşitli polemiklere neden olan Yabancılar Dışarı (alm. Ausländer-raus) sloganının negatif etkisinde kaldığını” belirtmektedir. Konuyla ilgili farklı bir bakış açısı sağlayan Đsviçreli yazar Max Frisch, konuk işçi ve yabancı kavramlarına bakın nasıl bir yorum getiriyor. “Đş gücü istemişlerdi, ama insanlar geldi. Gelenler ülkedeki refahı bozmuyorlardı, tersine refahın sürdürülebilmesi için gerekliydiler. Ama buradaydılar işte. Konuk işçi mi bunlar, yoksa yabancı işçi mi? Ben ikincisinden yanayım. Onlar kendilerinden çıkar sağlamak için hizmet ettiğimiz konuklar değiller ki, çalışıyorlar, hem de yaban ellerde […] Bundan dolayı suçlayamayız onları. Đş gücü istenmişti, ama insanlar geldi” (Kuruyazıcı, 2001:3-4). 1973 yılına gelindiğinde Almanya’da iş gücü açığının olduğu birçok sektör artık doyum noktasına gelmeye başlamıştı ve Alman hükümeti Avrupa Topluluğu’na üye olan ülkeler haricinde, iş gücü alım anlaşması imzaladığı diğer ülkelerden işçi alımını durdurdu. “Đşçi alımının durdurulduğu tarihte Almanya’da 910.500 Türk yaşıyordu. Bu kararın ardından Almanya 1974 baharında ülkesinde çalışan yabancı işçilere, eş ve 18 yaşından küçük çocukları getirme hakkı tanıdı” (Şen ve diğ., 2006). Devam eden yıllarda aile birleşimleriyle, Türklerle birlikte Almanya’da yaşayan yabancıların sayısının artması, bir yandan sosyal sorunlara yol açarken, diğer yandan 29 hükümet ve kuruluşlar göçün etkileri üzerine daha fazla düşmeye başlamışlardır. Diğer yandan aile birleşimi ile gelen aile fertlerinin sosyal yaşama uyum sorunları baş göstermeye başlamıştır. Bu sorunlar, özellikle çocukların Almanca bilmemeleri, okullarda yaşıtlarından daha düşük sınıflara dahil edilmeleri, eğitimlerinin aksamalarına ve iki kültür arasında sıkışmalarına neden olacaktır. 2.2.3. Göç Sürecinde Çözüm Arayışları Alman hükümeti, ülkesindeki yabancı nüfusu azaltabilmek için bir dizi önlemler almaya çalıştı. Aile birleşimiyle gelen çocukların azami yaşının 18’den 16’ya indirilmesi, memleketlerine dönmek isteyen yabancılara belirli miktarlarda para yardımı yapılması, belli koşulları yerine getiren çalışanların emeklilik primlerinde kolaylıklar sağlanması bu önlemlerden bazılarıdır. Ne yazık ki bu çözüm yolları da yabancı nüfusun azalmasını sağlamadı. Özellikle Türkiye’de ekonomik ve sosyal durumun istikrarlı ilerlememesi, dönenlerin uyum sorunları, geri dönüş eğilimini durdurdu. 90’lı yıllara gelindiğinde Alman hükümeti, göç olgusunu yavaş yavaş dikkate almaya başladı ve yabancılar için özel bir kanun çıkardı. Bu kanunun en göze çarpan maddesi, yabancıların Almanya’ya girişlerinde ve Almanya’da ikamet edebilmeleri için oturma müsaadesine sahip olmaları gerekmektedir. Aile birleşmelerinde, kısa süreli ikametlerde, öğrenim ve çalışma amaçlı konaklamalarda oturma müsaadesi (Alm. Aufenthaltserlaubnis) talep edilmeye başlandı. Günümüze kadar dışarıdan, özellikle Avrupa Birliği’ne üye olmayan ülkelerden gelen yabancı sayısını en aza indirebilmek için, Alman hükümeti bir dizi önlemler almaya devam etmiştir. Diğer yandan da yabancıların, özellikle de çocukların Almanya’ya uyum sağlayabilmesi için birçok metot geliştirip uygulamaya sokmuştur. 2.3. Seslerini Duyurmak Đsteyen Türk Yazarlar 2.3.1. Almanya’daki Türklerin Yazmaya Başlamaları 60’lı ve 70’li yıllarda Almanya, Türklerin bir umut kapısıydı. Anadolu’nun her köşesinden dilini, örfünü, adetini ve yasalarını bilmedikleri ve aynı zamanda tuhaf karşıladıkları Almanya’ya bir umutla gelen bu insanlar, arkalarında çocuklarını, 30 eşlerini, annelerini ve babalarını bırakmışlardı. Aslında büyük bir çoğunluğu mecburiyetten gelmişti, tanımadıkları bu topraklara. Almanya’daki yeni hayata biraz da olsa alışmaya başlayan Türk işçileri, burada karşılaştıkları sorunları kendi aralarında paylaşmanın bir yolunu bulmuşlardı. Geride bıraktıklarının özlemini ve yaşadıkları gurbette karşılarına çıkan sorunları yazmaya başladılar. Çoğu Türkçe olarak yazılan eserlerin bir kısmı daha sonradan Almanlar tarafından da okunması için Almancaya çevriliyordu. Yabancı kökenli yazarların, Almanya’ya gelen yabancı işçilerin karşılaştıkları sorunların kaleme alınmasını, tarihsel bir gerçekliğin yazınsal bir gerçekliğe dönüşmesi olarak yorumlayan Oraliş’in izlenimlerine bakalım. “Birçok yabancı yazarın yaşadıkları sorunları yazıya aktarıp, tarihsel gerçekliği yazınsal gerçekliğe dönüştürerek, var olanı doğrudan metinlere yansıttılar. Bir başka deyişle bir türlü yabancı olduğu ülkenin kültürüne sosyo-politik ortamına uyum sağlayamayan, dışlanan işçilerin yaşam biçimlerine tanıklık edildi. Yazınsal metinlerle amaç, Almanlara yaşanan sorunları, seslerini duyurabilmek olmuştu” (Oraliş, 2001: 36). O dönemde içlerindekini yazdıklarıyla paylaşmaya çalışan yazarların arasında ilk defa eline kalem alan işçiler olduğu gibi, Almanya ve Türkiye arasında köprü kuran ve daha önceden Türkiye’de yazarlık yapmış kişilerde vardı. Bu bağlamda Hofmann (2006: 197-198) “aralarında gerçek anlamda işçilerin de bulunmasına rağmen, göçmenlerin yaşadıkları acı deneyimleri topluma aktaranların en başından beri Aras Ören, Yüksel Pazarkaya gibi profesyonel yazarların olduğunu” belirtmektedir. Đster daha önceden profesyonel yazar olsun, isterse kalemi ilk defa eline almış olsun, Almanlara göre kendi ülkelerine çalışmak için gelen işçilerin edebi faaliyetlerinin başlangıcı kendi kimlikleri ile özdeşleştirilmektedir. Yazar çoğu zaman işçinin ta kendisidir (Şölçün, 2007: 136). Alman Edebiyatı’nda yeni doğan ve her şekilde işçilere bağlanan bu yazın türü 1981 yılında Franko Biondi ve Rafik Schami tarafından Konuk Đşçi Edebiyatı (Alm. Gastarbeiterliteratur) olarak adlandırılacaktır (Kuruyazıcı, 2001: 8). Almanya’daki deneyimlerini kağıda döken konuk işçiler arasında Türk yazarlar en büyük gruplardan birini oluşturmaktaydı. Birçok araştırmacı ve yazarın ilk kuşak 31 olarak adlandırdığı bu yazarlar arasında Yüksel Pazarkaya, Aras Ören ve Güney Dal’ın dışında Habib Bektaş, Şinasi Dikmen, Fetih Savaşçı, Bekir Yıldız gibi ilk kez işçi olarak geldikleri bu ülkede yazmaya başlayan yazarlar da vardı. Đşçi göçünden önce kimya okumak için Almanya’ya gelen ve Germanistik okuyan Türk - Alman kültürü arasında çok yönlü bir elçi olarak öne çıkan Yüksel Pazarkaya, adlarına çalıştığı ve konuştuğu göçmen işçiler ile Türk entelektüeli arasındaki ilişkiyi tanımlamaktadır (Hofmann, 2006: 198). Yüksel Pazarkaya, eserlerini Almanca yayınlarken “Aras Ören bilinçli bir şekilde Türkçe yazdı, ama yapıtları Almancaya çevrilerek doğrudan Almanya’da yayınlandı” (Kuruyazıcı, 2001: 18). Almanya’da Aras Ören denilince “akla ilk gelen Berlin Üçlemesi (Alm. Berlin Trilogie) günümüze kadar saygınlığını korumuş ve Alman Edebiyat Dünyası’nda önemli bir konuma sahiptir (Şölçün, 2007; Hofmann, 2006). Đşçi göçünün ilk yıllarında yazmaya başlayan Türklerin, eserlerinde neden daha çok Türkçe’yi seçtiklerine dair Yüksel Pazarkaya’nın yorumuna bakalım. “Edebiyat alanındaki gelişmeler Almanya’daki göç sürecinde yaşanan evreleri izledi. 1961 – 1971 arası geçicilik evresi olarak tanımlanabilir. Bu dönemde Almanya’da yaşayan Türkler, Almanca bilmiyorlardı, Türkçe tek dilleriydi” (Pazarkaya, 2007). Yüksel Pazarkaya ve Aras Ören’nin yanı sıra o dönemin önemli yazarlarından olan Güney Dal, daha çok yabancılık kavramının sınırlarını tanımlamaya çalışmıştır. Başlangıçta Alman kamuoyuna erişmeyi başaran yazarlar, arabuluculuk işlevini yerine getirerek, yeni bir edebi kültürün kapılarını açmaya çalışıyorlardı. Yüksel Pazarkaya, Aras Ören ve Güney Dal, spesifik bir kavram olan yabancılığın sınırlarını her yönüyle tanımlamaya çalışıyorlardı. Eserleri 70’li yılları şekillendirdi. Güney Dal, bahsi geçen edebi çalışmaya karşı alaycı tavrını korurken; Aras Ören, hiçbir göçmen yazarın yapmadığını yaparak, Alman ve Türk toplumunun gerçekliğini dışarıdan ölçecek olan gerçeğe bağlı dili bulmaya çalışıyordu (Şölçün, 2007: 137). Yüksel Pazarkaya, Aras Ören, Güney Dal... Kimilerine göre onlar Alman Edebiyatı’nda yeni bir akımın temelleri atıyorlardı, kimilerine göre onlar Türk Edebiyatı’nın Almanya’daki temsilcileriydi. Peki herhangi bir ulusal edebiyata dahil edilmenin kriteri neydi? Vatandaşlık mı, köken mi, yazdığınız dil mi, yoksa 32 yazdıklarınızın içeriği mi? Bu tartışma günümüze değin sürmüştür ve hala tartışılmaktadır. Bilinen tek bir şey var, onların yazdıkları yabancı topraklarda çalışan vatandaşlarımızın sesi olmuştur. Yazdıkları eserler, sadece edebiyat alanında değil diğer disiplinlerde de araştırmalara yön vermiştir. Çoğunluğu profesyonel yazardı ve yazdıkları dil çoğu zaman Türkçe’ydi. Acı Çekenlerin Edebiyatı, Konuk Đşçi Edebiyatı, Yabancılar Edebiyatı, Göçmen Edebiyatı, Kültürlerarası Edebiyat... Bunun gibi birçok isim ortaya atılmış ve gelecekte de atılmaya devam edecektir. Dahil edilecekleri edebiyat türleri, onlar için her zaman geçici bir süreç olacaktır. 2.3.2. Yapıtlarda Ele Alınan Konular Türklerin Almanya’da yazmaya başladıkları ilk dönemlerde, kaleme aldıkları eserlerinde gurbetteki işçilerin göç sorunları anlatılıyordu. Yazarlar eserlerinde çektikleri vatan özlemine, karşılaştıkları uyum sorunlarına, huyunu suyunu bilmedikleri insanlarla bir arada yaşamak zorunda olmalarına, yabancılaşmadan dolayı içine düştükleri yalnızlıklara yer veriyorlardı. Yazılanların çoğunluğu 70’li yıllarda işçilerin hayatından yansımalar olduğu için, “daha önceden yazar olsun olmasın Türk işçiler tarafından ele alınan bu eserler ilk başlarda Acı Çekenlerin Edebiyatı (alm. Literatur der Betroffenheit)” (Hofmann, 2006: 197) olarak algılandı. Almanya’daki ilk kuşak Türk yazarların amaçları daha çok gözlemlediklerini diğer Türk ve yabancı işçilerle, Alman okurlarla paylaşmak, üzerinde yaşadıkları bu yaban topraklarda kendilerine yabancı gelen her şeyi kaleme almaktı. Buna göre “Almanya’daki çalışma yaşamının, fabrikadaki ustabaşının, karşılarına dikilen ve bir türlü akıl erdiremedikleri Alman yasaların, dilini anlamadıkları Alman komşunun davranışlarının, Almanların uyum beklentilerinin eleştirilmesi yetmişli yılların konuları arasındaydı” (Kuruyazıcı, 2001: 8). Gittikleri yer Türk işçilerine tamamen yabancıydı, emrinde çalıştıkları kişilerin çalışma prensibi kendi ülkelerindekine hiç benzemiyordu, toplumsal yaşantılar tamamen belirli bir düzen içerisinde işliyordu, muhatap oldukları Almanların kültürleri kendi kültürleriyle yakından uzaktan ilgili değildi. Onlar Almanların gözünde birer yabancıydı, Almanlarda onların gözünde. Bu gibi nedenlerden dolayı bir arada hareket ediyorlar, kendilerini Almanlardan uzaklaştırıyorlar ya da uzaklaşmak zorunda 33 bırakılıyorlar. Bunların hepsi sıla özlemi ile birleşince de eline kalemi alanlar yazıyor, yazmayanlarda yazılanları okuyordu. O dönemde yazılanlar, göç ve gurbet temaları ile şekillendiriliyordu. Göç kavramını ve onun getirdiklerini eserlerinde derinlemesine inceleyen Aras Ören’in daha önceden Türkçe olarak kaleme aldığı ve daha sonra 1973–1980 yılları arasında Almancaya çevrilerek yayınlanan ve Berlin Üçlemesi olarak tanınan Was will Niyazi in der Naunystrasse? (1974), Der Kurze Traum aus Kagithane (1974) ve Die Fremde ist auch ein Haus (1980) adlı eserleri “Alman Edebiyatı’nda üretici etkisini geliştirmiştir” (Hofmann, 2006: 197). Aras Ören kaleme aldığı bu eserlerde “Almanya’daki Türk göçüne ışık tutarak, Berlin/Kreuzberg’de çok kültürlü bir toplum modeli çizmektedir” (Şölçün, 2007: 145). O dönemin önemli yazarlarından diğer bir isim olan Bekir Yıldız, 1962 – 1966 yılları arasında Heidelberg’de çalıştıktan sonra Türkiye’ye döndüğünde, göçmenliğin kurgusal gerçekliklerini içeren ve Almanya’yı negatif yönüyle resmeden Alman Ekmeği adlı eserini yayınlamıştır (Şölçün, 2007: 136). Aynı yıllarda çalışmak için Almanya’ya gelen Fethi Savaşçı ise “geldiği bu yeni ülkedeki gözlem ve yaşantılarını şiire, öyküye yansıtmıştır” (Pazarkaya, 2007). Almanya’da ilk edebi etkinliklere başlayan Türkleri izleyen Şölçün’e göre (2007:137) “bahsi geçen dinamik edebiyat sürecindeki değişim ve kırılmalar, göçün gerçekliğinden gelmektedir. Đlk deneyim ve yaşantılardan gelişen edebi çalışmalar gösteriyor ki, Almanya’daki Türk edebiyatçıları kendi dönemlerinin vakanüvisleri ve eleştirmenleri olmuşlardır.” Oysaki Almanya’da yazmaya başlayan Türkler “geldikleri ülkeye hep yabancı kalmışlar, yabancı gözüyle bakmışlardır. Onlar için göç kavramından çok gurbet kavramı geçerli olmuştur” (Pazarkaya, 2007). 80’li yıllara gelindiğinde Almanya’daki Türk yazarların ele aldıkları konular da değişmeye başlamıştı. Özellikle burada doğan ve büyüyen ikinci ve üçüncü kuşaktaki yazarlar, Alman diline ve edebiyatına karşı diğerlerinden daha farklı ve daha özel bir ilişki kurmuşlardı (Esselborn, 2007: 19-20). Almanya’nın kapılarını yabancı işçilere açmasından bu yana, farklı kültürlerden gelen yazarlar ve onların eserleri ile birlikte Alman Edebiyatı’nda da çok boyutlu bir ortam 34 oluşmuştur. Diğer bir deyişle, son onlarca yıldır Alman Edebiyatı’nda bir çeşitlilik söz konusudur. Özellikle kültür şokunu, yabancılığı yaşamış, yeni bir kimlik arayışı içerisinde olan farklı kültürel ve dini değerlere sahip yabancı kökenli yazarlar, Alman dilinde ve Almanca konuşulan kültürel ortamlarda edebi bir tartışma başlatmışlardır. Bu edebi tartışma Alman Edebiyatı için yeni vurgular oluşturmaktadır (Ackermann, 2002: 147). Çoğunluğu burada doğan veya büyüyen ikinci ve üçüncü kuşaktaki genç yazarlar Almanca yazıyorlardı. “Çeşitli dergilerde yayınlanan ilk eserlerinde ele aldıkları konular kimlik arayışı, vatansızlık, kararsızlık gibi kendi nesillerini ilgilendiren sorunlardı” (Şölçün, 2007: 140). O dönemlerde siyasi nedenlerden dolayı Türkiye’den Almanya’ya gelen Fakir Baykurt, Aysel Özakın, Emine Sevgi Özdamar gibi yazarlar, eserlerinde göç kavramının yanında, o dönemlerde Türkiye’deki siyasi hareketliliğe de ayna tutmuşlardır. Diğer yandan günlük yaşamda Almanya’da, özellikle 80’li yıllarda ırkçılık ve yabancı düşmanlığı, çoğunlukta da Türk düşmanlığı baş göstermeye başlamıştır. Bu oluşuma karşı Türk yazarların önemli edebi çalışmaları olmuştur (Şölçün, 2007: 141). 80’li yıllarda Türk yazarların ele aldıkları konular değiştiği gibi, edebi alandaki üretimlerinde de bir profesyonel eğilim görülmeye başlandığı görülmektedir. Yazdıklarını derleyip yayınlamak için kendi aralarında yayın evleri bile açmışlardır. Bu yayınevlerine örnek olarak 1975–1980 yılları arasında Stuttgart’ta, 1980 itibariyle de Berlin’de faaliyetlerini sürdüren Ararat Verlag, 1982’den beri Frankfurt’ta Dağyeli Verlag, 1989–1995 yılları arasında Berlin’de, 1995’ten itibaren Münih’te faaliyetlerine devam eden Babel Verlag gösterilebilir (Chiellino, 2007:463). Bugün gelinen noktada Türklerin izleri, Almanya’daki yaşamın her köşesinde görülmektedir. Sanat, sinema, eğitim, edebiyat, tiyatro, spor, çalışma yaşamı, siyaset gibi alanlarda Almanya’da yaşayan Türkleri görebilirsiniz. Hatta okuldaki ders kitaplarında bile orada yaşamını sürdüren Türk kökenli edebiyatçıların yazılarını bulabilirsiniz. 35 BÖLÜM 3: ALMAN EDEBĐYAT DÜNYASININ KÜLTÜRLERARASI EDEBĐYAT’A BAKIŞ AÇISI Zaman içerisinde yazarların eserlerinde dile getirdiklerine, farklı bir bakış açısıyla bakılmaya başlanması, yazarların yabancı olmasından çok, farklı kültürlerin temsilcileri olarak ön plana çıkmaları ve ara mekanda edindikleri deneyimleri eserlerine taşımaları, “Kültürlerarası Edebiyat kavramının kullanılmasının haklılığını göstermektedir” (Hofmann, 2006: 201). Kültürlerarası Edebiyat nedir? Almanya’da Kültürlerarası Edebiyat kavramını gündeme taşıyanlar kimlerdi ve böyle bir şeye neden gerek duydular? Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilecek eser veya yazardan ne gibi kriterler beklenir? Edebiyat ile kültürlerarasılığın ilişkisi nedir? Yabancı kültürlerin anlaşılmasında edebiyat etkili bir araç mıdır? Bu süreçte yazar ve eseri ne gibi roller üstlenir? Kültürlerarası Edebiyat kavramıyla ilk defa yüz yüze gelecek olan biri için, kafasında belirecek bu sorulara kısa da olsa cevap vermeye çalışacağım. 3.1. Kültürlerarası Edebiyat Kavramının Açılımı 20. yüzyılın son yıllarında, özellikle Avrupa’da refahı yüksek olan ülkelerde, dışarıdan gelen etkiyle toplum içerisindeki kültürel sınırların giderek zayıflamaya başlamasıyla birlikte kültürlerarasılık, çok kültürlülük veya trans-kültürlülük kavramlarının gelişmesine ve bilimsel çalışmalarda sık sık kullanılmaya başlanmasına neden olur. Önceleri edebiyat ile bağdaşlaştırılmasa da, bu dönemde “içerisinde kültürlerarasılık olan bir edebiyatın varlığından söz edilebilir olmuştur” (Esselborn, 2007: 19). O güne kadar Almanya’da edebi alanlarda düzenlenen bilimsel toplantılarda üzerinde tartışılmaya gerek duyulmayan yabancılık konusu, 1990 yılında Tokyo’da, Yabancıyla Karşılaşma sloganıyla gerçekleşen 8. Uluslararası Germanistler Kongresi’nde ele alınmıştır. Almanya’da edebiyat alanında yabancının varlığının kabul edilmesinin ardından Bernd Thum, 1991 yılında düzenlenecek olan GIG – Kongresi’nde Kültürlerarası Edebiyat ve Almanya’da çok kültürlü toplum gibi konulara değinecektir. 36 Öte yandan edebiyat içerisinde gün geçtikçe alanını genişleten yabancı kültürlerden dolayı Walter Schmitz, Alman Edebiyatı’nın kültürlerarasılık boyutunu canlandırabilmek amacıyla, Germanistik için kültürlerarasılık kavramını öneri olarak sunar (Esselborn, 2007: 19). Đlk olarak Thum ve Schmitz’in gündeme taşıdığı edebiyatın kültürlerarasılık boyutu, zaman içerisinde birçok taraf toplayarak, “kültürlerarası anlaşmazlıklar üzerinde duran aktif bir edebiyat mevcudiyeti, herkes tarafından kabul görmeye başlamıştır” (Becker, 2007: 1). Becker, Kültürlerarası Edebiyat’ı Göçmen Edebiyatı’na dayandırmaktadır. Ona göre Kültürlerarası Edebiyat, “önceleri Göçmen Edebiyatı olarak anılan edebiyat türünün, kültürlerin çeşitliliğinin öne sürülmesi ve bu süreç içerisinde mekansal – zamansal koordinatların da dikkate alınmasıyla ortaya çıkmıştır” (Becker, 2007: 3). Kültürlerarası Edebiyat hakkında Becker ile paralel görüşlere sahip olan Chiellino “Kültürlerarası Edebiyat’ın başlangıcının göçmen azınlıklara dayandığını, farklı kültürleri kapsayan ve içerisinde birçok dili barındıran edebi bir akımdan söz edilebileceğini” (Chiellino: 2007: 51-52) dile getirmiştir. Esselborn ise, Kültürlerarası Edebiyat’tan bahsederken “Kültürlerarası Edebiyat kavramının, Kültürlerarası Germanistik ve onun edebi nesneler, özellikle de Göçmen Edebiyatı üzerine yapılan tartışmalar ışığında geliştiğini” (Esselborn, 2007: 10) belirtmiştir. Peki, Kültürlerarası Edebiyat yazarlarının arka planında her zaman göçmenlik mi yatar? Ya da göçmenlik konusu daha çok eserlerinde mi geçer? Stratthaus, “Kültürlerarası Edebiyat kavramının, arka planında göçmenlik olan yazarların edebi ürünlerine yönelik bir üst kavram olarak kullanıldığını” (Stratthaus, 2005: 24) dile getirmektedir. O zaman bir Alman yazar olan ve anne babası da birer yazar olan “Sten Nadolny’nin Selim oder die Gabe isimli eseri, ya da Barbara Frischmuth’un Die Schrift des Freundes isimli eseri” (Becker, 2007: 1), içeriğinde farklı bir kültürden bahsettiği için Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilemez mi? Bir yazarın veya eserin kültürlerarası edebiyata dahil edilirken hangi faktörlerin göz önünde bulundurulduğuna dair bulgularımı, ileriki sayfalarımda, 3.3. nolu başlık altında değinmeye çalıştım. Yukarıdaki örnekleri burada vermemin tek sebebi, Stratthaus’un Kültürlerarası Edebiyat kavramıyla yaptığı kesin ve net açıklamasıdır. 37 Oysa Becker, Esselborn ve Chiellino’nun yukarıda değindiğimiz görüşlerini göz önünde bulundurduğumuzda, arka planında göçmenlik olmayan yazarların kaleme aldığı eserlerinin Kültürlerarası Edebiyat içerisinde anılamayacağını belirtmemektedirler. Esselborn, Kültürlerarası Edebiyat’ı tanımlarken, dikkatleri kültürlerarasılık kavramına çekmektedir. Ona göre kültürlerarası ve kültürlerarasılık kavramlarıyla, birbirinden farklı ve birbirine yabancı olan iki veya daha fazla kültür arasında aracı veya kesişme durumları kastediliyorsa; Kültürlerarası Edebiyat, farklı kültür ve edebiyatların etkisi altında oluşmakta ve değişim, karışım ve buna benzer olgulara bağlıdır (Esselborn, 2007: 10). Kültürlerarası edebiyatın temelini oluşturan edebi olgu, geçmişte Almanya’da farklı bir ad ile anılmış olsa bile, en az iki kültür ortamından etkilenen bakış açısıyla yazarlar tarafından yapılan edebiyatın, günümüzdeki adı Kültürlerarası Edebiyat’tır. Kültürlerin sentezi olarak da görülen Kültürlerarası Edebiyat, Esselborn’un da belirttiği gibi farklı edebiyatların, yani farklı uluslara ait edebiyatların bileşenidir (Wikipedia, 2007). Almanya’da Kültürlerarası Edebiyat’ın gündeme taşınması ve kendine sağlam bir zemin edinmiş olması, farklı kültürlerin bakış açılarıyla şekillenen edebi alanın tanımlanmasında, önceden kullanılan kavramların yetersizliğinin büyük bir payı mevcuttur. Kürselleşme ile birlikte, günümüzde toplum içerisinde yer alan yabancılara karşı şekillenen ve daha duyarlı bir hal alan bakış açısı da, Kültürlerarası Edebiyat’ın yaygın olduğu kesimler tarafından tanınmasını sağlamıştır. 3.2. Kültürlerarası Edebiyatın Önemi Gelişmiş ülkelerde toplumların çok kültürlü yapısı, zaman zaman sorunların oluşmasına, toplum içerisinde yabancı olan kesimin anlaşılmamasına yol açmaktadır. Okulda, evde, iş yerinde ve daha birçok alanda, kültürel farklılıklardan dolayı oluşan sorunlara çözümler bulmak amacıyla, en başta devlet yönetimi olmak üzere, devlete bağlı olan ya da olmayan birçok kamu veya özel kuruluşun çeşitli çalışmaları mevcuttur. 38 Bahsi geçen sorunların çözülmesinde kullanılan araçlardan biri de edebiyattır. Edebiyat sayesinde oluşturulan kurgusal dünyalarda, bize yabancı gelen kültürler içerisinde gezinebiliyor, onların bakış açısıyla olaylara yaklaşabiliyoruz. “Başkalarını anlamak için, kendimizi onların yerine koymalıyız ki, dünyayı onların gözleriyle görebilelim. Bahsi geçen bu yetenek, hem edebi algılama, hem de kültürlerarası algılama açısından merkezi bir öneme sahiptir” (Bredella, 2007: 39). Kültürlerarası Edebiyat, bahsi geçen bu imkanı bize sunabilen en aktif araçtır. Kültürlerarası Edebiyat, yakından tanımaya fırsatımız olmadığı ya da fırsatımız olduğu halde karşımızdakinin bakış açısını yakalayamadığımız için, anlayamadığımız, bize yabancı gelen birçok şeyi anlamamızı, onları tanımamızı sağlamaktadır. “Kültürlerarası Edebiyat, farklı kültürlerin etkisi altında oluştuğundan ve bu farklı kültürlere bağlı olduğundan, bu edebiyatı tasvir eden özelliklerin de kültürel çeşitliliğini ve birbirlerine olan bağlarını görebiliyoruz” (Becker, 2007: 201). Kültürlerarası Edebiyat, çok kültürlü toplumlarda yer alan etnik grupların durumlarıyla ilgili toplumsal fikir ve algılara da katkıda bulunabilir. Edebi metinlerde sunulan yabancının bakış açısından hareketle yabancılık deneyimlerini duyarlı hale getirebiliriz. Ulusal kimlik ve kültürel homojenlik birer sorun olarak gündeme getirebilir, trans-kültürel yaşam planlamalarını ve kimlikleri ortaya koyabilir, kültürlerarası yetki ve aktif eğilimler teşvik edebilir ve yeni bir kozmopolit olguya katkı sağlayabiliriz (Esselborn, 2007: 23). Şu ana kadar Almanya’da farklı kültürlerin etkisi altında şekillenen ve her dönem farklı isimlerle anılan edebiyat türü, her dönemde Alman Edebiyatı’nın dışında tutulduğu için, küçük bir edebiyat olarak varlığını sürdürmüştür. Günümüzde Kültürlerarası Edebiyat için aynı sözleri kullanamayız. Çünkü Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya içerisinde şu ana kadar göstermiş olduğu gelişme, küçük bir edebiyattan söz edilemeyeceğinin en büyük kanıtıdır (Chiellino, 2007: 62). Öte yandan, diğer modern toplumlarda olduğu gibi Almanların da son zamanlarda önem verdiği kültürlerarası diyalogun gelişmesinde, Kültürlerarası Edebiyat’ın da katkısı bulunmaktadır. 39 Almanya’da yeni filizlenen ve gelişimini tamamlama yolunda hızla ilerleyen Kültürlerarası Edebiyat’ın gelecekteki konumuna değinen Chiellino’ya göre, eski ve yeni nesil yabancı kültürlerden gelen ve kültür ötesi bir edebiyatı kendi estetik meydan okumaları olarak algılayan yazarlar, eserlerini Almanca ve diğer dillerde yazacaklardır. Almanya’da yapılan edebiyat, bahsi geçen bu yazar ve eserler sayesinde 21. yüzyılın başında dünya edebiyatına giden yolda hazır olacaktır (Chiellino, 2007: 62). 3.2.1. Yabancı Kültürlerin Anlaşılmasında Edebiyatın Rolü Kültürlerarası Edebiyat’ın önemine değinirken, çok kültürlü toplumlarda meydana gelen sorunların çözümlenmesinde edebiyatın da önemli bir araç olarak kullanılabilecektir. Her ne kadar yabancı kültürlerin anlaşılmasında edebiyatın rolü olsa bile, yabancı kültürlerden gelen yazarların eserlerinin üstlendiği kültürlerarasındaki aracılık fonksiyonu hafife alınmaktadır. Kültürlerarası diyalogun arttığı bu dönemde, edebiyatın rolünün belirlenmesi gerekir (Becker, 2007: 3). Yabancı olarak nitelediğimiz karşı kültüre özgü olan ve bizim kültürümüzde hiçbir zaman yer almayan olayları anlayabilmek için edebiyatı kullanabiliriz. Çünkü edebiyat, “bir kültürün fenomenlerini ve süreçlerini yansıtabilecek kabiliyete sahiptir. Kültürlerarası süreçler, yalnızca motif olarak değil, eleştirel bir yansıtmayla edebiyatta yerini alacaktır” (Hofmann, 2006: 14). Örneğin bir Alman, bizim kültürümüzde yer edinmiş olan töre cinayetlerini algılayabilmek için edebiyat ürünlerinden faydalanabilir. Verdiğim somut örnekte de görüldüğü gibi, “yabancı kültürlerin anlaşılmasında edebiyatın çok önemli bir rolü vardır. Okur yabancı kimliklere bürünerek, varsayımsal olarak yabancıların bakış açısını üstlenmektedir” (Hofmann, 2006: 39). Becker’a göre (2007: 223) “yabancıların eylem ve düşüncelerini gözler önüne seren edebiyat, kendi kültürümüz ile yabancı kültürler arasındaki farkları da belirginleştirmektedir”. Edebiyat, yabancıyı bize tanıtırken yeni bir kimlik oluşturduğunu söylersek yanılmış oluruz. Çünkü kimlik belirlemeyen edebiyat, yansıtıcı mekanlar oluşturmaktadır. Gerçekliği başkalarına göstererek, ampirik gerçekliğin yabancı olarak algılandığı 40 kurgusal dünyaları tanıtarak, yabancıyla uygun bir ilişki ortamı ve kültürlerarası konumu yansıtma imkanı sunar (Hofmann, 2006: 14). Yabancının anlaşılmasında kullanılan edebiyatın elde ettiği bulgulardan yola çıkılarak, edebiyatın kültürlerarası bir potansiyele sahip olduğunu dile getirebiliriz. Edebiyat, kültürel örnekler içermekte ve bunların tanıtılmasında aracı olmaktadır. Diğer bir ifadeyle, mevcut olan kültürel yabancılık bu sayede ortadan kalkmakta ve kültürel farklılıkların duyarlı kılınmasında yardımcı olmaktadır (Hofmann, 2006: 55). Kültürlerarasılığın anlaşılmasında Hofmann gibi edebiyatın rolüne değinen Becker, eser içerisinde yer alan kurgusal olayları birer resme benzetir. Becker, edebiyatta “yabancı dünyalara ait resimlerin sunulduğu ve yabancı perspektifleri içeren edebi metinlerin, kültürlerarası kompetansın gelişmesinde çok önemli bir rol oynadığını” (Becker, 2007: 3) belirtmektedir. Edebiyat sayesinde yabancı bir kültürün geçmişinden kesitler alınabilir, onların siyasi ve sosyal ilişkileri hakkında fikirler edinebiliriz. Ayrıca edebiyatın “kültürlerarası duyarlılığın gelişiminde rol alması, onun kültürlerarası yeterliliğin gelişiminde de önemli bir araç teşkil etmesini” (Becker, 2007: 224) gözler önüne sermektedir. Edebiyatı bir sismografa benzeten Irmgard Ackerman’a göre de edebiyat, toplumun kendisinden önce gelişme gösteren diğer toplumsal alanlarda olduğu gibi, yüzeyin altında hangi hareketlerin ve gelişmelerin olduğunu ve gelecekte ne gibi eğilimlerin olacağını gösteren bir rol üstlenmektedir (Ackermann, 2002: 147). Yabancıyla olan karşılaşmamızda, onların yaşamlarını, kültür ve geleneklerini, dünyaya olan bakış açılarını kavrayabilmek, onları yakından tanımak, kendimizi onların yerine koyabilmek için gerekli alanlardan biri de edebiyattır. Kültürlerarası duyarlılığın gelişiminde aktif rol üstlenen bir alandır. 3.2.2. Yazar ve Eserinin Üstlendiği Görevler Hiç kuşkusuz edebiyatın iki büyük temsilcisi vardır: Biri yazar, diğeri de yazar tarafından kaleme alınan eseridir. Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarı da, aktif olduğu sınırlar içerisinde çoğu zaman farklı kökenlere sahiptir. Dışarıdan gelen bir bakış açısıyla gözlemlediklerini eserlerinde yorumlamaktadır. Bu durumda “eserler, yabancı 41 kültürlere ve bu kültürlerin izlenebileceği bakış açısına giriş sağlamaktadır” (Becker, 2007: 223). Diğer bir ifadeyle, Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarları tarafından kaleme alınan eserler, birden fazla kültürün etkisi altında biçimlenir. “Kültürlerarası Edebiyat’ın temsilcileri olan ve arka planlarında göç olgusu taşıyan yazarlar, birer kültür aracısıdır” (Stratthaus, 2005: 30-31). Stratthaus, yazarların farklı kültürler arasında aracılık görevini üstlendiklerini belirtirken, örnek olarak da Türk – Alman kültürü arasında aracılık rolünü üstlenen yazarlardan biri olan Yüksel Pazarkaya’yı göstermiştir. Çok kültürlü toplum yapısı içerisinde oluşan sorunların çözülmesinde ve kültürel farklılıklara karşı duyarlılığın gelişiminde etken olan Kültürlerarası Edebiyat, bu aktif rolünü içinde barındırdığı yazar ve onun eserlerine borçludur. “Kültürlerarası sınırların aşılması sırasında meydana gelen sorunlardan bahseden Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarı, bizzat kendileri kültürel sınırları aştığı için, meydana gelen sorunları da en iyi kendileri yorumlayacaktır” (Stratthaus, 2005: 158). Farklı bir kültürel arka planı olan yazarın, yaşadığı kültür şoku ve yabancılık ile ilgili deneyimleri, onun eserlerinde de yer almaktadır. Kültürlerarası Edebiyat’ta yazar ve eserinin rolü tanımlanırken, “yazar bir çeşit zaman tanığı olarak kabul edilir. Yazarın kaleme aldığı metinlerin kurgusal olmasına rağmen, tarihi ve/veya sosyal bir arka plan sergilediklerinden dolayı birer belge niteliği taşımaktadır” (Stratthaus, 2005: 110). Kültürlerarası Edebiyat’ın yazarları, içerisinde yaşadıkları toplum ile o topluma daha sonradan dahil olan ve bu aşamadan itibaren toplum yapısının şekillenmesinde payı olan yabancı kültür arasında “gidip geldikleri için melez yazar olarak” (Allgaier ve diğ., 2007: 158) da görülebilirler. Bahsi geçen yazarların eserlerinde ele aldıkları “kültürlerarası konuların analizinde iki alan baş göstermektedir: Birincisi, yabancı kültürlerdeki yaşamları güvenilir gösteren metinler, ikincisi ise farklı kültürlerin bir arada yaşamasının sorunlarını gözler önüne seren metinlerdir” (Allgaier ve diğ., 2007: 162). 42 3.3. Kültürlerarası Edebiyata Dahil Olmak Đçin Belirleyici Olan Etkenler Almanya’da, yabancı kökenlere sahip olan yazarların ve eserlerinin sınıflandırılması hakkında her zaman tartışmalar olmuştur. Çoğu zaman bu tartışmalar sonuçsuz kalmış veya bu konu hakkında yeni tartışmaların başlamasına eden olmuştur. Benzer durum Kültürlerarası Edebiyat için de geçerlidir. Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilecek olan yazarın veya eserin neye göre seçileceği üzerinde çok tartışılmıştır. Önceleri yazarın kökenine göre sınıflandırmalar yapılıyordu. Buna göre yazar hangi kökenden geliyorsa, o kökenin ulusal edebiyatına bağlıdır. Ama aynı durum farklı bir kökenden gelip de eserini Almanca yazan bir yazar için geçerli midir? Örneğin Emine Sevgi Özdamar, kendisi Türk kökenli olmasına rağmen, eserlerinin dili Almancadır. Eserlerinde kullandığı üslup, başta Almanya’da olmak üzere dünyanın birçok yerinde araştırma konusu olmuştur. Eserlerinde hep Türkiye ile Almanya arasında gidip gelmektedir. Kendisi Almanya’da yaşamakta, eserlerini burada kaleme alıp burada da yayınlatmaktadır. Buna rağmen “2002’de yapılan Avrupa Yazıyor (Alm. Europa schreibt) isimli sempozyumda, Emine Sevgi Özdamar yine Türk Edebiyatı’nın temsilcisi olarak anılıyordu. Bu örnek, bir yazarın kökeni ve dahil edileceği ulusal edebiyat arasındaki bağlantı üzerinde ne kadar az durulduğuna dair diğer örneklerden sadece biri” (Stratthaus, 2005: 153). Yukarıdaki örnekte yazarın bağlı bulunduğu ulusal edebiyat, yazarın kökenine göre belirtilmiş olsa da, o Almanya’da Kültürlerarası Edebiyat’ın bir temsilcisi olarak görülmekte, eserleri de Alman Edebiyat’ına dahil edilmektedir. Peki Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilmek için ne gerekmektedir? Stratthaus, bir yazarı veya metni Kültürlerarası Edebiyat sınıfına sokarken “ilkin yazarın biyografisini, daha sonra ise yazdıkları metinlerde kullandıkları konuları temel argüman olarak kabul etmektedir” (Stratthaus, 2005: 25). Yazarın biyografisinde en başta göç varsa, yani farklı bir kültürden geliyor ise, o yazar Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilmektedir. Çünkü bu yazarın sahip olduğu bakış açısı, onun eserinde kültürel farklılıklardan söz etmesini sağlayacaktır. Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilen ve eserlerinde göç olgusunu işleyen yazarlardan bazılarının göçmenlik deneyimi bulunmamaktadır. Biyografi ve malzeme, şu ana kadar 43 Almanya’da bir yazarın ve eserlerinin Kültürlerarası Edebiyat’a dahil olabilmek için kabul gören en önemli özelliklerdir (Stratthaus, 2005: 36). Öte yandan “Kültürlerarası Edebiyat’a, sadece arka planlarında göçmenlik olan yazarların yazdığı metinler dahil edilmemelidir” (Stratthaus, 2005: 248). Alman kökenli olup da eserlerinde yabancıya yer veren, kültürlerarası farklılıkları ele alan yazarlarda mevcuttur. Sten Nadolny’nin Selim oder die Gabe ya da Barbara Frischmuth’un Die Schrift des Freundes isimli eserleri bunlara örnektir. Her iki yazar, bahsi geçen eserlerinde yabancı karakterler canlandırdığından, kültürlerarası imgelere yer verdiklerinden, yazarlar değil ama eserleri Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilmektedir. Kültürlerarasılık potansiyeli olan her metnin/eserin Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edildiği yukarıda yer verdiğim görüşlerden anlaşılmaktadır. Peki bir metnin/eserin kültürlerarasılık potansiyeli olduğu nereden anlaşılır. Bu konu hakkında Aglaia Blioumi bir model geliştirmiştir. Blioumi’nin geliştirdiği bu model, Kültürlerarası Edebiyat’a dahil edilecek metnin/eserin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini bize göstermektedir. 1. Dinamik bir kültür kavramı 2. Özeleştiri (diğer bir ifadeyle kendi kültürlülüğün yansıması) 3. Melezlik 4. Đkili bakış açısı, yani bakış açılarının değişken yansımaları, diğer bir ifadeyle çoklu bakış açısı (Alm. doppelte Optik) (Blioumi, 2002: 30). Yazarın kültürel arka planı ve biyografisi, eserin ise kültürlerarası konulara yer vermesi, onları Kültürlerarası Edebiyat’a dahil etmektedir. Peki, bir yazarın kültürel arka planı ve biyografisi ile ne atlatılmak istenir, ya da eserin sahip olması gereken kültürlerarası potansiyel tam olarak nedir? Bu sorunun cevabını, yukarıda belirtilen ifadelerden yola çıkarak, aşağıda maddeler halinde belirtebiliriz: 44 “Yabancı mekanlara yapılan zorunlu ya da gönüllü göç, sürgün; Farklı kültürlerin ara mekanlarında, azınlıkların oluşturduğu mekanlarda ya da sınır mekanlarda yaşamak; Küreselleşmenin merkezinde yaşamak, yazarın kültürel arka planını ve biyografisini kültürlerarasılık kazandırır” (Esselborn, 2007: 11). Kültürlerarası edebiyatta metnin çözümlenmesi için yazarın kültürel arka planı ve biyografisi, etnik toplumun sosyal yapısı dikkate alınır. Bunlar Kültürlerarası Edebiyat’a dahil olan metnin konusunu belirler (Stratthaus, 2005: 107). 3.4. Kültürlerarası Edebiyat’ın Alt Kategorisi: Türk-Alman Edebiyatı Adından da anlaşılacağı gibi, Almanya’da ya da almanca konuşulan diğer ülkelerde Türk kökenli olup da Almanca yazan yazarların ve eserlerinin sınıflandırıldığı edebiyat türüdür. Türk – Alman Edebiyatı, Kültürlerarası Edebiyat’ın bir alt başlığı olarak incelenmektedir. Gerek Türkiye’de olsun, gerek Almanya’da olsun Türk – Alman Edebiyatı, bu iki ülkenin ulusal edebiyatlarında ayrı ayrı yerlere sahiptir. Bu edebiyat türünün bu şekilde anılması, tamamen yazarın kökeni ve eserlerinde kullandığı dilin almanca olmasından kaynaklanır. Türk – Alman Edebiyatı’nın yanında Arap – Alman Edebiyatı, Rus – Alman Edebiyatı, Yunan – Alman Edebiyatı, Đtalyan – Alman Edebiyatı ve daha birçok tür, Kültürlerarası Edebiyat altında incelenmektedir. Yukarıda yazarların kökenlerine göre saydığım bu edebiyatlar arasında Almanya’da en çok geçerliliğe sahip olanı Türk – Alman Edebiyatı’dır. 1991 yılında Emine Sevgi Özdamar’a verilen Ingeborg Bachman ödülü, Türk – Alman Edebiyatı’nın Alman Edebiyatı içerisinde yerini sağlamlaştırdığına dair sembolik bir işarettir (Hofmann, 2006: 199). Emine Sevgi Özdamar gibi, Türk – Alman Edebiyatı içerisinde yer alan diğer bazı yazarların da ödülleri mevcuttur. Bunlardan biri de senarist ve yönetmen olarak Almanya’da yerini sağlamlaştıran ve Türk – Alman Edebiyatı’na dahil edilen Fatih Akın’dır. Fatih Akın’ın 2005 yılında Berlin Film Festivali’nde Duvara Karşı isimli filmiyle aldığı Altın Ayı Ödülü, Türk – Alman Edebiyatı’nın Almanya’daki vazgeçilmez konumunu gözler önüne sermektedir. 45 Türk – Alman Edebiyatı’nın bugün geldiği noktada ise, “karşılaşan kültürler nedeniyle kültürlerarası diyalogun deney alanına dönüşmüş biçimidir. Türk – Alman Edebiyatı sayesinde, Alman toplumunun gerçekliğine, dışarıdan bir bakış açısıyla bakılabilmektedir” (Hofmann, 2006: 195). Türklerle karşılaşan Almanların, Türkleri daha yakından tanıyabilmeleri, onları anlayabilmeleri için Türklerin bakış açılarını edinmeleri gerekir. Bunun en kolay yolu da Türk – Alman Edebiyatı’ndan geçer. Türk – Alman Edebiyatı, Almanya’da yaşayan Türklerle ilgili toplumsal tartışmalara eşlik edebilecek ve onlara yön verebilecek düzeydedir. Geçmişten günümüze kadar Almanya’da yaşayan ve eserlerinde yazı dili olarak Almanca kullanan Türk kökenli yazarlarımızın tamamı Türk – Alman Edebiyatı çatısı altında yer almaktadır. Bahsi geçen bu yazarlara ait olan eserlerde, özellikle de son dönemlerde çıkanların eserlerindeki yansımalar, Almanya’daki tartışmalara yön verebilecek niteliktedir. Bugün Almanya’da, Türk – Alman Edebiyatı’nda adı altında geçen 170 üzerinde yazar bulunmaktadır. Bunlar arasında roman yazarı, tiyatro ve/veya film senaryosu yazarı, şair v.b. yer almaktadır. Günümüzde bunlar arasında en çok tanınanları Emine Sevgi Özdamar, Feridun Zaimoğlu ve Fatih Akın’dır. 46 BÖLÜM 4: TÜRK – ALMAN EDEBĐYATINDAN ÖRNEKLER 4.1. Kanak Kültürünün Yaratıcısı: Feridun Zaimoğlu Almanyalı Türklerin Malcom X’i olarak tanınan Feridun Zaimoğlu, Türk – Alman Edebiyatı’nın önde gelen temsilcilerinden sayılmaktadır. O “Almanya’da yaşayan Türkler için bir idol, hip hop kültürüyle haşır neşir olanların, kimlik kavgasıyla takıntılı çevrelerin kült ismi” (Arna, 2005) olarak tanınmaktadır. Zaimoğlu, 1995 yılında toplumun kenarına itilmiş olan 24 Türk genci ile yaptığı söyleşileri Kanak Sprak isimli eserinde toplamıştır. Kendi tabirleriyle Kanak dili olarak adlandırılan Almanya’da yaşayan Türk gençlerinin argo içerikli sokak dilini olduğu gibi eserine aktaran Zaimoğlu, bu çalışmasıyla edebiyat dünyasının gündemine oturarak, Almanya’daki kültür tartışmalarında yerini almıştır. Zaimoğlu, “sınırlar üzerinden insanlara atfedilen, deyim yerindeyse beşik kertmesi kimliklerin ötesinde bir biraradalık olarak nitelendirilen Kanak Attak” (www.kanakattak.de; 1998) oluşumunun kurucuları arasında yer almaktadır. Bu çalışmanın yanında okuma günleri, röportajlar, film gibi yapmış olduğu diğer faaliyetler sayesinde Zaimoğlu, alışılmışın dışında bir etki sağlayarak gündeme gelmiştir (Esselborn, 2007: 20). Birçok Türk kökenli yazar gibi Zaimoğlu’da, eserlerinde yabancılığı içten dışa, diğer bir deyişle kendi deneyimlerini yabancının penceresinden okurlarıyla paylaşır. Eserlerinde daha çok Almanya’da doğup büyüyen, iki kültür arasında sıkışıp kalan ve yaşantılarından dolayı toplumun kenarına itilen Türk gençlerinin hayatlarını yansıtmaktadır. Daha önceki Türk kökenli yazarlar gibi Zaimoğlu da göçmenlerden, konuk işçilerden ve en çok da onların çocuklarından bahsetmektedir. Fakat diğerlerinin aksine kendini sert bir üslupla ifade ederek, gençlerin başkaldırışlarını, toplum içerisinde karşılaştıkları olumsuzluklara karşı olan tepkilerini olduğu gibi yansıtmaktadır. O hiç kimsenin cesaret edemediği, Kanak gibi sokaktan gelen sloganları eserlerinde işleyebilmektedir. Eserlerinde kullandığı dil ve biçim, kendisinden önceki yazarların 47 eserlerinde kullandığı dil ve biçimleriyle örtüşmemektedir. Zaimoğlu, edebiyatın evrensel anlayışıyla geleneksel ve modern arasındaki sınıflandırmaların dışında kalmayı başarmıştır. Toplumsal sorunlarla cebelleşen insanlara uzattığı mikrofonla sorunları ve yaşam anlayışlarını kendi ses tonlarıyla kaydeden yazar, bu yaklaşımıyla diğer yazarlardan ayrılmaktadır (Can, 2007: 72). Eserlerinin işleyiş ve yansıtma biçimiyle diğer Türk kökenli yazarlardan tamamen ayrılan Zaimoğlu, Almanya’daki eleştirmenler tarafından nasıl algılandığını şu sözleriyle belirtmektedir: “Alman eleştirmenler yazdıklarımla ilk karşılaştıklarında resmen şok geçirdiler. Bu yazar oryantal bir Almanca kullanıyor dediler. Almanca yazıyorum ama alaturka edebiyat yapıyorum... Gelecekte de yaramaz kitaplar yazacağım. Yaşam yaramaz çünkü. Uslu kitaplar hayatı anlatmaz, anlatamaz. Vay Almanya'nın haline. Bu daha başlangıç!.. Türk hamurum olmasaydı ben bu kitapları yazamazdım” (Can, 2007: 81). Zaimoğlu edepsiz, küfürlü ve pornografik içerikli kitaplar yazdığı için, Alman basını tarafından ‘edepsiz edebiyatçı’ olarak anılmaktadır. Gelecekte de yazacağı kitaplarında edepsizliğinden taviz vermeyeceğini ve yaramaz kitaplar yazmaya devam edeceğini belirtmektedir. Çünkü ona göre hayatın kendisi yaramaz. Uslu kitapların da hayatı anlatmadığını, anlatamayacağını savunmaktadır (Arna, 2005). Çok kültürlülüğü savunan idealistler, toplum içerisinde var olan çirkin söz ve düşünceleri görmezlikten gelerek uydurmuş oldukları kültürel birleşme masalından bahsederken, Zaimoğlu direkt ve sert bir üslupla Kanak’ın etnik hayvanat bahçesinin güvenilmez bir üyesi olarak gündeme getirildiğini belirtmektedir (Wertheimer, 2002: 131). Bu nedenle çok kültürlülük adı altında Almanya’daki Türklere yönelik asimilasyon çalışmalarına sonuna kadar direnerek, Kanak sözcüğünün anlamının olumlu yönde değiştirilmesi için çaba sarf etmiştir. Kendisini Almanya’da yaşayan Türklerin bir temsilci olarak gören Zaimoğlu, yaptığı bu çıkışlar sayesinde, “Alman politikasındaki çok kültürlülük tartışmalarını ateşlemiştir” (Blumentrath ve diğ., 2007: 72). Zaimoğlu’nun günümüze kadar kaleme aldığı eserler, edebiyat alanında olduğu gibi sosyoloji alanında incelenmiş ve incelenmeye devam etmektedir. Her ne kadar kendisi bir göçmen olsa da, eserlerinde de göçmen Türkler ve onların çocuklarının hayatlarına eğilse de, o kendini ne göçmen olarak görmüştür, ne de Göçmen Edebiyatı 48 kategorisine dahil edilmek istemiştir. Zaimoğlu kendisinin göçmen yazar olduğunu kabullenmezken, onun ülkemizde Almanya’daki Türk göçmen yazarlar arasında algılandığı, “yazar şu anda önemli göçmen yazarlardan biridir” (Karakuş, 2001: 273) ifadesinden anlaşılmaktadır. Kendisini Alman Edebiyatı’nın temsilcisi olarak görüp görmediği sorulduğunda da, karşılığında şu cevabı vermektedir: “Bu soru bana sürekli soruluyor. ‘Yabancı kökenli Sizler Alman Edebiyatı’ndan mısınız? Yoksa ayrı bir statüde misiniz’ diye. Ben kendimi Alman Edebiyatı’ndan biri olarak görüyorum ve bunun kavgasını veriyorum” (Tanış ve diğ., 2004). Zaimoğlu, kendisinin bir Alman vatandaşı olduğunu ve eserleriyle Alman Edebiyatı’nda yer alması gerektiğinin altını çizmektedir. 4.1.1. Hayatı Feridun Zaimoğlu, 1964 yılında Bolu’da dünyaya geldi. Daha küçükken ailesiyle birlikte Almanya’ya göç eden Feridun Zaimoğlu, 1985 yılına kadar Almanya’nın Berlin ve Münih şehirlerinde yaşadı. Daha sonra Kiel’e taşınan Feridun Zaimoğlu, halen yaşamını bu şehirde sürdürmektedir. Okul yıllarının başında hemen hemen her yabancı çocuğun yaşadığı olumsuz durumları Zaimoğlu’da yaşamıştır. Yeterli dil bilmediği için okulda defalarca gülünç duruma düşmüş, dışlanmış ve küçük düşürülmüştür. Anımsamak istemediği bu yıllarda, tıpkı kendisi gibi toplumun alt katmanlarından gelmiş, zirveye yükselmiş ve geldikleri yeri unutmamış olan ünlü futbolcu Pele ve boksör Muhammed Ali onu çok etkilemiştir (Can, 2007: 69). Zaimoğlu, eğitim hayatının başında iken kendisinin tembel bir öğrenci olduğunu kabul etmektedir. Ama ne zaman ki matematik öğretmeni tarafından kendisinin ne istediği sorulduğunda, gözlerini açar ve derslerine asılmaya başlar (Spiegel, 2005). Zaimoğlu’nun öncelikli hedefi Almanca’sını geliştirmektir. Bunun için de bol bol kitap okur, özellikle de polisiye romanları okumaktan hoşlanır. Alman Edebiyatı’nın büyük ustaları tarafından yazılan romanları pek tercih etmez. O daha çok dili basit olan anlaşılır romanları okumayı tercih eder. Liseyi başarılı bir şekilde dereceyle bitiren Zaimoğlu, Kiel’de tıp fakültesinde okumaya hak kazanır. Onun doktor olması ailesinin, özellikle de annesinin en büyük 49 isteğidir. Fakat tıp eğitimi alırken doktorluğun ona uygun bir meslek olmadığını ve yanlış alan seçtiğini anladıktan sonra yan dal olarak Sanat Fakültesi’nde Resim Bölümü’nde de okumaya başlar. Ailesini hayal kırıklığına da uğratmamak için tıp eğitimini sürdürmeye devam eder. Tıp öğreniminde dördüncü yarıyıldan sonra yapılan Physikum sınavını ve Devlet tarafından yapılan (Staatsexamen) iki sınavı da verdikten sonra, eğitimini devam ettirmemeye karar verir (Spiegel, 2005). Zaimoğlu, gazeteci, yazar ve senarist olarak tanınır. Bunların dışında Almanya’da Die Zeit, Die Welt, SPEX ve Frankfurter Rundschau gibi gazete ve dergilerde edebiyat eleştirileri ve denemeler de yazar. 