Sahi, ne çok öldük biz!
Transkript
Sahi, ne çok öldük biz!
sol bek Sahi, ne çok öldük biz! 6 ~beşiktaş’ın çocukları Ata Önder Atabay. Annesinin söylediği gibi: Öğretmendi, yıllarca atama bekledi, yılmadı, direndi ve sonunda kazandı. Hacı Lokman Birlik’in cansız bedeninin akrebin arkasında, yerlerde sürüklenmesi ona çok dokunmuştu. Hacı Lokman Birlik için barış istiyordu ve yakın çevresine, Ankara’ya bu yüzden gideceğini çoktan söylemişti bile. Beşiktaşlı’ydı. İstanbul’da öğretmenlik yaparken elinden geldiğince Beşiktaş’ın hiçbir maçını kaçırmazdı. Maçtan önce Şairler Parkı’nda birasını yudumlar, dost muhabbetine can katardı. Barış Mitingi’ne de boynunda ‘Halkın Takımı’ atkısıyla gitmişti. Birlikte, Beşiktaşımızın bir maçından önce Şairler Parkı’nda oturup konuşmuştuk Önder Hoca’mla. Yoğun bakımda olduğunu duyunca dünyam başıma yıkıldı, desem az kalır. Öyle ki, hayatım boyunca yazdığım en zor yazı -bu yazıyı saymazsak- onun çok acil kana ihtiyacı olduğunu anlatan duyuru mesajıydı. Böyle bir durumda, onu yoğun bakımda, o halde görmeye ne kadar dayanabilirdim, sorusunun da bir cevabı yok. Hiç olmadı, hiç bir zaman da olmayacak. Ziyaret etmek istedik onu. Gücüne güç katmak istedik. Üzerimizde o çok sevdiğimiz Beşiktaş’ımızın formaları, boynumuzda Halkın Takımı atkılarıyla yanına gitmek istedik. Yol hazırlıklarını yaptığımız sırada o kötü haberi aldık. Hocamız, Ata Önder Atabay’ımız artık yoktu. Ankara’ya gidecekken değiştirdik rotamızı fakat şimdi bizi daha da zorlu bir yolculuk bekliyordu. Hocamızı son yolculuğuna uğurlamak. Malatya’ya, köyüne, Hekimhan’a vardığımızda ilk kuzeni karşıladı bizi. Camiden mezarlığa kadar yalnız bırakmadık hocamızı. Boynundaki Halkın Takımı atkılarıyla uğurladık onu. Barış isteyen tüm canları katledenleri lanetleyerek. Bildim bileli böylesi durumlarda hep güçlü ve sert zannederdim kendimi. İlk defa hocamı, Önder Abim’i toprağa verdikten sonra bu denli kötü oldum. Ve şunu da eklemek isterim ki ne camide tabutunun başında ne de gömüldükten hemen sonra mezarının başında annesinin söylediklerini hayatım boyunca asla unutmayacağım: Direndi ve sonunda kazandı! Şüphesiz ki katiller, anaların döktüğü gözyaşında boğulacak. Sahi, güzel günler yaşamak için ne çok öldük biz! Paok Retzina Malamatina ~del solar pati duyan Gate 4 grubundan ziyade Macedonia’s isimli, Partizan’ı kardeş belleyen faşist grup vardı. Hal böyle olunca tribünde Güney Kıbrıs bayrakları ve minaresi yıkık Ayasofya pankartları vardı. Bunun olabileceğini tahmin ettiğimiz için tribünlerle değil sahayla ilgilendik. Maç içinde takım adına her şey yolunda gitti, bu sene çok net bir durum var gözlemlediğim: Önde başlarsak kazanıyoruz, geride başlarsak kaybediyoruz. Kaybettiğimiz Karşıyaka, Giresun ve Avtodor maçlarında geride, kazandığımız Rytas ve Telekom maçlarında da önde başladık. Aynı şekilde PAOK maçını da başından beri önde götürdük. Ara sıra PAOK, tribünü de arkasına alarak yaklaşmaya çalışsa da 8-9 sayıdan fazla yaklaşamadılar. Yeni coach Yağızer Uluğ’un bu durumda etkisi var mı? Tabii ki bunu tek maçta göremeyiz ama özellikle pota altına yırtıcı bir transfer yapılırsa ben takım adına umutluyum. Geçen sezon ligde Play-off ’a bile katılamayan basketbol takımımız, sezon başında Wildcard alarak Eurocup’a gitmeye hak kazandı. Eurocup grup kuraları üç torbadan oluşurken, Aris, AEK, PAOK olmak üzere Yunan takımlarından biriyle aynı grupta yer alacaktık. Yıllardan beri PAOK’a karşı duyduğumuz sempati ve sevgi azalmasın diye aynı gruba düşmemeyi çok istedim. Tabii ki yine isteğimiz olmadı ve PAOK ile eşleştik. Maç tarihi 28 Ekim olarak belirlenince tatili de birleştirip hem maça gidelim hem de güzel bir Selanik gezisi yapalım mantığıyla aldık uçak biletlerini. Beşiktaşlı şansı peşimizi bırakmadı, İstanbul’dan biz dahil 3-4 otobüs insan bu maçı beklerken, maçtan 5 gün önce 28 Ekim Yunanistan’ın ‘Kurtuluş Bayramı’ bahane edilerek deplasman yasağı getirildi. Geçen sene de yine Yunanistan’daki grev nedeniyle Tripoli deplasmanına gidememişti bir çok Beşiktaşlı. Biz gözü kararttık PAOK’lu dostların yanımızda olacağı garantisini alıp düştük yola. BASKETBOL MÜZESİNİ GİZLİCE GEZDİK Tribün açısından sayının az olması nedeniyle beklentimiz karşılanmadı ama az sayıya rağmen maça fazlasıyla etki ettiler. Ayrıca en önemli nokta, oyuncuları serbest atış kullanırken susmuyorlar arkadaşlar bilginiz olsun. Maç bitti 100’ü attık yüzümüz güldü, geriye keyif sürmesi kaldı. Maç sonrası salon altındaki PAOK Store sahibi abimiz Beşiktaşlı olduğumuzu öğrenince