konuk yazar
Transkript
konuk yazar
+ Uğur Dağlı -> Sayfa 3 Eski Eserler ve Müzeler Dairesi Deniz Kapısı’nı Gözden Çıkardı Mı? Kaç Kent Konutunu Daha Müze Ya Da Galeri Yapabiliriz Ki? Hera-C Naciye Doratlı -> Sayfa 4 GELENEKTEN EVRENSELE ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI İÇMİMARLIK KONUT VE YAŞAM BİR MİMAR - BİR BİNA Mimari Birer Değer Olan Camilerimiz… GEÇMİŞİN SESSİZ TANIKLARI KENT MİMARLIK ve TASARIM GAZETESİ 15 GÜNDE BİR YAYINLANIR 01 AĞUSTOS 2010/ SAYI 12 Kağan Güner- Özlem Olgaç Türker -> Sayfa 5 Osmanlı ve İngiliz Dönemleri Etkisinde Kıbrıs Kapıları Kağan Günçe konuk yazar: Nazife Özay -> Sayfa 6 Yola Çıktım Mardin’e KENTİN TADI TUZU Şebnem Hoşkara konuk yazar: Neşe Yıldıran -> Sayfa 11 AL GÖZÜM SEYREYLE Türkan Ulusu Uraz konuk yazar: Ceren Boğaç -> Sayfa 12 DaVinci Şifresi ve “Louvre Müzesi” Beril Özmen Mayer Boğaç ARABA TASARIMININ ARDINDAKİ GERÇEKLER... Tasarım dünyasının önde gelen çalışma alanlarından birisi olan, otomobiller çağdaş yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Bu ayrılmazlık kendi içinde birçok çelişkileri de barındırıyor. Bu çelişkileri birbirine bağlayarak düşünmeye çalışalım. -> S 7-8 GÜNCEL HABERLER - YORUMSUZ FOTOĞRAFLAR S 15 <-.......................................................................KARİKATÜRLER Kutsal Öztürk Begüm Mozaikçi + Nil P. Şahin -> Sayfa 13 Kent ve Mimarlık: Kamusal Binalar 2010 MİLANO ULUSLARARASI MOBİLYA FUARI’NIN ARDINDAN... “ ’Yalınkarmaşıklık’ (Simplexity), veya sanatsal beceri, karmaşık işlevlere sahip bir objeye yalın bir görüntü verebilmektir...” diyor ünlü tasarımcı Ora Ito -> S 9-10 konuk yazar: PROVO-ETKİNLİK kapak resmi: Ceren Ercan Hoşkara SORULAR-CEVAPLAR ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI- İÇMİMARLIK Vikingler’in Kuzeydeki Masal Kenti CMYK -> Sayfa 14 + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. 02 EDİTÖR Naciye Doratlı Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA “Uluslararası Kariyer İçin” naciye.doratli@emu.edu.tr EDİTÖR’DEN... Tatil Günlerinden Herkese Merhaba, MekanPerest’in yayın süresi boyunca sizlerle yapılaşmış çevre ile ilgili olarak çok sevindirici bir durumu ya da bir saptamayı paylaşabilecek miyim acaba diye düşünüyorum hep. Çünkü sizlerle birlikte olduğumuz on iki sayı boyunca çoğunlukla yanlışları, kurumlar tarafından yapılmakta olan yanlışları paylaşmak, ya da bu yanlışlara dikkatinizi çekmek durumunda kaldım. Bu durumdan üzüntü duyuyorum. Belediyelerin kabul edilemez tutum veya icraatları ise bu üzüntümü öfkeye dönüştürüyor. Lefkoşa Terminal Alanına Külliye Yapılması Sözü uzatmadan konuya girsem iyi olacak galiba. Geçen günkü gazetelerde Lefkoşa Terminal alanına bir cami ve külliye haberini okuyunca hayrete düştüm. Bu konu birçok açıdan tartışılabilir. ‘Toplumsal açıdan böyle bir gereksinim var mı?’ diye sorulabilir; ‘Ekonomik sorunlarla boğuşulduğu bir dönemde öncelik bu olamaz.’ denilebilir. Bu konular da çok önemli ama benim esas üzerinde durmak istediğim konu, hem kendi meslek alanımla doğrudan ilişkili olduğu, hem de Devlet Kurumlarının bir çeşit kanun/ kural tanımazlığının her konudan daha önemli olduğuna inandığım için, İmar Planı’na aykırı bir durumla karşı karşıya bulunmamızdır. Lefkoşa Terminal Alanına Külliye yapılması İmar Planı’na Aykırı Burada İmar Yasası’nın bazı maddelerine ‘özetleyerek’ atıfta bulunmak istiyorum: - Yasa’nın 7. maddesine göre İmar Planlarını Planlama Makamı (Şehir Planlama Dairesi) yapar. - 12.(2): İmar planları, beş yıldan fazla olmayacak aralıklarla, .... araştırma sonuçlarındaki değişmeler doğrultusunda değişiklikler yapmak için, sürekli gözden geçirilir. Bu gözden geçirme yapılırken, plan alanı içinde yaşayanların plana ilişkin şikâyetleri ile Belediye veya belediyelerin veya yoksa Muhtarlıkların uygulamadaki zorlukları ile programlarına ilişkin Değişikliklerin belirlenebilmesi için, bu Yasanın 7 ‘nci maddesinin (3)’üncü fıkrası kuralları uygulanır. - 12. (3): Meydana gelen değişmeler doğrultusunda, planda yapılması tasarlanan değişiklikler bir rapor halinde düzenlenecek, haritalar ve çizelgelerde gösterilerek, değişiklik önerisi Birleşik Kurulun onayına sunulur. - 13. (1): Bu yasanın 12 ‘nci maddesinde belirtilen süre içerisinde daha kısa aralıklarla planın yapıldığı alanındaki belediye veya belediyeler veya Bakanın istemde bulunması, Planlama Makamının uygun ve gerekli göçme ve Birleşik Kurulunun onaylanması halinde zaman zaman imar planında değişiklikler yapılabilir. İmar Planı olan tek kentimiz Lefkoşa ve bu plana göre Külliye yapılması öngörülen alan, terminal alanı olarak belirlenmiştir ve bu şekilde kullanılmaktadır. Bu alanın külliye ya da başka bir biçimde kullanılması yönünde, İmar Yasası’na uygun bir biçimde İmar Planı’nda bir değişiklik yapıldığını hiç duymadık. Öyle anlaşılıyor ki herhangi bir değişiklik yapılmadan, birileri o alanın uygun olduğunu düşünmüş ve böyle bir açıklama yapılmış. İster Sayın Cemal Bulutoğulları’nın şahsi tercihi, isterse diğer ‘resmi’ kurumlarla birlikte Başkan’ın ortak görüşü ya da tercihi olarak ortaya atılmış bir görüş/karar olsun her halükarda böyle bir kararın devlet ciddiyeti ile bağdaşmadığını düşünmekteyim. Eğer kurumlar yasalara aykırı kararlar üretirlerse, sade vatandaşın yasalara saygılı olmasını, yasalara uygun davranmasını nasıl bekleyebiliriz ki... Beğenilsin ya da beğenilmesin, Lefkoşa İmar Planı 55/89 İmar Yasası’na uygun bir biçimde hazırlanmıştır ve yürürlüktedir. İmar Yasası’nda günün koşullarına göre değişiklikler yapılması gerekebilir. Lefkoşa İmar Planı’nın uygulanmasında sorunlar olabilir, günün koşullarına göre revize edilmesi gerekebilir. Bu sorunlar giderilmeden veya gerekli görülen revizyon yürürlükteki mevzuat çerçevesinde yapılmadan, yasaya aykırı kararlar üretmenin veya uygulamalar yapmanın savunulacak bir tarafı asla olamaz. Yasa’da bu kadar açık kurallar varken, Kurumlarımızın nasıl bu kadar ‘Yasa tanımaz’ bir tavırla kararlar aldığını, açıklamalar yapabildiklerini benim kafam almıyor. Siz anlayabiliyor musunuz? Gerçi geriye dönüp baktığımız zaman, bugün Külliye konusu ile ilgili karar ve söylem, Lefkoşa İmar Planı’na aykırı olarak resmi kurumlar tarafından yapılan veya göz yumulan bir ilk değil ne yazık ki. Sonuncusu da olmayacak galiba. Külliye konusuna gelince, bir daha vurgulamakta yarar görüyorum. Benim ciddi bir sorun olarak ortaya koymaya çalıştığım temel konu, yasalara aykırı bir durumun söz konusu olması. Buraya mevzuata uygun olmadığı sürece, okul yapılacağı kararına da aynı tepkiyi göstereceğimden şüpheniz olmasın. Çünkü Devlet olma ciddiyetinin yasalara uygun hareket etmekle başladığına inanırım. Yirmi birinci Yüzyılda Külliye Yasaya aykırılık yanında mesleğim gereği olarak bir de Mimari ve Şehircilik açısından bir ekleme yapmam gerek. Külliye tanımını bir hatırlayalım önce. Ansiklopedilere göre ‘Külliye, İslam tarihinde yapılmış olan, dini-sosyal kompleks. Külliye, cami ile birlikte medrese, imaret, türbe, kütüphane, hamam gibi binalardan oluşan yapılar topluluğudur’. Bizler kent tarihi okuturken, Türk ve İslam kentlerinin önemli öğelerinden biri olarak anlatırız külliyeyi. Külliyeler geçmişin sosyo-ekonomik ve toplumsal yapının gereği olarak inşa edilmişlerdir tüm kentlerde. Bugünün toplum yapısı böyle bir komplekse gerektiriyor mu? Mimari açıdan bakacak olursak, İslamabad - Pakistan’da 1970’lerde inşa edilmiş olan, Vedat Dalokay’ın Kral Faysal Camii, onaltıncı yüzyılda inşa edilmiş Mimar Sinan’ın Selimiye Camiine hiç benzemez. Benzetme kaygısı olmadan tasarlanmış modern caminin de dört minaresi var ama son derecede modern çizgiler taşır. Bu ve benzer örneklerden hareketle, Lefkoşa’da da yeni bir camii inşa edilecekse, yeri neresi olursa olsun, geçmişin muhteşem eserlerinin kopyası olmak zorunda değil. Son Olarak Geçen sayımızda Güney Lefkoşa’dan stadyum alanında yapılacak yenileme öncesinde Belediye tarafından gerçekleştirilen mini referandumdan söz etmiştim. Belediye karar vermeden önce batılı ve çağdaş bir tavırla halkın ne istediğini sorguladı. Bizdeki kurumlar acaba ne zaman ‘halk için’ yapılması gereken uygulamaları ‘halka rağmen’ yapmaktan vazgeçecek? Her şeye rağmen ‘Elbet bir gün’ dileğiyle... Mekanperest Gazete Ekibi / Soldan sağa (üst): Ceren Boğaç, Şebnem Hoşkara, Kağan Günçe. Soldan sağa (alt): Ercan Hoşkara,Begüm Mozaikci, Hıfsiye Pulhan,Naciye Doratlı, Kutsal Öztürk, Uğur Dağlı, Türkan Ulusu Uraz. Naciye Doratlı MEKANPEREST- HAVADİS GAZETESİ EKİ Proje Koordinatörü / Editör Naciye Doratlı. Proje Koordinatör Yardımcıları Ceren Boğaç, Uğur Dağlı, Şebnem Hoşkara. Grafik Tasarım ve Sayfa Düzeni Ceren Boğaç. Yazı İşleri Ekibi (Alfabetik) Nesil Baytin, Uğur Dağlı, Kağan Günçe, Ercan Hoşkara, Şebnem Hoşkara, Beril Özmen Mayer, Begüm Mozaikci, Kutsal Öztürk, Hıfsiye Pulhan, Türkan Ulusu Uraz. Proje Resmi Sahibi Doğu Akdeniz Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Gazimağusa. Tel: 630 1346, mekanperest@emu.edu.tr Yayıncı Kuruluş Havadis Gazetesi, Lefkoşa. + CMYK + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. BİR BİNA- BİR MİMAR Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA 03 Uğur Dağlı “Uluslararası Kariyer İçin” ugur.dagli@emu.edu.tr MİMARİ BİRER DEĞER OLAN CAMİLERİMİZ… 20 Temmuz etkinlikleri çerçevesinde yeterlidir. Günümüzde ezan duyurulması için daha çağdaş teknolojik araçlar varken hala 2-3 şerefeli minareler yapmak komiklikten öteye bir şey değildir” diye vurgulamaktadır. (2) İşte bu bağlamda camilerin, gerek tasarım gerekse sosyal olgu açısından bakıldığında anlamsızlığının karmaşası yanında içinde taşıdığı ciddi problemler de sözkonusudur. basına Lefkoşa Terminal bölgesine yapılacak Cami ve Külliye haberi bomba gibi oturmuştu. Aslında daha önce de Lefkoşa’da cami yapımı konusundaki duyumlar gündeme gelmişti. Bilimsel görüşlere inanmayan bir topluma zorla da birşeyler aktarmanın zorunluluğunu bir görev olarak görerek o dönemde de bu konuyla bağlantılı bir yazı yazmıştım ve şimdi yeniden bu habere bağlı mimari değerlendirme yapmak; bu bağlamda bu hafta sayfamı bir bina değil, Kıbrıs’taki camilere ve olmayan mimarlarına(!) ayırmak istedim… Camilerdeki Teknik Problemler KENT MEKANLARI KENTLİLER İÇİNDİR Demokrasi ve halkın katılımı içiçe girmiş kavramlardır. Yerel halkın kent yönetimi kararlarında etkin olarak rol alması içinde bulunduğumuz yüzyılın kaçınılmazlarındadır.. Halkın katılımı. Katılımcı demokrasi. Kent ve demokrasi… Üzücüdür ki toplumumuza bu kavramlar çok uzak kalmakta ve buna bağlı kent mekanlarının kentliler için olduğu unutulmaktadır. Kent yönetimlerinde, kente yapılacak her kamusal binanın aslında orada yaşayanın yani kentlilerin görüşü doğrultusunda şekillenmesi gerektiğini nedense hiç aklımıza getiremiyoruz. Nasıl ki aile biraraya gelip bu ev bize yeterli değil; kendimize daha büyük bir ev yapalım diye ortak karar alıyorsa; (yani ailenin reisi (!) ben yeni ev yapmaya karar verdim, veya aile reisinin babası ben size bir ev yapıyorum sözü kabullenemeyecek bir yaklaşımsa) kent için yapılacak projeler de, kentliler ile birlikte belirlenmelidir. “Kent nasıl olmalıdır diye?” çalışma grupları oluşturulup kentin hem bilimsel anlamda kurgusu, hemde yaşayanlarının ihtiyaçları belirlenerek bir kent yaratılmalıdır. Cami… Kentin tüm yapısını değiştirecek bir bina, sadece siyasilerin oturup karar verip yerini tespit edecekleri kadar basit bir olgu değildir. Kentin silüet ve fonksiyonun nasıl olacağının bilimsel yaklaşımlarla sunan kent