1998 yılından beri Berlin Üniversitesi (Alm. Freie Universität Berlin), Genel ve Karşılaştırmalı Edebiyatbilim Bölümü’nde yürütülen ve ünlü yazarları birer dönem misafir öğretim üyesi statüsünde ağırlayan Samuel-Fischer-Misafir Öğretim Üyesi programı kapsamında, 2004 yılının bahar döneminde Literatur to go isimli derse misafir öğretim üyesi olarak katılmıştır. Ayrıca 2007 yılında Tübinger-PoetikDozentur programı kapsamında, Eberhard Karls Tübingen Üniversitesi’nde de bulunmuştur. Feridun Zaimoğlu, bugüne kadar yaptığı çalışmalardan dolayı birçok ödül ve desteğe layık görüldü. Günümüze kadar almış olduğu ödül ve desteklerden bazıları, aşağıda maddeler halinde belirtilmektedir: 1997 – Civis Medya Ödülü 1998 – Schleswig-Holstein Eyaleti tarafından Senaryo Ödülü 2002 – Friedrich Hebel Ödülü 2003 – Ingeborg Bachman Yarışmasında Jüri Ödülü 2005 – Adelbert-von-Chamisso Ödülü 2005 – Villa Massimo Bursu 2005 – Hugo Ball Ödülü 2006 – Schleswig-Holstein Eyaleti tarafından Sanat Ödülü 50 2007 – Carl-Amery Edebiyat Ödülü 2007 – Grimmelshausen Ödülü 2008 – Corine Feridun Zaimoğlu yukarıda belirtilen ve 1997 yılında aldığı, Kültürel Çeşitlilik Đçerisinde Yaşamak – Diğerinin Dikkati (Alm. Leben in kulturellen Vielfalt - Achtung des Anderen) konulu televizyon programları için verilen Civis Medya Ödülü’nü, yönetmen olan Thomas Röschner ile birlikte yaptığı, ZDF ve ARTE televizyon kanalları için hazırlanan Deutschland im Winter – Kanakistan. Eine Rap-Reportage (Tr. Kış Mevsiminde Almanya – Kanakistan. Rep Röportajı) isimli kısa film için almıştır (Cheesman, 2002: 185). Feridun Zaimoğlu’nun aldığı diğer ödüllerden Grimmelshausen, Leyla adlı eserine, 2008 de Corine ödülü de Liebesbrand isimli eserine verilmiştir. Zaimoğlu, bunların dışında 2005 yılında Almanya’nın kültür elçisi olarak seçilmiş ve Alman kültürünü Đtalyanlara tanıtmak için bir yıl Đtalya’da bulunmuştur. 4.1.2. Eserleri Đlk yazarlık deneyimine 1995 yılında yayınladığı Kanak Sprak ile başlayan Feridun Zaimoğlu, günümüze kadar roman ve hikayelerden oluşan bir düzineyi geçkin eser yayımlamıştır. Eserlerinden bazılarının yayınlandığı yıl ve isimleri, sırasıyla aşağıda maddeler halinde verilmektedir: 1995 – Kanak Sprak: 24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft (Tr. Kanak Sprak: Toplumun Kenarında 24 Ayarsız Ses) 1997 – Abschaum: Die Wahre Geschichte von Ertan Ongun (Tr. Cüruf: Ertan Ongun’un Gerçek Öyküsü) 1999 – Koppstoff: Kanak Sprak vom Rande der Gesellschaft (Tr. Kafa Örtüsü: Toplumun Kenarında Kanak Sprak) 2000 – Liebesmale, scharlachrot 2001 – Kopf und Kragen 51 2002 – German Amok 2003 – Leinwand 2004 – Zwölf Gramm Glück (Tr. On Đki Gram Mutluluk) 2006 – Leyla 2007 – Rom Intensiv 2008 – Liebesbrand (Tr. Aşk Ateşi) Zaimoğlu’nun yayımlamış olduğu Kanak Sprak, Koppstoff, Kopf und Kragen, Zwölf Gramm Glück ve Rom Intensiv adlı eserleri söyleşilerden oluşmuş olup, diğerleri romandır. Bunların dışında birçok da tiyatro senaryosu yazmıştır. Feridun Zaimoğlu’nun ilk mektup roman denemesi olan Liebesmale scharlachrot adlı eseri, Goethe’nin Genç Werther’in Acıları gibi bir eserin yeniden yazılmış halinin ortaya konulmasıdır (Hofmann, 2006: 200). Zaimoğlu’nun kaleme aldığı bu eserle, Alman Edebiyatı’na ilk adımını attığı belirtilmektedir (Hofmann, 2006: 228) Liebesmale scharlachrot adlı eserde, her ikisi de Türk olan Serdar ile Hakan arasında geçen mektuplaşmalar yer almaktadır. Serdar, peşindeki kadınlardan, özellikle de Anke’den uzaklaşmak amacıyla Almanya’dan Türkiye’ye gelir. Kiel’de bıraktığı en iyi arkadaşı Hakan ile mektuplaşarak içinde kopan fırtınaları bastırmaktadır. Ege’nın küçük bir kasabasında yaşamaya başlayan Serdar, burada da gönlünü güzel bir kadın olan Rena’ya kaptırır. Fakat Rena’nın bir sevdiği vardır ve onunla kavga ederek hastanelik olur. Hastanede gözünü açan Serdar, “soğuk vatanı” (Karakuş, 2001: 284) olarak nitelendirdiği Almanya’ya geri dönmek ister. Zaimoğlu’nun mektup-roman biçimindeki eserinin başkarakterleri olan Serdar ile Hakan birbirlerinden değişik, ancak, birbirlerini tamamlayan kişiliklerdir. Birbirlerine güvenleri sonsuz olduğu için yaşamlarının bütün ayrıntılarını birbirleriyle paylaşmaktadırlar. Serdar yaşamayı seven, yaşadığı aşk ilişkilerinden de anlaşılacağı 52 üzere biraz da duygusal bir kişiliğe sahip bir gençtir. Hakan ise daha gerçekçi, Serdar’a sürekli yaşamın zorluklarını anımsatan biridir (Karakuş, 2001: 284). Feridun Zaimoğlu’nun 2006 yılında yayınladığı Leyla isimli romanıyla, Alman toplumunun dikkatini kendisinin ve ailesinin kökenlerinin ait olduğu topraklara çekmeye çalışmıştır. Kitapta ailenin babanın egemenliği altında olduğu ve kadınların aile içinde belirli bir konumu olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. Romanın başkahramanı aynı zamanda romanın ismi olan Leyla’dır. Roman tamamen onun ağzından anlatılmaktadır. Romanda, Leyla kendi günlük yaşantısından bahsetmektedir. Ticaretle uğraşan babası, işlerinde hep başarısızlığa uğramaktadır. Erkek kardeşleri kendi hayatlarını çizerken, kız kardeşleri ise onlar için seçilecek olan eşlerini beklemektedirler. Leyla ise kendi özgür hayatının peşindedir (Zaimoğlu, 2008). Anadolu’nun geleneksel aile yapısını gözler önüne seren bu romanda, Türk toplumu içerisinde kadının rolü yansıtılmaktadır. Zaimoğlu’nun bu romanında, “kürt ve çeçen kökenli Türklerin birbirinden ayrı dünyalarının üzerinde ve özellikle cinsiyet farklılıkları üzerinde durulmaktadır” (Blumentrath ve diğ., 2007: 119). Romanın içerisinde Anadolu kültüründe kadın rolünün ele alınması, bu eserin Almanya’da dikkatleri üzerine çekmesinin en büyük nedeni olarak görülebilir. Çünkü Almanya’da, göçmen kadını üzerine yapılacak olan toplumsal tartışmalarda, Kültürlerarası Edebiyat çatısı altındaki bu gibi çalışmaların yardımının dokunacağı belirtilmektedir (Hofmann, 2006: 237-238). Zaimoğlu, Leyla isimli romanında Türk aile yapısı içerisinde kadının rolünün yanı sıra, topraklarımızda mevcut olan kültürel farklılıklardan ve zenginliklerden de bahsetmektedir. Zaimoğlu’nun, Anadolu’nun bu kültürel çeşitliliğinden bahsederken, “mekansal ve zamansal koordinatlara da dikkat ettiği görülmektedir” (Becker, 2007: 3). 4.2. Kanakların Protestosu: Kanak Sprak Feridun Zaimoğlu’nun Kiel’e taşınmasının ardından, aynı şehirde müziklerini icra eden Cartel isimli Türk Müzik Grubu’yla görüşmektedir. Bir gece müzik grubunun çalıştığı stüdyoda sohbet ederken, içlerinden birinin Almanya’da yaşayan Türklerin harcadıkları onca emeğe rağmen halen ezildiklerini, kendilerinin Almanlar tarafından 53 görmezlikten gelindiğini söylemesi ve bu konu hakkında saatlerce nutuk dökmesi, Zaimoğlu’nu çok etkilemiştir. Bu konuşmadan aldığı kıvılcımla ilk eserini yazmaya başlar (Arna, 2005). Zaimoğlu, 1,5 yıl süren çalışmaların ardından Kanak Sprak- 24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft adlı eseriyle piyasaya çıkar. Feridun Zaimoğlu’nun kaleme aldığı Kanak Sprak adlı ilk eseri, Almanya’da toplumun dışına itilmiş olan ve kendilerini Kanak olarak gören 24 Türk genci ile yaptığı söyleşilerden oluşmaktadır. Zaimoğlu’nun bu eseri, onun Almanya’daki kültürel – toplumsal tartışmalarda söz sahibi olmasını sağlamıştır. Kanak Sprak, tamamen Alman toplumu için yazılmış bir eserdir. Eserin içinde yer alan söyleşiler, kurgusal gerçeklik ve yabancıların sunumundan oluşmaktadır (Hofmann, 2006: 229). Söyleşilerde gözlemlenen kurgusal gerçeklik, 70’li yıllardan beri Konuk Đşçi Edebiyatı olarak tanımlanan Türk kökenli yazarların eserlerinde de gözlemlenmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 73). Buna rağmen Kanak Sprak, Zaimoğlu’nun yaptığı sert çıkışlar nedeniyle kendisinden önce Türk kökenli yazarlar tarafından yazılan eserlerden farklıdır. Daha önceden de belirttiğim gibi, Zaimoğlu’nun kendisinden önceki Türk kökenli yazarlardan farkı, üslubunun ve yaptığı çıkışların sert olmasıdır. Kanak Sprak içerisinde söz sahibi olan gençlerin başkaldırışlarını, içinde yaşadıkları toplumun geneline karşı olan his ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla eserine yansıtmıştır. Alman toplumu, Kanak Sprak’ın sert çıkışlarından dolayı kışkırtıcı bir hale bürünen Türk – Alman Edebiyatı ile yüzleşmek zorunda kalmaktadır. Bu eser sayesinde anlaşılıyor ki, Almanlarla 2. ve 3. nesil Türk göçmenlerin çocukları arasında anlaşmazlıklar oluşmadan, bir arada yaşamaları imkansız gibi görünmektedir (Hofmann, 2006: 226). Kanak Sprak’ta Kanak kimliği üzerinde duran Zaimoğlu, “Bir Kanak olarak Almanya’da nasıl yaşanır?” sorusunu sormaktadır. Aynı soruyu söyleşi yaptığı, Türk ve Alman kültürü arasında yetişmiş gençlere yönelterek, onların içerisinde yaşadıkları topluma karşı olan bakış açılarını okurlarına yansıtmaya çalışmıştır. Zaimoğlu, kitabının önsözünde eseri için yaptığı söyleşilerden bahsederken, tıpkı bir dedektif gibi erkeklerin takıldığı mekanlarda iz sürerek, araştırmalar yaptığını ve bu eserin 1,5 yılı aşkın bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıktığını belirtmektedir 54 (Zaimoğlu, 2007: 18). Zaimoğlu, bu kitabında sadece erkeklere söz vererek onların bakış açılarını eserinde yansıtmaktadır. Kadınların bakış açısına ise hiç başvurmamaktadır. “Yazar bunu da, kadınların evlerinde kapalı kapılar ardında oturmak zorunda oldukları gibi, kuşku ile karşılanması gereken bir savla açıklamaya çalışır” (Karakuş, 2001: 277). Zaimoğlu’nun kuşku ile karşılanması gereken sözleri şu şekildedir: “Günlük hayatta Kanak gettoların yer aldığı sahnede, erkekler rol almaktadır. Buna karşılık kadınlar için, erkeğin dünyasının dışında kalmaları gerektiğine dair bir anlam bulunmaktadır. Onlar dış dünyadan soyutlanmış bir şekilde ev hapsindedir. Dolayısıyla ben de dahil tüm yabancılara ulaşılmazdırlar” (Zaimoğlu, 2007: 15). Zaimoğlu’nun Koppstoff adlı eserini göz önünde bulundurduğumuzda, kadınların kapalı kapılar ardında ve ulaşılmaz olduğu görüşünü kendisi çürütmektedir. Çünkü yazar, bu eserinde Alman toplumunu ve Kanak dünyasını tamamen kadınların bakış açısıyla okura aktarmaktadır. Zaimoğlu, Kanak Sprak ile Almanya’da yaşayan ve kendilerini Kanak olarak nitelendiren, toplumun kenarında hayatlarını devam ettiren Türk gençlerle, toplumun geri kalanı arasında aracılık görevi üstlenmektedir. Eserinde yansıttığı spesifik elementleri, bir edebi dil vasıtasıyla aktarmaya çalışmıştır (Hofmann, 2006: 200). Zaimoğlu’nun kullandığı Kanak, önceki konumundan azat edilmesine rağmen, halen sorunsal bir argüman olarak karşımıza çıkabilir. Çünkü Kanak modeli tasvir edilirken Türkler kendilerini küçük düşürülmüş olarak görebilirler, Almanlar da ırkçılıkla ilgili stereotiplere yenik düşebilirler. Bunlara rağmen Zaimoğlu, haklı olarak özgün bir dil örneği çizmeye çalışmıştır (Wertheimer, 2002: 132). Önceleri belli bir yazarın metninden oluşan Kanak Sprak eserinde, toplumun genelinin gösterdiği ayrımcılığa, adaptasyona ve asimilasyona tepki olarak, zamanla çoğunluğu ikinci ve üçüncü neslin genç göçmenlerinin oluşturduğu toplu bir harekete dönüştüğü görülmektedir (Hofmann, 2006: 226). Zaimoğlu’nun eserine yansıttığı itiraz benzeri çıkışları, azınlıkların özel muamele görmesi ile ilgili saklı kalan eğilime karşı negatif bir yönelme gösterdiği gibi pozitif bir yönelme de göstermektedir. Bu sayede, tamamen farklı hareket eden yeni bir model 55 gün yüzüne çıkmaktadır. Ortaya çıkan bu yeni modelde, Kanak nesli içerisinde yaşayan birey için yeni bir sosyal yaşam başlamaktadır (Wertheimer, 2002: 132). Zaimoğlu, daha eserinin önsözünde Kanak olgusunun altını çizerek, “burada söz sahibi olan sadece Kanak’tır” (Zaimoğlu, 2007: 18) demekle, ikinci ve üçüncü nesil göçmen Türklerin çocuklarından bahsetmiştir. Onun kahramanları olan bu çocuklar, Almanya’da doğmuş ve orada toplumsallaşma sürecini tamamlamış kişilerden oluşmaktadır. Bu kuşağın sorunlarını, bir önceki kuşağın sorunlarıyla karşılaştırmamız uygun değildir. Çünkü karşılaştıkları sorunlar farklıdır. Onlardan bahsederken, onlara göçmen bile demek doğru değildir. Çünkü onlar kendi özgün koşullarını oluşturmuşlardır (Karakuş, 2001: 274). Kanak Sprak içerisinde seslerini duyurma fırsatı yakalayan gençlerin birçoğunun toplum tarafından dışa itilmiş kişiler olduğunu görüyoruz. Zaimoğlu’nun seçtiği kişiler arasında uyuşturucu satıcısı, kadın satıcısı, sokak dansçısı, transseksüel, fundamentalist, ilticacı gibi negatif örnekler yer almaktadır. Ama bunların ortak yanı kendilerine olan özgüvenleri ve kimlikleridir (Wertheimer, 2002: 132). Kendilerini Kanak olarak gören bu gençlerin tamamı, içerisinde bulundukları olumsuz durumu kabullenerek, yaşadıkları toplum içerisinde düşüncelerini açık ve sert bir şekilde dile getirmektedirler. Zaimoğlu’nun ele aldığı bu negatif kişilerin birçoğu, yaşantılarından dolayı Almanya’da bulunan Türk toplumu tarafından da dışlanmış olan kişilerdir. “Dolayısıyla söz konusu kişiler çifte dışlanmışlığın ürünüdürler. Alman toplumunun dışladığı diğer kişilerle neredeyse benzer yaşam biçimini paylaşırlar” (Karakuş, 2001: 275). Gençlerin dahil olduğu nesil, kendi kimliklerinin peşine düşmüştür. Bu nesil, içerisinde ritüel ve jestlerin yer aldığı alışılmamış bir geleneğe sahiptir. Bunlara dilsel jestler de dahildir. Yarı külhanbeyi, yarı argo konuşma biçimini içinde barındıran Kanak Sprak, iç uzlaşmaya ve dış ayrılmaya hizmet etmektedir. Kanak’ların dili, ait olma ve özgünlüğün ifade edilmesinde, var olan özel bir statüye ait göstergenin yerini almıştır (Wertheimer, 2002: 132). 56 “Zaimoğlu, Kanak Sprak ile Almanya’daki Türk kökenli gençlerin konuştuğu dilin otantik, tahrik edici gücünü betimler” (Can, 2007: 62). Etnik ve kültürel özelliklerinin büyük bir kısmından yoksun olan bu gençleri, değişime uğramış bir Almancayla konuşturmaktadır. Zaimoğlu, onları Kanakster olarak adlandırmaktadır. Kanak Sprak içerisinde yer alan metinleri incelediğimizde, Almanya’da yaşayan Türk gençlerine toplumsal açıdan sınıf düşürülmesi ve Türk kültüründe yer alan geleneksel erkek rolünü de sorguladığı gözlemlenmektedir (Hofmann, 2006: 232). Zaimoğlu’nun, bu eseriyle Alman toplumu içerisinde mevcut olan, fakat göz ardı edilen bir sorunu gündeme getirmesi bir açıdan iyi olabilir. Ama diğer bir açıdan, insanları yanılgıya düşürebilir. Yukarıda da belirtildiği gibi seçtiği negatif kişiliklerin, Almanya’da yaşayan genç Türk neslinin tamamını etkileme olasılığı yüksektir. Ayrıca Türk kültüründe yer alan geleneksel erkek rolünün Almanlar tarafından yanlış anlaşılmasına sebebiyet verebilir. Oysa Alman toplumu içerisinde, kariyer sahibi, mesleğinin zirvesinde, yaşam standartları yüksek, kültürlü ve tahsilli olan birçok Türk kökenli gençlere ait olumlu örneklerde mevcuttur. Zaimoğlu bu eserinde, Alman okurlarından, Kanak olarak nitelendirilen gençlerin duygu dünyasına ve anlayışlarına bürünmesini beklememektedir. “Onun tek isteği, Alman toplumunun 2. ve 3. nesil göçmen Türk gençlerle ilgili beklentileri üzerinde düşünmeleridir” (Hofmann, 2006: 230). Kanak Sprak, yabancılık deneyimleri üzerinde tartışılan sorunları gözler önüne sermektedir. Bireyler, kendilerine ait bir kimlik oluşturabilmek için, kendilerini diğerlerinden soyutlamaları gerekir. Bu tutum, yabancının basmakalıp bir şekle dönüşmesine ve değer kaybetmesine neden olmaktadır. Bu yönleriyle Kanak Sprak, 90’lı yılların popüler Alman Edebiyatı’na benzemektedir. Bu dönemde de geleneksel norm ve çıkarcılığa karşı benzer üsluplar gözlemlenmiştir (Hofmann, 2006: 233-234). 