bize küçük basketbol müzesini gezdirdi. Çok iyi bir basketbol kültürleri var; 1991’de Saporta Kupası’nı, 94’te Koraç Kupası’nı kazanmışlar, 92 Saporta Cup finalinde Real Madrid’e son saniyede kaybetmişler. Hikayesi güzel maçları sevenlere o finalin son saniyelerini izlemelerini ÖNDE BAŞLARSAK KAZANIYORUZ Salona girdik, ailelerle birlikte 15-20 Beşiktaşlı olunca bench arkasına Beşiktaş tribünü açıldı, bir nevi yasak delinmiş oldu. Basket maçıyla aynı saatte PAOK’un futbol maçının olması, basket takımlarının kötü olması ve deplasman yasağı olması gibi belirli sebeplerle salon boş kaldı. Salonda Beşiktaş’a sem- 2 ruz” cümlesiyle anlatıyorlar. En çok aldıkları alkol “Retzina Malamatina” isimli bir beyaz şarapmış. Bu sebeple “PAOK Retzina Malamatina” sloganları meşhurmuş. Bizim de “Şarabı da içeriz, esrarı da çekeriz” diye bestemiz var demedik tabi. Maça gidemesek de Toumba Stadı’nı gezdik, çevresinde “Kardeş çArşı’ya özgürlük” temalı birkaç yazılama da mevcuttu. Beşiktaş’a duydukları sempati dışında Türkiye’de yaşananlar hakkında bilinçli olmaları şaşırtıcıydı, seçim yüzünden geri alınamayan saat sebebiyle en az bizim kadar dalga geçiyorlar. Dilek Doğan’ı, Ankara Katliamı’nı, Türkiye’deki bir çok insandan daha fazla önemsiyorlar. Dilek’in başına gelenleri ayrıntılı bir şekilde anlattığımızda yüzlerinde oluşan acıyı hayatım boyunca unutmayacağım. Bir dost her akşam aramızdan erken ayrılıp sınırda bulunan mültecilere elindeki eşyaları götürüyordu. Bu güzel insanların bize yaklaşımı PAOK’a olan sempatimizi daha da artırdı. tavsiye ederim. Beşiktaş’ın başına gelse intiharlar gerçekleşebilirdi. 13 Yıl NBA’de oynayan, Hidayet Türkoğlu’nun takım arkadaşı olan Peja Stojakovic de NBA’e gitmeden önceki 4 senesini PAOK’ta geçirmiş. Gelelim Selanik şehrine ve PAOK’lu dostlarımıza. Şehir İzmir’in aynısı diyebiliriz. Bizi karşılayan ilk arkadaş, şimdi İzmir Kordon’a gidiyoruz diyerek bizi sahil tarafına götürdü. Sahil kısmında zenginler boy gösterirken sahilin üst tarafında halktan insanlar mevcut, Yunanistan’daki krizin yanı sıra 12 yıldır yapılamayan metro inşaatı sebebiyle bir çok dükkan kapanmış harabe şekilde duruyor. Ne zaman metro çalışmalarının yanından geçsek “Bakın, bakın buraya metro yapacaklar” deyip kahkaha atıyorlar. HEP İÇİYORUZ! Salondaki faşistlerin yaptıkları, bizi karşılayan, ağırlayan, dört gün boyunca mutlu olmamız için ellerinden gelen her şeyi yapan PAOK’lu dostların insanlıklarıyla geride kaldı. Gittiğimizde futbol maçları deplasmanda olduğu için en keyifli kısmı kaçırdık aslında. Futbol maçlarının keyfini “Maçtan önce, maç sırasında, maçtan sonra, hep içiyo- Işık hızıyla geçen dört günü geride bırakıp, “Bir dahakine PAOK futbol maçına geleceğiz” diye söz vererek ayrıldık şehirden. Şimdi sırada fanzinimizden @buena vista’nın tavsiyesiyle Lizbon deplasmanı var! Siyah beyaz sadece futbol değildir! Geçen sene kötü yönetilen bir kadın voleybol takımımız vardı. Ne yapsa da 1. Ligde tutunamadı ve bir alt lige düştü. Evden çıktım, birkaç arkadaşla görüştüm ve Altunizade’ye 2. Lig kadın voleybol maçı izlemeye gidiyordum. Dışardan görenler “deli” diyorlardı ama bestemizde de dediğimiz gibi anlayamaz kimse bu aşkı. ~meliko set vermeden. Tribünde belki de 25-30 kişiydik, elimizden geldiği kadar destek verdik oyuncularımıza. Beşiktaş sadece futbol takımı değil, bunu hiçbir zaman unutmayalım. Engelli basketbol, kadın futbol, erkek basketbol, kadın voleybol (ikinci lige düşmüş olsa bile)... Pasolig’e sayıp sövüyoruz, Pasolig olmayan maçlara 25 kişi gidiyoruz. Biraz özen! Onlar siyah-beyaz forma için mücadele ediyor, unutmayalım. 5. hafta karşılaşması olan Özel Işık Koleji maçını üstün bir oyunla 3-0 kazandık ve 5’te 5 yaptık. Hem de beş maç sonunda daha hiç 3 Gerçekçi şeyler ~zihni - Newton’un kafasına elma düşmedi Necmi. Newton’un kafasına elma düşmedi. Bunlar şehir efsanesi aslanım. Çalışmış, bulmuş adam. - Nasıl yani abi? - Yerçekimi diyorum Necmi. Yerçekimi sen onu fark ettiğinde vardır. Günlük hayatta böyle bir hesaba gerek duymazsın. - E herif gerek duymuş. - Duymaması gerekirdi işte oğlum. Adam bir nevi “Neden uçamıyorum?” diye düşünmüş belli ki. - Onu ben de düşünüyorum abi bazen. Yani tam olarak neden uçamıyorum demiyorum ama uçsak da fena olmazdı. - Uçmasına uçtun diyelim, nereye konacaksın? - Yani öyle bir yere konacağımdan değil ama uçsak da güzel olur be Saffet abi. Düşünsene bi, havadasın falan. - Uçmayı siktir et Necmi. Bu hayatta konmak istediği bir yer olacak insanın. Öyle boşu boşuna uçmak kimseye bir şey