dosyayı indir - arslantaskoyu.com
Transkript
dosyayı indir - arslantaskoyu.com
www.arslantaskoyu.com Yazar : Zeki Bağırgan Editör : Ahmet İhsan Haziran - 2015 Dergi Arslantaş Ramazan Özel Sayı-1 / İçindekiler ARSLANTAŞ KÖYÜ TARİH VE KÜLTÜR DERGİSİ - (RAMAZAN ÖZEL SAYISI - 1).............................................. 1 DERGİNİN İLK KAPAĞINI AÇARKEN ................................................................................................................... 2 MERHABA ORUÇ VE RAMAZAN ......................................................................................................................... 2 ASLINDA RAMAZAN.............................................................................................................................................. 3 SAHİ ORUÇ BİZİ GERÇEKTEN TUTTU MU? ......................................................................................................... 4 RAHMET KAPILARI AÇILDI .................................................................................................................................. 6 RAMAZAN DEMEK İNFAK DEMEKTİR ................................................................................................................ 7 ASLINDA ORUÇ NEYİ TUTMANIN ADIDIR? ........................................................................................................ 9 ARAPÇA ADI “SAVUM”DUR ............................................................................................................................. 11 YOKSA BİZİMKİ RAMAZAN MI FESTİVAL Mİ? .................................................................................................. 13 RAMAZAN İNSANLIĞIN ARINMA AYIDIR ........................................................................................................ 15 ÖYLEYSE ORUÇ NE DEMEKTİR? ........................................................................................................................ 17 ARSLANTAŞ KÖYÜ TARİH VE KÜLTÜR DERGİSİ (RAMAZAN ÖZEL SAYISI - 1) 1 DERGİNİN İLK KAPAĞINI AÇARKEN; Değerli “Arslantaş Köyü Tarih ve Kültür Dergisi” nin hakiki sahipleri. Sizlere yine Ramazan ve Oruç ile ilgili mevzuları içeren dolayısı ile de bir Kadir gecesi yine ramazan ayı içerisinde nazil olmaya başlayan Kuran ile ilgili yazılarımı ve düşüncelerimi sizlerle de paylaşmak istedim. Ben burada oruca nezaman kalkılacak, teravih nasıl kılınacak, orucu bozan şeyler nelerdir vb. konuları isteyen her yerde bulabilir ve bilaherede yazılsa olur. Düşüncasinden hareketle bunun üzerinde değilde başka mana ve boyutları üzerinde durmaya çalıştım. Bunuda iki ayrı sayı şeklinde yayınlanırsa diyerekten bu şeklinde hazırladım. Bu vesile ile şimdiden ramazanı şerifinizi, kuranın doğum gecesi kadir gecenizi ve akabinde de kavuşacağımız Bayramınızı tebrik eder, hepinizi Yüce yaradana emanet ederim. MERHABA ORUÇ VE RAMAZAN: Ey şehri ramazan merhaba… Biliyoruz bizi pekde hoş bulmadın ama buna rağmen yine de sen hoş geldin… Ramazan, Allah''ın belirlediği gündemdir. Müminlerden bir ay boyunca tali ve günübirlik gündemlerle meşgul olmayıp, Allah''ın belirlediği gündemi yaşamaları istenir. Bu manada Oruç ve Ramazan, bir iç imar seferberliğidir. Oruç ve Ramazan, insanın hep ihmal ettiği iç dünyasına yapması gereken seferin ideal zamanıdır. Oruç ve Ramazan, nefsi terbiye, ruhu tezkiye ve şeytanı tasfiye etme dönemidir. Oruç ve Ramazan, dört boyutlu maddeye beşinci bir boyut eklemek için insana verilen İlahi bir fırsattır. Herkesin herkesle meşgul oluyor göründüğü dünyada, insanın en az ilgilendiği kendisidir. Herkesin hep birilerini kurtarmak için koşturduğu bir ortamda, insanın en çok ihmal ettiği yine kendisidir. Oruç ve Ramazan, bir yıl boyunca yangın kovalayan, hatta yoksa önce yangın çıkarıp arkasından söndürmek için seğirten eteği tutuşmuş itfaiyecilerin kendi eteklerindeki yangını söndürme vaktidir. Oruç ve Ramazan, hayatın yoğun ve karmaşık trafiğinde bir yıl boyunca seyreden insanın bakım ve onarıma, rektefiye ve revizyona alınmasıdır. Tahrip edemediği değerleri tahrif eden “seküler/mantık” ve bu mantığın şifa bulmaz tezgahtarları Ramazan''ı “geleneksel bir şenlik”, Ramazan Bayramı''nı “şeker bayramı”, Kurban Bayramı''nı da “et bayramı” olarak lanse ediyorlar. Gündemine alanlar için bir rahmet ve mağfiret sağanağı olan Ramazan''ı “iftar pidesi” ve “sahur davulu” edebiyatına kurban etmek olayı sulandırmaktır. Oysa ki 2 Ramazan çok fazla dünyevileşen hayatımızın yeniden dinileştirilmesi ve ona aşkın bir boyut eklenmesinde bulunmaz bir fırsat olarak değerlendirilebilir. Oruç ve Ramazan vesilesiyle kendimizle tanışmanın tam vakti... Ümmetin coğrafyasında kan gövdeyi götürüyor. Müslümanlar uluslararası ve ulusal küfür odaklarının kıskacında. Üniversal kafirler, bölgesel kafirler, tümü tek yumruk olup İslâm''a ve onun evrensel değerlerine saldırıyorlar. İslâm ümmeti param parça. Her bir parçanın başına musallat edilen ulusal devletler ve baskıcı rejimlerin zulmü sürüyor. Bu bağlamda düşünce felç olmuş. İlim kör. Hikmet yitik. Alimler maalesef namussuzlar kadar cesaretli değil. Böyle bir zamanda geldin ey Ramazan ve Oruç. Hoş geldin ama bizi ve bizim dünyamızı hoş bulmadın.Hoş bulmadın, çünkü:İslâm İslâm''a düşman.Müslümanın Müslümana tahammülü yok.Papyonlu hocalar,Köşe dönücü hacılar,Feminist bacılar var artık.İmanlara illet, müminlere zillet tebelleş oldu. Kimileri dolmuşa binerken, kimileri de dolmuş taşlıyor. Çocuğun boğuluşunu seyredenler cesedini paylaşamıyorlar. Sevgiyi tanımadan “Müslüman” olanlar var. Entel takılanlar, nostaljik takılanları ''ti''ye alıyor.“Telsiz güdümlü füze”lerden sonra, telsiz güdümlü beyinler de çıktı. Günümüzde yamuk bakanlar, hatayı bakışında değil de baktığında arıyorlar. Kerameti kendinden menkul beyler, efendiler, beyefendiler “beş arşın atlamak” için Haleb''i yetersiz buldular, artık “uzay istiyorlar. Yeryüzünün şu kurak mevsiminde çölleşmiş gönüllerimizin dudakları çatladı.Ey rahmet ayı, Ey Ramazan,Bize rağmen, bizim lakayıtzızlığımıza rağmen yine de sen hoş geldin. ASLINDA RAMAZAN… Aslında Ramazan bir imkandır. Konuya bir ayetle başlayacak olursak “Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı, ki Allah''a karşı sorumluluğunuzun bilincine varasınız” (2 Bakara, 183) 3 “Ramazanınız mübarek olsun” diyeceğim ama Ramazan zaten mübarektir.