plancıları, kentsel tasarım uzmanları, çağdaş mimariye adını yazdırmış mimarların, kente gönül vermiş kent-daşların beraber karar vereceği bir kurgudur. Mahalle Camilerimi Yoksa Kent Camisimi? Şu anda etrafımızı saran cami çokluğuna bakıldığında aslında bunların Osmanlı kentlerinden kalma birer mahalle camisi düşüncesi ile yapıldığı vurgulanabilir. Mahalle olgusu üzerine düzenlenmiş; üç boyutlu, dinamik, bütünlüklü bir organizma olan; insanları, açık ve kapalı mekanları ile birlikte sosyal bir topluluk olan Osmanlı kentleri ve mahalleleri, tek bir aileymiş gibi birbirine kenetlenmiş; evleri ve sokakları birbirine mahremiyete girmeksizin komşuluk ilişkilerinin kolayca yürütülmesini sağlayacak şekilde yerleştirilmişti. İşte böyle kent kurgusunu oluşturan ve bir dönem yaşamın önemli bir parçası olan mahalleler, genellikle bir caminin etrafında şekillenmekteydi. Yani mahalle Fazıl Osman Paşa Cami TBMM Cami Genel Görünümü- Geçmişin modern anlamda yorumlanmasına bir örnek (Mimar-Behruz Çinici) Nasıl bir mimari? camilerinin kent kurgusu içinde, tanımı kolayca yapılabilecek anlamları vardı. İçinde taşıdıkları anlamların, siyasi değil sosyal yanı vardı. O, mahalleliyi biraraya toplayacak bir yapı idi. Mahalle camilerinin, mahalleyi tamamlayan mütevazi bir görünüşü vardı. Örnek olarak, Arabahmet Cami verilebilir. O dönemde genel tasarımı içinde evlerin mahremiyeti gözönünde bulundurularak minarenin yüksekliği, evlerin kurgusunu oluşturan iç avluya görsel müdahalede bulunmayacak şekilde ayarlanırdı. Mahalle camileri, tarihsel süreç içinde hiçbirzaman siyasi bir amaç için kullanılmamışlardı. Şu anda mahalle kavramının yok olmaya başladığı kentlerimizde mahalle camilerininiz fonksiyonel olarak artık bir anlam taşımadığı gözlemlenmekle beraber yapılanların kent camileri olduğu düşünülebilir. Tüm KKTC’de toplam kent sayısının çok üzerinde yapılan cami verilerine bağlı olarak da bu yaklaşım çürütülmekte ve sonuçta karşımıza tanımsız camiler çıkmaktadır. Sonuç olarak şu anda yapılan camilere, yok olan mahalleyi ve mahalleliyi de bir araya toplama gibi bir misyon yüklenemeyeceğine göre bir güç unsuru olarak her taraftan(!) algılanacak şekilde bir röper noktası yaratma ve anlamı yüklenmeye çalışılmaktadır. Olaya bir başka açıdan bakıldığında, eğer fonksiyonu değil de kentin gücünü simgeleyecek bir yapı yapmak isteniyorsa 1500 yıllarından kalmış binaların kötü mimari taklitleri yapılmasının rasyonel olmayacağı da vurgulanabilir. Yeni çağdaş malzeme ile 2010 yılını vurgulayan bugünü hatta yarını ifadelendiren mimari yaklaşımları ile her taraftan algılanacak bir güç yaratmak da mümkündür. Şu anda Kuzey Kıbrıs’ta yapılan camilerde Osmanlı döneminde yapılan cami mimari forum geleneğinin kötü bir taklitçilikle sürdürüldüğünü yani, malzeme, teknik gelişim ve değişime inat bir kemikleşme ile varolan formun dışına taşmayı saygısızlık olarak belleyen bir sosyolojik boyut olduğunu ve neredeyse her tarafta mimari değeri olmayan camikonduların yapıldığını gözlemlemekteyiz. (1) + Birçok araştırmacı yazar ve mimar, minarelerin ve kubbelerin çağdaş cami mimarisi için gerekli olmadığını vurguluyor. Ünlü Mimar Behruz Çinici ise, camilerin hala kubbeli ve minareli yapılmasının çağdaş mimariye ve islama da uygun olmadığını söylemektedir. “Minare İslamın değil, Suriyeli Hıristiyanların çan kulelerinden bize geçen bir mimari elemandır. Ezan için yüksekçe bir yer CMYK Yasalarımıza göre, KTMMOB’den vizelenmemiş hiçbir proje, (sadece devlet yapıları dışında) Kuzey Kıbrıs sınırları içinde inşa edilemez. Camiler, Vakıflara bağlı yapılar olduğuna göre izinsiz yapılması mümkün değil iken camilerin izinsiz belli bir aşamaya kadar yaptırılması oldukca düşündürücü ve üzücüdür. Yani Türkiye’den projesi hazır getirilen yapı (-ki bu hiçbir mimari yaklaşıma uymayan bir tutumdur), yer analizi yapılmadan, statik ve dinamik hesaplarının Kıbrıs’a göre kontrolü yapılmadan, tüm deprem yönetmeliklerini altüst edecek şekilde inşa edilmesi çevre açısından tehlikeli bir boyutu ortaya koymaktadır. Hele de Türkiye’de sürekli rüzgarlarla birlikte yıkılan onlarca minare ve 17 ağustos depreminde birçok kişinin bu yüzden öldüğü (eşimin doktor arkadaşı Abdülkerim de minarinin evin üzerine yıkılmasından ölmüştü!) gözönünde bulundurulursa ve minaresi(!) belli yerlerden algılansın diye hiçbir mühendislik kontrolu yapılmadan yükseltilen camilerimizde tehlike bir o kadar daha artmaktadır. Bir anıt yapısı olarak Anıtlar Yüksek Kurulundan, ayrıca çevreye katkısı değerlendirilmesi için Çevre Dairesinden görüşü alınması gereken bu yapıların sahibi konumundaki Vakıflar İdaresi’nin birçok yönetmelik ve yasayı çiğnemiş olması kenti olumsuz yönde etkilemekte ve etkileyecektir. Son Söz Zaman içinde sosyal yaşantının doğal değişim ile bina ihtiyaçlarındaki istemler de değişmişti ve hala daha değişmektedir. Sosyal yapısı gözönünde bulundurulmadan, kent kullanıcılarının ihtiyaçları gerçekci bir yaklaşımla belirlenmeden kent için yapılan her yapının aslında kente bir katkısı olacağı yerde yaşayan organizmaya gereksiz ve tanımsız bir ekleme yapmak olacağı gerçeği sözkonusudur. Kısacası bugün içinde bulunduğumuz yüzyılda malzeme, teknoloji, bilimsel birikim ve küresel – bölgesel mimari felsefe ve fonksiyona ait anlamsal konsept ile bütünleştirilmeden yapılan ve mimari değeri olmayan camilerin, bölge insanları için mi inşa edildiği yoksa bölge insanlarına rağmen belli bir siyasetin sonucu olarak mı inşa edildiği? sorusunun kuşkusuz cevabı açık ve nettir. Uğur Dağlı Kaynaklar (1) (vandal mimar, 07.06.2008 12:29 ~ 27.03.2009 04:46) http://www.itusozluk.com/ goster.php/modern+cami (2) http://www.yapi.com.tr/Haberler/haber_ Detay_45971.html + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. 04 GEÇMİŞİN SESSİZ TANIKLARI Naciye Doratlı Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA “Uluslararası Kariyer İçin” naciye.doratli@emu.edu.tr ESKİ ESERLER VE MÜZELER DAİRESİ DENİZ KAPISI’NI GÖZDEN ÇIKARDI MI? Kilkenny – İrlanda: Kentin bizim surlu şehirlerimize göre küçük ölçekli kalesinde burçlardan birisi çok hoş bir toplantı salonuna dönüştürülmüş. Toplantılarımızın yapıldığı Piskopos Sarayı’nda restorasyon çalışmalarında ortaya çıkan bulgular binanın kullanımını engellememiş, aksine bulundukları mekana sergilenmeleri ile zenginlik katmış. Deniz Kapısı ve Mağusa Aslanının Önündeki Tek İşaret ‘Otobüs Durağı’ Venedikliler tarafından 15 – 16. yüzyıllarda inşa edilen Mağusa surlarının orijinal iki kapısından biri olan Deniz Kapısı (Porta del Mare) 1990’lı yıllarda başlayan restorasyon çalışmalarının ardından kaderine terk edildi. 1996-97’de Gazimağusa Belediyesi ve o yıllarda görev yapmakta olduğum Şehir Planlama Dairesi’nin de katkıları ile uygulanan Namık Kemal Meydanı Yayalaştırma Projesi’nin koordinatörlüğünü yapmıştım. Biz projenin uygulaması ile uğraşırken, Deniz Kapısı restorasyonu başlamış ve ağır aksak devam etmekteydi. Hiç unutmuyorum, restorasyonun Meydan projesi ile birlikte tamamlanma olasılığından söz ediliyordu ve Meydan ve Petek Pastanesi arasındaki Liman Yolu Sokak henüz parke döşenmemiş olmasına rağmen, yayalaştırma ve Deniz Kapısı restorasyonunun aynı zamanda biteceği düşüncesi hoşumuza gidiyordu. Aradan 13 yıl geçti ve yıllardır Kapı’da restorasyona ilişkin hiç bir şey yapılmadı. Sonunda, geçen sayımızda değindiğim Deniz Kapısı ve Aslanın da içinde bulunduğu alanı içeren, Sur-içi Modern Heykel Güzergâh ve Parkı projesi tamamlanmasının ardından, ayıbımızı örter gibi Kapı’nın Sur-içine bakan girişi branda ile kapatıldı. Bu durumdan sadece kültür varlıklarının korunması üzerine kafa yoran bizlerin değil, duyarlı olan herkesin ve de özellikle Eski Eserler Dairesi’nin rahatsızlık duyması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle Eski Eserler Dairesi sorumluluk taşıyan kurum olarak bir an önce gereğini yerine getirmeli. Askeri mimarinin en önemli örneklerinden biri olarak Surların bazı kısımları tasarımlarındaki incelik ve olağanüstü özellikleri ile öne çıkıyor. İşte bu kısımlardan birisi de Deniz Kapısı’dır. Kıbrıs’ın anıtsal yapılarına ilişkin bir kitap yazan İngiliz mimar Jeffery, kitabında bu kapının en zarif, mükemmel ve önemli mimari öğesi olduğunu ifade eder. Bu gün limana bakan taraftaki girişte (kapıda) büyük olasılıkla Salamis’ten getirilmiş olan mermer parçaları ile oluşturulmuş bir levha üzerinde Venedik Aslanı rölyefi, Deniz Kapısı’nın mimari Nicolo Prioli’nin ismi ve nişanları ve inşa edildiği tarih (1496) bulunur. Güzelim kapının bugünkü haline bakınca, ister istemez aklıma Lefkoşa’daki Kumarcılar Hanı’nın hali geldi. Kendi halinde ayakta duran Hanı restore etmek için yıkılmaya terk ettik. Deniz Kapısı da benzer durumda ama neyse ki üstü açık olmadığı için han kadar şanssız değil. Doğa koşullarından kötü bir biçimde etkilenmeyecek belki ama bizler çok büyük zarar veriyoruz. Örnek olarak, Osmanlılar tarafından eklenen ahşap kapı, restorasyon başladığında bilinçsizce sökülmüş ve bu kapının ne olduğu, nerede olduğu bilinmiyor. Bazen düşünüyorum da, eğer beceremiyorsak hiç ellemesek koruma adına daha iyi bir iş yapmış olacağız galiba. Restorasyon Niye Tamamlanamadı? Restorasyon çalışmaları esnasında, zeminde yapılan kazılarda daha önceki dönemlere (muhtemelen Lüzinyan dönemine) tarihlenen çakıl taşlarından yapılmış bir döşeme bulunmuş. Bildiğim kadarı ile çalışmalar ilk başladığı zaman, buranın konser ve konferanslar için kullanılacak bir salona dönüştürülmesi Kapının Liman’dan Görünüşü planlanmıştı. Haliyle zemin döşemesi için buna uygun bir malzeme kullanılması öngörülmüş. Çakıllı döşeme bulununca Eski Eserler Dairesi uzmanları nasıl bir düzenleme yapılabileceğine bir türlü karar verememişler. Şu anda bu konuya ilişkin bir karar üretildi mi bilmiyorum ama belki de onlar karar verene kadar kaynak ve uzman sorunu da ortaya çıkmış olabilir. Avrupa’da Anıtsal Yapılara Nasıl Müdahale Ediyorlar? Üyesi olduğum Europa Nostra Bilim Komitesi toplantıları için gittiğim yerlerde anıtsal yapılara yapılan eklemeler veya bu yapılar restore edilirken ortaya çıkan bulguları da dikkate alarak getirilen çözümler o kadar çok ki. Başka kentlerdeki anıtsal yapılar da en az bizimkiler kadar kıymetli ve önemli. Oralarda çözümler üretilebiliyorsa ve bu yapılar günümüz koşullarına göre hayat buluyorlarsa, bizde neden olamasın? Örnek olarak sayabileceğim birçok uygulamadan birkaçını sizinle paylaşmak isterim. Hanya – Girit: Fakülte Dekanlığını temsilen katıldığım, Fakültemizin üyesi olduğu ENHSA (Avrupa Mimarlık Okulları Başkanları Birliği) toplantıları her yıl Eylül ayının ilk haftası Girit’in Hanya kentinde, Venedik döneminden günümüze gelmiş Tophane binasında gerçekleştirilir. Bu binanın nasıl bir harabeden mükemmel bir yapıya dönüştürülmüş olduğunu, binada sergilenmekte olan hikâyesinden öğrenme imkânım oldu. Akdeniz Araştırmaları Merkezi olarak kullanılmakta olan yapıda yaratılmış olan iç mekânlar gerçekten çok güzel. Restorasyon’da iki artı iki dört etmiyor tabii. Venedik Tüzüğü ile çizilen temel çerçeve içinde farklı yaklaşımlar olabilir. Ama önemli olan korunan anıtsal yapının hayat bulması, ömrünün uzaması değil mi? Her türlü bilgiye kolayca ulaşabildiğimiz günümüzde, her konuda olduğu gibi restorasyon alanında da doğru bilgiye kolaylıkla ulaşma olanağımız var. Bunun yanı sıra ülkemizde üniversitelerde bu konuda deneyim sahibi değerli öğretim üyesi arkadaşlarımız var. Bu nedenle koruma ve restorasyon alanında doğru karar vermek eğer