kazandırmaz. Takoz Recep vardı Beşiktaş’ta. O da röveşataya kalkardı mesela. Çok da iyi kalkardı. Peki sonra ne oldu. - Ne oldu abi? - Kendi kalesine attı. Hiç uçağa bindin mi peki? - Hiç binmedim abi. - Binemezsin tabi. Bunun için önce gidecek bir yer, sonra da para lazım. Sende ikisi de yok. Hem zaten insan bizzat uçuyor olsa, gökyüzü zenginlerin olurdu oğlum. Kolay mı o gariban halinle bu hayattan bir kanatlık yer almak? Boş hayaller bunlar Necmi. Daha gerçek şeyler düşün. - Ne gibi Saffet Abi? - Neden Beşiktaşlı olduğunu düşün Necmi. - Ben Beşiktaşlı olmadım ki abi. Yani ayrıca olmadım. Öyle. Kendimi bildim bileli Beşiktaşlıyım. Bir sebebi yok. - Var aslında. Senin peder eski solculardan değil miydi? - Öyle abi. - Tamam işte. Çok haklı kaybettiler onlar Necmi. Kaybederken haklı olmasını bu ülkede iki kesim bilir. Devrimciler ve Beşiktaşlılar. Birinde öldürüp diğerinde süründürüyorlar. Ancak ikisinde de şerefinle oluyor olan. Devrimci olacağını garantileyemeyince en azından Beşiktaşlı olmanı istemiş. Miras lan işte. - Sen ne düşünüyorsun peki abi? - Atıfet’i düşünüyorum ben. Gençliğimin goncası Atıfet’i. Azıcık cakam olsa, o ibneye kaptırmazdım ya, oldu bir kere. Ama yine de biliyorum, hala beni düşünüyor Necmi. - Abi Atıfet Abla’nın küçük oğlu ağustosta asker. Seni düşünmesi mi kalmış? - Aşk bu Necmi, sen anlamazsın. - Aşk mı? - Aynen. - Gözünü seveyim daha gerçekçi şeyleri düşün abi. - Misal? - Yerçekimi. 4 Şems de gitti ~berko Konya’da muhteşem bir atmosfer varmış; İki füzeyle savaş başlatabilenlerin tapelerini unuttuğumuz, “Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” Vatanseverler, milli bütünlüğümüze kast ederler Diye, inadına barış diyenlerle yan yana gelemez Tutucular da - yani beleş biletli bayrak tutucular da Ülkeninbaşkentiningöbeğinindeliliğinintamortayerinde Bil, ye, bil, ye parçalanan bedenlerin İçlerine çektikleri son nefes biber gazı doluyken 15 numaralı Bödvarsson’un şaşkınlık içinde tanık olduğu Nefret ve tekbir ile bir saygı duramayış, Dokuz yaşındaki Veysel’in göç edebilmesinden Bir ufak üzüntü duyamayışta Gladyatörlerin kolezyumlarını dolduran ‘oluk oluk’çularmış. Yitenler yetmedi, vatan sana daha kaç can fedaymış? Gel de şimdi Mevlana alıntıla Hayat ne bayat. Binlerce insanın polis terörüne maruz kalmasını umursamadan Kupasını illa Kadıköy’de kaldıracak diye direten Üslûbuyla milli takımın başına pek yakıştırdığımız Terim, “Keşke bir tane can kaybetmeseydik de Avrupa Şampiyonası’na gidemeseydik” ve “Nefreti bu kadar kolay verenler, sevgiyi de allah rızası için kolay versinler” diyerek Bize içindeki Mevlana’yı ve şaşkın bir tebessümü bahşedermiş Kılıçdaroğlu da Passolig’i kaldıracakmış “Overdose” olan bir tek futbolcular değilmiş “Konya bizim için artık çok önemli bir stat” olmuş Tonlarca para kaçıranlara serzenişte bulunmayanlar, Aynı hassasiyeti “gol kaçıranlara dahi” gösteriyorlarmış Tekbir getirerek öldürülen çizerlerin ülkesine Tekbir getirerek gidiyoruz. 5 Deniz Çoban sen ne ettin? * ya da hakem sadece bir insan değildir! ~flanör Çünkü futbol memleketteki iktidar savaşından, hukuksuzluklardan, şiddetten azade değildir, bilâkis sahasıyla tribünüyle her türlü güç mücadelesinin tatbikat alanıdır. HAKEMLER DE İNSANDIR AMA... İşte bu ahval ve şerait içinde Türkiye’de futbolun en kötü çocukları hakemlerdir. Formsuzdurlar, kondisyonsuzdurlar, eyyamcıdırlar, büyük takımları kollarlar, futbolu katlederler, maçın sonucunu etkileyen hata yapmadan duramazlar. Hakem konuşmayalım, futbolu konuşalım girizgâhından sonra tüm spor programlarında hakem tartışılır. Hakemler de insandır, bizim televizyonda defalarca farklı açılardan seyredip karar veremediğimiz pozisyonlarda onlar saniyenin yarısı gibi bir zaman diliminde sahada görüp karar vermektedir. Hakem de hata yapabilir ama bunu da göremiyorsa assın o düdüğü kardeşim! Endüstriyel futbolun meşhur mottosu: Futbol sadece bir oyun değildir. Öyleyse nedir? Borsadır, sektördür, kâr maksimizasyonudur, müşteri memnuniyetidir, pazarlamadır, profesyonelliktir, ithalat-ihracattır, yabancı sermayedir vs. Türkiye gibi ahbap-çavuş ilişkisine dayalı, irrasyonel, evrensel hukuktan nasiplenmemiş, vahşi bir kapitalizmin hüküm sürdüğü bir ülkede ise futbolun sadece bir oyun olmama meselesini, işin sektörel yönüyle açıklanamaz. Toplumsal, ahlaki, siyasal ve hukuki yönüyle ilgili karmaşık bir mevzu söz konusu. Futbol sadece bir oyun değildir çünkü Diyarbakırspor’un bir generalin emriyle süper lige çıkarılması ya da ligden düşürülmesi gerekebilir. Çünkü büyük