“Hoşgeldin ey Ramazan ayı” diyeceğim ama Ramazan hep hoş gelir. Fakat insana düşen de onun bereketinden azami istifade etmektir. Onu hoş karşılamak, onu hoş etmek ve hoş göndermektir. Sık sık unuttuğumuz bir gerçek var. İbadetler kendi başlarına amaç değildirler. Her ibadet daha üst bir amacı gerçekleştirmenin aracıdır. O amaç gözardı edilerek ibadet ne edâ edilebilir, ne de anlaşılabilir. Oruç ibadetinin amacı, bu ibadeti farz kılan yukarıdaki ayette açıkça yer almıştır: Sorumluluk bilincine kavuşmak... Bu, önce insanın kendisini tanımasıyla başlar. Kendisini tanıması için insanın ilgilisinin kendisine yönelmesi gerekir. İlgisini kendisine yöneltmekten kasıt, etine kemiğine, saçına sakalına, kilosuna, boyuna, midesine, tenine yöneltmesi değildir. Çünkü bunlar insanı “insan kılan” tarafı değildir. Peki, nedir ya? Elbette vahyin “kalb” dediği iç dünyasına, duygulsuna, düşüncesine, akleden kalbine yöneltmesidir. İlgisini iç alana yönelten insan, kendini tanımaya başlayacaktır. Kendini; yani Allah karşısındaki acziyet ve muhtaçlığını, dünyalık karşısındaki şeref ve üstünlüğünü. Bu sonucu elde eden insan, “sorumluğununun bilincine varan” insandır. Bu üç boyutlu bir bilinçtir. Allah''a karşı, kendisine karşı ve başkalarına karşı. Açlara karşı sorumluluğu olduğunu yoksullara, yetimlere, kimsesizlere, darda kalmışlara karşı sorumluluğu olduğunu da insan, oruç sayesinde öğrenir. Size seslenmek istiyorum. Ramazan''ı festivale çevirenler, onu zayıfların beslenme, killolu insanların diyet ayı gibi görenler, bu amacı nasıl gerçekleştirirler? Sahi belediyelerimiz neden sadece çadırlara gelenleri düşünür de tam iftar saatinde trafikte sıkışmışları düşünmez. Çok değil, oruç açacak (“bozacak” değil) bir hurma, küçücük bir poğaçadan oluşan mütevazı bir menü yeterli. Tam iftar saatinde trafikte sıkışıp kalan insanların, arabalarının camından uzatılan iftariyelikleri alınca gözlerinin nasıl ışıldadığını adeta görür gibiyim. Siz olsanız, sizinki de ışıldamaz mıydı? Tabii ki midelere ikram, Ramazan''ın en küçük tarafından ikram. Bir de büyük tarafından ikram var. Kafalara ve kalplere ikram. O da, insanlara Kur''an ikram etmektir, vahyin sofrasına oturtup onların açlıktan kırılan yüreklerini ve kafalarını doyurmaktır. Sözün özü: Ramazan ve Oruç bir imkandır; kirlenmişi temizlemenin, örselenmişi onarmanın, yıkılmışı yapmanın, dağılmışı toplamanın, parçalanmışı bütünlemenin, kaybolmuşu bulmanın imkan. SAHİ ORUÇ BİZİ GERÇEKTEN TUTTU MU? Ramazan şahit olsun ki! Zaman, tüm yaratılışı anlamlandıran bir özge yaratılıştır. Bu nedenle Kur''an''ın, üzerine en çok yemin ettiği şey, zamandır ve zaman kesitleridir. Zaman üzerine bunca yemin edilmesinin nedeni, insan için “hayat” demeye gelen zamana bir dikkat çekiştir; bedelsiz elde edildiği için önemi gözden kaçan zamana. Ama bu yeminlerin bundan daha önemli bir mesajı var: zamanı şahit 4 tutmak. “Ve''l-''asr” demek “Zaman şahit olup dile gelsin” demektir. Sen ey zamana maruz kalan insan, zaman senin şahidindir unutma. Sabah dile gelecek, akşam dile gelecek, gece dile gelecek, gündüz dile gelecek, öğle dile gelecek, şafak dile gelecek, gün dile gelecek, ay dile gelecek ve Ramazan dile gelecek Bir düşünelim Ramazan şahit olup dile gelirse neler söyleyecek? Kimileri için “O beni tuttu, fakat ben onu tutmadım Ya Rabbi” diyecek. Kimileri için “O beni tuttu, ben de onu tuttum Ya Rabbi!” diye şahit olacak. Daha başkaları için “Ne o beni tuttu, ne ben onu tuttum” diyecek. Biz bunlardan hangisine gireceğiz. Ramazan bizim hakkımızda Rabbine neler diyecek? Zamanın bazı kesitlerini vahiy öne çıkarır. Bunların en başında Kadir Gecesi gelir ki, Kur''an''a göre “bin aydan hayırlı''dır.” Kadir gecesi ise, bu kutsallığını, Kur''an''ın inmeye başladığı gece oluşundan alır. Bu gecenin Ramazan ayı içerisinde yer alan gecelerden biri olduğunu da, biz, yine Kur''an''dan öğreniyoruz.Şu halde, Ramazan orucu, bir anlamda, Kur''an''ın doğum günü/gecesi içerisinde yer aldığı için, tamamını oruç tutarak kutladığımız Ramazan yine geldi; Peki, Ramazan''ın sebeb-i hikmeti olan Kur''an da geldi mi? Şimdi Ramazan''ı idrak eden her mü''min, bu soruyu kendisine sormalı. Hayatında Kur''an''ın ne kadar yer aldığına bakmalı. Doğum gününü âlâyı vâlâ ile kutladığı nur topu ''çocuğun'', kendisine ne olduğunu sormalı. Kur''an''sız bir Ramazan orucu tutmanın; çocuğu öldürüp, doğum gününü kutlamak, gibi bir şey olduğunu düşünmeli...“Ey Ramazan!” demeli; gelirken aşksızlıktan çöle dönmüş yüreklerimize, Kur''an''ın rahmet bulutlarını da getir ki, uyuyan idraklerimiz, Kur''an''ın sağaltıcı soluğuyla uyansın. Özlemeyen, sızlamayan, inlemeyen, yanmayan yüreklerimiz özlesin, sızlasın, inlesin ve yansın. Ve insan, içine doğru yapacağı yolculukta gönlünün çeperlerine tutunarak kapasitesinin sınırlarına dayansın. Özünde bir arınma günleri olan ayın adıdır ramazan. Bütün bunların gerçekleşebilmesi için, Ramazan''ın festivalleşmesinin ve “diyet ayı”na dönüştürülmesinin önüne geçmek gerekir. Ramazan''ı festivalleştirenler, Ramazan Bayramı''nı da “Şeker Bayramı”na dönüştüreceklerdir. Oysa ki Oruç ve Ramazan “bedence küçülüp, ruhca büyüme”nin talim edildiği bir zaman dilimidir. Ramazan bir ruh beslenmesidir ki, Bu ayda insanın hayvani tarafı, nefsi, iç güdüleri, şehveti, tutkusu ve dünyevileşme hırsı geriye çekilip insani tarafı öne geçer. Oruç ve Ramazan yıllık ruh bakımıdır. Oruç insanda, yüreğe doğru bir yolculuk gerçekleştirmenin aracıdır. Yüreğe, yani insanın kendi özüne. Eğer, yolculuğunu sürdürmeyi göze alırsa, orada karşılaşacağı, yine kendisi; En doğal, en maskesiz, en yalın haliyle özbenliği olacaktır. Eşrefi mahluk olarak yaratılan İnsan, bu yolculuğun sonunda, kendisiyle buluşacak, bilişecek, tanışacak ve barışacaktır; Yani ''silm''e (barış), teslimiyete ve selamete (Kurtuluş) ulaşacaktır. Kendisiyle barışık olan, hiç kuşkunuz olmasın, Hakikat''le barışık olur. Kendisiyle kavgalı olan ise, başta Allah olmak üzere, 5 hakikatle, doğayla, insanlıkla kavgalı olur. Tek kelimeyle içinden geçtiğimiz şu netameli ve kaygan zaman diliminde hepimiz,sahte ve sentetik gündemlerin bombardımanı altında kendimizi kaybediyoruz. İşte fırsat; Oruç ve Ramazan! Sahici ve ilahi gündem. Dahası Ramazan şahidimiz. Kısaca bir can alıcı cümleyle ifade edersek kim istemez; “Ramazan şahit olsun ki ben onu o da beni tuttu!” demeyi? RAHMET KAPILARI