nereye başvurulacağı bilinirse hiç zor değil. Tabii bizim doğru bilgi kadar kaynak sorunumuz da var. Her türlü soruna rağmen, geçmişten gelen zenginliklerin gelecek nesillere ulaşabilmesini sağlamak zorundayız. Mazeret üretmek yerine artık çözüm bulma zamanı... Naciye Doratlı Kilkenny – İrlanda Hanya Girit- Tophane + CMYK + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. KONUT VE YAŞAM Doğu Akdeniz Üniversitesi “Uluslararası Kariyer İçin” 05 Hera-C SAYFA hera-c@emu.edu.tr GELENEKSEL KIBRIS KONUTU’NDA MEKAN, ZAMAN VE YAŞAM giriş buradan sağlanırken, uzayan sündürmenin diğer kısımlarında komşular ağırlanır, aile bireyleri ile buluşulur, hep birlikte günlük işler yapılırdı. Bu nedenlerle, sündürme sadece odaları birbirine bağlayan dar bir dolaşım alanı değil, odalar önünde yarı açık mekan veya odalar arasında iç mekan konumundaydı. Geleneksel konut mekanları, günün, yılın, ve hatta insan ömrünün farklı zamanlarında yaşanır, kullanılır ve bunun için biçimlenir. Ve ‘Anlam’: Mekan, Zaman ve Yaşam arasındaki bu tutarlı ilişkideortaya çıkar. Hıfsiye Pulhan’ın bu yazısı Geleneksel Kıbrıs Kent Konutu’nun anlamı üzerine güçlü bir anlama ve hatırlama ortamı oluşturuyor. Geri planındaki yoğun bilimsel birikime rağmen kullanılan gündelik ve şiirsel dilin de yardımıyla, en güzel ev hikayelerinin yaşandığı çocukluk günlerinize dönmek işten değil... Türkan Ulusu Uraz Bugün, Geleneksel Kıbrıs Kent konutu olarak tanımladığımız eskilerin tabiri ile “konak”lardaki yaşamdan ve bu yaşamın şekillendirdiği mekanlardan bahsedeceğiz. O konaklar ki, Akdeniz coğrafyasının tesiri altında kalmış, Latin kalıntıları üzerine inşa edilmiş, Osmanlı Türk yaşama biçimi ile şekillenmiş ve ada halkı tarafından ortak kabul görmüş. Bir sentez olarak yorumlanabilecek bu konut tipi, yüzyıllarboyu uygulanmış, kırsal kesime etki etmiş ve etkilenmiş, İngiliz Koloni Dönemi’nin şehircilik yaklaşımları ile değişmiş ve en sonunda yerini ‘modern konuta’ bırakıp evrimini tamamlarken, toplumsal yapının, yaşama biçiminin ve kültürel etkileşimin bir göstergesi olarak da günümüze gelebilmiştir. 16. Yüzyılın son çeyreğinde, yeni bir idare biçiminin yanısıra, yeni bir yaşama kültürü ve de bina yapım geleneği ile ada tanışmıştı. Öyle bir yapım geleneği ki, asırlarboyu adada gerek Rum, gerek Ermeni, gerekse Türk yapıcı ustaları tarafından Türkçe isimleri ile bilinip uygulanacaktı. Yüzyıllar boyunca devam eden etkileşimin bir parçası olacak bu durum aslında, birarada yaşamayı başarmış toplumların ortak yaşama biçimleri, değer yargıları ve tercihlerinin de somut bir göstergesiydi. İmtiyazlı Rum Dragomanı, zengin Yahudi tüccarı, varlıklı Ermeni kuyumcusu da, yüksek rütbeli Türk Paşası gibi Osmanlı gelenek Geleneksel Kent Konutu, Lefkoşa ve göreneklerinden etkilenen bir yaşam sürmüş ve bu yaşamın şekillendirdiği kent konutunda yaşamıştı. çalışabilecek nitelikte organize edilmişti; o nedenle olsa gerek, bugün hala daha, odalara “ev” diyen yaşlılarımızı görmek mümkündür. Gusulhane (banyo) ve sedirin yanısıra, yüklük (duvar dolabı) ve raf gibi sabit elemanlar depolama, kimi zaman da sergilemeye yarıyordu. Sedirin odanın çeperlerinde duvar boyunca yer alması ve orta kısmın boş bırakılıp sabit elemanlarla doldurulmayışı ile, yatma, oturma, yemek yeme, vbg. aktiviteler günün farklı zamanlarında aynı mekanda yapılabiliyordu. Genellikle iki katlı olan kent evinde, bu şekilde organize edilmiş odalar üst katta yeralırken, gündelik işlerin yapıldığı yer, iklimin de gerektirdiği şekilde, havlı ve havlı ile direk ilişkili olan sündürme idi. Geniş aile yapısında, ayni çatı altında, anne, baba ve çocukların yanısıra büyükanne, büyükbaba ve genellikle yakın aile fertleri ile birlikte yaşanılırken, kuşaklar arasında dayanışma başarılmıştı. Hayata yeni atılan gence, her türlü destek sağlanırken, yetişmiş evlat da ilerleyen yıllarda yaşlı ebeveyinlerinin yanında, onlara bakmıştı. Küçük çocuklar ise, büyüklere karşı saygılı olmayı ve bu dayanışma ortamında, kendi kişiliklerini bulmayı deneyimlemişlerdi. Genellikle ayni mahallede ve ayni evde doğup büyüyen ve hatta yaşamını ayni evde noktalayan bir kişi için ev, babadan devralınıp, evlada devredilecek bir aile yadigarı, nesiller arasında bir köprü idi. Öte yandan, adada, çok eşlilik ender görüldüğünden, harem ve selamlık gibi ayrım pek gerekmemiş; devrin yaşama biçiminde, ihtiyaç duyulan yabancı/evhalkı ayrımı daha ziyade başodanın varlığı ile sağlanıp ayrı bir selamlık kısmı ortaya çıkmamıştı. Odaların yanında, geleneksel Kıbrıs Kent konutunda, sündürme ve havlı (bahçe) diğer önemli iki mekan birimidir. Odaların herbiri, tek başına birer ev gibi Sündürme, odalar önünde yeralan bir sokak gibiydi. Üst katta, tüm bina boyunca uzayan geniş ve ferah havlıya bakan bir veranda, giriş katında ise havlıya bağlantıyı sağlayan bir geçiş mekanı idi. Sündürme sayesinde, sokak tarafında ‘kapalı ve içe dönük’ kent konutu, havlıya bakan tarafında ‘boşluklu ve dışa dönük’ bir karakter kazanmıştı. Kalabalık, gürültülü, loş, kamusal sokaktan sakin, huzur veren, aydınlık mahrem havlıya ve odalara sündürme ile ulaşılırdı. Konuta Gerek iklim şartları, gerekse içe dönük aile yaşantısı, her kent konutunda küçük ya da büyük bir havlıyı gerektirmişti. Yüksek duvarlarla sarılmış havlı, günlük işlerin yapıldığı, çocukların oynadığı, komşuluk ilişkilerinin sürdürüldüğü, düğünlerin yapıldığı sosyal bir mekandı. Burada, yasemin gibi kokulu bitkiler, portokal, hurma gibi meyve ağaclarının yanında, havuz, şadırvan, fıskiye ve kuyu gibi değişik su elemanları bulunurdu. Akdeniz güneşinin kavurduğu sıcak sokaktan, püfür püfür esen bir boğaz gibi içeri çeken sündürme aracılığı ile yeşillikler içerisindeki gölgeli, serin havlıya ulaşmak insana ‘cennete gelmiş’ hissi verir çoğu zaman. Dar ve kıvrımlı sokaklardan sonra, böylesi bir mekana girmek inanılmaz bir süprizdir! Şimdi, ne olur kalkın ve bir kent konutumuzu ziyaret edin. Kültürel değerinin yanında, bizlere sunulan iklimsel konforun, görsel şölenin ve ruhsal huzurun bu ortamlarda tadına varın. Malesef bizim olan birçok şeyin kıymetini bilemediğimiz gibi, bu değerlerimizi de gün geçtikçe yitiriyor yahut da başkalarının bu keyfi sürmesine gıpta ile bakıyoruz! Neden, Karaman (Karmi) Köyü’ndeki konutlar birçoğumuz için cazip de kentte, herşeye yakın, çağdaş kullanıma kolaylıkla uyarlanabilecek bir kent konutu değil? Sonuçta, bu konutların korunup yaşatılmasını da sağlayacak böylesi bir ‘sahiplenme’, bizlere de sunulmuş sosyolojik, psikolojik ve de ekonomik bir nimettir. İçinde sürekli yaşayan, kültürel değerini bilen, sunduğu imkanların farkında ve onları geleceğe taşıyabilecek zihniyette aileler ile bu konutların gerçekten korunacağına inanmaktayız. Aksi taktirde, kaç geleneksel kent konutumuzu daha sırf yaşatabilmek için müze, galeri veyahut da dernek binası yapabiliriz ki? Hıfsiye Pulhan (HERA-C Yönetim Kurulu Üyesi) 20. Yüzyıl başında, Geleneksel Kıbrıs Kent Konutlarından oluşan bir sokak manzarası, Lefkoşa. (Photograf: Theodoulos N. Toufexis, (Stavros G. Lazarides (Ed), Theodoulos N. Toufexis: The AwardWinning Photographer of Cyprus, Ephesus Publishing, Nicosia, 2004, p.123). Fig 2. 20. Yüzyıl başında, Geleneksel Kıbrıs Kent Konutlarından oluşan bir sokak manzarası, Lefkoşa. Photograf: Theodoulos N. Toufexis, (Stavros G. Lazarides (Ed), Theodoulos N. Toufexis: The Award-Winning Photographer of Cyprus, Ephesus Publishing, Nicosia, 2004, p.5). + CMYK Kaynaklar: • H. PULHAN. “An Enclosed Court: A Conceptual Analysis of the Traditional Courtyard House in Cyprus”, 4th ISVSInternatıonal Seminar On Vernacular Settlements, 14-17 Şubat, 2008, Ahmedabad. • H. PULHAN, I. NUMAN. “The Traditional Urban House in Cyprus as Material Expression of Cultural Transformation”, Journal of Design History, Vol.19, No.2, 2006, s.no. 105-119. • H. PULHAN, I. NUMAN. “The Transitional Space in the Traditional Urban Settlement of Cyprus”, Journal of Architectural and Planning Research, Vol.22, No.2, s.no.160178, 2005. • H. PULHAN, I. NUMAN. “Living Patterns and Spatial organization of the Traditional Cyprus Turkish House”, Open House International, Vol. 26, No.1, Mart, 2001, s.no.34-41. + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. 06 GELENEKTEN EVRENSELE MİMARİ Kağan GünÇe konuk yazar: Nazife Özay SAYFA Doğu Akdeniz Üniversitesi “Uluslararası Kariyer İçin” kagan.gunce@emu.edu.tr- nazife.ozay@emu.edu.tr OSMANLI VE İNGİLİZ DÖNEMLERİ ETKİSİNDE KIBRIS KAPILARI kapıları da yüksek ve genellikle çift kanatlı olarak düzenlenmiştir. Endüstri Devrimi öncesine denk gelen dönemde el işçiliği de ön plana çıkmaktadır. Giriş kapılarının başlıca malzemeleri taş, ahşap ve metaldir. Çift kanatlı aynalı ahşap kapıları, taş çerçeve çevrelemekteydi. Girişler düz lentolu veya kemerli olabilmektedir. Kemerler de yarım veya basık kemer olarak çeşitlilik göstermektedir. Kapı başlıkları, düz ya da kemerli olsalar da demir işçiliğinin en güzel örneklerini Utarit İzgi ve Belde Batum Aysel, Kapılar ve Hafif Bölmeler adlı kitaplarında, mimarlıkta kapı sözcüğünü, “yaygın olarak mekanı sınırlayan düşey yüzeylerde (duvar) bırakılan boşluk ve o boşluğu denetlemek üzere görevlendirilen hareketli öğe (doğrama)” olarak tanımlamaktadırlar. Tarihe tanıklık etmiş geleneksel yapı örneklerinde de görüldüğü gibi dış kapılar, gerek sirkülasyonu sağlama, gerekse kontrollü ve denetimli fiziksel bariyer oluşturma işlevi açısından önemli oldukları kadar simgesel anlamlar taşımaları ile de özel bir öneme sahiptirler. ‘Gelenekten Evrensele Mimari’ isimli sayfanın bu sayısında değerli arkadaşım Nazife Özay’ı misafir ediyorum. Kıbrıs’ta, Osmanlı ve İngiliz Dönemlerinde inşa edilen ve geleneksel olarak nitelendirilebilecek yapılara ait kapıların serüvenini Nazife’nin kaleminden okumaya çalışacağız. Figür 1 – Osmanlı Dönemi, konut mimarisi örneği / Derviş Paşa Konağı Kağan Günçe Bina elemanları, mimari yapıya anlam kazandıran en önemli faktörler arasındadır. Yapıda kullanılan, teknoloji, teknikler, detaylar, malzemeler, renkler ve süslemeler kullanıldıkları dönem, kültürel yapı, coğrafik ve ekonomik koşullar gibi konularda bizleri bilgilendirmektedirler. Bina elemanlarından en göz önünde bulunanlarından biri de kapılardır. Özel hayatın sınırlarını çizerken aynı zamanda bizi dış dünyaya bağlayan kapılar, bina elemanları arasında belkide en önemlilerindendir. Kapılar arkasında kendimizi güven ve huzur içinde hissederiz. Fiziksel geçiş, mekanlar arası bağlantı, ışık, havalandırma ve görsel ilişki kurma gibi işlevleri olan kapıların, aynı zamanda sembolik anlamları da vardır. Bina hakkındaki ilk intiba giriş kapısı ile başlamaktadır. Kullanılan süslemenin barındırdığı anlam, gösterişli ya da gösterişten uzak olması, renk, malzeme, doku, biçim gibi özellikleri bina sahibinin ekonomik durumu, beğenileri ve ait olduğu kültüre dair değerleri yansıtmaktadır. Roma, Bizans, Luzinyan, Venedik, Osmanlı ve İngiliz Dönemleri, Kıbrıs’ın kültürel ve mimari mozaiğinin oluşmasında önemli roller oynamışlardır. Mimari zenginliğimizin önemli bir yansıması olan “Geleneksel Kıbrıs Kapıları” geçmişten bügüne uzanan serüvenleri ile mimarimizde büyük anlamlar taşımaktadırlar. Günümüze kadar gelen sayısız örnekleri ile Osmanlı ve İngiliz Dönemlerine ait kapılar, varlıkları ile bizlere o dönmeleri hissettirmektedirler. Özellikle bu iki dönemde, konut mimari yapılarına ait kapı örnekleri, kültürel, çevresel, teknolojik ve ekonomik gibi birçok özelliğin izlerini