Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
Transkript
Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302
AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! SA Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı! Sınır ötesi Operasyonun Amacı Ne? Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı… DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu? Tarihi tarihçilere bırakmak… Kyoto protokolü üzerine kısaca Irak-Güney Kürdistan: Dört yıl önce – dört yıl sonra…Kısa bir bilanço! Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz… l HE J AR Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X111 YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! • editörden - içindekiler Editörden... İçindekiler AYLIK SİYASİ GAZETE Karkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! � HE J AR SA YI M Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! Mayıs 2007/05 • FİYATI 2,00 YTL (KDV DAHİL) • ISSN 1302-692X111 Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı! Sınır ötesi Operasyonun Amacı Ne? Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı… DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu? Tarihi tarihçilere bırakmak… Kyoto protokolü üzerine kısaca Irak-Güney Kürdistan: Dört yıl önce – dört yıl sonra…Kısa bir bilanço! Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz… Değerli Okuyucu, burjuvazi yine yapacağını yaptı: işçilere yılda bir günü çok görerek 1 Mayıs işçi bayramını olağandışı bir şiddetle engellemeye çalıştı. Öldü, bitti vb. olarak ilan ettikleri işçilerden meğerse ne kadar da korkuyorlarmış. Akıl almaz önlemlerini düzeni sağlamak için aldığını iddia eden vali acaba buna kendini inandırabiliyor mu? İşçiler Taksim’de 1 Mayıs işçi bayramını kutlasalardı ne olurdu, kıyamet mi kopardı? Herkes de bunu biliyor: Devletin karışmadığı, provokasyon yapmadığı yerde hiçbir şey de olmazdı. Ama faşist zihniyetli bu devlet bu kadarına bile tahammül edemiyor, işçilerin alanları doldurup kapitalist sömürü ve soygun sisteminin bazı sonuçlarına karşı sloganlar atmasına ve kendi taleplerini ileri sürmesine katlanamıyor. İnsan bu miadı dolmuş sistemin bekçilerinin mantığını bir türlü anlayamıyor, bunlar “biz yasaklarız işçiler de kuzu kuzu yasaklara uyarlar” diye mi düşünüyorlar acaba? Muhtemelen. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. İşçi sınıfı bütün yasaklara, tehditlere, kışkırtmalara, zorbalıklara ve bilumum zulme karşın Taksim alanına girmeyi zorladı ve bunu başardı da! İşte Taksim, işte 1 Mayıs! Faşizme karşı omuz omuza! sloganlarıyla yankılandı Taksim 30 yıl sonra. Düşenler unutulmamıştı. Egemenleri bir kez daha korku sardı, ancak korkunun ecele faydası yok! İşçi sınıfının bilinçlenmesinin ve örgütlenmesinin önüne hiçbir güç geçemez ve egemenler asıl o günden korksunlar! Bugün egemenler sömürü sisteminin nasıl sürdürülmesi gerektiği konusunda birbirlerine girmiş durumdalar. Cumhurbaşkanlığı ve erken seçimler gündemde. Tepişiyorlar, tepişecekler. Tepişsinler. Biz işçilerin seçimi şimdiden belli: Devrim ve sosyalizm! Bunun için var gücümüzle çalışmalıyız! Öyleyse haydi, zaman kaybetmeyelim, hepimiz bu mücadelenin bir ucundan tutarak onu bir adım daha ileriye taşıyalım! YDİ ÇAĞRI, 06 Mayıs 2007 • GÜNDEM Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı! . . . . . . . . . . . . . . . “Devlet terörüne son!”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Ordudan e-muhtıra . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . “Cumhuriyetine sahip çık”. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3 4 5 6 HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN Tarihi tarihçilere bırakmak…. . . . . . . . . . . . . . . Malatya’da vahşet…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . Sınır ötesi Operasyonun Amacı Ne? . . . . . . . . . . . Azadîya Welat gazetesinin kapatılması protesto edildi . . 7 8 9 9 . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ Kyoto protokolü üzerine kısaca. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 Kyoto Protokolü’nü imzala!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 10 YENİ GENÇLİK DÜNYASI Eşit, demokratik ve bilimsel eğitim hakkımızı istiyoruz ! . . . . . . . . . 14 YENİ İŞÇİ DÜNYASI 1 Mayıs 2007’de Taksim Meydanı savaş alanına çevrildi . . . . . . . . Adana: 1 Mayıs kutlaması… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Koluman’da sular durgun! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Antalya’da 1 Mayıs 2007… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İzmir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Hatay’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Eskişehir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Diyarbakır’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Mersin’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Esen Plastik: Yine sendikalaşma mücadelesi, yine işten atma…. . . . Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . Bağ Yağları’nda sendikalaşma mücadelesi…. . . . . . . . . . . . . Deri İş Sendikası İzmir Şubesi Genel Kurulu yapıldı. . . . . . . . . . DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! . . . . . . EK:1 EK:3 EK:3 EK:3 EK:4 EK:4 EK:4 EK:5 EK:5 EK:5 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8 YENİ KADIN DÜNYASI Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu?. . . . . . . . . . . . . . . . . . 11 PANORAMA Irak-Güney Kürdistan: Dört yıl önce – dört yıl sonra…Kısa bir bilanço!. . 12 Mısır: Referandum, ya da OHAL’in yasalaştırılması… . . . . . . . . . . . 13 Mısır’da işçiler uyanıyor. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15 GÜNCEL/ OKUR Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz… . . . . . . . . . . . . . Basına ve Kamuoyuna: Hapishaneye giderken . . . . . . . . . . . . . “Rekabet değil, dayanışma!” Kitle örgütleri 7. buluşması gerçekleşti . . . Sison ile Söyleşi: Berlin duvarının çöküşünün etkileri . . . . . . . . . . DİSK’in yok edilişi ve sistemin Truva atları . . . . . . . . . . . . . . . . • ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir • Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok., No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 • Fax: (0212) 253 19 27 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 111 · Mayıs 2007 • ISSN 1301-692X111 • Fiyatı: Türkiye: 2,00 YTL (KDV DAHİL) Türkiye Dışı: 2,50 Euro • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli mail@ydicagri.com www.ydicagri.com . . . . 16 17 17 18 19 gündem 1 MAYIS 1977 KATLİAMININ 30. YILDÖNÜMÜNDE 1 MAYIS: Yaşasın 1 Mayıs, işçinin, emekçinin bayramı! 1 Mayıs dünya işçi sınıfının can vererek, kan vererek, büyük mücadelelere girerek hakim sınıflardan, onların devletlerinden koparıp aldığı bir haktır. Her yıl 1 Mayıs günü dünya işçi sınıfı alanlara çıkarak taleplerini haykırır, sömürünün olmadığı yeni bir dünya özlemini ve bu yolda kararlılığını haykırır. U luslararası işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs İşçi Bayramı tüm dünyada olduğu gibi ülkelerimizde de devletin baskılarına, saldırılarına, engellemelerine rağmen kutlanmaktadır. Sermayenin çıkarlarının koruyucusu ve kollayıcısı devlet ve onun resmi-sivil çeteleri işçi sınıfının ve emekçilerin 1 Mayıs’ta alanlara akmasından her dönemde rahatsızlık duymuşlardır. Çünkü işçi sınıfı bu günde düzene olan hoşnutsuzluğunu haykırmıştır. Çünkü işçi sınıfı bu günde ekonomik ve siyasi taleplerini daha bir kararlılıkla, daha bir mücadeleci ruhla haykırmıştır. Çünkü bu günde işçi sınıfı örgütlülüğünün gücünü görmekte, sınıfın kendisine olan güveni artmaktadır. Çünkü bu günde işçi sınıfının birliği, enternasyonal dayanışması pekişmekte; sınıf azmi bilenmektedir! Bunun için sermaye düzeni işçilerin, emekçilerin 1 Mayıs’ta alanları doldurmasını yasalarla, baskı ve zorla, bunların yetmediği yerde resmi ve sivil güçlerinin provokasyonları ve katliamlarıyla engellemeye çalışmıştır. 1977’nin 1 Mayıs’ında 500 bin emekçi Taksim alanına aktığında da devletin kolluk güçleri, resmi ve sivil çeteleri işçilerin, emekçilerin üzerine ateş açması sonucunda 36 emekçi katledilmiştir. 1 Mayıs 1977 ülkelerimiz işçi sınıfının tarihinde çok önemli bir yere sahiptir. 1970’li yıllarda gelişmeye başlayan işçi sınıfı 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ni yaşamış, büyüklü küçüklü birçok mücadele içinde pişmiş, 1977 1 Mayıs’ına gelindiğinde güçlü bir örgütlenme yaratmıştı. Aynı dönemde hakim sınıflar ve onların siyasi temsilcileri gittikçe derinleşen bir ekonomik ve siyasi kriz içindeydiler. Onlar işçi sınıfının ve emekçi kesimlerin düzene yönelen muhalefetinden rahatsızlardı. İşçi sınıfının örgütlü gücü 1 Mayıs 1977’de alanlara, başta da İstanbul’da Taksim alanına taşındı; 500 bin işçi, emekçi düzene olan tepkisini haykırdı. Anda bir politik ve ekonomik kriz yaşayan ve işçi ve emekçilerin gelişen mücadelesinden korkan ha- 1977 kim sınıflar işçi sınıfının sesini boğmanın araçlarından birisi olarak teröre başvurdular. Devletin sivil ve resmi güçleri işçilere, emekçilere saldırdı. Sonuçta 36 işçi ve emekçi yaşamını yitirdi. 1 Mayıs 1977 katliamı işçi sınıfı tarihinde kanlı bir sayfadır. 1 Mayıs 77 katliamından esas olarak devlet sorumlu olmasına rağmen, o dönemdeki revizyonist TKP ve DİSK yöneticilerinin Maocu bozkurt olarak adlandırdıkları devrimci grupları alana almama kararı ve 1 Mayıs öncesi bu anlamda ortamı germeleri nedeniyle sorumlulukları vardır. Onlar ın bu tutumları katliama bu açıdan çanak tutmuştur. Biz, işçiler, emekçiler olarak devletin işçi sınıfına ve emekçi halka yönelen saldırılarını, katliamlarını unutmazken, revizyonistlerin katliama çanak tutan bu devrimci düşmanı tavırlarını da unutmayacağız. 2007 İşçi sınıfı örgütlenmeden hiçbir şey olmaz! Sömürü ve soygun üzerine kurulu bu düzenden kurtulmak ve insanca yaşamak her işçinin, her emekçinin hakkıdır. Bu hakkın kullanılması için ama önce insanı değil, kârı, daha fazla kârı merkeze koyan bu sistemden kurtulmak gerekir. Her ne kadar işçiler bu düzenden memnun değillerse de bu düzende yaşıyorlar. Tepki duysalar da, haksızlığa karşı sesini yükseltseler de sistem ayakları üzerinde duruyorsa bunun nedeni işçilerin, emekçilerin örgütsüzlüğündendir. Tepeden tırnağa örgütlü bir güç karşısında gücünü birleştirememiş işçilerin, emekçilerin yeni bir düzeni, işçilerin, emekçilerin düzenini kurmada hiç bir şansı yoktur. Sorunun temelinde örg üt ve örgütlülük sorunu vardır. Bugün var olan işçi örgütlenmesi cılız bir örgüt- lenmedir. Bugün işçi sınıfı örgütlü bir güç olarak hakim sınıfların karşısına dikilemiyor. İşçilerin, emekçilerin var olan potansiyel gücü hakim sınıfların şu ya da bu kanadının peşinde, şu ya da bu partisinin saflarında heba olmakla kalmıyor, aynı zamanda hakim sınıf lara, onların düzeninin, sisteminin pekişmesine de güç veriyor. Andaki durum bu. Bu ama kader değil. Bu değişebilir, değiştirilebilir. Bunun için sınıfın kendi gerçekliğini görmesi, kendi ekonomik ve siyasi taleplerinin savunucusu olması gerekir. Bu ise bilinç sorunudur. İşçi sınıfı, sınıf olarak kendi sınıfının çıkarlarını düşünür, kendi gerçekliğinin farkına varır ve bu temelde mücadele ederse ancak hakim sınıfların düzenine, bu düzenin koruyucusu devlete güç olarak yönelebilir. Bugün andaki durumu doğru değerlendirmeyenler var. İşçi sınıfının andaki örgütsel zayıflığını görmeden işçileri, emekçileri yanlış yönlendiren, onlara doğru bilinç taşımayanlar var. Bunun karşısında işçi sınıfının toplumsal değişimdeki rolünü görmeyen ya da hafife alanlar, kendisini işçi sınıfının yerine koyanlar var. “Bu düzende birtakım şeylerle yetinelim, daha fazlası olmaz” diyenler var. Hayır, biz, işçiler, emekçiler tüm bu yanlış değerlendirmeleri elimizin tersiyle itmeliyiz. Bilmeliyiz ki, sınıfımızın çıkarlarını merkeze koyup bu temelde hareket ettiğimizde, örgütlendiğimizde ve mücadele yürüttüğümüzde bu düzeni de, düzenin koruyucusu devleti de yerle bir edebiliriz. Biz olmadan hiçbir şey olmaz. Biz durursak hayat durur. Biz kırıntı değil, sömürüsüz bir dünya istiyoruz. Biz modern köleler olarak yaşamak istemiyoruz! Birlik! Dayanışma! Mücadele! Kurtuluşumuzun yolu buralardan geçiyor! 1Mayıs 2007’de öne çıkan noktalar… 1 Mayıs dünya işçi sınıfının can vererek, kan vererek, büyük mücadelelere girerek hakim sınıflardan, onların devletlerinden koparıp aldığı bir gündem haktır. Her yıl 1 Mayıs günü dünya işçi sınıfı alanlara çıkarak taleplerini haykırır, sömürünün olmadığı yeni bir dünya özlemini ve bu yolda kararlılığını haykırır. Ülkelerimizde egemen sınıflar bu hakkın kullanılmasını çeşitli yollarla engellemeye çalıştılar, çalışıyorlar. Bir dönem içeriğini boşaltıp “Bahar Bayramı” olarak tatil günü haline getirdikleri 1 Mayıs’ı 12 Eylül darbesi sonrasında tatil günü olmaktan çıkardılar. Geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yılın 1 Mayıs’ında da işçi sınıfının bu kazanılmış hakkını sahiplenmek, savunmak görevlerimizden biriydi. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu yıl 1 Mayıs aynı zamanda 1 Mayıs 1977 katliamının 30. yıldönümüydü. Bu 1 Mayıs’ta yasağa ve türlü engellemelere rağmen alanlara çıkan işçiler, emekçiler 30 yıl önce sınıf kardeşlerine yönelik yapılan katliamı sınıf kiniyle anarken, katliamlara rağmen 1 Mayıs’ın birlik, dayanışma ve mücadele günü olduğunu dosta düşmana göstermek için alanlara çıktılar. Bu bağlamda 1 Mayıs 1977 katliamının yapıldığı Taksim alanı devlet tarafından gösterilere kapatıldı. Devlet bunu yaparken “güvenliği” düşünüyormuş! Bu yıl DİSK, KESK başta olmak üzere çeşitli sendika konfederasyonları, bir çok parti, grup ve kuruluş, çeşitli yayın organları vb. 1 Mayıs’ı yeniden Taksim’de kutlayacaklarını ilan ettiler; 1 Mayıs için Taksim’e çağrı yaptılar. Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, elbette Taksim alanının 1 Mayıs gösterileri için kazanılması önemlidir. Bu hakta ısrar edilmelidir. Bunun için devletin yıllardan beri “Güvenlik nedeniyle Taksim’de hiçbir gösteriye izin verilmeyeceği” bahanesiyle yasaklama tavrı kırılmalı, devletin yalanı açığa çıkarılmalıdır. Çünkü “Taksim’de hiçbir gösteriye izin vermeyeceğini” açıklayan devlet, işine geldiğinde alanı gösterilere açmaktadır. Bu 1 Mayıs’ı hakim sınıfların kendi aralarında dalaş yürüttükleri bir ortamda karşıladık. Bu iktidar dalaşında bulunan kesimlerden her birisi işçileri, emekçileri kendi kuyruğuna takmak, onları kendi siyasi çıkarlarının atlama tahtası yapmak istiyor. İşçileri, emekçileri kendi yanlarına çekmek için birçok yalan söylüyor; işçilere, emekçilere kendilerini başka tanıtıyorlar. İktidar için dalaşanlardan bir bölümü kendisini “demokrat”, “hukukun üstünlüğüne saygılı” vs. gösterirken; diğer kesim “laik”, “bağımsızlıkçı” vs. sıfatlarla ortaya çıkıyor. Bu konuda biz işçiler, emekçiler bilmeliyiz ki, bunların birbirlerinden farkları yoktur. Her iki kesim de sonuçta hakim sınıfların temsilcisi, onların çıkarlarının koruyucusudurlar. Bunların bizim hakkımızı, hukukumuzu korumak diye bir dertleri yoktur. Bunların derdi bizim daha iyi sö- mürülmemizin koşullarının yaratılmasıdır. Bunların derdi, hizmet ettikleri sınıfın, sermayenin düzeninin sürmesidir. Aralarında farklar olsa da onlar iş bize, işçilere, emekçilere geldiğinde ortak bir noktada buluşabilmektedirler. Dolayısıyla bizim bunların birisinin peşinden diğerine karşı cephe almamız, meydanlara dökülmemiz doğru olmaz. Bizim bunlar arasından birisini tercih etme zorunluluğumuz, yükümlülüğümüz yoktur. Tam tersine bizim bunları elimizin tersiyle itmemiz; bunların karşısına kendi sınıf tavrımızla, bağımsız sınıf politikamızla çıkmamız gereklidir. Bizim kendi taleplerimiz vardır: Son yıllarda daha da pervasızlaşan sermayeye, onun egemenliğine karşı “Sermayenin egemenliğine ve sömürüye son!” denilmelidir! Her geçen gün kışkırtılan ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı “Yaşasın halkların kardeşliği!” düşüncesi haykırılmalıdır. Halkları birbirine kışkırtan, saldırtan, çıkarları için ülkeler işgal eden emperyalistlere karşı “Emperyalist ve gerici savaşlara son! Yaşasın devrimci savaşlar!” düşüncesi işçiler, emekçiler arasında yaygınlaştırılmalıdır. 1 Mayıs 2007’de de işçi sınıfının kapitalist barbar düzen karşısındaki tek ve gerçek alternatifi sosyalizmdir. “Ya barbarlık içinde çöküş, ya sosyalizm!” bizim, sınıf bilinçli işçilerin, emekçilerin amaç ifadesidir, mücadele çağrısıdır. Bu temel düşüncelerle haydi işçinin, emekçinin birliğini, dayanışmasını göstermeye, mücadeleyi yükseltmeye! Haydi!!! Yaşasın 1 Mayıs emeğin, emekçinin bayramı! 25 Nisan 2007 ✓ 1 Mayıs’ta düştüler, işçi sınıfının kalbine gömüldüler. 1 Mayıs ‘77 Aleko Konteus Ahmet Gözükara Ali Yeşilgül Bayram Çıtak Bayram Sürücü Divan Nergis Ercüment Günkut Hasan Yıldırım Hikmet Özkürkçü Hüseyin Kırkın Hacer İpek Saman Bayram İyi Hamdi Toka Hülya Emecan Jale Yeşim Kahraman Alsancak Kenan Çatak Kıymet Duman Karabet Akyan Kadir Balcı Leyla Altıparmak M. Atilla Özbelen “Devlet terörüne son!” İ zmir’de Newroz öncesinde başlayan gözaltı ve tutuklama terörü sürüyor. 22 Nisan günü Ada Kültür Sanat Merkezi TMŞ polisleri tarafından basıldı. Kültür merkezini arama kararı olmadığı halde arayan, kimi evrak ve dokümanlara el koyan, içeride bulunan 50’yi aşkın kişiyi kimlik kontro- lünden geçiren polis, 21 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınan 21 kişi, bir gün sonra serbest bırakıldı. 23 Nisan günü İzmir Acil eylem hattı ve İHD tarafından, Ada Kültür Sanat Merkezi’nin keyfi bir şekilde polis tarafından basılması, Kemeraltı girişinde yapılan bir basın açıklaması ile protesto edildi. Mustafa Elmas Meral Özkol M. Ali Genç Mustafa Ertan Niyazi Darı Nazmi Arı Nasan Ünaldı Ömer Narman Özcan Gürkan Rasim Elmas Sibel Açıkalın Tevfik Beysoy Yücel Elbistanlı Ziya Baki 1 Mayıs ‘89 Mehmet Akif Dalcı 1 Mayıs ‘96 Dursun Odabaşı Hasan Albayrak Levent Yalçın Anıları işçi sınıfının mücadelesinde yaşıyor! ✓ B a sı n aç ı k la ma sı sı r a sı nd a ; “Ada Kültür Merkezi yalnız değildir!, Yaşasın devrimci dayanışma!, Yaşasın halkların kardeşliği!, Devlet terörüne son!, Baskılar, gözaltılar, tutuklamalar, bizi yıldıramaz!” sloganları atıldı. “Devrimci demokrat ve yurtseverler olarak bir kez daha yineliyoruz. Gözaltı, tutuklama, baskı ve zor kararlılığımızdan bir şey eksiltmeyecek, özgürlük çığlığımızı susturamayacak. Ada kültür Merkezine TMŞ polisleri tarafından keyfi bir şekilde yapılan baskın ve yine öğrencilerin keyfi bir şekilde gözaltına alınıp bir gün boyunca TMŞ’de tutulmasını kınıyoruz. Devletin hukuksuzlukla yaptığı her saldırı, gözaltıların bir bir serbest kalması ile boşa çıkıyor ve çıkacaktır. Yaşadığımız bu son örnek de göstermiştir ki bizim mücadelemiz haklı ve meşru bir mücadeledir, yasadışı olan devletin uygulamalarıdır.” Belirlemesi ile basın açıklaması son buldu. 23 Nisan 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ gündem Hakim sınıflar arasında iktidar mücadelesi sertleşiyor… E Ordudan e-muhtıra gemen ler i n kend i a ra larındaki iktidar mücadelesi Cumhurbaşkanlığı seçimi vesilesi ile giderek sertleşiyor. “Laik-antilaik ” ya da “şeriatKemalist cumhuriyet” sahte görünümü altında, hakim sınıflar arasındaki iktidar mücadelesi sertleşirken, Kemalist ordu tavrını muhtıra yolu ile ortaya koydu. TC devletinin kuruluşundan bu yana iktidarı elinde bulunduran ordu merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi iktidarını kaybetmek istemiyor. Özel sermayeli büyük burjuvazi ekonomideki ağırlığının artmasına bağlı olarak iktidarı istiyor. Büyük burjuvazinin çıkarlarını savunan AKP hükümeti IMF’nin, sermayenin istemlerini eksiksiz yerine getiriyor. Kavga özel sermayeli büyük burjuvazinin desteklediği AKP hükümeti ile ordu merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi arasındadır. Egemenlerin her iki kanadı da, işçileri, emekçileri kendi yanlarına çekmek için çeşitli oyunlara başvuruyorlar. Kemalist bürokrat kanat, AKP’nin kendi başına, kendisinin onay vermediği Cumhurbaşkanı’nı seçmesini istemiyor. Bu nedenle TC tarihi boyunca, Cumhurbaşkanlığı seçiminde aranmayan bir şar t AKP’nin önüne konuldu. Buna göre, Cumhurbaşkanlığı seçimi için, mecliste 367 vekilin olması şart idi. 27 Nisan Cuma günü yapılan birinci tur seçimde 361 vekil mecliste hazır bulundu. 