bir kulübün başkanı şike yaparsa kendisi için değil kulübü için yapmıştır ve suçüstü yakalansa bile ceza alması adil değildir, çünkü herkes yapmaktadır. Geçtiğimiz haftalara bu goy goy arasında bir hakem, Deniz Çoban, Çaykur Rizespor-Kasımpaşa maçından sonra canlı yayına çıkıp maçta iki taraf aleyhine verdiği yanlış kararlar sebebiyle özür diledi ve hakemliği bıraktığını ağlayarak açıkladı. Spor yorumcularının, MHK başkanının, kulüp yöneticilerinin ayarı bozuldu bu açıklama sonrası. Talimatlara aykırı, böyle giderse maç yönetecek hakem kalmaz, TV yorumcusu olmak istediği için şov yaptı vs. Mesele Deniz Çoban’ın vicdani (ya da bazılarına göre hesaplanmış) tavrı değil elbet. Mesele goygoya taş koymak. Ezber bozmak. Yerden yere vurduğunuz her hakem istifa etse olayın nereye varacağını hesap etmek zorunda bırakmak. Çünkü herkes biliyor ki hakem dediğin en yalnız en güçsüz ve hata yapması en kolay futbol aktörüdür. Futbolcu, teknik direktör, yönetici hata yapmıyor mu? Yapıyor üstelik Çünkü hukuken özerk olan futbol federasyonu başkanı, başbakan tarafından göreve getirilir ve kararları onun isteği doğrultusunda alır. Çünkü spor yazarları her hukuksuzluğu, her şikeyi, her usulsüzlüğü bilir ama yer yerinden oynamasın diye hiçbir şey söyleyemezler. Çünkü 3. dakikada sarı kart göstermek adetten değildir ya da Kadıköy’de hiçbir hakem o kartı gösteremez yani. Çünkü bir takımın başkanı bir hakemi odaya kapatıp rehin alabilir ve ancak cumhurbaşkanının ricasıyla salıverir. 6 çoğu önceden hesaplanabilir, önüne geçilebilir hatalar. Hakemse hızlı bir oyunda anlık bir kararda yapıyor hatayı. Üstelik onu yanıltmaya çalışan 22 futbolcuyla mücadele ederek veriyor kararları. hakem bu dünyadan değil, bu memlekette yaşamıyor. Çünkü hakemlik kutsal, dünyanın en önemli işini yapıyor. Çünkü hakem sadece insan değil, insanda öte bir varlık söz konusu. HAKEMLER İŞLERİNİ DOĞRU YAPSIN(!) Ama orada durun! Mesele hata değil, mesele eyyam, bilinçli verilen hatalı kararlar. Bir takımı kayırma ötekini katletme. Belirlenen bir takımı şampiyon yapma ötekini küme düşürme. Doğru, bu ülkede üç büyük takım kollanır, ikisi daha çok kollanır. Güçlü kayrılır, güçsüz ezilir. Hakem kararlarıyla üzerine şaibe düşmüş onlarca maç ve sezon vardır. Peki ama bunun sorumlusu hakemler midir? Deniz Çoban ezber bozdu. Dedi ki, madem o kadar eleştiriyorsunuz hakemliğimi, ben de bu işi bırakıyorum. İşini düzgün yapmayan her hakem istifa etsin. O halde işini doğru ve dürüst yapmayan herkese de bir istifa çağrısı olsun bu. Ankara’nın göbeğinde bir katliamı engelleyemeyen İç İşleri Bakanı, Soma’da 300’den fazla işçinin mezarı olan madenden sorumlu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı başta olmak üzere, işini doğru ve dürüst yapamayan her siyasetçi, kamu görevlisi, meslek sahibi istifa etsin. Deniz Çoban’ın hakemliği bıraktığını açıkladığı basın toplantısında böyle bir çağrı yaptığını hayal edin. Bir ülke düşünelim, iki yüzlülük, hırsızlık, adam kayırma, ahbap çavuş ilişkisi, torpil, rüşvet, riya vs. genel ahlâki standart olsun. Öyle bir ülke olsun ki bu, toplumun %70’i adalete güvenmesin, hakimler onun bunun adamı olsun, verdikleri kararlar taraflı olsun. Doktorlar ilaç şirketlerinden rüşvet alsın, ihtiyacı olmayan hastalara ilaçlar yazsın, gerekli olmayan tetkikler ameliyatlar yapsın. Kamu çalışanları rüşvet alsın, görevini doğru düzgün yapamazken hakkını arayan vatandaşa atar yapsın. İşvereni, vergi kaçırsın, sigortasız adam çalıştırsın, iş güvenliğini şeyine takmasın. Milliyetçisi askerden kaçsın, esnafı karın tokluğuna mülteci çalıştırsın, erkeği kadın dövsün, müteahhiti malzemeden çalsın. Bunlar olurken memlekette doğru dürüst ahlaklı durmaya, çalışmaya, davranmaya çalışan herkese bir ceza kesilsin ama hakemler işlerini dosdoğru yapsın. Yöneticilerinden, siyasilerden, kulüp başkanlarından gelen baskılara dirensin. Bütün stat ona sövse de dirensin. Medyada yerden yere vurulsalar da dirensin. Çünkü hakem işini iyi yapmalı. Diğer herkes yapmıyorsa da o yapmalı. Çünkü hakem ahlaklı olmalı. Diğer herkes ahlaksız da olsa, o olmalı. Çünkü Hakem kararları bir taraftar olarak canımızı acıtıyor olabilir. Hele bir Beşiktaşlı için aleyhine olan kadar lehine verilen haksız kararlar da can sıkar. Ama yaşadığımız bu toplumda, bir hakemden gördüğünü çalmasını beklemek de düpedüz saçmalıktır. Hakemlerin dürüst maç yönettiği bir ülke için en azından önce hakimlerin dürüst karar verdiği bir ülke olmak gerek şarttır. Mesele hakemler değil, mesele hepimiziz. 