zamanı geldi!
Transkript
zamanı geldi!
Sert Sessiz Dergi Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Mart 2009 Filiz Kansu, Beren Melwasul, Eray Devrim Duman, Ahmet Meriç Çavuşoğlu, Aslı Koruyucu, Sinem Sal, Kaan İnal, Yağmur Topuz, Ömer Faruk Gök, Cem Berk Aydın, Bahar Müftüler, Talat Şeyhanoğulları, Onur Boran Duman, Bahadır Yavaş, Funda Gacal, Çiğdem Aldatmaz, Hakkı Yokuş, Bülent Çallı, Bahar Boredlover, Işık Mater, Murat Demirkol, Emirhan Demirel, Nazlı Karabıyıkoğlu, Zeynep Eşk-i Bahar, Ali Aktemur içimizdeki şeytanı dışarı bırakmamızın zamanı geldi içimizdeki şeytanı dışarı bırakmanın zamanı geldi içimizdeki şeytanı dışarı bırakmamızın zamanı geldi içimizdeki şeytana cicilerini giydirip eline şeker tutuşturup gözlerini siyaha boyayıp sesini geri verip ayaklarındaki zincirleri çıkarıp öğrenmekten korktuğu devrim şarkılarını aklına sokup kulağına kırmızıyı, turuncuyu, siyahı fısıldayıp dışarı bırakmanın zamanı geldi içinizdeki şeytanı dışarı bırakmanızın zamanı geldi içinizdeki şeytanı dışarı bırakmanızın zamanı geldi! Editör Selam Olsun Sana Sert Sessiz Dergi Okuyucusu, Bir şehri en fazla ondan uzakta kaldığınızda anlarsınız. Çünkü insanlar yaşadıkları mekâna benzerler, bir müddet sonra orası gibi davranmaya başlarlar. Evinizden uzakta yaşamaya başladığınızda aynaya bakmak garip gelir S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 uzun bir süre; oraya ait değilsinizdir, orada değilsinizdir. Sonra yavaş yavaş alışmaya başlarsınız, yedikleriniz değişir, müziğiniz değişir; gözünüzdeki pırıltı her ne kadar eski bir anıdan kalma olsa da başka yerlere bakıyorsunuzdur artık. Ne yağan yağmur aynı yağmurdur ne doğan güneş. Aynı gün ve geceye bakmazsınız. Sonra bir gün gelir bir özlem duyarsınız derinlerde; bir bardak çaya ya da bir martı sesine belki. İşte o gün yanlış bir cümlede olduğunuzu fark edersiniz; özneyle tümce uyuşmamaktadır. Sert Sessiz Dergi’de bu ay pek çok öykü sunuyoruz sana, içlerinde kendini bulman için, uzakta kaldıklarının sesini duyman için; var gücümüzle anlatıyoruz yani seni sana. Mart sayımızda birçok yeni yazara yer verirken Araştırma Dosyası ile röportajlara yer veremedik. Fakat hem araştırma ekibimizin hem de röportaj ekibimizin oldukça kapsamlı, dikkat çekici ve özel dosyalar üzerinde çalıştığını söylemeliyim, önümüzdeki aylarda hayli iddialı dosyalarla karşında olacaklar. Sözü fazla uzatmadan seni Sert Sessiz Dergi’nin yeni sayısıyla baş başa bırakıyorum. İyi okumalar dilerim. A. Meriç Çavuşoğlu Sert Sessiz Dergi’de yayınlanan bütün yazıların telif hakları ve tüm sorumluluğu yazarlarına aittir. Yazı yollamak, reklam vermek ve destek olmak için: Telefon: 05543098289 Elektronik posta: iletisim@sertsessizdergi.com Aylık Edebiyat ve Kültür Dergisi Mart 2009 - Sayı 15 Editör: Ahmet Meriç Çavuşoğlu-Redaktör: Hakkı Yokuş-Kapak Fotoğrafçısı: Bülent Çallı Teknik Hazırlık: Kaan İnal-Bahar Boredlover-Dergi Tasarım: Eray Devrim Duman Arka Kapak: Bahar Boredlover Röportaj Ekibi: Kaan İnal, Onur Boran Duman, Bahar Müftüler Araştırma Ekibi: Onur Boran Duman, Talat Şeyhanoğulları, Ömer Faruk Gök 2 İçindekiler Sayfa 4 Deneme Meriç Çavuşoğlu Mut Sayfa 5 Şiir Eray Devrim Duman Üç Karınca Sayfa 6 Hikaye Sinem Sal Tek Parça Sayfa 8 Şiir Eray Devrim Duman Baharda Sayfa 9 Hikaye Murat Demirkol Ben Bir Çocuk Öldürdüm Sayfa 10 Şiir Aslı Koruyucu Tekrar Sayfa 11 Şiir Sinem Sal Boşalmak, Dolmuş Olmaktır Önceden Sayfa 12 Hikaye Yağmur Topuz Dikkat! Kapak Çıkabilir Sayfa 13 Şiir Sinem Sal Serin Mevsimlerin Birinde Ateş Verdim Suya Sayfa 14 Minimal Emirhan Demirel İki Kişilik Masa Sayfa 15 Şiir Eray Devrim Duman Birikinti Sayfa 16 Hikaye Nazlı Karabıyıkoğlu Gramofon Sayfa 21 Hikaye Çiğdem Aldatmaz Suya Bakmak Sayfa 23 Hikaye Zeynep Eşk-i Bahar Ses ile Sis Sevişirken Kısa Bir Es Sayfa 26 Hikaye Eray Devrim Duman Berber Dükkanı Sayfa 28 Minimal Bahadır Yavaş Ölüme Dair Sualler Sayfa 29 Hikaye Ali Aktemur Dönüş Sayfa 32 Hikaye Funda Gacal Nolur Kitle Sayfa 34 İnceleme Cem Berk Aydın Harmonik Hareket Deftones Sayfa 37 Görsel Çalışma Işık Mater 3 A Day at the Market Part II S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Deneme A. Meriç Çavuşoğlu Mut S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Oyunun en başında, oyun tahtası yeni kurulduğunda, ilk kurallar konduğunda tek ve asıl kural vardı insanoğluna. “O” ağaca yaklaşma… Tüm yarattıklarının üzerinde gördüğü insana koyduğu tek kural buydu Tanrı’nın. Tüm kötülükler ve yanlışlar bir ağaca atfedilmiş, insanoğluna yasaklanmak suretiyle cazip kılınmıştı. Yasaklanmış olanın büyüleyici gizemi Âdem’i de çekti içine, cennetinden kovulmasına sebep oldu. Bu öyküyü birçok farklı teolojik kaynaktan değişik şekillerde de olsa biliyoruz, birçok açıdan değerlendirebilecek, birçok açıdan yorumlanabilecek bir mesel. Toplumlar için farklı anlamlar taşıdı yasak ağaç. Farklı dinler, aynı hikâyeye başka anlamlar yükledi. Bülent Çallı kendimizi gerginlik ve endişenin yuvasına sokarız. Mutluluk, mut-suzluğumuzla beslenir, gelişir. Bizi mut-lu eden olgu, bizi mut-suz ettiği mertebede bahşeder mutluluğunu. Kazanılan bir seçimin mutluluğunun, bir sonraki seçim döneminden önce yerini endişeye bırakması gibi; alınan terfi neticesinde daha fazla çalışmanın ve o pozisyonu korumanın gerginliği gibi. Kısaca söylemek gerekirse, mut-lu olduğumuz için mut-suz oluruz, mutsuz olduğumuz için mut-lu oluruz. Bence “Yasak Elma” sembolü dinlerin yasaklamayı ve kısıtlamayı pek sevdiği ( ya da kısıtladığını ve yasakladığını iddia edilen) cinselliği temsil ediyor ne de Tanrı otoritesinin insana kabullendirilmesi ve “sınavın” başlaması için gerekli bir olguyu temsil ediyor. “Yasak Elma” apaçık mut-luluktur. Mut, sözcüklerin diyalektiği arasında sentez bulamamış, kendi köhneliği içinde sinsice sırıtan bir düşmandır insan için. Geçmişte ve gelecekte, en çok da günümüzde insan yaşamının odaklandığı, simetrisine oturtulduğu bir çizgidir mut. İçinde olmak mümkün değildir, ya mut-lu olursunuz ya da mut-suz. Üstelik bu sürece de bazıları yaşamın kendisi deme gafletine düşerler. Hâlbuki yaşam bu değildir, bu yaşamın değillemesidir. Dediğim gibi mut sinsi bir sözcüktür, histir; kendini ifşa etmez, göz önüne çıkmaz. Bize ruhumuzun karanlıklarından seslenendir. Dağarcığımızda mutluluk, mutsuzluk varken “mut” yoktur, günahından korkarak saklanır inine; buna rağmen hükmedebilir bizlere. Halbuki mut’un yerine huzur’a adanan anlar çok daha güzeldir. Ki onları dervişlerin, sanatçıların yaşamlarında görebilirsiniz. Huzur, korkak değildir; açık yüreklilikle verdiği huzuru, huzursuzluğu kendi adıyla gösterir, mağrur bir tavırla seslenir cennetinden. Yaşamın bir süreçten ibaret olduğu, bu sürecin; bekleme zincirinin bir sonucu olduğu söylenebilir. Yaşam sürekli “bekleme” üstüne kuruludur; hep bekleriz; mezun olmayı, iş bulmayı, evlenmeyi, çocuk sahibi olmayı, torun sahibi olmayı, zengin olmayı ve hatta ölmeyi. Olmasını beklediğiniz bir şeyi beklemek yaşamın farkındalığıdır. Amma velâkin, tüm bunların ve benzerlerinin beklenmesi altında bir arzu yatmaktadır. Kırılma noktası da burasıdır. Tanrı’nın insana yasakladığı meyve mut’tur. Mut’un peşinde, döner hayatlar cehenneme; kaygıyla, endişeyle bezenir yaşam mut’un peşinde. Ve Adem bir anlık coşkusuna kapılır onun, çevirir hayatını cennetinden cehenneme. İnsanlar bunları elde etmekle mutlu olacaklarını düşünürler ki olabilirler de. Fakat burada sözcükler eylemlerden her zamankinden de daha önemli hale geliyorlar. Bunlara erişmenin insana mut-luluk getireceğini düşünürsek kendimizi ciddi bir paradoksun içinde buluruz. Çünkü erişmeye çalıştığımız şey bizim olduktan sonra kısa bir müddet sevincini yaşar, sonra onu korumaya hatta bir sonraki seviyeye ilerletmeye çalışarak 4 Şiir Eray Devrim Duman Üç Karınca bir karpuz kabuğu üzerinde üç karınca geziyorlar istanbul boğazında yelkenleri çalıntı meşe yaprağı direkleri kullanılmış kibrit çöpü S E R T dümen çilek sapından yapılmış kafalarında şapka niyetine; elma çekirdekleri S E S S İ Z bir karpuz kabuğu üzerinde üç karınca geziyorlar istanbul boğazında hikayeleri unutmuş şiirler yazan eskimiş deri montlu şairin not tuttuğu kağıdın yanmakta olan ucunda D E R G İ bir karpuz kabuğu üç de karınca geziyorlar istanbul boğazında M A R T özgürlük için hem de kimilerinin unutamadığı unutulmuşlarla 2 0 0 9 5 Hikaye Sinem Sal Tek Parça S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Isırıp bir parça kopardım günden, tadı kaçmış, keyifsiz. Yutkunmadım bile… Benim ellerim ısınmaz. O yüzden neye dokunsam sıcak gelir başta… Yapmak istediğin her şey yaptıklarının altında kalıyordu. Parmağı taş altında ezilmiş bir çocuk gibi nefret ediyordu taştan. Artık korkuyordu bu yüzden. Etini korumak için etinin varlığını bilmeliydin, hepsi bu. Etinin varlığını bilmekse onu hissetmekten geçiyordu. Tırnak diplerine toplu iğneler saplayışın bundandı. Hissetmeden bilemezsin. Senin için bütün odalarımı hazırlıyorum. Kapılar sıkı sıkıya kapalı. Perdeleri indirip masa örtüsü yapıyor , çiçeklerin yerini değiştiriyor, koltukları yan odaya taşıyıp minderlerini yere atıyorum. Camın kenarında iki sandalye ve bir kahve sehpası bırakıyorum .Ahşap yere ayaklarımı sürtmek istediğimden büyük halıyı kaldırıyorum, avizenin üstüne kırmızı bir tül atıyorum. Ben hiçbir gece uyumam ki, her an az sonra biri gelecek diye hazırlarken odamı, aklıma geliyor. “Sen kimseyi davet etmezsin ki!” Ben sadece hazırlık yapardım. Kırmızı , sırtı açık, o bana çok yakışan elbiseyi giyer , saçlarımı boynumun yukarısından toplar ve beklerdim. Dışarı da çıkmazdım. Baharatlı bir tadı var içtiğin çayın. Dilinin üstünde geziniyor. Ağzın sıcak baharatlı çayla doluyken dilini damağına değdiriyorsun. Ağır debelenmeler var ağzının içinde. Baharatlı çay dilin oluyor artık, ağzın, damağın, dişlerin, dudakların ve boğazın. Aynı zamanda tam tersi… Dilin, ağzın, damağın, dişlerin , dudakların ve boğazın da baharatlı çay artık. Nefes aldığında tüm organların üşümüş hissine kapılıyorsun. Çünkü içtiğin çayın içinde ferahlık vardı. Taze nane ve koni çiçeği kokuyordun üstelik artık. Her şeye hakim olduğunu sanıyordu şimdi koku ve tat. Oysa, bilmelisin, dilinde kalacak tek tat, en son alacağın. Kendimi geçmişte yaşadığım o güzel, tek anda tutmak için başka hiçbir yere uzaklaşmazdım. Film sahnesi sanırdım ben hayatımı. Öpüştüğü