367 vekil seçim sırasında mecliste hazır bulunmadığı için, Cumhurbaşkanlığı seçimi CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürüldü. Jet hızı ile karar veren Anayasa Ma h kemesi, 1 May ıs g ü nü CHP’nin talebi doğrultusunda, Cumhurbaşkanlığı birinci tur seçimini iptal ederek, yürütmeyi durdurma kararı verdi. Anayasa Mahkemesi beklentiler doğrultusunda, hukuki değil siyasi bir karar verdi. Ordunun muhtıra verdiği şartlarda aksi bir karar da söz konusu olamazdı. Bu yeni gelişme sonucu AKP, Kasım ayında yapılması planlanan seçimleri öne alacağını açıkladı. Seçimin 24 Haziran ya da 1 Temmuz tarihinde yapılmasını önerdi. Ordu eksenli Kemalist kesim tarafından yapılan hesap gelecek seçimde, AKP’nin daha az oy almasını sağlamak, AKP dışında, meclise girmesi muhtemel olan iki ya da üç partinin kuracağı koalisyon hükümeti ile AKP’nin önünü kesmeye dayanı- Ordu eksenli Kemalist kesim tarafından yapılan hesap gelecek seçimde, AKP’nin daha az oy almasını sağlamak, AKP dışında, meclise girmesi muhtemel olan iki ya da üç partinin kuracağı koalisyon hükümeti ile AKP’nin önünü kesmeğe dayanıyor. Bu hesabın tutup tutmayacağını birlikte göreceğiz. yor. Bu hesabın tutup tutmayacağını birlikte göreceğiz. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin birinci turunun yapıldığı 27 Nisan Cuma günü gecesi, Genelkurmay İletişim Başkanlığı saat 22.45’ten sonra Genelkurmay muhabirlerini arayarak “10-15 dakika içinde” Genelkurmay’ın internet sitesine önemli bir açıklama konulacağı bilgisini verdi. Saat 23.30’a doğru Genelkurmay internet sitesine açıklama konuldu. Genelkurmay’ın açıklaması, açıklanış biçimi itibari ile e-muhtıra olarak adlandırıldı. Açıklama ile birlikte “Darbe mi, muhtıra mı, önemli açıklama mı?” tartışmaları aldı yürüdü. Mesajı alan hükümet, geri adım atmadı. Kağıt üzerinde Başbakanlığa bağlı olan Genelkurmay Başkanlığı’nın yaptığı açıklama eleştirildi. Cumhurbaşkanı adayı olan Abdullah Gül’ün adaylığından vazgeçmeyeceği, seçim sürecinin devam edeceği açıklandı. Genelkurmay Başkanlığı’nın açıklaması ya da muhtırası okunduğunda; verilen mesajlar açıktır. Muhtıra içinde şunlar söyleniyor: “Son günlerde, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde öne çıkan sorun, laikliğin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türk Silahlı Kuvvetleri bu tartışmalarda taraftır ve laikliğin kesin savunucusudur. Ayrıca, Türk Silahlı Kuvvetleri yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumla- rın kesin olarak karşısındadır, gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir. Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu ulu önder Atatürk’ün, “ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır. Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine kanunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.” Burada söylenilenler açıktır. Ordu iktidar mücadelesinde taraf tır. İktidarını kaybetmek istememektedir. Laik vurgusu ya da laiklik savunusu ardında yatan gerçek, iktidarı kaybetmeme çabasıdır. Ordu, bilumum Kemalistler, halkı AKP Hükümetini’nin “şeriat devleti kuracağı” yalanı ile korkutarak, iktidar mücadelesinde kendi bayrağı altında toplamak istiyor. Oysa AKP’nin şeriat devleti kurma amacı yoktur. AKP içinde radikal vekillerin olması, tabanında bir bölüm radikal İslami kesimin olması, bir bütün olarak AKP’nin şeriatçı bir parti olduğunu göstermez. Tam tersine şeriat hedefinden vazgeçen kadrolar “Milli Görüş”ten ayrılarak AKP’yi kurdular. Emperyalistler, büyük burjuvazi kendi çıkarlarının savunucusu olarak gördükleri AKP Hükümetini, şeriat amacına sahip olmadığı için desteklemektedir. İktidarını kaybetmek istemeyen ordu merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi doğal olarak gidişata karşı direniyor. Ayakları altındaki toprağın kaymaya başladığını gören ordu gidişatı engellemek için askeri darbe tehdidinde bulunuyor. 2003, 2004 yılında darbe yolunda girişimleri de olan ordu yeni bir darbe girişimi yapmak istiyor. Fakat önceki askeri darbe dönemlerine göre eksik olan bir şey var. Başta ABD emperyalizmi olmak üzere, emperyalistlerin ve ülke içindeki burjuvazinin önemli bir kesiminin desteklemediği bir darbenin başarıya ulaşma şansı yok. Bunun da farkında olan ordu, ancak muhtıra ile yetinmek zorunda kalacağını da biliyor olmalıdır. Ordu muhtırasında “Ne mutlu Türküm diyene!” ırkçı anlayışını savunmayan herkesi düşman gören zihniyetini sürdürmektedir. Bu ırkçı zihniyet ile başta Kürt ulusu olmak üzere, Türk olmayan diğer halklar inkar edilmektedir. Halklar zorla asimile edilip, ulusal uyanışa katliamlarla cevap verilmiştir. Bu zihniyete dayanılarak hak arayana baskı, işkence, faşizm ile cevap verilmiş, Kıbrıs’ın Kuzey’i işgal edilmiş, Ortadoğu’da emperyalist emellere sahip bir siyaset uygulanmıştır. Egemenlerin kendi aralarındaki iktidar mücadelesinde bir tarafa karşı çıkarken diğer tarafın yanında yer almak zorunda değiliz. Nasıl ki, veba ile kolera arasında tercih yapılamazsa, kırk katır mı, kırk satır mı arasında tercih yapılamazsa, Kemalist bürokrat burjuvazi ile özel sermayeli büyük burjuvazi arasında da işçiler ve emekçiler açısından tercih yapılamaz. Her iki kanat da işçilere, emekçilere düşmandır. Her iki kanat da emperyalistlerin işbirlikçisidir. Her iki kanat için de belirleyici olan sömürüye dayanan kendi çıkarlarıdır. İşçilerin, emekçilerin çıkarı kendi sınıf iktidarları için mücadeleyi gerektiriyor. İşçilerin, emekçilerin kendi iktidarları için mücadele! Sınıf iktidarı için örgütlenme! Bilince çıkarılması gereken budur! Ne Kemalist faşist diktatörlük, ne de askeri darbe! Burjuvazinin sivil diktatörlüğüne de askeri diktatörlüğüne de hayır! İşçilerin, köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğü için tek yol devrim! Ya barbarlık, ya sosyalizm! 1 Mayıs 2007 ✓ gündem E “Cumhuriyetine sahip çık” vet değerli okurlar, başlığa aktardığım alıntıyı iyi okuyun! Sakın hemen, “evet, biliyoruz, bu, 14 Nisan’da Ankara/ Tandoğan’da yapılan miting ve yürüyüşün sloganıdır” demeyin. Derseniz, gerçeği söyleyeceğim ve sizin başlığı iyi okumadığınızı iddia edeceğim. Gerçekten bu başlık sözkonusu miting ve yürüyüşün sloganı olsa da, sizin verdiğiniz cevapla görüntüye kapıldığınızı da anlatacağım size. Taaa ki, bana kızıp, tartışıp başlığın neyin sloganı olduğunu değil de, başlıkta söylenenin ne olduğuna kafa yorana kadar kızdıracağım sizi… Evet evet, sizi kızdıracağım! Neden mi? Cevabını siz bulun. Yine de sizinle paylaşmak istediğim bir sırrım var. Doğrusunu isterseniz, 14 Nisan ve sonrası günlerde medyada yazılanlara ve gösterilenlere baktığımda çok kızdım. Yani sizi kızdırarak kendime az da olsa yoldaş edinmeye çalışıyorum… Çünkü bu memlekette ve bu düzene kızmamak mümkün değil. Tandoğan eylemi olarak Türkiye tarihine geçen bu miting ve yürüyüşte yaşananları, söylenenleri size anlatmak, haddime düşmez. Kuşkusuz ki bu konuda doğru tavır takınanlar da olacak. Ama “kızgın” biri olarak bize ait olmayan, ama bizimmiş gibi gösterilen şu cumhuriyete sahip çıkın çağrılarına itirazım olduğunu size itiraf ediyorum! İTİRAZIM VAR! Bu arada herhalde başlığı neden iyi okuyun dememi de anlamışsınızdır. Bize “Cumhuriyet sizindir” “Cumhuriyetinize sahip çıkın” deniyor. Cumhuriyet bizimse, bize ait olan bir şeyle istediğimiz gibi ilgilenmek ya da ilgilenmemek de hakkımız değil mi? Bu sloganı atanlara göre böylesi bir hakkımız da yok. Eh, tüm tarihi boyunca haksızlıklar, baskı ve zulüm üzerine yükselen bir zihniyetin bize böyle bir hak tanımayacağı da bellidir. İşin yarı-mizah yanını bırakıp ciddiyete dönersek, 14 Nisan’da yapılan “Cumhuriyetine sahip çık” miting ve yürüyüşü, Türkiye’de yaşanan iktidar dalaşında, iktidarı 84 yıla yakın ellerinde tutanların son çırpınışlarının görüntülerinden biridir. Cumhurbaşkanı Sezer’in “rejim hiçbir dönem bu kadar tehdit altında değildi” tespiti, gerçekte iktidarı elinde tutan kemalist kesimin ayakları altındaki toprağın kaymakta olduğunun itirafıdır. Cumhurbaşkanı seçimi öncesinde Genelkurmay’ın, bir gün sonra Cumhurbaşkanı’nın konuşması ve ardından da yüzbinlerin katıldığı söylenen Tandoğan mitinginin gerçekleştirilmesi vb. edimler, gerçekte iktidar dalaşının sadece kimi görüntüleridir. İyi de iktidar dalaşı içinde olanlar kim? Cumhuriyet kimin? Mademki cumhuriyete sahip çıkmamız gerekiyor, o zaman da sahip çıkılanın ne olduğu, kime ait olduğu da bilinmek zorundadır. Kemalist, şoven ve evet kimi açık faşist ve sosyal faşist kesimlerin de başını çektiği bu eylemle biz işçi ve emekçilere dayatılan şey, statükoyu korumak, kemalist iktidara sahip çıkmaktır. İktidar dalaşının bir yanında, 84 yıla yakın iktidarı elinde tutan ve bugün iktidarını tehdit altında gören “hard kemalist” kesim var. Diğer yanında da, AKP şahsında islamcı kesim var. Sonuçta kemalist faşist kesimle dinci faşist kesim arasında yürüyen bir iktidar dalaşı sözkonusudur. Bu dalaşta işçilerin, emekçilerin hiçbir çıkarı yoktur. İşçiler emekçiler hem 84 yıllık kemalist faşist iktidara hem de dinci faşist kesimin iktidara gelme mücadelesine karşı, kendi iktidarı için, işçi-köylü devrimci demokratik iktidarı için mücadele; sosyalizme varmak için mücadele vermelidir. İşçiler ve emekçiler kötüler arasında daha az kötü olanı seçmek zorunda değildir. İşçiler ve emekçiler için burjuvazinin çeşitli kesimlerinin değişik iktidar biçimleri, sonuçta bunların tümü, sömürü ve zulüm demektir. İşçiler, emekçiler egemen sınıfların kendi aralarındaki iktidar dalaşında, onların hiçbir kesiminin kuyruğuna takılmamalıdır. Kendi bağımsız örgütlenmesini yaratmalı, kendi iktidarı için mücadeleyi vermelidir. “Cumhuriyetine sahip çık” tavrı, işçileri, emekçileri iktidar dalaşında iktidarı hâlâ elinde tutan kemalist kesimin kuyruğuna takma tavrıdır. Evet, sınıf bilinçli bir işçi olarak bunları söyledikten sonra, cumhuriyetin kime ait olduğuna da kısaca değinmem gerektiğini sanıyorum. Sözkonusu ola n Türk iye Cumhuriyeti denen cumhuriyettir. Bu Cumhuriyet 1923’te kurulmuştur. Bunu herkes bilir. İşçilerin, emekçilerin büyük bölümü, kemalist propaganda ile bilinci karartıldığından, bu cumhuriyetin kendilerine ait olduğunu sanmaktadır. Ama neresinden bakılırsa bakılsın, bu cumhuriyet biz işçilerin, emekçilerin, Türk olmayan ulus ve milliyetlerin cumhuriyeti değildir. Bu cumhuriyet, burjuvazinin, sömü- rücülerin cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet, Kürt ulusunun ve onlarca ulusal azınlığın ulusal varlığını inkar eden, şoven ırkçıların cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet, kemalizmi bir din haline getiren ama aynı zamanda dini azınlıklar ve mezhepler üzerinde baskı, zulüm uygulayanların cumhuriyetidir. Yani, gerçekte bu cumhuriyet laik bir cumhuriyet de değildir. Bu cumhuriyet, kadınlara eşit haklar verme adına, erkek egemen, şovenlerin, taciz ve tecavüzcülerin cumhuriyetidir. Bu cumhuriyet devletin her köşesine giren çetelerin, mafyanın, kontrgerillanın ve bilimum devletin gizlenen tüm halk düşmanı güçlerinin cumhuriyetidir. İlk anda aklıma gelenler bunlar. Eğer yahu niye şunu da yazmadın diye kızarsanız, haklısınızdır ama yine de bağışlayın. İnsan “kızgın” olunca önemli olan her şey o anda aklına gelmeyebiliyor. Örneğin siz de şunları ekleyebilirsiniz: Bu cumhuriyet tarihinde ulusal zulüm sürekli var olmuştur. Kürtlere karşı sayısız katliam gerçekleştirilmiştir. Sadece Kürtlere karşı değil, Lozan Antlaşması ile dini “azınlık” kabul edilen “gayri-müslim”lere karşı da baskılar, inkar ve ayrımcılık, katliamlar sürmüştür. Türk milli burjuvazisinin bir bölümünün sermayesinin kaynağı, Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımda, Ermenilerin el konulan mal mülkleridir. “Varlık Vergisi” çıkarıp insanları Aşkale’ye sürmek ve kışın ortasında “ölüme göndermek, ya da 6-7 Eylül’deki gibi katliamı kışkırtıp gerçekleştirmek; nüfus değiş-tokuşu adına Rum’ları sürgün etmek; Süryanileri dini azınlık olarak bile kabul etmemek; vakıflar yasası adı altında özellikle Rum ve Ermenilerin mülklerine el koymak, okullarının büyük bölümünü kapatmak ve varolan Ermeni okullarına ise Türk Müdür atamak, derslerin önemli bölümünün Türkçe verilmesini zorunlu kılmak vb. vb. Bunlar da mı yetmedi? O zaman siz yazın! Hem de isterseniz beni hedef tahtası yaparak, ya da mızrağın sivri ucunu bana çevirerek… Yeter ki yazın! Egemenlerin bizi peşlerine takma oyununu bozmak önemli. İşçilere, emekçilere gerçekleri aktarmak, kavratmak önemli. Ben, sen değil, BİZ önemli! “KIZGIN”IM… Doğrusunu isterseniz “Cumhuriyetine sahip çık” diye 14 Nisan’da miting örgütleyenlere, niye bunu yapıyorsunuz diye kızmıyorum. Kızgınlığım da bundan değil. Atatürkçü Düşünce Derneği, Emekli Subaylar Derneği, ya da İP veya bunların içinde olduğu “Kızılelma”cılar kendilerine layık (laik değil ha!) olanı yapıyorlar. Bunların işçilerin, emekçilerin tüm ezilenlerin kurtuluşu için mücadelenin önünde engel olduğunu; kurtuluş için bunlara karşı da mücadele verilmesinin zorunlu olduğunu biliyorum. Bunlar benim sınıf düşmanım! Bu temelde kızgınlığım tarif edilemez… Buna rağmen ama “bunu nasıl yaparlar?” diye kızmıyorum. Burada esas mesele, bunların “demokrasi”, “çağdaşlık”, “bağımsızlık” adına konuştuklarında, halkı aldattıklarını emekçi kitlelere gösterebilmektir. Bunların sahtekârlıklarını, 84 yıla yakın bir süre faşizmin temsilciliğini ve uygulayıcılığını yapanların, ortaçağ zihniyetinin sürdürücülüğünü yapanların ve emperyalizme bağımlı olanların “demokrasi”, “çağdaşlık”, “bağımsızlık” adına konuşmalarının sahtekârlıktan başka bir şey olmadığını ortaya koymaktır mesele. Cephesini açıkça belirleyenlere değil, ilericilik, devrimcilik, “demokrasi”, “çağdaşlık ”, “bağımsızlık ” adına, islamcılara karşı çıkmada kemalistlerin kuyruğuna takılanlara, kitleleri de peşlerinde götürmeye çalışanlara kızıyorum. Kötüler arasında daha az kötü olanı seçme tavrına, yaklaşımına kızıyorum. Evet, bunu “aydın” olma adına yapanlara kızıyorum. Kitlelerin bilincinin “aydınlar” adına karartılmasına kızıyorum, bizim bu etkiyi anda engelleyemediğimizden kızgınım. Şimdi anlatabildim mi acaba? Derdimi anlatabildiysem ne mutlu bana! Bu cumhuriyet bizim, yani değişik ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin cumhuriyeti değil! Biz kendi cumhuriyetimizi; sömürücülerin iktidarına son veren, işçilerin, emekçilerin sömürülmesini tarihin çöplüğüne atan, değişik ulus ve milliyetlerin eşitliğini, kardeşliğini yaratan, ulusal baskıya, eşitsizliğe son veren, kadınların seks aracı, evinin hizmetçisi, mirasının devredileceği oğlunun doğurucusu vb. olarak değil, insan olarak görüldüğü, toplumun tüm yaşamında eşit olduğu, insanların doğa ile uyumlu yaşamasının mümkün kılındığı; kısacası, baskısız, sömürüsüz, sınırsız bir dünya yaratmak için mücadele ediyoruz. Bizim sahip çıktığımız, bunun için verilen mücadeledir! 19 Nisan 2007 Bir Çağrı okuru ✓ halkların kardeşliği için HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN T Tarihi tarihçilere bırakmak… ürkiye’de Ermenilere yönelik soykırım üzerine yürüyen tartışmaları takip edenlerin de bileceği gibi, resmi ideolojinin, devletin temsilcilerinin yaklaşımlarından biri, “tarihi tarihçilere bırakalım” biçimindeki yaklaşımdır. Bu yaklaşıma yer yer yine kimi şoven kesimlerden gelen eleştiriler de var. Buna itiraz edenlerin temel kaygısı, ya da daha doğrusu korkusu, ya bir de sözkonusu tarihçiler “soykırım tarihi bir gerçekliktir” tespitini yaparsa Türkiye’nin bunun altından nasıl kalkacağıdır. Eğer bu sorunu tarihçilere bırakmak gerekiyorsa, karşımıza çıkan esas soru, tarihin, hangi tarihçilere, kimin, yani hangi sınıfın/ sınıfların savunucusu tarihçilere bırakılacak sorusudur. Nedeni mi? Gayet açık: Tarih, doğa bilimleri gibi sınıflarüstü bir bilim dalı değildir. Tarih, şu ya da bu sınıfın, sınıfların dünya bakış açısıyla değerlendirilir, ortaya konulur, taraflıdır. Bu bağlamda bilince çıkarılması gereken sorunlardan biri, Türk tarafının sözkonusu ettiği “tarihçiler”, Türk tezinin savunucusu “tarihçilerdir”, başkası değil! Türk tarafının sözkonusu meselede kabul edeceği “tarihçiler”, “Ermenilere yönelik soykırım yaşanmamıştır” düşüncesini en başından itibaren savunan “tarihçilerdir”. Herhangi bir tarihçi çıkıp da, “önümüze konan belgeler de, tarihi olarak yaşanan olaylar da bize gösteriyor ki, Ermenilere yönelik bir soykırım yaşanmıştır.” derse, Türk tarafı için o tarihçi, “Ermeni yalanını savunan, Türk düşmanlığı yapan, diasporanın uşağı olan” bir “tarihçi”dir. “Tarihi tarihçilere bırakalım” düşüncesinin arkasında yatan bir başka gerçek ise, Türk hakim sınıflarının bu düşünceyle, Ermenilere yönelik gerçekleştirilen soykırımın, günümüz açısından önemli olmadığını, siyasi ve toplumsal bir sorun olarak görülmediğini kitlelere empoze etmeye ve kimi tarihçiler dışında aslında kimsenin bu sorunla uğraşmamasını sağlamaya çalıştığı gerçeğidir. Sakın ha, birileri, hele bir de işçiler, emekçiler bu sorunu irdelemeye kalkışırsa… bu işin “sonu ne olur?” Bir Türk tarihçisinin ve hem de Türk Tarih Kurumu Başkanı olan Halaçoğlu’nun kimi tavırlarına bakmak yararlı olacaktır. HALAÇOĞLU’NDAN KİMİ SEÇMELER… Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu, 21 Eylül 1993 tarihinden bu yana Türk Tarih Eğer bu sorunu tarihçilere bırakmak gerekiyorsa, karşımıza çıkan esas soru, tarihin, hangi tarihçilere, kimin, yani hangi sınıfın/ sınıfların savunucusu tarihçilere bırakılacak sorusudur. Nedeni mi? Gayet açık: Tarih, doğa bilimleri gibi sınıflarüstü bir bilim dalı değildir. Tarih, şu ya da bu sınıfın, sınıfların dünya bakış açısıyla değerlendirilir, ortaya konulur, taraflıdır. Kurumu’nun (TTK) başkanlığını yapmaktadır. Önceki dönemi bir kenara bıraksak bile, Halaçoğlu’nun TTK’nin başkanlığına gelmesinden bu yana esas çabalarından biri, Ermenilere yönelik soykırımın bir “yalandan”, “iddiadan”, “Türkleri suçlamaktan” vb. vb. başka bir şey olmadığını ispatlamaya çalışmaktır. Kuşkusuz ki bu onun asli görevlerindendir… Halaçoğlu, “Bir milleti soykırım kararlarıyla baskı altına almak ve sürekli sıkıştırmak, asıl soykırımdır.” (Hürriyet, 24 Kasım 2005) diyen ve böylece ne kadar tarihe ve bilime bağlı kaldığını ele veren biridir de aynı zamanda. Bu kadarla kalınmaz tabii ki. Verdiği kimi konferanslarda Halaçoğlu, “1915 yılına kadar Osmanlı Devleti’nin himayesinde olan Ermeniler’in hiçbir sorunu olmadığını” söylerken; (bkz. www.ttk.org.tr) kendisiyle yapılan kimi söyleşilerde ise: “1881 yılında İsviçre’de Kıpçak adı altında Ermeni Komitesi kuruldu. Bu dönemde 22 örgüt meydana getirildi. Bu 22 örgüt, 1896 yılında çeşitli yerlerde isyan hareketleri başlattı. Erzurum, Sivas, Trabzon, İstanbul gibi çeşitli yerlerde isyanlar çıktı. Bütün bunları Osmanlı Devleti güvenlik güçleri ta- rafından bastırmaya çalıştı.” tespitlerini yaparak, aslında 1915’ten önce de Ermeniler’in “bir” sorunu olduğunu anlatmaktadır. Bunların birbiriyle çeliştiğini söylemeniz, Türk Tarih Kurumu Başkanı’nın umrunda değildir. Yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi, bunların tavırları temsil ettikleri sınıfın, burjuvazinin bakış açısına uygundur. Burjuvazi gerçekleri kitlelerden gizlemek için sürekli yalana, sahtekârlığa, gerçekleri çarpıtma yol ve yöntemlerine başvurur, uygular… Halaçoğlu’nun yazdığı, ya da yayınladığı kitaplar arasında “Ermeni Tehciri” adlı bir kitap da vardır. Sözkonusu kitabın tanıtımında (www.ttk.org.tr) şunlar da yazılmaktadır: “Osmanlı Devleti, önce savaş sahasına yakın yerlerdeki Ermeniler’den başlamak üzere mecburî iskân uygulamıştır. Daha sonra bu nakil, bir kesim hariç tutularak, bütün Ermeniler’i kapsayacak şekilde genişletilmiştir. Binlerce insanın yerlerinin bir anda değiştirilmesi kolay bir şey değildir. Ancak, kafilelerin hangi güzergâhtan gideceği, toplanma mahallerinin önceden tespiti ve nakilde tren istasyonlarının merkez olarak seçilmesi gibi bütün özellikleriyle Ermeni teh- ciri, asrın en sistemli yer değiştirme hareketidir.” (www.ttk.org.tr) Kimi okurlarımızın bu tespitleri okuduktan sonra, bakın işte kendileri de bu işin planlı olduğunu itiraf ediyorlar dediğini duyar gibiyiz… Gerçekten de burada söylenenleri süzgeçten geçirirsek; mecburi iskan – ki bu inkar edilmiyor, savaş döneminin gerekliliği olarak savunuluyor–, bir kesim dışında bütün Ermenilerin tehcire maruz bırakıldığı; kafilelerin gidecekleri güzergâhın ve nasıl nakil edileceği vb. vb.nin hepsi de önceden planlanmıştır. Üstüne üstlük “Ermeni tehciri, asrın en sistemli yer değiştirme hareketi” olduğu da teslim edilmektedir. Bu veriler, ezilen sınıf ve halkların bakış açısıyla soruna yaklaşan “tarihçiler” için, soykırımın tarihi gerçekliğini gösteren verilerdir. Fakat, Halaçoğlu gibi Türkçü “tarihçiler” için değil. Ha laçoğlu tehcire maruz kalan Ermenilerin sayısını 458 bin civarında gösterirken, tehcire maruz kalanların “büyük çoğunluğunun 1918’den itibaren eski yerlerine geri döndüğünü” savunmaktadır. Devamında şunu söylemektedir Halaçoğlu: “Bütün bunlar toplandığında Ermenilerin, planlı olarak imha edilmek gibi bir harekete uğramadığı ortaya çıkmaktadır. Nitekim başta Amerikan belgeleri olmak üzere, öteki taraf devlet arşivlerindeki belgelerde, Ermenilerin tümüyle tehcir edilmediği, tehcir bölgelerindeki Ermeni kamplarına yabancı yardım kuruluşlarının yardım yaptığı yer almaktadır. Bu durumda, bugün bir Ermeni soykırımından bahsedenler aslında bilmektedir ki, tehcir bölgesindeki pek çok Ermeninin yerlerinde bırakılması, kamplarda bulunan Ermenilere çeşitli yardım kuruluşlarının yardım etmesi, soykırım iddialarını tümüyle ortadan kaldırmaktadır.” Halaçoğlu Türkçeyi bilmeyen biri değil. O, burada aslında kelime oyunuyla tarihi gerçekleri çarpıtmakta, sözkonusu ettiği “yardım” vb. durumunun “soykırım gerçeğini” değil, “iddialarını tümüyle ortadan” kaldırdığını söylemektedir. Oysa, kendisi de “soykırımdan bahsedenlerin” varlığını teslim etmektedir. Sonuçta ne gerçek ve ne de “iddialar” ortadan kalkmaktadır. Ama böylesi tarihçilere bu tavır yakışır! Temel yaklaşımı ne olursa olsun soykırımın tarihi bir gerçeklik olduğunu reddetmek olduğundan, Halaçoğlu da öncelikle yaşananların, “Ermenilerin acılarla dolu bir dönem yaşamalarına”, “Neticede halkların kardeşliği için Ermenilerin bu hareketi, onların Anadolu’yu terketmeleriyle neticelenmiş” (Halaçoğlu) olmasına rağmen, bir soykırım olmadığını anlatmaya çalışmaktadır. 