taşımaktadırlar. Kapılara ait özellikleri daha iyi anlamak için sözkonusu dönem mimarilerine genel bir bakış yapmak yerinde olacaktır. Osmanlı Dönemi (1571-1878) Türk’lerin Orta Asya göçebe yaşam tarzından, Anadolu’daki yerleşik düzene geçmesi ile başlayan konut tipi, genel olarak “Geleneksel Türk Evi” olarak bilinir. Osmanlı İmparatorluğu’nun büyümesi ile bu konut anlayışı da büyük alanlara Figür 2 (a,b) – I. İngiliz Dönemi, konutuna ait kemerli giriş kapıları Figür 3 – II. İngiliz Dönemi, konutuna ait giriş kapısı yayılmıştır. Kıbrıs’ın 1571 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmesi ile konut kültürünün etkisi Ada’da da görülmeye başlar. Kıbrıs’daki Osmanlı Dönemi konutları, genellikle Türk – İslam yaşam şeklini yansıtan, Geleneksel Türk Evi izlenimi versede, Lüzinyan ve Venedik gibi geçmiş kültürlerin etkisi, çevresel faktörler ve malzeme farklılığı ile kendine has mimarisini oluşturmuştur (Figür-1). Bu konut tipinin en önemli özelliği mahremiyete verilen önemdir. Çoğunlukla, yüksek avlu duvarları ile dış yaşamdan izole edilen evin alt kattaki pencereleri de mümkün olduğunca içeriyi göstermeyecek şekilde düzenlenmiştir. Tek katlı ve iki katlı konak niteliğinde olan konutlar, yüksek tavanlı iç hacimleri ile dikkat çekmektedirler. Bu orana uygun olarak düzenlenen cephelerde, giriş sergilemektedirler. Bazı kapı başlıklarında yapım tarihi de bulunmaktadır. Bunlara ilaveten, kilit, tokmak ve çiviler Osmanlı Dönemi kapılarının diğer aksesuarlarını oluşturmaktadırlar. İngiliz Dönemi (1878-1960) Yaklaşık dörtyüz yıl gibi uzun bir süre Osmanlı idaresi altında kalan Ada, İngiliz Dönemi ile birlikte Batı kültürü ve teknolojileri ile tanışmaya başlar. Bu dönemi, mimariye yaptığı etkiler ve getirdiği yeniliklere bağlı olarak iki bölümde incelemek mümkündür. + I. İngiliz Dönemi (1878-1930): İngiliz Dönemi’nin bu ilk yarısında, genellikle konut anlayışı Osmanlı Dönemi’nin bir CMYK nevi devamı olarak, küçük değişikliklerle devam etmiştir. Bu devamlılığın en önemli etkenleri, yıllar süren Osmanlı egemenliği süresince halk tarafından kabul gören yaşam tarzı, din ve kültür birliğidir. Yine tek katlı ve iki katlı, çoğu konak niteliğinde olan yüksek tavanlı konutlar bu dönemde de inşa edilir. Dönemin dışa açık yaşama biçimi ve iç mekan organizasyonunun bir parçası olarak, özellikle pencere oranlarında farklılıklar meydana gelmiştir. Bununla beraber, Osmanlı Dönemi’nin en karakteristik mimari mekanlarından biri olan cumba ise yerini balkona bırakmıştır. Bu dönemde, yine Osmanlı Dönemi’nde uygulanan giriş kapılarının benzeri türde, çift kanatlı ve camlı kapılar kullanılmıştır (Figür-2). Demir işçiliği hem başlıklarda, hem de kanatların üst tarafında bulunan pencerelerde önemli bir yer tutmaktadır. Osmanlı Dönemi’nden farklı olarak giriş kapıları bu dönemde doğrudan yol ile ilişkilendirilmektedir. II. İngiliz Dönemi (1930-1960): İngiliz Dönemi’nin ikinci yarısında, hem kültürel hem de mimari açıdan farrklılıklar gözlemlenmeye başlar. Endüstrileşme ile birlikte gelen yeni teknoloji ve malzeme, tasarımdaki yansımalarını gösterir. Betonarmenin kullanılmaya başlanması ile farklı form ve mekan yaratma olanağı doğmuştur. Birinci dönemde gözlemlenen dar ve uzun pencereler yerini yeni bina teknolojilerinin bir yansıması olan geniş pencerelere bırakmıştır. Kapılarda da durum farklı değildir. Değişim sadece oranlarla sınırlı kalmaz. Geniş taş çerçevenin yerini, bu dönemin ahşap ve metal yalın çerçeveleri almaya başlar. Demir işçiliği devam ederken, diğer dönemlerden farklı olarak kapılarda şeffaflık ve cam kullanımı ön plana çıkar. Çoğunlukla, giriş kapıları yarı açık bir geçiş alanına (sundurma, teras) açılmaktadır (Fig.3). Kıbrıs Yerel Mimarisi de sözkonusu dönem ve koşullarına paralel olarak benzer özellikler göstermektedir. Köylerdeki giriş kapıları ekonomik durumla da alakalı olarak çoğunlukla daha yalındır. Bununla birlikte, kabara çivi kullanımı, çakma tipi çift kanatlı kapılar ve kapı tokmakları ön plana çıkmaktadır. Yukarıda da değinildiği üzere, hergün önünden yürüp geçtiğimiz, zaman zaman tokmağına vurduğumuz yada anahtarıyla açıp içeri girip, örttüğümüz bu kapılar, bize geçmiş dönemlerin hikayesini anlatır. Değişen dünya koşullarına ayak uydururken, bu denli önem taşıyan, kültürümüzü, yani bizi oluşturan sözkonusu değerlerimizi anlamalı, öneminin bilincine vararak sahip çıkımalı ve yaşatmak için çaba göstermeliyiz. Kaynakça: Naziye Özay • Özay, N. Geçmişten Günümüze Kıbrıs Konut Mimarisi İç Mekan Tasarımı. Kıbrıs Sokaklarında Mimariye, Yaşama ve Çevreye Dair (by: Dr. Uğur Ulaş Dağlı), Işık Kitabevi Yayınları, Lefkoşa, 1999. • Özay, N. and Abbasoglu, S. Typological Analysis of the Doors in the British Period (1878-1960); The Case of Kyrenia, Cyprus. Livenarch 2007, 3rd International Congress, KTU, Trabzon, Türkiye, Temmuz 2007. + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA 07 Kağan Güner “Uluslararası Kariyer İçin” kagan.guner@emu.edu.tr ARABA TASARIMININ ARDINDAKİ GERÇEKLER Tasarım dünyasının önde gelen çalışma alanlarından birisi olan, otomobiller çağdaş yaşamımızın ayrılmaz bir parçası haline geldiler. Bu ayrılmazlık kendi içinde birçok çelişkileri de barındırıyor. Bu çelişkileri birbirine bağlayarak düşünmeye çalışalım. İngiltere’de yapılan bir istatistik araştırma, 1840’lı yıllarda yanı ulaşımın atlar ve faytonlarla yapıldığı yıllarda Londra içindeki ulaşımın ortalama hızının saatte 12 mil olduğunu, günümüzde ise bunun satte 8 mile düştüğünü gösteriyor. Teknolojik gelişimle zıt bir şekilde, araçlarımızdaki 240, 280’leri gösteren hız ibrelerinin, kilitlenmiş kent trafiği yüzünden hiç bir işe yaranmadığı bir gerçeklik yaşıyoruz. Hız ibreleri deyince; arabaların 200’lü ve hatta 300’lü km’leri gösteren motor teknolojileri de elimizin altında duran, fakat hiç bir zaman kullanmadığımız, kullanmaya yeltendiğimiz zaman da, kendimizin ve başkalarının hayatını riske attığımız, her gün haberlerde izlediğimiz trafik kazası felaketlerine neden olmakta. Trafik kazaları deyince; trafik kazalarının sadece Türkiye’de ve Kuzey Kıbrıs’ta bu kadar yüksek seviyede olduğunu ve bunun da ‘gelişmemişliğimize’ bağlı olduğu yolunda genel bir kanı var. Sadece İngiltere’de her gün onlarca insanın, Batı Avrupa’da yüzlerce insanın trafik kazalarında hayatalrını kaybettiğini biliyor musunuz? Hayır. Çünkü haberlerde yer almıyor. Haberler de yer almıyor. Çünkü araba firmalarının reklam gelirleri medyanın elini kolunu bağlıyor ve satışlar etkilenmesin diye, trafik kazaları haberlerde yer almıyor. Ya da ‘medya etiği’ diye açıklanarak, bu haberlerin izleyiciler ve özellikle de çocuklar üzerinde olumsuz etki yaptığı gerekçesiyle, trafik kazası haberlerinin güncel medyada yer almadığı açıklanıyor. Fakat soru ortada duruyor. Örneğin İngiltere’de bir gazete alın ya da TV’de haberleri seyredin. Bir tane bile trafik kazası haberine rastlanmamasının nedenini siz düşünmeye devamm edin. Medya deyince; Amerikan Otomotiv Endüstrisi’nin kalbi olan Detroit’in iflas etmesini, Amerikan medyasının dev isimleri olan bir dizi gazetenin krizi izledi. Nedeni gayet basitti. Medyanın en büyük reklam geliri otomotiv endüstrisinden geliyordu. Otomotiv Endüstrisi deyince, bu sektör, makro ekonomik krizden ilk etkilenen ve etkilendiği zaman da krizi domino etkisi yaratan bir karaktere dönüştü. Üretilen milyonlarca araba satılmak zorunda. Sadece Detroit krizi, Amerika’da 2 milyon işçinin işsiz kalmasına neden oldu. Bu kriz hemen mortgage sektöründeki krizi tetikleyen en önemli etken oldu. Evlerimiz ve arabalarımız ayrılmaz bir bütün oluşturuyorlar. Evlerimiz deyince, Batı Avrupa’da evinizin önündeki arabanızı parketmek için, her sene belediyeye yüklü bir park yeri parası ödemek zorundasınız. Sokağınızdan çıktığınız anda da, kent içinde arabanızı parketmek neredeyse imkansız hale geldi. Londra, Paris gibi Batı metropolleri arabalarını kullanamayan insanların bisikletlere yöneldiği bir geçiş sürecini yaşıyor. Bisikletler deyince, 80’li yıllarda Londra’da, Pekin sokaklarındaki bisiklet trafiği ile dalga geçen siyasetçileri hatırlıyorum. Çin’in teknolojik geriliğini “ispatlamak” için binlerce bisikletlinin görüntüleri üzerinden konuşurlardı. Şimdi ise İngiltere’de ehliyet sınavında “ Havadaki karbondioksit emüsyonlarını azaltmak için ne yapmak gerekir?” sorusunu “Bisiklet kullanırım.” Diye yanıtlamak zorundasınız. Havadaki karbondioksit emüsyonları deyince, İstanbul’da havadaki karbondioksit emüsyonunun %18’i içten yanmalı motorlu arabalar tarafından üretiliyor. Sokağa adım attığınız anda, hatta hava almak için camınızı açtığınız anda soluduğunuz hava karbondioksit emüsyonları oluyor. İngiltere’de doğan her dört çocuktan biri astımlı doğuyor. Çünkü bebekelr anne akrnından itibaren karbondiyoksit emüsyonalrını alıyorlar. İçten yanmalı motorlar deyince; teknolojik gelişim uzun yıllardır, elektrikli arabaları üretecek seviyeyi yakaladı. Fakat 100 yıllık kurulu teknolojilerin değiştirilmesi yatırımının altına kimse girmiyor. Dünya siyasetinin enerji politikaları üzerinden gittiği, petrol savaşalrının yaşandığı çağımızın reel politik nedenleri de buna eklendiğinde, elektrikli araba projeleri raflarda durmaya devam ediyordu. Ta ki, geçtiğimiz yıl Çin, 2020 yılı itibariyle Çin’deki tüm arabaların elektrikli motorlara geçmesine resmi olarak karar verinceye kadar. Anadol Böcek Çin deyince; dünyanın en büyük nüfusuna sahip ve 2020 yılında dünya ekonomisinin liderliğini ABD’den alacağı öngörülen Çin’deki kullanıcı potansiyeli, tüm araba üreticilerini elektrikli motorlara yöneltti. OTOMOTİV SEKTÖRÜNDE TEKNOLOJİ DEĞİŞİRKEN Buraya kadar sıraladığımız birbiriyle bağlantılı bu nedenler zincirinin son halkasında, büyük bir teknolojik dönüşümün eşiğindeyiz. İçten yanmalı motorların yerini elektrikli motorlar alıyor. Teknoloji her ne kadar değişse de, bir teknoloji devriminin gerçekleşebilmesi, altyapıdaki değişime bağlı bir olgu. Şöyle tarif edelim; sizin gelişen teknolojiniz ile arabalar 300’lü km.’lerde hız yapabilme kabiliyetinde iken, halen daha yolalrda bu kadar insan trafik kazalrında ölüyorsa, alt yapı halen daha değişmemiş demektir. 150 yıldır asfalt ile yol yapıyorsanız, orada değişmeyen bir alt yapı vardır. Dolayısla ürün tasarımının tek başına yeterli olmadığı bir krizin içerisindeyiz. Bunu bu yazının konusu içinde düşündüğümüzde, arabaları üretiyoruz, bir şakilde promosyonlar, indirimler, taksitli satışlar, araba fuarlarındaki bikinili mankenler ile satıyoruz. Ama kullanamıyoruz. Park edemiyoruz. Park etsek, her sene ödediğimiz park cezaları ciddi maddi külfetler oluşturuyor. Hırsızlık artmış durumda. Araba sigorta şirketleri sektörün yan kolu olarak hiç bir üretim yapmadan para kazanıyorlar. Araba kullanımı içinden çıkılmaz bir duruma dönüşmüş durumda. Ama araba reklamları, bize hergün bir yaşam biçimini sunmaya devam ediyorlar. Araba reklamları bize arabaları;erkek sürücüler için güzel bir kadın, kadın sürücüler için de yakışıklı ve çekici bir erkek imajı olarak,bazen de huzurlu ve Taksi Örneği güvenli çocuğumuz olarak sunuyorlar. Bu reklam imajları da artık bir sona erdi ve araba firmaları araba tasarımının kullanım sürecinden gelen gerçek sorunları ile uğraşmaya başladılar. TÜRKİYE ELEKTRİKLİ ARABALARA HAZIRLANIYOR + Elektrikli arabaların alt yapısının hazırlanması bu sürecin ilk adımı olarak gerçekleştiriliyor. İstanbul’da yılbaşından sonra elektrikli arabaların şarj istasyonları, otoparklarda, AVM’lerde açılıyor. 