yerleri durup durup geri alırdım. Sanırdım. Dokunmak dediğin ikiz kardeşi olmak onun. Her neye dokunduysan sen biraz da ona benzedin. Bazen kusmak isteyeceksin, miden hızla geri atmak isteyecek ona gönderdiklerini, bazen yavaş yavaş yiyeceksin, yine de bitecek, bazen bir öncekinin tadını unuttursun diye ne gelirse tıkacaksın ağzına. Hep, ama hep ağzına en son konuk ettiğinin tadı kalacak. İşte ben bu yüzden, hangisinin benim kendime son ikramım olduğunu bilmediğimden, aceleci davrandım. Dilimi titreten, yakan ve gözlerimle söndürmek istediğim acı… İçimin tüm tellerini titreten ekşi… Denizin en yumuşak yerine yüzünü kulak hizasına kadar daldırdığında hissettiğini yanaklarının hemen üst kısmında oluşan çizginin verdiği o iç gıdıklayan his tatlı… Uzun yollardan koşup dilini bileklerine gömdüğünde içine davet edilen tuz… Hepsini tatmasaydım, hangisini seveceğimi ayırt edemezdim. adın tüm kelimeler içinde tek italik buğulu bir cama atılmış imza gibi çok geçmeden silinmeye niyetli sen dokundun sen hissettin okunuyor bir camda ismin iz edilgene yapışkandır Sessizlik ortasında çıkan ses her ne olursa olsun ürpertir insanı. Tüm bu gürültü sağır olmadığını anlaman için farkında değil misin? Ses çoktan geldi. Hepsi göğe kaçıyor. Sevdiğim her şey… Annem yan odada dua ediyor, avuç içleri göğe doğru açılmış… Sevdiği ve dilediği her ne varsa gönderiyor. Seslerimiz… Göğe karışıyor. Kokularımız yükseliyor. Sevdiğim her şey göğe kaçıyor. Biz de havalanacakmışız öyle diyorlar. Sevmediklerim de göğe kaçıyor. Lanetlenmiş rüyalarım, duyduğumda içime bir ilmek daha atan sözlerin, hepsi. Özlediklerim… Nefret ettiklerim! Hepsi göğe kaçıyor. Boğazımdan aşağı sıcak bir şeyler iniyor ve ben seyrediyorum kayıp gidişini hayatın. Şimdi görüyorum dudaklarında limon tadı var. Ha ağladı ha ağlayacak gibi duruyor gözlerin. En son kimi davet etmişsen yakmış canını besbelli. Sevsen de sevmesen de besliyor seni işte. Bazen sadece doymak adına yutkunurduk. Nefes alıyorum. Hala yerdeyiz. Bazen daha fazlasını ummamayı öğrenmek gerekiyor. 6 Hikaye Sinem Sal Merak ettiğim tek şey var ölmeden önce duyacağım en son ses kime ait olacak. Ne dediği umurumda bile değil. Ben hiçbir haliyle geçinemedim kendimin Birinin sertliği ötekinin kırılganlığını alt etti Savaş içinde savaş bizimki Ağzımı açıyorum bileklerimde tuz tadı İnliyorum inceden Kulağımda ağlamaklı bir kadın sesi Kendinden uzak ve titrek Taze nane ve koni çiçeği kokuyor Parmak uçlarımda ıslak ve soğuk bir cam kırığı Biri filmi başa alıyor Kırmızı , kadife elbise, çıplak boyun Kırmızı ışık İnsan sadece kendine hazırlanıyor Konuk gelmiş yıllar önce görmemişsin Üstelik akran seninle, görüyorsun Kırılmış mevsimin birinde Göğe yükseliyorsun S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 7 Şiir Eray Devrim Duman Baharda aslı’ya yalnızca baharda söylesem içinde sen geçen pan’dan öğrendiğim dili bozuk aşk şarkılarını S E R T diğer mevsimler de kalsa yalnız aşkımıza sussak sevişmekten konuşamasak? S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 8 Hikaye Murat Demirkol Ben Bir Çocuk Öldürdüm Adını bilmediğim bir şehirde unuttum… Ben bir çocuk öldürdüm… …Ve cesedini bir köşe başında, bir karanlıkta, bir ayazda unuttum. Ellerimdeki kanı sildim beyaz bez parçaları ile. Göklerde dalgalanan bir parça bez ile sildim ellerimdeki kanı. Ben bir çocuk öldürdüm ve cesedini bir yerlerde unuttum... O gece uyudum. Göz kapaklarıma ağırlık oldu öldürdüğüm çocuk. “Uyu” dedi. Ben o gece hiçbir şeye aldırmadan uyudum. Rüyama girdi: “Sen öldürdün beni!” dedi, uyandım. Kurumuş çatlak ve muhtaç dudaklarıma bir damla su oldu. “Beni bunun için mi öldürdün?” dedi. Sadece yutkundum ve uyudum çünkü unutmuştum… Uyandım, ekmek oldu. “Bu benim rızkım, beni bunun için mi öldürdün?” dedi. Sustum… “Vicdanına bak” dedi. “Ellerindeki kana, yüreğindeki karanlığa, sevdiğinin gözlerine bak…” “Yediğin ekmeğe, içtiğin suya bak…” …Ve… “Ben bir çocuk öldürdüm” dedim. Vicdanımın en kuytu köşesine gömdüm. Üzerine; ağlayarak, yürüyerek, bağırarak, akladığım vicdan kırıntılarını toprak gibi, çakıl gibi döktüm. Kulaklarıma bir melodi ilişti, gıda olsun ruhuma. Ne güzel ses… Ne güzel melodi… Tiz bir çığlık oldu o güzel ses. Öldürdüğüm çocuğun çığlıkları oldu. “Beni bunun için mi öldürdün?” dedi. Duymadım, çünkü unutmuştum… Ben bir çocuk öldürdüm ve vicdanımdaki mezarlığa gömdüm… Sokak oldu sonra, bir yerlerde toplanmış bir kalabalığın arasından beni işaret etti: “Bu, beni öldürdü” dedi. “Vicdanınız neredeydi, nereye gömdünüz beni?..” S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T “Biz senin için toplandık” dedi kalabalık hep bir ağızdan. “Vicdanımız var” dediler. Beyaz bez parçalarıyla ellerindeki kanı silmeye çalışıyorlardı… 2 0 0 9 “Neredeydiniz?” dedi. “Tekerlekli atlarınızı beslemek için mi öldürdünüz beni?” dedi. Tekrar beni işaret etti: “O öldürdü beni” dedi. “Siz öldürdünüz beni” dedi. “Neredeydiniz?” dedi… Ben bir çocuk öldürdüm; esmerdi, gözleri kocaman… Yüreği öksüz, yüreği rikkat yoksunu… Ben aldırmadım, o öldü… Ben bir çocuk öldürdüm. Adını unuttum, gözlerini, yüzünü unuttum… Bir çölde, bir dağ başında ya da bir köy evinde. Bağdat’ta, Musul’da, Darfur’da, Gazze’de… 9 Şiir Aslı Koruyucu Tekrar uzun zaman oldu; ellerime değmeyeli zaman kendimi kaybetmeyeli düşmeyeli boşluklardan düşlemeyeli boş zamanlarda kendimi. bir şarkının sırtına sarılıp uçmayalı derinlere, açılmayalı derinliklere... S E R T S E S S İ Z D E R G İ uzun zaman oldu; söz vermeyeli kendim dışındakilere, yapacaklarım için yapmış gibi yaptıklarım için. ve güneş oldu; düşleyemeyip suya düşürdüklerim. parladı ve söndürdü kendini. bir kez daha su oldu içim yanamadı bir kez daha. ısıtmayalı derinlikleri, solutmayalı tüm çiçekleri; uzun zaman oldu. Ş U B A T 2 0 0 9 10 Şiir Sinem Sal Boşalmak, Dolmuş Olmaktır Önceden bir çocuk gördüm gözleri, kırık bir kova içinde su taşıyor takılıp takılıp döküyor suyu yanaklarından aşağı rüzgar eserse kurutur ellerine lüzum yok cildi emecektir acısını S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 11 Hikaye Yağmur Topuz Dikkat! Kapak Çıkabilir Bir bardak su. Kaan Hoca’ya... Parmak izlerimi görüyorum, ve bilmem kaç kez yıkanmasının verdiği çizikleri yüzeyinde. Bir yudum içiyorum, sigaram leş kokuyor yine. S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Bilmeyi sorgularken bugün, varlığın anasını ağlatmışken bile, tek bildiğim şu gece vakti –şüphe etmeden ve yadırgamadan- su kabının üzerine düşülmüş not: ‘Dikkat!Kapak çıkabilir...’ Dağıldım. Ve tek bildiğimin yanı sıra, tek düşündüğüm; belki de David Hume’ un da aklından geçendi; tecrübeydi o notu yazdıran. Muhtemelen ilk kullanılışıydı su kabının, gıcır gıcır. Herhangi bir girinti çıkıntısının olmamasının yanında, rengi de yoktu. Ve yine muhtemel ki, susayan bir vücuttu ilk parçalanmasına sebep olan. Bilemiyorum. Çünkü hiç, bu su kabından suyu boşaltmadan önce bardağa, onu yere düşürüp, başını gövdesinden ayırmadım, ve hiç yazık etmedim suya, yudumladığımda bile naziktim, saflığına hayran. Belki tecrübe edinemedim henüz, ama düşünüp var olmaktansa, inanıp var olmayı tercih ediyorum. taşıyorum. Bir yandan da, yok olduğumda, ki eğer olacaksam, her bir parçamdan herhangi bir zerrenin, bir başka canlı, cansız, hatta belki başka bir galaksinin dokunulabilen herhangi bir şeyine tüneyecek varlığım. Dolayısıyla yok olmayacağım.(olmayacak mıyım?!) Korkuyorum. Son yudumu içmiyorum. Çünkü biliyorum ki, bardak her boşaldığında yeniden doldurulacak, su kabı üzgün, belki de kırgın tekrar yeri boylayacak. O an, her kim ise bu işe sebep, belki su kabına tekme vuracak. Halıya üzülecek ya da yeri silmeye üşenecek. Kimsenin aklına ne su kabı, ne su, ne de üzerine düşülen, tecrübe eşittir bilgi kuramına dair olan not gelmeyecek.Ve yine biliyorum ki, o su, benim her bir parçamdan herhangi bir zerrenin olacağı gibi, boşa gitmeyecek ve orada, burada ya da şurada var olacak. Bu arada dünkü patates çok tuzluydu, Güneş yarın yeniden doğacak. Bir yudum daha. Bardağın üzerinde bir iki damla dudaklarımdan arta kalan. Ve sigaramdan mütevellit bir koku. Öyle bir duruyor ki, dibinden yansıyan ışığı şu lanet gıcırtılı antika masadan bile görebiliyorum. (Görünenden öte köy yok!) Dokunabildiğim dışında hiçbir şeyi var saymayan ben, bilmem ki hangi alemde, bu yansıyan ışığın gerçekliğine tapıyorum şu an. Dünden kalan ısmarlama yemeğin çöpleri masada hala, garip kağıtlardan yapılmış ufak ufak, dikdörtgen tuz paketleri.. İçinde barındırdığı tuz, dün var idi, bugün ise yok. Hayır, bunun için ne üzülecek, ne de düşüneceğim; artık biliyorum ki, ‘saçımdaki karbon’da dahi, üzerinde şu an bulunduğuma, gezegen olduğuna ve küreliğine inandığım sert şeyin, belki milyon, belki milyar yıl yaşlı amcalarının kendini imhası veya her ne sebepten ise yok oluşundan kalanları 12 Şiir Sinem Sal Serin Mevsimlerin Birinde Ateş Verdim Suya kiraz ağacının gölgesinde bulacaksın arayıp aramadığın ne varsa demlenmiş çaylar kuruyacak yanaklarında içmeye yeltenemeyeceksin bile bir tren sesi duyacaksın etin kapı aralığında kalmış gibi acıyacak uyanacaksın S E R T eski ve sarkık perdeler arkasından baktığında sokağı yirmi sene öncesinde gördüğünü hiç anlamayacaksın, kokun korkunu gammazlayacak suçun kendinedir yaptığın da ettiğin de üstelik hiçbir kimse seni senin kadar incitmeyecek öğreneceksin S E S S İ Z D E R G İ affetmek tok tutmaya çalışmaktır mideni aç kalmaya alışmaktır alışacaksın M A R T teninde güzel yaralar saklayacaksın sene iki bin yirmi yedi olsa gerek dua yapacağım seni dilimde dua yapıp yüzüme süreceğim yaralarının hepsi tenim olacak o vakit 2 0 0 9 su diye seslenme bana o, başta saf olan kendisinden kaçıp bir yere karışmak için akıyor ortada aidiyet dediğin kaybolmaktır serin sanma bu mevsimi, sakın üşümeye mecbursun 13 Minimal Emirhan Demirel İki Kişilik Masa duvarın dibindeydi masa iki kişilik belliydi S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 sevgililer rahatça el ele tutuşsun diye yapılmıştı sandalyeyi çekti ve oturdu hemen yanındaki tabloya gözü takıldı çerçevesi ne kadar da iç karartcıydı. onca işleme, yontma ve korkunç altın rengi babaannesinin evindeki koltuklara benziyordu nefesi daraldı iç cebinden çekti sigarasını yaktı kahvesini söylemeden pencereden dışarıya baktı geçenlere dönüp bakan yoktu içeriye ona "afedersiniz. beklediğiniz kimse yoksa sandalyeyi alabilir miyiz?" düşünmeden cevap verdi. zaten bekliyordu kelimeler çıkmayı teşekkür edip gitti adam sandalyeyle hani iki kişilikti masa. 14 Şiir Eray Devrim Duman Birikinti su birikitisindeki, toprağından ayrılmış ağaçların; büyük metal zincirler altında ezilmiş dalları: kurbağaların yeni sahnesi olmuş; onları kargalarla ve gökyüzüyle buluşturan. ve şarkılar başlamış; bulamacın yalancı baharında: neme gökyüzünde bir kuş gibi alışık, topraktan ayrı toprak solucanların sevdiği; bedenlerinde nefes alan melodilerle bezeli. S E R T işte bu yüzden; buralarda artık hiç mi hiç, ama hiç! akşam olmayacak-mış S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 15 Hikaye Nazlı Karabıyıkoğlu Gramofon S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Arabanın havalandırması çalışmıyordu. Direksiyona sert bir yumruk savurarak iki ön camı da açtı ve içeriye dolmasını beklediği taze hava yerine egzoz dumanını soluyunca kafasını direksiyona hızlıca vurdu. Önünde bekleyen kamyonete baktı. Plakasının tam üzerinde ‘yolların fatihi’ yazan levhayı görünce ister istemez gülümsedi. ‘Ne fatih ama!’ diye düşündü; ‘En ufak bir çarpmada parçalara ayrılır bu kamyonet.’ Önündeki sırada bir hareketlenme olmuştu, hemen vites değiştirip hafifçe gaza bastı. On adım bilemedin on beş adım daha yol kat etmişti işte! Camlardan birini kapatarak bir sigara yaktı, sigaradan derin bir nefes çekerek radyoyu açtı. Sabun köpüğü pop şarkılarını geçerek gerçek bir müzik dinlemek istedi. Baştan sona tüm kanalları teker teker aradıysa da kulaklarına layık bir şey bulamadı ve en sonunda bir haber kanalında karar kıldı. Saatine baktı. ‘Saat tam yedi’ dedi içinden ve radyodan yükselen ses de bunu doğruladı. “Saat yedi. Şimdi haberler.” Ülkenin gündemini günlerdir meşgul eden birkaç siyaset haberinden sonra hava durumunu bildiren ses, gece bir fırtına çıkacağını ve yurt genelinde sıcaklıkların düşeceğini söyledi. “Ve şimdi İstanbul trafiğinin durumunu öğrenmek üzere Haydar Yolgösteren’e bağlanıyoruz.” Radyonun sesini açarak iki sesin birbirine ‘iyi akşamlar’ demesini bekledi. Sonra Yolgösteren’in tok sesi felaket haberini verdi: “Boğaz köprüsü yoğunluğunu hala korumakta. Köprü çıkışında devrilen tankerin kaldırılma çalışmaları halen sürüyor. Avrupa yakası bağlantı yolları yoğun. Anadolu yakası bağlantı yolları ise...” ‘Kahretsin!’ diyerek emniyet kemerini çözdü. Sağ tarafından Boğaz’ın muazzam güzelliğine baktı. Bir süre ışıklara boğulmuş kıyı şeridini seyretti. Her gördüğünde onu büyüleyen boğaz manzarası, köprü üzerinde trafikte sıkışıp kalmışken ona hiçbir şey ifade etmiyordu. Yanındaki arabanın şoförüyle göz göze gelince hemen başını çevirdi. Zor bir gün geçirmişti. Stajyerin dikkatsizliği yüzünden karışan raporları yeniden düzenlemiş, bir sonraki gün cumartesi olduğu için, askıda olan işleri bitirmek için öğle yemeğine bile çıkmamıştı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, bir de müdürüyle tartışmış, bütün gün sirke satan suratını çekmek zorunda kalmıştı. Üstelik yeni aldığı rugan ayakkabılar ayağını sıkıyordu. İleride bir hareketlenme olmuştu. Elini vitese atarak hazırlandı. Bu sefer otuz adım kadar ilerleyebilmeyi başarmıştı. Sol tarafındaki arabanın şoförünün, sıkışmış trafiği fırsat bilip arabaların arasında dolaşarak su, bisküvi, çiçek, şarj aleti satan kimselerden, bir demet kırmızı gül aldığını gördü. Gülümsedi. ‘Demek bu trafikte bile evde bekleyen sevgiliyi düşünen insanlar mevcut’ diye düşündü. Tayfun ona son iki senedir bir demet papatya bile almamıştı .Oysa evlenmeden önce ve evliliklerin ilk senesinde haftada birkaç defa, eve elinde değişik türde çiçeklerle gelir, bu sayede salondaki orta sehpasının üstündeki Kütahya porseleni vazo hiç boş kalmazdı. Tayfun’u düşündü. Ona aşık olmasının tetikleyicisi mavi gözlerindeki derin anlamı... Yirmi altı yıl boyunca böylesine derin bakabilen birini tanımamıştı. Gözleri Tayfun’unkilerle karşılaştığında öylesine şaşırmış ve etkilenmişti ki, sonraları salondaki kanepede otururken ve siyah beyaz bir film başlamak üzereyken, ‘Gözlerimiz çarpıştı ve çıkan kıvılcım saçlarımı tutuşturabilirdi.’ diyecekti Tayfun’a ve Tayfun da başıyla onaylayacaktı. Sonra, televizyonun sesini açarak filme dalacaktı. Üç senedir evliydiler ve son iki yıldır Tayfun’un gözlerinden kara bulutlar geçer olmuştu. Gözlerinin değil derinliğinde kaybolmak, gözbebeklerine bile ulaşamadığını hissediyordu bazen. Sorgulamaya kalktığında saçmalama diyordu Tayfun, ne alakası var, gözlerim eskisi gibi işte. Uzun zamandır sorgulamayı bırakmıştı zaten. Tayfun’daki bu umursamazlığı ve boşvermişliği, yıllardır çalıştığı şirketten çıkarılmasına bağlıyordu. Çalıştığı firmanın küresel bir krizden etkilenerek kar marjında yaşadığı düşüş yüzünden çalışanlarının işine son vermesiyle, senelerini verdiği firmaya veda etmek zorunda kalmıştı Tayfun. Önceleri bu duruma alışamamış, daha sonra eski arkadaşlarını arayarak onlarla gezip tozmaya, evde buluşmalar düzenlemeye başlamıştı. Kısacası, kendini oyalamak için öğrencilik günlerine dönmeyi seçmişti ve bir süre sonra sanki kovulduğuna memnun olmuş gibi görünüyordu. Tıpkı üniversite günlerindeki gibi dağınıktı; salona filmleri, gazeteleri, kitapları saçıyor, lavaboya kirli tabak ve bardakları yığıyor ,yatağın çarşaflarını tortop yapıp bırakıyordu. Evde kalmadığı zamanlarda o kafe senin bu kafe benim gezip duruyordu. 16 Hikaye Nazlı Karabıyıkoğlu Radyoda çalan melodiyle irkildi birden. Bu Tayfun ona evlenme teklif ederken çalan şarkıydı. Radyonun sesini sonuna kadar açtı ve gözleri kilometre sayacına sabitlenmiş şekilde huşu içinde şarkıyı dinledi. ve bir şişe kırmızı şarap.” Şarkı bitince, yan koltuktaki çantasına uzanarak cep telefonunu çıkardı ve Tayfun’u aradı. Tayfun telefonu altıncı çalışından sonra açtı. “Unutur muyum hiç?” diye göz kırptı Melis. “Haydi, soğutmadan yiyelim.” “Ne yapıyorsun hayatım? Evde misin?” “Evet evdeyim. Sen nerdesin? Çıkmadın mı işten?” “Çoktan çıktım. Bir saattir köprüdeyim. Kaza olmuş, tanker mi ne devrilmiş. Yolu açmaya çalışıyorlarmış. Trafik kilit. Bekliyorum.” Tayfun o gece için birkaç arkadaş davet ettiğini ve birlikte yemek yiyip film izleyeceklerini söyledi. Çabuk gelmesini yoksa ona yemek kalmayacağını ekledi gülerek. Telefonu kapadılar. Kaplumbağa yavaşlığıyla ilerleyen konvoyu takiben birkaç metre daha ilerledi. Tekrar camı açtı. Az ilerde su satan kavruk yüzlü çocuğa seslenip bir şişe su aldı ve bir dikişte tüm şişeyi bitirdi. ‘Amma susamışım’ dedi kendi kendine. Bakışlarını önündeki kamyonetin stop lambalarına dikerek beklemeye devam etti. ****** Kapı zili , kapıda bekleyenin sabırsızlığını anlatırcasına art arda çalıyordu. Yatak odasında üzerini değiştiren Tayfun, aceleyle kapıya seğirtti. İçinden ‘Öldün mü be geliyoruz işte!’ diyerek kapıyı açtı. Melis bir elinde karton bir kutu diğer elinde şarap şişesi kapıda sırıtarak Tayfun’a bakıyordu. Kapıyı ardına dek açarak içeri davet etti Melis’i. Erken geldiğini, o yüzden evi toparlayamadığını söyleyerek özür diledi kadından. Omuzlarını silkerek, önemli değil diyen Melis kendi evindeymişçesine elindekileri mutfağa bırakıp, paltosunu çıkardı ve köşedeki berjer koltuğun üzerine gelişigüzel attı. Salondaki geniş kanepeye oturarak, Leyla hala gelmedi mi diye sordu. Leyla’nın trafikte takıldığını söyleyen Tayfun’a bir memnuniyet gülümsemesi gönderdi. “Zahmet etmişsin, neler aldın böyle?” diye sordu Tayfun. “Bir şey değil canım,” diyerek masanın üzerindeki sigara paketine uzandı Melis. “Senin sevdiğin sebzeli börekler “Unutmadın demek o böreklerden sevdiğimi,” diyen Tayfun’un midesi daha çok guruldamaya başlamıştı. Sıcak börekleri mideye indiren Tayfun havadan sudan bir sohbetle Melis’ten sonra gelecek arkadaşların zili çalmasını bekliyordu. “Hay Allah, bütün börekleri bitirdim. Diğerlerine kalmadı,” dedi Tayfun. “Diğerleri gelmeyeceği için bir sorun yok bence,” diyen Melis’e soru soran gözlerle baktı Tayfun. Muzipçe gülümseyen Melis, diğerlerini arayıp bugünkü buluşmanın iptal olduğunu söylediğini ve günlerden cuma olduğu için Leyla’nın da eve geç ulaşabileceğini tahmin ettiğini anlattı. Tayfun’la biraz baş başa kalmak istemişti, hepsi buydu. Melis’in bu davranışına şaşıran Tayfun ne yapacağını bilemez hale gelmişti.Bugün daha farklı bakıyordu sanki Melis, sesinin tonu değişmiş gibiydi, buğu katmaya mı çalışıyordu sesine? Oturuşu, yürüyüşü... Sanki Tayfun’u şaşırtmaya programlamıştı kendini. “Konuşmak istediğin bir şey varsa böyle yapmana gerek yoktu. Herkes buradayken de konuşabilirdik,” dedi Tayfun azarlarcasına. “Hayır!” diye karşı çıktı Melis. “Konuşamazdık, çünkü konuşmamız için etrafta kimsenin olmaması gerekiyordu.” Derinden bir nefes alan Tayfun: “Pekala,dinliyorum,” dedi. Melis hiç acelesi yokmuşçasına yavaştan bir sigara yaktı. Dolu küllükleri mutfağa gidip çöpe döktü. Küllüğü sehpaya bırakarak, Tayfun’un yanına oturdu. Burnundan dumanlar çıkarken üç yıldan beri ona aşık olduğunu, Tayfun’un bunu hiçbir zaman anlamadığını ve senelerdir bunu içinde tuttuğunu fakat artık bununla yaşayamayacağını anlattı. Aniden Tayfun’a açılma kararı almıştı ve şimdi rahatlamıştı işte. Artık gidebilirdi. 17 S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Hikaye Nazlı Karabıyıkoğlu S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Karşısındaki kadını inceledi Tayfun. Leyla’nın kısacık sarı saçlarına karşılık Melis’in beline dek uzanan mavi ışıltılar yayan siyah saçları vardı. Gözlerini Melis’in yüzünde gezdirdi. Sık kirpikleri gözlerinden fışkıran ışıltıyı engelleyemiyor, kalın dudakları az önce telaffuz ettiği sözcüklerden memnun gülümsüyordu. Gece mavisi uzun elbisesi çok yakışmıştı doğrusu kadına ve belli belirsiz bir zambak kokusu geliyordu boynundan. Hem kadın hem de çocuk diye düşündü. Hangisi olduğuna bir türlü karar veremedi. Sigarasını tablaya bastırıp söndüren Melis ayağa kalktı ve koltuğa attığı paltosunu alıp giydi. “Böyle yaptığım için kusuruma bakma. Ama bunları söyleyebilmem için Leyla da diğerleri de evde olmamalıydı. Sadece bu. Bir daha görüşmek istemezsen anlarım. Fakat söylemeseydim katlanamayacaktım bu aşka. Şimdi en azından yükümü biraz da seninle paylaştım,” dedi ve kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, çıktı ve ardından yavaşça çekerek kapattı. Tayfun, gömüldüğü koltukta kalakalmıştı. Birden yerinden fırladı. Kapıyı açıp ‘Melis!’ diye seslendi ama apartmanın kapısı, kapanma sesiyle yanıt verdi Melis yerine. Bir keçi çevikliğiyle merdivenleri inerek apartmanın ağır demir kapısını açtı. Melis karşı kaldırıma geçmiş, hızlı adımlara yürüyordu. “Melis!” diye bağırdı. Adını duyan kadın, başını çevirdi. Adımlarını ters istikamete çevirerek Tayfun’un yanına yürüdü. Bir eliyle apartman kapısını tutan Tayfun, Melis’in elini tutarak onu içeri çekti. Ağır demir kapı yeniden gürültüyle kapandı. ***** Köprü nihayet açılmıştı. Yorgun kadın gaza bastı ve kenara çekilen devrilmiş tankerin yanından geçerken okkalı bir küfür savurdu. Küçüklüğünden beri İstanbul’a aşıktı. Adeta tapardı bu şehre. İşi sebebiyle sıklıkla yurt dışına çıkardı. Madrid, Paris, Berlin, Roma, Amsterdam... Hepsi başka başka etkilemişti onu fakat İstanbul’un büyüsünü bulamamıştı hiçbirinde. Şimdiyse, artık şehrini tanıyamıyordu. Daha bir huysuzlaşmış mıydı İstanbul, hırçınlaşmış mıydı? Hoşgörüsünü yitirip bencilleşmiş miydi? İçini çekerek vites değiştirdi. Bir an önce eve gitmek istiyordu. Eve gidip bir şeyler yemek ve Tayfun’u salonda arkadaşlarıyla bırakıp odasına çekilmek... Yorgun vücudu yumuşak yatağının hayaliyle daha bir acıyordu sanki, bacakları sızlıyor, başı çatlarcasına ağrıyordu. Semtinin sapağını gösteren levhaya bakarak direksiyonu kırdı. ‘Harikaşehir!’. Ne harika ama diye söylendi, İstanbul’un ücra bir köşesinde, şehir merkezine trafik yoğunsa iki saat uzaklıkta harika bir şehir! Bu semtin ismi değişmeli diye düşündü, mesela ‘İzoleşehir’ gayet uygun olabilirdi veyahut ‘Terki diyar’. İstanbul’un merkezi semtlerinden buraya ulaşmanın güçlüğü düşünülürse bu gerçekten uygun bir isim olabilirdi. Sapaktan dönmesiyle beraber, köprüdekine benzeyen bir konvoyla karşılaşması bir oldu. Yumuşak yatak bir süre daha sadece bir hayal olarak kalmaya devam edecekti anlaşılan. Vitesi küçülttü, emniyet kemerini yeniden çözdü, camı açtı ve bir sigara yaktı. ***** Melis’in Leyla’nın yastığında bıraktığı saç tellerini tek tek topladı, kalktı, pencereyi açtı ve saç tellerinin rüzgarla savruluşunu izledi. Altına bir eşofman geçirip mutfağa yöneldi. Bir süre tirbuşonu aradı. Şarap şişesini alarak salona seğirtti. Gramofona Leyla’ya evlenme teklif ederken çalan şarkının plağını koydu. Tam Leyla’ya evlenme teklif edecekken bu şarkının çalmasını istemişti ve kafe çalışanlarından rica ederek şarkıyı gizli bir işaretle çaldırmıştı. Leyla’ya bu gizini hiç söylememişti çünkü bu şarkının tesadüfen çaldığını düşünmesini istiyordu. Şarkıyı yirmi kez art arda dinledi ve plak yirmi birinci kez çalmaya başlayacakken baktı ki şarap şişesi boşalmış. ***** Saatine baktı. Köprüden bu yana tam bir buçuk saat geçmişti. Şimdi uzaktan evini görebiliyor ama evine gidemiyordu. Bir an içinden arabayı burada, böylece bırakarak koşmak geçti. Kapıyı yavaşça açmak, bu lanet olası topuklu ayakkabıları çıkarmak ve serin asfalt üzerinde koşmak... Sinirleri iyice bozulmuştu. Milim milim ilerliyordu arabalar. Önündeki otomobillerden sarkmış ellerde tüten sigaralar görüyordu. Bu konvoyun bir parçası olan her şoför fazlasıyla gerilmişti, bunu anlamak için sağına ya da soluna bakıp, sürücü koltuğundaki yüzleri incelemesi yetiyordu. Açlığı başına vurmuştu artık. Parmaklarıyla saçlarını taradı. ‘Sabret Leyla’ dedi kendine. Az kaldı. Sabret. 18 Hikaye Nazlı Karabıyıkoğlu ***** Dizginleyemediği bir dürtüyle Leyla’ya sarılmak istiyordu. Şarap şişesini büyük koltuğun altına yuvarladıktan sonra içki dolabındaki yarım şişe viskiyi de devirmişti. Yatak odasına gitti. Giysi dolabını açarak Leyla’nın kıyafetlerini kucaklayıp yatağın üzerine serdi. Hepsini eline alıyor, tek tek koklayıp, başının üzerinden odanın dört bir köşesine atıyordu. Kıyafetler bitince, tuvalet masasına oturdu. Leyla’nın mücevher kutularını döktü. Kolyelerini kopardı, parfüm şişeleri yere fırlattı, makyaj malzemelerini halıya döktü. Tekrar içki dolabının başına giderek rom şişesini kavradı. ***** Sürekli ‘dur kalk’ halinde araba kullanmaktan midesi bulanıyordu. Dikiz aynasından kendine baktı. Göz altları morarmıştı ve yüzünden bezginliği rahatlıkla okunabiliyordu. Çirkinleşiyorum diye düşündü, bu şehir artık beni çirkinleştiriyor. Dakikalar geçiyor, yalnızca birkaç adım ilerleyebiliyordu. Bu yolda kaza yoktu, trafiğin durgunluğu salt araç yoğunluğundan ibaretti. Parmaklarıyla direksiyonun üzerinde sinirli bir tempo tutturdu. Öndeki arabanın arka camına yapıştırılmış, ‘Dikkat bebek var!’ yapıştırmasına dalıp gitmişti ki cep telefonunun sesiyle irkildi. Arayan Tayfun’du. Nerde kaldığımı merak etti herhalde, diye düşünerek açtı telefonu. “Leyla!” “Canım, Harikaşehir sapağındaki trafiğe takıldım şimdi de. Gıdım gıdım ilerliyorum.” “Leyla, seni seviyorum.” “Dur bir dakika! Ağlıyor musun sen? İçtin mi?” “Ley....” Telefonun şarjı bitmişti. ***** Aniden kapanan telefondan sonra, rom şişesinde kalan son yudumlarla evde bulabildiği tüm ilaçları yuttu. Gramofon hala o şarkıyla dönmeye devam ediyordu. Kusmak istiyordu halbuki, börekler alkolle birleşince midesine dokunmuştu. Fakat ilaçları da çıkarmış olmamak için kendini dizginliyor, midesini zapt etmeye çalışıyordu. İyiden iyiye dönüyordu başı şimdi. Kendini salondaki koltuğa bıraktı. Bırakmadan tam önce koltuğun hizasında duvarda asılı aynaya takıldı bir an için gözleri. Leyla’nın gözleriyle ilgili söyledikleri geldi aklına. Nasıl da gülümsemişti gözlerine takıldığı ilk anı anlatırken. Yine burada, bu koltukta... Gözlerinden çıkan kıvılcımlarla saçlarım tutuşacak sandım mı demişti? Öyle bir şey işte. Oysa şimdi, gözleri artık Tayfun’a ait değildi. Bunlar benim gözlerim olamaz dedi kendine. Koltuk düşündüğünden de yumuşaktı, onu içine çekti adeta, sardı sarmaladı. ***** Bir terslik vardı. Mutlaka bir şey olmuştu. Az önce ağrıyla uyuşmuş beyni şimdi son sürat çalışıyordu .Arkadaşlar gelecek demişti Tayfun halbuki. Ne olmuştu, çoktan gelmeleri gerekirdi. Neden gelmemişlerdi? Tayfun hiç şüphesiz içki içmişti, konuşmasından anlaşılıyordu. Kolay kolay sarhoş olmazdı ama sesi bir ayyaşın sesi gibi çıkmıştı. Kelimeleri yuvarlayarak konuşmuştu. Sağ tarafa bakınca, oturdukları apartmanı görebiliyordu ama az ilerden dönüp de gidemiyordu işte! Birbiri ardına sıralıyordu küfürleri. Duramıyordu yerinde. Stop lambaları yanıp yanıp sönüyor, arabalar birkaç adımlık mesafe gidip aniden duruyor, yeniden sigaralar yakılıyor ve kollar araba camlarından sarkıyordu. Arabanın kapısını açıp dışarı çıktı. Önünde uzanan araba denizine baktı. Boğazını yırtarcasına: “Yürüyün artık be! Yürüyün, yalvarırım!” diye bağırdı. Çevresini sarmalayan şoförler şaşkınlıkla ona bakakaldılar. Muhtemelen ‘İşte! Trafik yüzünden biri nihayet delirdi!’ diye düşündüler. Tekrar arabanın içine geçti. Arabayı burada bırakıp koşsam diye düşünüyordu, daha çabuk varır mıyım acaba? İçi içini yiyordu. Tayfun’u sabah bir kere öpmüş, sen kalkma ben çıkıyorum, uyumaya devam et diyerek sıcacık yatağında bırakmıştı. Huzurluydu Tayfun’un yüzü. Bir derdi olduğundan hiç bahsetmemişti .Öyleyse neydi bu şimdi? Tanrım, dedi yüksek sesle, lütfen bir an önce eve ulaşmama izin ver! ***** Ne demişti doktor? Biraz daha erken getirseydiniz mi kurtulacaktı demişti? İlaçları bu kadar fazla alkolle karıştırmasaydı zehirlenme daha geç olabilirdi mi 19 S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Hikaye Nazlı Karabıyıkoğlu S E R T S E S S İ Z D E R G İ demişti yoksa? Leyla ne yapmıştı peki bu sözler üzerine? Doktorun önünde aptal aptal sırıtmıştı, bir iki adım geri gitmiş ve ellerini iki yana açarak: “Melis, sana çok ihtiyacım var. Hemen gelebilir misin?” “Ah! Doktor Bey ,trafik vardı,” demişti. “Köprüde tanker devrilmişti, bir buçuk saat onu bekledim, sonra yol açıldı, ama Harikaşehir sapağında trafik vardı bu kez. Biliyorsunuz artık herkes uydu kentlerde yaşamak istiyor ,haliyle bizim oranında araç yoğunluğu...” “Melis, çabuk gel. İhtiyacım var sana işte.” Doktorun gözlerinde endişe kabarcıkları belirmişti. “Leyla Hanım, sizi istirahate alalım. Buyurun şöyle geçelim.” “Yok doktor bey ,trafik vardı. Trafik çok yoğundu.” “Tamam Leyla Hanım, atlatacaksınız. Sizin hatanız değil.” “Trafik anlamsız bir biçimde tıkalıydı doktor. Elim hep vitesteydi.” “Hemşire Hanım!” M A R T “Trafik ilerlemedi. Çok yoğundu doktor. Şarjım da bitti.” 2 0 0 9 “Trafik doktor... Trafik...” “N’oldu abla? Kötü bir şey mi var?” “Yarım saate ordayım abla. Trafik yoktur bu saatte” ***** Küllükteki izmaritlerden birini aldı. Geçen ay iş seyahatine Madrid’e gitmiş ve bu içimi harika olan sigaralardan iki karton almıştı. Birini kendine saklamış birini küçük kardeşi Melis’e vermişti. Kendininkileri bir aya kalmadan tüketmişti. Aniden dün geceden beri durmaksızın çalan plağın sesini ilk kez duydu. Canhıraş eve dalıp Tayfun’u bulduğu andan beri çalıyordu aslında plak. Sabah eve girdiğinde de çalıyordu ve şimdi fark ediyordu. Bu şarkı... Bu sigaralar... Melis’ten bir paket isteyim diye aklının bir köşesine koyduğunu hatırladı. Gramofonun iğnesi titredi, ortalığı bir cızırtı kapladı. İğne aniden kırıldı. Şarkı bitti. “Hemşire Hanım, bayanı beş yüz on ikiye çıkarın.” ***** Sabahın sekizi... Cumartesi... Önceki günün puslu havasına nispet İstanbul güneşten şalını atmış omzuna. Leyla anahtarı çevirip içeri giriyor. Yatak odasına geçiyor. Kıyafetleri dört bir yana saçılmış ,kolyelerinden kopan boncuklar yerlere yuvarlanmış ,rujları ezilerek halıya yapışmış… Kırılan parfüm şişelerinden yayılan kokular başını döndürüyor. Salona yürüyor. Çantasından cep telefonunu çıkarıp şarja takıyor. Orta sehpanın üzerindeki küllüğe takılıyor gözleri. Tayfun’un sigarasından başka bir sigaranın iki adet izmariti var küllükte. İzmaritin üzerinde ise vişne çürüğü rujun izleri. Telefonunu açıyor. Karşı taraf ikinci çalışta cevap veriyor aramaya. “Günaydın abla .Hayırdır sabah sabah?” 