4.2.1. Nedir Bu Sözü Edilen Kanak? Afrika kökenli insanları aşağılama amacıyla geçmişte zenci (Alm. Neger) sözcüğü kullanıldığı gibi, Almanya’da da ilk başlarda Türkleri aşağılama amaçlı olarak Kanak sözcüğü kullanılmıştır. Günümüzde ise zenci sözcüğü, çoğu çevrelerde negatif anlamından kurtularak, pozitif bir anlam kazanmasıyla birlikte, Afrika kökenliler 57 arasında bile bu kavramın kullanıldığı görülmektedir. Aynı durum Türk gençleri için de geçerlidir. Kanak sözcüğü zaman içerisinde negatif anlamından sıyrılmış ve pozitif bir anlam kazanmıştır. Kanak sözcüğü, Zaimoğlu’nun Kanak Sprak ve daha sonraki Abschaum ve Koppstoff isimli eserlerinde sıkça karşımıza çıkmaktadır. Kanak sözcüğün kökeni Yeni Kaldonya’ya dayanmaktadır. Yerli dilinde insan anlamına gelir. Yakın bir geçmişte Fransızlar tarafından küfür amaçlı kullanılan Kanak sözcüğü, o dönemlerde ilkel ve kültürsüz insan anlamına gelmektedir (Hofmann, 2006: 226). Kanak sözcüğünün sözlük anlamını incelediğimizde, aşağıda belirtilen tanımlara ulaşabiliriz: 1. Poly. Đnsan, Kanaken = Polonya ve güney denizlerde yaşayan yerli halk; 2. Konuşma dilinde ise değeri düşük olan eğitimsiz ve kültürsüz insan demektir; 3. Değeri düşük yabancı işçi anlamına da gelmektedir, özellikle yabancı ülkelerde yaşayan Türkler için kullanılmaktadır (Tekin, 2007: 8). Nasıl oldu da Almanya’daki sokaklarda Kanak diye bir kimlik oluştu? Neden halk arasında Türk gençlerine bu şekilde hitap etme gereği duyuldu? Zaimoğlu, göçmen Türklere yakıştırılan Kanak kimliğini, Türk konuk işçilerin Almanya'da artık konuk olmadıklarının anlaşıldığı zamana kadar geri uzandığını belirtmektedir. Böyle bir kimliğin oluşma sebebine gelince, ikinci ve özellikle üçüncü neslin çocukları, aileleriyle birlikte evde Türkçe konuşmakta ve Türk kültürüyle yetişmektedirler. Dışarıda ise Almanca konuşmakta ve Alman kültürü ile yetişmektedirler. Đki farklı kültürün arasında yaşamak zorunda olan bu gençlerin, her gün kültürel farklılıklarla yüzleşmek zorunda oldukları yetmezmiş gibi, sadece Almancası zayıf olduğu için algılama problemi olduğu ileri sürülen çocukların, Sonderschule dedikleri zihinsel yönden zayıf olanların gittiği özel eğitimli okullara gönderilmesi, yaşadıkları diğer bir sorundur. Đki kültürün arasında oluşan ara mekanlarda yetişen bu gençlerin dili de, kültürü de melezleşmeye başlamıştır. Üçüncü nesil Türk gençlerinin çoğunluğunun konuştuğu melez dil ve melez kültürle şekillenen kişilikleri, Alman toplumunun gözünde sınıf farklılığı olarak algılanmaya başlanmıştır. Toplum içerisinde Türklerle 58 Almanlar arasında oluşan sınıf farklılığını bahane eden bazı kesimler, Türk gençlerini küçük düşürmek amacıyla onlara Kanak olarak hitap etmeye başlamışlardır (Zaimoğlu, 2007). Kanak olgusu içerisinde her hangi bir kültür göremeyebiliriz. Çünkü Kanak kimliği Türk, Alman, bölgesel, dini, yaş ve cinsiyet etkenlerinden oluşan melez bir kültürün ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır (Blumentrath ve diğ., 2007: 76-77). Kendilerini Kanak olarak görenlerin yaşam biçimleri, geleneksel bir Türk, ya da Alman yaşam biçimine uymamaktadır. Onların konuştukları dilin Almanca ya da Türkçe olduğu söylenemez. Söz konusu olan Kanak, tamamen melez bir dil ve melez bir yaşam biçiminden ibarettir. Günümüzde kullanılan Kanak bir üst kavram niteliği taşımaktadır. Bu durum, özellikle Almanya’daki Türklerin kültürel potansiyellerinde görülmektedir. Kanak sözcüğünün pozitif anlamı Zaimoğlu’nun Kanak Sprak isimli eserinde yer alan metinlerde görülebilir (Blumentrath ve diğ., 2007: 72). Toplum tarafından dışlanan Türk kökenli göçmen gençler için kullanılan sözcüğün negatif anlamı gitmiş, yerine pozitif bir anlam gelmiştir (Esselborn, 2007: 20). Zaimoğlu, en başından beri Türkleri küçük düşürmek için kullanılan Kanak sözcüğünün zaman içerisinde değişime uğradığını bizlere göstermeye çalışmaktadır. Zaimoğlu’na göre Kanak, “Türklerin 30 yıllık göçmenlik tarihinde sadece hakaret anlamı taşıyan bir sözcük değil, aynı zamanda 2. nesil ve özellikle 3. nesil konuk işçi çocukların gururla taşıdığı bir isim, bir etikettir” (Zaimoğlu, 2007: 9). “Bir zamanlar Almanların Türkleri aşağılamak için kullandıkları ‘Kanak’ sözcüğü onun sayesinde mevcut düzene boyun eğmeyen, uyruk pususuna düşmeyen insanları simgeliyor artık” (Arna, 2005). Zaimoğlu, Kanak sözcüğünü negatif anlamından kurtarmakla kalmayıp, onu ırkçı tartışmalardan da uzaklaştırmayı başarmıştır (Blumentrath ve diğ., 2007: 72). Kanak Sprak’ta düşüncelerini ve duygularını açıklama fırsatı bulan gençlerin, Kanak kimliğini çekinmeden nasıl kullandıkları görülmektedir. Kanak Sprak içerisinde topluma karşı hissettikleri duygu ve düşüncelerini duyuran iki gencin Kanak kimliğini nasıl tanımladıkları aşağıda yer almaktadır. Bunlardan ilki olan 59 Akay, 29 yaşındadır ve bitpazarlarında çalışmaktadır. O, Kanak kimliğini aşağıdaki gibi açıklamaktadır: “Honey, ich liefer dir den rechten zusammenhang, du willst es wissen, ich geb dir das verschissene wissen: wir sind hier allesamt nigger, wir haben unser ghetto, wir schleppen’s überall hin, wir dampfen fremdländisch, unser schweiβ ist nigger, unsere zinken und unsere fressen und unser eigner stil ist so verdammt nigger, daβ wir wie blöde an unsrer haut kratzen, und dabei kapieren wir, daβ zum nigger nicht die olle pechhaut gehört, aber zum nigger gehört ne ganze menge anderssein und andres leben. Die haben schnon unsre heimat prächtig erfunden. Kanake da, kanake dort, wo du auch hingerätst, kanake blinkt dir in oberfetten lettern sogar im traum…” (Zaimoğlu, 2007: 25). Almanya’da yaşayan genç Türklerin, kendileri için kullanılan Kanak sözcüğünün Amerika’da yaşayan Afrika kökenli insanlar için kullanılan zenci sözcüğü ile eşleştirildikleri metinlerden anlaşılmaktadır. Bu nedenle Akay da, zenci sözcüğünün yardımıyla Kanak kimliğini açıklamaya çalışmaktadır. Bu sayede, içinde yaşadıkları ortamı daha iyi bir şekilde anlatabilmektedirler. Yaşam biçimlerinin tamamıyla Kanak ile tanımlandığını belirtir. O, bu kimliğin, diğerleri olarak tanımladığı toplum tarafından giydirildiğini belirtmektedir. Kanak kimliğine biraz farklı yaklaşan Ulku, 28 yaşında ve işsizdir. O, Kanak kimliğini aşağıdaki şekilde yorumlamaktadır: “kanake, du bist und bleibst’n anderer, du bist und bleibst’n menschenfreund, du bist und bleibst’n reicheleutehasser, du bist und bleibst’n lebensgewinnler und klarheitshochrufer, und nur das macht dich zum ollen kanaken mit nem brandstempel auf der stirn, wo der man heiβt: ich bin und bleib’n hasser eurer scheiβregeln” (Zaimoğlu, 2007: 135). Ulku’ye göre Kanak, bir dost canlısıdır. O zenginlerden nefret eder, hayatını bir şekilde kazanır. Onu Kanak yapan özellikler bunlardır. O, Kanak kimliğinin alnına damga gibi vurulduğunu belirterek, kendisi tarafından berbat görülen ve toplum tarafından belirlenen kurallara daima karşı olduğunu ve olacağını dile getirmektedir. Zaimoğlu, eserindeki Kanak’lardan bahsederken, zaman zaman onlara Kanakster diye hitap etmektedir. Kendisi, gündeme taşıdığı Kanakster sözcüğüyle edimsel bir kimlik oluşturduğunu belirtmektedir. Kanak Atak manifestosunu hazırlayan kişiler, Kanak sözcüğünü etnik kökeninden kopararak, sözcüğü politik bir kategoriye sokmaktadırlar (Blumentrath ve diğ., 2007: 76). 60 Kanakster, Kanak ve Đngilizce delikanlı anlamına gelen youngster sözcüklerini birleşiminden oluşmaktadır. Zaimoğlu, oluşturduğu bu yeni sözcükle, her hangi geleneksel veya kültürel aidiyet aramayan yeni bir kimlik yaratmıştır. Kanakster’ler birer metropol oyuncularıdır, onlar her şeye rağmen metropollerde inatla hayatta kalmayı başaranlardır (Wertheimer, 2002: 132). Zaimoğlu’nun ortaya koyduğu Kanakster otonomisi, kültürler arasında kendi yolunu bulması gereken, melez ve kültürlerarası bir yapıya sahiptir (Hofmann, 2006: 231). Kanakların saldırısı, ten rengi saldırısına karşı durmaktadır. Özellikle Türk gençlerde, ‘Yabancı olduğum için kendimle gurur duyuyorum’ ifadesi, ‘Alman olduğum için kendimle gurur duyuyorum’ ifadesine karşı durmaktadır. Karşılaştırılan bu ifade basit olduğu için çekici gelebilir. Ama basit olduğu kadar da tehlikeli olabilir (Wertheimer, 2002: 133). Kanak Sprak içerisinde söz sahibi olan gençlerin söylediklerini göz önünde bulundurursak, Zaimoğlu’nun Kanak kimliğini kabullenen ya da gururla taşıyan 3. nesil konuk işçi çocuklardan bahsederken, içinde bulunduğu olumsuz yaşam koşullarını kabullenmiş negatif kişiliklerden bahsetmektedir. Her ne kadar Zaimoğlu tarafından Kanak sözcüğünün pozitif bir anlama büründüğü belirtilse de, aynı nesil içerisinde yaşayan ve düzgün yaşam koşullarına sahip olan, geri kalan Türk gençlerin, belirli bir kitleye hitap eden bu sözcüğü kabul ettiğine dair her hangi bir iz görülmemektedir. 4.2.2. Melezlikle Biçimlenen Kanak Dili Zaimoğlu’nun Kanak Sprak isimli eserinin dil ve biçim yönüyle diğer Türk kökenli yazarlardan çok farklı olduğu bir gerçektir. Kanak Sprak içerisindeki metinler incelendiğinde, gramer kurallarının kullanılmadığı ve imla hatalarıyla dolu olduğu görülecektir. Çünkü Zaimoğlu, söyleşi yaptığı gençlerin konuşmaları esnasında kullandıkları sözcükleri, bozuk cümle yapılarını olduğu gibi almıştır. Zaimoğlu bunların dışında, konuşma içerisinde geçen aykırı muhabbetleri, küfürleri, insana edepsizce gelen tüm kısımları, her hangi bir sansür uygulamadan, tüm çıplaklığıyla eserine aktarmıştır. Ayrıca Zaimoğlu’nun, eserinde gençlerin argo konuşmalarına yer vermesi, eserin okur tarafından çözümlenmesini de zorlaştırmaktadır. 61 Zaimoğlu, Kanak olarak nitelendirdiği gençlerin kullandığı bu dili Kanak Dili olarak tanımlamaktadır. Bugün bu dili birçok Alman yazar ve gençleri kullanmaktadır. Zaimoğlu, yazın dünyasında yerleşen bu durumu şu şekilde özetlemeye çalışmıştır: “Kendi anlayışıma göre Alman Kanaksta’sı vardır. Benim eklediğim bu ülkede yaygınlaştırıldı ve sosyal hatalar için azınlıklar günah keçisi olarak kullanıldı. Bu etnik nedenlerin alanını ve suçlamaları terk etmek ve sosyal gerçekliğe yöneltmek istiyorum (Can, 2007: 73-74). Yaşamlarının önemli bir bölümünü toplum dışında sürdüren bir gurup Türk gencinin konuşma kesitlerinde yapılan incelemeye göre bu dil, nokta, virgül tanımayan, büyük, küçük yazını esaslarına uymayan, dilbilgisi dizim özelliklerini kaybetmiş, eylemlerin ekleri kopuk ya da vurgulu özellikler göstermektedir. Kesinlikle belirtilmek istenen sözcüklerin kuralsız büyük yazımı, ünlü ve ünsüz seslerin bozukluğu, sert ünsüzleri barındıran sıfatların seçimi, diğer yabancı dillerden sözcüklerin, "istenildiği yerde kullanımı" dikkat çekmektedir. Almancanın temel ilkelerini alt üst eden bu dil karışımının kodlarının olması, dilbilimcileri şaşırtacak düzeydedir (Can, 2007: 79). Aşağıda Zaimoğlu’nun kitabında yer alan ilk söyleşiden gösterilen örnek, konuşulan dilin yapısı bakımından yukarıda belirtilen durumları kanıtlamaktadır. Pop is ne fatale orgie, ein ding ohne höhre weihen, und es macht aus jeder göre aus’m vorort’n verdammten zappler unda us jedem zappler ne runde null. Es schafft ne egalität, wo jeder gleich is und keinen feinschliff braucht, nur tausend träume, billig zu haben, wie’n pfiferling, tausend träume für,n apel-und’n-ei-preis, tausend-tropfen-schnaps, daβ d uman den zappligen schlotter kriegst. Pop: die groβe hure babylon (Zaimoğlu, 2007: 19). Kanak Sprak içerisinde söz sahibi olan Kanakların ana dilini yanlış kullandıklarını görüyoruz. Kullandıkları kelimeler ve cümlelerin çoğunluğu ne Almanca’da, ne de Türkçe’de bulunmamaktadır (Wertheimer, 2002: 132). Nasıl ki kendileri ara mekanlarda oluşan melez kültürlerin birer ürünü olarak karşımıza çıkıyorsalar, konuştukları dil de yaşadıkları ortamdan etkilenerek melez bir dil olarak karşımıza çıkmaktadır. Zaimoğlu, Alman toplumunda dilsel-edebi kültürlerarasılık açısından bir temsilci olarak görülebilir. Eserinde kullanılan dil “Almanya’da yaşayan Türk gençlerin 62 konuştuğu dil, memleket lehçeleri ve sokak Almanca’sının bir karışımından” (Becker, 2007: 202) meydana gelmektedir. Popüler kültür ile bağlantılı olan Kanak dili, toplumun büyük bir kısmı tarafından görmezden gelinmekte veya dışlanmaktadır. Kanak dili, dışlanma nedeniyle edindiği deneyimlerden özgüven oluşturabilmek amacıyla toplumun belirli önyargılarını tahrik edici bir şekilde devralarak, negatif olan farklı stereotipleri benimsemektedir (Hofmann, 2006: 200). Kanakların kullandığı dilin orijinal, eğilimci ve enerjik olarak algılanması durumunda, estetikleşmenin yarattığı etkiye kuşkulu bir bakış açısıyla yaklaşmak mümkün olabilir. Bu bağlamda, “metne yansıyan haksız eylemlere karşı oluşan protesto ve ifade biçimleri, alımlama sürecinde büyük bir ihtimalle görmezlikten gelinecektir” (Hofmann, 2006: 229). Diğer yönden Kanak Sprak içerisinde kullanılan metinlerin Alman Edebiyatı ve dili üzerindeki etkisi belirgindir. Metinlerin standart Almanca kurallarından yoksun olmaları, Alman Edebiyatı’nı ve dilini zenginleştirmektedir (Hofmann, 2006: 230). Zaimoğlu, Kanak’ların kullandığı sokak jargonunu tercüme etme ve yapılan konuşmalarda kapsamlı müdahalelerde bulunma ihtiyacı da duymuştur. Yaptığı uyarlamanın gerçekliği tamamen düzmecedir. Bir yandan Kanak Sprak projesinin tamamı, öte yandan tipik Kanak yapısı sergilenmektedir (Blumentrath ve diğ., 2007: 72). Öte yandan Kanak Sprak, farklı kaynaklarla beslenen bir sanat dili olarak da görülebilir. Kanak Sprak, sadece etnik kökene sahip gençlerin kullandığı bir sokak jargonu olarak görülmemelidir. Aksine tamamen yapay bir dil olarak nitelendirilebilir (Blumentrath ve diğ., 2007: 73). Feridun Zaimoğlu gibi yazarların, çok kültürlülük bağlamında gerçekleştirilen olumsuz politikalara karşı “başvurdukları Kanak dil provokasyonuyla toplum içerisindeki öğrenme süreçlerinin hızlandırılıp hızlandırılmayacaklarını” (Chiellino, 2007: 60-61) bekleyip görmek gerekir. 63 4.2.3. Zaimoğlu ve Kanak Sprak Adlı Eserinin Kültürlerarasılığa Etkisi Kanak Sprak, Türk ve Alman kültürünün etkisinde Almanya’da yetişen, kültürlerarası ve kültür içi farklılaşmalardan dolayı toplum dışına itilen Türk gençlerinin, hem Alman toplumuna hem de Almanya’da yaşayan Türk toplumuna karşı tepkilerinin gösterim biçimi olarak görülebilir. Zaimoğlu, oluşan tepkilerin tamamını gün yüzüne çıkartmaya çalışmıştır. Toplum dışına itilen bu gençlerin dile getirdiklerinin kültürlerarasılığa ne gibi etkisi olabilir? Bu etkinin olumlu ve olumsuz yönleri nelerdir? Zaimoğlu, herkesin görmezden geldiği, çoğu kişinin iğrenerek baktığı ve ciddiye alınmayan negatif kişilere söz hakkı tanıyarak, onlarla toplum arasında aracı olmaya çalışmıştır. Ortaya koyduğu bu çalışma sayesinde, çok kültürlü olan Alman toplumunun göz ardı ettiği bir gerçeği gün yüzüne çıkarmayı başarmış ve bu gençlerin taleplerini topluma iletebilmiştir. Kanak Sprak, toplumsal sorunlara ışık tutmuştur. Kitapta işlediği konu ile Almanya’da var olan toplumsal tartışmalara yön vermeye çalışmış, çok kültürlülük tartışmalarını ateşlemiştir. Alman toplumunun yıllardır üzerinde durduğu yabancılık olgusu değişmiştir. Çünkü şu an mevcut olan nesil, kendisinden önceki nesiller gibi, farklı bir kültürel mekanda yetişip Almanya’ya gelmemiştir. Onlar burada doğmuş ve burada yetişmişlerdir. Dolayısıyla nesiller farklı olduğu için, meydana gelen sorunlar da farklıdır. Bu eser, yabancılık deneyimleri üzerinde tartışılan yeni sorunları gözler önüne sermektedir, diğer bir deyişle yabancılığı farklı bir bakış açısıyla tanıtmaktadır. Zaimoğlu, bu eserinde tamamen Kanak kimliğinin üzerinde durmaktadır. Eskiden bu kelimeyi işiten Türkler, hakarete uğradıklarını düşünürken, toplum dışına itilen bu gençler, bu kimliğin negatif yönlerini dışlayarak gururla taşımaya başlamışlardır. O, melez kültür sonucu oluşan günümüz Kanak kimliğini ve dilini tanıtmaya çalışmaktadır. Bu şekilde toplum içerisinde mevcut olan ırkçılık tartışmalarına da son vermeye çalışmaktadır. Ayrıca, Kanak kimliğine pozitif bir anlam kazandırarak, toplumsal bir hareket de başlatmıştır. Tüm Kanaklar bir araya gelerek birleşmişler, seslerini ve icraatlarını hem internet üzerinden (www.kanak-attak.de), hem de Almanya’nın önemli birkaç şehrinde gerçekleştirmişlerdir. 