7 Mühendis Oktay 60 yaşında! ~buena vista Mühendis Oktay sevdasının peşindeydi, farkında değildi ama insanlığa birçok şey kazandırdı. O günden sonra herkes farkına varmaya başladı ölümün. Ama Oktay gitti, birkaç holigan onu atkısından ayırdı. Farkına varmak için ölüm mü gerekliydi? Neden bu kadar insan bir maça kilitlenir, neden bu kadar kişi tribüne gelir? 80 darbesiyle birlikte meydanlardaki topluluklar tribünlere yönlendirilmeye başlamıştı. Tribündeki adam neden bu kadar asi, bu kadar tutkulu derseniz, işte bunun cevabı nereden geldiğimizde yatar. 1991’in Aralık ayının 14’ü, soğuk bir kış gününde biz Oktay’ımızı kaybettik. Futbol, düzene bir kurban daha verdi. Kötülük, renklerin içinde değil insanların içindedir. Meydanlarda hakkını arayan, kardeşini, yoldaşını kollayan, yeri geldiğinde işkence gören, kurşun yiyen, ama yine de kavgasını bırakmayan bir toplumdan geliyoruz. Oktay Akdemir de o gün bu duygularla can verdi belki de. Sevdasının kavgasına düştü Oktay, haince katledildi, tekmelerini yediği benliklerini kaybetmiş insanlara atkısına sarılarak en güzel cevabı verdi. Bana bunları, sevdanın kavga demek olduğunu öğrettiğin için; “atkın emanetindir” Mühendis Oktay Akdemir. O güne kadar birçok kişi hayatını kaybetti, ama o gün intikamın yerini mantık aldı. Mühendis Oktay Akdemir’e yapılan saldırı, birçok kişinin korkusu olmuştu. Bunun bir karşılığı olacak mıydı? Hayır, anlaşmalar yapılıp bu kan davası engellenmiş oldu. Bir dönemi bitiren Mühendis Oktay, o dönemle birlikte göçüp gitti. Sol Bek Fanzin Kasım - Aralık 2015 • Sayı: 6 • Düzensiz • Beleş Çoğaltılabilir. Yazmak isteyen arkadaşlar e-posta atabilirler. facebook/solbekfanzin • twitter.com/solbekfanzin • solbekfanzin@gmail.com solbek.org 8 Moskova’da omuz omuza Kredi kartımın aylık borcunu yatırıp, arkadaşlarla Kiev aktarmalı Moskova biletimi almış bir şekilde buldum kendimi. Egom nasıl tavan! Ukrayna ve Rusya’nın hava sahalarını birbirlerine kapamaları sonrasında hepimizi inceden bir tırsma hali almadı da değil hani. Zaten bir şekilde gidebilirsek, illaki bir şekilde geri dönecektik, diyalektiğin bizim için ifade ettiği anlam buydu. Artık deplasman zamanıydı. İlk uçağımız sabahın 06:30 sularında olduğundan havaalanına günün ilk saatlerinde gitmemiz gerekiyordu. Nitekim öyle de olmuştu. Karanlık kurulmuştu geceye bir kere. Bir ümit vardı yine içimizde. Kimseler yoktu bu puslu gecede. Yaklaşık 1,5-2 saatlik bir uçuştan sonra kendimizi daha önce Avrupa’da defalarca kez eşleştiğimiz Dinamo Kiev’in şehri Kiev’de bulduk. Buradaki aktarma için bekleme süremiz 7-8 saat dolaylarında olduğundan bu zamanı sigara içerek ve Ukrayna’nın hava durumunu çözmeye çalışarak geçirdik. Aynı gün yaklaşık olara saat 16.00 sularında nihai durağımız olan Moskova’ya ulaştık. Asıl eğlence şimdi başlıyordu belki de bizim için. Havaalanında Latin alfabesi kullanılmıştı tamam ama onun dışında Rusya’daki her yerde dibine kadar sadece Kiril alfabesi vardı. “Kalacağımız hostele nasıl ulaşacağız?” sorusu aklımızı kemirirken, taksiciyle yapmış olduğumuz pazarlık sonucu taksiyle hostele giderken bulduk kendimizi. Tabi, aramızdan hiç kimse son gecemizde alemi biraz(!) abarttığımızdan ötürü o hostelden atıcalacağımızı bilemezdi! Değdi mi diye soracak olursanız sonuna kadar değdi. Sözümüze geri dönecek olacak olursak, Moskova alkol ve sigara dışında pek de ucuz sayılabilecek bir şehir değil kesinlikle. Trafiği desen İstanbu’dan berbat. Ama bir o kadar da düzenli. Şimdi buraya kadar Beşiktaş dışında 10 ~eto olan her şeyi atın bir kenara ve kemerlerinizi uyarı ışıkları sönene adar lütfen bağlayın. Belki benim ilk yurt dışı deplasmanım olmasından, belki de bu deplasmanın Moskova’da cereyan etmesinden kaynaklıdır bilinmez ama kendi adıma rüya gibi bir deplasman geçirdim Rusya’da. Üstat Nâzım’a selam vermeye gittiğimizde anladım Nâzım’ın mezarının neden Moskova’da olduğunu. Kırgız, Tacikistanlı, Dağıstanlı, Kazak ve Azerî korsan taksicilerle ve yemek yediğimiz yerlerde çalışan yine aynı ülke vatandaşlarıyla -Türkçe bildikleri hâlde- İngilizce anlaşmaya çalışırken anladım bir kez daha “Türk’ün Türk’ten başka dostu yok!” mottosunun tamamen oturma organından türetilmekten ibaret olduğunu. Maç çıkışı olası saldırılara karşı “Beyler hep beraber omuz omuza, omuz omuza!” dediğimizde kimlerin yanımızda olup-olmadığını da gördüm. Sırf tek bir Beşiktaşlı’ya bile zarar gelmesin diye bekleyen, bütün deplasman kardeşlerini soran, merak eden gerçek abileri de gördüm, diğerlerini de. Sabahın saat 05.00’ınde Kızılmeydan’da/Kremlin’de