20 Hikaye Çiğdem Aldatmaz Suya Bakmak Bir su kıyısında oturuyorum: Sesinin yırtılan kadifesinden hatırladığım bir tını yine duyuluyor. Balıkçılar yorgun sandalları kıyıya çekiyor. Nerde bir dalga salınımı hızlansa içim acıyor. Bazılarının alarga vakti çoktan geçmiş. Kim bilir kaç yitik gün daha böyle sessiz sedasız kıyıyı bekleyecekler. Sandallar da yaşlanır. Onların da el yordamıyla biçilmiş muhtemel bir ömürleri var. Balıkçılar bunu biliyor. Yorgun akşam seferlerinden her dönüşlerinde bir kez daha hatırlayıp bağ koparıyorlar mavinin yanan yüzüyle. Deniz mi onları bırakacak, yoksa onlar mı denizi? Her gün bu bitimsiz pazarlığın içinde sıyrılıp rakı kadehlerinde cevaplar buluyorlar. “Her şeyin bir ömrü var” diyor yorgun elleriyle kent atlasları çizen adam. Bakıp bakıp unuttuğu gözlerime cevaplar bırakıp ipek yolları örüyor sır tutan hayatıma. Bir su kıyısından dünyaya bakıyor hayata ağlar ören gözlerim. Mezopatamya’da bir çocuk eski medeniyetlerin hikayelerini dinleyerek zihninde bir türlü yerleşmeyen imgelerle savaşıyor. Sen o çocuğun gözlerinde bir yer ediniyorsun kendine. Gittiğin sınır şehirlerinde bombalar patlatırken insanın karmaşıklaşan yanı, bir mayın tarlasının önünde çektirdiğin bir fotoğrafı yolluyorsun yılların ardından. Mezopatmayalı çocuk sana bakıp şaşırıyor. “Aklı da kendisi gibi kayıp bir yabancının tanrının unuttuğu bu topraklarda ne işi var?” diye düşünüyor. Hikayelerin insanları getirebildiği yerlere şaşıyoruz. Bir su kıyısından parçalara ayrılmış kalbini izliyorum. Yaralarımı tuzlu suya batırıp iyileştirmeyi umuyorum. İyileşmeyen yaralar kendi mevsimini yaratıyor her seferinde. Her seferinde biraz daha silinmiş oluyor ufuk çizgisi. Elimdeki tüy kalemle üzerine rötuşlar atıyorum. Çizgi yerinden biraz daha kayıyor. Hayatlarımız gibi sürekli oynuyor yerinden. Kalemimin ucu dünyayı kanatıyor. Biraz daha mı koyulaştırmalı? Bir şilebin geçişi beni durduruyor. Yaralarımız böyle de kapanmayacak, bunu biliyorum. S E R T ve kahve içiyor. Prag’ın arka sokakları aşk ve ter kokusu üflüyor üzerimize. “Kafesin biri bir kuş aramaya gitti.” diyor Kafka. Saatlerce hayal kurup uğruna kavgaya tutuştuğumuz kartpostal, özgürken yaşamayı unuttuğumuz hayatı alıp sessizce sulara gömüyor. Şimdi başka kentlerde gün sayarken biz, kartpostal kıyıdan bir hayli uzaklaşıyor. Tutsaklığımız, yaşayalım diye bir kenarda beklettiğimiz güzel günlerimizin üzerini bir kum fırtınasıyla örtüyor. Çöl kumlarının arasında zar zor açabildiğin gözlerinin kıyısında kaçak bir yakamoz saklıyorsun. Bu deniz tüm sırlarımızı biliyor gibi. Birazdan kimse okumasın diye üzerimizi örtecek. Bir su kıyısında akşamı bekliyorum. Deniz kabarsa, taşsa diyorum. Aç bir ejderha gibi kötü masalların içinden çıkıp gelse ve hepimizi yutmaya kalksa. Bu kirli kalabalık, bu anılar mezarlığı, kalbimizin bir kıyısında ahmak bir telaşla beklediğimiz alarga vakitleri, saatler, bombalar, inkarımız, itikadımız, ihtirasımız, bizi bizden eden ne varsa o ejderhanın mide kazıntısına kurban giden atıştırmalık bir öğünde harcansa. Sular kaplasa kentleri. Bir su kıyısındayım. Yüzyıllar sonra yapılan kazılarda inancın kırık fosillerini bulsa insanlar. Bir aşkın çığ gibi büyüdüğü, kalplerin çığ gibi büyüdüğü, açlığın, sahiplenme duygusunun ve öylesine söylenmiş yalanların çığ gibi büyüdüğü bu zaman dilimine hayretle baksalar. Balıkların ve balıkçıların hikayeleri, çağının en büyük tanıkları sayılarak yeniden yazılsa… Uğruna saatlerce kavga ettiğimiz eski bir kartpostal kıyıya vuruyor. Eski bir Prag kahvesinde Kafka ucuz tütün Senin hayatı kurak bir toprağın suyu içine çekmesi gibi yaşayan yüzünden bir parça kalsa yarına, ne olur? 21 S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Hikaye Çiğdem Aldatmaz Bir su kıyısı düşü işte… Suya içimden bakıyorum: S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T Artık yitik öykülerini elinden tutup kaldıramadığım bir ana doğru gidiyorum. Gece kulağıma geleceğini fısıldıyor. Hiç çağırmasam da beni yalnız bırakmayan bir tek o var. Yine oturup hiçliğin hücrelerine ayrılacağız birlikte. Gün doğacak diye düşünüp, onun bir pamuk ipliğine yazıldığını bir kez daha anlayacağız. Birazdan bu su kıyısından ayrılacağım. Balıkçılar da ayrılacak, sen de ayrılacaksın. Acemi bir kürek mahkumu gibi hayat yine omuzlarımıza ağır gelecek. Bir an önce bitsin diye dua edeceğiz önümüzde bilmem kaç deniz mili uzaklığında serilmiş oyunlarımız için. Mesafeler diline dolar insanı. O kadar aldanmışızdır ki, sonunda elimizde hep daha fazlasının olduğunu sanan ahmaklardan oluruz “Denizi bir testiye doldursan ne alır? Bir günün kısmetini” diye yüzyıllar ötesinden kulağımıza fısıldar Mevlana. Biz bunu duyduğumuzda, birçok şey için geç kalmışızdır Suyu bırakıyorum: Kimsenin bakmadığı bir tarafında bir kıyının, gözlerin beliriyor ve yıllar önce kalbimden kurşun akıtan sözlerimi çıkarıyorum sakladığım yerden. Senden değil, sulardan alacaklıyım artık. 2 0 0 9 22 Hikaye Zeynep Eşk-i Bahar Ses İle Sis Sevişirken Kısa Bir Es (Doğu'dan öncesi...) Bir kentin en serinini solurken teni damarlarına; bir istasyonda uyandı ılık bir aşka. Sabah olmamıştı henüz. Bütün gece anasonla yıkamıştı avuçlarını, gözlerini ve zihnini, sabahın seherinde göğün buz tutan rengine inat soğuk bir suya teslim etmişti kendisini. Hemen ardından uzun siyah saçlarını kurutmadan apar topar örmüş, siyah kadife pantolon üzerine gözlerinin kızılını harelere bürüyen haki balıkçı kazağını bürünmüş, botlarının ipini bile bağlamadan çıkmıştı evden. Taksi durağından istasyona nasıl gittiğini, bu gidişte ne hissettiğini ne o an ne de sonrasında hiç bilmeyecekti. Alkol kırbaçlıyordu hala içinde bir çıplağı. Bineceği trenin kalkışına hala uzak zamanlar vardı. Otobüs terminallerini, istasyonları, bekleme ve gitme anlarını, araçlarını hiç bilmemiş, hep unutmuş gibi davranmaya çabalamıştı, hiç sevememişti Zeynep. Ağıt gibi suskunluğuyla uğurlardı gidenleri. Gidenden geriye hiçbir şey kalmayacağını öğrendiği günden beri... Kendi taşınırken yollara gözyaşlarını bırakırdı geride kalan acı yüklü katranlara. Gittiği vakit unuturdu geride kalan hüznü. Yeni bir sevdaya teyellerdi ömrünü. Özlemler biriktirirdi heybesinde. Büyülü sevdalarında bulamadıysa acının kokusunu. Dönüp başını uzatırdı heybede ki hasrete. Acılarından beslenirdi. Sözcüklerin; acılarından öykülerle pekiştirildiğinde değer bulduğunu düşünür ve 'ajitasyon yapma' diyenlere...'Acıyla beslenmesem, suya gereksinim duymayacağım. İyiye ulaşmaya çabalıyorum' diyerek savunurdu anlamsızlığını. Heyecanla değil hırsla, öfkeyle; evden çıkarken yanına almayı unutmadığı tek şeye, kitabına sarıldı. Belli ki bir dönemecin ardından kitabın noktası konulacaktı. Bu yüzden ağır ağır sinerek, sindirerek devam edecekti. Bitirdiği an hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sanmasından belki de korkarak adımlayacaktı satır aralarını. Kaldığı sayfayı bulmak için bilerek epey oyalandı. Okuduğu yerlere tekrar tekrar göz attı. Altını çizdiği ne varsa birleştirip defalarca yüksek sesle okudu. Çocukluğundan kalma gizli bir alışkanlığı vardı. Yakaladığı sözcükleri yamalar uyduruk bir melodiyle fısıldardı bir ilahiyi hisseder gibi. Kitapla bu eski oyununu oynadı. Sonra dizlerine bakarak düşünmeye başladı. Gitmelerini, gidenlerini. Dizlerine hastalıklı bir sevgiyle bakardı. Düşünürken farkında olmadan kilitlenirdi gözleri diz kapaklarına. Acıyla yoğrulduğu vakitlere denk düşerdi gözleriyle dizlerinin buluşması bir tek. Sahte bir acıyla kavruluyordu beyninde binlerce hücre. Yüreğine rozet gibi iliştirdiği gülümsemeyi kendisine bile göstermezdi çoğu vakit. “Tuhaf ” sözcüğü en çok onun adına bütünleme olurdu. Tarifsizdi. Göğü ağartan renkler sadece gözlerinde mevcuttu. Siyahtan daha siyah hareler çiziyordu garip bir şekilde toprak rengi gözbebekleri ve onları çevreleyen beyaz yeryüzünü aydınlatmaya yetiyordu sanki. Bunun kimse farkında da değildi. Ne güzel, ne de çirkin, ne önemli ne de önemsiz, silik, yitik bir kimlikti kalabalıklar içinde. Çoğu kimse tanıştıktan hemen sonra unutmak üzere kenara, köşeye ayırırdı onu. Unutmasalar dahi çirkin bir iz olarak yer ederdi aklın en anlamsız dehlizlerinde. Sohbetlerde adı geçse alaycı gülümsemelerle anılırdı. Tuhaf bir şekilde hakkında konuşmaktan kaçınılırdı. Can sıkardı mevzusu… Kimse bunun neden böyle olduğunu düşünmez ama üzerini örterlerdi susmalarla. Sahte olduğunu yalnızca tahmin etmekle yetinirdi çevresindekiler. Bunu belki bilirlerdi de… Ancak kolay kolay yüzüne söylenmezdi bu. Yüzüne söylenmeye kalksa insanın iç derisini yırtıp alan gözyaşlarını bırakırdı karşısındakinin avucuna. Bununla karşılaşmaya tahammülsüzdü o vakitler tanıdığı tüm insanlar. Bunu iyi bilir ve yeteneksiz bir ustalıkla kullanırdı. İyi bir oyuncuydu. Oyunun envai çeşidini en başta kurduğu tezgâhlarda oynar, karşısındakini büyüsüyle kavurduğuna emin olana dek bin bir türlü numarasını sergilemeyi sürdürürdü. Can yaktığını sandığı anlarda acırdı en çok canı. En büyük oyununu kendisine saklardı. An be an büyütürdü bu oyunu. Herkese “mutsuz”luğunu gösterdiği an içten gülümseyişlerle “iyiyim aslında” diyebilirdi başka bir ses derinlerden. Yahut tam tersi olurdu. Bu oyun öylesine hızlı değişimlerle sürerdi ki; hangisi olduğunu karıştırdığı anlarda delirmekten korkup intiharın göğüslerine dayardı dudaklarını. Kana kana korkuyu yudumlardı akan ılık kanın yanı sıra. Doyduğu an elini yüzünü kavruk buharlarla yıkar, neşter darbeleriyle silerdi.”Gözlerimin gördüğü fotoğraf hangi kadraja sığar ki” derdi. Şiir şiir gezerdi şehirlerle. 