2023 dergisiyle yapılan bir röportajında da Halaçoğlu öldürülen Ermenilerin sayısını 9-10 bin civarında göstermektedir. 24 Nisan 1915 tarihi bağlamında da şunları anlatmaktadır: “Buna rağmen Ermeni isyanları durmayınca Osmanlı Devleti, 24 Nisan’da, yani Ermeniler’in soykırım günü olarak andıkları günde, bir gece içerisinde bu parti ve örgütlerin ileri gelenlerinden 2345 kişiyi tutuklamıştır. Bu tutuklananlar Ankara ve Çankırı cezaevlerine gönderilmiştir. Hiçbir kimsenin burnu bile kanamamıştır ve hatta bir kısmı sonra serbest kalmıştır. Ancak bu hamle ile birlikte Ermeni hareketinin de beli kırılmıştır.” Halaçoğlu, burada tutuklamalar bağlamında bir olguyu, yani bir gecede tutuklanmış oldukları olgusunu ve bunun “Ermeni hareketinin beli”ni kırma anlamına geldiğini dile getirirken yine tarih çarpıtıcılığı yapmaktadır. Neymiş efendim! “Hiçbir kimsenin burnu bile kanamamış” “hatta bir kısmı sonra serbest kalmış” mış… Peki ama kimilerinin de merağı sarıp sormaz mı, kaç kişi serbest kaldı diye? Ankara ve Çankırı cezaevlerine sürgün edilenlerin sayısı 2345 ise serbest kalanların sayısı ne kadardır? Serbest kalmayanların akibeti ne oldu? “Burnu kanamadan” insanlar katledilmez mi yoksa? Somut olarak bu tutuklananların –parmakla sayılacak kadar insan dışında– hepsi katledilmiştir. Halaçoğlu’nun kendine yakışır tavırlarını ortaya koymak için bu yazımızın çerçevesi yetmez… Fakat, işin özü değişmemektedir. Türk tarafının “tarihi” bırakmak istediği “tarihçi” Halaçoğlu gibileridir. Halaçoğlu sadece geçmiş bağlamında değil, güncel gelişmelerde de kendisine yakışan biçimde tavır takınmaktadır. Ermeni kökenli ve “Mavi Kitap”ın yayımcısı olarak tanınan Ara Sarafyan ile güya bir ilk olaya imza atacaktı. Ortak görüş alışverişi ve birlikte araştırma incelemeyi başlatmak… Bunun da ilk adımı olarak Harput’ta “toplu mezar” arama, açma işine başlanacaktı. Medyada büyük bir gürültüyle reklamı da yapıldı ve sonuçta Halaçoğlu, Sarafyan’ın bu çalışmadan “kaçtığını” ilan etti. Ama kısa sürede açığa çıktı ki, Halaçoğlu “bazı belgeleri göstermeyi ve arşivleri herhangi bir kısıtlama olmadan açmayı kabul etmemiş” ve Sarafyan da haklı olarak, “Madem arşivleri açmayacaksınız ve belgeleri ortaya koymayacaksınız. Bu buluşmanın ne anlamı kalacak” diyerek görüşmekten vazgeçmiştir. Halaçoğlu yaptığı açıklamalarda, esas amaçlarının önkoşulsuz araştırma yapıp gerçeği ortaya çıkarmak olmadığını ele veriyordu. O’nun için bu buluşma, “Dünya kamuoyunda Türkiye’nin 1915 olaylarını tartışmaya hazır olduğu mesajını vermesi açısından önemli.” Ya da “Hiç olmazsa iddialarının doğru olmadığını elde ederiz.” bağlamında önemlidir. Türk Tarih Kurumu Başkanı olarak Halaçoğlu, Türkiye’deki olaylara da tavır takınmaktadır tabii ki. Hele bir de sorun Ermenilerle ilişkinse ve onbinlerce insan katledilen bir Ermeni kökenli insana –Hrant Dink’e– sahip çıkıp kendisini “Hepimiz Ermeniyiz” diye gösterirse, Halaçoğlu tavır takınmayacak da kim tavır takınacak? Halaçoğlu, “Hepimiz Ermeniyiz” diyenlerin “aslında bir ideolojinin mensupları olduklarını ortaya” koyduğu biçimindeki büyük icadı ortaya çıkardı… Bilim insanı dediğin de böyle olur: Herkesin bilmediği, görmediği şeyi tespit etmek! Bu tespit yapıldıktan sonra kuşkusuz ki bilimin derinleştirilmesinde ilerlemek gerekir ve Halaçoğlu da ilerliyor: “Ondan sonra elde kafa biçiminde hazırlanmış pankartlar hazırdı ve böylece topluluk sayısı bu pankartlarla epeyce fazlalaştırılmıştı, elde tutulan siyah baş şeklindeki pankartlarla birdenbire sayı 40 binlerden 80 binlere çıkarıldı böylece. Bunlar da önceden hazırlanmıştı, binlerce bu slogan nerelerde basıldı, kimler bunun finansmanını sağladı? Zannediyorum bunların çok iyi araştırılması gerekiyor.” Bu değerlendirmenin ne kadar bilimsel olduğu konusundaki yorumu okurlarımıza bırakıyoruz. Ama Halaçoğlu’nun, “Hepimiz Ermeniyiz” diyen kitleyi devlete ispiyon etmeye soyunduğunu da vurgulamadan geçemiyoruz. Tüm bu tavırlarına ek olarak, Halaçoğlu “Hepimiz Ermeniyiz” sloganına karşı şu tavrı takınmaktadır: “Şimdi, Türkiye’deki bütün insanlar büyük bir tepkiyle buna karşılık veriyorlar ve toplum, Ermeni konusunda daha radikal, daha katı bir hale geldi. Artık soykırımı Türkiye’de herhangi bir kimseye kabul ettirilmesi bu aşamadan sonra mümkün değildir.” Sanki Halaçoğlu soykırımın kabul edilmesinden yana da, “bu aşamadan sonra” bunun mümkün olmadığını söylüyor… Bu arada “soykırımı Türkiye’de herhangi bir kimseye” kabul ettirilemeyeceğini söylerken, aslında “Hepimiz Ermeniyiz” sloganını atanları Türkiye’den insanlar olarak görmediğini de ele veriyor. Burjuvazinin tarihi ve tarihçileri böyledir… Tarih, böylesi tarihçilere bırakılamaz, bırakılmamalıdır. Sorun, biz değişik millet ve milliyetlerden halkların, işçi ve emekçilerin burjuvazinin tarihçilerine, tarihine karşı, kendi tarihimizi çıkarmamız, sahiplenip savunmamızdır. Herkesin tarihi kendisine! 16 Nisan 2007 ✓ Malatya’da vahşet… H ıristiyan dini ile ilgili dini kitaplar yayımlayan, Zirve Yayınevi’nin Malatya İrtibat Bürosu 18 Nisan günü dinci faşist katiller tarafından basıldı. Büroda bulunan Alman vatandaşı Tilman Geske, Necati Aydın, Uğur Yüksel, ağızları kapatılıp, elleri arkadan bağlandıktan sonra, boğazları bıçakla kesilerek vahşice öldürüldüler. Malatyalı olan beş katilin “Işıkçılar” tarikatına bağlı İhlas Vakfı’nın Malatya Erkek Öğrenci Yurdu’nda kalması, dinci katillerin ideolojik yönlerine işaret etmektedir. Katillerin cebinden “Beşimiz kardeşiz, ölüme gidiyoruz. Dönmeyebiliriz, hakkınızı helal edin” yazılı not çıkması, cinayetin planlı olduğunu göstermektedir. Tr a b z o n’ d a R a h i p A n d r e a Santoro’nun öldürülmesi, Hrant Dink ’in katledilmesinden sonra şimdi de Malatya’da Protestan inanışına sahip üç kişinin vahşice öldürülmeleri, kimi gerçeklerin bir kez daha bilince çıkarılması gerektiğine işaret etmektedir. Bu ülkede Türk olmayan ulus ve ulusal azınlıklara karşı körüklenen düşmanlık, Türk milliyetçiliğinin, şovenizminin vardığı nokta, “ötekilere” karşı şiddet kullanımını gündeme getirmeye neden olmaktadır. Siyasiler, medya, devlet “yabancı” olan her şeye karşı düşmanlığı körüklemekte, bu durumdan vazife çıkaran birileri de, hazırlanan ortamı fırsat bilerek, saldırıya geçmekte, cinayetler işlemektedirler. Müslüman olmayan, diğer inanışlardan insanlara duyulan düşmanlık vahşice cinayetlere yol açmaktadır. “İslam dininin barış dini olduğu” söylemi, bu cinayetler gölgesinde boşa çıkmaktadır. Neredeyse, Türk ve Müslüman olmayan herkese, her şeye karşı körüklenen düşmanlığın sonucu barbarlık olmaktadır. Barbarlık barbarlığı doğuruyor! Dini gericiliğin, fanatizmin gelişmesinin esas suçlusu devletin kendisidir. 12 Eylül faşist darbesi, devrimci harekete yönelip ağır darbeler vururken, dini gericiliği, devrimci harekete karşı geliştirmiştir. Dini gericiliğin gelişmesi, büyümesi, iktidarı istemesi ile birlikte Kemalist iktidar sahiplerinin kendi iktidarlarını koruma telaşına düşmelerine neden ol- muştur. Günümüzde “Şeriatçı-Laik” çatışması görünümünün altında yatan gerçekte, iktidarı elinde bulunduran Kemalist bürokrat burjuvazi ile özel sermayeli büyük burjuvazinin çıkarlarını savunan AKP Hükümeti arasındaki iktidar mücadelesidir. “Laik devlet” gerçekte laik değildir. Devlet bütün dinlere, inanışlara eşit uzaklıkta değildir. Devlet İslami mezhepler içinde Sünni mezhebinin yorumu temelinde, din anlayışına sahiptir. Diyanet İşleri Başkanlığı, bütçeden bir dizi bakanlıktan daha fazla pay almaktadır. İmamın, hocanın maaşını devlet ödemektedir. Din dersleri, Sünni yorum temelinde zorunludur. vb. Bütün bu örnekler devletin laik olmadığını göstermektedir. Devlet açısından soruna yaklaştığımızda, din kişinin özel sorunudur. Devletin insanların inançlarına karışmaya hakkı yoktur. Biz diyalektik materyalistleriz. Her türlü gerici, dinci düşünceye karşıyız. “Öbür dünyada” değil, bu dünyada işçiler, emekçiler için cennet istiyoruz. Bunun için mücadele ediyoruz. Her türlü dini düşünceye karşı olmamız, dini düşüncelerinden ötürü insanların öldürülmelerinin, baskı altına alınmalarının karşısında olmayacağımız anlamına gelmez. Ulusal farklılıklardan ötürü insanlara baskı uygulanmasına karşıyız. Dini inanışlarından ötürü, insanların baskı altına alınmasına, baskı uygulanmasına karşıyız. Dini inanç ve ibadetlerin, inananların istedikleri biçimde yerine getirmelerinden yanayız. Sermaye ve onun devleti, ulusal farklılıkları, dini inanç farklılıklarını kullanarak, işçileri, emekçileri bölüyor, birbirlerine düşman etmeye çalışıyorlar. Bölerek daha kolay yöneteceklerini düşünüyorlar. İşçilerin, emekçilerin düşmanı ne ulusal farklılıklar ne de dini inanç farklılıklarıdır. Düşman işçileri, emekçileri ezen ve sömüren kapitalist sistemdir. Kapitalizme karşı ulusu ne olursa olsun, dini inanışı ne olursa olsun işçilerin, emekçilerin birleşmesi çıkarları gereğidir. “Milliyetçiliğe karşı proletarya enternasyonalizmi! Halkların kardeşliği için tek yol devrim!” şiarları, şiarlarımız olmalıdır. 19 Nisan 2007 ✓ halkların kardeşliği için Sınır ötesi operasyonun amacı ne? K ürdista n Federe Bölgesi Başkanı Mesut Barzani’nin, 26 Şubat 2007 tarihli El Arabiya Televizyonu’na yaptığı açıklamasında, “Kerkük, tarihsel ve coğrafi olarak bir Kürt kentidir ve Kürdistan’ın parçasıdır. Onlar birkaç bin Türkmen için içişlerimize karışırlarsa elbette bizim de 30 milyon Kürt için hiçbir şey yapmadan durmamız söz konusu olamaz” sözleri üzerine 13 Nisan tarihli Hürriyet gazetesi Türk hâkim sınıfları adına devletin tavrını “bardağı taşıran son damla oldu.” şeklinde açıklıyordu. Türk hâkim sınıf ları, Kerkük’ün bir Kürt kenti olmasını bütün gücüyle engellemeye çalışacaklarını her fırsatta belirtiyorlar. Ve hatta Kerkük’ün bir Türkmen şehri olduğunu iddia ederek, eğer referandumla Kerkük bir Kürt şehri ilan edilirse, bunun savaş ilanı anlamına geleceği devletin yetkili ağızlarınca ilan ediliyordu. Devletin Kerkük ve Musul üzerindeki hak iddiası bugüne kadar hep sürmüştür. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül “Biz Kerkük’ü 1926 yılında birleşik Irak’a bıraktık” diyerek, gerekirse müdahale edeceklerini açıklıyordu. Tek taraflı ateşkes ilanına rağmen, devlet operasyonlarını artırarak sürdürüyor. 2006 ilkbaharından itibaren 100 bin askeri bölgeye yığarak “terörizme karşı mücadele” adına fırsat kollayan devletin amacı; Güney Kürdistan’a girip askeri bir operasyon yapmaktır. Bunun için özellikle Kürt basınını susturmak gerekiyordu. Özgür Gündem ve Kürtçe yayın yapan Azadiya Welat gazetelerinin yayını Genelkurmay Başkanlığının talimatı ile yasaklanarak durduruldu. DTP üzerinde bugüne kadar görülmemiş baskılar uygulanarak, işgalin önündeki engeller ortadan kaldırılmaya, işgal için zemin hazırlanmaya çalışılıyor. Tüm ilerici yayın ve örgütler üzerinde baskılar tüm hızıyla devam ediyor. Orgenenaral Yaşar Büyükanıt 12 Nisan 2007’de Genel Kurmay karargâhında yaptığı basın toplantısının önemli bir kısmını bölgedeki gelişmeye ayırarak, kendi sordu kendi yanıtladı: “Kuzey Irak’a operasyon yapılmalı mı? Yapılmalı. Operasyon fayda sağlar mı? Evet, sağlar” diyerek topu siyasi iradeye attı, ordunun operasyon için hazır olduğunu söyledi. Burjuva kamuoyunun da tam desteğini alan bu açıklamaya Başbakan Erdoğan; “ hırsla kalkan zararla oturur” diyerek bu işin hiçte öyle kolay olmadığını açıklıyordu. Barzani’nin “Biz de Diyarbakır’a karışırız” açıklamasına aşağılayıcı bir biçimde tepki gösteren devletin ve sahibinin sesi medyanın esas amacı, fiilen zaten oluşmuş olan bir “Kürdistan Devleti’ni” engellemek. Barzani’nin bu açıklaması üzerine Irak’ın Ankara Büyükelçisi, Dış Orgenenaral Yaşar Büyükanıt 12 Nisan 2007’de Genel Kurmay karargâhında yaptığı basın toplantısının önemli bir kısmını bölgedeki gelişmeye ayırarak, kendi sordu kendi yanıtladı: “Kuzey Irak’a operasyon yapılmalı mı? Yapılmalı. Operasyon fayda sağlar mı? Evet, sağlar” .... İşleri’ne çağrılarak sert bir nota verildi. Aynı notanın bir örneği de Amerika’ya gönderildi. Amerika’nın yetkili ağızları, böyle bir operasyona hiçte sıcak bakmadıklarını söyleyerek Türkiye’yi uyardı. Amerika’ya rağmen yapılacak bir operasyonun sonuçlarının hiç de iyi olmayacağı Türkiye’ye gelen Amerikalı yetkililerce açıkça ilan edildi. Her ne kadar ordunun “Türkiye’nin sıcak takipten öteye bir askeri niyeti yoktur ve olamaz!” (Milliyet) demesine rağmen devletin esas amacının bölgede oluşacak bir Kürdistan devletini engellemek olduğu açıktır. Milliyet, tarihteki dersleri sıraladıktan sonra şu uyarıda bulunarak devletin esas amacını açığa vuruyor. “Bu konjonktürde sıcak takip ötesinde bir askeri harekât bizi „sadece Amerikalılarla değil, İngiltere, Fransa, Japonya, Rusya, Arap dünyası...“ ile karşı karşıya bırakır! Devlet adamlarının ve askerlerin bundan dikkatle sakınmaları „pısırıklık“ değil, „akıllılık“tır. Bugünden yarına Kuzey Irak’ta de- ğişecek hiçbir şey yok. Türkiye uzun vadede ekonomisini, demokrasisini, Batı ve Doğu dünyalarıyla diplomatik ve ekonomik ilişkilerini ne kadar geliştirirse, bu meselede de o kadar güçlü olur. Ekonomik ve siyasi güç ve yaptırımlar yani... Onun için Türkiye’de istikrar bozulmamalı, demokrasi, piyasa ekonomisi, yabancı sermaye girişi devam etmeli.” ABD ve İngiliz emperyalistlerinin amaçlarının Irak’ın zengin petrol yataklarına sahip olmak ve bu temelde Ortadoğu’da kontrolü elinde tutmak olduğu açıktır. Türkiye de bir taraftan stratejik bir müttefik olarak bu pastada pay almak istemekte, diğer taraftan, Güney Kürdistan’da kurulacak bir devletin Kuzey üzerinde oluşturacağı etkileri hesaba katarak bunu engellemeye çalışmaktadır. Onun için devletin sınır ötesi operasyon ile hedeflediği şey, Kürt ulusunun gelişen ulusal hareketini bastırmaktır. Bunun için milliyetçi ve şoven kış- kırtmalar bütün hızıyla sürüyor. Özellikle Hrant Dink’in katledilmesinin ardından milliyetçiliğe karşı gelişen hareket, Genel Kurmayı rahatsız etmiş olacak ki Büyükanıt basın toplantısında, “Türk ordusunu yıpratmaya çalışan iç ve dış çevreler” için ağır sözler söyledi ve uyarılarda bulundu. „Milliyetçilik yükseliyor“ diyenlerin ülke güvenliğine zarar verdiğini vurguladı ve şöyle dedi: „Biz Atatürk milliyetçisiyiz. Etnik ayrım gözetmeyiz. Gurur duyulacak bir milliyetçiliktir”. Büyükanıt’ın “Gurur duyulacak bir milliyetçiliktir.“ dediği bu milliyetçilik, Türk olmayan milliyetleri yok sayan, ulusal haklarını talep edenlerin baskı ve şiddetle yok edilmeye çalışıldığı bir milliyetçiliktir. Bugün en son Malatya’da 3 kişiyi elini ayağını bağlayıp kesenler de cinayeti “milli ve dini duygularla” işlediklerini belirttiler. Hrant Dink’i kalleşçe katledenler cinayeti “milli duygularla işlediklerini açıkladılar… vs. Biz “gurur” duyulan bu milliyetçiliğin tarihte başka ne tür cinayet ve katliamlara imza attığını burada sıralamak istemiyoruz. Gazetemizi takip eden okurlarımız hatırlayacaktır. Tarih boyunca Kürt ulusunun her türlü ulusal hareketini şiddetle engellemeye çalışan Türk hâkim sınıfları, bu hareketi ezmeyi başaramadılar. Kürt ulusunun ulusal uyanışı her geçen gün artarak sürüyor. Hiçbir güç de bu uyanışı engelleyemeyecek. 26.04.2007 ✓ Azadîya Welat gazetesinin kapatılması Diyarbakır’da gazeteciler cemiyetinde bir basın açıklamasıyla protesto edildi 2 5 Mart pazar günü Gazeteciler Cemiyeti’nde saat 12.00’de Azadîya Welat gazetesinin 20 gün süreyle kapatılmasına karşı bir basın açıklaması yapıldı. Buraya gelen basın emekçileri gazetenin eski sayılarına zincirler vurmuştular. Zincirli gazeteler basın açıklaması yapılan yerde masaya bırakılmıştı. Çeşitli kitle örgütleri ve basın kuruluşunun destek verdiği basın açıklamasında Azadîya Welat’ın sahibi bir konuşma yaptı. Kapatma kararının “keyfi” olduğunu, bunu protesto ettiklerini bildirdi. İHD başkanı da bir konuşmayla “hukuk dışı” bu uygulamayı kınayarak, basına yönelik böylesi girişimlerin çağdışı uygulamalar olduğunu belirtti. Alkışlı protestoyla kitle gazeteye sahip çıkacağını belirtti, açıklama sonrası ayrıldı. Azadîya Welat gazetesi Türkiye’de başka ulusların dilinde çıkan tek günlük gazetedir. Son yıllardaki mücadele ve AB’ye uyum çerçevesinde çıkarılan yasalarla önce haftalık son dönemde ise günlük olarak yayın ha- yatına devam etmekteydi. Bu gazetenin yayın hayatına girmesi Kürt halkı için çok önemli bir boşluğu doldurması açısından değerliydi. Bu yayın Kürt dilinin hem sözlü hem de yazılı olarak gelişmesine hizmet etmekteydi. Gündeme konan sansür Kürt halkının bu demokratik hakkını sınırlamıştır. Diğer noktada basının özgür yayın yapma hakkının elinden alınması anlamında da bu uygulama demokratik açılım, kişinin haber alma özgürlüğü ile bağdaşmamakta. Aynı zamanda Kürt halkının kendi dilini kullanması ve kendi dilinde okuyup yazmasının önünün bu tür baskılarla kesilmek istenmesi demokrasi ve demokratik açılımlarla bağdaşmamaktadır. Bu totaliter bakış açısıyla açıklanabilir. Bu sistemin kendi karşıtını ezmesi kendine yakın her türlü gelişimi destekleyen ve tetikleyen bir bakış açısına sahip olması demektir. Bu gelişme göstermektedir ki basın bu ülkede özgür değil, sistemin propagandasını yapmıyorsa kapatma ve cezalarla yıldırmak istenmekte- dir. Hem ekonomik olarak koşulları sınırlı olan ve hem de ellerindeki araçlar bakımından zor şartlarda yayın yapan bu gazeteler böylesi keyfi, kendi koydukları yasalara bile uymayan uygulamalarla yayınları durdurulmaktadır. Başta Kürt işçi ve emekçileri olmak üzere Türkiye’de yaşayan halklar bu zorluklara boyun eğmeyecektir. Bu gibi keyfi uygulamaların son bulması yeni bir dünya ile mümkündür. Yeter ki, bu yeni dünyanın mücadelesini verebilelim. Bunun için devrimi örgütleyelim. Varacağımız sosyalist dünyada o zaman basın özgür olarak yaşam bulacaktır. Yaşasın anadillerde adil ve özgür eğitim! Yaşasın özgür basın! Basın üzerindeki tüm baskı ve uygulamalara hayır! Ülkede Gündem ve Azadîya Welat gazetelerine uygulanan sansüre hayır! Azad, YDİ Çağrı okuru ✓ yaşam temellerini koruma mücadelesi B 10 Kyoto Protokolü üzerine kısaca irleşmiş Milletler tarafından 1992 yılında Rio‘da, 1995 yılında Berlin’de çevre zirveleri gerçekleştirildi. 1-10 Aralık 1997 tarihleri arasında Japonya‘nın Kyoto kentinde, bir Birleşmiş Milletler Çevre Zirve’si daha gerçekleştirildi. Çevre zirveleri içerisinde en önemlisi Kyoto’da gerçekleştirilen zirve idi. Kyoto‘daki Çevre Zirvesi, sera efektine (karbon dioksit, metan, nitrous oksit, sülfür heksaflorid, HFC, PFC) yolaçan zehirli gazların üretilmesinin sınırlanması ve giderek düşürülmesi hakkında bağlayıcı kararlar almak için gerçekleştirilmişti. 1992 yılında gerçekleştirilen Rio zirvesinde, endüstri ülkelerinin sera etkisine yolaçan gazların üretimini 2000 yılına kadar 1990 yılı seviyesine düşürmeleri öngörülmüştü. 1995 yılında düzenlenen Berlin zirvesinde bağlayıcı kararlar alınması öngörülmüş, fakat başta ABD olmak üzere bazı emperyalist devletlerin ve tekellerin direnişi karşısında herhangi bir bağlayıcı karar alınamamış, yine içeriği boş bir „çerçeve sözleşme“si imzalanmıştı. Kyoto Konferansı öncesinde, 2010 yılına kadar sera efektine yolaçan zehirli gazların üretilmesi konusunda Avrupa Birliği %15 oranında indirim önerirken, ev sahibi Japonya %5‘i yeterli görmekteydi. ABD ise herhangi bir indirimi kabul etmeyip, 1990 yılı oranında bir üretim seviyesi önermekte ve gelişmekte olan ülkelerin de bu oranlara dahil edilmesini savunmaktaydı. Kyoto‘da 10 gün süren konferans sonucunda kararlaştırılan bağlayıcı hükümler, sadece çevre koruma örgütlerini değil, bazı emperyalist ülkeleri bile tatmin etmemişti. 