AÇILDI “Rahmet/cennet kapıları açılır..” Ebu Hüreyre, Allah Rasulünden şöyle bir haber naklediyor:“Ramazan geldiğinde rahmet (veya diğer bir rivayette “cennet”) kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır ve şeytanlar bağlanır.” (Buhari ve Müslim). Allah Rasulü öyle bir konuda haber veriyor ki, Allah''tan haber almayan hiçbir muhabir, ajans ve haber kaynağı bu konuda bize haber iletemez. Bu haber, özünde dünyadaki eylemlerimizle ahiretteki akıbetimiz arasındaki bağa dikkat çekiyor. Dünya zaman ve mekânıyla, ahiret zaman ve mekânı arasındaki bağlantıya dikkat çekiyor. Hadisin metninde farklılıklar var. Bu farklılıklardan biri de “rahmet kapıları” ibaresinin bir rivayette “cennet kapıları” şeklinde gelmesi. Öncelikle “rahmet kapıları” rivayetini ele alalım. İlkin şu sualleri sormak lazım: Ramazan dışında rahmet kapıları kapalı mı ki, Ramazan gelince açılıyor? Hadisi bu bağlamda nasıl anlamalı, nasıl yorumlamalı? Efendim, şöyle bir yorumla bu suali cevaplayabiliriz: Allah''ın rahmetinin tek bir kapısı yoktur, birçok kapısı vardır. Sair zamanlarda bu kapılardan açık olanlar vardır, kulun talebiyle açılacak olanlar vardır. Burada iki şeyi birbirinden ayırmak lazım. Kilitli olmak ayrı bir şey, kapalı olmak daha farklı bir şey. Allah''ın rahmet kapılarından hiçbirisi kilitli değildir, sadece vurunca açılacak şekilde kapalıdır. Kul o kapının önüne iradesini kullanarak gelir. Bunun adına Kur''an “tevbe” (Allah''a yönelmek) ve “istiğfar” (Allah''tan af dilemek) diyor. Tevbe ve istiğfar ile rahmet kapılarının önüne gelip o kapıyı tıklatana, samimiyeti oranında kapı açılacak ve o kula rahmet saçılacaktır. Ramazan''da ise bu kapılar ardına kadar açık tutulur. Ramazan''ı ihya eden ve oruçla ihya olan kimse, bu kapılardan girip rahmete gark olacaktır. Ramazan''da, rahmet kapılarının her birine giden bir ışık yolu vardır. Vahyin doğum ayı olan Ramazan''a vahiy nuru mümine inerse, bu nur sayesinde o kapılara giden yolu görür. Değil mi ki, bir kapının açık olması yetmez. Bunun için tam dört unsura ihtiyaç var: 1. Kişinin açık kapıya giden yolu görmesi lazımdır. 2. O yolu yürüyecek dermana sahip olması lazımdır. 3. O kapının açık olduğunu fark etmesi gerekir. 4. O kapıdan geçecek mecali bulması lazımdır. 6 İşte insana o mecali veren Ramazan''dan başkası değildir.Hadisin bir başka varyantında “cennet kapıları açılır” ifadesi vardır. Bu ifadeyi nasıl anlayalım? Öyle ya, biz dünyada yaşıyoruz. Cennet ise ahirette. Ahirette çıkan kapıdan, dünyadaki insan nasıl geçecek? Daha ölmedik. Bu kapının açık olmasının pratikte ne gibi bir yararı ve karşılığı var? Allah Rasulü''nün fem-i saadetlerinden eğer bu kelimeler çıktıysa, bunu birkaç açıdan anlamak mümkün: 1. Ramazan''da açılan cennet kapılarından giren salih amellerimizdir. Ramazan''la dirilen mümin oruç tuttuğu için tüm arzularından belli bir müddetle vazgeçer. Diyelim ki donatılmış bir sofra canı istedi, Allah''ın emrine imtisal için imkânı olduğu halde el uzatmadı. O sofra, o mümin için cennete gidip orada sahibini bekleyecek. Canı çekip de yemediği elma, armut, muz ağaçları orada kendisi için ekilecek. Yani Ramazan''da salih amelleri orada kendini bekleyecek. Burada bir soru var: Başka zamanlarda salih amellerim cennete girmeyecek mi ki? İkisi arasındaki farkı “gümrük” benzetmesiyle açıklayabiliriz. Ramazan dışında yaptığımız her amel gümrükten geçecek. Yani hesap gününde ince elenip sık dokunacak. Verilecek ödül, o amelin hayatla çapraz ve paralel ilişkisine göre değerlendirilecek. Ancak vahyin doğum ayı, Ramazan''a özgü bir rahmetle salih ameller tabir caizse “gümrüksüz” geçecek. İki dünya arasındaki kapıdan geçişte “Ramazan” damgası taşıyanlara geçiş üstünlüğü ve kolaylığı sağlanacak. 2. “Ramazan''da cennet kapıları açılır”ın muhtemel ikinci anlamı da şu olabilir: Ramazan''da açılan cennet kapılarından, Ramazan''ı ihya eden müminin yüreğine cennet esintileri gelecektir. O kalbinde bu esintileri bulacak, bunlar sayesinde akleden kalbi Kur''an''a açılacaktır. İbadetler yük olmaktan çıkıp, Burak olacak ve onu cennete taşıyacaktır. Bu kapılardan biri Kur''an kapısı, biri sabır kapısı, biri infak kapısı, biri tefekkür kapısı, biri zikir kapısı, bir diğeri şükür kapısı, bir diğeri hamd kapısı, bir diğeri davet kapısı vesairedir. Bunu böyle sayın gitsin. İşte bu ve buna benzer ameller işleyen kişinin kalbine, açılan cennet kapılarından bir efilti, bir tat ulaşır. İnsan o tadı aldığında salih amelleri külfet olarak algılamaktan uzaklaşır, artık nimet olarak algılamaya başlar. Yüreğinin damağına tat değer ve o tadın kaynağına ulaşmak için peşine düşer. O tatla mest olur. Ramazan geçip gider, fakat o tat yüreğinin damağında öylece kalır. O insanın akleden kalbi cennete girmiş gibi olur. Allah bizi buna muvaffak kılsın. Ramazan gönlümüze cennet kokuları taşısın. RAMAZAN DEMEK İNFAK DEMEKTİR; Ramazan ve Oruç İnfak demektir. Köyümüzde her komşu evinde hazırladığı bir yemekten komşularında tatmasını sağlamak amacıyla pişen yemeklerden bir birlerine gönderirlerdi. İhtiyaç sahipleri sürekli davet edilirdi. Sahura birbirlerimizi çağırırdık. Bir anlamda Oruç paylaşmaktır. Malumunuz “oruç” kelimesinin orijinal karşılığı olan savm kelimesi iki asli manaya geliyordu: “terk etmek” ve “tutmak”. 7 Tutmak anlamını biliyoruz. Fakat savm''ın “terk etmek” anlamı üzerinde durmuyoruz. Evet, oruç bir açıdan tutmaksa bir açıdan da terk etmektir. Ruhu tutup cesedi nefsi terk etmektir. Manayı tutup, maddeyi terketmektir. Kalıcı olanı tutup geçici olanı terk etmektir. Zaten paylaşmak da bir yerde terk etmek değil midir? Bu anlamıyla zekat sadaka, sadaka-i fıtr, infak paylaşmanın farklı isimleridir. Varlıklı mü''minler zekat ve sadakalarıyla, yoksul sofralarındaki yangını söndürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Vakıflar tüm çabalarını ortaya koyarak varsıllarla yoksullar arasında köprü olmaya çalışıyorlar. Ramazan''ın rahmet iklimini yoksulların sofrasına taşımak için var güçleriyle koşturuyorlar. Sorumluluğunun bilincinde belediyeler, kurdukları iftar çadırlarıyla Ramazan kumanyası kampanyalarıyla, aşevleriyle yoksulların sofralarına düşen hüznü azaltmaya çabalıyorlar. Görüyor, biliyor ve takip ediyorum. Özellikle bazı belediyelerin nasıl canla başla gayret ettiklerine şahidiz. Ramazan yürekli gönüllüler, aralarında gruplar oluşturuyorlar. Ramazan''ın