220 voltluk 16 Amperlik elektrik enerjisiyle bir arabanın bir şarj dolumu 2, 2.5 saatte gerçekleşiyor. 36 amperlik bir dolum ise 20-25 dakika sürüyor. Dolayısıyla şarj istasyonları ilk etapta 36 amperlik sistemle devreye girecek. Kuşkusuz bu, petrol istasyonlarından farklı bir mekansal tasarımı gündemimize getirecek. Otoparklar ve AVM’ler dışındaki şarj istasyonları, petrol istasyonalrından CMYK farklı olarak, cafe konsepti ile birleşecek. Arabanızla istasyona geleceksiniz. Kahvenizi, çayınızı içebileceğiniz, internete girebileceğiniz ve 20 dakika geçirebileceğiniz bir mekan konsepti, mimar, iç mimar ve tasarımcıların önüne şu anda konmuş durumda. Avrupa’nın 2020 yılı için elektrikli araba üretiminde önüne koyduğu hedef, %10’luk bir kullanım dilimi. Türkiye bu dilimi şu anda %20’lere yükseltmiş durumda. Bu üretimsel değişim, kuşkusuz bugüne kadar araba üretimini,n periferisinde kalmış ya da montaj sektörüne kilitlenmiş Türkiye gibi ülkelere, dünya üretiminde yer almaları için büyük bir fırsat da yaratıyor. Hindistan bu fırsatı ilk yakalayan ülkelerden birisi. Geçtiğimiz yıl 1250 Dolara satışa sunulan TATA-Nano ile iö pazarını tekeline alan Hindistan, bu yıl elektrikli TATA’yı da piyasaya sürüyor. >> DEVAMI SAYFA 8’DE + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. SAYFA 08 ENDÜSTRİ ÜRÜNLERİ TASARIMI Doğu Akdeniz Üniversitesi Kağan Güner “Uluslararası Kariyer İçin” kagan.guner@emu.edu.tr ARABA TASARIMININ ARDINDAKİ GERÇEKLER >> SAYFA 7’DEN DEVAM aynı zamanda ofisi olarak kullanıyordu. Dolayısıyla küçük ticari araçların kokpit tasarımlarına ofis faktörü eklendi. CARGO’nun uzun şaşisi, eskiden Anadolu esnafı için tasarlanmış KARTAL’lar da olduğu gibi geniş kapasiteli bir yük taşıma kapasitesi sunarken kokpit sürücünün ofis ihtiyaçlarını da karşılayabilecek bir konsepte sokuldu. TÜRK OTOMOTİVİ YERLİ ÜRETİMLE MARKALAŞIYOR Türkiye ise bir atılımın eşiğinde, 1960 ihtilali’nden sonra sadece iki adet üretilebilen %100 yerli Türk arabası DEVRİM’den sonra bu yıl Türkiye ilk defa %100 yerli araba üretimine giriyor. OTOSAN tarafından New York’taki taksi ihalesi için gerçekleştirilen KARSAN adlı Taksi Modeli, NY ihalesini alsa da almasa da piyasaya çıkmaya hazırlanıyor. Tasarımı Jan ve Claude Naum kardeşler tarafından gerçekleştirilen araba, Türkiye’nin önünde yeni bir sayfa açıyor denebilir. 24 Temmuz tarihli Hürriyet ve SABAH gazetelerinde Jan Nahum üretim hedeflerini şöyle açıklıyor: “Yapılan hesaplamalara göre 2010’da 1.5 milyon üretim yapan Türk Otomotiv sektörünün 2025’te 5 milyon araç üretime çıkması planlanıyor. Yani Avrupa’daki 4 araçtan biri Türkiye’de üretilecek. Buna bu şartlarda Avrupa ve dünya izin verir mi? Tabii ki hayır. O yüzden bizim kendi markalarımızla bu hedefe ulaşmamız gerekiyor. “ Türk tasarımının ulusal Pazar da yakaladığı kullanıcı merkezli bu tasarım başarısı, global ihtiyaçlar bazında da yakalanmak üzere. Ticari araçlar da DOBLO tasarımını gerçekleştiren Naum kardeşler, NY için geliştirilen taksi modeli için, global ölçekte üretim yapabilecek bir üretim platformu geliştirmiş durumdalar. Bu platform üzerindearacın üst kabuğu değiştirilerek her türlü araç üretilebilecek. Dubai, İstanbul için ayrı modeller aynı platformda üretilebilecek. Dolayısıyla, aracın ürün tasarımında yer alan üretim bandı tasarımının, tasarım sürecine eklenmesi, ihtiyaca göre değişebilecek, modüler üretim bandının geliştirilmesi, Türk Otomotiv sektörünün markalaşmasında önemli bir adım olacaktır. Araba Örneği Sonuç olarak baktığımızda, Türk Otomotiv tasarımı bir eşikte yer almakta. Bu eşikten kendi markalaşmasını yaratarak çıktıktan sonra, altenatif enerjili araba üretimlerinin de alt yapısının hazır olduğunu biliyoruz. Geçtiğimiz yıl Cenevre Fuarı’nda sergilenen Murat Günalı ile Aphan Manas’ın tasarladıkları yerli elektrikli araba MİA bu örneklerin içinde sadece bir tanesi.10bin Euro’ya satılması öngörülen MİA tek dolumluk bir şarjla 250 km. Mesafe gidebiliyor. MİA’nın üretimi için Türkiye’de görüşmler OTOKAR bünyesinde devam ediyor. Türk sermayesini otomotiv sektöründe kendi markasını yaratmaya iteleyen gelişmeler aslında 2009’un son aylarında yaşandı. DEVRİM arabasının Türkiye’de ürettirmeyen uluslararası sermaye, Türkiye’yi 50 yıldır montaj sektörüne mahkum etti. Montajda Türk tasarımı kendi geliştirdiği segmentlerle önemli adımalr attı ve deneyim kazandı. Fakat üretimdeki ve pazarlamadaki ulusal karar mekanizmaları hep engellendi. Bunda KOÇ Grubu’nun bugüne kadar oynadığı olumsuz rol bugün Türk sermayesi ve en başta KOÇ Grubu tarafından ele alınıyor sanıyorum. 1976 yılında KOÇ Otomotiv Grubu’nda Naum Kardeşlerin tasarlayıp ürettiği ÇAĞDAŞ’ın üretimine KOÇ izin vermedi. Bu modeli daha sonra CITROEN satın aldı. BX adıyla 12 yıl üretti ve en çok sattığı modeli oldu. ANADOL’un üretimi aynı şekilde patent ile üretildiği için, patentin alındığıı FORD, Anadol’un tam da tasarımını geliştirdiği dönemde kendi pazarını tehlikede görerek patenti iptal etti. Kartal, Doğan, Serçe modelleri ile bilinen Kuş Serisi, başarılı arabalardı ve Türk mühendisliği, tasarımının eseriydi. Aynı şekilde üretime devam edemedi. Dolayısıyla herşey sektörün ulusal karar alma mekanizmalarını harekete geçirebilmesine bağlı. Türkiye’deki tasarım eğitiminin de, uzun yıllardır oluşturduğu sağlam eğitim temeli, bu ulusal karar mekanizmalarına eklendiğinde , Türk Otomotiv Sektörü 21nci yy’da önemli başarılara imza atacaktır. Elektrikli Araba TÜRK OTOMOTİVİNİ MARKALAŞMAYA İTEN SİYASİ GERÇEKLER Taksi Örneği Tüm bu tarihsel sürece tüy diken gelişmeler, geçtiğimiz yıl RENAULTMais’in Türk Tasarımcılarının katkısıyla geliştirdiği modelleriyle, Kuzey Afrika pazarına açılmak istemesiyle başladı. Bizzat Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy devreye girerek, Kuzey Afrika pazarına Fransa’dan başka bir ülkede üretim yapan RENAULT işletmelerinin giremeyeceğini karara bağladı. Aynı şekilde Berlusconi’nin Türkiye Hükümeti ile bu kadar içli dışlı olmasının tek sebebi de, FIAT’ın Türkiye’deki Pazar payını ve üretimini elinde tutabilmek için. TÜRK OTOMOTİV SEKTÖRÜNÜN GELECEĞİ + Bir diğer nokta ise Türk Otomotiv Sektörü, Türkiye’nin toplumsal dinamiklerini tespit ederek tasarıma yansıtmaya başladı. Bunun en önde gelen örneği, Renault’nun MASTER ve CARGO modelleri ile iç piyasada yakaladığı Pazar. KOBİ’lerle beraber küçük üreticilerin ekonomideki paylarının yükselmesi ile beraber, ticari araçların kokpit tasarımına Türk tasarımının eli değdi. Tespit edilen kullanıcı ihtiyacı şuydu; Küçük üretici Anadolu’da uzun iş seyahatlerine çıktığında, aracını CMYK Kuzey Kıbrıs, sözünü ettiğimiz bu süreçte, kendi içinde çok önemli adımlar atabilir. Kamusal ulaşımın çok sınırlı olduğu, herkese neredeyse bir araba düştüğü Ada’da, Kuzey Kıbrıs ilk aşamada, elektrikli şarj istasyonlarının alt yapısını hazırlayarak Akdeniz’de yeşil yaşamın ilk örneğini verebilir. Çevre dostu arabalar ve bu arabaların alt yapısı ile Yeşil Kıbrıs’ın yaratılmasını sağlayabilir. Belki de hatırlanması gereken ilk şey, Kuzey Kıbrıs’ta sağlam bir tasarım eğitiminin verilmekte oluşudur. Kağan Güner + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. İÇİMARLIK Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA 09 Özlem Olgaç Türker “Uluslararası Kariyer İçin” ozlem.olgac@emu.edu.tr 2010 MİLANO ULUSLARARASI MOBİLYA FUARI’NIN ARDINDAN Hacettepe Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü ile DAÜ İç Mimarlık Bölümü ve Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümleri’nden öğretim üyeleri ile öğrencilerin oluşturduğu bir grup, Milano’da 14-18 Nisan tarihleri arasında gerçekleşen Milano Uluslararası Mobilya Fuarı’ndaydık (Salone Internazionale del Mobile). Fuar, tüm ihtişamıyla bizi karşılayan 150,453 m2lik fuar alanı “RHO Fiera Milano”da yer aldı. Geniş, net bir aks üzerinde konumlanan, ve her biri bağımsız bir uydu gibi çalışan fuar birimlerinden oluşan fuar alanı Mimar Massimiliano Fuksas’ın tasarımı. Fuarda firmaların standları konularına göre farklı mekanlarda sergilenmekteydi. Çağdaş tasarımların sergilendiği Modern Salon (Salone Moderni); Tasarım ürünlerinin sergiendiği Dizayn Salonu (Design); Klasik mobilyaların sergilendiği Klasik Salon; Tasarım okullarının öğrencilerinin yaratıcı tasarımlarının sergilendiği Uydu Salon (Salon Satellite); Mutfakların sergilendiği Mutfak Salonu (Eurocucina); Banyoların sergilendiği Uluslararası Banyo Salonu (International Bathroom Exhibition); Aksesuarların sergilendiği Uluslararası Aksesuar Salonu (International Furnishing Accessories Exhibition); Ofis Mobilyalarının sergilendiği Büro Salonu (SaloneUfficio) gibi ayırımlar mekansallaşarak, iki katlı doğrusal dolaşım aksına takılan prizmatik kütlelerde hacim kazanmaktaydı. Bu kadar büyük bir sektöre hizmet eden restoran-kafeler ise yine aynı aksa takılan eliptik mekanlarda servis vermekteydi. Salon Satellite bölümü, tasarım okullarının öğrenci çalışmalarını sergiledikleri, yaratıcılığın en yüksek olduğu bölümdü. Japonya’dan katılan öğrenciler, gözlük olarak takılabilen bir tasarımla, elinizle çerçevelediğiniz karenin fotoğrafını çeken “Gözlük –Kamera” ile odak noktasıydılar. Birçok köklü Italyan Tasarım firması yanında dünyanın birçok yerinden temsiliyet vardı. Sade-minimalist tarzları ve ahşabı plastik kökenli bir malzeme gibi heykelsi kullanan Kuzey Avrupa ülkeleri ile teknolojiyi tasarımla bütünleştiren Japonya, son yıllarda, İtalya’nın tasarım ününü elinden almaya başlamış bile... Fuarda sergilenen ürünler kadar, stand tasarımları; firmanın fuarda tutuğu alan; ve konum firmanın prestiji hakkında fikir vermektedir. Ünlü tasarımcıların imzasını taşıyan birçok ürün özel biçimde sergilenmişti. Örneğin Philip Starck imzalı sandalyelere dokunulmaması için birkaç sandalyelin durduğu her standın başına bir koruma görevlendirilmiş durumdaydı. Fotoğraf çekimi, fuarın bir tek o noktasında yasaktı. Bu VIP (!) uygulama ile ürüne olan talebin artması hedefleniyor sanırım. Dizayn Salonu (Design), 2010. Fuarın son gününde, birçok firmada iş anlaşmaları yapılmakta Yaratıcılık mı; moda mı? Modanın ve akımların tasarıma etkisi tartışılmaz. Ürün tasarımlarında, hem yakın zamanda yükselen trendleri takip eden stiller hakim olmuş; hem de son dönemde her alana damgasını vurmuş olan yeşil kavramı (green design) tasarımlara da yön vermiş bulunuyor. Çevre dostu yaklaşımların ve geri dönüşümlü malzemelerin mobilyadan, tekstil tasarımına her alanda tasarımcılara yön veren bir önceliğe dönüşmesini çok anlamlı bulduk. Günümzde ıslak hacimler artık statü sembolüne dönüştü. Ünlü tasarımcıların imzasını taşıyan ürünler birçok standda ön plandaydı. Birçok marka, Karim Rashid veya Philip Starck gibi ünlü tasarımcıların imzasını taşıyan bir-iki ürün sergileyerek dikkat çekmeye çalışıyordu. Uydu Salon (Salon Satellite), 2010; Aydınlatma Elemanı Tasarımı Dekonstrüktif hatlara sahip mutfak tasarımı Yeniden amaçlandırılmış ve geri dönüştürülmüş tekstil örnekleri + CMYK >> DEVAMI SAYFA 10’DA + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. SAYFA 10 İÇMİMARLIK Doğu Akdeniz Üniversitesi Özlem Olgaç Türker “Uluslararası Kariyer İçin” ozlem.olgac@emu.edu.tr 2010 MİLANO ULUSLARARASI MOBİLYA FUARI’NIN ARDINDAN Tortona Bölgesi’ndeki etkinliklerden görüntüler, Milano, 2010: Bir grup tasarımcının konumlandığı bir mekanda endüstri ürünleri tasarımı sergisi Hem dairesel hatlar kullanarak trendi yakalamış; hem de teknolojiyi kulanarak yükselip alçalabilen raf tasarımıyla esneklik sunan