64 Zaimoğlu, bütün bunları yaparken her hangi bir sansüre başvurmamıştır. Kanak dilini kullanan gençler küfür etmekten çekinmemektedir. Çünkü onlara göre küfürlü ve edepsiz konuşmalar, bu dilin bir parçasıdır. Dolayısıyla Zaimoğlu’da, hayatın edepsiz yönünü yansıtmaktan hiçbir şekilde çekinmemiştir. Kanak Sprak’ta ele alınan kişilerin neredeyse tamamı negatif kişilerden oluşmaktadır. Bu kişiler Alman toplumundan dışlandığı gibi, Almanya’daki Türkler tarafından da dışlanmışlardır. Ama bu gerçeğin Alman toplumunun gözünden kaçması muhtemeldir ve kitapta oluşan Türk imajı genel olarak algılanabilir. Örneğin Almanlar biraya düşkün insanlardır. Bunun bu şekilde ifade edilmesi, bütün Almanların biradan hoşlandığı anlamına gelmemektedir. Dolayısıyla benzer durum, kitapta örnek olarak verilen kişiliklerin, Türklerin büyük bir çoğunluğunun böyle bir yaşam biçimine sahip olduğunu düşündürebilir. Öte yandan kitapta örnek gösterilen negatif kişiler, Almanlarda da yer almaktadır. Kültürlerarasılık söz konusu olunca, çözülecek sorunlar karşılıklı olarak ele alınmalıdır. Sadece bir taraf ön plana çıkarılmamalıdır. Öte yandan Zaimoğlu, neden sadece negatif kişileri ele almaktadır? Almanya’da yaşayan Türkler arasında gösterilebilecek birçok olumlu örnek de yer almaktadır. Gerçi yazar kendisi bunun cevabını dile getirmektedir. O, yaşamın kendisinin yaramaz olduğunu ve daima yaramaz kitaplar yazacağını, uslu kitapların yaşamı anlatamayacağını iddia etmektedir (Arna, 2005). Kanak Sprak ile ilgili yurtdışında yapılan bazı bilimsel çalışmalarda, kitabın, Türk kültüründe baskın olan geleneksel erkek rolünü sorguladığı belirtilmektedir (Hofmann, 2006: 232). Oysa Kanak Sprak’ta çizilen erkek rolünün Türk kültüründeki geleneksel erkek rolü ile benzer yanı yoktur. Zaten Zaimoğlu, kendisiyle yapılan bir röportajında Türkiye’nin uzmanı olmadığını belirtmektedir (Grossbongardt ve Steinvorth, 2007: 176). Dolayısıyla Türk kültürü hakkında da fazla uzmanlaşmamış olabilir. Kanak Sprak’ın olumsuz algılanan diğer bir etkisi de, Türk toplumunda kadınların kapalı kapılar ardında hapsedildiği ve hiçbir yabancıyla iletişim kuramadığı izlenimini vermesidir. Zaimoğlu, önsözünde kadınlardan bahsederken, onların erkeklerin dünyasında yerinin olmadığını belirterek şu ifade ile devam eder: “Onlar dış dünyadan soyutlanmış bir şekilde ev hapsindedir. Dolayısıyla ben de dahil tüm yabancılara 65 ulaşılmazdırlar” (Zaimoğlu, 2007: 15). Bu ifade Alman okurunu tamamen yanılgıya düşürmektedir. Okurlarda oluşacak ilk izlenim, Türk yaşam biçiminin her alanında sadece erkeklerin var olduğu ve kadın varlığına rastlanılmayacağıdır. Oysa Türk toplumunda her alanda kadının var olduğu bir gerçektir. Öte yandan, kendisinin piyasaya sürdüğü Koppstoff adlı üçüncü eseri, yazarın ilk eserinin önsözünde dile getirdiği savına kuşkuyla bakmamıza neden olmaktadır. Çünkü bu kitapta, Kanak dünyasının kadınların bakış açılarıyla anlatımı söz konusudur. Yazar söyleşilerini tamamen kadınlarla yapmıştır. Kanak Sprak’ta kullanılan dil ağırdır ve anlaşılması zordur. Kullanılan dilin gramer kurallarından yoksun olması, cümle yapılarına ve imla kurallarına uyulmaması, söyleşilerde asıl verilmek istenen mesajın gözden kaçmasına ve okur tarafından algılanmamasına neden olabilir. Zaimoğlu, medyada yaptığı her röportajda kendisine göçmenlik, Türkiye veya Türklük hakkında bir soru sorulduğunda, bunlara yabancı olduğunu her defasında dile getirerek, “benim Alman olduğum, Alman yazar olduğum açıktır” (Can, 2007: 75) diye sözünün altını çizmektedir. Kendisiyle Almanya’da yapılan bazı röportajlarda bu durum net bir şekilde görülmektedir. Örneğin 16.11.2007 tarihinde www.eurozine.com adresinde yayınlanan bir röportajında, kendisine göçmen olarak bir konu hakkındaki fikri sorulmuştur. Soruya cevaben “Ben göçmen değilim, ben Almanım” (Nejad, 2007) diye cevap vermektedir. Zaimoğlu’nun Türkiye’de yaptığı birkaç röportajında ise kendisinden Türk kökenli Alman olarak bahsettiği de görülmektedir (Arna, 2005; Tanış ve diğ., 2004). Kendisini göçmen olarak görmeyen ve her defasında Alman olduğunu iddia eden bir yazarın ülkemizde halen göçmen yazarlar kategorisinde ele alınması ne kadar doğrudur tartışılır. Öte yandan bu bakış açısına sahip olan bir yazarın, Almanya’da yaşayan Türklerin sorunlarını doğru bir şekilde algılayıp, bunu eserlerine yansıtması nasıl olur? Daha önceden gösterilen örneklerde olduğu gibi, bu tür konularda okur yanılgıya düşebilir. Bu çalışmanın birinci bölümünde, kültürlerarasılık kavramını açıklamaya çalışırken, kültürlerarasılığın, tek kültür algısının getirdiği sıkışıklıktan kurtulmak için geliştirilen 66 bir yöntem olduğunu, bu nedenle iki veya daha fazla kültür arasındaki ilişkiyi tanımladığını dile getirmiştim. Bunu göz önünde bulundurursak kültürlerarasılık, bir diğer kültürün sadece olumsuz taraflarını göstermek değildir. Eğer kültürlerarasılık bağlamında bir kültürün olumsuz taraflarını göstermek istiyorsak, bunu ilişki içerisinde olduğu diğer kültürün olumsuz taraflarıyla yüzleştirerek yapmalıyız. Aynı durum bir kültürün olumlu yönlerini gösterirken de geçerlidir. Zaimoğlu, Kanak Sprak adlı eserinde, kültürlerarası bir bakış açısından çok, kültürlerarasılığa yabancı, Türk kültürünü alt kültür olarak gören bir yaklaşımı ortaya koymaktadır. Bu eserin bu kadar başarılı olması, belki de Almanların Türklerde görmek istedikleri negatif özellikleri ön plana çıkarmasına bağlanabilir. Zaimoğlu, Alman toplumunun bu gençler üzerinde olumsuz etkilerine fazla yer vermeyerek, kültürlerarasılığa uygun olmayan ve taraflı olan bir Alman bakış açısı geliştirmiştir. 4.3. Türk – Alman Edebiyatı’nın Grand Old Lady’si: Emine Sevgi Özdamar Türk kökenli olmasına rağmen Almanya’da yaşayıp Almanca yazan en ünlü kadın yazarlardan biri de Emine Sevgi Özdamar’dır. Kendisi neredeyse Türk – Alman Edebiyatı’nın “Grand Old Lady’si olarak nitelendirilebilir” (Blumentrath ve diğ., 2007: 77). Özdamar’ın 2001 yılında yayınladığı ‘Das Leben ist ein Karawanserei, hat zwei Türen, aus einer kam ich rein, aus einer ging ich raus’ isimli romanı ile Ingeborg-Bachman ödülüne layık görülmüştür. Bu ödülü ilk defa ana dili Almanca olmayan birinin alması, “Türk – Alman Edebiyatı’nın Alman Edebiyatı içerisinde yerini sağlamlaştırdığına dair sembolik bir işaret” (Hofmann, 2006: 199) olduğunu göstermekte ve Özdamar’ın Türk-Alman Edebiyatı’nda çok önemli bir konuma sahip olduğunu gözler önüne sermektedir. Özdamar’ın eserleri, günümüze kadar birçok akademisyen tarafından incelenmiştir ve incelenmeye devam etmektedir. Tıpkı Zaimoğlu gibi Özdamar da eserlerinde yabancılığı içten dışa, diğer bir ifadeyle eserlerinde yabancının penceresinden yaşamış olduğu deneyimlerine yer vermektedir. Özdamar, büyüdüğü kültürden aldığı ögeler ile kullandığı Türkçe kalıplarıyla Almanca olarak yazdığı eserlerinde üçüncü bir alan oluşturmaktadır. Bu nedenle eserleri, üçüncü alan araştırmalarında her zaman referans kaynağı olmuştur. Türkiye’de siyasi hareketliliğin aşırı olduğu dönemlerde Almanya’ya giden Özdamar, göç olgusunun 67 dışında, Türkiye’nin o dönemlerde içerisinde olduğu siyasi yaşamı da eserlerine yansıtmaktadır. Özdamar, günümüz Alman Edebiyatı’nda kendini en çok gösteren yazarlar arasında yer almaktadır. Yayınladığı ‘Das Leben ist ein Karawanserei, hat zwei Türen, aus einer kam ich rein, aus einer ging ich raus’ ve ‘Die Brücke von Goldenen Horn’ adlı ilk iki romanıyla Alman kamuoyunda büyük bir başarıya imza atmıştır. Yazarın bu başarısı, romanlarında konuk işçilerden bahsetmesine rağmen, kendisinden önceki yazarlar gibi onların mağduriyetlerine değinmemesine bağlanmaktadır (Hofmann, 2006: 214). Emine Sevgi Özdamar, eserlerinde dıştan bir bakış açısıyla Alman toplumundaki kadın rolünü yansıtarak, Türkiye’deki kadın rolünün içinde olduğu duruma eleştirel bir biçimde yaklaşmaktadır. Kendine özgü bir anlatım üslubu geliştiren Özdamar, geliştirdiği bu üslupla Alman toplumunun yaşadığı gerçekliğe dıştan bir bakış açısıyla yaklaşmaktadır (Hofmann, 2006: 200). Özdamar’ın yazdığı romanlar Almanya’da çok satan kitaplar arasında yer almıştır. Romanları birçok dile çevrilmiştir. Bunların arasında Türkçe de yer almaktadır. Fakat romanları Türkiye’de beklenen ilgiyi görmemiştir. Çünkü romanların Türkçe’ye çevrilmesi ile birlikte, dili bakımından çevrilen romanlar bütün özelliğini kaybetmiş ve basitleştirilmiştir. 4.3.1. Hayatı Emine Sevgi Özdamar, 1946 yılında Malatya’da doğdu. 1965 yılında, daha 19 yaşındayken tek bir kelime Almanca bilmeden Almanya’ya gelen Özdamar, geçici bir süre için burada bir fabrikada işçi olarak çalışmıştır. Yeteri kadar para biriktirdikten sonra Türkiye’ye dönerek Đstanbul’da tiyatro eğitimi almıştır. Yazar, dramaturg, sinema ve tiyatro oyuncusu olarak tanınan Emine Sevgi Özdamar, birçok roman, hikaye ve tiyatro senaryosu yazmıştır. Türkiye’de ünlü tiyatroculardan eğitim aldıktan sonra, Türkiye’de ve Almanya’da tiyatrolarda görev almıştır. 1976 yılında Berlin Halk Sahnesi’nde (Alm. Berliner Volksbühne) reji asistanı olarak çalışmıştır. Daha sonra 1978/79 yıllarında Fransa’da bulunan bir tiyatroda oyuncu 68 olarak yer almıştır. Tiyatro oyunculuğunun yanında Hark Böhm’ün yönettiği Yasemin ve Doris Dörries’in yönettiği Happy birthday, Türke adlı filmlerde rol aldı. Paris Vencennes üniversitesinde doktora yapmıştır. Emine Sevgi Özdamar, yaptığı çalışmalardan dolayı birçok ödül ve destek almıştır. Günümüze kadar aldığı ödül ve desteklerden bazıları, aşağıda maddeler halinde belirtilmektedir: 1991 – Ingeborg Bachman Ödülü 1993 – Aachen Şehri tarafından Walter-Hasenclever Ödülü 1995 – Darmstadt Alman Edebiyatı Fonu New-York Bursu 1999 – Adelbert-von- Chamisso Ödülü 2001 – Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti tarafından Sanat Ödülü 2003 – Bergen Enkheim Şehir Yazarlığı Edebiyat Ödülü 2004 – Kleist Ödülü 2009 – Berlin Sanat Ödülü Yukarıda belirtilen ödüller arasında en önemlisi Ingeborg Bachman ödülüdür. Bu ödül sadece Almanya’da değil, Almanca konuşulan diğer ülkelerde de önemli bir yer tutmaktadır. Türk kökenli olup da Almanca yazan yazarlardan sadece Emine Sevgi Özdamar, Bergen Enkheim Şehir Yazarlığı ve Kleist Ödülleri ile Berlin Sanat Ödülü’nü almaya layık görülmüştür. Bu bile onun Alman Edebiyatı’ndaki konumunun ne kadar önemli olduğunu göstermeye yeterlidir. 4.3.2. Eserleri Eserlerinde tamamen kendi deneyimlerine yer veren Özdamar’ın, Almanca kaleme aldığı ve daha sonra birçok dile çevrilen eserleri mevcuttur. Özdamar’ın yayımladığı eserlerden bazıları aşağıda bulunmaktadır: 1982 – Karagöz in Alamania (Tiyatro oyunu, Tr. Karagöz Almanya’da) 69 1990 – Mutterzunge (Hikaye, Tr. Anne Dili) 1991 – Keloğlan in Alamania, die Versöhnung von Schwein und Lamm (Tiyatro oyunu, Tr. Keloğlan Almanya’da) 1992 – Das Leben ist ein Karawanserei, hat zwei Türen, aus einer kam ich rein, aus einer ging ich raus (Roman, Tr. Hayat Bir Kervansaray) 1998 – Die Brücke von Goldenen Horn (Roman, Tr. Haliçli Köprü) 2001 – Der Hof im Spiegel (Hikaye, Tr. Aynadaki Avlu) 2003 – Seltsame Sterne starren zur Erde (Roman, Tr. Tuhaf Yıldızlar Dünyaya Bakıyor) 2006 – Sonne auf halben Weg: Die Berlin-Istanbul-Triologie Emine Sevgi Özdamar’ın yayınlamış olduğu son eseri olan Sonne auf halben Weg: Die Berlin-Istanbul-Triologie, sırasıyla yayınlamış olduğu ‘Das Leben ist ein Karawanserei, hat zwei Türen, aus einer kam ich rein, aus einer ging ich raus’, ‘Die Brücke von Goldenen Horn’ ve ‘Seltsame Sterne starren zur Erde’ adlı eserlerin birleştirilmiş halidir. Bu eser Berlin-Đstanbul üçlemesi olarak bilinmektedir. Özdamar’ın eserlerinde dili kullanım şekli, Almanca’nın bilinen cümle modeline ve semantik yapısına uymamaktadır. Yabancılaştırma ve şok etkisi, okuyucuyu öznel deneyimlerin içine çekecek olan strateji olarak karşımıza çıkar. Sadece argümanlar sayesinde ikna edilmemekte, ayrıca heyecanla karşılanmaktadırlar. Dil ve çizdiği imajlar, anlatımda çoğu zaman önemli bir yer tutmaktadırlar (Ackermann, 2002: 151). Özdamar, Türkçe’de kullanılan dil kalıplarını, deyişleri, özel adları, atasözlerini genellikle birebir Almanca’ya çevirmektedir. Bu sayede, Alman okurlarına yabancı gelen, başka bir dilin kalıplarını içinde barındıran, kendine özgü yeni bir Almanca oluşmaktadır (Kuruyazıcı, 2001: 266). 70 Türk kültüründen beslenen yazar, kullandığı Türkçe kelime ve cümle yapılarını Almanca’ya aktararak, Almanca’da yabancılaştırma yapmaktadır. Yazar, bu sayede eserlerinde üçüncü alan oluşturmayı başarmıştır. Kendisi, eserlerinde üçüncü alan oluşturan Türk kökenli yazarların en başında sayılmaktadır. Özdamar’ın, Türkçe ifade, deyim ve atasözlerini yabancılaştırarak romanlarında Almancaya aktarması, romanlarının diline farklı bir anlam yüklemektedir. Kendisi bu yöntemle kültürel bariyerleri açıklamaya çalışmaktadır (Ackermann, 2002: 152). 1992 yılında kaleme aldığı ve Emine Sevgi Özdamarı’ın ilk romanı olan Das Leben ist eine Karawanserei… adlı eserde, Türkiye’de doğup büyüyen bir kızın çocukluğundan ve gençliğinden bahsedilmektedir. Ben anlatıcının ağzından aktarılan roman, kızın Almanya’ya göç etmesiyle birlikte sona erer. Özdamar, bu romanında Almanca gramer kurallarını çoğunlukla dikkate almamıştır. …aus einer Tür kam ich rein… Görüldüğü gibi, Almanca gramer kurallarına uymayan bir yapıya, daha romanın başlığında karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir ayrıntı ise, kervansarayın yaşamla eşdeğer tutulmasıdır. Çölde seyahat eden insanların ikamet yeri olan kervansaraylar, birçok kişinin girip çıktığı geçici ikamet yerlerini yansıtmaktadır (Blumentrath ve diğ., 2007: 64). Yazar da, yaşamı bir kervan saraya benzetmiş ve bu motifi romanın başlığında kullanmıştır. Özdamar’ın Das Leben ist eine Karawanserei… adlı romanı, kendisi için “edebi bir devrim niteliği” (Ackermann, 2002: 151) taşımaktadır. Masal ve gerçeklerden oluşan roman, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında mevcut olan kültürel farklılıklardan bahsetmektedir. Her bir fırsatta günlük yaşamın sadeliğini ön plana çıkartan bir dille yaşam kesitleriyle doldurulmuş, kafasından Türkçe olarak geçirdiklerini Almanca yazan bir yazarın uyguladığı geniş kapsamlı bir dilsel deneyden ibarettir. Özdamar, 1998 yılında yayınladığı Die Brücke vom Goldenen Horn adlı ikinci romanıyla, doğuya özgü anlatım tarzını ve Türkçe parçalarla Alman dilini yabancılaştırabildiğine dair yeteneğini ispatlamıştır (Şölçün, 2007: 152). Bahsi geçen iki roman, kültürel farklılıklardan ve Türkiye’nin sosyal ve tarihi sürecinden bahsetmektedir. Romanların bu özellikleri, onların kültürlerarası roman olarak nitelendirilmesini sağlamaktadır (Chiellino, 2002: 51). 