rahmetini bir tas sıcak çorbaya hasret insanların sofralarına ulaştırmak için çırpınıyorlar. Yüreklerindeki imanın iktidarı durdurmuyor onları. İtilmiş, kakılmış ve aç açık bırakılmışlara yetişmeye çalışıyorlar. Fakat bütün bu gayretler kafi gelmiyor. Aç, açık ve mağdur o kadar çok ki, bunca insanın bireysel çabası, bunca vakıf ve hayır kuruluşunun gayreti, bunca belediye ve gönüllü grupların himmeti yokluk ve yoksulluğu bastırmaya yetmiyor. Çok değil bundan 15 yıl kadar önceydi. Ekonomik krizlerle zekat verecek durumda olanlar, o zamanlar zekata muhtaç hale gelmişlerdi. O günlerde dün işi olanlar bugün işsiz, aç ve muhtaç hale gelmişlerdi. Kim bu hale getirmiş onları? Bu ülkeye altı yıl deli gömleği giydiren 28 Şubat kafası. O kafanın bu ülkenin gerçek sahiplerine açtığı savaşın gölgesinde halkın servetini soyup soğana çevirenler. Bir “öteki Türkiye” yaratıp onun üzerinde tepinen Laila''cı güruh. Kur''an''ın “mütref” dediği semirdikçe şımarmış, şımardıkça semirmiş “azgın azınlık”...Onların kundakladığı ülke insanının yangınını söndürmek, acısını dindirmek, açlarını doyurmak, açıklarını giydirmek gene “mürteci” yaftasını vurdukları Müslümanlar''a düşmüştü. Her seferinde olduğu gibi yediler, içtiler, ortalığı kirlettiler. Onların geride bıraktıklarını temizlemek, kırdıklarını onarmak, yıktıklarını inşa etmek, devirdiklerini kaldırmak, aç bıraktıklarını doyurmak, yoksullaştırdıklarına yardım etmek yine bu ülkenin asli sahiplerine düşmüştü.Ne kadar canla başla yapılsa da, bu çabalar yangını söndürmeye yetmiyordu. Mağdurların, mazlumların, mahrumların sayısı o kadar çok ki, değil bireysel, kurumsal çabalar dahi yeterli olmuyordu. Halende kısmende olsa aynı durum devam etmektedir. 8 Sözün özü şu: Bu ülkede yangın söndürücü olarak kullanılan “yerliler”, yangın çıkaran “kovboylardan” bıktı usandı. Artık onların çıkardığı yangınları söndürmek için değil, yangın çıkarmalarını engellemek için tedbirler alması gerekiyor. Ve tabii ki, bu arada, üzerine düşeni de yaparak. Biz yerlilerin üzerine düşen belli: Ramazan''ın estirdiği rahmet rüzgarlarını, bu ülkenin yoksullarının, mağdurlarının, mazlumlarının, itilmiş ve kakılmışlarının hanelerine, sofralarına, gönüllerine taşımak... İmkanları olan müminler bu vasile ile ramazan boyunca fitre ve zekatlarıyla aç ve açıkta kalan muhtaç insanlara karşı sorumluluklarını yerine getireceklerdir. Şimdiden Allah hayır ve hasenatlarımızı kabul etsin inşallah. Sevgili kardeşlerim! Çeşitli yerlerde fitre bedeli olarak belirlenen mikttarlar ülke geneline göre ve asgari miktarlardır. Bizler genele göre değilde yaşadığımız yere göre vermeliyiz. Asgari miktar ise yaşanılan yerlere şehir veya köylere göre bunların fiyatları da değişeceği için fitre miktarıda değişecektir. Azami miktarlarına gelince sınırsızdır. Azamisi veya normalinide Diyanet/Müftülük belirlemeyecek, bizler belirleyeceğiz. Peki hocam ne yapmalıyız? Gerçekten ben fitre verdim diyebilmeniz için şöyle yapmamız takvaya en yakın olanıdır. Senenin çoğunda yani 8 ayında, hatta fazla uzağa gitmenizede gerek yok. Ramazan ayında Sahur ve akşam iftar soframıza göre yapmanız daha da uygun ve kolay olur. Elinize bir kalem alıp kendi sofranızda sabah kahvaltısında ortalama olarak neler bulunuyor bir hesap yapın, o hergün buzdolabına girip çıkanlar ve sofraya her gün gelip gidenler varya ha işte onları ve yanınada sebze ve patates kızartması, yumurta haşlama veya yağda pişmişini varsa kıymalı yumurta,sucuk ve pastırma ile çay ve şekerini bunlarıda birkişilik maliyetini çıkarın, ardından bir de akşam sofranızda neler var üç kap-beş kap evde hazırlanışı üzerinden hesaplayın ve bir kişilik maliyetini bulun ikisini topladığınızda çıkan mebla sizin vereceğiniz bir kişilik fitre demektir. Yalnız alış verişlerde siz bakkla varınca yarım ekmek ver demeyi yüzünüz tutuyor veya 10 Gram zeytin ya da peynir ver demeyi becerip utanmıyorsanız öyle yapın, yoksa en az bir ekmek ve 50 gram peynir veya zeytin olarak düşünün… Bir bunu deneyelim isterseniz… Şahsen bana sorarsanız 35 yılından beri ben böyle hesaplar ve öderim…Haydi Tanrı Kabul ve makbul eylesin… ASLINDA ORUÇ NEYİ TUTMANIN ADIDIR? Oruç tutmak kendini tutmaktır. Derdimiz kendimizle. Kendini bilmeyen neyi bilir? Kendisiyle kavgalı olan kiminle barışıktır? Kendini kaybeden neyi kazanır? Türkçe''mizdeki “oruç tutmak” ne güzel tabir. Hep tutmuşumdur bu güzel tabiri. “Tabir” nitelemem boşuna değil, çünkü oruca ilişkin akıl yürütmelerimizde ve zihni intikalimizde birer “geçit” (: ''ubur), birer “köprü” işlevi görüyor bu ifade.“Oruç”un Arapça''daki aslı “savm”. Bu sözcüğün karşısına lügatler “imsak” kelimesini yerleştirir. Yine “tutmak, zapt etmek, zapturapt altına almak” manalarına gelir. 9 Doğrusu şu soruya bir çırpıda cevap vermek zor: Oruç bizi mi tutar, biz orucu mu tutarız? Bizim orucu tuttuğumuzu iddia ediyoruz. Bir yere kadar doğru da.. Ama bu, doğrunun çok küçük bir parçasıdır. Asıl doğru şu: Biz orucu, oruç bizi tutsun diye tutarız. Tutmakla ilgili dilimizde ne kadar çok ve geniş çağrışımlı ifadeler var: Tuttum bu adamı... Onu gözüm tutmadı... Bu iş tutmadı... Söylemez olaydım, dilimi tutamadım... Kendimi tutamadım, yaptım bir delilik... Gördüğümüz gibi hepsinde de tutmak olumlu bir içeriğe sahip. Benimsemek, sahiplenmek, sevmek, ünsiyet peyda etmek, sahip olmak, hakim olmak, özne olmak, kendinde olmak anlamlarına geliyor. En çok da bu sonuncusu. Meğer ne zor şu “kendini tutma” meselesi. İnsanın başına na geliyorsa “kendini tutamadığı” için geliyor. Günahlar hep kendini tutamamanın ürünü. Her caninin cinayeti kendini tutamadığı anına denk geliyor. İnsan dilini tutamadığı zaman kırıyor ve kırılıyor. Elini tutamadığı zaman kırıyor ve döküyor. Kendini tutamadığı zaman kendini yitiriyor, kendine yazık ediyor, kendinden geçiyor... Yani kendini tutamayan özne olamıyor, nesneleşiyor. Hâkim olamıyor, mahkûm oluyor. Sahip olamıyor, sahip olunuyor. Etken olamıyor, edilgenleşiyor. Hayat atının sırtında duramıyor, aksine hayat atı onun sırtına biniyor. İçgüdülerini dizginleyemiyor, aksine içgüdülerinin esiri oluyor. Bilinçli davranamıyor, çünkü bilinci bilinçaltı tarafından denetleniyor. Oysa ki bilinç, bilinçaltını denetimi altında tutması lazım. Tersi olunca atla süvari konum değiştiriyor: Adam atın sırtında değil, at adamın sırtında oluyor. Kendini tutmak adam işi, zor