23 S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Hikaye Zeynep Eşk-i Bahar Böyle bir yolu adımlamıştı yine Zeynep… Dizlerinden gözlerini ayırmaksızın kitabın son sayfasını açtı. Günlerdir yandığı, kanadığı tek şey ölü bir kent rüyasıydı. Bunun yasını ıslatmıştı gözyaşlarıyla. Doyumsuz hasretleri vardı. Çekip alındığı her kente küs ayrılmış ama hiç vazgeçmemişti. Her şehrin can çekişen kurağına el sallar, usta bir şairden hoş/kal mısralarını savururdu. S E R T S E S S İ Z D E R G İ “Nasıl olsa bir gün döneriz bu yollardan geri, Senin bir elinde mendil, ötekinde kuş sesleri” Hep döneceğim derdi. “Döneceğim başka bir kentin kokusunu kokuna karacağım. Kuş seslerini yitirmiş olsa da gittiğim coğrafyalar… Dallarına bağladığım dilek ağaçlarından koparıp rengârenk mendiller getireceğim sana…” Ve her gittiği şehir arkasından yağmurlarla ağlardı. Geri dönmeyeceğini bildiğinden olsa gerek. M A R T 2 0 0 9 ***************************************** Bunları anımsadığını fark ettiği an çantasından derince bir kazı yapar gibi bulup çıkardığı kalemle elleri titreyerek kitabın tek boş sayfasına yazmaya koyuldu… “Kaç bahar geçti çocukluğumun o pembe pamuk şekerli zamanları üstünden… Koşup oynarken yaraladığım bu dirsek benim mi? Değil mi? “Anne Esra topumu vermiyor” diyerek ağladığım günler daha mı kötüydü ki bu kadar çabuk geçti… Bu kadar boş yaşandı bunca zaman… İlk gençliğin o utangaç kızı nerede? O elini ilk defa tutarken kızaran yanaklar? Nasıl eskittim böyle hoyratça zamanı?” Ne yazdığını dahi okumadan kitabın sayfalarını hızla geriye doğru çevirip kaldığı yerden okumaya devam etti. Kürt bir yazarın kalemi saçlarından yakalamış bir panzerin önüne sürüklemişti Zeynep’i bilmediği bir dilde. Eline verdiği taşla sistemi yuhalıyordu. Kitabın içinden çıkamayan yüzü kızıl eşarplı kara kuru bir ses olmuştu anlamsızlığın içinde. Herkes girdiği kitaptan gün dönümüne varmadan çıkarken Zeynep ömrünü kopyalamış, yapıştırmıştı yazarın kadınının yüzüne. Sevdiği adam dağa gidiyor diye umarsızca savruldu peşinden. Peşinden sürüklenenleri görmeksizin. Bir dağ oyuğunda can vermek aşkı yüceltir sanıyordu. Yapamadı. Aşk ne ona kaldı, ne de ondan gitti... O dağ oyuğunda uğuna uğuna yitirdi tılsımını. Bir yanı o oyukta dilim dilim bölünürken. Diğer yanı bir başka kitabın içine baktı. Bilincini hızla yitiriyordu. Okuduğu, izlediği ne varsa birbirine karıştırıyordu. Hepsi bir anda Zeynep oluyordu, hepsi bir anda yalnızca “hiç” Avaz olmak istedi yalnızca gün ağarmak üzereyken. Avaz olup, pislikten ayırt edilemezken kanatlarıyla görkem sunan martılarla birlikte bu şehrin denizine inmek istedi. Kentine suların içinden açtığı gözleriyle bakmak, onu suyun duruluğunda görmek istedi bir kez olsun. Kentlerin yükseklerine çok çıkmıştı. Tepelerden görmüştü türlü manzaralarını. Alçağa inip şehrin yanında küçülürken utançla da olsa çiğnenmiş damarları gibi çürüyen sokaklarını da bilmişti. Meydanlarını çok arşınlamış. Kaçılacak tüm arka sokakları ezber etmişti. Kulelerini, oyuklarını, mahrem yerlerini bilirdi tanıştığı her şehrin. Sokaklarıyla tanışmadan ayıbını kestirirdi gözüne suç ortağı olmak için kimi zaman ve kimi zaman da sığınağı olmak için. Her şehir insanları basarken bağrına. Zeynep tüm kenti saklardı ufacık bedeniyle. Bunca tanışıklığa rağmen bir şehri sadece su altından seyreylememişti. Şiddetle bunu 24 Hikaye Zeynep Eşk-i Bahar istediğini fark etti. Tatlı bir hayaldi bu. Hiç sevememişti oysa bu kara kilitli kenti. Çok anısını el yazması duvarlara nakış gibi işlemişti. Ama hiç sevememişti. Belki de her gidişinde tek dönüşü olan kent olmasından dolayı. Başını hafifçe göğe doğrulttu ve martılara kıskançlıkla baktı bir kez daha. Artık gidişine az bir an vardı ve ne düşüneceğini şaşırıyordu. Ne düşünmesi gerekiyorsa hepsini burada bırakmalı, yola almamalı düşüncesiyle delirmiş gibi başını sağa sola çevirip tüm sancıları bir bir sıralıyordu usulca bir sesle içinden bir başka kadına. Uzun zamandır oturduğu banktan kalktı ve ince çizgileri takip ederek ufacık adımlarıyla yürümeye başladı. İstasyon sessiz değildi şimdi. S E R T S E S S İ Z …(Bitmedi)… D E R G İ M A R T 2 0 0 9 25 Hikaye Eray Devrim Duman Berber Dükkanı Burada, burada zaman geçmez. Burada saatler durmuş, kelimeler havada asılı kalmıştır. Burası, bu koca dükkan zamanın işlediği diğer yerler gibi değil. Burada insanlar yaşlanmaz, nefes dahi almaz. Zamanın durduğu, içinde yaşanılan her şeyin unutulduğu bir yerdir burası; en azından benim için. S E R T S E S S İ Z D E R G İ Ş U B A T 2 0 0 9 Son otuz yıldır içindeki herhangi bir şey değişmemiştir bu dükkanın. Ne çalışanlar, ne bekleyenler, ne de araç gereçler zerre değişikliğe uğramamıştır. Hep aynı şeyler yapılır, hep aynı şeyler konuşulur, hep aynı kişiler aynı istekleriyle kafamı şişirir. Arada bir değişen tek şey çırak olarak çalışan çocukların yüzüdür. Ama yaptıkları ve düşündükleri hep aynı olduğu için bunu hesaba katmaya lüzum yoktur. Neresi mi burası? Anlatayım. Öncelikle girişi boncuklarla kaplı, duvarlarında dev aynalar olan, sigara kokan, her yarım saatte bir kere yerlerin süpürüldüğü, emektar bir radyonun geçmişten haberler yayımladığı, içindeki bütün koltukları deri, tüm masaların ve içinde lavabolar barındıran tezgahın üstünde aşınmayı engellemek için konulmuş camlar daha ilk günkü gibi parlak olan, limon kolonyasının ve sabunun hiç eksik olmadığı bir yer burası. Yani insanların yaşamının durduğu yer; bir berber dükkanı. Dükkanım. Bu dükkanı ilk açtığım günden bu güne kadar hayatımda değişiklik oldu elbet; çocuklar büyüdü, hanım ve ben kırışıklık sahibi olmaya başladık, hükümetler değişti, darbe oldu, Beşiktaş'ın hiç malubiyet almadığı bir sezonda ligi ikinci sırada tamamladığına şahit oldum, kadim dostlarım vefat etti ve midemdeki rahatsızlık yüzünden alkol almayı bıraktım. Ama bu değişikliklerden hiçbiri bu dükkanda bir damla bile yaşamın belirmesine sebep vermedi. Korku ya da heyecan can sıkıntısına dönüştü kapısından içeri girince, zamanın işleyişi bir döngüymüş gibi hep aynı kaldı ve ölen kadim dostlarımın yerini evlatları bir hafta bile sektirmeden hemen doldurdular. Yani yüzler değişti ama kavgalar, tartışmalar, sevinçler, umutlar hep aynı kaldı; hep aynı. Ta ki geçen Pazar gününe kadar... Saat 12.00'ı gösteriyordu. Ben, yani nam-i diğer Eliçabuk Hasan, sürekli müşterilerimden birisi olan Mahmut Efendi'nin her Pazar olduğu gibi sakal traşını yapmakla meşguldüm. Traşın tam ortasında bir an kafamı kaldırıp yola göz attım ve aynadan, dükkanıma doğru bir kameraman ve muhabirin yaklaştığını gördüm. Heyecanlanmıştım. Kafamda bin türlü senaryo geçerken boncukların arasından girdiler ve muhabir selamının ardından konuşmaya başladı. “Merhaba. Ben Suna Yakın. ENTV'de unutulan değerlerimiz diye bir program yapıyorum. Sizinle ufak, şiir tadında bir röportaj yapabilir miyiz?” Hemen ellerimdeki sabunu temizledim ve yanına gidip elini sıktım. Bizim yaşımızdaki adamlar karşılarında kamera gördüklerinde ister istemez heyecanlanırlar. Muhabirin yüzündeki mutlu ifade biraz sinirlerimi bozmuştu ama bir anlık heyecanım neticesinde röportaj yapmayı kabul etmiş bulundum. Her neyse. Kendilerine çay ikram ettik, karşılıklı oturduk ve röportaj başladı. “(Kameraya dönük.) Merhaba sayın seyircilerim. Bugün yine İstanbul'un unutulmaya yüz tutmuş değerlerinden birisi olan berber kültürünü konu alan bir program ile karşınızdayız. Bugün ziyaretine geldiğimiz yer, üzerinden seneler geçmesine rağmen değerlerini ve anlayışını zerre değiştirmemiş, eski, ufak mı ufak bir berber dükkanı. Dükkanın otuz yıllık emektar berberi Eliçabuk Hasan ile berber kültürünün unutulmaya yüz tutmuş değerlerini konuşacak ve artık mazide kalmış olan o eski ama dolu günleri anacağız. (Bana dönük.) Evet Hasan amca, bize biraz kendinizden bahseder misiniz?” “Otuz yıldır burada berber olarak çalışıyorum.” “Size ilk kez berbere gittiğim günü anlatayım mı Hasan Bey?” “Buyrun, tabi ki.” “İlkokul birinci sınıfa gidiyordum... O zamana kadar saçlarımı hep çilekeş annem keserdi... Bir gün babam benim artık erkek olduğumu ve erkek traşı olacağımı söyledi... Nasıl havalara uçmuştum bir bilseniz... Her önünden geçtiğimde dakikalarca baktığım o büyük berber aynalarından birisinin karşısında traş bilecektim en sonunda... Hemen gidip bayramlıklarımı giyindim ve babamın elinden tutarak berber amcaya doğru yola koyulduk... Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi... Sonunda o boncukların arkasındaki dünyayı, orada koca 26 Hikaye Eray Devrim Duman koca adamların neler konuştuğunu duyabilecek ve belki de onlar arasına karışacaktım... Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi...” Neredeyse yarım saat boyunca konuştu durdu karşımda ve hikayesi bittiğinde seyircilere esenlikler dileyip röportajı bitirdi. Afallamıştım. Benimle röportaj yapmaya geldiğini söyleyen muhabir röportaj yerine otuz dakika boyunca bir hikaye anlatmış ve hikayenin sonunda da aniden kaydı durdurmuştu. Her neyse, vedalaştık ve gittiler. S E R T İşte o günden beri dükkanıma giren çıkan belli olmamaya başladı. Tüm sıradanlığı ve düzeni kamerası ve hikayesiyle beraber alıp götürmüştü muhabir. Bu olaydan sonra eski dostlarım kalabalık nedeniyle gelmez oldu ve yeni müşterilerim de sürekli kitaptan ve sinemadan konuşan, genç, garip giyimli çocuklardan ibaret bir hale geldi. S E S S İ Z D E R G İ Alıştığım, artık bir bütün olduğum her şeyi kaybetmiş gibi hissediyorum şimdi. Bu metni de bu yüzden kaleme aldım. Yani belki soran olur ya emektar berber dükkanını niye kapatıp emekli oldu diye; işte bu metin insanlara sorularının cevabını verecektir. Sanırım. Ş U B A T İmza: Hasan Adalı 2 0 0 9 27 Minimal Bahadır Yavaş Ölüme Dair Sualler Ölüm sıcak mı dokunur insana; yakıcı bir dokunuşla, yoksa dondurur mu kanını buz gibi nefesiyle? Ya da serin bir yaz rüzgârı gibi mi geliverir ansızın, ferahlatan, kurtaran edasıyla? Tatlı bir fısıltıyla mı sokulur, yolcu gülümseyerek yola hazırlanırken? S E R T S E S S İ Z D E R G İ Düşünmek için erken mi? Yoksa ölümü düşünmek için “erken” diye bir kavram yok mu sahiden? İşini sağlama almalı mı yolculuğa çıkmadan, umursamadan mı yaşamalı? Vaktin geldiğini anlar mı her yolcu? Aniden mi yanaşır ölüm, habersiz? Sessiz sedasız mıdır ölümün çığlığı, gök gürültüsü gibi midir? Herkes duyar mı yolcu giderken? Hep aynı kılıkta mı gelir, yerine göre mi giyinir? Konuşur mu son yolculukta yolcuya rehberlik ederken, yoksa sessizce önden mi yürür? Üşür mü insan onun ardından giderken? Öldüğüne sevinen var mıdır gerçekten? M A R T 2 0 0 9 28 Hikaye Ali Aktemur Dönüş Bozkırın ıssızlığında küçük bir istasyon... Her taraf karla kaplı. Ayazın uğultusu ve çıplak ağaçların yalnızlığı istasyondan kasabaya doğru ilerleyen patika yolda zamanı biriktirirken, dumanı kıvrıla kıvrıla yukarı ve yanlara yayılan küçük çatılı evlere aralıklarla ilerleyen kurumuş ağaçların dalları, zamana kesik ve sert çizgiler çekiyordu . Kasabanın sessizliğine yayılan sokak lambalarının cılız ışıkları zamanın bir parçası olmuştu. Uzaklardan duyulan kuş sesleri yankılanarak geziniyordu beyaz örtünün üzerinde. Güneş doğacak biraz sonra ve sis eteklerini toplayıp gitmeye hazırlanacaktı kasabadan. Tüm kasaba derin bir uykuda, yalnızca istasyona yaklaşan, uzaklarda görünen tren uyanıktı, bir de kuşlar. İstasyon treni bekliyor, kuşlar ve ağaçlar güneşi, insanlar sesleri… Tren sessizliği ve ayazı bütünleyen iniltisiyle, raylardaki tıkırtısıyla, bedeninin yorgunluğuyla, kesik kesik soluyarak yaklaşıyordu. Vagonlar cılız ışıklarını geceden