bir mutfak tasarımı Uluslararası Banyo Salonu (International Bathroom Exhibition), 2010. Işık kullanımıyla mekan tanımı yapılan bir banyo standı Tortona Bölgesi’ndeki etkinliklerden görüntüler, Milano, 2010: Bir grup tasarımcının konumlandığı bir mekanda moda tasarımı sergisi >> SAYFA 9’DAN DEVAM tasarımlarına yakışır detay çözümleri; özel sistemler yaratmada etkili olmaktadır. Teknolojideki gelişmeler de tasarımları doğrudan etkilemekte. Firmalar, rekabet gücünü teknoloji kullanımıyla artırmakta; mobilya ve özellikle mutfak sektörüne kir tutmaz; çizilmez; yanmaz özellikleri sayesinde farklı yeni malzemeler girmektedir. Rekabet amaçlı olarak ön plana çıkan bu özellikler gündemde olmaya devam ederken, artık endüstrinin teknolojik olanaklarından yararlanılarak yuvarlak hatlı veya dekonstriktif köşelere sahip tasarımlar birçok farklı firmada karşımıza çıkmaktadır. Son zamanlarda, banyolar artık sadece banyo olarak değil; terapi alanları ve yine statü sembolü mekanlar olarak görülmektedir. Banyolarda, vitrifiye elemanları; armatürler;ve seramikler kadar, aksesuarlar da birer tasarım ürününe dönüşmüş; endüstri ürünleri tasarımcılarının odak noktalarından biri haline gelmiştir. Eğik, eğimli hatlara sahip mutfaklarda teknoloji yardımıyla yükselip alçalan raflar vb. çözümlerle esneklik ve çok amaçlı kullanımlar da elde edilebilmektedir. Teknoloji kullanımıyla geleceğin Tortona Bölgesi’ndeki etkinliklerden görüntüler, Milano, 2010: Bir seramik firmasının eğimli seramiklerle oluşturduğu spiral formlu standda, beyaz seramikler üzerinde tasarımcının skeçleri yer almaktaydı binlerce ilgili kişi ile fuar kadar kentin diğer mekanlarını yaşamak da bizim için çok olumlu bir deneyimdi. Özellikle bireysel veya kolektif aktivitelerin; firma tanıtımları veya tasasrımcı çalışmalarının sunularının sürprizli bir biçimde sokaklara; sokak aralarına; veya iç avlulara yayıldığı Tortona Bölgesi (Zona Tortona) , en az fuar kadar çekiciydi. Fuar alanı kadar dikkat çeken ve en az o yoğunlukta izleyici bulan bu tasarım merkezindebireysel veya kollektif tasarımcılar ve tasarım firmaları iç mekan tasarımı, endüstri ürünleri tasarımı, mobilya tasarımı, moda tasarımı, tekstil tasarımı, takı tasarımı gibi birçok tasarım alanında sergi veya enstalasyonlar sunmaktaydı. Fuar aracılığıyla ülke içi veya uluslararası anlaşmalar yapılıyor. Bayilikler veriliyor; tasarım telif hakları satılıyor, ... Genelde fuarın son gününde birçok standda yapılan iş anlaşmalarını gözlemlemek mümkün. Çeşitli konferansların, randevuların ve partilerin de patlak verdiği bir dizi program eşliğinde hayat bulan Uluslararası Mobilya ve Aksesuarları Fuarı’na paralel olarak tüm kentte yer alan etkinlikler kente akın eden RHO Fiera Milano, 2010. Restoran veya kafeler için tasarlanan kütleler eliptik formlarıyla fuar salonlarından ayrı bir dil oluşturmuş. Fuarda farklı motivasyonlarla bulunan birçok izleyici vardı. Fuara birlikt katıldığımız + CMYK Ankara’lı İç Mimar arkadaşlarım, fuarda detay - malzeme - yenilik çerçevesinde daha fazla uygulamaya yönelik gözlemler yaparken; öğretim üyesi diğer arkadaşlarım gibi ben de eğitime girdi oluşturabilecek veriler toplamaya çalıştık. Endüstri Ürünleri Tasarımcısı arkadaşım Guita Farivarsadri ile topladığımız broşürlerin yarısını elediğimiz halde, kilolarca broşürü öğrenclerimizin yararlanabilmesi için valizimizde taşıyarak DAÜ Mimarlık Fakültesi’nin malzeme laboratuvarına ekledik. Tasarımla içiçe geçen yoğun bir zaman diliminden sonra İzlanda’da patlayan kül trafiğine takılıp Ada’ya gününde dönememek stresli anılar eklediyse de, Milano’dan yeni kurulan dostluklar ve olumlu anılarla döndük. Özlem Olgaç Türker Nisan 2010 + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. KENTİN TADI TUZU Doğu Akdeniz Üniversitesi Şebnem HoŞKARA- “Uluslararası Kariyer İçin” konuk yazar: SAYFA 11 Neşe Yıldıran sebnem.hoskara@emu.edu.trv - neseyil@smileadsl.com YOLA ÇIKTIM MARDİN’E Bu hafta farklı bir kurgu ile karşınızda olacak bu sayfamız. Türkiye’nin çok özel bir kentinin–Mardin ve içinde bulunduğu özel bölgesinin tamamına bir “mekan” olarak yaklaşan bu yazıyı, İstanbul Yeditepe Üniversitesi’nden Neşe Yıldıran arkadaşımız kaleme aldı. Biraz da “gezi yazısı” havasında yazılmış olduğundan, Al Gözüm Seyreyle sayfamızın ve sorumlusu Türkan Ulusu’nun affına sığınarak sizlerle paylaşıyoruz bu yazıyı. Şebnem Hoşkara 1 Yeri göğü temiz memleketim Yıldızlar ona şarkı söylüyorlar Tek isteğim onu bir daha görmek Davul ve zurna ile Şehhaneyi oynuyorlar Şehhane Süryani Folklorundan Anonim Türkü Haziran ortasıydı Mardin-Midyat- Hasankeyf’i kapsayacak kısa bir geziye karar verdiğimde. Üniversitede öğrenci olduğum yıllardan tanıdığım ve bir tesadüf eseri kendisini yine bulduğum, artık yurtdışında yaşayan Midyatlı bir Asuri/ Süryani arkadaşım o kadar çok sayıklıyordu ki anavatanını, oraları gidip görmek bir görev olmuştu. Asuriler için bu bölgenin Turabdin olarak isimlendirildiğini biliyorum artık. Bu Mezopotamya ovasına bakan yüksek platonun Arami dilindeki adı. Asuriler/Süryaniler ise kadim bir halkın torunları, bölgeyi İ.Ö 1800lerden başlayarak denetim altında tutan Asurlardan geliyorlar. Roma’nın bu kıymetli doğu eyaletlerinin 4. yüzyılda Bizans adını vereceğimiz Doğu Roma’nın elinde kaldığını ve tüm Doğu Akdenizle birlikte süratle hıristiyanlaştığını biliyoruz. Kilisenin yaygın taşra örgütlenmesinden ve Talebanımsı vahşilikteki papazlarından yararlanmak, otokratik ve totaliter Bizans için bir gereklilik biçiminde ortaya çıkmaktaydı, ayrıca geçmiş dönemlerin pagan kültürlerinin tasfiyesi için de çok işe yarıyordu. Günümüzdeki Süryani kiliselerinin, bölgedeki ulus-devletlerin tek tipleştirici asimilasyon politikalarına karşı, Asuri halkların dil ve kültürlerini sürdürebildikleri yegane kurum olması ise hayatın bir cilvesi olsa gerek. Mardin gezimin ilk durağı oldu. Diyarbakır’a kadar uçakla gelmeyi ve Mardin’e minibüsle gitmeyi tercih etmiştim, Mezopotamya’ya yolculuk heyecanını adım adım yaşayabilmek için. Doğru bir karar, başka bir coğrafya ile karşı karşıya olduğunuzu hemen anlayıveriyorsunuz. Turabdin göz alabildiğine uzanıyor. Bu uçsuz bucaksız düzlükte Mardin, dağ üzerine kurulmuş bir şehir olarak daha ilk bakışta dikkati çekiyor. Yapıların Bergama Akropolünü anımsatırcasına kademeli teraslar üzerine yerleştirildiklerini görüyorsunuz, bu kademelenme yapıların tümüne benzersiz bir Mezopotamya manzarası sunuyor gündüzleri. Geceleri ise Mezopotamya sanki bir deniz, göz alabildiğine bir umman duygusu yaşatıyor. Üstelik bu durum, şehrin bomboş plato dururken neden bir dağ üzerine kurulduğu yönündeki soruların tümüne de şık bir cevap sunuyor: çünkü mükemmel bir esintisi var geceleri bu ummanın dağa çarpan. Hem evlere, hem de avlularına nefes aldıran harika bir esinti bu.Mardin, Venedik ve Kudüs gibi sit alanı ilan edilmiş bir şehir. Şehri görünce bu kararın doğruluğunu teslim ediyor insan. Şehir çok kültürlülüğüyle biricik bir konumda gerçekten, Asurilerin, Şafi Kürtlerin, Arapların bir arada yaşadığı bir yer burası, Süryani kiliselerinin çan 2 kuleleriyle Artuklu cami ve medreselerinin minareleri yan yana duruyorlar. Çarşıda biraz dolaşmak, insana bin yılı aşkın geçmişi olan gerçek bir ticaret merkezinde 3 olduğunu hissettiriveriyor hemen. Boşuna “Mardin kapı şen olur” dememişler. Esnafın arasında gezerken sadece benim gibi turistlerin Türkçe konuştuklarına şahit olduğumu da belirtmem gerek. Mardin yapıları, Kıbrıs’ın sarı taşını anımsatan bir taştan yapılmış. Üzerindeki yontu bezemeler, telkari işleri çağrıştıran bir ustalık ve özende. Taşın bu ustalıkta kullanılması, muhteşem bazalt kabartmalar ortaya çıkarmış olan Asurları akla getiriyor ister istemez. Nitekim özellikle Süryani konut ve manastır bezemelerindeki bordür, sarmal ve çiçeksi motiflerde bu ilişki açık seçik izleniyor. Öte yandan aynı yerde 4 yer alan cami ve medreselerde Büyük Selçukluların bezeme programını taş üzerine taşıyan Artukluları da, tüm Anadolu Selçukluları gibi bu izlek üzerinden düşünebiliriz. Mardin yapıları bu anlamda Kıbrıs yapılarını çağrıştırdı benim için, insana taşı sevdiriyorlar. Mezopotamya ise denizin yerini alıveriyor birden. Kademeli yerleştirilmiş yapıların, tüm bölgede izlenebilecek biçimde mutlaka iç avluları bulunuyor. Bu iç avlular geniş ve yayvan açıklıklarla ilerleyen sivri kemerli 5 revaklarla çevrelenmişler. Kemer açıklığı ve oranı, iç avlularda çarpıcı espasların sergilenmesine yol açıyor, çok geniş ve ferah iç avlular bunlar. Deyrulzafaran manastırının avlusu, bu tür avluların en çarpıcı örneklerinden. Meryem Ana kilisesinden dönüştürülen Mardin Müzesi binası ise kademelenmenin en iyi izlenebildiği yapılardan biri. Mardin yapılarında avlu ve merdivenlerin ışıkgölge dengesine katkıda bulunan taş korkulukları, ayrıca dikkate değer. Müzenin önündeki alan, eski şehrin merkezi işlevi görüyor. Çarşı meydanın önünden doğu- batı aksında uzanıyor, 6 dükkanlar iki yana dizilmiş bulunuyorlar. Kalenin eteklerindeki eski şehir, artık CMYK + ovaya inmiş olan şehrin hala kalbini oluşturuyor. Mardin’in çok özel bir mutfağı var. Elbette tarihsel önem taşıyan Süryani şarabını da denedim. Tıpkı II.Selim’in gerçekte Kıbrıs adasını alma nedeninin Kıbrıs rakısı olduğunun ileri sürülmesi gibi, II. Asurnasirpal’in Turabdin’ i topraklarına katmasında bu şarabın rolü olduğu öne süren bir şehir efsanesi var. Şarabın çok özel bir örneğini de Midyat’ta tattım. Midyat Turabdin’in kalbinde kurulmuş bir şehir ve özellikle eski şehir hala bir Asur şehri havasını koruyor. Midyat evleri enine geniş teras çatıları olan harika taş evler, teraslar 7 özellikle geceleri iç avlu görevi görüyor, çünkü damlara konmuş yüksek tahta kerevetler üzerine serilen ve cibinlikle çepeçevre sarmalanan yataklarda yatılıyor. Telkari işçiliğinin merkezi olan Midyat evlerinin taş bezemeleri de çok etkileyici. Günümüzde devlet konukevi haline dönüştürülmüş olan İbrahim ve İshak Saboğlu Konağı harika, yüzlerce yıl önceki konaklama merkezi havasını hala koruyan Gelüşke Han ise favori mekanlarımdan biri oldu. Midyat’ta bulunan Mor Gabriel manastırını çok dikkat çekici buldum. Ancak kimi bölümlerin restorasyonunun başarılı olduğunu söylemek güç. Özellikle manastır içinde yer alan ve 7. yüzyıla tarihlendiği belirtilen Meryem Ana kilisesindeki müdahaleler korkunç. Orijinal çapraz tonoz neredeyse yok olmuş. Bu tür tüm insanlığın ortak mirası durumundaki yapıları açıkça bozmak, kimsenin haddi olmamalı. Devlet- cemaatler/ azınlıklar arasındaki ilişkinin sağlıksızlığı, ne yazık ki böyle geri dönülemez sonuçlar yaratıyor. 