iş. Oruç bizi işte bu zor işe çağırıyor. Kendisini tuttuğumuzu sandığımız oruç, aslında bize kendimizi tutmayı öğretiyor. Yeme ve içme güdümüzü, şehvet güdümüzü denetim altına almamızı öğütlüyor. Bu güdülerini, denetleyemeyen insanların nasıl yoldan çıktığını, nasıl haram helal demeden yığdıkça yığdığını, nasıl çalıp çırparak götürdüğü görüyoruz. Yeme güdüsünü denetim altına alamayan kişinin açlık korkusuna tutulduğunu biliyoruz. Açları doyurmak kolay, fakat açlık korkusu çekeni dünyayı yedirseniz doyuramazsınız. Bunu da biliyoruz. Oruç tutmak, içgüdüleri tutmak. Onları kontrol altında tutmak. Bilinçaltının bilince egemen olmaması için, bilinçaltını daima gözaltında tutmak. Böylece bilincin, ayartıcı benliğin esiri olmasının önüne geçmek. Güdüler tutularsa, onların bilinci tutsak almaları önlenirse, bu hem bilincin hem de iradenin güçlendirilmesi sonucunu getirecektir. Bilinç güçlenirse, şahsiyet güçlenir. Sorumluluk bilincini 10 oluşturmanın ve artırmanın yolu da budur. İşte bu nedenle orucu farz kılan ayet şöyle biter: “Umulur ki bu sayede sorumluluk bilincine ulaşırsınız”. Ayetin bu kısmı, orucun amacını açıklar. İnsanın bilinç, irade ve şahsiyetinin seviyesi, sahip olduğu sorumluluk bilinciyle ölçülür. Bu bilince dayalı olarak gerçekleşen her “iyi yapma”, erdemli davranış olarak nitelenir. Fazilet budur. İşte bu yüzden oruç tutmak kendini tutmaktır. Kişi orucu ne kadar tutarsa, oruç da kişiyi o kadar tutar. Kim orucun başın dik tutarsa, oruç da onun başını dik tutar. Kula kul olmaktan koruyan bir kalkan, kulu kul etmekten koruyan bir akıl olur. Oruca aşırı anlam yüklediğimizi düşünecekler varsa, onlar orucun muhteşem bütünün muhteşem bir parçası olduğunu hatırlamalılar. Bir parça, kendi işlevini en güzel ait olduğu bütün içerisinde gerçekleştirir. İslam topyekûn bir hayat tarzıdır. Oruç, namaz, zekât ve diğer tüm ibadetler bu bütünün parçalarıdır. Tıpkı insan hücreleri gibi, dini oluşturan unsurlar da kendi aralarında çapraz ve paralel ilişkilere sahiptirler. Oruç işte bu yüzden ait olduğu bütün içinde değerlendirilmelidir. Kendi gerçek kıymet hükmünü de ancak bu sayede bulur. Sözün özü kendinize iyi bakın; ama önce “kendinizi tutun”. Kendini tutamayan, kendine iyi bakamaz. Kendini tutmayan, oruç tutamaz. ARAPÇA ADI “SAVUM”DUR: Savum tutmak demektir. Öyleyse Ey oruç: Gel bizi tut! Oruç tutmak kendini tutmaktır. Ey oruç! Kötülüklerden tüm nefsani ve şaytani azgınlıklardan bizleri tut ve bizleri frenle… Şu dünyamızda modern şehirler, acından ölmüş ruhlar galerisidir. Fiyakalı bedenler, ölü ruhlara tabut olmuştur. Kur''an böyleleri için “giydirilmiş kalaslar” ifadesini kullanır. O andan itibaren, insanın ''insan'' yanı ortadan çekilmiş, ''beşer'' yanı öne çıkmıştır. Ruh için, ''ölüm'' bir mecazdır. Ruhlar ölmezler. Ama zaten, ölüm dediğimiz şey boyut değiştirmekten başka nedir ki? Ölüm yokluk değildir, ölüm intikaldir. Bu açıdan bakınca ruhun ölümünden bahsetmek, tıpkı ruhunu yitirmiş cansız bir ceset gibi, hayatın kadavralaşmasını getiren bir ruh intikalinden bahsetmektir. Sadece intikalinden değil, aynı zamanda “intiharından” bahsetmektir. 11 Açından ölecek kadar ruhu aç-susuz bırakmak, elbet bir intihardır. Fiziki bir intiharın sonucu cesedi mezara gömmektir, manevi bir intiharın sonucu ruhu cesede gömmektir. Ruha mezar kılınmış bir cesedin, yemekhane, yatakhane, işhane ve abdesane arasında hortum olmaktan öte yapacağı bir şey yoktur. Böyle birinin hayattan anladığı, aynı dünyayı paylaştığı diğer canlılarla ortak olan biyolojik hayattır. Böyle bir hayatın derinliği yoktur. Çünkü dünya ile sınırlıdır. Zaten, ceset tabutunda ruhun cenazesi, ancak öte yüzü olmayan tek dünyalı bir hayat anlayışıyla taşınır. Yoksa bir insan cesedini ruhunun mezarı yapmaya nasıl razı olur? Bu vahim akıbeti önlemenin yolu, ruhun açlığını fark eden bir kendindelik halidir. Ancak kendinde olanlar fark ederler ruhların da acıkacağını ve susayacağını. Midenin açlığını beyne enzimler haber verir. Sahibini uyararak onu beslenmek için harekete geçmeye yöneltirler. Yani enzimler, bir tür iç “rasul”, yani “elçi”dirler. Onlar olmasaydı, insan kendi açlığından haberdar olmazdı. Allah''ın Rasulleri olmadan da insan ruhunun açlığından haberdar olamıyor. Onlar birer ruh enzimi görevi yapıyorlar. İnsana ruhunun açlık ve susuzluğunu haber veriyorlar. Onu, ruhun gıdasına yönlendiriyorlar. Onu, ruhu var eden ve kendi emrinde tutan Allah''ın donattığı mükellef “gök sofrasına” davet ediyorlar. O sofra vahiyden başkası değil. İnsanoğlu, neyi yiyince hayat bulacağını, neyi yiyince hayatının kararacağını o sofraya bakarak öğreniyor. Varlığı, hayatı ve kendisini o sofra üzerinden okuyor. O sofraya bakıp, sofranın sahibi ve kendisi hakkında bilgi ediniyor. O sofrada öğreniyor ruh ve onun halleri olan akıl, irade, bilinç, idrak ve izanın nasıl beslenip büyütüleceğini, nasıl korunup kollanacağını. Ramazan, gök sofralarının tacı olan Kur''an vahyi kendisinde indirildiği için ayların sultanı oldu. Vahyin doğum ayının oruç suretinde kutlanmasının hikmeti, ruhların da acıkacağını, hatta açlıktan kırılacağını fark ettirmektir. Ruhun açlığını fark eden, hayatın kadavralaşmasına razı olmaz. İnsanın kadavralaşmasına razı olmaz. Kendisinin kadavralaşmasına razı olmaz. Aç ruhunu doyurmak için sahici beslenme kaynakları arar. Bu arayış onu kendi içine yöneltecek, kendi yüreğinin kapısına getirecektir. Tüm mesele de budur. Modern hayat, tüm unsurlarıyla, insanın kendinden uzaklaşması üzerine kurgulanmıştır. Kışkırtıcı cazibesiyle insana kendini unutturmayı hedefler. Kendini unutan insan kendini tutamaz. Kendini tutamayanın, kendini kaybetmesi mukadderdir. 