71 4.4. Özdamar’ın Yansıttığı Đki Dünya: Die Brücke vom Goldenen Horn Die Brücke vom Goldenen Horn, 60’lı yıllarda aldığı bir kararla ailesinden koparak, gelecekte alacağı tiyatro eğitimi için para kazanmak amacıyla Almanya'ya çalışmaya giden bir kızın hikayesini anlatmaktadır. Türkçe’ye Đlknur Özdemir tarafından çevrilen roman, Türkiye’de Haliçli Köprü ismi altında yayınlanmıştır. Đki bölümden oluşan roman, ben anlatıcı olan genç kızın ağzından anlatılmaktadır. Romanın birinci bölümünde, o yıllarda çalışmak için Almanya’ya giden işçilerin, özellikle de kadın işçilerin başından geçen komik ve trajik olaylar anlatılmaktadır. Bunun yanında o dönemlere damgasını vuran komünizm, sosyalizm gibi fikir akımları ve bu akımlarla ateşlenen işçi ve öğrenci hareketlerine de yer verilmiştir. Bunların tamamı, genç kızın bakışıyla okura aktarılmaktadır. Genç kızın içerisinde olduğu özgürlük arayışı ve geleneksel Türk tabularını yıkma çabası, onun bu siyasi akımların içerisinde aktif olarak rol almasını sağlar. Düşüncelerinin bu yönde şekil almasında, tiyatroya karşı olan tutkusunun da payı vardır. Romanın ikinci bölümünde Türkiye’ye dönen genç kız, Almanya’da biriktirdiği parayla burada tiyatro eğitimine başlar. Bunun yanında Almanya’da olduğu gibi, burada da siyasi hareketliliğin içinde aktif olarak yer alır. Romanın ikinci bölümü, Türkiye’nin o dönemlerde içerisinde bulunduğu siyasi hareketliliğe geniş yer vermektedir. Türkiye’nin o dönemlerde yaşadığı trajik olaylar, olayların alevlenmesinde aktif rol alan öğrenci liderleri, siyasi liderler, sanat camiasının tanınmış insanları, kısacası o dönemde yaşanmış ve halen unutulamayan olaylar ve bu olayların içerisinde rol alan kişilere kısa da olsa değinilmiştir. Roman, ben anlatıcı olan genç kızın, tekrar Almanya'ya dönmesiyle sona erer. 4.4.1. Romanın Kültürlerarası Boyutu Emine Sevgi Özdamar, Die Brücke vom Goldenen Horn adlı romanında, geleneksel ve modern, batı ve doğu yaşam tarzlarını, kültürlerini yüzleştirmektedir. Bunu yaparken de, bireysel ve toplumsal gerilimleri de romanında yansıtmaya çalışmıştır. Batı ve doğu yaşam tarzlarını, kültürlerini yüzleştirirken, bunu sadece Türkiye ve Almanya arasında yapmamaktadır. Özellikle romanın ikinci bölümünde, mensubu olduğu parti için röportaj yapmak amacıyla çıktığı güney doğu gezisinde, oradaki yaşam koşullarını 72 ve oranın kültürlerini de göstererek, Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında da benzer bir yüzleştirme yapmıştır. Karmaşık bir yapıya sahip olan Özdamar’ın romanı, kendi içine kapanık yabancı bir dünyayı yansıtmaktadır. Yabancılık, değişen mekan ve bakış açıları farklı olarak tekrarlanan süreçlerde algılanmaktadır. Ben anlatıcı, Berlin’e gider ve bir sene sonra Đstanbul’a geri döner. Ardından tekrar Almanya’ya, oradan Paris’e ve sonra yine Đstanbul’a döner. Burada da sürekli Avrupa ve Asya kıtası arasında gezinti halindedir (Becker, 2007: 202-203). Romandaki ben anlatıcı, Türk ve Alman kültüründen etkilenmektedir. Buna rağmen, kendisini her iki kültür ile özdeşleştirdiği söylenemez. Roman, ben anlatıcıyı belirli bir ara mekanda hapsetmemektedir. Ben anlatıcının Fransa’ya yaptığı seyahat, TürkAlman Edebiyatı’nın sadece iki kültürün bir bütünü olarak algılanmaması gerektiğini göstermektedir. Türk-Alman Edebiyatı, bu örnekte, Türk ve Alman kültürüne bağlı, iki boyutlu bir edebiyat olmadığı anlaşılmaktadır. Romanda anlatılan mekanlar, belirli sınırlar içerisinde kalmamaktadır. Bu özellik sayesinde romanın Avrupa, hatta dünya edebiyatı boyutuna sahip olduğu söylenebilir (Hofmann, 2006: 225). Romanda ele alınan unsurlar, iki veya daha fazla kültür arasında gerçekleşen gezintiler değil, daha çok iki kültür arasında kalma durumudur. Öz ve yabancı unsurların bir birlik içerisinde, ben anlatıcının bireysel algılamasına uygun bir şekilde Türk-Alman senteziyle resmedildiği görülmektedir (Becker, 2007: 213). Özdamar, yüzleştirdiği Türk ve Alman yaşam tarzlarıyla ya da oluşturduğu hayali Türk-Alman senteziyle, romanına kültürlerarası bir boyut kazandırmıştır. Romanında kullandığı ben anlatıcı, Alman toplumunun üstü kapalı uzlaşma biçimlerini ve doğallıklarını, dıştan gelen bir bakış açısıyla eleştirel bir biçimde sorgulamaktadır (Hofmann, 2006: 221). Ben anlatıcı oluşturduğu resimlerle mekansal süreçleri aktarmaktadır. Kapılı binalar gibi kapalı alanlardan tutun da, sokak gibi açık ve hareketli alanlara kadar mecazi mekanlar da yansıtılmaktadır. Sokak memleketine, memleketi otele dönüşmektedir; diğer bir ifadeyle yabancı olduğu şehir kendi şehrine, kendi şehri yabancı bir şehre dönüşmektedir (Becker, 2007: 213). 73 Berlin war für mich wie eine Strasse gewesen. Als Kind war ich bis Mitternacht auf der Strasse geblieben, in Berlin hatte ich meine Strasse wiedergefunden. Von Berlin war ich in mein Elternhaus zurückgekehrt, aber jetzt war es für mich wie ein Hotel, ich wollte wieder auf die Strasse (Özdamar, 2008: 193). Yukarıda verilen örnekte de görüldüğü gibi Özdamar, yabancıyı bilinene, bilineni de yabancıya dönüştürürken “kültürlerarasında hareket etmekte ve aralarında denge oluşturmaktadır. Bu durum, üçüncü alan ile ilgili yaklaşımlarla ifade edilmektedir” (Becker, 2007: 213). Özdamar’ın romanında oluşturduğu çoklu bakış açısı, yalnızca anlatım yoluyla değil, aynı zamanda sorunsallaştırılarak da tespit edilmektedir. Roman, melez bireyselliğe uzanan birbirinden farklı gelişim aşamalarını yansıtmaktadır. Bununla birlikte Alman kültüründe olduğu gibi Türk kültürünün de farklılıklar içerdiği ve çoklu bir bakış açısına sahip olduğu gösterilmektedir (Becker, 2007:214). Romanda ben anlatıcının güneydoğuya yaptığı seyahatte, batıdan farklı bir yaşam tarzının ve kültürünün resmedilmesi, Türk kültürü içerisinde farklı ve birbirine yabancı unsurların yer aldığını göstermektedir. Bu şekilde, romanda kültürün yapısal bütünlüğünden bahsedilmeyerek, içerisinde barındırdığı çeşitlilik ön plana çıkartılmaya çalışılmıştır. Özdamar’ın romanında dikkat çeken diğer bir özellik ise romanın adıdır. Yazar, romanın adı için, romanın ikinci bölümünü oluşturan başlığı vermiştir. “Her şeyden önce başlık, ben anlatıcının güvendiği dünyaya ait bir unsurdur” (Şölçün, 2002: 97). Yazarın yabancılığı işlediği bir romanda bu başlığı kullanması mantıklı görülebilir. Đkinci bölümde köprü motifi, “bir çeşit sınır olduğu, geçmişin unutulmadığı, hatıraların canlandığı, gerçek ile söylentilerin karıştığı bir mekana benzetilmektedir (Şölçün, 2002: 98). Özdamar’ın kullandığı köprü motifi, ilk etapta Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren köprü olduğu algılanabilir. Oysa romanda bahsedilen köprünün, Asya ve Avrupa kıtalarını birleştiren köprü olmadığı, Avrupa tarafında iki kara parçasını birleştiren köprü olduğu anlaşılmaktadır. Zaten romanda geçen zaman diliminde günümüzde mevcut olan köprülerin inşaatına daha başlanılmadığı belirtilir. “… der Brücke vom 74 Goldenen Horn, die die beiden europäischen Teile von Istanbul verbindet” (Özdamar, 2008: 187). Özdamar, her ne kadar bu romanında kültürlerarasılık bağlamında iki kültürün olumsuz yanlarına değinmiş olsa da, kitabın ikinci bölümünde Türkiye’nin o dönemdeki yaşam tarzı ve kültürü içerisinde yer alan olumsuzluklara daha fazla yer verildiği görülmektedir. Đlk bölümde, siyasi bir gösteri esnasında ben anlatıcının arkadaşlarından birisinin kafasına cop yemesi veya ben anlatıcının, misafir olarak gittiği bir Alman evinde sırtının sigara ile yakılması anlatılmaktadır. Đlk bölümde buna benzer fazla negatif olaylara yer verilmemiştir. Ama ikinci bölümde, siyasi nedenlerden dolayı polisler tarafından sol görüşlü öğrenci, sanatçı ve işçilere karşı yapılan işkencelere daha geniş yer verildiği görülmektedir. Bu durum iki kültürün yüzleştirilmesindeki dengeyi bozmaktadır. Romanda dikkat çeken diğer bir olumsuz olay ise, Türkiye’nin yıllardır mücadelesini verdiği sözde Ermeni soykırımına da yer verilmesidir. Wir schauten von den Eseln auf die Bergen, sie waren nackt. Früher sollen diese Berge grün gewesen sein, sagte der junge Mann. Es wugs darauf Gemüse und Obst, als die Armenier hier lebten. Dann hat man hier alle Armenier abgeschlachtet, und die Berge sind zum nacktem Stein geworden (Özdamar, 2008: 283). Ben anlatıcı, röportaj amacıyla gittiği güneydoğu seyahatinde rehberine, dağların neden bu kadar çıplak olduğunu sormaktadır. Bunun üzerine onlara rehberlik eden genç, burada önceden Ermenilerin yaşadığını ve bu dağlarda sebze ve meyve yetişdiğini söylemektedir. Daha sonra buradaki Ermenilerin Türkler tarafından katledilmesiyle, dağlarda artık hiçbir şey yetiştirilmediğini açıklamaktadır. Böyle hassas bir konunun burada yabancıların bakış açısıyla yer alması, özellikle de bunun Türk kökenli bir yazar tarafından dile getirilmesi, romanın kurgu olduğu düşünülse bile, Alman okurunu Türkiye’nin tarihi hakkında yanlış bir şekilde yönlendirmesine neden olabilir. Özellikle de dünya kamuoyunda konunun güncel olarak tartışıldığı bu dönemde, insanların fikirlerini olumsuz etkileyebilir. Böyle bir meselenin tartışılması tarihçilere bırakılmalıdır. 75 4.4.2. Roman’da Yer Alan Yabancılaştırma Unsurları Romanın en önemli özelliklerinden biri de, yazarın bazı kelime ve mekanları yabancılaştırmasıdır. Bazı kelimeleri imla kurallarına uymadan ele aldığı görülmektedir. Yer yer Almancaya çevirmeden Türkçe kelimeler kullanmakta ya da Türkçe’de kullanılan deyim ve atasözlerini motomot bir şekilde Almanca'ya çevirmektedir. Yazarın bu üslubu romandaki anlatımı güçlendirmektedir. Als die Nacht zu Ende war, kam der Zug in München an. Die Frauen, die ihre Schuhe seit Tagen ausgezogen hatten, hatten dicke Füsse und schickten die, die ihre Schue anbehalten hatten, Zigaretten und Schokoladen kaufen. Çikolata – Çikolata (Özdamar, 2008: 15). Almanya’ya trenle giden Türk işçileri, gecenin sonunda Münih’e varmışlardır. Günlerdir yapılan yolculuk nedeniyle ayakları şişen ve ayakkabılarını çıkaran kadınlar, halen ayağında ayakkabısı olan kadınları sigara ve çikolata almaya göndermektedirler. Yazar, yukarıda anlatılan olayda daha net bir resim çizmek için çikolata kelimesinin Türkçesine yer vermiştir. “Ich lebte mit vielen Frauen in einem Frauenwohnheim, Wonaym sagten wir. Wir arbeiteten alle in der Radiofrabrik, jede musste bei der Arbeit auf dem rechten Auge eine Lupe tragen. Auch wenn wir abends zum Wonaym zurückkamen, schauten wir uns oder die Kartoffel, die wir schälten, mit unserem rechten Auge” (Özdamar, 2008: 16). Ben anlatıcı, birçok kadınla birlikte bir kadınlar yurdunda kaldıklarını belirtmektedir. Bu yurtta kalan kadınların tamamı radyo üretim fabrikasında çalışmaktaydı. Ben anlatıcı, üretim esnasında kadınların sağ gözlerinde birer büyüteç taşıdıklarını belirtmektedir. Kullandıkları büyüteçten dolayı çalışırken işlerine hep sağ gözleriyle odaklanmaları onların mesai saatleri dışında da ağırlıklı olarak sağ gözlerini kullanmalarına neden olmaktadır. Bahsi geçen büyütecin, “yabancılığın bir çeşit algılama modeli olarak yansıdığını ve ben anlatıcının kendisine yabancı olanı bu şekilde anlamaya çalıştığını” (Hofmann, 2006: 216) belirtmektedir. Eserde yabancılaştırmanın diğer bir göstergesi Almanca’yı kullanım biçimidir. Gerçek hayatta olduğu gibi, “eserde geçen kişilerin Almanca’nın semantik ve sözdizimsel yapılarından haberdar olmamalarından dolayı” (Hofmann, 2006: 216), konuşmalarında kullandıkları yanlış kelime ve cümle yapılarının olduğu gibi esere yansıtıldığı 76 görülmektedir. Örneğin, Almancası Wohnheim olan yurda, kadınlar dillerinin döndüğü bir şekilde Wonaym demektedirler. Yukarıda kadınlar yurdu ile verilen örnek, “ben anlatıcı için nirengi noktası oluşturmaktadır. Burada telaffuz edilen Wonaym kelimesinin spesifik bir anlamı olduğundan, aslı olan Wohnheim’in eş anlamlısı olarak algılanmamalıdır. Romanın birinci bölümünde ben anlatıcının da içinde yaşadığı, Türk kadınlarının kapalı yaşam alanlarını tanımlamaktadır (Becker, 2007: 213). Türk kadınları tarafından telaffuz edilen Wonaym kelimesi, “kültürlerarası bir kelime oluşumu”nu (Becker, 2007: 213) nitelendirmektedir. Kültürlerarası bir ortamda oluşan bu kelimenin daha sonra Wonaymtür (Tr. yurt kapısı), Wonaymsalon (Tr. yurt salonu), Wonaymzimmer (Tr. yurt odası) ve buna benzer örneklerle karşımıza çıktığını görüyoruz. Die ersten Wochen lebten wir zwischen Wonaymtür, Hertietür, Bustür, Radiolampenfabriktür, Fabriktoilettentür, Wonaymzimmertisch und Fabrikgrüneisentisch. Nachdem alle Frauen bei Hertie die Sachen, die die suchten, finden konnten und Brot sagen gelernt hatten, nachdem sie sich den richtigen Namen ihrer Haltestelle gemerkt hatten – zuerst hatten sie sich als Namen der Haltestelle ‘Haltestelle’ notiert – machten die Frauen eines Tages den Fernseher im Wonaymsalon an (Özdamar, 2008: 18). Wohnheim kelimesinin yanlış kullanılması, ben anlatıcının Almanca’ya tam anlamıyla vakıf olmamasına da bağlanabilir. Çünkü romanın ilerleyen bölümlerinde Almanca'sını ilerleten ve Türk işçilere tercümanlık yapan ben anlatıcının, Wohnheim kelimesini imla kurallarına uygun bir şekilde kullandığını görüyoruz. … Wenn wir in der Fabrik arbeiteten und Radiolampen herstellten, blieben unsere Fuβspuren vor dem Wohnheim in ihm. Der Schnee konnte einen umarmen und Räume schaffen, in denen die Stille sich vergröβern konnte. Jetzt war er weg (Özdamar, 2008: 80). Yabancılaştırmanın diğer bir belirtisi de fabrikada formen olarak görevli olan Bay Schering’in isminin değiştirilmiş olmasıdır. Yazar, Herr Schering olarak kullanılması gereken kelime yapısını birleştirerek Herrschering ya da Herscher olarak kullanmaktadır. “Der Fabrikchef hiess Herr Schering. Sherin sagten die Frauen, Sher sagten sie auch. Dann klebten sie Herr an Sherr, so hiess er in manchen Frauenmündern Herschering oder Herscher” (Özdamar, 2008: 16). 77 Özdamar’ın romanı, çok boyutluluğu farklı düzeylerde değiştiren, çok yönlü bir roman olarak görülmektedir. Roman, ben anlatıcının iç dünyasını mekanlaştırarak, mekanları ben anlatıcının içten bakış açısıyla yansıtmaktadır (Becker, 2007: 212). “Wir nannten ihn den zerbrochenen Bahnhof. Das türkische Wort für zerbrochen bedeutete gleichzeitig auch beleidigt. So hiess er auch der beleidigte Bahnhof” (Özdamar, 2008: 25). Kadınların her sabah işe giderken bekledikleri istasyona kırık istasyon dedikleri, ben anlatıcı tarafından aktarılmaktadır. Ben anlatıcı Türkçedeki kırık kelimesinin asıl anlamını değil de (Tr. zerbrochen), birine gücenmiş anlamı taşıyan sıfatın almanca karşılığını (Alm. beleidigte) kullanmaktadır. Ben anlatıcı tarafından kırık istasyon olarak adlandırılan mekan, “Türk kadınlarının sığındıkları mecazi bir mekan” (Becker, 2007: 213) olarak da algılanabilir. Diğer yönden kırık kelimesinin Almanca’daki karşılığı olan asıl anlamının yerine, mecazi anlamının kullanılması, istasyonun ben anlatıcı tarafından kişileştirildiği varsayılabilir. Yapılan kişileştirme, ben anlatıcının kendisini yabancı çevrede rahat hissettirecek algılamanın ve tasvir şeklinin varlığını göstermektedir. Öte yandan Emine Sevgi Özdamar’ın ben anlatıcı vasıtasıyla aklındaki düşünceleri motomot bir şekilde Almanca’ya çevirmesi, algılanan yabancılık etkisini indirgeyerek benimsemesini sağlamaktadır (Şölçün, 2002: 96). Ich legte sie über das Sofa und schaute mir die vielen Falten an: zwischen Istanbul und Berlin lagen drei Tage und drei Nächte. Die Frau, die meine Mutter sein sollte, sagte: ‘Mein Kind, warum sitzt du so da, als ob dir deine Schiffe untergegangen sind? Sprich etwas. Sag uns einen Satz in deutsch’… (Özdamar, 2008: 176). … Manchmal versuchte ich ein Kotelett auszukotzen, aber ich schaffte es nicht. Mein Vater sagte zu mir: ‘Meine Tochter, du hast dir wahrscheinlich in Deutschland deinen Kopf erkältet’ (Özdamar, 2008: 230). Yukarıda da görüldüğü gibi, Özdamar Türkçe’de kişinin üzgün olduğu durumlarda kullanılan 'Karadeniz'de gemilerin mi battı' ya da kişinin bir olay karşısında olağandışı bir tepki vermesinde ‘kafayı üşütmek’ deyimlerini motomot bir şekilde Almanca’ya çevirmektedir. Romanda yer alan bu ve buna benzer yöntemlerin, romana farklı bir anlam katarak, Alman okurunun ilgisini çekmektedir. Ama ne yazık ki, Türkçe’ye yapılan çeviri de, romanın edindiği bu özellik yok olmakta ve Türk okurunun gözünde sade bir roman olarak algılanmaktadır. 