beste söylerken bir kez daha anladım bizim olduğumuz her yerin neşe içinde olduğunu. Ve Beşiktaşlılar yan yana geldiği zaman - hele ki kol kola, omuz omuza girerlerse - onları hiçbir şeyin yıkamayacağının duygusuyla sarhoş oldum hiç olmadığım kadar. Beşiktaş, ab-ı hayat. Ve ilahiler eşliğinde bindiğimiz taksiden, zor bela yetiştiğimiz uçakla İstanbul’a geri döndükten sonra kafamda sadece tek bir soru vardı: “Bir dahaki deplasman ne zaman?” Mustang / Cigano / Q7 = Ricardo Andrade Quaresma Bernardo Mustang: Lizbon’daki hocası László Boloni’den; Cigano: Çingene olduğu için; Q7: kendisi de bilmiyor kimin niçin bu ismi taktığını. (Ben BMW’nin marketing manager’inden şüpheleniyorum). Bir de Harry Potter var: 2004’te Valencia – Porto UEFA Süper Kupa maçının 78. dakikasında Santiago’yu 30 metreden avladıktan sonra. 26 Eylül 1983’te Lizbon’un fakir bir mahallesinde doğuyor. Henüz 4 yaşındayken, annesi ve babası kontratlarını karşılıklı feshediyorlar. Tek göz bir evde, sefaletin dibine kadar tadına varıyor. Arşivlerde çocukluğuna ilişkin tek kare fotoğrafları olmaması belki de bu yüzden. Annesi alacakaranlıkta ekmek peşine gidip kör karanlıkta dönüyor. Futbol sevdalısı abisi büyütüyor bizim Ricardo’yu. Ayakları öylesine içe basıyor ki, sancılı bir tedavi süreci geçiriyor. Kendi sözleriyle, trivela ve rabonaları ayaklarını açma dürtüsünden. Günün birinde, abisi onu kendi oynadığı takımın antrenmanına götürüyor. Sevmiyor bizimkisi futbolu. Hokeyci olmakla junky olmak arasında kararsız çünkü. Sonra tek göz viranenin kapısını çalıyor Sporting, abisi için. Kardeşini de getir diyorlar. Aşkın/nefretin, umudun/hayal kırıklığının tarihi başlamış oluyor böylece. 2000’de U17 ile Portekiz’e Avrupa Şampiyonluğu kazandırınca, Alex Ferguson’ın listesine giriyor. 2003’te Manchester United ile yapılan hazırlık maçında, o ana kadar gölgesinde kalan Cristiano Ronaldo öyle bir performans gösteriyor ki, aklını çeliveriyor Şamşeytanı’nın. Böylelikle, Ronaldo Düşler Sahnesi’nin yolunu tutarken, bizimkisine Camp Nou’dan bir 11 ~cinaynası bilet gönderiyorlar. Barcelona’da Rijkaard, Porto’da Victor Fernandez, Inter’de Mourinho, Chelsea’de Hiddink, Beşiktaş’ta Schuster. Neredeyse tüm vitrin hocalarıyla çalışıyor; ama hiçbirisiyle tam olarak anlaştığı söylenemez. Başına buyruk, bencil, becerisini ayağına dolandıran bir topçu olarak formasını çoğu kez kendisinin yarı yeteneğinde bile olmayan takım arkadaşlarına kaptırıyor. Oysa başına buyruk değil, hayatta kalma mücadelesinde başkasına güvenmiyor. Bencil değil, en iyisini yine kendisinin yapacağını düşünüyor. Becerisi ayağına dolanmıyor, başka türlü futbol oynayamıyor. “6-1 ile şeş kapısını alacaksın!” diyen esnaf amcalara inat, tekten oynayıp açık veriyor. O açığı vermeden oynayacağı toptan keyif almıyor. Kör talih! Rakip de hep o açığı kırıyor. Zaman zaman esnaf amcaların haklı olabileceğini düşünüyor ve öyle oynuyor. O kadar silikleşiyor ki bu oyunlarda, hocası ilk fırsatta kulübeye çekiyor. Bir röportajında, beş - altı kez “kendime güvenimi kazanmam gerekiyordu” diyor. Güven duymak istiyor, dahası biraz daha sevilmek istiyor. Güvenin ve sevginin sahada kalmasıyla ilişkili olduğunun farkında. Silikleşmemek için bir adım öne çıkmak istiyor. Bu anlarda ayağına dolanan becerisi değil; arzusu oluyor. Arzu, nesnesine (gol/asist) ulaşamayınca; gözü dönüyor ve ilk fırsatta “takımını satan” adam olarak kızarıveriyor. Gözüne girmek istediği taraftar tarafından yuhalanıyor. Aşk, nefretini doğuruyor. Tribünleri dolduran on binlerce taraftar içinse bonservisi alınamıyorsa bile aşkın bir yıllığına yeniden kadroya dâhil” edilmesi, hâlâ en güzel ihtimal. Tribünler de, sokaklar da bizimdir! ~beleştepe sebeplerle açıklamaya kalktı. Utanmadan soruyorlar: “Taraftarlar nerede?” Herkesin bir beleş tepesi vardır, sevdiğimizin yanına gitmeye gücümüz yetmediğinde, karşısına çıkamıyorsak, çıkarız tepeye, kaldırırız boynumuzu bakarız sevdiğimize uzaktan, alırız sazı elimize haykırırız sevdamızı, yar bunu bilmese de dağlar, taşlar ve yarenler bilir, er ya da geç; o da öğrenir... Buradayız; Siyah-beyaz, sarı-lacivert, sarı-kırmızı, bordo-mavi tüm renklerimizle buradayız. ‘Faşşolig’ uygulamasının olmadığı her yerdeyiz. Sevdamızdan ödün vermedik. Ama uyguladığınız sisteme karşı futbola başladığımız yere; sokaklara geri dönüyoruz! Endüstriyel futbola, ırkçılığa, milliyetçiliğe, cinsiyetçiliğe, her türlü nefret söylemi ve ayrımcılığa karşı 3 yıldır düzenlenen “KarşıLig’deyiz. Sisteme karşı alternatif alanlarımızla Passolig’in ve