kalmanın sarhoşluğuyla titreterek dağıtıyordu bozkırın sessizliğine. Tren homurtusuyla istasyona yaklaştığında, istasyondan dışarı çıkan görevli, yıllardır yaptığı işini tekrarlamanın disipliniyle bir yandan şapkasını düzeltiyor bir yandan da tuttuğu levhanın kırmızı tarafını makiniste gösteriyordu. İstasyon görevlisinin törensel duruşu ve hareketleri kasabanın uzağında kurulu olan bu küçük istasyona yalnızlığın ve ıssızlığın ötesinde anlamlar veriyordu. Uzaktaki kasabaya bakan makinist, buğulu camın arkasından solgun ve sislere bürünmüş kasabanın hüzünlü öyküsünü anlatan yalnızlığı dinledi. Kim bilir kaçıncı kez bu uzak kasabaya yakın hisler duymuştu. Sert kış mevsimi makinistin gözlerinde, yüzündeki çizgilerde biraz daha hüzünlendi. İstasyondan ayrılarak ıssızlığın ortasında başka yalnızlıklar arayacak olan makinistin gözlerinde uzak köyler ve kasabalar belirmişti. Tren iniltili, yorgun sesiyle raylarda sızlanarak ilerlemeye başladığında, istasyon eski sessizliğine dönüyordu trenden inen tek yolcusuyla. Bir kişi inmişti trenden. Tren kadar yaşlı, tren kadar yorgun, tren kadar uzaktan gelmişti sanki bu kasabaya. İhtiyar adam, yorgun bedenini toparlamaya çalışırken elindeki torbayı koyacak uygun bir yer arıyordu. İstasyonun taş duvarına doğru yürüdü, zorlukla taşıdığı torbayı duvarın dibine koydu. Hırıltılı derin bir soluk aldı, yaşlı ve perdelenmiş gözleriyle, kırışmış yüzüyle kasabaya baktı. Yalnızlığı ve sessizliği çok uzaklardan getirmişti. Gözlerindeki tedirginlik uzaklardan bakıyordu. Tutkuyu aramış yaşamıyla, yoksullukla büyütülmüş bedeniyle, özlemle keskinleşmiş yüzündeki çizgileriyle durmaya çalışıyordu kasabanın karşısında. Paltosunun cebinden bir sigara çıkardı, kibriti sertçe çaktı ve sigaranın dumanını derin bir solukla içine çektikten sonra başını kaldırıp gözlerini kıstı. Sigaranın dumanı kırlaşmış bıyıklarının arasından dağılarak soğuk havaya karışıyordu. İniltili ve hırıltılı öksürüyordu. Öksürürken eğiliyor, kamburlaşıyor, iki büklüm oluyordu. Bir süre sonra başını ağır hareketlerle kaldırıp istasyonun yoksul duvarlarına baktı. Duvarda belli belirsiz kazıntılar fark etti. Yorgun gözleriyle duvardaki yazıları zorlukla okumaya çalışıyordu. Yalnızlık ve sessizlik bu istasyonda duvarlara kazınmıştı. Duvardaki kazıntılar çığlık olup istasyonun sessizliğinden uçsuz bucaksız bozkırın içlerine doğru bir ezgi gibi yayılıyordu. İhtiyar adam aşağılara kadar inen mısraları içinden mırıldanarak okuyordu. Şöyle yazıyordu duvarda: sevmeliyim desem bozkırın sessizliğinde kimsesiz bir istasyon nasıl bilecek hiçkimsenin bavulu yok bu istasyonda hiçbirinin geçmişi yok hiçbir makinist duymuyor sevmeliyim desem konuşmayı unutmuş duvarlara zaman sessizliğin öyküsünü anlatmış yıllarca nereden bilecek gecenin sessizliğine kıvrılan tren ne diyecek İhtiyar adam mısraları okudukça büzülüyor, zamansız mekanlarda geziniyor gibi meçhul yolcunun dizelerine iniltili sesiyle eşlik ediyordu. Duvardaki bu sessiz tanık hangi zamanın tutkusunu anlatıyordu. Derin bir soluk aldıktan sonra tekrar mısralara döndü: sarılmalıyım desem gecenin soğuğundan bir tenin sıcaklığına rayların arasındaki taşlar toprağa ne fısıldayacak gel gidelim desem pencereden görünen ayazın uğultusuna ırmaktan ağacın bedenine yürüyen su nereden bilecek 29 S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Hikaye Ali Aktemur su aşktır torakta seni nasıl duyacak S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 İhtiyar adamın gözleri uzaklara gitti. Kimdi bu yolcu? Nereden gelmişti bu yalnız ve uzak istasyona? Ona bu istasyonun yoksul duvarlarına mısraları kazıtan yaşamı nerede büyütmüştü? Duvarın dibinde bir ileri bir geri yürümeye başladı. Yürürken başını önüne eğiyor, ara ara başını kaldırıp kasabaya sert bakışlar fırlatıyor sonra başını tekrar yere dikiyordu. Dönüşleri sert ve keskindi, dönerken birden hızlanıyor sonra yavaşlıyordu. İstasyonun yalnızlığında kalabalıklaşmıştı. Düşünüyor, kendi kendine konuşur gibi kaşlarını çatıyor, ellerini sallıyor, başını sertçe yanlara çeviriyordu. Yorgun bedeni canlanmış gibiydi. Bir süre sonra durakladı. İçindeki yenilgi bedenini durgunlaştırdı, beli kamburlaştı, gözleri kısıldı, soluk alışı iniltiye dönüştü, öksürüğü arttı ve gücünün son hamlesiyle duvarın dibindeki çuvalın üzerine oturdu.Uçsuz bucaksız beyaz örtüye baktı. Sessizliği uzun uzun dinledi ve daha sonra başını dizlerine kadar eğdi, kollarını birleştirdi. Tüm bedeni titremeye başladı, öksürük ve hıçkırık karışımı iniltisi sessizliğin içinde dayanılmaz bir ezgi gibi istasyonun yoksul duvarlarında geziniyordu. Karın üzerine düşen damlalar sıcaklığıyla küçük oyuklar oluşturuyordu. Bir beden titriyordu, ayazın sessizliğinde, kasabanın uzağında kimsesiz bir istasyonda. Kim bilebilir kaç insan istasyonun duvarlarıyla yoksulluğunu ve özlemini paylaşmıştı. Şimdi bu ihtiyar adam gözyaşıyla akıtıyordu tüm yalnızlığını istasyona. Titreyen bedeni yavaş yavaş duruluyordu. Dirseklerinin üzerine yavaşça doğruldu. Gözleri tekrar duvardaki kazıntılara yöneldi. Mısralar şöyle devam ediyordu: beni duy desem Tanrı’ya bana bir masal anlat desem dut ağacına yaslanmış etekleri uçuşan kıza elleri tarla kokuyor o koku kimi dinler nereden bilecek beni uyut desem bana ninniler söyle desem tekerleğin raylardaki iniltisine benim ezgim bozkır kokar yıldızlar bunu nereden bilecek kimsesiz bir köyden geçen rüzgara ne anlatacak gel sev beni desem istasyonun duvarlarındaki yoksulluğa sevmek yalnızlıktır bunu kim bilecek toprak damlı evler geceleri ıssızlık kokar gurbet kokar pencereleri nereden duyacak bağırayım desem bozkıra kavak ağaçlarının altında sessizlik başını ağrıtır kim duyacak İhtiyar adam kendini dinlemek için bir süre bekledi ve gözlerini yere dikti. Duvara tekrar dikkatle baktığında mısraların altında belli belirsiz okunan bir isim gördü. “ Garip yolcu” yazıyordu mısraların altında. Bu zamansız yolcu zamansız yaralar açmıştı ihtiyarın yüreğinde. Bu istasyonda ne için durmuştu? Nereye gidiyordu? Bu soruların cevaplarını hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Ama bu mısraların bir daha hiç içinden silinmeyeceğini biliyordu. Bir süre gözlerini yere dikip öylece bekledi. Daha sonra gözlerini yerden kaldırmadan torbasını avuçlarıyla kavradı, ağır bir hareketle sırtına koydu. Kasabaya doğru giden, kenarında yaprakları dökülmüş kavak ağaçları bulunan çamurlu yola baktı. Gözlerini tekrar önüne dikti ve yürümeye başladı. Rayların üzerinden taşlara basarak kasabanın yolunu tuttu. Toprak yol, yolun kenarındaki kayalar, sokaklar ve dut ağacı…. Adım adım çocukluğunun sınırlarına giriyordu. İstasyondan bakıldığında ihtiyar adam, sessizliğe adım atan zamanın ağır ritmini anımsatıyordu. Adımlarındaki çamur sesinden başka ses yoktu . Bu kasaba bir zamanlar bütün dünyasıydı; doyasıya koştuğu, bağırdığı, ağladığı, güldüğü, aç kaldığı, doyduğu… İlk gençlik yıllarında tutku ve hayaller adına terk edilen kasaba. Ve yıllar sonra yine tek tutkusu olmuştu kasabaya dönüşü. İlk kaçış burada başlamıştı. On dört yaşındaydı. İstasyonda treni beklerken yaşadığı korku, yalnızlık, coşku, heyecan bir daha hiç yanından ayrılmamiştı. Trene bindiğinde son kez baktığı kasabayı , uzun yıllar sonra aynı 30 Hikaye Ali Aktemur istasyona döndüğünde, aynı gözlerle görememişti. İhtiyar , kasabaya yaklaştığında hala gözlerini yerden kaldırmadı. Etrafına bakmadı. Evlerin arasından geçerken iyice kamburlaştı. Ara sokaklardan birine girip çocukluğunda onun için uzak olan babasının dükkanın önüne kadar yürüdü. Buraya öğle zamanlarında babasına yemek getirirdi. Her gelişinde, babasının bir yandan ayakkabıları tamir edip bir yandan da sürekli dükkanda bulunan arkadaşlarıyla yüksek sesle konuşup gülüştüklerini görürdü. Yemeği vermek için dükkanın içine girdiği zamanlarda dükkandakiler başını okşarlardı. Şimdi bu dükkan bir harabeyi andırıyordu. Kapısındaki asma kilit paslanmış, camdan içerisi görülmeyecek kadar tozlanmıştı. İhtiyar adam dükkanın önünde bir süre durdu ve sırtındaki çuvalı ağır bir hareketle yere koydu. Babasını düşündü, on dört yaşından sonra bir daha hiç görmediği babasını. Şimdi bu dükkanın önünde babasından daha yaşlı görünüyordu. Dükkandaki o sesler, gülüşmeler, soğuk kış günlerindeki sıcak sohbetler, kunduraların topuklarına çakılan çivi sesleri, camı buğulaştıran çayların buharı… Hiçbiri yoktu şimdi. Zaman sessiz bir tanık gibi dükkana sinmiş bekliyordu. Babası dükkanı bir daha açmamak üzere ne zaman kapatmıştı? Bunu bilmiyordu. Öğrenememişti, ya da öğrenemeyecek kadar uzaktaydı o zamanlar. İhtiyar, yorulmuştu. Yürümekten mi, sırtındaki çuvaldan mı, çocukluğundan kalan hatıralardan mı yoksa içinde bulunduğu mekandan mı? Bunu bilemiyordu. Bedeni artık yaşlanmıştı ve içindeki dünya gittikçe ağırlaşıyordu. Ağır bir hareketle çuvalının üzerine oturdu. Gün aydınlaşmış, insanlar evlerinden çıkmaya başlamıştı. Kasabada bir yabancıydı şimdi. S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 31 Hikaye Funda Gacal Nolur Kitle Anahtar şangırtıları demir parçaları arasında kaybolacak. Dakika 1, dakika 2. Dedim ya; çocuğum. Dedim ya; tam da bana göre salonun. -Bir kopyaydı... Değil mi bayım? Bırakmazdın beni, o salonda hiç tutmazdın; ellerin doğru saçıma sonra da dolap kapağına. Şanslıysam çenemden önce dizim çarpardı. Şanslıysam, yeni çıkmaya başlamış dişlerimden biri daha yerinden kaçmazdı. Şanssızdım, bir terslik oldu sol bileğim çarptı önce. Biraz alev aldı, biraz yaşardı. “Çıt” dedi: Bastım tırnaklarımı ahşaba: Bana anahtar vermeyeceksin, bilirim. S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 -Evet, bir kopyaydı. Ne kadar tuttu? Bir lira; bilemedim iki lira. İşte bu kadar kolaydı kapın. İşte bu kadar ıssızdı mahallen. İtimiz, kedimiz yoktu; belirli, saatli bir çöp tenekemiz de. Akşam olup güneş de sönünce, dua ederdim şu tek yöncükten bir araba geçse de kaptırmasam kenarımı köşemi asfaltına diye. İşte bu kadar yetimdik ve işte oyunun bu kadar kapalı perdede. Çok durmadan çıktık oradan. Hep ben koşardım yetişmek için sana ama her nasılsa çamur hep senin paçalarında: Yer yer; iri iri. -Bana o türküyü söylesene. Bilmezdin benim gibi biri için o sözleri aklında tutmanın ne zor olduğunu. Bilmezdin bunun çoktan yok olmuş bir dilin türküsü olduğunu. Kaç çağ önceydi? Kaç savaş geçti? Yaşarmış yeşil gözlerin: -Ne