2010 yılına kadar öngörülen sera gazı emisyonunun 1990 yılı seviyesinin %15 altına çekilmesi hedefi kabul edilmemiş, ortalama hedef olarak %5.2 kabul edilmişti. Buna göre, atmosfere atılan sera gazlarını Avrupa Birliği %8, ABD %7, Japonya %6 oranında azaltacaktı. Rusya, Ukrayna, Yeni Zelanda gibi bir dizi ülkeye atmosfere atılan sera gazlarını azaltma zorunluluğu bile getirilmezken, Avustralya‘ya %8, İzlanda‘ya %10 artırma hakkı verilmişti. Kyoto Çevre Zirvesinde imzalanan kararların yürürlüğe girmesi için, tek tek ülkelerin parlamentoları tarafından da onaylanması gerekiyordu. Bu şu demekti; Kyoto Protokolü’nün yürürlüğe girmesi için, en az 55 ülke tarafından imzalanması, sera gazı salım oranlarını düşürmek üzere belirli hedefler verilen ülkelerin, dünya çapındaki sera gazı salımlarının en az yüzde 55’inden sorumlu olan ülkeler tarafından imzalanması gerekiyordu. Rusya’nın 18 Kasım 2004’te anlaşmaya katılmasıyla, anlaşma 90 gün sonra 16 Şubat 2005 tarihinde yürürlüğe girdi. Aralık 2006 tarihi itibariyle toplam 169 ülke anlaşmaya imza atmıştır. Kyoto Protokolü’nü imzalamayı reddeden ülkelerin başında, tek başına sera etkisi üreten gazların yüzde 25’inden sorumlu olan ABD geliyor. Avustralya, Türkiye, Hırvatistan, Monaco Kyoto protokolüne imza atmayan diğer ülkelerden bazılarıdır. Kyoto Protokolüne göre ülkeler 2008 ile 2012 yılları arasında salınımlarını 1990 yılına göre %5.2 düşürmekle yükümlüler. Kyoto Protokolü, ülkelerin sera gazı salınımı hedef lerine ulaşmak için başka ülkelerden salınım azalması satın alabilmeleri imkanını tanımıştı. Çevreyi çok daha fazla kirleten ülkelere, tekellere, gerçekleşenden daha fazla salım düzeyi hakkı olan ülkelerden kullanılmamış kredileri alma hakkı tanınmıştı. Buna göre; her ülkenin bir karbondioksit kontosu bulunacaktı. Bu konto, o ülke için tespit edilen karbondioksit üretimi sınırından oluşacaktı. Kontosundaki sınırı aşan ülkelerle hala rezervi olan ülkeler arasında, karbondioksit üretimi haklarını satışı veya değiş tokuşu olabileceği gibi, belli bir süre, sınırın altında üretim yapan ülkeler, bu süreçte gerçekleşen eksik üretimi, daha sonra gerçekleştirecekleri fazla üretimle dengeleyebileceklerdi. Yani ülkeler arasında karbondioksit üretimi konusunda, geleceğe veya geçmişe dönük borçlanma ve kredi sistemi işleyecekti. Çevreyi koruma adı altında Kyoto Protokolü, bu tür üçkağıdı da içinde barındırmaktadır! Bu yaklaşımın çevrenin korunmasıyla bir ilişkisinin olmadığı aşikardır. Kyoto Protokolü’nü imzalamayan Türkiye, sera gazı salınımı en fazla olan dünya ülkeleri arasında 13. sırada. Sera gazı artış hızı oranında ise Türkiye birinci sırada geliyor. Sera etkisine yolaçan gazların kaynağı, petrol, doğal gaz ve kömür gibi fosil yakıtların enerji üretiminde kullanımıdır. Fosil enerji kaynaklarının yakılması sırasında ortaya çıkan karbondioksit, sera etkisini oluşturan gazların başında gelmektedir. Sera gazları küresel ısınmanın temel nedeni ise, bundan çıkarılması gereken sonuç, sera gazları salınımını birazcık azaltmak değil, tamamen sıfırlamaktır. Enerji üretiminde fosil yakıtların kullanılması terkedilmelidir. Enerji üretiminde yenilenebilir, alternatif doğal enerji kaynaklarına yönelinmelidir. Kapitalizm/emperyalizm kar uğruna doğay ı ta lan etmektedir. Doğanın talan edilmesi, dünyanın yaşanmaz hale getirilmesinin sorumluları gerçekte bir avuç kapitalisttir. Kapitalistlerin daha fazla kar uğruna, geleceği ipotek altına almalarına izin vermeyelim. Dünyanın mahva sürüklenmesini devrim ile engelleyelim! Ne fosil yakıtlar, ne nükleer. Güneş, rüzgar bize yeter. Mart 2007 ✓ Kyoto Protokolü’nü imzala! K üresel Eylem Gr ubu 28 Nisan’da Kyoto Protokolünü İmzala mitingi düzenledi. Mitinge katılan 78’liler Girişimi, SDP, Yeşiller, Sinop Nükleer Karşıtı Platform, ÖDP, Munzur Çevre Derneği, Fındıklı Dereleri Koruma Platformu ve daha birçok dernek platform vardı. 3 bin civarında kitle Numune Hastanesi önünde biraraya geldi. Rengarenk pankartları, f lamaları ve dövizleriyle alanı doldurdular. Mitinge kadınlar ve gençler damgasını vurdu. Atılan sloganlar şunlardı: “Kazım’ın kati li Nü k leer lobisi!”, “Sinop Çernobil olmayacak!”, “Rüzgar, güneş, bize yeter!”, “Kyoto’yu imzala!”, “Hepimiz ayıyız, hepimiz kaplumbağayız!”, “Ampül Baykal”, “Darbecilere ses çıkar!”, “Katil Bush!”, “Munzur özgürdür, özgür akacak!”, “Katil ABD Gezegeni kirletme!”, “Hükümet bizi kanser ediyor!”. Yol güzergahında iki dağcı yüksek bir binaya tırmanarak üzerinde “Derelerimize, geleceğimize sahip çıkalım!” yazılı bir pankartı astılar. Bu eylem yürüyüşçülerden uzunca alkışlandı. Yürüyüş miting alanına kadar çok coşkulu ve sesli geçti. İzleyicilerden de alkış aldı. Miting alanında Basın Aç.ıklamasını sanatçı Görkem Yelten yaptı. Basın açıklamasında diğer ülkeler kadar Türkiye’nin de sorumlu olduğu ve hemen Kyoto’yu imzalaması gerektiği söylendi. Sinop, Maraş, Rize vs.den gelenler de birer konuşma yaptılar. Miting müzik dinletisi sonrasında sona erdi. Nisan 2007 ✓ Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ 1 Mayıs 2007’de Taksim Meydanı ‘kamu düzenini korumak için’ savaş alanına çevrildi Taksim yasağı Bu yıl 1 Mayıs’a AKP hükümeti ile ordu merkezli Kemalist kesim arasındaki iktidar mücadelesinin kızıştığı, kızıştırıldığı bir ortamda girildi. Cumhurbaşkanı seçiminin yokuşa sürülerek bir kriz ortamının yaratılması ile 1 Mayıs’ın tamamen medyanın ilgi alanından çıkması durumu, Valiliğin koyduğu Taksim yasağı ve buna karşı sendikaların, kitle örgütlerinin ve devrimci dergi çevrelerinin gösterdiği Taksim’e çıkma kararlılığı sonucu yaşanan gerilim ile önlendi. Yoğun Cumhurbaşkanı seçimi, ordu muhtırası ve Anayasa Mahkemesi kararı gündemine rağmen 1 Mayıs gündemdeki yerini korumayı başardı. Bu yıl 1977 1 Mayıs katliamının 30. yıldönümü olması nedeniyle devrimci grupların yanı sıra DİSK ve KESK de Taksim’e çıkmak için büyük bir kararlılık gösterdiler. Hızla üye kaybederek küçülen konfederasyonların radikal bir çıkış yaparak durumlarını düzeltmeleri için Taksim mitingi gibi militan bir çıkışa ihtiyaçları vardı. Ne var ki devrimcileri her ne pahasına olursa olsun işçilerden uzak tutmayı amaçlayan ve ellerinden gelse devrimci kızıl bir öze ve geleneğe sahip olan 1 Mayıs’ı hiç yaptırmamak isteyen egemenler için de 1 Mayıs’ın kutlanmasını tümden engelleme fırsatı doğmuştu. Diğer taraftan devrimci fikirlerin işçilerden uzak tutulmasını amaç edinmiş olan Türk İş için de işçi sınıfının Birlik, Dayanışma ve Mücadele günü olan 1 Mayıs’ta sınıfı bölmek için fırsat doğmuştu. Valilik zaten yıllardır uygulanan Taksim’de 1 Mayıs yasağını aldığı olağandışı önlemlerle daha da sertleştirdi. Taksim’e çağrı yapmak yasaklandı. Buna rağmen çağrı yapanlara karşı cezai işlem yapılacağı ilan edildi ve uygulandı. Taksim’e çağrı yasağı pratikte gülünçlük derecesinde abartılarak uygulandı. Üzerinde 1 Mayıs kelimesinin yanı sıra Taksim kelimesinin de yer aldığı afişler bu kapsamda değerlendirilerek, bu afişleri yapıştıranlar gözaltına alınarak haklarında cezai işlem yapıldı. Yılbaşı kutlamalarına, futbol kutlamalarına, çeşitli milli vb. kutlamalara açık olan Taksim, 1 Mayıs işçi bayramı için yasak. Ve bu yasak sükuneti korumak, kamu düzenini ko- köşesinde Bekir Coşkun. 1 Mayıs günü estirilen devlet terörü Taksim yılbaşı kutlamalarına açık, futbol kutlamalarına açık, çeşitli milli vb. kutlamalara açık, ancak işçilerin 1 Mayıs işçi bayramı için yasak. Ve bu yasak sükuneti korumak, kamu düzenini korumak adına İstanbul’u cehenneme çevirme pahasına uygulanan bir yasak. rumak adına İstanbul’u cehenneme çevirme pahasına uygulanan bir yasak. Devletin bu 1 Mayıs’taki tutumu onun ne kadar işçiye düşman olduğunu ayan beyan ortaya koymuştur. Devletin bu kadar açık seçik işçi düşmanı yüzünü sergilemesi bazı burjuva gazetelerinin köşe yazarlarını bile sinirlendirmiştir: “Bu vali enteresan. Diyelim ki futbol maçlarından sonra Taksim’de eğlence toplantıları yapılabiliyor. Yılbaşı eğlencesi de yapılabiliyor, şarkı yarışması şenlikleri de… Ama 1977’ de arkadaşları öldürüldüğü için orada “anma toplantısı” yapma hakkı en çok olan işçilere yasakladı Taksim’i. Enteresan bir vali. O sokaklar kapkaççılara açıktır. Otoparklar mafyanındır. Köşebaşları uyuşturucu satıcılarının. Geceleri hırsızlara geçer İstanbul. Çeteler, şebekeler, suç örgütleri parsellemiştir İstanbul’u. Ama işçilere yasak… Ve önlem aldı Vali: Metro kapatıldı. 41 okul tatile sokuldu. Trenleri, vapurları, tramvayı, otobüsleri, özel otomobilleri durdurdu vali, ki içindekiler de durmuş olsunlar. Yüzlerce kişi gözaltına alındı, çok yaralı var, kimse işine gidemediği gibi evine de dönemedi. Bebekler biber gazından zehirlendiler. Kısacası rezalet oldu İstanbul. Vali bunu niye yaptığını açıkladı: “Kamu düzeni için…” Ben bu kadar enteresan vali görmedim…” diyor 2 Mayıs 2007 tarihli Hürriyet 1 Mayıs tertip komitesinin aldığı karara göre Dolmabahçe’de buluşulup Taksim’e yürünecekti. Ne var ki 1 Mayıs 2007 sabahı sadece Dolmabahçe’ye ve Taksim meydanına giden yollar değil, İstanbul’a karadan ve denizden gelen yollar da görevlendirilen binlerce polis tarafından tutulmuştu. Başka şehirlerden 1 Mayıs’a katılmak için gelen binlerce insan otobüslerin içinde günboyu bekletilerek şehre ve meydana sokulmadılar. Vapurlarla gelenler de polislerce karşılanarak 1 Mayıs’a katılmaları engellendi. Dolmabahçe’ye ve Taksim’e girmek isteyenlerden ‘şüpheli’ görünenler keyfi bir şekilde gözaltına alındı. Tertip komitesi de sabahın erken saatlerinde gözaltına alındı. Beşiktaş yönünden gelenlere biber gazı sıkıldı. Dolmabahçe’ye yanaşmayı başaran bazı küçük gruplar üzerlerine su ve biber gazı sıkılarak hemencecik dağıtıldılar. Gün boyunca göz altına alınanların sayısı resmi verilere göre 900’e ulaştı. 1 Mayıs için toplam 17 bin polis görevlendirildi. Bunlardan 2.200 polisin biletleri İçişleri Bakanlığı tarafından karşılanarak çeşitli illerden THY uçaklarıyla İstanbul’a getirildi. Üç bin polis Taksim Meydanı’nı abluka altına almakla görevlendirildi. Tüm bu baskılara ve saldırılara İÇİNDEKİLER YENİ İŞÇİ DÜNYASI 1 Mayıs 2007’de Taksim Meydanı savaş alanına çevrildi . . . . . . . . Adana: 1 Mayıs kutlaması… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Koluman’da sular durgun! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Antalya’da 1 Mayıs 2007… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . İzmir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Hatay’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Eskişehir’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Diyarbakır’da 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Mersin’de 1 Mayıs… . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Esen Plastik: Yine sendikalaşma mücadelesi, yine işten atma…. . . . Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı…. . . . . . . . . . . . . . . . . . Bağ Yağları’nda sendikalaşma mücadelesi…. . . . . . . . . . . . . Deri İş Sendikası İzmir Şubesi Genel Kurulu yapıldı. . . . . . . . . . DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! . . . . . . EK:1 EK:3 EK:3 EK:3 EK:4 EK:4 EK:4 EK:5 EK:5 EK:5 EK:6 EK:7 EK:7 EK:8 EK:1 Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ TAKSİM 2007 rağmen gergin bir bekleyiş sonrasında içinde sendika ve legal parti liderlerinin de bulunduğu birkaç yüz kişilik bir kitle Taksim alanına girmeyi ve Kazancı Yokuşunda toplanarak sloganlar atmayı başardı. Gittikçe kalabalıklaşan kitleye Gümüşsuyu tarafından Taksim’e girmeyi başaran büyük bir grup eklenince coşku doruğa çıktı. Bu sırada etrafı binlerce polis tarafından sarılmış olan Taksim Meydanı kitlenin tek ağızdan haykırdığı “İşte Taksim, işte 1 Mayıs”, “Yaşasın 1 Mayıs”, “Faşizme karşı omuz omuza” sloganlarıyla inledi. Kazancı Yokuşuna 1977’de ölenleri anmak için karanfiller bırakıldı. Burada böylece üç bin kişilik bir kitleyle bir miting yapıldı. DİSK ve KESK başkanları yaptıkları konuşmalarda devletin tutumunu kınadılar, yaşanan durumun sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal dönemlerini arattığını söylediler. Konuşmalardan sonra buradaki kitle yavaşça dağılmaya başlarken başka küçük gruplar da Taksim meydanına yaklaşmayı başarıp Kazancı Yokuşu’nda anmalarını yaptılar. Taksim’deki eylem bitmiş gibi gözüktüğü öğlen saatlerinde birden İstiklal Caddesini dolduran çeşitli devrimci gruplar pankartlar açarak Taksim alanına yöneldilerse de, önlerinin polis panzerleri ve su sıkma aracıyla kesilmesi ve kitlenin üzerine su ve biber gazı sıkılması bir oldu. İstiklal Caddesi’ni bulut gibi saran yoğun biber gazından göz gözü görmez oldu. Kaçmaya çalışan kitleye polis coplarla saldırarak birçok kişinin yaralanmasına neden oldu. Okmeydanı ve başka semtlerde 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen kitleye polisin panzerlerle ve biber gazıyla saldırması sonucu barikatlar kurularak sokak çatışmaları yaşandı. 1 Mayıs hazırlıklarımız ve tavrımız EK:2 Yeni Dünya İçin Çağrı olarak bu ğımsız” eylemini savunanlar, prayıl 1 Mayıs öncesinde Taksim’de tikte işçi sınıfından kopuk, “benim ve başka semtlerde 1 Mayıs bildiolsun küçük olsun” mantığıyla harileri dağıttık. Değişik semtlerin reket eden “saf devrimci” eylemduvarlarına 1 Mayıs için çıkardıleri savunan bir konumdadırlar ve ğımız stikerlerden yapıştırdık. asıl yanlış olan budur. Bunun anYeni Dünya İçin Çağrı dergisi lamı işçi sınıfını sendika bürokratolarak İstanbul’da “Devrimci 1 larına terk etmektir. Bu tavır zaten Mayıs Platformu” içerisinde yer alsınıftan kopuk ve marjinal olan dık. Platformun 1 Mayıs’ta “Taksim devrimci hareketin iyice kendi kaMeydanı sonuna kadar zorlanmabuğuna çekilip içine kapanmasını lıdır” talebi bizim de talebimizdi. ve daha da daralmasını savunmak Ancak hem bu platform tarafından anlamına gelir. hem de bazı başka gruplar tarafınDevrimci 1 Mayıs Platformunun dan Taksim’in imza standları, bu kadar merortak bildiri dakeze konulması, ğıtımı, ortak afiş dey i m yer i nyapıştırma, bawww.ydicagri.com deyse amaçlaşsı n açı k la matırılması yanları ve 1 Mayıs’ta lıştı. Bu sayede düşenleri anma işçi sınıfının 1 gibi tüm etkinMay ıs’ta y ükliklerinde aktif seltmesi gereken yer aldık. Bu çaasıl sınıf taleplışmalarda bazı leri Taksim talegrupların çalışbinin gölgesinde malara gereken ka lmıştır. Bir ilgiyi ve özeni başka tartışma göstermediklekonusu olan durini bunun yerum ise platforrine kendi grupmun DİSK ve sal çalışmalarına KESK ile biryoğ unlaştı k lalikte hareket etrını gözlemledik. meyi zorlamasıydı. Platformun Bazı büyük olarak görülen grupDİSK ve KESK ile birlikte hareket ların da içinde yer aldığı bu arkaetmek istemesi devrimcilerin sınıfdaşların samimiyetsizliğini eleştitan soyutlanmış olduğu bugünkü riyoruz. Afişleme sırasında bizim koşullarda yanlış değildir. Sonuçta de içinde yer aldığımız bazı arkabu birlikte hareket etme tamamen daşlar keyfi bir biçimde gözaltına onların kuyruğuna takılıp onların alındı. her dediğini yapma biçiminde de1 Mayıs günü Dolmabahçe’ye giğil de, tam tersine devrimcilerin den yolların tutulmuş olması nede1 Mayıs’ın birlikte örgütlenmesi niyle tüm arkadaşlarımızla doğruiçin ileri sürdükleri bazı talepleri dan Taksim Meydanı’nda buluştuk onlara kabul ettirmesi biçiminde ve buradaki mitinge katıldık. Beş oluyorsa –ki bu yıl böyle olmuşarkadaşımız alana giremeden göz tur- buna itiraz etmek hiç doğru altına alındılar. Daha sonra İstiklal değildir. Bu hiç alternatif devrimci Caddesi’ndeki eyleme de katılan eylem veya etkinlik yapılamaz anarkadaşlarımız burada yoğun biber lamına gelmez elbette. Buna karşı gazından nasibini aldılar. devrimcilerin sendika bürokratlarına endekslenmesini eleştiren ve Türk-İş’in Kadıköy mitingi bunun yerine devrimcilerin “baKarkerên jin û mêr! Ji xeynî zencîrên we tiştekî we yê wendakirinê tune! Hûn dikanin cîhanekê nu wergirin! Kadın ve erkek işçiler! Zincirlerinizden başka kaybedecek birşeyiniz yok! Kazanacağınız yeni bir dünya var! AYLIK SİYASİ GAZETE Türk-İş bu yıl en başından tek başına hareket edip Kadıköy’ü miting alanı olarak seçerek bilinçli olarak 1 Mayıs’ta işçi sınıfını bölmüştür. Böylece devrimcilerin işçilerle buluşmasını burada engellemeyi başarmış olan Türk-İş kendi dilediği biçimde içi boşaltılmış, dev Atatürk posterleri ve dev Türk bayrakları ile milli-şoven bir 1 Mayıs kutlamıştır. Bu mitinge bazı arkadaşlarımız katılarak bildiri dağıtımı yapmışlardır. Sonuç olarak Bu yılki 1 Mayıs egemenlerin işçilerden işçi sınıfı hareketinin en geri düzeyde seyrettiği bir dönemde bile ne kadar korktuklarını bir kez daha gösterdi. Bu yılki 1 Mayıs’ın gösterdiği bir başka gerçek ise şu: egemenler ne kadar kendi aralarında birbirleriyle kapışsalar da, sözkonusu işçiler ve emekçiler ve ezilen halklar olduğunda hemencecik kenetlenerek birleşiveriyorlar. Valiliğin aldığı Taksim’de 1 Mayıs yasağı AKP hükümetinin İçişleri Bakanlığı tarafından da tam olarak desteklenmiştir. Sonuçta her ne kadar Taksim’de kutlanan muhteşem bir 1 Mayıs engellenmiş olsa da, egemenlerin bütün çabalarına rağmen başarılı oldukları söylenemez. İşçiler ve devrimciler büyük bir kararlılıkla sınırlı da olsa büyük bir basınç uygulayarak egemenleri geri püskürtmeyi başarmış ve küçük çapta bir 1 Mayıs mitingini gerçekleştirmişlerdir. Devletin yoğun terörü karşısında tüm kitle bir ağızdan faşizmi lanetlemiştir. İşçilerin ve devrimcilerin ortaklaşa kararlığı sonucu –burjuva kalemlerin bile gördüğü- devletin işçi ve emekçi düşmanı barbar yüzü ortaya çıkarılmıştır. Baskılardan nasibini alan halk kesimleri kendiliğinden “Vali istifa” sloganları atmaya başlamıştır. 2 Mayıs 2007 ✓ Adana: 1 Mayıs kutlaması… İ şçi sı n ı f ı n ı n u lusla rarası Bi rl i k, Mücadele ve Dayanışma Günü 1 Mayıs bu yıl Cumhurbaşkanlığı seçim tartışmalarının gölgesinde gerçekleşti. Adana’daki kutlamada bazı siyasi partiler ve temsilcileri işçi ve emekçileri Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarında taraf olmaya çağıran söylemlerde bulundu. Adana 1 Mayıs mitingi bu yıl önceki yıllardan farklı olarak saat 16.30’da başladı. 1 Mayıs’ın hafta içine gelmesi nedeniyle, işçi ve emekçilerin katılımının yüksek olması için bu saatte yapılan miting Mimar Sinan Açıkhava Tiyatrosu önünden yürüyüş ile başladı. Yürüyüşe Eğitim-Sen, SES, BES, Tüm-Bel-Sen, HaberSen, DİSK Tekstil İşçileri Sendikası Bossa Şubesi, Tek Gıda-İş, Harbİş, Haber-İş, Eğitim-İş, Tarım Orkam-Sen, BTS, TÜMTİS, TEB, TGS, 68’liler Birliği, 78’liler Adana Girişimi, TMMOB, ÇHD, TekstilSen Alınteri, BDSP, Çukurova HKM, Kızıl Bayrak, DHP, ÇÖDER, ESP, TÖP, Alevi Bektaşi Birlikleri, SDP, ÖDP, EMEP, DTP, CHP, SHP, DSP ve İP katıldı. Yaklaşık 5000 kişinin katıldığı yürüyüş İstasyon Meydanı’nda son buldu. Eyleme işçi katılımı yüksekti, DİSK Tekstil İşçileri Sendikası Bossa Şubesinin korteji kalabalıklığı ile dikkat çekiyordu. Eylemde Yaşasın 1 Mayıs, Biji Yek Gûlan, Biji Bratiya Gelan, Yaşasın Devrim ve Sosyalizm, Gün gelecek devran dönecek AKP halka hesap verecek, Kahrolsun ABD emperyalizmi, Katil ABD işbirlikçi AKP, Taksim faşizme mezar olacak, Faşizme karşı omuz omuza, Taksime değil faşizme barikat, Ne şeriat ne darbe Demokratik Türkiye sloganları atıldı. Kürsüden eyleme katılan örgüt- Koluman’da sular durgun! 3 Mar t 2007’ de topluca Birleşik Metal-İş Sendikasına üye olan ve daha sonra istekleri dışında yıllık izne gönderilen Koluman işçileri işlerine döndüler. İşçilerin sendikaya üye olduklarını öğrenen Koluman A.Ş. patronu bazı işçileri yıllık izne çıkartmıştı. Yıllık izin sürelerinin sonunda işçiler herhangi bir sorun yaşamadan işlerine döndüler. Birleşik Metal-İş Sendikasının yetki başvurusunun sonucunu bekleyen işçiler işyerlerinde çalışmaya devam ediyorlar. İşçilerin sendikalaşmasından sonra işyerine noter getirterek işçileri istifaya zorlayan Koluman yönetimi ve patronu şu sıralar sessiz. İşçiler ise bir an önce yetkinin gel- mesini bekliyorlar. 8 Nisan’da Birleşik Meta lİş Sendikası Genel Örgütlenme Sekreteri Özkan Atar işçileri ziyaret etti. Tarsus Eğitim-Sen Şubesinde işçilere seslenen Özkan Atar sendikalaşma sürecini, işçilerin yaşanan ülke sorunlarına da duyarsız kalmamaları gerektiğini, sorunlarının çözümünün daha fazla örgütlenmeden ve bu şekilde bir güç olmaktan geçtiğini belirtti. Atar daha sonra işçilerin sorularını yanıtladı, yapılması gerekenler hakkında önerilerini aldı. Toplantıda Anadolu Şube Başkanı Uğur Tozlu’da kısa bir konuşma yaptı. Toplantıya yaklaşık 70 işçi katıldı. 