8 Öte yandan Midyat içinde yer alan ve yine tarihsel önemi bulunan gölün, kirlilik bahane edilerek, ıslah edilmek yerine kurutularak otogara çevrilmesi, asla affedilemeyecek bir suç.Geri dönüşü olmayan yanlışlara bir diğer aday örnek Turabdin’deki son ziyaret alanım olan Hasankeyf oldu. Hasankeyf bölgedeki tüm tarihsel ve kültürel zenginliklerin izlenebildiği bir merkez olmasının yanı sıra, kaya oyuklarına yerleşmiş mağara evleriyle bir doğa harikası. En az Petra kadar ilginç, üstelik yaşamın tüm canlılığıyla sürdüğü bir yer. Yirmi beş yılı bulan süreçte tüm uzman ve aydın çevrelerin yoğun itirazına rağmen devam eden baraj konusunun yaratacağı sonuçlar görmezden gelinebilir gibi değil. Böyle bir alanın suyla dolması, tarihe karşı işlenmiş bir cinayet. Midyat gölünü ortadan kaldıran zihniyet fukaralığı, Hasankeyf vadisini suyla dolduruyor. Bunun gerçekten anlaşılabilir bir yanı yok. Üstelik bölge insanının asimilasyon kaygılarını körüklüyor bu durum, bölge tarihinin bilinçli biçimde yok edilmesi girişimi olarak değerlendiriliyor ister istemez. Çözüm? Olmadığına ikna edilmem çok zor. Su seviyesini yükseltmeyecek ek kanallar ve rezervuarlar açılabileceğini düşünenlerdenim. Yüksek maliyet diyenler için de yanıtım hazır: tersi durumdaki maliyet hesap bile edilemez. Bu konuda hepimize görev düşüyor, çünkü yürütme erki her zaman doğruyu bulamıyor. O doğrunun çok yüksek sesle ve devamlı dile getirilmesi gerekiyor. Bu beni değiştiren bir gezi oldu. Buralara pek çok kez geleceğim. Ubi bene, ibi patria. Neşe Yıldıran Fotoğraf Listesi 1. Mardin Genel Görünüm-2.Mardin Deyrulzafaran Manastırı Avlusu- 3.Midyat Genel Görünüm 4.Mardin Müzesi- - 5.Midyat Gölü- 6.Midyat Gölünün Doldurulması7.Hasankeyf Mağara Evler- 8.Hasankeyf Vadisi + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. 12 AL GÖZÜM SEYREYLE Türkan Ulusu Uraz konuk yazar: Ceren Boğaç Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA “Uluslararası Kariyer İçin” turkan.uraz@emu.edu.tr- ceren.bogac@emu.edu.tr VİKİNGLER’İN KUZEYDEKİ MASAL KENTİ: BERGEN eden Hansa Mahallesi’nin ahşap evleri ise UNESCO’nun Dünya Kültürel Mirası listesinde yer alıyor. Bryggen bölgesi olarak alandırılan bu mahallede yer alan yapılar, Ortaçağ’dan itibaren bütün Bergen sivil mimarlığını biçimlendirmiş. Mahalleye adını veren geçmişin Hansa tüccarları, müşterileri birbirine çok benzeyen evler arasında kendilerinkini kolaylıkla bulabilsin diye yapılarda renk, isim ve köşelerde heykel gibi simgeler kullanmışlar. Liman yoluna bakan bu evler, bugün hatıralık eşya satan dükkânlara dönüştürülmüş. Araç tarfiğine kapalı bu alanda, kültürel gezi, eğlence, sanat etkinlikleri gibi, size kent tarihini ve kültürünü anlatan bir çok tat bulabiliyorsunuz! Bergen kültür ve sanat açısından oldukça gelişmiş, 2000 yılında Avrupa Kültür Başkent’liği yapmış bir şehir. Yeni yerler, yeni ülkeler ve yeni kentler görmek deyince, neden hep büyük metropolleri, dev gökdelenleri, şaşalı alışveriş merkezlerini, pahalı otelleri, lokantaları hatırlarız ve neden ille de kalabalıklar bizi çeker. Halbuki, doğallık, küçüklük, özgünlük, tenhalık ama herşeye rağmen, herşeyi ile bir ‘tasarım’ ürünü olmak nasıl bir şey? İşte tam da bunun için, sayfamızın en üretken konuk yazarlarından Ceren Boğaç’la, en uzak kuzeye, Norveç’in, Bergen’inde, Mayıs’ı yaşamaya ne dersiniz? Turkan Ulusu Uraz Bazı yerler vardır, yıllarca oralara gitme hayalleri kurarsınız, planlar yaparsınız, o yer hakkında her şeyi önceden araştırıröğrenir, veya her şey süpriz olsun diye hiç bir şey yapmadan öylece durur ve bir gün oraya gidersiniz. Bazı yerler de vardır ki, siz aklınızdan bile geçirmezken, hayat sizi alır ve oralara götürür... Bundan 4 yıl önce, o zamanki ofis arkadaşım sevgili Ali Tanrıkul bir gün çıktısını aldığı bir elektronik postayla heycanla ofise geldiğinde, hayatın bizi o güne kadar hiç bilmediğimiz Vikignler’in Kuzey’deki masal kentine götürmek istediğini henüz bilmiyorduk. Ali’nin elinde, isminin anlamı ‘Kuzey Yolu’ olan ülke- Norveç’de, 12 gün sürecek ‘Ahşaptan Strüktür İnşaa Etme’ yarışmasının duyurusu vardı. Fazla düşünmeden, çalışma arkadaşlarımızdan Ahmet Murat Saymanlıer’i de aramıza alıp, 1 hafta sonraki yarışma için neredeyse ışık hızında hazırlanıp, hakkında hiç bir şey bilmediğimiz bir diyara doğru yola koyulduk... Motel Montana ve Finiküler Bergen’e Yolculuk Dünya’nın benim gittiğim en uzak Kuzey’i: Norveç. Hepimiz 8. ile 11. yüzyıl arasında Norveç’te Vikingler olarak bilinen savaşçı bir kavimin hüküm sürdüğünü ve onların barbarlık dolu hikayelerini az çok biliriz. Oysa bugün Norveç, Avrupa’nın başka ülkelerine asla benzemeyen, refahın ve insani değerlerin her şeyin üzerinde tutulduğu bir barış ülkesi. Bizim yolculuğumuzsa, Kuzey Avrupa’nın en kuzey kısmını oluşturan İskandinav Yarımadası’nın en kuzey ülkesi Norveç’in, güneybatı kıyısına doğruydu: Bergen! Bergen, yaşamın doğanın üzerine egemenlik kurmaya değil, onunla bir bütün olmaya çalıştığı bir masal diyarı ve ülkenin en büyük ikinci şehri. Kalabalıktan ve kaostan çok uzak, ilk bakışta sonsuz bir dinginliğin adresi gibi görünen, yakından baktıkça orada yaşayanların yağmurla ve rüzgarla içiçe geçmiş yaşamlarını sonsuz bir devinim ve neşe içinde sürdürmelerine hayran kalacağınız; fakat kesinlikle adım attığınız ilk andan itibaren sizi kendine aşık eden bir yer! Bizim orada bulunduğumuz zamansa, sessiz rüzgarın hayata sürtünmediği değişik bir mevsim: Mayıs. Bryggen Rıhtımı ve Kent Merkezi Bergen’de gördüğümüz ilk yer, limana indiğiniz zaman yosun kokusunun soluduğunuz havaya yayıldığı Bryggen Rıhtımı’ydı. Ancak bu koku insanı bayıltan, Sevgili Ali ve Ahmet’e... üst: Bergen Kıyı Şeridi- orta: Bryggen Evleri- alt: Şehir Merkezinden Manzara rahatsız eden değil- kenti sarmalamış bir tütsü kokusu gibiydi adeta... Kentte her şey limanın etrafında toplanmış ve yürüme mesafesinde: çiçek ve balık pazarı ile yan yana mağazalar ardı ardına sıralanıyor. Bergen’de trafik diye bir sorun yok! Şehrin merkezini çepeçevre sarmış ücretsiz otoparklar, tek tük arabalara bekçilik ederken (Bergen dünyanın nüfus oranına göre en az motorlu kara taşıtının bulunduğu şehir.), ziyaretçiler kısa aralıklarla koşullanmış ve petrol yerine doğal üretilen elektirik enerjisiyle çalışan otobüslerle günlük işlerini tamamlıyor. Kent içinde çakıltaşıyla örülmüş yollar, siz isteseniz bile şehir içinde araba kullanmanızı tarifsiz bir işkenceye çeviriyor. Gitmek istediğiniz tüm adreslere ustaca hazırlanmış tabelalar yardımıyla kimsey yol sormadan ulaşabiliyorsunuz. Bergen’in öteki Avrupa kentlerinden bir diğer farkı da, insanları bir araya toplayan kamusal mekanlarında, sadece göze değil birçok duyuya hitap eden sanat eserlerinin olması. Kanalizasyon kapaklarını bile Avrupa’nın tanınmış sanatçılarının tasarladığı bu kentte, karşınıza bir anda ünlü bir seramik sanatçısının imzasını taşıyan dev bir vazo çıkabiliyor. Şaşırtıcı olan vazonun estetik tasrımı ve göz alıcı renkleri değil, zaman zaman bu eserin içinden bir anda etrafa yayılan tütsü kokusu ile siz ona yaklaştıkça, meditasyon ritmiyle başınızı döndüren bir müzik sesi duymanız! + Yedi dağın arasına sığınmış Bergen’e Liman’dan, yani aşağıdan yukarıya doğru baktığınız zaman, kendinizi masal diyarında sanıyorsunuz. Yeşile boğulmuş yamaçlar boyunca sıralanmış ahşap evler, çocukken hepimizin kağıtlara çizdiği dik çatılı, bacası tütenlerden. Üstlik biz görememiş olsak da, bu evlerin bahçelerinde koşuşan geyikler var! Ancak ne yazık ki tarihi boyunca dört kez yangın geçiren Bergen kent merkezinde, 1855 yılından sonra ahşap ev yapımı yasaklanmış ve sonrakilerin tümü taştan inşa edilmiş. Limanda her adımınıza eşlik CMYK Bergen’de gece ve gündüz kavramı bizimkinden çok farklı; çünkü yazın güneş gece yarısı 23:00-24:00 gibi batıyor ve yorgun bir günün ardından, 23:00’da bardan çıkıp kalacağımız yere gün ışığında ilerlerken, sanki hiç bitmeyen bir gündüzü yaşıyorsunuz! İnsan ister istemez kendini Dostoyevski’nin uzun gecelerin aşk öyküsünü anlattığı ‘Beyaz Geceler’inin Bergen uyarlaması olan bir anı yaşarken buluyor...Bergen insanı öylesine sakin ki, bu şehirde aşkın şiddetinden başka kavga yaşanamayacağını, orda tek bir gün bile geçirseniz yine de anlıyorsunuz. Kaldığımız motel Montana’dan; dağlarla çevrili ve adeta onların arasına saklanmış olan Bergen’in tepelerden manzarası inanılmaz görünüyor! Neresi kara, neresi kanal ve neresi deniz belli değil. Eğer maki bitki örtüsüyle bezeli kurak bir adada büyümüşseniz, yeşil’in bu kadar çok tonu olabileceğine şaşkınlık dolu bir hayranlıkla saatlerce bakakalıyorsunuz! Bergen’i daha iyi keşfedebilmek için otelden ayrılıp, kaybolmak için yola çıkıyoruz: Bergen evleri, pencerelerindeki rengarenk çiçekleri, saksıları ve dik çatıları ile birbirlerine yaslanmış, insanı yaşadığı çağa çok uzak başka bir zamana açılan bir yolculuğa çıkarıyor. Evler dağ yamaçlarında olduğu için, biz merdivenli dar sokaklardan aşağıya doğru inerken, ‘finikü’lerle (seyahat etmek için trenleasansör arası bir ulaşım aracı-bir tür teleferik) yanımızdan turistler geçiyor. Bergen’den ayrılırken Bergen’i gördükten sonra, insan ‘medeniyet’ sözcüğünün ütopyanın ötesinde yaşam’a aktarılmış en insanca kavram olduğunu anlıyor. Norveç’te değerli olan kişisel zenginlik değil, toplumsal yaşama aktarılmış zenginlikler. Eğer hayatınız boyunca resim yapmak isteyip elinize fırça almadıysanız, bir şiirin bütün dizlerini kalbinizde duyduğunuz halde bir türlü kağıda aktaramadıysanız, ruhunuzda çalan şarkının melodisini mırıldanamadıysanız, Bergen’e mutlaka gitmelisiniz! Çünkü bu kentin sessiz büyüsünde insan gerçekten kendi sesini duyup, hayatı kaynağından yaşayabiliyor! Vahşi Vikingler’in Kuzeydeki masal diyar’ı, bugün sonsuz bir dinginliğin kıyısında doğanın bir parçası olmayı başarmış insanları ağırlıyor... Ceren Boğaç + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. PROVO- KİTAP Doğu Akdeniz Üniversitesi SAYFA 13 Beril Özmen Mayer konuk yazar:NİL PAŞAOĞLULARI ŞAHİN “Uluslararası Kariyer İçin” beril.ozmayer@emu.edu.tr- nil.pasaogullari@emu.edu.tr DAVİNCİ ŞİFRESİ VE “LOUVRE MÜZESİ” bir aydınlığın sizleri karşıladığı büyüleyici bir mekan... çok etkileyici... Zaten bir solukta okuduğumuz o gerilimli hikayenin sonunda da tüm olaylar bu mekana ve La Pyramide Inversee’e bağlanıyor... Mekan ile ilgili kitaptaki son cümleler de ne kadar etkileyici olduğunun bir kanıtı: Provo-Kitap sayfamızın konuk yazarı temel tasarım eğitimi, tasarım ‘lkeleri ve mekan kalitesi konularında çalışmaları olan arkadaşımız DAÜ Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü öğretim üyesi Dr. Nil Paşaoğluları Şahin öğrencilerimizle Paris’te yaptığı bir yaz araştırma gezisinden aktarıyor. “Tünelin sonunda geniş bir odaya ulaşılmıştı. Tavandan sarkan ters piramid tam önünde duruyordu... nefes kesici bir V şeklindeki cam. Langdon gözleriyle aşağıya doğru daralan formu takip ederek, yerden iki metre yukarıda duran ucuna baktı. İşte onun tam altında, o minik yapı duruyordu. Minyatür bir piramit. Bu devasa tesiste, küçük boyutlarda inşa edilmiş tek yapı oydu. Minyatür yapı, sanki bir buzdağının tepesiymiş gibi, yerden yukarı doğru çıkıntı yapar... aşağıya gizli bir oda gibi saklanmış, piramit şeklindeki devasa bir mahzenin zirvesi...” Beril Özmen Mayer Son dönemlerin en ilgi gören yazarlarından birisidir kuşkusuz Dan Brown. Özellikle Da Vinci Şifresi ve Melekler ve Şeytanlar isimli eserleri ile farklı bir anlatım ve kurgu ile kendini sevdirmiş ve edebiyat alanında önemli bir yer edinmiştir. Örneğin DaVinici Şifresi isimli eserinin kapağında onunla ve eseri ile ilgili yer alan övgü dolu sözler ve tanımlar şöyledir: Louvre ve cam piramid “....