12 Oruç tutmak, işte bu yüzden kendini tutmaktır. İnsan ne ziyan işliyorsa hep kendini tutamadığı için işlemektedir. Tutamadığı dilinin cezasını, tutamadığı elinin cezasını, tutamadığı nefsinin cezasını, tutamadığı içgüdülerinin cezasını, tutamadığı öfkesinin cezasını çekmektedir. Kendini tutmak, kendinden yana olmaktır. Kendini tutanı, Allah''ın da tutacağı aşikârdır. Kendini tutmayanı, Allah niçin tutsun? Kendini tutmak için kendine yönelenin, içinde ilk karşılaşacağı Zat, kendine şah damarından daha yakın olandır. O''nun farkına vardığında, fıtratındaki kul olma ihtiyacının gerçek adresini bulmuş olacaktır. Bu onu kula ve nefsine kul olmaktan koruyacaktır. İslam, işte bunun için insanlığın ilk ve son sığınağıdır. Çünkü insân-ı kâmil (insân-ı mükemmel değil) yetiştirme potansiyelini o taşımaktadır. İnsanın kadavralaşmasını, ancak İslam önleyebilir. Kafirler istemese de, bu böyledir. İslam var olduğu sürece, hayata dair umutlar hep var olacaktır. Hayatı içeriden savunan birileri hep var olacaktır. Müslüman dünyaya savaş açan ve Müslümanları terörize eden egemen güçler, İslam''ın ruhunu kurtarmaktan söz ediyorlar. Bu çirkin bir ikiyüzlülüktür. İnsanlığın ruhuna tecavüz edenlerin, İslam''ın ruhunu kurtarmaktan söz etmeye hakları yok. Kaldı ki onlar, insanı kadavralaştıran bir geleneğin varisidirler. Kurtaracaklarsa, önce kendi ruhlarını kurtarmalıdırlar. Allah için oruç tutan bir tek Müslüman bulunduğu sürece, İslam''ın ruhu yaşayacaktır. O halde başlığı birkez daha tekrarlayalım mı. Nefsani ve şeytani duygularımızı tutması için bir daha tekrarlayalım. Ey oruç: Gel bizi tut! YOKSA BİZİMKİ RAMAZAN MI FESTİVAL Mİ? Ramazan festival değildir! İslam ve Din insan içindir. İbadetlerden Allah''ın değil insanın çıkarı vardır. Çünkü muhtaç olan insan, ihtiyaç giderense Allah''tır. Allah-insan ilişkisinde ibadet insandan Allah''a ulaşan bir bilinçtir. Bu, “takva”nın ta kendisidir. İzutsu''nun yerinde tesbiti ve Esed ve Fazlur Rahman gibi muasır âlimlerin ona katılarak kullandıkları karşılığıyla “sorumluluk bilinci”... Bu bir miraçtır. Her miraç bir “uruc”un, yani “yüceliş ve yükselişin” eseridir. İbadetlerle insan bilinci, insanlık evreninin ufkuna yükselir. Bu yükselişi Allah karşılıksız bırakmaz. Ubudiyyetiyle kendisine yönelen kula O da rububiyyetiyle yönelir ve rahmetiyle “nüzul” eder. Allah tarafından gerçekleştirilen 13 her nüzul, aynı zamanda bir tenezzüldür. Onun rahmetiyle insanlığa tenezzülü, peygamberlerde vahiy suretinde tecelli etmiştir. Tüm vahiylerin zirvesi olan Kur''an vahyi, işte böylesine bir ilahi tenezzülün eseridir. “Nüzul” kelimesi Arap dilinde, “misafirin önüne çıkartılan mükellef ziyafet sofrası” anlamına gelir. Bu mana akılda tutulursa, vahyin nüzulünün ne demeye geldiği daha iyi anlaşılır. Evet, vahiy Allah''tan insana indirilen bir “mâide”, muhteşem bir gök sofrasıdır. Bu sofra insana, insan tarafını geliştirecek gıdalar sunar. İnsanın diğer canlılarla paylaştığı hayvânî boyutunu değil, onun insânî boyutunu besler. Vahiy, ilahi bir inşa projesidir. İnsan olmanın asgari sorumluluğunu fark ederek bilincini yücelten insanda, muhteşem bir akıl ve şahsiyet inşa eder. Tıpkı ilk muhatabı olan Sevgili Peygamberimizin tasavvurunu, aklını ve şahsiyetini inşa ettiği gibi... İnsan yeryüzündeki varoluş amacını, ancak vahyin inşa ettiği bir bilinçle gerçekleştirebilir. Bu bilince ulaşması için insanın önce kendi anlam ve amacı üzerinde ciddi bir biçimde düşünmesi gerekmektedir. Sahi insan hiç amaçsız olabilir mi? Ortalama ömrü insan ömrünün yüzde biri kadar olan bal arısının dahi bal yapmak gibi muhteşem bir amacı olsun da, yaratıklar evreninin şaheseri olan insanın bir amacı bulunmasın mı? Kendisini diğer canlılardan ayıran fıtrat, akıl, irade ve diğer yetenekleriyle insan başıboş bırakılacağını, dünya bahçesinde keyfince at oynatacağını, eline verilen bunca iç ve dış imkanı nefsinin istediği gibi tahrip ve tarumar edeceğini mi düşünmektedir? İnsanın yaratılış gayesi, “yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa” etmektir. Vahiy, bu inşanın ustası olan insanın kullanma kılavuzu, prospektüsüdür. İnsan, kendi varoluş amacını doğru ve maksimum düzeyde gerçekleştirmek istiyorsa, öncelikle kendisini vahyin inşasına açmak zorundadır. Yoksa mı?Yoksa, işte yaşadığınız çağda olduğu gibi insan yok olur. Onun yerini insan kılığına girmiş cilalı ve maskeli nesneler alır. Siyasal ve ekonomik krizlerin tamamının kendisinden neşet ettiği “adam krizi” kronikleşir. Gerçeğin yerini yalan, hakikatin yerini imaj, değerin yerini fiyat, işlevin yerini simge, adaletin yerini güvenlik sendromu, devletin yerini dev, milletin yerini canavarlaşmış bir oligarşi alır. Peygamberlerin çağrısını diriltmekten başka çıkar yol yok. Tüm peygamberlerin çağrısı, insanın varoluş amacını gerçekleştirme çağrısıydı. Bu çağrıya sırt dönmek, aslında insanın insanlığa yapacağı en büyük zulüm ve küresel bir ahlaksızlıktı. Bu çağrının zirvesini teşkil eden Kur''an''ın çağrısı da buydu. Ramazan, işte bu çağrının öznesi olan Kur''an''ın doğum ayıdır. Bu doğumun oruçla kutlanması, aslında vahyin çağrısının ruhuyla mükemmel bir uyum arz eder. Çünkü oruç, insanın insan tarafını geliştirmek için hayvan tarafına “dur” demektir. İnsanın ruhunu zenginleştirip içgüdülerini dizginlemektir. Bu 14 amacın gerçekleşmesi, yeryüzünde varoluş amacına uygun bir hayatı inşa etmek için yaratılan insanın, yani “usta”nın eğitilmesi demektir. Bunun için de, Ramazan hem oruç ibadetiyle bir nefis ve ruh terbiyesine, hem de vahiyle bir tasavvur ve akıl terbiyesine dönüşmelidir. Ancak o zaman amacını gerçekleştirmiş olur. İbadetler insan-Allah ilişkisinde, insanın Allah''a gönderdiği birer mektuba benzerler. İçi boş bir zarfın adresine ulaştığını düşünsek bile, bu, muhatabı tarafından kâle alınacak bir mesaj olmayacaktır. İşte içi boşaltılmış ibadetler, böylesi içi boş bir zarfa benzerler. Bu, en azından ciddiyetsizlik olarak telakki edilecek, dahası, amacını hiçbir zaman gerçekleştirmeyecektir. Ramazanı, Osmanlı''nın kanında mikropların gezdiği çöküş dönemlerinin eseri olan “direkler-arası eğlencelerle”, onun modern versiyonu olan “konserlerle” kutlamaya kalkmak, Ramazana bir iyilik değil, onun ruhunu öldürüp cesedinin üzerinde festival yapmaktır. Bu yukarıdaki anlayış, bireysel planda Ramazanı varsıl şişmanların bir “diyet ayı”, yoksul zayıflarınsa bir “beslenme ayı” gibi algılamalarından daha vahim bir algı biçimidir. Neden hep “Kur''an''ın inşası” deyip durduğumuz anlaşılmıyor mu? Çünkü bu sorun, “Ben müslümanım” diyen ve samimiyetlerinde zerrece kuşku olmayan insanların İslam''ını vahyin inşa etmemesinden kaynaklanıyor. Ne olursunuz, hangi faaliyeti yapıyor olursanız olunuz, önce tasavvurunuzu, aklınızı ve kişiliğinizi vahyin ellerine teslim ederek, kendinize bir istikamet açısı çizdiriniz. Vahyin elleriyle bir temel attırınız. Dine, dünyaya, insana, eşyaya, Allah''ın “gör” dediği yerden bakmanız ancak buna bağlı... Müslümanlığınızın Allah tarafından ciddiye alınması ancak buna bağlı... Ondan sonra mı? İster siyasetçi olunuz, ister ekonomist... İster sanatçı olunuz, ister futbolcu... İster belediye başkanı olunuz, işter cumhurbaşkanı. RAMAZAN İNSANLIĞIN ARINMA AYIDIR: Ramazan insanlığa açılmış ilahi bir kredidir.Siz Ramazan''dan ne beklerseniz, onu elde edersiniz. Ramazan''a “beslenme ayı” gözüyle bakanlar beslenirler. Ramazan''ın onlara getireceği sıcak pidedir, güllaçtır, ekmektir, ettir. Böyle bakanlar, Ramazan''dan kilo almış olarak çıkarlar. Ramazan''a “diyet ayı” gözüyle bakanlar diyet yaparlar. Ramazan''ın onlara getireceği daha hafif bir vücut, daha küçülmüş bir bedendir. 