14.04.2007, Ydi Çağrı/Adana ✓ ettiğini belirterek “Eğer sendika ağasıysam şerefsizim” şeklinde bitirdi. Diliçıkık ’ın ardından Tertip Komitesi adına Eğitim-Sen Adana Şube Başkanı Güven Boğa ortak basın metnini okudu. Basın metninde 1 Mayıs’ın işçi ve emekçilerin kanı ile kazanıldığı, bunda devrimci, sosyalist tüm emek güçlerinin payı olduğunu, işçi ve emekçilerin bugün şeriat veya postal ara- sında tercih yapmaya zorlandıklarını, İstanbul valisinin ve emniyet müdürlüğünün 29 Nisan’da yapılan mitingde bulunmadıklarını ama söz konusu emekçiler olduğunda saldırganlaştıklarını, Taksim’i işçi ve emekçilere kapattıklarını söyledi. Ortak açıklamanın okunmasının ardından polisin de zaman uyarısı ile miting sona erdirildi. Ydi Çağrı/Adana 01.05.2007 ✓ Antalya’da 1 Mayıs 2007… 1 Mayıs bu yıl, DTP, EMEP, SDP, Pi r Su lt a n Abd a l Der ne ğ i, A le v i B ek t a şi Kuruluşları Federasyonu, Petrolİş Sendikası gibi birçok parti ve sivil toplum örgütünün katılımıyla Antalya Güllük’te gerçekleştirildi. Yürüyüşte; “Faşizme karşı omuz omuza”, “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz”, “İş, emek, özgürlük”, şeklinde birçok slogan atıldı. Sömürünün her geçen gün daha da katmerleştiği bu dönemde, alanların bir önceki yıllara oranla daha fazla dolması gerekirken katılım yine düşüktü. Bu durum tabi ki sınıfın örgütlülüğünün ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Bu yıl ki 1 Mayıs, işçi sınıfı için farklı bir anlam ifade ediyordu. Bu yıl 1 Mayıs 1977’deki katliamın tam 30’uncu yıldönümüydü. 77’de İstanbul Taksim’de gerçekleştirilen 1 Mayıs’ta egemen sınıflar işçiler üzerine uzun namlulu silahlarla ateş açmıştı ve birçok işçi katledilmişti. O insanların tek suçu, bozuk düzen içerisinde haklarını aramak ve daha iyi yaşam koşulları için mücadele etmekti. Mücadelelerini burjuvazi kurşuna dizerek, panzerlerle ezerek durdurmaya çalıştı. Halklar 30 yıl önce de sömürülüyordu bugün de sömürülüyor. 30 yıl içinde değişen nedir? Hiçbir şey! Emekçi kesim için hiçbir şeyin değişmediği gayet açıktır. Buna karşın burjuvazi karına kar katmaya devam etmektedir. Fabrikalarda sömürü sürmekte, işçiler ortaçağ koşullarındaki köleler gibi kullanılmaktadır. Burjuvazi, işçi sınıfının sırtından hayatını büyük bir bolluk ve lüks içerisinde yaşarken öteki yandan işçi sınıfı boğaz tokluğuna yaşamını sürdürmektedir. Bu köhnemiş barbarlık düzenini, insanın insanca yaşadığı sömürüsüz bir dünyaya, „sosyalist dünyaya“ çevirmek mümkündür. Evet, „başka bir dünya mümkündür“ ama ancak sosyalizmle... Sömürünün olmadığı, halkların kardeşçe bir arada yaşayacağı yeni dünya için; Tüm dünya işçileri birleşin... 3 Mayıs 2007, YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ / ANTALYA ✓ Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ 2 ler KESK üyesi iki emekçi tarafından sunulurken CHP Tek Gıdaİş Sendikası Şube Başkanı Gürsel Diliçıkık tarafından “laikliğin sigortası” olarak karşılandı. Alana girişleri sırasında bazı devrimci örgütler CHP, DSP, SHP ve İP’i yuhaladı. Bunun üzerine Harb-İş üyesi bazı emekçiler Alınteri taraftarlarına müdahale etmeye çalıştı, kısa süreli bir gerginlikten sonra olay yatıştırıldı. Alanda 1977 1 Mayıs’ında öldürülen 34 işçi ve emekçi için, sınıf mücadelesinde yaşamını yitiren tüm işçi ve emekçiler için saygı duruşunda bulunuldu. İstasyon Meydanında ilk konuşmayı Türk-İş adına Tek Gıdaİş Sendikası Güney Anadolu Şube Başkanı Gürsel Diliçıkık yaptı. Diliçıkık konuşmasında özelleştirmelere karşı mücadele ettiklerini, Tekel’in özelleştirilmesine karşı gerekirse üretimden gelen güçlerini kullanacaklarını belirtti, Cumhuriyetin temellerinin tehlike altında olduğunu, AKP’nin laikliğe düşman olduğunu söyledi. Kürsüden CHP vekili Ziya Yergök’ün alanda olduğunu, sonrasında da Anayasa Mahkemesinin Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu iptal ettiğini “artık AKP’nin işi bitmiştir” diyerek duyurdu. Diliçıkık’ın konuşması devrimci örgütler tarafından “kahrolsun sendika ağaları” sloganları ile protesto edildi. Bu protestolar sırasında Emek Partisi pankartı Alınteri taraftarları ile kürsü arasına getirilerek, protestolar engellenmeye çalışıldı. Bunun üzerine de Emek Partisi ile Alınteri arasında gergin anlar yaşandı. Bir polis amirinin de müdahale ettiği olay büyümeden sonlandı. Diliçıkık konuşmasını yıllardır emekçiler için mücadele EK:3 İzmir’de 1 Mayıs… D ünya işçi sınıfının birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs, İzmir’de yapılan yürüyüşler ve bir miting ile kutlandı. İzmir’de 1 Mayıs mitingi, Türkİş ve KESK tarafından düzenlendi. Yağmur nedeniyle miting kısa sürdü. 2007 1 Mayıs’ına, ordunun muhtıra verdiği, Türk milliyetçiliğinin yükseltildiği, 1 Mayıs kutlamalarının bölündüğü şartlarda girildi. 1 Mayıs kutlamaları, DİSK’in Taksim alanında 1 Mayıs’ı kutlama kararı ve diğer şehirlerden kendi üyelerini İstanbul’a seferber etmesi nedeniyle bölündü. İzmir’de üç alanda toplanan, Türk-İş’e bağlı sendikalar, partiler, dergiler, devrimci gruplar üç koldan yaptıkları yürüyüşler sonunda Gündoğdu Meydanı’nda bir araya geldiler. Alsancak Liman’ı önünde toplanan Türk-İş’e bağlı sendikalar, buradan yürüyerek Gündoğdu alanına girdiler. Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde Belediye-İş, Petrolİş, Tez Koop-İş, Tümtis kitlesel katılım sağladılar. İşçi Partisi, TMMOB, CHP Alsancak tarafından alana girdi. KESK, Odak, DHP, İCİ, Partizan, İşçi Mücadelesi, Devrimci Hareket, BDSP, Alınteri, Mücadele Birliği, Gençlik Dayanışma Evi, ÇHD Konak tarafından alana giriş yaptılar. Emep, SDP, ÖDP, DTP, Komünist KÖZ ve Koordinasyon Basmane tarafından alana girdiler. DİSK Türk-İş ile birlikte 1 May ı s’ı k ut l a may ac a ğ ı n ı , 1 Mayıs’ta Türk-İş’le yan yana gelmeyeceğini, 1 Mayıs öncesi açıklamıştı. DİSK İzmir’de 1 Mayıs’ı Genel-İş Sendikası önünde yaptığı miting ve örgütlü olduğu işyerlerinde kutladı. 1 Mayıs mitingine sadece, DİSK’e bağlı Genel-İş üyesi az sayıda işçi katıldı. 1 Mayıs mitingine binlerce kişi katıldı. Yürüyüş kortejleri oldukça canlı idi. Miting alanında 500 civarında YDİ Çağrı’nın 1 Mayıs bildirisi dağıtıldı. Tüm kurumlar alana girdikten kısa bir süre sonra, yağmur nedeniyle kitle yavaş yavaş dağılmaya başladı. Dağılma sırasında, miting alanında yan yana bulunan karşı devrimci İşçi Partisi ile SDP arasında kavga çıktı. Çatışma sırasında alanda bulunan diğer devrimci gruplar da çatışmaya katıldı. Polisin araya girmesi ile çatışma son buldu. Genelkurmay partisi İP ile yaşanılan çatışma sonrasında, devrimci gruplar Cumhuriyet alanına doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş boyunca, “Faşizme karşı omuz omuza!”, “Yaşasın devrimci dayanışma!”, “Faşizmi döktüğü kanda boğacağız!” sloganları atıldı. Yaşasın devrimci 1 Mayıs! 1 Mayıs 2007, YDİ Çağrı/İzmir ✓ Hatay’da 1 Mayıs… Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ Evvil Ehır! Yaşasın 1 Mayıs! Biji yek gulan ! EK:4 1 Mayıs İşçi Bayramı tüm dünyada, ülke genelinde olduğu gibi ilimizde de kutlandı. Antakya’daki 1 Mayıs kutlamaları yaklaşık 3 bin kişinin katılımıyla coşkulu bir atmosferde gerçekleştirildi. Sivil toplum örgütleri, dernekler, sendikaların yanı sıra çok sayıda bireysel katılımın da olduğu kutlamalar saat 14.30’da Maksim önünde toplanılıp 15.00’de start alan yürüyüşle başladı, Uğur Mumcu alanında gerçekleştirilen mitingle, olaysız sona erdi. Geniş güvenlik önlemleri altında yapılan etkinliklerin sonunda Tertip Komitesi adına KESK dönem sözcüsü Kemal Yalçın, 1 Mayıs 1977’de düşen 37 yoldaşlarını ve bu ülkenin vicdanını onuruyla temsil ettiğini söylediği Hrant DİNK’i saygıyla anarak konuşmasına başladı. 1 Mayıs’ın tüm dünya işçi sınıfının birlik, dayanışma ve mücadele günü olduğunu, kendilerini aç bırakanlara, sömürenlere, katledenlere karşı işçi, emekçi, öğrenci, her kesimin eşit, özgür bir dünya isteğinin alanlarda yüz binlerle haykırıldığı gün olduğunu söyleyen Yalçın, ülkemizdeyse 1 Mayıs’lardan korkanların yıllarca yasaklarla karşılarına çıktığını, engel olamadıklarında bayram diye içini boşaltmaya çalıştıklarını ifade etti. Yalçın konuşmasında şu görüşleri dile getirdi: “Ama ne 1 Mayıs’ın mücadele günü olduğu gerçeğini değiştirebildiler, ne de halkın sesini boğabildiler. Ve tam 30 yıl önce 1 Mayıs’ta yaptıkları katliamla da gösterdiler bu korkularını tüm dünyaya. Hak ve özgürlük mücadelesini bitirmek isteyenler, kurşunlar yağdırdı üzerimize. 1 Mayıs 1977’de 500 bin emekçinin doldurduğu Taksim Meydanı 37 insanımızın kanıyla kızıllaştı ve 1 Mayıs alanı Eskişehir’de 1 Mayıs… E skişehir’de 1 Mayıs Sıhhiye meydanında yaklaşık iki bin kişinin katılımıyla kutlandı. Saat 17.30’da Anadolu Üniversitesi tramvay durağında toplanan Türk İş’e bağlı işçi sendikaları, KESK, Siyasi Partiler, Demokratik kitle Örgütleri ve Meslek Odaları Sıhhiye meydanına yürüdüler. DTP üyelerinin ise alana girmesine izinsiz Kürtçe dövizler taşıdığı gerekçesiyle izin verilmedi. DTP’li yöneticilerle tertip komitesi arasında tartışma yaşandı. DTP’liler Kürtçe döviz taşıdıkları için alana sokulmayınca 1 Mayıs kutlamasına katılmama kararı aldı. Geçen yıla oranla bu sene katılım daha fazlaydı. Özellikle katılımcıların çoğunu işçilerin oluşturması sevindiriciydi. Yoğun güvenlik önlemleri arasında saat 18.30’da Sıhhiye meydanına varıldı. Miting alanında KESK ve Türk-İŞ adına konuşmalar yapıldı. Konuşmalardan sonra 1 Mayıs kutlaması sona erdi. Geçen yıla oranla katılımın fazla olması sevindirici ama Eskişehir’in sanayisi gelişmiş bir kent olması açısından yine de çok düşüktür. Mitingin başlama saati 17.30 olması fabrikalarda gündüz ve gece vardiyalarının ve resmi dairelerin beşte kapanması 1 Mayıs kutlamalarına katılım için bir avantaj olmuştur. Bu durumda on binlerin alana gelmesi lazımdı. Fakat sendikaların çaba harcamamasının sonucu katılımın sayısı düşük olmuştur. Elbette bir gün işçi sınıfının birlik ve dayanışma günü olan 1 Mayıs ruhuna yakışır şekilde alanlarda milyonlarca işçi ve emekçilerle kutlanacaktır. Bir Mayıs Kızıldır Kızıl Kalacak! Bıji Yek Gulan! oldu o gün. Aradan 30 yıl geçti. Bu 30 yılda ne katliamcılar yargılandı ne de hesap soruldu. O gün üzerine kurşunlar yağdırılan asıl olarak demokrasi, hak ve özgürlük mücadelesiydi. Üzerine kurşunlar yağdırılan işçi, emekçi, öğrenci, köylü halktı. Katlederek halkın mücadelesini bitirmek istediler. Ve o gün yaşanan katliamdan bugüne onlarca katliam daha yaşandı bu ülkede. 16 Mart Beyazıt, Çorum, Maraş, Sivas ve daha onlarcası. Hepsinde amaç aynıydı. Halkın mücadelesinden korkanlar, halkın birlik ve dayanışma içerisinde bağımsız, demokratik bir ülke istemesinden korkanlar susturmak, korkutmak için katlettiler. Bugün de gerek katliamlarla gerekse de hak gasplarıyla bu saldırılar sürmeye devam ediyorlar. Tek çözüm Eşit, Özgür ve Demokratik Türkiye” dedi. kanlığı tarafından Cuma geceyarısı internet sitesi aracılığıyla duyurulan bildirinin, demokratik değerlerle bağdaştırılamayacağını savunan Yalçın, demokrasi dışı bir müdahale ve sivil siyasetin üzerine herhangi bir vesayet anlayışının hiçbir biçimiyle kabul edilemeyeceğini, Türkiye’nin demokratikleşme yönünde adımlar atması önündeki en büyük engelin, 12 Eylül Darbesi’yle hesaplaşamaması olduğunu belirtti ve siyasal islamın 12 Eylül’ün yarattığı ortamdan beslendiğinin unutulmaması gerekliliğini vurguladı. AKP’nin halkın yüzde 75’ini görmezden gelerek Cumhurbaşkanı seçme gayretinin de demokratik bir tutum olmadığını söyleyen Yalçın, bu anti demokratik sürecin yegane çözümünün, demokrasiyi askıya almak değil, halkı siyasetin esas öznesi haline getirmek olduğunu bildirdi. Konuşmaların ardından Grup Serüven sahne alarak arapça türküler söylendi ve coşkuyla halaylar çekildi. Halk siyasetin asıl öznesi olmalı... Herkesin eşikteki bir krizden bahsettiğini, siyasilerin cumhurbaşkanlığı seçimlerini kriz olarak yorumladığını, genelkurmay baş- Eskişehir’den YDİ Çağrı okuru/ 02.05.2007 ✓ 2 Mayıs 2007, YDİ ÇAĞRI okuru ✓ Diyarbakır’da 1 Mayıs… Diyarbakır‘da Valiliğin 1 Mayıs‘la İlgili Baskıcı ve Keyfiyetçi Tutumu Devam Ediyor... Diyarbakır‘da 1 Mayıs tertip komitesi adına yapılan miting başvurusuna Valilik tertip komitesinin istemediği yer olan şehir dışında olan Fuar alanını verdi. Verilen yerin “uygun olmadığı bunun yasaklamayla eşdeğer olduğu”nu belirten tertip komitesi bu gelişmeyi bir basın açıklamasıyla protesto etti. Sendika ve diğer kitle örgütlerinin destek verdiği basın açıklaması şehirin merkezinde bulunan Dağkapı‘da yapıldı. Saat 12.00‘de bir araya gelen kitle davul eşliğinde halaylar çekti. Basın açıklamasını Demokrasi Platformu dönem sözcüsü Tez-iş 1‘ nolu şube başkanı Ali Öncü yaptı. Burada yaptığ ı açı k lamada “Türkiye‘nin katılımcı, özgürlükçü, eşitlikçi ve insan haklarına dayalı demokratik bir sistem yaratamadığı için, askeri otoritenin vesaretinden kurtulamadığını. Kürt sorununun demokratik çözümünü istedi...” Bazen sloganlarla konuşması kesilen Öncü basın açıklamasını çoğunluğu işçi olan kitlenin bir saat süren eylemliğini sonlandırdı. Basın açıklamasına Akyıl holding (grevde olan işçiler) işçileri, Belediye-iş, Yapı-yol-sen işçileri vb. kitle örgütleri destek verdi. Atılan sloganlar “Bijî yek gulan!, Bijî bratîya gelan!,” taşınan dövizler “ T.C vatandaşıyım, Kürdüm ama düşman değilim!, Barış dili anadildir, Anadilimiz Kürtçedir!” Basın açıklaması bitiminde kitle dağıldı. Böylece Diyarbakır‘da 1 Mayıs bir mitingle kutlanması yerine basın açıklaması şeklinde geçmiş oldu. İşçilerin haklarının korunması için yüz yılı aşkın süre öncesinde başlattığı bu mücadele gününün egemenler nezlinde kutlanmasına dolaylı olarak yasak koymuştur. Bir günün kutlanmasına bile tahamülü olmayan egemen sınıfın temsilcilerine biz işçi sınıfı olarak yıllardır nasıl tahamül ediyoruz. Bunda; Nazım‘ın dediği gibi “dilim varmıyor canım kardeşim şuçun büyüğü sen de.” Ya bu işlediğimiz büyük suçun devam etmesi için örgütlenmeyeceğiz. Bu Barbarlık içinde insanlığın yok olmasına seyirci kalarak biz de yok olacağız. Ya da ilmek ilmek örgütlülüğü güçlendirerek bizi yok eden barbarlığı kendi barbarlığıyla birlikte tarihin çöplü- 1 İ zmir/Çiğli Organize Sanayi Bölgesi’nde kurulu bulunan Esen Plastik AŞ’de 20 işçi, Petrol-İş Sendikası’na üye oldukları için işten atıldı. Petrol-İş Aliağa Şubesi’nde örgütlenme çalışması sürerken işten atılan işçiler, 7 Nisan tarihinde fabrika önünde basın açıklaması yaptılar. “İş, ekmek yoksa barış da yok”, “Buraya sendika mutlak girecek”, “Sendika hakkımız engellenemez” sloganları atan işçiler Esen Plastik patronunu protesto ettiler. Petrol-İş Sendikası Aliağa Şube Başkanı İbrahim Doğangül, fabrika önünde toplanan işçilere hitaben bir konuşma yaptı. “Sendikaya üye olmanın bir hak olduğunu, bunu engellemenin suç olduğunu, işverenin suç işlediğini” söyledi. İşvereni yaptığı yanlıştan dönmeye davet eden İbrahim Doğangül, fabrikanın girişinde asılı bulunan “Üretim işçileri aranıyor” yazılı levhayı işaret ederek “bu ilan her şeyi açıkça göstermeye yetiyor, madem işçi fazlası var, neden yeni işçiler arıyorsunuz? Şu anda işten çıkardığınız ve her biri 7-8 yıllık işçiniz olan bu insanlardan daha uygun işçi mi bulacaksınız? Suçüstü halidir bu. Yakalandınız. İşten attığınız işçilerin hiçbir suçları yok! Suçlu sendikalı işçiye tahammül edemeyen Esen Plastik işverenidir” dedi. Esen Plastik’te çalışma koşullarının çok ağır, ücretlerin çok düşük olduğu, işten atmalar nedeniyle çalışma süresinin 12 saate çıkarıldığı işçiler tarafından belirtiliyor. Yasal haklarını kullanarak sendikaya üye olan işçiler, patron tarafından kıdem tazminatları ve diğer alacakları bile ödenmeden işten atılarak açlığa mahkum edilmişlerdir. 1976 yılında kurulan Esen Plastik San. Ve Tic. AŞ.’de; 2000’in üzerinde ürün üretilmektedir. Sürekli büyüyen, kar eden Esen Plastik’te, büyümenin ve her yıl artan karın kaynağı olan işçilere düşük ücret ödenmektedir. İşçilere ağır çalışma koşulları, düşük ücretler, sendikasızlık reva görülmektedir. Nereye kadar? İşçilerin birliği bir gün mutlaka sermayeyi yenecektir! 13 Nisan 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ anısına bir dakikalık saygı duruşunun ardından, Tertip Komitesi adına Petrol-İş Mersin şube başkanı Adil Aleybeyoğlu bir konuşma yaptı. Yüreklerinin, taksim’de, Ankara’da, Londra’da, Paris’te, kısaca dünyanın her yerinde olduğunu belirten Aleybeyoğlu; devleti, 1 Mayıs 77 katliamının sorumlularını bulup yargılamaya çağırdı. Devletin İstanbul’da terör estirdiğini belirten Aleybeyoğlu; işçi ve emekçilerin örgütlenme haklarının kısıtlanarak, sendikal haklarının ellerinde alınmaya çalışıldığını, Ülkede her şeyin yerli ve yabancı sermayenin isteği doğrultusunda gerçekleştiğini, Halkın malı olan BOTAŞ, Telekom, Limanların haraç mezat satıldığını belirtti. Bu ülkede farklı düşünmenin suç olarak görüldüğünü vurgulayan Aleybeyoğlu; “Kürt sorunu demokratik bir çözüm beklerken barış ortamı ortadan kaldırılıyor, vahşi cinayetlere kurban gidiyor. Artık kan dökülmesini istemiyoruz, kardeşçe yaşamak istiyoruz. Bizler emek güçleri olarak 1 Mayıs’ın resmi tatil günü ilan edilmesini, 77 Katliamı’nın faillerinin bulunup yargılanmasını, sosyal yıkım yasalarına son verilmesini istiyoruz” diye konuştu. Eylem konuşmanın ardından olaysız bir şekilde dağıldı. 03.05. 2007 Ydi ÇAĞRI Mersin ✓ Bir YDİ Çağrı okuru, 3 Mayıs 2007 ✓ Esen Plastik: Yine sendikalaşma mücadelesi, yine işten atma… Mersin’de 1 Mayıs… Mayıs Mersin’de yaklaşık 3 bin kişinin katılmasıyla kutlandı. Saat 11.00’de Devlet hastanesi önünde toplanan kitle, “Yaşasın 1 Mayıs”, “Her yer taksim, her yer 1 Mayıs”, “Ne darbe ne şeriat, Demokratik Türkiye”, “Gün gelecek devran dönecek katiller halka hesap verecek”, „Kahrolsun ABD işbirlikçi AKP”… sloganları atarak saat 12.00’ye doğru Metropol miting alanına kadar yürüdü. Mitinge; emek örgütleri olan Türk-İş ve KESK dışında DTP, ÖDP, SDP, EMEP, de katılmıştı. Aynı zamanda, üniversiteli ve liseli gençlik ile devrimci örgütlerde eyleme katılmıştı. Polisin yoğun güvenlik önlemi aldığı eylemde herkes tek tek aranarak içeri alındı. En önde yürüyen Yol-İş kortejinde, “ ne darbe ne de şeriat demokratik Türkiye” sloganı dikkat çekerken, Kristal-İş’te ise “ Hepimiz Türküz, hepimiz Atatürkçüyüz” sloganı dikkat çekiyordu. Bu sloganın son dönemde hâkim sınıflar tarafından geliştirilen milliyetçi şoven dalganın işçi sınıfını nasıl etkilediği konusunda önemli idi. Bu eyleme, dün eli devrimci kanı ile yıkanan DSP ve CHP gibi karşı devrimci partiler de katılmıştı. Miting alanında başta 1977’de katledilen 35 can ve emek mücadelesinde hayatını kaybedenler ğüne atacağız. Biz direnenler ve bu anlamda örgütlülüğü savunanlar her koşulda ikincisini savunarak tarafımızın Yeni bir dünyanın yaratılması tarafıdır. Bunun için bir devrimle varılacak Sosyalist dünya işçi ve emekçilerin kurtuluş yoludur. Onun için: Marks, Engel, Lenin ve Stalin önderliğinde bize bırakılan bilimsel sosyalist öğretileri pratikte egemen kılmaya. Bu egemenlik eskimiş dünya düzeninin değiştirilmesidir. Bu anlayışla her yıl karşıladığımız 1 Mayıs işçi bayramının mücadele, birlik ve örgütlülük bilinciyle bizi donatması için her gün 1 Mayıs diyorum. Bijî yek gulan! Yaşasın devrimci 1 Mayıs! Bijî şoreşe 1 yek gulan! EK:5 Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ T EK:6 Tez Koop İş’te “Değişim” kazandı… ez-Koop İş Sendikasının 8. Olağan Genel Kurul’u 14-15 Nisan 2007 tarihinde Ankara’da bulunan Tes İş Salonu’nda gerçekleşti. Divan seçimi ve gündemin onaylanmasından sonra İstiklal marşı eşliğinde saygı duruşuna geçildi. Salonun sağ tarafında dev bir Atatürk pankartı asılmıştı. Divan Başkanlığını Türk İş Başkanı Salih Kılıç yaptı. Kongreye ünlü misafirlerin katılmaması aynı gün Ankara’da gerçekleşen “Cumhuriyetine Sahip Çık” mitingine bağlandı. Açılış konuşmasını Tez Koop İş Başkanı Sadık Özben yaptı. Sadık Özben’in kürsüye çıkışı her seferinde bir grup tarafından “İşte Tez-Koop, İşte sendika” sloganları eşliğinde ayakta alkışlanarak karşılandı. Dolu olan 400 kişilik salonda bu tezahüratlara katılanlar en fazla 30-40 kişiydi. Ne var ki kararsız delegeleri etkilemeye yönelik bu tür girişimler önceden belli olan delegelerin tavırlarında bir değişiklik sağlamadı. Sadık Özben konuşmasında genel durum değerlendirmesi yaptı, uluslararası durumun gergin olduğunu, haksız savaşların yaşandığını, bu savaşların kapitalist sistemin kontrolsüz kar hırsından kaynaklandığını söyledi. Türkiye’deki durumu da değerlendiren Özben, Türkiye’nin emperyalist sistemin mızrak ucu haline getirilmek istendiğini, IMF ve Dünya Bankası kararlarının dışına çıkılmadığını savundu. Özben, IMF talimatlarıyla özelleştirme ve taşeronlaştırma politikaları yürüten ve bununla emekçileri hak kaybına uğratan AKP hükümetini eleştirdi. Olumsuzluklar karşısında yeterince mücadele yürütülmediğini itiraf eden Özben, 3 konfederasyonu acilen birleşmeye çağırdı. Özben sendikalarının son dört yılda 15 bin üye yaparak hızla büyüdüğünü söyledi. Sadık Özben bir işçi sendikasının başında oturan bir insanın ağzına hiç yakışmayan milliyetçi ve şovenist görüşler de savundu. Özben, Türkiye’nin karşısına Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu vb. çıkarılarak, ülkemiz üzerinde ciddi oyunlar oynandığını iddia ederek, stratejik ortak ABD’nin Talabani ve Barzani ile olan ilişkilerinin Türkiye’yi tedirgin ettiğini savundu. Özben AB’yi de Türkiye’yi hor gören bir yaklaşıma sahip olmakla eleştirdi. (Bu arada “İşte başkan, işte sendika” sloganları atıldı.) Daha sonra kendi kendisine söz veren divan başkanı ve Türk İş Başkanı Salih Kılıç kürsüye çıkarak Sadık Özben’inkinden çok daha şoven içerikli, seçim ko- Seçimlerde 1. Liste adayları Sadık Özben (Genel Başkan), Hüseyin Hamurcu (Genel Sekreter), Semih Aycan (Eğitim Sekreteri), Haydar Özdemiroğlu (Örgütleme Uzmanı), Şaban Sağıroğlu (Mali Sekreter) karşı 2. Liste adayları Gürsel Doğru (Genel Başkan), Sedat Ölmez (Genel Sekreter), Hakan Topaloğlu (Eğitim Sekreteri), Osman Gürsu (Örgütlenme Sekreteri) ve Merih Varol (Mali Sekreter) seçildi. Yeni yönetimin kongre öncesinde delegelere gönderdiği yazıda savundukları ve bizim pratiğe geçirmeye çağırdığımız bazı görüşler şöyle: “…daha güçlü ve daha demokratik bir sendika için tek kişinin karar verdiği değil ekip çalışmasının hakim olduğu bir sendikal anlayışı yönetime getirmek için…” “Seçilmişlerin değil de atanmışların veya yandaş bir iki kişinin nuşmasını andıran bir konuşma yaptı. Barzani’yi eleştirdi, bu konuda hü kümeti eleştirdi vb. “Cumhuriyetine sahip çık” mitingini demokratik bir hak olarak değerlendirerek destekledi. 