rantın olmadığı her yerdeyiz! Sokakta öğrendik futbolu. Siyah-beyaz televizyon başında farklı renklere sevdalandık. Sokakta kimimiz Sinyor Bartu oldu, kimimiz Metin Oktay, kimimiz de Metin – Ali - Feyyaz. Birlikte top oynamamızdan rahatsız olan mahallenin huysuz bakkalı zengin oldu. Eskiden topumuzu kesemeyen huysuz bakkal bu sefer sahamızı elimizden aldı. Önce sahalarımıza ucube binaları diktiler, sonra kale yaptığımız ağaçları yerinden söktüler Gezi Parkı’ndaki gibi. Tribünler de, sokaklar da bizimdir! Tribünlerler ile sokağı birleştirmek için Beleştepe olarak Halkın Takımı, Semtin Çocukları, Sefaköy Kartalları ve çArşı ile beraber Abbasağa parkında sezon açılışı yaptık. Sokağı tribüne çevirmek için temsili futbol maçına ihtiyaç vardı. Siyah takım-beyaz takım maç yaptık, maç taraftarın sahaya attığı meşaleler nedeniyle yarıda kaldı. Tribünler her zamankinden daha fazla özgürdü. Passolig vardı kırdık, 6222 vardı tavşan yaptık, oyuncak TOMA vardı onu da küçük bir çocuk tekmeleyerek saha dışına attı. Statlara giderdik hafta sonları, her renkten taraftarlar olarak. Sonra tribünlerimizi ayırdılar; “siz yan yana duramazsınız” diye. Oysaki futbol kulüplerini yönetenler, medyada taraftarı kışkırtıp sonra sporda şiddet olmasın edebiyatı yapan kalemşörler hangi renkten olursa olsun yan yana durabiliyorlardı. Tüm bu başkalaşımın amacı futbol kültürünün içini boşaltıp, halktan uzaklaştırıp daha fazla rant elde edilecek konuma getirmekti. Mücadelemiz sürüyor: E-bilet değil kağıt bilet için! Plastik bilet değil, plastik top için! Dijital reklam değil, el emeği göz nuru pankartlarımız için! Biber gazı değil, meşale kokusu için! Para babalarının kirli siyasetinin değil, sokağın sesinin tribünde yansıması için! Gözaltı dalgası değil, Meksika dalgası için! Çevik kuvvet otobüslerinin değil, deplasman otobüsünün artması için! Kravatlıların değil, atkılıların yönettiği bir futbol düzeni için! Huysuz bakkal artık sadece zengin değil, aynı zamanda sporu “yöneten” kişi olmuştu. Oturduğu yerden tribünlere el atmak istedi. Meşalelerimiz, konfetilerimiz bir bir elimizden alındı. Yetmedi, deplasman yasaklarını getirdiler. Tribünlere son olarak Passolig zorunluluğunu getirdiler. Ranta doymayan zihniyete karşı bir çok taraftar maçlara gitmeme kararı kaldı. Süper Lig’de her hafta oynanan 7 maçta toplam 60 bin ortalama seyirci sayısı e- bilete en büyük darbeydi. Statlar neredeyse bomboşken, tüm medya Passolig’i zikretmeden maçlarda taraftar olmayışını başka Yaşasın Beşiktaş! Yaşasın Beleştepe! 12 Hoş geldin Garcia Gomez ~chatlak En İyi Futbolcusu” idi. Altı yıl top koşturduğu Stuttgart’ta 121 maça çıkıp 63 gol alttığında, maç başına 0,5’lik oran ile oldukça başarılı yılları geride bırakıyordu Süper Mario, yeni takımı Bayren Münih’e giderken! 2008-2009 sezonu başında Stutgart’tan Bayern’e tam tamına 35 milyon avroya transfer olduğunda “en pahalı” O’ydu. Bayern’deki 4 sezonunda 2 şampiyonluk yaşayarak, kariyerini perçinledi. Gollerini sıralamaya devam ediyor, Bayern formasıyla 115 maçta tam 75 gole imza atıyordu. Bu maç başına 0,65’lik efsane bir orandı. Gol krallığı, Süper Kupa şampiyonluğu, Almanya Kupası şampiyonlukları da CV’sindeki yerini almıştı. Attıkça hem tribünler coşuyor, hem de son demlerinde “O bitti artık” diyenlere afili bir selam çakıyor. Demba Ba’nın uçuk rakamlara transferinin hemen akabinde rakiplerin biri Fernandao, Nani ve Persie atağını yapıp, diğeri de forvet hattını Sneijder ve Podolski ile besleyince bizler pek bir umutsuzlanmadık değil. Hele bir de Biliç’in İngiltere’ye gitmesiyle yetim halimiz iyice ortaya çıkmıştı diyebiliriz. Fiorentina’ya 2013 yılında transfer olan Gomez, pek de başarılı geçmeyen sezonda 29 maç görev alıp, 7 gol atabildi. Bu 0,25’lik oran kariyeri boyunca yaşadığı en kötü orandı. İşte bu anda her ne kadar bir kısmımız burun kıvırsak da Quaresma’nın Beşiktaş’a dönmesi, sonrasında yaptığı “Evlat yuvaya döndü” açıklaması ile bir nebze yüzümüz güldü. Ve yazımızın baş aktörü Mario Gomez de gelince, arkaya yaslanıp birkaç maç da olsa izleriz dedik değil mi? Hele de İspanyol boğası, Alman panzeri (Bayılıyorum böyle betimlemelere!) Gomez çifter çifter atınca yüzümüz de güldü. Nihayetinde bu sezonun başında kiralık olarak siyah beyaz sevdamıza katıldı Gomez. Birçok soru işaretiyle birlikte geldi ama 10 hafta geride kalırken attığı 8 gol ile yüzleri güldürdü. Böyle giderse sezon sonunda da gol kralı olabilecek bir sayıya ulaşması sürpriz olmasa gerek. Şimdilik bize düşen: Hoş geldin Gomez, Garcia Gomez, Mario Garcia Gomez! Eh adam en zor liglerden Bundesliga tozu yutup gelmiş, şampiyonluklar görmüş, yılın futbolcusu seçilmiş. Golleri leblebi gibi ben mi atacağım, O mu? Evet, Mario Gomez Garcia, Beşiktaşımızın golcüsü... 