15 Ramazan''a festival gözüyle bakanlar, direklerarası eğlence fasıllarında olduğu gibi Ramazan''dan haz devşirirler. Vur patlasın, çal oynasın havalarında karşıladıkları Ramazan''dan geriye, haz ve neşeleri kalır.Ramazan''a Kur''an vahyini bize armağan eden ilahi bir kredi olarak bakanlar ise, Ramazan''ı “derin insan”ın oluşturulmasında bulunmaz bir fırsat bilirler. Derin insan; yani yemekhane, yatakhane, abdesane ve işhane arasında hortum olmaya razı olmayan insan. Fiyatı değil değeri olan insan...Yüreklerinin yıkılan yerlerini yapmak, akıllarının tahrip olan yerlerini tamir etmek, iç dünyalarının su alan yerlerini tıkamak, bilinçlerinin bozulan yerlerini onarmak, iradelerinin kaybolan kısmını kazanmak, şahsiyetlerinin eksilen yerlerini tamamlamak için bir fırsat..tır Ramazan. İnsan bu. Yani “nisyan”, yani “unutkan varlık”. Kendini unutur, sorumluluğunu unutur, konumunu unutur, değerini ve haddini unutur. İslenir, paslanır, kirlenir, aşınır. Dolayısıyla insanın da yıllık bir bakıma ihtiyacı vardır. Dahası, acıkan ruhlar doyurulmazsa, manevi ölümler başlar. İnsana midesinin açlığını haber veren enzimlerdir. Mide boş kaldığını bu enzimler aracılığıyla beyne iletir. İnsan aç olduğunu fark ederek yiyecek arayışına girer. Fakat insan, ruhun açlığından, midenin açlığı kadar kolay haberdar olmaz. Çünkü ruhun enzimleri yoktur. Birçokları ruhlarının açlığından, manevi bir ölümle burun buruna geldikleri halde dahi haberdar değildirler. Kur''an''ın bir tabiri vardır: “Giydirilmiş kalaslar”. Nifak vs. gibi sebeplerle içi boşalmış, dışı içinden daha değerli hale gelmiş, ağaçlar gibi içinden çürümüş insan tipleri için kullanır Kur''an bu tabiri. Elbisesi kendisinden pahalı tipler, içini satıp dışına yedirmiş sözde insanlar onlar. İşte Ramazan, insanın içinin boşalmasına karşı alınmış ilahi tedbirlerden sadece biridir. İnsanlara dış dünyalarını bir süreliğine iç dünyalarının arkasına atmalarını telkin eder. Ruh bakımını, beden bakımından öne almalarını telkin eder. Sosyal olarak Ramazan, insanın sahip olduklarının Allah tarafından ona sınav için emanet edilmiş değerler olduğunu hatırlatır. Paylaşabilenler, bu sınavı verecek olanlardır. Gönlünü Ramazan''a açanlar, elini ve kapısını da yoksula açar. İşte Ramazan, bütün bu boyutlarıyla, insanlığa açılmış ilahi bir kredidir. Bu krediyi kimileri har vurup harman savururcasına hovardaca harcayıp tüketir. Kimileri de alır ve onu katlayarak artan manevi bir sermaye haline getirir. Yoksullaşan iç dünyasını onunla zenginleştirir. Kimlik ve kişiliğini geliştirir. Duruşunu kavileştirir. Duygu ve düşünce katsayısını yükseltir. Müslümanlar, her Ramazan''ı toplumlarının yaralarını sarmak için bir seferberlik zamanı bilmelidirler. Sadece aç ve açıkların yardımına değil, aynı zamanda din ve iman bakımından da fakirleşmiş insanlarının yardımına koşmalıdırlar. İnanç yoksullaşması, maddi yoksulluktan çok daha vahim sonuçlar üretir. Uluslararası kuruluşlardan karşılıksız yardım alabilirsiniz. Fakat din ve iman fukaralığına duçar olmuşsanız, hangi uluslararası 16 kurumun kapısını vuracaksınız? İnanç yoksulluğunu ancak, iman, ahlâk ve erdem zenginliğiyle yenebilirsiniz. İşte Ramazan, o zenginliğin kaynaklarından biridir. Tanrı oruçlarınızı kabul etsin ve arınmamıza vesile kılsın… ÖYLEYSE ORUÇ NE DEMEKTİR? Oruç ne demektir? Şemseddin Şami, Kamus-ı Türkî''sinin “oruc” maddesinde şu malumatı verir: “Farsça ruze''den gelir. Türklerin ''r'' ve ''le'' ile başlayan kelimeleri olmadığından, böylelerinin başına daima kelimenin harekesiyle müteharrik bir hemze ilave etmeleriyle uruze ve badehu oruc olmuştur. (Rus''a Urus, Ramazan''a Iramazan demeleri gibi)” Oruç kelimesinin kökenine ilişkin bu malumattan yola çıkarak, eski Türkler''de orucun olmadığını, bu ibadetin İslamiyet yoluyla önce Farslar''a sonra da Türkler''e geçtiğini söyleyebiliriz. Oruç, Kur''an lisanındaki savm''ın karşılığıdır. Savm, en büyük Arap dil ansiklopedilerinin verdiği bilgiye göre “terk ve ''direnç'' vurgusu taşıyan sabır” anlamlarına gelmektedir. Savm''ın kök anlamlarından yola çıkarak, orucun ''tutmak'' ve ''bırakmak'' gibi birbirine zıt iki anlamı birden taşıyan bir ibadet olduğunu kolayca anlayabiliriz. Orucun amacı da, bu anlamın insan hayatında aktif hale gelmesini sağlamaktır: ''tutmaya değer olanları tutmak'' ve ''bırakılması gerekli ve yararlı olanları bırakmak''.Orucu emreden Kur''an ayetinin, bu emrin gerekçesi olan şu hitapla bitmesi, yukarıdaki sonuçla bire bir örtüşmektedir: “leallekum tettekûn: umulur ki sakınır/korunursunuz.”Sonuçta, yalnızca ''sakınanlar korunurlar''. Ancak terk etmeyi bilenler direnebilirler. Kalıcı ve iyi birşeyler tutmak için, geçici ve kötü şeyleri bırakmak şarttır. Bazen tutabileceğiniz şeylerin sayısı, bırakabileceğiniz şeylerle orantılıdır. Ya da, bu tesbitleri şöyle de dile getirmek mümkündür: Terk etmeden elde etmeyi istemek, bedel ödemeden kazanmakla aynı anlamı taşır. Tuttuğunuzun kendi amacını sizde gerçekleştirmesi, neleri bırakabileceğinize bağlıdır. Korunmanız, sadece Allah bilinciyle sakınmalarınızın bir ödülü olacaktır. Şu soruyu, inandığınız değerlerin ne kadar kalıcı ve hakiki olduğunu anlamak için kendi kendinize sormalısınız: Bin tane 28 Şubat süreci olsa, topu tek bir Ramazan''ın bu toplumda oluşturduğu manevi atmosferi dağıtmaya yeter mi? Kalıcı değerlerin yerine, yönetici seçkinlerin devlet imkânlarını da seferber ederek zorla ikame etmeye çalıştığı sahte ve sentetik değerler uğruna, kaç kişi nesinden vazgeçer? Canından mı? Malından mı? Yemesinden, içmesinden mi? Zevkinden, sefasından mı? İslami değerlerle “bin yıl da olsa mücadeleyi sürdüreceğini” söyleyenlerin görmediği, ya da görmek istemediği yalın ve suratlarında tokat gibi patlayan gerçek işte budur. Ve onlar, savaş açtıkları insanlığın değişmez değerlerini temsil eden hayat nizamı İslam''ın, bugünlere binyıllardır küfrün ve şirkin, tuğyan ve isyanın, şeytan ve hempalarının her 17 tür ve cinsine rağmen geldiğini unutmuş görünüyorlar. Ramazan ilahi bir gündem. Tüm sahte gündemlerin ortasına, karanlığın ortasına düşen bir ışık topu gibi düşüverdi. Yazık; bu ışık topunun gönüllere nur, gözlere sürur, dizlere derman, yüreklere ferman olan ışığından kalplerinin gözleri kör, kulakları sağır, ağızları dilsiz olanlar yine yararlanamayacaklar. En çok onlara acımak gerek. Ramazan, ruhun beslenmesi için bedenin aç bırakıldığı aydır. 