78 SONUÇ VE ÖNERĐLER Almanlar, Almanya’da bulunan Türklerin durumları hakkında yıllardır tartışmalarını sürdürmektedirler. Bu süreç içerisinde tartışmaların seyri, onlarla ilgili sorunların ve bu sorunlara getirilen çözüm önerilerinin zaman geçtikçe değiştiği gözlemlenmiştir. Bugün orada bulunan Türklerin, ister Türk vatandaşı olsun, ister Alman vatandaşlığına geçmiş olsun, toplum içerisinde Almanların büyük bir çoğunluğu tarafından halen yabancı olarak algılandığı gözlemlenmektedir. Almanya’da bulunan Türklerle ilgili yaşanan durum, edebiyat dünyasına da yansımıştır. Yıllardır Almanya’da yazarlık faaliyetlerini sürdüren Türk kökenli yazarların durumları ve bulundukları konumları hakkında tartışmalar yapılmış ve yapılmaya devam etmektedir. Yazarların kendilerini ve onların çalışmalarını bir kategoriye dahil edebilmek için Konuk Đşçi Edebiyatı, Yabancılar Edebiyatı, Göçmen Edebiyatı gibi günümüze kadar birçok ismin ortaya atıldığı tespit edilmiştir. Bunların arasında Göçmen Edebiyatı, son birkaç yıla kadar en çok geçerliği olan kavram olarak karşımıza çıkmıştır. Toplum içerisinde yabancılık olgusu ile yüzleşen Almanlar, yabancılık ile ilgili mevcut olan sorunlarda yabancı kökenli yazarların bu sorunlara ışık tutabileceklerinin farkına varmışlardır. Artık onlara yabancı gözüyle değil de, daha çok bağlı bulundukları kültürün birer temsilcisi olarak bakmaya başlamışlardır. Farkına vardıkları bu durum, onların edebiyatta da farklı bir alternatif üretmelerini sağlamıştır. Bu sayede Kültürlerarası Edebiyat kavramı doğmuştur. Yapılan bu çalışma, Kültürlerarası Edebiyat’ın ne olduğu, Almanya’da nasıl oluştuğu, ne gibi bir öneme ya da konuma sahip olduğunu açıklamaya çalışmıştır. Son dönemlerde edebiyatta ele alınan kültürlerarasılık, çok kültürlülük, trans-kültürlülük, yabancılık, melezlik gibi konuların üzerinde durulması, Kültürlerarası Edebiyat’ın konumunun Alman Edebiyat’ında güçlenmesini sağlamıştır. Bunun sonucunda, Türk kökenli yazarları ve onların eserleri, özellikle de üçüncü nesil yazarlar ve onların eserleri, Alman Edebiyatı içerisine dahil edilerek Kültürlerarası Edebiyat çatısı altında 79 ele alınmıştır. Bunda, yabancı kökenli yazarların son zamanlarda Almanya’da önemli edebiyat ödüllerini almalarının büyük bir payı olduğu gözlemlenmiştir. Alman Edebiyatı dünyasında mevcut geçerliliğini yavaş yavaş yitirmeye başlayan Göçmen Edebiyatı’nın, Kültürlerarası Edebiyat’ın alt başlığında ele alındığı tespit edilmiştir. Alman Edebiyatı’nda bugün gelinen noktada, yeni nesil Türk kökenli yazarların birçoğunun Almanya’da doğup büyüdüğü, eserlerini Almanca olarak kaleme aldıkları görülmüştür. Eserlerinde işledikleri konularda, artık göç ile ilgili konulara yer verilmediği, daha çok Türk ve Alman kültürünün olumlu ya da olumsuz yanlarını, kimi zaman dışarıdan, kimi zaman içeriden bir bakış açısıyla inceledikleri tespit edilmiştir. Oluşan bu yeni nesil yazarların Alman toplumu içerisinde yetişmeleri ve eserlerinde toplum içerisinde mevcut olan durumları ele almaları sebebiyle, Feridun Zaimoğlu ve Emine Sevgi Özdamar gibi yazarların Alman Edebiyatı dışında tutulamayacağı anlaşılmıştır. Bu nedenle onlar için oluşturulan Göçmen Edebiyatı kavramının, onların edebi faaliyetlerini tanımlamakta yetersiz olduğu ve bunun yerine son zamanlarda Kültürlerarası Edebiyat kavramının kullanıldığı tespit edilmiştir. Kültürlerarası Edebiyat’ın Almanya’da gösterdiği gelişme, onun küçük bir edebiyat türü olarak görülemeyeceğini kanıtlamıştır. Yabancıların yaşam tarzlarının, kültürlerinin, geleneklerinin, dünya görüşlerinin anlaşılmasında edebiyatın önemli bir rolü mevcuttur. Edebiyat, kültürlerarası duyarlılığın gelişiminde aktif rol üstlenmiştir. Almanya’daki yabancının anlaşılmasında edebiyatın araç olarak kullanılabileceği, böylece edebiyatın kültürlerarası bir potansiyele sahip olduğu tespit edilmiştir. Edebiyat, içerdiği farklı kültürlerin örneklerini tanıtmaktadır. Kültürlerarası Edebiyatı açıklamaya çalışırken, edebiyat ile kültürlerarasılığın ilişkisi tespit edilmiş, yabancı kültürlerin anlaşılmasında, edebiyatın etkili bir araç olup olmadığı sorgulanmıştır. Kültürlerarası Edebiyat’ın, farklı kültürlerin ve farklı uluslara ait edebiyatların etkisi altında oluştuğu tespit edilmiştir. Günümüzde Alman toplumu içerisinde yer alan yabancıların yaşam biçimlerini ve toplum içerisinde gelişen olaylara karşı verdikleri tepkileri algılamak için, Almanların Kültürlerarası Edebiyat'ı bir aracı olarak kullanmaya başladıkları görülmektedir. Kültürlerarası Edebiyat sayesinde edindikleri bakış açısıyla, onlarla ilgili toplumsal 80 sorunlara daha iyi sonuç getiren çözümler de üretilmektedir. Kültürlerarası Edebiyat, bize Almanya’daki yabancının bakış açısını sunarak, dünyayı onların gözlerinden görmemizi ve böylece toplum içerisinde yabancılıkla ilgili mevcut olan sorunların çözülmesine yardımcı olmaya çalışmaktadır. Almanya’da faaliyetlerini sürdüren yabancı kökenli yazarların, etnik köken açısından farklı uluslardan gelmesi, Türk – Alman Edebiyatı, Rus – Alman Edebiyatı, Đtalyan – Alman Edebiyatı gibi Kültürlerarası Edebiyat’ın bir alt kategorisi olarak ele alınan yeni edebiyat türlerinin de doğmasını sağlamıştır. Alman toplumu içerisinde yer alan yabancıların çoğunluğunu Türklerin oluşturması, Türk – Alman Edebiyatı’nın Alman Edebiyatı’nda, diğerlerinden daha ön plana çıktığı tespit edilmiştir. Türk – Alman Edebiyatı’nın Kültürlerarası Edebiyat’ın alt kategorisi olarak görülen diğer edebiyat türlerinden daha fazla ön plana çıkmasının nedeni, Emine Sevgi Özdamar ve Feridun Zaimoğlu gibi yazarların önemli edebiyat ödüllerini almalarına da bağlanmıştır. Türk – Alman Edebiyatı’nın, Almanya’da yaşayan Türklerle ilgili toplumsal tartışmalara eşlik edebilecek ve onları yönlendirebilecek nitelikte olduğu tespit edilmiştir. Türk – Alman Edebiyatı’nda yer alan eserlerdeki yansımalar, yeri geldiğinde toplumsal olaylarla ilgili örnekler içermektedir. Türk – Alman Edebiyatı içerisinde yer alan ve faaliyetlerini Kültürlerarası Edebiyat çatısı altında sürdüren yazarların, eserlerinde iki kültürü yüzleştirirken, zaman zaman dengeyi bulamadıkları gözlemlenmektedir. Eserlerinde bir kültürün olumsuz yönlerini daha ön plana çıkartmaktadırlar, ya da, tamamen tek kültür üzerine odaklanmaktadırlar. Bu durum özellikle tarihte yaşandığı ileri sürülen olayların, yaşanıp yaşanmadığı tarihçiler tarafından kesinleştirilmediği halde, yazarların eserlerinde bunlara sadece karşı kültürün bakış açısıyla yer verdikleri anlaşılmaktadır. Buna benzer durumların eserlerde yer alması, Alman okurların Türk kültüründe yer alan unsurlar, ya da Türk tarihi hakkında yanlış bir düşünceye kapılmalarına neden olabilir. Đki kültür arasında süren karşılıklı ilişkilerde, olumsuzluğa sebep verecek sonuçların doğmaması için, bu gibi konularda yazarların daha hassas davranması gerekmektedir. Yukarıda belirtilen ve olumsuzlukla sonuçlanabilecek olan bu tür unsurların ele alındığı bazı eserlerin ve bu eserleri kaleme alan yazarların, Alman toplumunda ön plana 81 çıkması ve çok satanlar listesinde yer alması, bizde, Almanların görmek ya da duymak istediklerini ele alan eserlerin ve yazarların popüler olduğu izlenimini oluşturmaktadır. Bu gibi olaylar karşısında Türk kamuoyu da daha fazla hassasiyet göstermeye çaba sarf etmelidir. Yapılan bu çalışma Türk Edebiyat Bilimi açısından da önemlidir. Çünkü Kültürlerarası Edebiyat adı altında ele alınan Türk - Alman Edebiyatı içerisinde yer alan yazarların tamamı Türk kökenli olup, eserlerinde ağırlıklı olarak Türkiye'den ve Almanya'da yaşayan Türklerden bahsetmektedir. Diğer bir deyişle, kendi kültürümüz Almanya’da Türk – Alman Edebiyatı’yla tanıtılmaktadır. Bu ve buna benzer çalışmalar, Türkiye’deki üniversitelerin yabancı dil ile eğitim veren bölümleriyle kısıtlı kalmamalıdır. Diğer bölümler tarafından da bu konulara daha geniş bir yer ayrılmalıdır. 82 KAYNAKÇA ACKERMANN, Irmgard (2002), “Mit Einem Visum Für Das Leben. Formen Weiblichen Schreibens Am Beispiel Dreier Türkischer Autorinnen”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 147-157. ALLGAIER, N., G. Hennen, J. Glembek (2007), “Anders sind wir – anders die anderen: Interkulturelle Literatur in Deutsch Lehrwerken”, Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler, s. 156-178. AMODEO, Immacolata (2002), “Anmerkungen zur Vergabe der Literarischen Staatsbürgerschaft in der Bundesrepublik Deutschland”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s.78-91. ARNA, Sibel (2005), “Nasıl Söylesem Beklediğimden Fazla Kazanıyorum”, Hürriyet, 30 Ocak, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=292558, 12.02.2009. AYTAÇ, Gürsel (2005), Edebiyat ve Kültür, Hece Yayınları, Ankara. BAYTEKĐN, Binnaz (2006), Kuramsal ve Uygulamalı Karşılaştırmalı Edebiyat Bilim, Sakarya Yayıncılık, Sakarya. BECKER, Irmgard Honnef (2007), “Empathie und Reflexion: Überlegung zur einer interkulturellen Literaturdidaktik”, Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler, s. 201-236. BREDELLA, Lothar (2007), “Grundzüge einer interkulturellen Literaturdidaktik”, Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler, s. 29-46. 83 BLIOUMI, Aglaia (2002), “Interkulturalitat und Literatur. Interkulturelle Elemente in Sten Nadolnys Roman ‘Selim oder die Gabe der Rede’”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 28-40. BLUMENTRATH, H., J. Bodenburg, R. Hillman, M. Wagner-Egelhaaf (2007), Transkulturalitaet. Türkisch-Deutsche Konstellationen in Literatur und Film, Aschendorff Verlag, Münster. CAN, Özber (2007), Feridun Zaimoğlu’nun Leinwand (Perde) ve Zwölf Gramm Glück (Oniki Gram Mutluluk) Aslı Eserlerinde Sözdizimsel ve Anlamsal Öncemeler, Basılmamış Doktora Tezi, Anadolu Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü. CHEESMAN, Tom (2002), “Akçam – Zaimoğlu – Kanak Attak: Turkish Lives and Letters in German”, German Life and Letters, Volume 55, April, pp. 180-195. CHIELLINO, Carmine (2007), Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler, Stuttgart. CHIELLINO, Carmine (2002), “Der Interkulturelle Roman”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 41-54. ESSELBORN, Karl (2007), “Interkulturelle Literatur – Entwicklung und Tendenzen”, Editör: Irmgard Honnef-Becker, Dialoge zwischen den Kulturen, Schneider Verlag Hohengehren GmbH, Baltmannsweiler, s. 9-28. GROSSBONGARDT, Anette ve Daniel Steinvorth (2006), “Ein Schub an Lebensenergie”, Der Speigel, Heft 37, September, s. 137. http://wissen.spiegel.de/wissen/dokument/85/36/dokument.html?titel=%22Ein+Sc hub+an+Lebensenergie%22&id=48826358&top=SPIEGEL&suchbegriff=t%C3% BCrkische+einwanderung&quellen=&qcrubrik=natur, 25.03.2009. HOFMANN, Michael (2006), Interkulturelle Literaturwissenschaft: Eine Einführung, UTB, Stuttgart. 84 KARAKUŞ, Mahmut (2001), “Sıra Dışı Bir Yazar: Feridun Zaimoğlu”, Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 273-284. KÖSTLIN, Konrad (2007), “Kulturen im Prozess der Migration und die Kultur der Migration”, Editör: Carmine Chiellino, Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler, Stuttgart, s. 365-386. KURUYAZICI, Nilüfer (2001), “Almanya’da Oluşan Yeni Bir Yazının Tartışılması”, Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 324. KURUYAZICI, Nilüfer (2001), “Emine Sevgi Özdamar’ın Son Romanı: Die Brücke über dem Goldenen Horn”, Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 265-272. NEJAD, Ali Fathollah (2007), Man mus mit den Hüften schwingen!, http://www.eurozine.com/articles/2007-11-16-zaimoglu-de.html, 12.05.2009. ORALĐŞ, Meral (2001), “Gurbeti Vatan Edenler”, Editörler: Mahmut Karakuş – Nilüfer Kuruyazıcı, Gurbeti Vatan Edenler: Almanca Yazan Almanyalı Türkler, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, s. 35-50. ÖZDAMAR, Emine Sevgi (2008), Die Brücke vom Goldenen Horn, 3. Auflage, Verlag Kiepenheuer & Witsch, Köln. PABOR, Marija Juric (2008), “Transkulturation und Hybriditaet im Spiegel der Migration”, Editörler: Gisella Vorderobermeier u. Michaela Wolf, LIT Verlag, s. 127-146. PAZARKAYA, Yüksel (2007), “Almanyalı Türklerin Edebiyatı”, http://tr.qantara.de/webcom/show_article.php?wc_c=671&wc_id=7&wc_p=1, 14.03.2009 85 RÖSCH, Heidi (2001), “Migrantenliteratur: Entwicklungen und Tendenzen”, Editörler: Gerhard Helbig, Lutz Gotze, Gert Henrici, Hans Jurgen – Kruman, Deutsch als Fremdsprache: Ein Internationales Handbuch, de Gruyter, Berlin, s.1353 – 1360. SEYYAR, Ali (2008), Sosyal Siyaset Terimleri Ansiklopedik Sözlük, Sakarya Yayıncılık, Sakarya. SPIEGEL (2005), Studienbrecher Feridun Zaimoglu, http://www.spiegel.de/unispiegel/studium/0,1518,341247,00.html, 17.03.2009. STRATTHAUS, Bernd (2005), Was heisst interkulturelle Literatur, Basılmamış Doktora Tezi, Duisburg-Essen Üniversitesi. ŞEN, F., G. Kızılocak, M. Sauer, C. Şentürk (2006), “Avrupa’daki Türk Kadını”, Türkiye Đşveren Sendikaları Konfederasyonu, Yayın No: 276, http://www.tisk.org.tr/yayinlar.asp?sbj=ic&id=2159, 21.03.2009 ŞÖLÇÜN, Sargut (2007), “Literatur der türkischen Minderheit”, Editör: Carmine Chiellino, Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler, Stuttgart, s. 135152. ŞÖLÇÜN, Sargut (2002), “Gespielte Naivität und Ernsthafte Sinnlichkeit der Selbstbegegnung”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 92-111. TANIŞ, T., M. Tosun ve E. Sümer (2004), “Alman Sanatında Avrupalı Türk Fırtınası”, Hürriyet, 21 Şubat, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=204326, 12.02.2009. TEKĐN, Arzu (2007), Feridun Zaimoğlu’nun On Đki Gram Mutluluk (Zwölf Gramm Glück) ve Murathan Mungan’ın Erkekleri Öyküleri Adlı Eserlerinde Erkek Đmgesi, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. WELSCH, Wolfgang (1999), “Transculturality – the Puzzling Form of Cultures Today”, Editor: Mike Featherstone and Scott Lash, Spaces of Culture: City, Nation, World, London, s. 194 - http://www2.uni-jena.de/welsch/Papers/transcultSociety.html, 20.04.2009 86 213 WENDE, Waltraud (2004), Kültür – Medien – Literatur. Literaturwissenschaft als Medienkulturwissenschaft, Königshausen – Neumann, Würzburg. WIKIPEDIA, “Transkulturelle Gesellschaft” http://de.wikipedia.org/wiki/Transkulturalit%C3%A4t , 20.04.2009 WIKIPEDIA, “Interkulturelle Literatur”, http://de.wikipedia.org/wiki/Interkulturelle_Literatur, 03.11.2007 WERTHEIMER, Jürgen (2002), “Kanak/Wo/Man Contra Skinhead – Zum Neuen Ton Jüngerer Autorinnen der Migration”, Editör: Aglaia Blioumi, Migration und Interkulturaliaet in neueren literarischen Texten, Iudicium Verlag GmbH, Münih, s. 130-135. www.kanak-attak.de (1998), Kanak Attak – Ve Đşte O Kadar, www.kanakattak.de/ka/down/pdf/manifest_t.pdf, 27.05.2009 YANO, Hisashi (2007), “Migrationsgeschichte”, Editör: Carmine Chiellino, Interkulturelle Literatur in Deutschland, J.B. Metzler, Stuttgart, s. 1-17. ZAĐMOĞLU, Feridun (2008), Leyla, 3. Auflage, Fischer Taschenbuch Verlag, Frankfurt am Main. ZAĐMOĞLU, Feridun (2007), Kanak Sprak: 24 Misstöne vom Rande der Gesellschaft, 7. Auflage, Rotbuch Verlag, Berlin. 87 ÖZGEÇMĐŞ Fatih ŞĐMŞEK, 26.09.1981 tarihinde Almanya’nın Brunsbüttel kentinde doğdu. Đlkokulu Almanya’da, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladı. 2001 yılında Sakarya Üniversitesi Almanca Mütercim Tercümanlık Bölümü’nü kazandı. 2006 yılında bu bölümden mezun oldu ve aynı yıl Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Alman Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı’nda yüksek lisans öğrenimine başladı. Halen aynı anabilim dalında yüksek lisans öğrencisidir. Evli ve bir çocuk babasıdır. 88