de duru sesin. ................... -Yapmaaa. Solum vurdu yere, sağım zaten iyice körebe. Gittikçe zayıfladı ışık, biraz evet biraz daha. -N'olur... kilitle kapıyı. Büyük adamdın sen, laftan anlamazdın. Biraz gezindin parkende, bir iki poşet yerleştirdin. Sonra da taba ceketini alıp gittin. Büyük adamdın sen, evde çok kalamazdın. -Nolur... Nolur kilitle kapıyı. ... "Kalk" dedim soluma, "Sağına seslen” dedi. Sağım iyice körebe. Ahh! Bir güvercinim olacaktı yazacaktım anama-babama. Bir de tekir kedim, çeken yelkovanını akrebini dönüş yoluna. .... Kulaklarım telaşa dikildi: Misafirler yatıya gelmişlerdi. Ahh! Upuzun kahverengi saçlarım olacaktı, serecektim ton ton döşekleri. Büyük olacaktı biraz ellerim çay tutacaktım önlerine. Şanslıydın, hep yeşil ışık yanardı sana. Hiç trafik olmazdı. Ondan bundan, bir yirmi dakikayı geçmezdi yol. Evden çarşıya-çarşıdan eve.. İşte bizim köşe, işte bizim bakkal. Küçük küçük merdivenlerin vardı, uzundu boyun; seni çok yormazdı. Belki onlar beni bulmadan bir bidon benzin gibi çökerdi gece. Ahh bir çakmağım bir parça da kağıdım olacaktı ki hiç üşütmezdim seni böylece... Salonunda anlam veremediğim şekilli şeylerin, koca kitapların, ancak senin dilinden seslenen lafların... Daire daire dizilmişti; duvardan duvara, duvardan yere. “Dön” desen, ayaklanıp ellenip döneceklerdi. “Dön” desen, sekiz yaşıma yeni bastığıma bakmayıp dönecektim nerdeyse; ellerim havada, bileklerim göz kapaklarında. Önce dans edeceklerdi. Ne var ne yoksa senin sevdiğin tüketilecek, kadehler havaya fırlatılıp en kırmızısının kahkasında parçalanacaktı. Ne varsa senin özlediğin biraz daha geriye itilecekti. Ne varsa senden kalan, ince belli; kurdelesi çözülecekti. Dönerdim.. Yani, nerdeyse... .............. "Kalk" diyecektim soluma. Sağ el parmaklarım Oasis çalıp gülerek karşılık verecekti bana. Ve sen bütün hasarı 32 Hikaye Funda Gacal hep benden bilecektin. Sırada: Bir sonraki ceza... Gün yaklaştıkça herkes bir köşe bulup sinecekti oraya. Sigara dumanı iyice çökecek ve ben kesik kesik öksürecektim. Dedim ya: Çocuktum. Dedim ya: Küçücük nefes borum. Dans ettiler; bir-iki kadeh şangırtısı. Dans ettiler; yerli kahkahalar ve son sokakta kalanlar. Dans ettiler; “Saat kaç? Çok sarhoşum... Sssaat kaç?” S E R T Dans ettiler; “Montunuzu şuraya asalım mı?” ........ Ne varsa senden kalan, ince belli... S E S S İ Z Başka bir dolap daha alamazdın, değil mi? D E R G İ M A R T 2 0 0 9 33 İnceleme Cem Berk Aydın Harmonik Hareket-Deftones S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Yaşamı çevreleyen ve yönlendiren tüm kavramlar içinde en ilginci kuşkusuz zaman. Zaman, diğer tüm etkenleri, sebepleri ve sonuçları kavrayıp, sürükleyebildiği gibi doğası itibariyle öznel görüşlere de çanak tutuyor. Herkesin zamandan anladığı, zamana verdiği ve zamandan aldığı farklı. Bu yüzden zaman, kısa-uzun vade dinlemeksizin bizleri düğümlüyor, çözüyor ve değiştiriyor. Zamana bağlı olarak yaşadığımız tüm bu deneyimler hayatımızı, iç dünyamızı ve yaşam şartlarımızı yerle bir edip tekrar kuruyor. Beklentilerimizden, beğenilerimizden ve duygularımızdan beslenen bir üretim-tüketim zincirinin en kolay ulaşılabilir ve en keyifli elemanlarından biri olan müzikse, zaman ve getirdikleri-götürdükleri paralelinde değişiyor. Belki de bu yüzden kısa bir süre önce bayıldığımız herhangi bir şarkıyı-albümü sonradan dinleyemez oluyoruz. Belki de bu yüzden hayatımızın her ayrı gününe, kesinlikle birbiriyle kesişmeden veya birbirinin önünü tıkamadan hitap edebilecek şarkılar-albümler mevcut. Zamanın başkalarıyla aramıza ördüğü duvarları yıkma gayretimizde ortak noktalar ve benzer tecrübeler devreye giriyor. Başkalarıyla paylaştığımız fikirleri, düşünceleri itinayla buluyor, aramızdaki benzerliklerden besleniyor ve en nihayetinde onlarla iletişim kurmayı başarıyoruz. Çoğu zaman müzik tam da burada devreye girerek, üreticinin empati kudretine ve genel beğeniye hitap edebilme becerisine-tercihine dayanarak sayısız farklı geçmişi, farklı vücudu ve farklı kafayı bir araya getiriyor. Zamanın değiştirdiklerine uyum sağlanıp, sağlanamayacağını ise üretici belirliyor: İçindeki değişimleri üretimine yansıtarak eski tınısından uzaklaşanlardan tutun da, mevzubahis değişimleri türlü kaygılar ekseninde görmezden gelerek toparladığı kalabalıkla paylaştıklarına sadık kalmaya gayret edenlere kadar her türlü üretici reaksiyonu mevcut. Bu yazıda konu edeceğim Deftones, bu hususta benim için çok önemli bir yerde duruyor. Ergenlik enerjim ve gençlik ateşimin, farklılık sevdasıyla kesiştiği yerde kendileriyle tanışmıştım, yıllar önce. Aradan geçen yıllar, hem beni hem onları bambaşka yerlere, duygulara, gerçekliklere götürdü ve doğal olarak eski ortak yollarımızı kaybettik. Bense zaten başından beri onların samimiyetlerine ve değişim cesaretlerine hayrandım, (ki bu özellikleri onlara muazzam bir kendine haslık bahşediyor.) bu yüzden yıllar sonra grup üyelerinden birinin hayatının tehlikede olduğunu duyduğumda nefesim daraldı. Geçmişin izlerini takip ederek bugünü bulduğumda, Deftones'un ''sebeplerin dikte ettirdikleriyle uyumlu'' değişimini- gelişimini daha iyi kavradım ve bırakın müzik alemlerini, gündelik hayatta rastlamamızın zor olduğu bir gerçekliği, içtenliği ve yaratıcılığı yozlaşmaktan ısrarla uzak durarak senelerce muhafaza ettiklerini fark ettim. Vardığım sonuçların üzerindeki ağır öznellik etkisinin farkına vardığımdaysa, 24 Haziran 2006 İstanbul konserindeki diğerlerini ve buharlaştırdığımız binbir duyguyu hatırladım. Çok geç kalmış bir adağı, içime akıttığım gözyaşları, kahkalarım ve olgunlaşmanın verdiği kaynağı-ucu-bucağı belirsiz hissiyatım eşliğinde beğeninize sunuyorum. a. Adrenaline (1995) Benzer yaşam şartlarını, benzer mekanları paylaşan insanlar farkında olmadan aynı zaman dilimini paylaşırlar. Aynı şeylere gülerler, benzer şeyleri düşünürler ve yine farkında olmadan beraber geçirdikleri zaman ve bu zamanın onlara kattıkları uyum dediğimizi ortaya çıkarır. Farklı istekler, düşünceler ve anlayışlardan beslenen insanların beraber müzik yapabilmesi ve genel olarak tıkırında giden bir müzik oluşumu, yıllar ne getirirse getirsin bu uyumun üzerinde durabilme yetisindedir. 34 İnceleme Cem Berk Aydın Deftones, beraber vakit geçirmekten hoşlanan aynı mahallenin çocuklarının eğlencesi olmaktan çıkıp, kalabalıklarla buluşma şansını ilk albümü Adrenaline ile elde etti. Albüm, adını hak eden bir tınıya sahipti. Yüksek tempolu, hareketli, yer yer kırılgan, yer yer saldırgan; dinlediğinizde tepkisiz kalamayacağınız cinsten. Ana akım hardcore tınısına yakın durmakla beraber, ziyadesiyle punk enerjisinden beslenen Adrenaline, oluşumun ileriki yıllarda sapabileceği yollarla ilgili ipuçlarını ise albümün sonuna saklıyordu. S E R T c.White Pony (2000) b. Around The Fur (1997) İlk kaydın açtığı kapılar Deftones elemanlarının gençlik yıllarını daha süratli yaşamalarına olanak tanıdı. Kurulduğu kentten başlayarak, etkili canlı performanslar eşliğinde adını daha geniş çevrelere duyurmayı başaran Deftones, Around The Fur'da daha kırılgan, daha sert, daha değişken ve daha vurguluydu. Oluşumun vokalisti Chino Moreno, Around The Fur'da ilk albümdekinden daha farklı yollar denedi: Rahat, hava katkılı vokallerle çığlıkları karıştırdı; fısıldamayla forte arasında gidip gelirken kullandığı efektlerle albümün prodüksüyon sürecini akıllara getirdi. Deftones daha olgun, daha yaratıcı ve kesinlikle daha dengesizdi. Güneşli bir yaz gününün ortasındaki zorunlu bir izolasyonu bol metaforla betimleyen My Own Summer MTV'de gösterildiğinde, Deftones yeni bir döneme merhaba diyordu. Deftones, farklı yollar aramaya dair inancını White Pony ile kesinleştirdi ve tanımlanmaktan ısrarla uzak durmak istediğini açığa vurdu. White Pony, grubun 5. elemanı Frank Delgado' nun katılımıyla daha fazla efektle, altyapılarla ve bambaşka bir hissiyatla ortaya çıktı. Grubun ilk iki albümündeki tınının değişken, türlü kaynaklardan beslenen ve çeşitlilik arz eden bir yapısı vardı ve üçüncü albüm, oluşumun kafasındakileri daha net ifade edebilmesine olanak tanıdı: Deftones, saldırmakla ve zarar vermekle ilgilenmiyordu. Deftones, acı ve saldırganlığın ortak noktalarından beslenerek, ruhani ve feminen bir etki yaratmanın peşindeydi. Chino Moreno, günlük bir anlayıştan ve algıdan uzakta olan kompozisyonlarını adlandırmak için White Pony'i seçti. Gerçekten de ''Beyaz'' Midilli, sırtladığını önce kendi duygu dünyasında dolandırıyor, sonra bulutlara çıkarıyor, ardından da aniden yere bırakıyordu; etkili ve benzersiz bir düşüş için. d.Deftones (2003) Uzun bir bunalımın ardından oluşum köklerine döndü ve beraber müzik yapmaya sadık kalmaları gerektiğinde karar kıldı. Minerva 35 S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 İnceleme Cem Berk Aydın S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T gibi bir hite rağmen Deftones, oluşumun en çok eleştirilen işi oldu. Belki de albümün oluşum süreci albümün kendisine sirayet etmişti keza Deftones, fazlasıyla içine kapalı, kendini tekrar eden ve maksimum noktalarına zorunlu kalmadıkça uğramayan bir işti. Yine de Hexagram, Minerva, Bloody Cape gibi parçalarla oluşum ilgiyi canlı tutmaya çalıştı, sadık dinleyici kitlesiyle arasını açmamaya gayret etti. Satış rakamları bir önceki albüme göre oldukça düşük kalsa da Deftones, oluşumun devam etme gayretinin bir göstergesiydi: Değişen zamanlara ayak uydurmak, değişmek ve her zaman daha yenisini aramak düşünüldüğü kadar kolay değildi belki de. e. Saturday Night Wrist (2006) Chino Moreno'nun yan projesi Team Sleep'in trip-hophouse geleneğinden, alışıldık eski, karanlık ve sürükleyici metal rifflerinden ve yer yer White Pony tınısından beslenen Saturday Night Wrist grubun beşinci kaydıydı. Dönemdaşlarından kimileri kalıplara sokulmuş, tanımlanmış ve daha fazlası için ruhlarının bir kısmını feda etmişti; bir kısmıysa geldiği gibi gitmişti. Deftones, beşinci albüm kaydıyla işleri iyice karıştırdı ve kimyasalların bedene ve zihne verdiği kaosu kutsadı. Bolca eleştirilen, utanmaz-arlanmaz Pink Cellphone, Serj Tankian destekli Mein, 3 dakikalık şok terapisi Kim Dracula ve albümün dinamosu Hole In The Earth, oluşumun denemeye ve var olmaya devam edeceğinin kanıtlarıydı. 2 0 0 9 36 S E R T S E S S İ Z D E R G İ M A R T 2 0 0 9 Işık Mater-A Day at the Market Part II