11 ayın yürekte bıraktığı kiri, isi, pası temizlemek için yüreğin bakıma alınmasıdır. Yüreğinin çeperlerine tutunarak kendine doğru yücelmek isteyenler için bulunmaz bir fırsattır Ramazan. Umutların kuşlar gibi göç ettiği, geleceğin tüm baharlarının gıyabında ölüme mahkum edildiği, gül yüzlü yarin güzel kokusuna kurşunlar sıkıldığı, aksaçlı sevdaların intihar eden yunuslar gibi kıyılara vurduğu, ihanet kasırgalarının mamur yürekleri saçıp savurduğu, güneşe karşı uluyanların terör estirdiği bir zaman ve mekanda Ramazan sadece bir imkan değil bin imkandır. Ramazan''ı ''beslenme festivaline'' dönüştürmek, bu imkanı hovardaca israf etmekten başka bir şey değildir. Ramazan''ı festivale dönüştürenler orucu diyete, ibadeti âdete dönüştürürler. İbadeti âdete dönüştürenlerin kaçınılmaz olarak yaptıkları ikinci yanlış ''âdeti ibadete'' dönüştürmektir. Toplumsal çürüme ve sosyal çözülmeden rahatsız olanlar, sorunun bir parçası olmaktan çıkıp çözümün bir parçası olmak istiyorlarsa, tıpkı Hz. Peygamber''in yaptığı gibi, önce kendileriyle tanış olacakları, biliş olacakları bir atmosfere hicret etmek durumundadırlar. İşte Ramazan, böyle bir hicret için bulunmaz bir Hıra''dır.Kendi şahsiyetini yeniden yoğuracak ve doğuracak bir varlık sancısının gül yüzlü meyvelerine, en güzel ebeliği ancak bir Ramazan yapabilir. Oruç tutmakla iş bitmemektedir, asıl yapılması gereken orucun başını dik tutmaktır. Orucun başı, haram yiyerek beslenen haramzadelere ve haramilere inat, bu ülkede helalin, hakkın, adaletin ısrarlı temsilcisi olmakla dik tutulur. Çok mühim bir tesbitttir. Orucun başını dik tutmak, oruçla başını dik tutmak… Ramazan, ona direnenlere inat yine bereketiyle, atıfetiyle, hidayetiyle, muhabbetiyle geldi.Herkes onda bir şey buldu. O yoksulların sofrasında sıcak bir çorba, yetimlerin başını okşayan bir el oldu. Günah akan caddeleri temizleyen bir rahmet sağanağı, mahzun gönülleri mesrur eden bir umut oldu. Günahkarların çalacağı bir hak kapısı oldu. Müminler orucun eteğini Allah''a verilmiş bir sözü tutar gibi tuttular. Akabe''de, sahabenin biat etmek için Sevgili Nebinin elini tutar gibi tuttular. Allah''la misak tazelemenin bir fırsatı bildiler Ramazan''ı. Ramazan fırsatını ganimetlerin en tükenmezi bildiler. Orucu sadece midelerine tutturmadılar. Gözleri, kulakları, elleri, ayakları, dilleri, dudakları, gönülleri, akılları da oruç tuttu. Hz. Peygamber öyle haber vermişti: oruçta şeytanlar bağlanırdı. Oruçta şeytanların nasıl bağlandığını gördüler. Görünen ve görünmeyen şeytanların... resmi ve resmi olmayan şeytanların... Bireysel, kurumsal ve toplumsal şeytanların... Ramazan''ın mümini nasıl özgürleştirdiğini gördüler. Oruçla sınanan iradenin bu sınavdan alnının akıyla çıkması halinde, nasıl bileği bükülmez çelikten bir iradeye dönüşeceğini anladılar. 18 Yine anladılar bazılarının Ramazan''dan neden besmele görmüş şeytan gibi rahatsız olduklarını. Fesleğen kokusu almış kara sinek gibi neden oruçtan köşe bucak kaçtıklarını. Oruçla insanlığın aktığı iki yataktan temiz olanına girdiler. Ait oldukları insanlık kervanını bir kez daha hatırladılar. İnsanlığın değişmez değerlerine mensup olmanın, tarihi insanlıkla yaşıt olmanın özgüvenini yaşadılar. Öyle ya; Kur''an “Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı” demiyor mu? Bu, oruç insanlıkla yaşıt vahiy geleneğinin değişmez bir düsturudur demeye gelmiyor mu? Evet, geliyor. Onun içindir ki oruçlu her mümin, ilk insandan bu güne kadar yürüyüşünü sürdüren iman kervanına katılmış bir yolcudur. Oruç onun için bir emanettir. Tutun ki bir sancak, bir bayrak... Her mümin bu emanete sadakat göstermek, onun başını dik tutmak zorundadır. Orucun başını dik tutmayanlar, orucu gereği gibi tutmuş olmazlar. Orucu farz kılan Yüce Kapı, orucun Kur''an''ın doğum kutlaması olduğunu söylüyor:“Ramazan öyle bir aydır ki, insanlık için bir rehber olan, yol göstericiliği ve hakkı batıldan ayırıcı niteliğiyle hakikatin apaçık delillerini içinde taşıyan Kur''an bu ayda indirildi.”O halde oruç tutmak, Kur''an''ı tutmak, onun talimatlarını tutmaktır. Dahası Kur''an''ı hayatın içinde, gündemin zirvesinde tutmaktır. Kur''an''ın savunduğu hayat tarzını tutmadan orucun başı nasıl dik tutulur? O Kur''an ki, Ramazan o indi diye var. Müminlerin başının dik tutulmasına bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Çünkü birileri onların başını eğik görmek istiyor. Bunun için ensesine biniyor, itiyor ve kakıyor. İşte fırsat, işte Ramazan. Orucun başını dik tutanlar! İnanın ki, oruç da sizin başınızı dik tutacaktır. Orucun başı, bu ülkeyi gasıpların elinden alarak mustaz''aflara iade etme azminin orucun tamamlayıcı bir boyutu olduğuna inandığımızda dik tutulur. Orucun başı, yüreğimizi paylaştığınız gibi, sofranızı ve ekmeğinizi, yoksullarla, yetimlerle, evsiz, işsiz ve aşsızlarla paylaştığımızda dik tutulur. Her gün iftarda ve sahurda yemeyi düşündüğümüz envai çeşit yiyeceğin bedelini iman ve özgürlük mücadelesi veren gönül coğrafyamızın sakinlerine ayırıp, soframızda bir felaketzede standardına razı olmakla dik tutulur. Orucun başı, yeryüzünün tüm açlarını, açıklarını, mazlumlarını, mağdurlarını yüreğimize alıp, onlara donattığımız gönül soframızı iç geçirerek izlerken açlığımızı unuttuğumuz zaman dik tutulur. Siz orucun başını dik tutarsanız, elbet oruç da sizin başınızı dik tutar. Orucun başını dik tutanların ve başını oruçla dik tutanların Ramazan''ı bereketli olsun. Değerli okuyucular ve değerli kardeşlerim… Böylece bir yazımızın da sonuna geldik. Hepinize hayırlı oruçlar… Yaptığınız ve yapacağınız tüm ibadetleriniz ihlaslı ve Rabbil Alemin nezninde kabul ve makbul olsun.Bizleri kendisine hakiki kul eylesin…. Amin… Vesselamu menittebeal Huda… ZEKİ BAĞIRGAN 19