1 Mayıs’ın Kadıköy’de kutlanacağını söylediğinde salondan “Bölmeyin, Taksim’de kutlanacak” sesleri yükseldi. Salih Kılıç’tan sonra uluslar arası tek konuk olan Uni Handel Europa temsilcisi Fin’li Jan Furstenborg kürsüye çıkarak Tez-Koop İş’i öven bir konuşma yaptı. Jan Furstenborg çokuluslu şirketlerin Türkiye’nin iyiliğini istemediğini, fakat buna rağmen Türkiye’nin AB’ye entegrasyonunun önemli olduğunu, ekonomik ve sosyal uyumun şart olduğunu söyleyerek globalleşmenin belli yönlerini eleştirdi. Fürstenborg Sadık Özben ile çokuluslu şirketlerle sosyal diyalog çerçevesinde iyi bir çalışma yürüttüklerinden övgüyle bahsetti. Çokuluslu şirketlerin Tez Koop İş’i taraf olarak kabul etmelerini övdü. Carrefour’a genel uygulamalarını Türkiye’de de uygulamaları gerektiğini söylediklerini, eğer iş- yönettiği dar kadrocu anlayışa karşı ekip çalışmasını benimsemiş, kararların kapalı kapılar arkasında değil yönetim kurullarında veya sendikanın diğer organlarında alındığı bir anlayışı hayata geçirmek için…” “Toplusözleşmelerde tabanın talebini öne çıkaran, bu talepleri komisyonlarda tartışarak… üyenin ve temsilcilerin kabul etmediği sözleşmeleri imzalamamak için…” çilere hakları verilmezse onlardan fedakarlık beklenemeyeceğini Carrefour patronlarına anlattıklarını söyledi. Furstenborg bundan sonra da Tez-Koop İş’le birlikte çalışma yürütmek istediklerini belirterek konuşmasını sonlandırdı. Bundan sonra söz alan ilk konuşmacı Salih Kılıç’ı eleştirdi ve işçileri Salih Kılıç’a karşı eylemler yapmaya çağırdı. İkinci konuşmacı Rabia Özkaraca bir yandan Türk İş ve Salih Kılıç’a eleştiriler yöneltirken, 1 Mayıs’ta Taksim tartışması bağlamında DİSK’in bizi kandırdığını ileri sürdü. Rabia Özkaraca Taksim tartışması bağlamında Türk İş’in tutumunu da eleştirerek ulusal güvenlik temelinde değil de sınıfsal temelde yaklaşmak gerektiğini savundu. Özkaraca 4 B konusunda Türk İş’i ve diğer şubelerin pasif kalma tavırlarını eleştirdi. Özkaraca’nın İstanbul 1 ve 4 No’lu şubeleri işçi ikramiyelerini 4’ten ikiye indirilmesini kabul etmeleri konusunda eleştirmesi üzerine salondan tepki sesleri yükseldi. Özkaraca muhalefeti de eleştirerek, “ortada yeni bir “…emek ve sermaye mücadelesinin işçi sınıfı tarihinde yöntem ve yolunun belli olduğu bu mücadele şeklini unutturmamak için…” “İşveren itirazları veya müdahaleleri karşısında işi sadece hukuki sürece hapseden değil, tabanın etkin gücünü de devreye sokan bir anlayış hayata geçirilecektir…” “Eğitimde temel sendikal ve sınıf eksenli eğitim politikamız desteklenerek devam edecek.” anlayış yok, sadece biz de yönetmek istiyoruz diyenler var“ dedi. İstanbul 4 No’lu Şube Başkanı Osman Gürsu yaptığı konuşmada Sadık Özben’i eleştirdi. Migros sürecini anlatarak Sadık Özben’in işçileri kandırdığını söyledi. Özben’in şubelerin içini karıştırarak 4 No’luyu Olağanüstü Genel Kurul’a götürmesini sert bir şekilde eleştirdi. Gürsu buradakinin koltuk kavgası değil anlayış kavgası olduğunu ileri sürerek, “Yeter artık Sadık bey, yeni yönetimi hak etmiyorsunuz “ dedi. Gürsu, Rabia Özkaraca’ya gönderme yaparak “Nasıl seçildiğini biliyoruz.” dedi. Gürsu, Sadık Özben’in geçen dönemde iyi örgütlenme yaptığını ileri sürdüğünü, ancak her nedense bu kongrede hem örgütlenme hem de eğitim sekreterinin kendisine karşı olduğunu söyledi. Osman Gürsu’dan sonra kürsüye çıkan Mustafa Karabacak “Bizi Carrefour konusunda mağdur eden Sadık Başkan” dedi. Karabacak, bir şubeye seçim kazandırmak için Sadık Özben’in Carrefour’u oraya bağladığını savundu. (Carrefour’un İstanbul 2 Ölmez kazandı.) Toplam 209 delegeden 208’i seçimlere katıldı ve muhalefet adayları ortalama 4-5 oy farkıyla seçimleri kazandılar. Sadık Özben kaybettiği seçimler sonrasında “Bundan sonra TezKoop İş’e katkılarımı sunmaya devam edeceğim” dedi. Kazanan muhalefet adayı Gürsel Doğru ise son konuşmasında “Seviyeli bir kongrenin yaşandığını, sendikanın önünde değil yanında olacağını” söyleyerek Sadık Özben ile birlikte el ele tutuşarak ve ellerini havaya kaldırarak kongreyi selamladı. Seçimlerde 1. Liste adayları Sadık Özben (Genel Başkan), Hüseyin Hamurcu (Genel Sekreter), Semih Aycan (Eğitim Sekreteri), Haydar Özdemiroğlu (Örgütleme Uzmanı), Şaban Sağıroğlu (Mali Sekreter) karşı 2. Liste adayları Gürsel Doğru (Genel Başkan), Sedat Ölmez (Genel Sekreter), Hakan Topaloğlu (Eğitim Sekreteri), Osman Gürsu (Örgütlenme Sekreteri) ve Merih Varol (Mali Sekreter) seçildi. Yeni Dünya İçin Çağrı Dergisi olarak hızla gelişen hizmet sektörü alanında işçilerin mücadelesi açısından önemli bir yerde duran Tez Koop İş Sendikası ile uzun bir süreden beri yakından ilgilendik, bu sendika içerisinde yürüyen mücadelede sınıf mücadelesinin perspektifi açısından taraf olmaya çalıştık, kendimizce doğru bulduğumuz görüşleri savunduk ve olumlu önerilerde bulunduk. Okurlarımız dergilerimize şöyle bir göz atarlarsa bu konuda çok materyal bulacaklardır. Gelinen yerde bu kongrede de biz tarafsız değiliz. Bizim tarafımız elbette işçi sınıfını mücadelesini ileri taşıyacak taraftır. Çatışmada bize bu konuda hangi taraf daha yakın görünürse elbette biz o tarafı destekleriz. Bu anlamda yeni yönetim savundukları itibariyle eskisine göre daha fazla tabanın yani işçilerin sesine kulak vermeyi önemseyen, kolektif yönetim anlayışını savunan ve daha mücadeleci bir anlayışı savunan bir konumdadır. Ancak söylenenler ne kadar önemli olsa da belirleyici olan pratiktir. Yeni yönetim eski yönetime bir dizi bizim de doğru bulduğumuz,, tek kişilik yönetim yerine ekip yönetimi, pasif sosyal diyalog yerine daha mücadeleci bir anlayış vb. eleştirilerle işbaşına geldi. Bizim deneyimden de yola çıkarak Tez Koop İş’e üye olan işçilere tavsiyemiz şu olacak: Çoğunlukla seçtiğiniz yeni yöneticilerinizin özellikle tabanın sözüne dayanan daha mücadeleci bir sendika doğrultusunda bir pratik sergilemesi için uyanık olun, bunların lafta kalmasına izin vermeyin. Yaşasın sınıf mücadelesi! 3 Mayıs 2007 ✓ Bağ Yağları’nda sendikalaşma mücadelesi… İ zmir Alsancak’da kurulu bulunan Bağ Yağları Fabrikası’nda sendikalaşan işçiler patron tarafından işten atıldı. Bağ Yağları Fabrikası’nda çalışan işçiler 14 Mart tarihinde, Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş Sendikası’na üye oldular. Bu ülkede sendika üyesi olmak anayasal hak olmasına rağmen, 15 Mart tarihinde Bağ Yağları patronu tarafından sendika üyesi olan 7 işçi işten atıldı. İşten atılan işçiler fabrika önünde bekleyişe geçtiler. Bekleyen işçilere patronun yanıtı 24 Mart tarihinde iki işçiyi daha işten atmak oldu. Patron işten çıkarmanın gerekçesi olarak; “iş hacminin daralmasını” gerekçe gösterdi. Bu gerekçenin doğru olmadığını, zorunlu olarak mesai yaptırılan işçiler çok iyi biliyor. En büyük 500 özel sanayi şirketi sıralamasında 65. sırada bulunan Bağ Yağları Fabrikası, ürettiği yağı ağırlıklı olarak yurt dışına gönderiyor. Bağ Yağları Fabrikası’nda yaşanan gelişmeler üzerine, İzmir 2 Tek Gıda-İş 7 Nolu Şube Başkanı Kemal Köse ile görüştük: “6 Nisan’da fabrika önünde bekleyişimize son verdik. Fabrikada idari personel dahil 159 kişi çalışıyor. İşçilerin çoğunluğu sendikamıza üye oldu. Ça lışma Bakanlığı’na çoğunluk tespiti için başvurduk. İşten atılan arkadaşlar için işe iade davaları açtık. Sendika üyesi olmak anayasal hak. İşçiler anayasal haklarını kullandılar. Sendikalaşma mücadelemiz sonuna kadar sürecek.” Bağ Yağları Fabrikası’nda çalışan işçiler asgari ücret alıyorlar. Günde 12 saat çalışıyorlar. Çalışma süreleri uzun olmasına rağmen, mesai yapmak zorunda bırakılıyorlar. Mesai ücretleri tam olarak patron tarafından ödenmiyor. İşten atılan işçiler arasında 13 yıllık işçiler var. İşten atılan işçiler arasında bulunan Fahrettin Saki işletme müdürü Selahattin Şen tarafından darp edilmiştir. Rapor alan Saki savcılığa suç duyurusunda bulundu. Fabrika içinde sendikalaşan işçiler üzerinde patronun baskısı sürüyor. Sosyal haklardan yoksun, kötü çalışma koşullarında, kölelik koşullarında çalışıyor işçiler. İstedikleri sadece yaşanılabilir bir ücret ve insanca muamele. Bunlar da İsrailli patron Moris Russo tarafından işçilere çok görülüyor. Kahrolsun ücretli kölelik düzeni! 11 Nisan 2007 YDİ Çağrı /İzmir ✓ Deri İş Sendikası İzmir Şubesi Genel Kurulu yapıldı 2 Nisan tarihinde, Deri İş İzmir Şubesi Genel Kurulu B e l e d i y e -İ ş K o n f e r a n s Salonu’nda yapıldı. Deri İş İzmir Şubesi’nin örgütlü olduğu işletmelerde çalışan işçiler, Genel Merkez yöneticileri ve Deri İş Tuzla Şubesi yöneticilerinin katıldığı Genel Kurul oldukça kısa sürdü. Deri İş Sendikası Genel Başkanı Yener Kaya yaptığı konuşmada; “İzmir’de Deri İş Şubesinin uzun bir geçmişe sahip olduğunu, geçmişte kazanılan örgütlülüğün, 12 Eylül sonrası kaybedildiğini, Genel Kurulun İzmir’de yeni bir başlangıç olmasını” diledi. “Türkiye’de 28 işkolu, 96 sendika, üç konfederasyon bulunduğunu, işkolunun 16’ya indirilmesi gerektiğini, konfederasyonların önkoşulsuz olarak birleşmesi gerektiğini” savundu. “Kaybettiklerimizin yasalardan kaynaklandığını, dünyanın hiçbir yerinde sendika üyeliği için noter şartının olmadığını, noter şartının sendikal örgütlülüğü engellemek için getirildiğini, sendikal örgütlülüğün önünde en büyük engelin noter şartı olduğunu” savundu. Faaliyet raporu okundu. Rapor üzerine tartışma bölümünde, hiçbir işçi konuşmadı. Genel Kurul’da; misafir konuşmacılar yanında, Genel Başkan Yener K ay a , G enel B a ş k a n Yardımcısı Musa Servi, Tuzla Şube Sekreteri, İzmir Şube başkanı Makum Alagöz konuştular. Oybirliği ile kurullar aklandı. Tek liste ile gidilen seçim sonucunda; Makum Alagöz, Hayriye Çavuş, Erdoğan Güney, Ali Önder, Meh met K a rabu lut , Cu ma l i Yalman, İsmail Dağlı yeni yönetime seçildiler. 23 Nisan 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ No’luya bağlanmasını yönetimin yanısıra tüm şube başkanlarının da desteklediğini burada not edip geçelim. bn) Antalya Şube Başkanı da Genel Başkan Sadık Özben’i “Antalya delege seçimlerine müdahale etmek”le eleştirerek yeni oluşumun sıkıntıların birikimi sonucu oluştuğunu iddia etti. Bu arada Sadık Özben’i eleştirenlerin ortak eleştirilerinden biri Genel Başkan’ın sendikayı tek başına yönetme anlayışıydı. İki listeden bağımsız adaylığını koyan Esat Çalışkan da yaptığı zehir zemberek konuşmada Genel Başkan’ı yerden yere vurdu. En son kürsüye muhalefet listesinin başkan adayı İstanbul 1 No’lu Şube Başkanı Gürsel Doğru, onun arkasından eski yönetimin başkanları ve en son da Genel Başkan Sadık Özben çıktı. Eski yönetimin üyeleri -Hüseyin Hamurcu- dışında hepsi Genel Başkan Sadık Özben’i eleştirdiler ve yeni listeyi desteklediklerini açıkladılar. Yeni listede de aday olmadığını belirten eski Örgütlenme Sekreteri Fikret Omak yaptığı duygusal konuşmasında Sadık Özben’i birçok konuda mücadelenin önünü kesmekle eleştirdi. Omak İstanbul’da Carrefour işçilerinin merkezin talimatıyla 2 No’lu Şube’ye bağlandığını, bu konuda kendisinin çekimser oy kullandığını, Carrefour’da örgütlenme yapan uzmanların çok iyi çalıştığını ancak merkez tarafından yanlış yönlendirildiklerini savundu. Gürsel Doğru yaptığı uzun konu şmada dü nyada k i ve Türkiye’deki durumu değerlendirdikten sonra kendisine yönelen eleştirilere de cevap verdi. Doğru kendisine yönelen taşeronluk suçlaması bağlamında, kardeşinin Carrefour’da yaptığı ticari bir işten kendisinin doğrudan sorumlu tutulamayacağını, bu konuda zamanında kendisi hakkında bir işlem yapılmadığını, bunun şimdi gündeme getirilmesinin doğru olmadığını savundu. Doğru Özben’i özellikle tek kişilik yönetme ve pasif sosyal diyalog anlayışı konusunda eleştirdi. İkinci ve son gün yapılan seçimlerde Genel Başkan Sadık Özben ve muhalefetin Genel Başkan adayı Gürsel Doğru’nun listeleri yarıştılar. Birinci gün Sadık Özben’i alkışlayanların çok az olmasına rağmen kiminle konuştuysak seçimlerin sonuçlarının hiç belli olmadığını söylemelerinin doğruluğu ikinci gün yapılan seçimler sonucunda açığa çıktı. Seçimleri Gürsel Doğru’nun listesi kazandı. Genel Sekreterlik’te Hüseyin Hamurcu ve Sedat Ölmez 103’e 103 eşit oy alarak kura çekilişine kaldılar. (Sonraki günlerde yapılan bu kura çekilişini muhalefet adayı Sedat EK:7 DİSK/Tekstil Bursa Şubesinde evlere şenlik şube kongresi! Mayıs 2007 • yeni dünya için ÇAĞRI’nın İŞÇİ EKİ D EK:8 İSK/Tekstil Bursa Şubesi 5. Olağan Kongresi 22 Nisan 2007’de, gergin bir ortamda gerçekleşti. YDİ Çağrı Sayı 109’da kısa da olsa gelişmelerle ilgili bilgi verilmişti. Bu anlamda kongrenin gergin olacağına kesin gözüyle bakılıyordu. Çünkü Bursa Tekstil Şube yönetimine karşı, takriben bir seneye yakın, muhalefet çalışması yürütülüyordu. Muhalefet, şube yönetiminin, patronlarla işbirliği yaptığını, BFTC’de yapılan sözleşmede patronların talepleri doğrultusunda anlaşmaya varıldığını, bundan dolayı işçilerin şube yönetimine karşı tepkilerinin, uyarılarının olduğunu, bu tepkilerden dolayı işçilerin şube yönetimi tarafından tehdit edildiğini, ‘işinizde olacaksınız’ tehditleri yapıldığını iddia ederek bu koşullarda kongreye gidilmesinin sorunu daha gergin hale getirdiğini ileri sürüyordu. Geçen sene üç ayrı iş yerinde – Filament, Coats Türkiye, BFTC- delege seçimleri yapıldı. Şube yönetimi Coats’da seçimi kaybedeceğini bildiği için, tüzük kurallarını çiğneyerek, sandıkları sabah saat 4’de sendika çalışma odasına koyarak, işçiler tek tek sandık başına getirilerek oy kullanmaları istenmiştir. Seçim böyle yaptırılmıştır. Bunu fark eden muhalefet hemen şube yönetimini uyarır ve bunun yasal olmadığını söyler. Ama bunlar bir sonuç getirmez. Bu arada işçiler hemen Süleyman Çelebi’yi arayarak onu da bu gelişmelerden haberdar ederler. O da bir sonuç getirmez ve işçiler hemen o gün 300’e yakın imza toplayıp seçimin iptalini isterler. Yani 8 Aralık 2006’da yapılan bu ‘demokrasi’ oyunu Muammer Özer başkanlığındaki yönetimin neleri yapabileceğinin de işaretini verir. Bursa şubesindeki muhalefetin başını çeken Nail Kalkandeler de kendi imzasıyla, Bursa’daki bu gelişmeyi teşhir eder. Genel Merkez adına seçimlerde görevlendirilen kişiye “korkuluk bekçi olarak mı görevlendirildi?” der. Bu ifade üzerine Nail Kalkandeler Genel Merkez yönetimi tarafından suçlu bulunur ve bu tavrından dolayı genel disiplin kurulu kararıyla sendikadan ihraç edilir. Nail Kalkandeler bu engeli aşmak için mahkemeye başvurur. Uzun uğraştan sonra mahkeme en sonunda 15 Nisan’da olumsuz karar verir. Bu koşullarda Şube Genel Seçimlerinde muhalefet adına Nail yerine Ferruh Tayan aday çıkarılır. Bu arada Coats işçilerinin imzalarıyla seçimi iptal başvuruları da olumlu sonuç vermez, mahkeme buna da olumsuz kararını verir. Yapılan seçimde bir usulsüzlük görmez ve kong- renin kısa zaman içinde yapılmasını, Tekstil Sendikası merkezinin kararına bırakır. Bu koşullar altında 22 Nisan 2007’de gergin ortamda kongreye gidildi. Kongre salonu iki gruba bölünmüştü, taraflar iki ayrı kanat olarak yerlerini almışlardı. Karşılıklı atılan “En büyük başkan bizim başkan’’, “İnadına sendika, inadına DİSK’’ sloganlarıyla ortam geriliyordu. Bu gerilim ortamında divan seçimi yapıldı, divan başkanlığına Kazım Doğan seçildi. Divan hemen kongre gidişatını anlattı ve sözü Şube Başkanına verdi. Tam bu sırada Tekstil Sendikası Genel Denetim Kurulu üyesi Günay Onayman’ın salona girdiği duyuruldu. Şube yönetiminin tarafı olanlar bir anda, “Onayman dışarı” sloganları atarak ortalığı gerdiler. Ama gelenin Süleyman Çelebi olduğu anlaşıldı. Bu gelişme üzerine hemen Şube Başkanı özür diledi ve ortam tekrar normale döndü ve Şube başkanı kürsüdeki konuşmasına devam etti, “Çok zorlu bir süreç geçirdiğini, dürüst ve şeffaf bir yapının olmadığını, hantal bir yapının olduğunu, zarar veren anlayışın olduğunu, belden aşağı konuşmalara maruz kaldığını, BFTC iş yerinde grev aşamasıyla karşı karşıya olduğunu, bu sorunun üç tarih biçiminde olmasının kendisinden kaynaklanmadığını, DİSK genel başkanının burada bu sorunda tavır takınacağını” söyledi. Özer, BFTC’de sendikanın pasif tutumundan dolayı toplu sözleşmenin patronlarla yapılmadığını, taktik olarak seçim sonrasına bırakıldığını, önce 17 Nisan’da da greve gidileceği sözü verildiğini, şube yönetimi tarafından ardından tekrar 24 Nisan’da greve gidilmesi için 800’e yakın imza toplanıldığını ama bu da olmazsa bu sefer de 15 Mayıs’ta greve gidileceğinin söylendiğini belirtti. Başkanın konuşması muhalefetin yoğun tepkileriyle ve protestolarıyla karşı karşıya kaldı. Yoğun tepkiler şunlardı: “Sen bu işin sorumlusu değil misin? Bunlar senden kaynaklanmıyor mu? Hantallığın sorumlusu sen değilmisin? BFTC’de sorunu çıkmaza getiren sen değilmisin? Sen yalan söylüyorsun.’’ Başkan bu laflar eşliğinde şiddetli protestolarla karşı karşıya kaldı. Bu konuşmanın ardından, Rıdvan Budak konuşması için kürsüye çağırıldı. Budak konuşmasında, bu gergin ortamın doğru olmadığı, yarın öbürgün birbirimizin yüzüne bakabilmeliyiz vurgusunu yaptı. Kendisinin DİSK’in onursal başkanı olduğunu, bu görevi onurla yerine getirdiğini, Celebi’yle bu süreçlerde hangi görevleri yaptığını anlattı. Rıdvan Budak’ın Bursa’ya gelişini muhalefet şöyle yorumladı: Bursa Şube yönetiminin desteğini almak için. Belki yeniden merkeze oynuyor yorumları yapıldı. Divan, şube yönetimi tarafının yönerge verdiğini, faaliyet ve denetleme raporlarının burada okunmasına ve tartışılmasına, zaman darlığı nedeniyle gerek olmadığı, onun için oylama yapacaklarını söyledi. Hemen oylama yapıldı. Oylama şube yönetimi taraftarlarının oylarıyla kabul edildi. İlginç olan muhalefetin buna seyirci kalması oldu. Bu oylama gidişatın resmini çiziyordu. Çünkü faaliyet ve denetleme raporları üzerindeki tartışma şube yönetiminin yaptığı oyunları açığa çıkarmak için muhalefet açısından çok önemliydi. Ama deneyimsizliklerinden dolayı muhalefet bu fırsatı kaçırdı. Divan şube yönetimine aday olan İlhami’ye söz vermeden önce zaman darlığı nedeniyle bundan sonra konuşanlara beşer dakika konuşma hakkı olacağını, onun için bu öneriyi onaylamak istediklerini söyledi ve bu da şube yönetimine taraf olanların oylarıyla onaylandı. Buna muhalefet itiraz etti ama sonuç getirmedi. Bu şu anlama geliyordu. Muhalefetin en son kullanacağı yer kürsüydü ve bu 5 dakika sınırı getirilerek engelleniyordu. Burada bir şey acık ve net olarak ortadaydı. Artık divan da elindeki yetkiyi kullanarak taraf oluyordu. Ama şube başkanı istediği kadar çıkıp kürsüde konuştuğunda buna hiç itirazları olmadı. Artık divan, bu oyunu hiç çekinmeden bütün DİSK’in merkez yönetiminin gözü önünde oynuyordu. DİSK’in merkezinde olanlar bundan hiç de rahatsız değillerdi, sanki oyun hep beraber hazırlanmıştı ve sahneye konup oynanıyordu. İlhami kürsüye çıktığında, şube yönetiminin işaretiyle onlara taraf tutanlar yoğun protesto eşliğinde dışarı çıkmaya başladılar. Divan -bu tavrın şube yönetimine bir eksi olarak döneceğini düşündüğünden olsa gerek- hemen uyarıda bulundu. Şube başkanı hemen Çelebi’nin yanına gelerek konuşmasını talep etti. Çelebi de kürsüye çıktı. Çelebi de kısaca bu gergin tavırların doğru olmadığını, bizlerin birbirimize düşman olmadığımızı söyledi. Konuşmasının devamında 1 Mayıs’ı bu sene kesin Taksim’de kutlayacaklarını söyleyerek; kamuoyu önünde yaptığı açıklamaları orada da tekrarladı. 