30 yaşındaki golcünün yıldızı Stuttgart ile 2006-2007 sezonunda yaşadığı şampiyonluk ile parladı. O zamanlar henüz 21 yaşındaki Gomez, sezon sonunda “Yılın 13 Cumhurbaşkanı Fabian Ernst ~sb_arşiv ikinci yarıda sadece 4 beraberlik ve 1 mağlubiyet elde ederek sezonu şampiyon kapatıyordu. Fabian, her şeyden önce maçlarda mücadele ediyor, savaşıyordu. Tam da senin, benim, bizim istediğimiz gibi. Kartalcell reklamında da bunu dile getiriyor, yumruğunu sımsıkı yaparak; “Beşiktaş Mücadeledir !” diyordu. 4 Şubat 2009’da ilk defa bembeyaz Beşiktaş formasını giydi Fabian Ernst. Canlı gözlerle görüp, ismini haykırmak gurur vericiydi, ileride çocuklara, torunlara anlatacak çok güzel bir ruh bıraktı, öyle gitti. Belki de gitmemeliydi. Bunların ardından 16 Eylül 2011 gecesi umutların bittiği anda çıkarttı kafayı Fabian. Vurdu topu CSKA ağlarına, yıkıldı ortalık! Galatasaray maçında tribünde bizler zor tutarken kendimizi, O sahada bizi yansıttı. Hüseyin Göçek’e gösterdi tepkisini, orantısız zekayla. 2008-2009 sezonu devre arasıydı. Beşiktaş şampiyonluğunun üzerinden altı sene geçmişti. Trabzon lider, Sivas ikinci, ikisinin de 6 puan gerisindeydi Kara Kartal, Fabian Ernst takıma geldiğinde. Her şey değişti O takıma geldiğinde. Gençlerbirliği maçında 65’te kilidi açıp galibiyeti getirdi, Ankara’da nefis bir gol attı. Beşiktaş Fabian’la beraber İşte böyle güzel adamdı, gönlümüzün kral sofrasına oturttuk O’nu. Dolmabahçe’ye çıktığı ilk maçta kenara alınırken ismi haykırıldı, bir gün belki jübilesinde haykırmak nasip olur. Yolun açık olsun Cumhurbaşkanı Fabian Ernst! 14 Altyapı ~kemba atış çizgisinden şut çalışmasıyla aklımda kalmış. Derken aralarında konuşup dış şut üzerinden ufak bir yarışa giriştiler. İnanın bana medyatik olan çemberi döverken diğeri tüm şutları sokmuştu... YETENEK TAMAM AMA O günden bu yazının yazılışına 3 yıldan fazla zaman geçmiş. Medyatik olan, alt yaş milli takımlarında madalyalar kazandı. Herkes ondan umudu kesmek üzereyken Eskişehir’de geçirdiği kiralık sezonda kendisini kanıtlamayı başardı. Beşiktaş’ın Milangaz döneminde (2011-12) altyapıdan gelen iki genç dikkat çekiyordu. Dört kupalı sezon olarak da anılan o yıl, A Takım’da süre almayı başarmış iki gençten biri medyatik, diğeri ise iyi şutördü. Biri TOFAŞ’ta 15 yaşında A Takım’la ilk 5 başlayan Kenan Sipahi ile kıyaslanıyor, gelecekte point guard sıkıntımızın olmayacağına dair umut veriyordu. Gazetelerde resmi çıkıyor, Allen Iverson’la, Deron Williams’la antrenman yapma şansı bulduğundan söz ediliyordu. Diğeri ise kadife bileğiyle ve bir buçuk yaş daha büyük olmanın özgüveniyle sessiz ama derinden ilerliyordu. Hiç unutmam, bir gün bir lig maçı öncesi Akatlar’da erkenden yerimi almış, bu iki gencin maç öncesi ısınmasını izliyordum. Medyatik olan savruk vücut dili, ısınmayı pek sevmeyen halleriyle; diğeri ise serbest 15 Takımı iç sahada 6 maç üste üste kazanmasına rağmen küme düştü. Şutunu öyle bir geliştirdi ki Anadolu Efes’i, Beşiktaş’ı, Banvit’i ve Daçka’yı yendikleri maçlarda üçlükleriyle NSK Eskişehir’in direnişine öncülük etmişti. 1995 doğumlu guard, yazın forma mücadelesini de kazanıp EuroBasket 2015’te 12 kişilik kadroda yer aldı. Bu sezon ise Beşiktaş’a geri döndü, üstelik süreleri de dış şut yüzdesi gibi yüksek. EuroCup’taki Rytas galibiyetinde soktuğu ceza üçlükleri, boş şutu bulduğunda hiç tereddüt etmemesi dikkat çekici. Artık 20 yaşında ve hala bazı eksikleri var. Eskisi gibi olmasa da hala kolay geçiliyor, drive etmiyor ve ilk adımını hızlandırması gerekiyor. Aldığı süreler ve çalışarak bir aşama kaydetmiş olması geleceği adına umut verici. Kara Kartal’ın Kartal Özmızrak’ını bu sezon başka bir gözle izleyin derim. Kadife bilekli çocuğa ne mi oldu? Erman Kunter döneminde ciddi bir diz sakatlığı yaşadı. Bir daha eskisi gibi olamadı. En son üçüncü lige kiralanmıştı. Bir daha gören olmadı. Hatırlarsınız; adı Mehmet Ali Yatağan’dı. Bu kadar saf ama bu kadar gururlu, içe dönük, namuslu olması yüzünden... Beşiktaş’a tutkuyla bağlı olması yüzünden. Bir Gençlerbirliği maçı vardır. Kupa yarı finali. Yağmurlu bir günde 4 - 3 yenildik ve elendik. O şekilde yenilmeyi ve arkadaşlarının aymazlığını kabul edemedi. Yağmurun altında ağlayarak inanılmaz mücadele etti, goller attı. Beni ağlattı. O gün “Bu çocuk Beşiktaş’ın tarihidir” dedim. Z.Demirkubuz