ülkedeki birkaç usta yazardan biri...” Nelson DeMille “...kelime oyunları, gizemler ve bulmacalarla örülmüş akıllara durgunluk veren bir öykü...” Clive Cussler Farklı bir pencereden Da Vinci Şifresi ve hikayenin başkahramanlarından biri olan Louvre’u hep birlikte hatırladık bugün... Başka bir hikaye ve mekan ile buluşmak üzere.... Benim Dan Brown ile tanışmam Melekler ve Şeytanlar isimli kitabı ile olmuştur. Bir solukta okuduğum, okurken sunduğu detaylara hayran kaldığım, sürprizlerle dolu müthiş bir hikayeydi. Hikayenin gücü ve mükemmelliğinin yanısıra kent, mimari ve mekan ile ilgili sunduğu ayrıntılar da ayrıca cezbedici idi. Aynı keyfi Da Vinci Şifresi’ni okurken de tattım. Bugün bu sayfada sizlere Dan Brown’un Da Vinci Şifresi kitabından hareketle Paris’in sembollerinden biri olan Louvre müzesinden bahsetmek istiyorum... Yakın zamanda Paris’e yapmış olduğum ziyaret sonrası DaVinci’deki Louvre Müzesi ile ilgili vurguları ve benim o mekanları yaşarken hissettiklerimin bir sentezini bulacaksınız. Kitabın konusunu şöyle bir hatırlayacak olursak... Olaylar kitabın başkahramanı, Hardvard Üniversitesi Simgebilim Profesörü Robert Langdon’ın Paris’te iş gezisindeyken bir geceyarısı gizemli bir telefon ile Louvre’un yaşlı müdürünün müzede ölü bulunduğunun haberini alması ile başlar... Hikaye’nin başlangıcı Louvre Müzesidir ve müze ile ilgili çok hoş tasvirlerin bulunduğu kitabın ilk bölümü heyacan vericidir. Birçoğunuz Da Vinci Şifresi’ni mutlaka okumuşsunuzdur.... Fakat hikayeyi takip ederken Louvre ile ilgili yapılan tanımlara belki de çok da dikkat etmemişsinizdir. Şimdi Da Vinci Şifresinde mekan ile ilgili yer alan tanımları hep birlikte hatırlayalım ve benim arşivimden görsellerle destekleyerek bu mekanları birlikte yaşayalım isterseniz... Dan Brown kitabının başında Robert Langdon’ın müzeye yol alışını Paris’in birçok simgesine de değinerek şekillendiriyor. Hikayenin başkahramanı ile birlikte; Opera Binası, Vendome Meydanı, Eiffel Kulesi, ...Claude Monet’nin biçim ve renkle oynadığı ve gerçek anlamda Empresyonist akımın doğuşuna ilham veren bahçeler... diye tanımladığı Tuileries Bahçeleri, Musee Nil Paşaoğluları Şahin KİTAP KÜNYESİ: Da Vinci Şifresi, Dan Brown, (2003, Orijinal), çev. Petek Demir, 2004; Altın Kitaplar Yayınevi, Istanbul, ISBN 975-21-04037. Fuayeye inen spiral merdivenler d’Orsay, Arc du Carrousel ve Pompidou Center gibi simgeleri hatırlayarak müzeye ulaşıyorsunuz ve ardından Louvre ile ilgili ilk sözler: yapıyla modern yöntemler arasında göz kamaştırıcı bir sinerji yarattığını söylerek yüceltiyorlardı.” Cam piramidin onsekiz metre aşağısında inşa edilmiş altı bin beş yüz metrekarelik lobisinin uçsuz bucaksız bir mağarayı andırdığından bahsediyor Dan Brown kitabında. Meydandan cam piramit’e doğru yürümek, ana girişe ulaşmak ve spiral şeklindeki merdivenler ile lobiye ulaşmak tanımlaması güç bir keyif veriyor doğrusu. Cam piramid ile ilgili yapılan tüm tartışmalara rağmen ben Louvre’un geleneksel dokusuna tamamen zıt bir tasarım yaklaşımı ile tasarlanmış cam piramidi çok başarılı bulduğumu belirtmeliyim... “Louvre’un görkemli cephesi, insanı hayrete düşürecek kadar geniş meydanın karşısında, Paris semalarına yükselen kale gibi duruyordu...” ‘Louvre Müzesi’nin Avrupa’daki en uzun cepheli bina olduğu ve ortasındaki meydanın doksan üç bin metrekarelik bir alana sahip olduğundan bahsediliyor. Müze’nin yeni ana girişi olan üçgen Piramid’in çok tartışmalara sebep olduğu söyleniyor. Kitap’ta bu konu üzerine şöyle bir açıklama mevcut: “Amerikalı mimar I. M. Pei tarafından tasarlanan tartışmalı, modern cam piramid, Rönesans avlunun asaletini bozduğunu düşünen gelenekçiler tarafından hor görülmektedir.....Bununla birlikte Pei hayranları, yirmi metre altmış santimetre yüksekliğindeki şeffaf piramidin, Louvre’un gelecek bin yıla taşınmasına yardımcı olduğunu, eski + Kitapta Robert Langdon ve Yüzbaşı Fache ana girişten olayın geçtiği Büyük Galeriye doğru ilerlerlerken, Louvre’un daha az bilinen –La Pyramide Inversee- tavandan aşağı sarkıt gibi ters sarkan dev çatıya da göz attığından bahseder. Müzenin bu bölümü karanlık tünellerden geçerek ulaşılan ve karanlığın ardında gözalıcı CMYK Dan Brown Dan Brown, Amherst Koleji ve Phillips Exeter Akademisi mezunu olan yazar, İlim ve Din gibi iki paradoks içinde büyümesi, gizli hükümet kuruluşlarına ve şifre çözmeye olan merakı yüzünden, bunları eserlerinde kullandı. İlk romanı ‘’ Dijital Kale’’ yayınlandığı zaman, kitap listelerinde ilk sırayı aldı. Eserlerinde politik ahlak, güvenlik, gizli teknoloji, bilim ve din odaklarınıda kullanarak, gerilim romanları yazdı. Kendini tamamen roman yazmaya adayan Brown, sanat tarihçisi ve ressam olan eşiyle araştırmalarına devam etmektedir. + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. 14 SORULAR- CEVAPLAR/ YANLIŞLAR- DOĞRULAR Ercan HoŞKARA SAYFA Doğu Akdeniz Üniversitesi “Uluslararası Kariyer İçin” ercan.hoskara@emu.edu.tr KENT VE MİMARLIK: KAMUSAL BİNALAR Kentler sokakları ve meydanlarıyla yaşar. Bu sokakları ve meydanları tanımlayan en önemli elemanlar ise binalardır. Bu bağlamda bir kent önemli sokakları, caddeleri, meydanları ve/veya binalarıyla tanınır. Kamusal binalar ise, genelde kent imajına imza atan önemli prestij binaları olur. Dolayısıyla, bu tür binaların niteliği, kent dokusuna uyumu ve tasarımlarındaki başarı çok önemli olmaktadır. Bu tür binaların, kent imajına ve kent yaşamına katkı koyacak önemli mimari değerler taşıması beklenir. Böylesi binaların, hem fiziksel, hem toplumsal, hem ekonomik hem de siyasi amaçlara hizmet etmesi mümkündür. Bu yazıda, örneklere de değinerek, kamusal binaların kenti ve kent yaşamını nasıl etkileyebileceği ile ilgili konuyu aydınlatmak için bazı önemli sorulara cevap aranacaktır. Kamusal Bina nedir? Halkın gereksinim ve isteklerini karşılamak için halkın kullanımına yönelik yapılan binalardır. Bu tür binalara örnek olarak, Bakanlıklar, Belediye binaları, eğitim ve sağlık binaları, kültür ve kongre merkezleri, müzeler, alış-veriş merkezleri, stadyumlar, ibadet yerleri v.s... gösterilebilir. (Bakanlık binaları, aynı zamanda kamu binaları olarak da anılır.) Kamusal Binalar Kenti nasıl etkiler? Kamusal binalar kentte yaşayan insanların büyük bir bölümü tarafından yoğunlukla kullanılan binalardır ve kent yaşamındaki kaliteyi etkileyen özelliğe sahiptir. Genelde büyük olçekli projeler oldukları için kentin fiziksel yapısında önemli yer tutarlar. Başarılı örnekler, bulundukları kentlerin sembolleri haline dönüşürler. (Örneğin: Sidney’de Opera House, Bilbao’da Guggenheim Museum, Barcelona’da Sagrada Familia...) Bu tür örneklerin kente çok sayıda turist çektiği ve toplumsal ve ekonomik yaşantıyı da etkilediği görülmektedir. Dolayısıyla, kamusal binaların kentin toplumsal yaşamına, ekonomisine ve tabi ki fiziksel niteliğine yönelik ciddi etkileri vardır. Sagrada Familia, Barcelona, Ispanya. Mimar: Antoni Gaudi Kamusal Binaların Başarılı olmaları için taşıması gereken önemli mimari değerler nelerdir? Londra Belediye Binası (London City Hall). Mimar: Norman Foster (fotoğraf: Mustafa Riza) başarılı olabilmeleri için; dünyaca tanınmış önemli mimarlar davet edilerek,veya ulusal / uluslararası mimari proje yarışmaları düzenleyerek, önerilen projeler arasından, bir juri tarafından belirlenen kriterlere uygun olarak en iyi proje seçilerek elde edilir. Toplumsal ve çevresel değerlere en yüksek düzeyde uyum; bu bağlamda çağdaş teknolojilerin, yapı sistemlerinin ve malzemelerinin en verimli şekilde kullanımı ve mimari anlamda farklılık ve yenilik getirme, bu tür binaların başarılı olabilmesi için önemlidir. Sonuç Olarak; Konumuzla ilgili ve son haftanın güncel haberi olan “Lefkoşa’da mimarisi Türkiye’deki Selimiye Camii’ni andıracak cami içerecek külliye inşaatı” için Türkiye ile Kuzey Kıbrıs arasında imzalanan protokol konusuna yukardaki çerçevede değinmek isterim. Kamusal Binaların Mimari projeleri nasıl elde edilir? Halkın geniş kesimleri tarafından yaygın olarak kullanılan bu tür binaların toplumun geneli tarafından kabul görebilmesi ve yukarıda belirtilen şekilde Böyle bir projeyi yapma ve Kıbrıs coğrafyasında bir iz bırakma isteği siyasi bir karar olabilir, bu kararın siyasi Guggenheim web sayfası (http://www.guggenheim.org/bilbao) Guggenheim Müzesi, Bilbao, İspanya. Mimar: Frank Gehry boyutuna, bu çerçevede diyecek birşeyim yok. Fakat bilinmelidir ki bu projenin nereye ve nasıl yapılacağı yalnızca siyasi bir karara dayanamaz, dayanmamalıdır. Böylesi bir proje yukarıda da belirtildiği gibi kentin fiziksel, toplumsal, kültürel ve ekonomik yapısında önemli bir yer tutacaktır, dolayısıyla eğer böyle bir proje yapılacaksa mutlak sürette yukarıda belirtilen mimari değerlere sahip olmalı ve bunun için gerekli yöntem kullanılmalıdır. Ilgili kamu dairelerinin ve meslek odalarının görüşleri alınmalıdır, aksi takdirde başarılı bir mimari eser ortaya koymak mümkün olmayacaktır. Halihazırda, bu tür başarısız örneklere yeter sayıda sahibiz bunların sayısını artırmak bizi yüceltmeyecektir. Ercan Hoşkara Londra Belediye Binası (London City Hall). Mimar: Norman Foster (fotoğraf: Mustafa Riza) + CMYK + HAVADİS GAZETESİ EKİ / 01 AĞUSTOS. SAYI 12. 2010. GÜNCEL HABERLER Doğu Akdeniz Üniversitesi kutsal.ozturk@emu.edu.tr - begum.mozaikci@cc.emu.edu.tr MÜZİKHOLLER VE OPERALAR göre yurt dışında gösteri sanatları seyirci oranı o şehrin nüfusunun %38’i iken Kıbrıs`ta henüz müzikhol veya opera başlığı altında hiçbir bina veya tasarım yapılmamıştır. Bunun yanı sıra yurt dışındaki kültürel faaliyetleri aratmayacak bir potansiyele sahip olan birçok sanatçımız var iken nüfusumuzun neredeyse % 100’ü opera ve diğer sahne sanatlarıyla tanışma fırsatını bulamamaktadır. Dolayısıyla Kıbrıs’ta opera geride değil, seyirci operanın gerisindedir. Çünkü büyük şehirlerde son derece donanımlı sahnelerde (özellikle Sydney Opera Binası gibi) dünyaca ünlü oyunlar sergileniyor ve bu oditoryum yapıları, en az içlerinde yapılan müzik kadar etkileyici ve mükemmeller. Bizler de son günlerde yapılması planlanan müzikhol ve opera yapılarını sizler için derledik. 15 Kutsal ÖztÜRK- Begüm MozaİKCİ “Uluslararası Kariyer İçin” İstatiksel araştırmalara SAYFA Norveç’te yeni bir opera Space Group ve CF Møller ile birlikte çalışan Brisac Gonzalez, Norveç Kenti Kristiansund’da inşa edilecek opera ve kültür merkezi için açılan uluslararası tasarım yarışmasının birincisi oldular. 37 firmanın katıldığı yarışmada ekip, aralarında Snøhetta ve Gert Wingårdh’ın da bulunduğu 5 finalisti geçerek birinci seçildi.Halihazırda Norveç’in en eski operası olan 1914 tarihli art-nouveau binaya evsahipliği yapan kentteki bu 15 bin metrekarelik projede, 600 kişilik bir oditoryum, Arap Geceleri için Sahne Hazır kütüphane, prova salonu, bale merkezi, restoranlar, gençlik merkezi ve eğitim merkezi yer alıyor. Brisac Gonzalez’ten Edgar Gonzalez, katılan diğer projeler tek bir kütle olduğu halde kendi projeleri cam bir köprü ve bir tünelle birleşen ek bir yapı içerdiğinden öne geçtiklerini belirtiyor. Gonzalez yeni binanın cephesini parlayan ve sürekli değişen, uçuşan payetlerle kaplı bir elbise olarak tanımlıyor. Yazı ve Görseller: BD Online Çeviri: Mimdap + Çöl kumlarıyla çevrelenmiş ve bir doğa rezervinin ortasında kendine ait bir adaya yerleşen Arap Performans Salonu, kapsamına ve kullanımına oldukça bağlı şekilde tasarlanmış. Özel araç ve tren için köprülerle bağlanan, botlarla erişilebilen tüm girişler araziyi keserek su doldurulmuş oyuklara açılıyor. İçlerinde yine su bulunan duvarlar, Kompleksin fuayesi ile müze ve sergi merkezinin ana girişini oluşturuyor. Çeşitli etkinliklerle doldurulmuş olan merkezde performans salonunun yapısı bir inci gibi yerleşiyor. Oditoryum, performansa salonunun üzerinde bulunan otelin ana lobisine açılıyor. Kendi hızlı asansörleri ile erişilen otel lobisi, yanlardan, köprülerle erişilen 4 figürle çevreleniyor. Bu figürlerde 300 otel odası ve hizmet alanı yer alıyor. Arkadaki figürde ise CMYK performans salonunun destek birimleri bulunuyor. Tüm figürlerin en uzunu 284 metreye ulaşıyor. Yazı ve Görseller: World Architecture News Çeviri: Mimdap + + REKLAM CMYK