8 Mart dünya emekçi kadınlar gününün anlamı üzerine vurgu yaptı. Ankara’da Tandoğan yürüyüşüne DİSK’in karşı olmadığını, sorun onu örgütleyenlerin eski generaller olduklarıydı ve bu darbeciler ile yan yana yürümek istemediklerini söyledi. Bizim de AKP tavrımız net ortadadır, biz de kadrolaşma, cumhurbaşkanı’nın uzlaşarak seçilmesinden yanayız. Artık BURSA’da hep muhalefet çalışmasını görmek istemedikleri Bursa’daki sendikal çalışmaları temelinde hep muhalefet temelinde olmasının yettiğini de söyledi. Ardından İlhami’ye tekrar söz verildi. Ama hemen konuşma süresinin beş dakika olduğu yönünde divan tarafından uyarıldı. İlhami divana itiraz ederek “Kendim başkan adayıyım konuşmama sınır konulamaz, divan olarak yaptığınız doğru değildir.’’ dedi. Divan beş dakikayı aşarsan konuşmanı keseriz tavrını takındı. Tabi ki salondaki tansiyon yeniden yükseldi. İlhami somut Bursa Şubesine yönelik eleştirisini yaptığında karşı taraf konuşmasının engellenmesi için sesli müdahale ediyordu. Divan da tanınan sürenin dolduğunu konuşmasını bitirmesini istedi ama o da uyarılara aldırmadan konuşmasını sürdürdü. Tam bu arada Şube Başkanı yanlısı bir delege mikrofona müdahale etti. Muhalefetin toplu şekilde diğer guruba yönelmesiyle ortalık bir anda kavga ortamına dönüştü fakat bu zorlukla engellendi. Artık fazla şeye gerek yoktu. Çünkü muhalefetin fazla da şansı kalmamıştı, aslında kongre kaybedilmişti. Artık kürsüyü kullanma şansları yoktu. Ardından başkan adayı olan Ferruh Tayan’a söz verildi, o da beş dakikalık zaman diliminde, kendisine yapılan müdahalelerle pek fazla zamanı değerlendiremedi. Divan bu konuşmadan sonra işe giden delegeler olduğu için hemen seçimin yapılmasını oylamaya sunacaklarını duyurdu. Buna da muhalefet sessiz katıldı ve önerge onaylandı. Ve seçim sandığı kondu. Seçim sonucu oyların dağılımı şöyle oldu: Ferruh başkanlığında muhalefet 50 oy aldı. Eski Şube Başkanı yönetimi 153 oy alarak ezici çoğunluğu sağladı. Bu kongrede yaşananlara bakarak sonuç olarak; sınıf mücadelesinin ilkeleri ve anlayışının sözünün bile geçmediği, “sendika”nın içinin boşaltıldığı bir yokoluş senaryosu sergilendiğini söyleyebiliriz. Bursa’dan bir YDİ Çağrı okuru, 2 Mayıs 2007 ✓ ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: İlyas Emir Yönetim Yeri ve Adresi: Mahmut Şevket Paşa Mah., İmranlı Sok. No: 8, Şişli - İstanbul • Tel.: (0212) 235 35 70 Fax: (0212) 253 19 27 e-mail: mail@ydicagri.com • www.ydicagri.com • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 SAYI 111’in İşçi Eki · Mayıs 2007 • Baskı: Uğur Matbaacılık (0212-501 81 09) • Yayın Türü: Yaygın Süreli yeni kadın dünyası C Kemalizm kadınlar için kurtuluş mu? umhurbaşkanlığı seçimlerinin yaklaşması ile birlikte ordu merkezli Kemalist bürokrat burjuvazi ile özel sermayeli liberal burjuvazi arasındaki iktidar dalaşı iyice kızıştı. Kemalist burjuvazinin, en önemli iktidar odaklarından biri olan Cumhurbaşkanlığını AKP’ye kolayca kaptırmak istemediğini yaşanan gelişmeler bir kez daha gösterdi. Kemalist burjuvazinin Cumhurbaşkanı seçimi çerçevesinde yürütüğü yoğun milliyetçi ve kemalist kampanyaya işçi ve emekçiler de alet edildi, ediliyor. Ülkeye şeriat geleceği, Türkiye’nin İran’laştırılmak istendiği, Türkiye’nin bağımsızlığının tehlike altında olduğu, Türklüğün tehdit altında olduğu vb. vb. söylemlerle “Cumhuriyetine sahip çık” adı altında büyük mitingler, etkinlikler gerçekleştiriliyor, Türk şovenizmi daha da körükleniyor. Bu mitinglerin bileşimine bakıldığında hem örgütleyiciler hem de katılımcılar olarak kadınların sayısının yüksek olması dikkat çekiyordu. Bunda kuşkusuz şeriatçı bir düzende en çok kadınların zarar göreceği ve baskı altına alınacağı korkusu önemli bir rol oynuyor. Bu mitinglere katılan kadınların önemli bir bölümü gerçekten de böyle giderse Türkiye’nin İran’laşacağına, şeriat tehlikesinin kapıda olduğuna inanıyor. Bunda özellikle bu eylemlerin başını çeken Necla Arat, Türkan Saylan gibi Kemalist burjuvazinin kadın akademisyenlerinin propagandalarının da önemli bir payı var. Peki ama en çok kadınların sahip çıkması istenen bu Cumhuriyet 84 yıllık tarihinde kadınlara ne kazandırdı? Bizim açımızdan dinin kadınların kurtuluşunu sağlamayacağı açıktır. Biz bu yazımızda bunun üzerinde durmayacağız. Biz bu yazımızda Kemalizmin kadınlar için ne anlama geldiğini irdeleyeceğiz. Türk egemenlerinin en çok övündükleri şeylerden biri kadınlara birçok burjuva devletinden önce bir takım yasal hakları tanımış olmalarıdır. Ancak, bu noktada biraz yakından bakıldığında esasen övünülecek pek birşey yoktur. Cumhuriyetin 84. yılında da yasalar önünde kadın-erkek arasında tam eşitlik sağlanmış değildir. Yapılan yasal değişikliklere rağmen erkeğin yasalar önündeki imtiyazları devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti 1923‘te ilan edilmiştir. Padişahlık dönemine göre kadınlara daha fazla hak tanıyan Medeni Yasa‘nın çıkış tarihi 1926‘dır. Medeni Yasa geçmişin kadın-erkek eşitsizliğini birazcık törpülemiştir, o kadar. Medeni Yasa özünde erkeğin egemenliği üzerine kuruludur. Erkeği „aile reisi“ ilan eden madde bunun en açık örneğidir. 2002 yılında -yani TC‘nin kuruluşundan 79 yıl sonra- hazırlanan yeni bir yasayla bu madde nihayet kaldırılmıştır. Fakat hâlâ daha yasalar önünde eşitlik sağlanmış değildir. Yeni çıkarılan Medeni Yasa‘da da -eskisi kadar açık olmasa da- erkeğe tanınan ayrıcalıklar devam etmektedir. 1926 yılında çıkarılan Medeni Yasa ve 2002‘de çıkarılan Yeni Medeni Yasa egemenlerin kadınların yasal eşitliği konusundaki ciddiyetinin ne olduğunu göstermektedir. Bu yasalar Kemalizmin kadınlara ilişkin bakış açısına denk düşmektedir. Kemalistler kadınları bağımsız özgür kişilikler olarak değil, en fazlasından „Türk aile yapısı“ çerçevesinde erkeğin bir adım gerisinde, onun destekçisi, evin idaresini yürüten, çocukları büyüten, yeni kemalist nesiller yetiştirmeye yetecek kadar „okumuş“ hanımefendiler olarak görüyorlardı. Erkeğe reisliği kadınlara da evin idaresini bırakan Medeni Yasa tam da bu mantığın yasalarca pekiştirilmesiydi. Kadınlara seçme ve seçilme hakkı TC‘nin kuruluşundan ancak 13 yıl sonra tanınmıştır. İlk olarak 1934 yılında kadınlara belediye seçimlerine katılma hakkı tanınmıştır. Genel seçimlerde kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması ise 1936 yılında gerçekleşmiştir. Seçme ve seçilme hakkının tanınmasına karşılık kadınların, özelde de işçi ve emekçi kadınların siyasal iktidarda ne kadar söz sahibi olduğunu Meclisin sergilediği tablo göstermektedir. TBMM‘nin adının Türkiye Erkek Meclisi olarak değiştirilmesi daha doğru olacaktır. 3 Kasım 2002 seçimlerinde oluşan mecliste toplam 550 milletvekili içinde sadece 24 kadın milletvekili (% 4,36) vardı. Bundan önceki hükümetlerde de kadın sayısı yok denecek kadar azdı. Bu yapıdaki bir meclisten kadınlar lehine, özelde de işçi ve emekçi kadınlar lehine yasaların çıkmasını, kadınların toplumsal eşitliği için gerekli tedbirlerin alınmasını beklemek olmayacak işle uğraşmak anlamına gelmektedir. Nitekim 79 yıl sonra Yeni Medeni Yasa mecliste görüşülürken erkek vekilleri ayrıcalıklarını „mallarımızı karılara mı kaptıralım“ sözleriyle de sonuna dek savunmuş, evlilikte „mal ortaklığı rejimi“nin temel alınmasını en- gellemişlerdir. Türk egemenlerinin kadınları siyasal olarak aktifleştirme konusundaki söylemlerinin salt oy avcılığıyla ilişkili olduğu gayet açıktır. Bu da esasen 1980‘li yılların ortasından itibaren canlanan kadın hareketine cevap vermek zorunluluğundan doğmuştur. Bu ülkede kadın haklarına verilen önemin ne olduğu 12 Eylül sonrasında siyasi partilere kadın kolları kurmalarının yasaklanmasında da görülmüştür. Kadınların varolan haklarından faydalanabilmelerinin en önemli öncüllerinden biri de onların gerekli eğitimi alabilmeleridir. TC‘nin ilk dönemlerinde yürütülen „eğitim seferberliği“ daha sonraki yıllar tavsamıştır. TC‘nin 84. yılında da tüm kızların temel eğitim alması sağlanmış değildir. Yetişkin kadınlarda okuryazarlık oranı hâlâ % 72 oranındadır (erkeklerde % 92). Okul derecesi yükseldiği ölçüde eğitimden faydalanan kadınların oranı da düşmektedir. Örneğin, yükseköğretim yaşındaki kadınların sadece %15’i erkeklerin ise %26’sı öğrenim görmektedirler. Bu birkaç rakam bile kadınların eğitim fırsatlarından eşit oranda faydalanma konusunda hangi durumda olduklarını göstermektedir. Kadınların toplumsal eşitliğinin en önemli önkoşulu ekonomik bağımsızlıktır. Buradan hareket ettiğimizde TC‘de kadınların konumu „ev köleliği“ne denk düşmektedir. Yaşanan ekonomik krizlerde ilk olarak işten çıkarılanlar kadınlar olmaktadır. Son iki üç yıl içerisinde işini kaybeden kadın sayısı 200 bini aşmıştır. Türkiye’de çalışabilir yaştaki kadınların %50’ye yakını hiç bir ücret almadan ücretsiz aile işçisi olarak çalışıyor. Ücretsiz aile işçisi ve ev kadını statüsündeki kadınların hiçbir sosyal güvenceleri yok. Onlar her yönüyle tamamen kocalarına ve ailelerine bağımlı durumdalar ve sonuçta bir kölenin durumundan farksız bir konumdalar. Bu nedenle milyonlarca kadın aile içinde en ağır şiddete maruz kalmasına karşın şiddet ortamını terkedemiyor, özgür ve insanca bir yaşamı seçemiyor. Ücret karşılığında çalışan kadınların sayısının son derece düşük olduğu TC‘de kadınların çilesi bu- nunla bitmiyor. Çalışan kadınları da son derece ağır çalışma koşulları ve düşük ücretler bekliyor. Sendikaların verdiği bilgilere göre sözümona „eşit işe eşit ücret“in yasa olduğu TC‘de kadınların eline erkek ücretlerinin ancak 3/2‘si geçiyor. Bu ülkede yaşayan kadınların büyük çoğunluğu emeklilik hakkı, sağlık sigortası, konut hakkı, sosyal yardım gibi en temel sosyal haklardan yoksundur. Toplumsal olarak „anne ve ev kadını“ olmaya yönlendirilen kadınlar bu bağlamda dahi hak sahibi değildirler. Bu ülkede hâlâ sağlık sorunlarının başında anne ve çocuk ölümleri gelmektedir. Ebe ve doktor olmadığı için kadınlar doğum yaparken yaşamlarını yitirebilmekte; temiz su bulunmadığı için bebekler ishalden ölebilmektedir. 84 yıl TC, 84 yıl erkek egemenliği ve Türk olmayan kadınlar üzerinde ulusal baskı demektir. Bu ülkede ulusal hakları için mücadele eden Kürt kadınları en yoğun baskılarla karşılaşmakta, sindirme ve yoketme politikasının bir parçası olarak gözaltında ve işkencede taciz ve tecavüze maruz kalmaktadırlar. Bu ülkede Türk ulusundan olmayan kadınlar baskı ve terörle içiçe yürüyen asimilasyon politikasının hedefi olmaktadırlar. Türkçenin resmi dil kabul edildiği, Kürtçenin ve diğer azınlık dillerinin üzerinde yasakların egemen olduğu şartlarda kadınların bir bölümü „dilsizleştirilmek“tedir. Onlar hapishaneye düşen kızları ve oğullarıyla konuşamaz, yalnız doktora gidip dertlerini anlatamaz duruma düşürülmektedirler. Evet! Bize kadın hakları savunucusu olarak yutturulmaya çalışılan 80 yılı aşkın Cumhuriyetin gerçekte, biz işçi ve emekçi kadınlar için hertürlü haktan yoksunluk, şiddet, ikinci sınıf insan olma ve katmerli sömürü olduğu gayet açıktır. O halde bizden sahip çıkmamız istenen bu Cumhuriyet, biz işçi ve emekçi kadınların Cumhuriyeti değildir, olamaz. Burjuvazinin iktidar dalaşı uğruna çıkardığı bütün bu gürültü meselenin özünü gözlerden gizlemek içindir. Sorun ne sözümona laik, demokratik, kadın haklarına sahip çıkan Cumhuriyetin tehdit altında olmasıdır, ne de Türkiye’nin İran’laşacağı vs. ile ilgili yapılan demagojidir. Esas mesele burjuvazinin iki kanadı arasında yürüyen iktidar dalaşında biz işçi ve emekçi kadınların da her iki kesim tarafından şu ya da bu şekilde kullanılmaya çalışılmasıdır, kullanılmasıdır. Bu dalaşta işçi ve emekçi kadınların destekleyeceği bir taraf yoktur. İşçi ve emekçi kadınlar kendi kurtuluşlarının önünü açacak olan devrim ve sosyalizm için mücadele etmelidir! Mayıs 2007 ✓ 11 panorama PANOR AM A Dört yıl önce – dört yıl sonra… Kısa bir bilanço! - IRAK-GÜNEY KÜRDİSTAN Atılan zafer çığlıkları, kısa sürede kursaklarında kaldı. Saddam rejimi yıkılmıştı ama işgale karşı direniş yeni başlıyordu… 2 12 0 Mart 2003 tarihinde Irak’a yönelik savaşın başlatılmasından önceki durumu kısaca aktarırsak, karşımıza şöyle bir tablo çıkıyor: Irak’ın Kuveyt’i işgali ile başlayan ve Birinci Körfez Savaşı denen savaşla sonuçlanan süreçte, ABD emperyalizmi Irak’ı pratik olarak üç bölgeye bölmüş ve Kuzey ve Güney’deki bölgelerde esas olarak Saddam rejiminin denetimine son vermişti. Sürekli bir hava sahası kontrolü, uçaklarla yapılan bombardımanlar ve bundan da önemlisi BM’nin de içinde yer aldığı ambargo kararı ile iki milyon civarında insanın, ilaçsızlıktan, gıdasızlıktan ölmesi olguları ve gerçekleri yaşanmış, yaşanmaktaydı. Soruna bu yanıyla bakıldığında, ABD önderliğinde Irak’a karşı savaş 20 Mart 2003’te değil çok önceleri başlamış ve değişik biçimlerde sürmekteydi. Saddam rejimi ise tüm bunlara rağmen varlığını koruyor, Irak-Güney Kürdistan halklarına kan kusturmayı sürdürüyordu. Irak ve Güney Kürdistan halkları içerden faşist Saddam’ın zulmüne maruz kalırken, dışardan da “demokrasi ihraç etme” adına ölüm ihraç eden emperyalist güçlerin kurum ve kuruluşlarının saldırganlığına, zorbalığına maruz kalmıştı. Bu durumda kitlelerin önemli bölümü, yıllarca doğrudan zulmüne maruz kaldığı Saddam rejiminin yıkılmasından yana olduğundan; ve emperyalistlerin “demokrasi, refah” vb. getireceği yönlü propagandalarına kandığından, Saddam rejimine yönelik savaşa sıcak bakıyordu… 20 Mart 2003’te savaş başladı ve 9 Nisan’da Saddam rejiminin sonu geldi. Şimdi Irak hükümeti “Ulusal bayram” günü olmaktan çıkarsa da, 9 Nisan birkaç sene “Ulusal Bayram” “kurtuluş” günü olarak kutlandı. İşgalciler çiçeklerle karşılanmadı ama Saddam rejiminin devrilmesi kitlelerin önemli bölümünü sevindirdi. 1 Mayıs 2003 tarihinde ise ABD emperyalizminin başı Bush, savaşın bittiğini ilan etti. Atılan zafer çığlıkları, kısa sürede kursaklarında kaldı. Saddam rejimi yıkılmıştı ama işgale karşı direniş yeni başlıyordu… Ve bu direniş değişik düzeylerde, yer yer dinip yine şiddetlenerek sürdü, sürüyor. İşgalcilerle yerli işbirlikçileri elele işgale karşı direnişi bastırmaya çalıştı, çalışıyor. Bu süreçte bir de “geçiş takvimi” ortaya kondu ve gecikmeli olarak da olsa 2005 yılı sonuna doğru bu “geçiş takvimi” süreci tamamlandı. Bu süreç bir yandan işgalcilerin yönetimi yerli işbirlikçilerine devretmeye çalıştığı ama gerçek anlamda başaramadığı bir süreç iken, aynı zamanda ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin hesaplarının yanlış olduğunun açıkça ortaya çıktığı bir süreçti. Bu süreç, hem işgalci güçlerle işgale karşı güçlerin çelişkisinin giderek şiddetlendiği; hem ülkenin temel sorunlarının çözülmediği; hem işbirlikçi yerli güçlerin kendi aralarındaki çelişkilerin varlığını koruduğu ve hatta körüklenerek şiddetlendiği ve hem de işbirlikçi yerli güçlerin kimi kesimlerinin işgalci güçlerle çelişkisinin gündeme geldiği bir süreç oldu. “Geçiş takvimi” süreci sonunda kurulan hükümet de gerçekte ABD emperyalizminin etnik ve dini dengeleri gözönüne alarak oluşturmaya çalıştığı bir hükümettir ve Irak-Güney Kürdistan’ın gerçek yöneticisi değildir. ABD emperyalizmi sadece askeri olarak değil, sivil güçleriyle de gerçek yönetici durumundadır. Güney Kürdistan’da eskiye göre daha fazla kendi kendini yönetme durumu yaşansa da, Irak genelinde ulusal sorun da gerçek anlamda çözülmüş değildir. Hatta, bugün ABD işgal güçlerini geri çekse, özellikle Arap ve Kürt milleti arasında şiddetli bir savaşın yaşanabilmesinin zemini oluşmuştur. Anda ama esas çatışmalar –ne kadar mezhep ve etnik çatışma kışkırtılsa da– esasta işgale karşı olanlarla, işgalciler ve onların işbirlikçileri arasında yürümektedir. Arap-Kürt veya Şii-Sünni tanımlamaları ulus ve dini/mezhep farklılıklarını ifade etse de, esasta işgalcilere karşı mücadele edildiği gerçeğinin üzerini örtmek için kullanılmaktadır. Bir yandan da böl ve yönet siyaseti temelinde, gerçekten mezhepler arası çatışma ve etnik temelde çatışma körüklenmektedir. Tüm bunların kısa özeti, IrakGüney Kürdistan’da hiç bir temel sorun çözülmemiş, tersine sorunlara ve zorluklara yeni sorunlar ve zorluklar eklenmiştir. 4 YIL SONRA DURUM… Bugünkü durumun en açık ifadesini, bu yazı yazılırken medyaya yansıyan ve bir günde 200 kişiye yakın insanın yaşamına malolan patlamaların haberinden bulabiliriz. Yine Cenevre’de gerçekleştirilen iki günlük BM IrakMültecileri Konferansı’ndan medyaya yansıyan haberlerde de durum hakkında biraz da olsa haberdar olabiliriz. Dergimizin 105. sayısında Şubat 2006 ile Ekim 2006 arası dönemde evini barkını terketmek zorunda ka- lanların sayısının 365 bin civarında verildiğini aktarmıştık. Savaşın başlamasından bu yana da (Ekim 2006) 655 bin civarında insanın yaşamını yitirdiği yönlü bir araştırmanın sonucunu aktarmıştık. Yaşamını yitirenlerin sayısı üzerine tartışmalar sürüyor ama her geçen gün ölenlerin sayısı giderek yükseliyor. Kimi tahminlere göre savaşın başlamasından bu yana geçen dört yıllık süreçte ölenlerin sayısı bir milyona dayanmıştır. Bi rle ş m i ş M i l le t le r Yü k s e k Mülteciler Komiserliği’nin (UNHCR) ve Uluslararası Af Örgütü’nün (AI) biraz da durumu olduğundan iyi gösteren verilerine göre, 2 milyon Iraklı mülteci komşu ülkelere, özellikle Suriye ve Ürdün’e kaçmak zorunda kalmıştır. 1.9 milyon mülteci ise ülke içinde göç halindedir. 15 milyon insan BM Yardım Misyonu tarafından özel tehdit altında kalanlar olarak görülmektedir. Bunlar en başta mülteciler, sürgün edilenler, dullar ve sakatlardır. 4 Milyon Iraklı zaruri gıda yardımına muhtaçtır. Nüfusun %40’ı devlet yardımlarından yararlanamıyor. Çocukların %23’ü yeterli gıdadan yoksun. %70’i yeterli suya sahip değil, %80’i sıhhi imkanlardan yoksun, hastanelere, doktorlara gidemiyor. İşsizlik mi? En iyileştirilmiş rakamlara göre bile %50’inin üzerinde. İşgalci güçlerin günlük yaşamda panorama Irak-Güney Kürdistan halklarına yönelik taciz ve tecavüzleri, işkenceleri, keyif lerine göre –evet, keyif lerine göre insan katletmeleri, kadınlara tecavüzleri vb. vb.– davranmaları; hiçbir yasal yaptırıma tabi olmamaları gibi durumlar ise, en iyi biçimde bunları yaşayanlar tarafından anlatılabilir. BM’nin Cenevre’de yaptığı ve 60’dan fazla ülkenin temsilcilerinin katı ldığ ı Ira k-Mü lteciler Konferansı’nın yapılması bile, savaştan dört yıl sonra Irak’taki durumun ne hal aldığının bir göstergesidir. 4 milyon insan mülteci durumuna düşürülmüştür ve yapılan açıklamalara göre her ay 50 bin insan daha mülteci konumuna düşmektedir. Özellikle Hristiyan azınlıkların durumunda, nüfusun önemli kesimi artık Irak’ta yaşamıyor. BM önderliğindeki tartışmalar, sözkonusu insanları mülteci olma durumuna düşüren kaynağı kurutmaya, yani işgal ve savaşı bitirmeye yönelik değil, kimin ne kadar sadaka vereceğine yöneliktir. Bu bile, emperyalist kurum ve kuruluşların “yardımseverlik” adına, gerçekte emperyalist güçlerin hizmetinde olduğunun açık bir belgesidir. Onlar daha şimdiden Suriye ve Ürdün’de kalmayıp Avrupa’ya gidebilecek mültecilerin yollarını, sadakalarla kesmeye çalışıyorlar. Ira k hü kü met inin Suriye ve Ürdün’deki Iraklı mültecilere “yardım” için 25 milyon dolar söz vermesi, BM Göçmenlik Komiseri Guterres tarafından “büyük başarı” olarak ilan edildi. Almanya 2.2 milyon Avro, Fransa 1 milyon Avro yardım sözü verdi. Kimileri de Iraklı mültecilere belli ölçüde –yani sınırlı– kapısını açacağını ilan etti vb. vb. Evet, özetle aktardığımız bu veriler, savaşın başlamasından dört yıl sonrasının, bugünün durumunu ortaya koymaktadır. KİMİ DİĞER NOKTALAR… ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin hesaplarının “Bağdat’tan döndüğü” ve işgale karşı direnişin giderek örgütlü hale gelip şiddetlendiği ortamda, ABD emperyalizminin temsilcileri arasındaki tartışmalar da yoğunlaştı. Tartışmalarda değişik taktik veya stratejiler, varsayımlar gündeme geldi, geliyor. Bunlar arasında ABD’nin Irak’tan çekilip çekilmeyeceği tartışması da vardı, var. Bu konuda gelişmeler dergimizin 105. sayısında yaptığımız: “Tüm zorluklarına, hesaplarının tutmamasına rağmen, ABD emperyalizminin genel olarak Ortadoğu’yla ve özel olarak da Irak’la hesaplarına, projelerine bakıldığında Irak’tan vazgeçmeyeceği açıktır. ABD’nin çıkarları şimdilik Irak’ta kalmayı gerektiriyor. Gündeme gelecek taktik siyaset değişiklikleri de, temel siyaseti değiştirmek olmaya- caktır. Biçimi nasıl olursa olsun kısa sürede Irak’tan çekilme durumu yok.…” (sayfa 8) tespitimizin doğru olduğunu göstermektedir. Bu tespiti yaptığımız tarihten sonra ABD’de meclis ve senato seçimleri yapıldı ve demokratlar çoğunluğu kazandı. Kimileri demokratların seçim kampanyasındaki „Irak savaşına son“, „askerler geri çekilmeli“ vb. tavırlara bakarak, ABD emperyalizminin siyasetinin değişeceğini umut etti. Ama umutlarının boş olduğu kısa sürede ortaya çıktı. Seçimlerden yenilgi almaları da cumhuriyetçilerin Irak’ta yeni taktiklere yönelmesini hızlandırdı. Savaş Bakanı Rumsfeld’e fatura kesildi ve Rumsfeld istifa etti. Yerine eski CIA şeflerinden Robert Gates atandı. Bush, bu arada “savaşı kazanamadık, ama yenilmedik de” gibisinden açıklamalar yaparken, Irak’ta savaşı kazanmak için Irak’a daha fazla asker göndermeyi gündeme getirip bütçede savaşa daha fazla pay talep etti… Savaşta galip olduklarını göstermek için de başta Saddam olmak üzere, Saddam rejiminin kimi baş aktörlerinin asılmaları gündeme getirildi. Irak savaşı hesap ve planları açıkça Afganistan, İran ve Suriye’ye karşı, hatta Rusya ve Çin gibi ülkelere karşı savaş hesapları çerçevesinde ele alınmaktadır. Bu hesapların yapıldığı şimdi açıkça da dile getirilmektedir. Bu arada ABD emperyalizminin kimi temsilcileri hazırladıkları raporla Bush yönetimine İran ve Suriye ile diyalog kurma ve Irak sorununu bunların da desteğiyle çözmeye çalışma önerisinde bulundu. Bush yönetimi resmen bu öneriyi kabul etmese de Bağdat’ta gerçekleştirilen “Güvenlik Konferansı”na İran ve Suriye temsilcileri de davet edildi ve onlar da davete uydu. Bu, ABD emperyalizminin temsilcilerinin İran ve Suriye temsilcileriyle görüşmelerde bulunmalarının başlangıcı oldu. Gündeme gelen önemli gelişmelerden biri de, Bush yönetimi ile Başbakan Maliki arasındaki çelişkiler, tartışmalar oldu. Bu çelişkiler kimi yorumcuların ABD emperyalizminin Irak’ta askeri bir darbe yapabileceği tahminlerinde bulunmalarına yol açtı. Gelinen yerde son günlerde Irak Hükümeti’nde Mukteda El Sadr yanlısı 6 bakanın istifası ve Maliki’nin bir bakanı görevden almasıyla hükümetin yedi bakanı eksilmiş durumda. Irak’ta öyle bir noktaya gelinmişki, çok yönlü hesapların yapıldığı ama yarın ne olacağı belli olmayan, savaşın, işgalin ve işgale karşı direnişin ne kadar süreceği kestirilemeyen; hükümetin El Kaida militanları dışında direnişte bulunanların temsilcileriyle pazarlıklar yaptığı, Şubat ayı başlarından beri onbinlerce askeri güçle geniş çaplı operasyonların yapıldığı; buna karşı yine hemen her gün on- larca insanın yaşamına mal olan bombalamaların, patlamaların gerçekleştirildiği, hatta parlamento binasına bile bomba konarak kimi milletvekillerinin öldürüldüğü; kısacası her şeyin karmaşıklaştığı bir durum yaşanıyor Irak-Güney Kürdistan’da. Savaşın başlamasından dört yıl sonraki manzara, öncekinden iyi değil. Emperyalistlerin halklara dost olamayacağı, Irak-Güney Kürdistan halklarının yaşadıkları somutunda da görülmektedir. 18 Nisan 2007 ✓ Referandum, ya da OHAL’in yasalaştırılması… - MISIRMüslüman Kardeşlerin %20 civarında sandalye kazanması ve bağımsız adayların birleşerek legal parti olarak çalışması olasılığı, Mübarek başkanı ve yanlılarını harekete geçirdi. M ısır’daki gelişmelerle ilgili dergimizin 94. sayısında takındığımız tavırda, başkanlık seçimlerine birden fazla adaya izin verilmesinin perde arkasına da kısaca değinmiştik. Mısır, Mübarek’in 1981 yılında başkanlık görevine gelmesinden bu yana sıkıyönetim, olağanüstü hal yasalarıyla yönetilmekteydi. Mübarek’in beşinci kez başkan olmasına karşı, muhalefet sesini giderek yükseltmeye başlamış, tutuklanmaları, işkenceleri gözönüne alarak az katılımlı da olsa eylemler yapmaya başlamıştı. Muhalefetin gücü Mübarek’e geri adım atmayı, yasalarda iyileştirmelere gidilmesini dayatacak düzeyde değildi. Mübarek’in başkanlık seçiminde kendisinden başka adaylara izin vermesini sağlayan, daha doğrusu dayatan güç, esas olarak ABD emperyalizmiydi. Ortadoğu’ya, özellikle de “Arap ülkelerine” “demokrasi ihracı” yalanlarına uygun olarak, Mısır’da da vitrin değişikliği gerekiyordu ve başlandı da… Sayı 94’teki yazımızda, diğer şeylerin yanısıra şunları da söyledik: “Tabii ki muhalefetin giderek sesini yükseltmesi, Mübarek’in başkanlık- tan indirilmesi, sıkıyönetimin kaldırılması, özgür seçimlerin yapılması ve yeni bir anayasanın oluşturulması biçimindeki talepleri temel talepler olarak ileri sürmesi vb. gelişmeler de gözönüne alındığında, Mısır’da belli değişikliklerin yapılmasının gündeme geldiği, değişikliğin kendisini dayattığı ortaya çıkmaktadır. Mübarek iktidarını korumanın yollarını aramaktadır. Başkanlık seçimleri öncesinde verdiği vaatler arasında, 1981’den beri geçerli olan sıkıyönetimi kaldırmak, 3500 okul yapmak, 400 bin öğretmen yetiştirmek gibi vaatler vardı. Sıkıyönetimi kaldırma planının ‘teröre karşı mücadele’ adına yeni bir yasa çıkarmakla birlikte ele alındığı bilindiğinde, yapılacak değişikliğin özde bir şey değiştirmeyeceği açığa çıkmaktadır.” (sayı 94, sayfa 17) Biz bu değerlendirmeyi yaptıktan sonraki süreçte Mısır’da parlamento seçimleri gerçekleşti. “Çözüm İsla md ı r” şia r ı nı ku l la na n ve 1954’ten beri yasaklı olan Müslüman Kardeşler (İhvan-ı Müslüman), bağımsız adaylarla seçime katıldı. Parlamentonun toplam 454 milletvekilinin 444’ü seçimlerle belir- 13 panorama lenmekte diğer 10 milletvekili ise Başkan Mübarek tarafından atanmaktadır. Müslüman Kardeşler 88 milletvekili çıkararak en büyük muhalefeti oluşturdu. Mübarek’in partisi Ulusal Demokratik Parti (UDP) büyük çoğunluğunu korumasına rağmen, bunların milletvekili sayısında azalma oldu. Müslüman Kardeşlerin meclisin yaklaşık %20sini elde etmesi aslında beklenmiyordu. Tüm engellemelere rağmen bu yükseklikte milletvekili çıkarması, başta Mübarek ve yanlılarını önemli oranda rahatsız etti. Bu arada bir başka yasa değişikliğiyle de, 2011’de yapılacak başkanlık seçimlerinde aday olabilmek kısıtlanıyordu. Başkan adayı olabilmesi için sözkonusu kişi şu ya da bu partinin adayı olmak zorundadır. Bağımsız adaya izin yok. Ayrıca sözkonusu partinin beş sene legal çalışma yürütmesi ve yapılacak seçimlerde parlamentonun sandalye sayısının %5 oranını elde etmiş olması önkoşul olarak getirildi. Müslüman Kardeşlerin %20 civarında sandalye kazanması ve bağımsız adayların birleşerek legal parti olarak çalışması olasılığı, Mübarek başkanı ve yanlılarını harekete geçirdi. Hürriyet gazetesi gibi gazetelerin “Mısır usulü 28 Şubat” başlığını atarak “balans ayarı” yapıldığının işaretini vermesi ve Türkiye ile karşılaştırmasının belli bir mantığı vardır ve bu benzetme bütünüyle olmasa da belli ölçülerde doğrudur. İşin perde arkasında Müslüman Kardeşlerin güçlenmesini engellemek; OHAL ya da sıkıyönetimi “terörizme karşı mücadele” adına çıkarılacak yasalarla meşrulaştırmak ve ama aynı zamanda “sıkıyönetim yasalarını kaldırdık” diyerek demokratikleşmekte oldukları yalanlarını kitlelere yutturmak; 2011 başkanlık seçimlerine Mübarek yanlısı partinin adayı dışında –ki bu adayın Mübarek’in kendisi olmazsa, oğlu olacağı şimdiden söyleniyor– hiç kimseye aday olma imkanı tanımamak vb. hesapları yatmaktadır. Bu hesapların yapıldığı koşullarda, Anayasa’da kimi değişiklikler gündeme getirildi ve referanduma sunuldu… REFERANDUM OYUNU… 14 Medyaya yansıdığı kadarıyla referanduma 34 maddeden oluşan bir paket sunuldu. Sözkonusu değişiklikler 454 sandalyeli parlamentoda, 315 milletvekilinin oyuyla kabul edildi. İlkönce referandum Nisan ayı içinde düşünülüyordu. Ama alınan ani bir kararla, parlamentoda kabul edildikten bir hafta sonra referandumun yapılması kararlaştırıldı. Bunun sonucunda referandum, 26 Mart 2007 tarihinde, –seçmenlerin, pakette ne olduğunu, hangi yasanın nasıl değiştirildiğini, ya da yeni yasanın ne olduğunu bile öğrenemediği bir du- rumda– gerçekleştirildi. Basına yansıyan haberlerde, oy kullananların neye oy verdiklerini bilmediği yönlü açıklamalar da yer aldı. Müslüman Kardeşler’in de içinde olduğu muhalif güçlerin büyük bölümü referandumu boykot etme çağrısı yaptı. Bir hafta içinde referanduma gitmenin sadece seçmenin neye oy verip vermeyeceğini bilmesi açısından değil, aslında Mısır gibi bir ülkede teknik olarak da mümkün görülmüyordu. Örneğin seçim yasasına göre her seçim lokali /sandığı bir yargıcın/ savcının denetiminde olması gerekiyor. Yeterli yargıç veya savcı olmadığından parlamento seçimleri üç aşamada –değişik bölgelerde– yapılmaktadır. Referandumda bu, gözönüne bile alınmadı. Mübarek’çilerin esas derdi de zaten 26 milyon civarında olduğu söylenen seçmenin katılımını sağlamak ve gerçekte halkın görüşünün ne olduğunu öğrenmek değildi. Resmi açıklamaya göre referanduma katılım %27,1 oranındaydı ve “reform paketi” %75,9 “evet” oyuyla onaylanmıştı. Resmi makamlar dışındaki güçler ise, örneğin Mısır’daki İnsan Hakları Örgütü ve diğer sivil toplum örgütleri, referanduma katılımın %6-9 civarında olduğunu savunmaktadır. Ayrıca, doğrudan seçim görevlilerinin oy pusulalarına “evet” damgası bastığı video görüntüleri de yayınlandı. Yani referandumda sahtekarlık sadece katılım oranı bağlamında yapılmamıştır. Öyle ya da böyle, Mısır’da referanduma katılım oranı sonucu belirlemiyor. Oy kullananların sayısı gerçekte seçmenin %9’u da olsa, hatta bu %1 bile olsa, kullanılan oyların çoğunluğu evet” diyorsa –ki Mısır’da, seçim oyununda çoğunluk önceden garantilenmiştir–, o zaman onaya sunulan “paket” onaylanmış oluyor. Böyle de oldu. Sözkonusu 34 maddenin tümünün neyi içerdiğini bilmiyoruz ama basına yansıdığı kadarıyla, yapılan değişikliklerin esas çerçevesi, “terörizme karşı mücadele” adına temel hak ve özgürlüklerin Anayasa maddeleriyle kısıtlanmasıdır. Görünüşte Mısır’da sıkıyönetim yasaları, ya da OHAL kaldırılmakta, “demokrasiye” geçilmektedir… Örneğin hakim kararı olmadan yetkililere –devletin kolluk güçlerine ve genel güvenlik güçlerine– zanlıların konuşmalarını dinleme, yazışmalarını inceleme, zanlıların evlerini arama vb. yetkisi verilmektedir. Ol a ğa nü s t ü ha l y a s a l a r ı n ı n Anayasa maddelerine entegre edilmesi durumunu insan hakları örgütleri gibi Uluslararası Af Örgütü de Mısır’da, “son 26 yılda ülkede yaşanan en ciddi hak erozyonu” olarak değerlendirmektedir. Muhalefet, yapılan değişikliklerle yürütmenin daha da güçlendirildiği, Başkan’a daha fazla yetki tanındığı, Mısır’ın meşrulaştırılmış yasalarla bir polis devletine dönüştürüleceği vb. itirazlar yükseltmektedir. Seçim yasası bağlamında yapılan değişiklik, seçimler sırasında oy sandığının bir yargıç/ savcı tarafından gözetlenmesine son vermektir. Bu değişiklik muhalefet tarafından, gelecekteki seçimlerde sahtekârlığın yapılmasına temel atılması biçiminde eleştirilmektedir. Mübarek’çilerin böyle düşünmesi ve seçimlerde sahtekârlığı örgütlemesi büyük bir olasılıktır. Ama iktidarı elinde tutanların yargıç ya da savcı kontrolündeki bir seçimde sahtekârlık yapmayacağını, ya da yapamayacağını düşünmek siyasi saflık değilse, siyasi körlüktür. Olağanüstü hal yasalarının meşrulaştırılmasının yanısıra esas öne çıkan değişiklik, başta Müslüman Kardeşler’in olmak üzere dine dayanan muhalefetin legal siyaset yapmasının ve başkanlık için aday göstermesinin yolunu kesmek olarak görülen, “dine dayalı siyasi faaliyetlerin” yasaklanmasını öngören değişikliktir. Buna göre Müslüman Kardeşler dine dayandığı gerekçesiyle parti kuramaz. Parti kuramayacağı için de başkanlık seçimlerinden önce beş sene legal siyaset çalışması yürütme durumunda olmayacaktır. Parti olarak parlamentoda %5 sandalye oranına da sahip olmadığından 2011 yı- lında başkanlığa aday gösteremeyecektir. Böylece “terörizme karşı mücadele” adına, gerçekte Mısır’da anda muhalefetin en güçlü kesimi “islamcı” olduğu gerekçesiyle susturulmaya çalışılmaktadır. Mısır’da da Türkiye’dekine benzer bir “laik ve islamcı” çelişkisi, çatışması yaşanıyor. “Laik” diye gösterilen kesim yıllardır ülkede halka kan kusturan sıkıyönetim, olağanüstü hal yasalarını uygulayan, en temel insan haklarını asker, polis postallarıyla çiğneyen kesim. Diğerleri de islama dayanan ve dinci gericiliği “çözüm islamdır” diye alternatif olarak halka sunan, iktidara gelmeleri durumunda bugünkü rejimi aratmayacağı açık olan kesim. Yani, al birini vur ötekine! Sonuçta, yapılan referandum oyunuyla olağanüstü hal yasalarına, Anayasal, meşru bir kılıf giydirilmiştir. Böylece, dergimizin 94. sayısında yaptığımız, “Sıkıyönetimi kaldırma planının ‘teröre karşı mücadele’ adına yeni bir yasa çıkarmakla birlikte ele alındığı bilindiğinde, yapılacak değişikliğin özde bir şey değiştirmeyeceği” tespitinin doğruluğu, pratikte de bir kez daha ortaya çıktı. Yapılan değişikliklerin halkın, ezilenlerin çıkarına olmadığı da açıktır. 17 Nisan 2007 ✓ EŞİT, DEMOKRATİK VE BİLİMSEL EĞİTİM HAKKIMIZI İSTİYORUZ ! A kdeniz Üniverstesi’nde antidemokratik sisteme karşı öğrencilerin tepkisi kararlılıkla sürmektedir. Yaklaşık olarak bir ay önce yapılan eylem sonucunda üçüncü ve dördüncü sınıf öğrencilerine bütünleme hakkı getirildi. Ancak bu uygulamanın bütün öğrencileri kapsaması gerekir. Bunun için rektörlük önünde tekrar eylem yapıldı. Korkmuş olacak ki rektör, öğrencilerin önüne polisi bir duvar olarak ördü. Oysa ki bundan iki yıl önce rektör Mustafa Akgündüz: „Akdeniz Üniverstesi öğrencileri haklarını aramıyor“ demişti. Bugün ise anti-demokratik bir anlayışla polisi üniversiteye sokmakta ve öğrencilere karşı zor kullanmaktadır. Hatta polis, arkadaşlarımızdan birkaçını gözaltına aldı ve arkadaşlarımız adliyeye sevkedildi. Bizde arkadaşlarımızı yalnız bırakmamak için toplu bir şekilde adliyeye yürüdük. „Polis defol, ünivesiteler bizimdir“, „müşteri değil öğrenciyiz“ şeklinde birçok slogan atarak yaşanan bu durumu protesto ettik. Daha sonra arkadaşlarımız serbest bırakıldı. O gün üniversitedeki anti-demokratik anlayış ve yöneticilerin faşist tutumu gözler önüne serildi. Akdeniz Üniversitesi öğrencileri olarak yaz okulunun kaldırılmasını, 1.80 barajının aşağıya çekilmesini ve bütünleme hakkının bütün öğrencileri kapsayıp, eğitim öğretimin parasız ve demokratik hale getirilmesini istiyoruz. Tabi ki akla ilk gelen soru; bu sistemde bunu sağlamak ne kadar mümkün? Evet, işimiz oldukça zor ama imkansız değildir. Mücadele eden yenilebilir ama mücadele etmeyen zaten yenilmiştir. Elbet ezilen halklar birgün, faşizmin kanlı bayrağını indirerek yerine işçi ve emekçilerin kızıl bayrağını dikeceklerdir. İşte ancak o zaman demokratik ve özgür bir yaşam varolacaktır. Nazım Hikmet‘in de dediği gibi „ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, ya da dünyamıza inecek ölüm“... • Yeni dünya için; Haydi örgütlü mücadeleye! • Gençlik gelecektir, gelecek yeni ekimlerde! Yeni Dünya Gençliği / Antalya ✓ panorama Mısır’da işçiler uyanıyor “ Yeni Dünya Düzeni” ya da küreselleşme dedikleri emperyalist sistemin dünya çapında işçilere, emekçilere, ezilen halklara yönelik saldırılarının bir parçası da, özelleştirme, taşeronlaştırma ve bunların sonucunda binlerce, dünya çapında milyonlarca işçiyi işsizleştirme saldırısıdır. Ekonomik ve teknik, sanayi gelişmenin ileri olduğu ülkelerde bu süreç önemli bir mesafe aldı. Emperyalizme bağımlı ve ekonomik, teknik, sanayi gelişmenin geri düzeyde olduğu ülkelerde ise bunun yansıması biraz farklı oldu, oluyor. Ortadoğu ve Afrika ülkelerinde, değişik nedenlerden dolayı işçilerin mücadeleleri genelde cılız ve arka planda kalıyor. Savaşlar, çatışmalar, açlık, yoksulluk, sürgünler, farklı farklı biçimde de olsa bu ülkelerin gündemini belirliyor. İran gibi dinci faşistlerin iktidarda olduğu ülkelerde ise, işçilerin, emekçilerin üzerinde yoğun baskılar sözkonusudur ve işçilerin mücadelesi de ne yazık ki cılızdır. İşçilerin var olan mücadeleleri ise, ülkedeki genel gündemin gölgesinde kalmakta ve bizim gibi başka ülkelerden işçiler, emekçiler sözkonusu mücadelelerden fazla haberdar olamamaktadır. Kuşkusuz ki zorlukların biri bu mücadelelerin haberlerinin medyaya yansımaması ise biri de sözkonusu ülkelerin lisanlarını bilmemek ve haberlerin orijinalini okuyamamaktır. İnternet ve cep telefonu gibi teknik gelişme, az da olsa bu haber alamama duvarını yıkmıştır. Örneğin korkusundan sokaklara çıkıp eylemlere katılamayanlar, uğradıkları baskıları internet üzerinden başkalarına aktarabilmekte ve devletin kolluk güçlerinin saldırılarını kameraya alıp gösterebilmektedirler. Son aylarda Mısır’da, özellikle de tekstil işçilerinin grevleri, hem kendisini ülkenin gündemine dayatma ve hem de “sansür duvarını” aşma bağlamında önemli bir rol oynamaya başladı. MISIR’IN BİRKAÇ ÖZELLİĞİ… Mısır, 1981’den bu yana olağanüstü hal, sıkıyönetim yasalarıyla ve Mübarek’in “otokratik” yönetimiyle, daha çok faşist yönetime yakın bir yönetimin olduğu ülke durumundadır. Başta ABD emperyalizmine olmak üzere emperyalizme bağımlı bir ülkedir Mısır. Nasır döneminde devletleştirme siyaseti yürütülmüş ve fabrikaların önemli kesimi devletin elinde birikmiştir. Türkiye’deki KİT’lere benzer bir durum. Fischer Weltalmanach 2007 ve- rilerine göre 2004 yılında Brüt İç Ürün’de %4,2 artış olmuştur. Bunun sektörlere göre dağılımı, hizmetler sektörü %48, sanayi sektörü %37 ve tarım sektörü %15’tir. Yine aynı verilere göre sektörlerde istihdam yüzdeleri ise 2002 yılında şöyledir: Hizmetler sektörü %52, sanayi %21, tarım ise %27’dir. 2005/2006’nın işsizlik oranı verisi ise %9,8 olarak verilmektedir, ama gerçek işsizlik oranının çok daha yüksek olduğu vurgulanmaktadır. Nüfusun yaklaşık %44’ü günde iki dolardan az gelirle yaşamak zorundadır… yaşayabilirse tabii ki! Fiyatlar, son iki senede ikiye katlandı. Bu yılın başlarında genelde yoksulların tüketimde bulunduğu temel gıda malzemelerinin sübvanse edilmesine son verildi. Kimi verilere göre işçilerin, emekçilerin sayısı 22 milyon civarındadır ve bunların üçte biri devlete ait işletmelerde, fabrikalarda çalışmaktadır. Bunlara kabaca bak ıldığında, Mısır, Afrika ve “yakındoğu”da işçi sınıfının sayısal olarak güçlü olduğu ülkelerden biri durumundadır. Mısır işçi sınıfının aslında 20. yüzyılda da yaşadığı mücadele deneyimleri olmuştur, ama bu mücadele deneyimleri ne yazık ki bugüne pek taşınmamıştır. Mısır’da sendikalar esas olarak devletin uzantısı konumunda olan sarıreformist sendikalardır. Doğrudan devletin uzantısı olmayanlar da devletin gözetimi altındadır. Verilen bilgilere göre grevler ancak devletin izniyle ve onayıyla yapılabilir. Bunların izni olmadan yapılan grevler, korsan grev olarak damgalanmaktadır. Devletin polisi ve ordusu da sendikalarla birlikte işçilerin mücadelesini bastıran, işçilerin mücadelelerine karşı “özel sıkıyönetim” uygulayan bir konumdadırlar. Kısacası işçilerin, emekçilerin mücadelesi, devletin kolluk güçleri ve sendika ağaları tarafından bastırılmaktadır. Yani Mısır’da somut olarak tekstil işçileri greve gittiklerinde, hem işverenleri durumunda olan devlete, hem devletin kolluk güçlerine ve hem de sendika ağalarına karşı mücadele etmek zorundadırlar. Bu, mücadelenin sadece ücret artışı için yürütülmesi durumunda da değişmiyor. Tüm bunlara eklenmesi gereken şey, Dünya Bankası ile Mısır yönetiminin anlaşmaları gereği, daha doğrusu Mısır yönetimine dayatılması sonucu, Mısır’da da özelleştirme yönünde adımlar atılmaya başlandığıdır. Kuşkusuz ki bu özelleştirme, her şeyden önce devlete ait olan “kamu” işletmelerini içermektedir. Bu da devlet sektöründe çalıştığı söylenen 7-8 milyon işçinin, emekçinin büyük bölümünün işsizler ordu- suna katılmasının temelini oluşturmaktadır. Özelleştirme adımları atılırken, sadece işsizliğe itilmiyor işçiler, almaları gereken haklarından da ediliyorlar. Örneğin bir işletme satıldığında, değerinin %12’sinin o işletmede çalışan işçilere dağıtılması yönlü bir anlaşma var. Devlet, işveren olarak işletmeyi satıyor ama sözkonusu %12 oranı işçilere dağıtmayı geciktiriyor. Eğer işletme resmen yeni sahibinin eline geçerse, o zaman %12’nin ödenmesi durumu ortadan kalkıyor. GREVLER… 1988 yılından beri en büyük katılımlı grev, Aralık 2006’da gerçekleşti. Tekstil dalında devletin elinde olan en büyük işletme Mahala Al-Kobra Tekstilfabrikası’nda 27.000 işçi, işletme yönetiminin hükümet tarafından garantilenmiş yıllık ikramiyeyi –200 Mısır Paundu, yaklaşık 35 dolar, ki bu işçilerin iki aylığı kadar oluyor– vermeyeceğini açıklamasına karşı; 7 Aralık 2006 tarihinde korsan grev yaparak işletmeyi işgal etti. Yıllık ikramiyelerinin ödenmesi talebinin yanısıra işletme yönetiminin istifasını da isteyen işçilerin yaklaşık 1/4’nün kadın işçiler olduğu da verilen bilgiler arasındadır. Bunlar dışında işçilerin şikayetleri, çalışma/ iş haklarının çiğnenmesi, ücretlerin düşüklüğü ve yapılan yemek yardımının azaltılması gibi noktalar da vardı. Özelleştirmek için ön oyun olarak adlandırılan saldırılar arasında, işçilerin Cuma günü –tatil günü– de çalıştırılması, çalışmaya zorlanması da vardır. Rüşvetçilik, adam korumacılık, yiyicilik vb. şeyler köklü hale gelmiştir. Mısır’ın tekstil endüstrisinin merkezi olarak da adlandırılan Mahala Al-Kobra Tekstilfabrikası, sınıf çelişkilerinin yoğun olarak kendisini gösterdiği bir yerdir de aynı zamanda. Binlerce işçinin kararlı mücadelesi, polisin protesto eylemlerine saldırmama, işçileri ve fabrikayı ablukaya almakla yetinmesini beraberinde getirdi. Kimi gazeteler “İşçilerin devrimi” başlığıyla bu mücadeleyi anlattı. 2006 Aralık ayındaki bu grev işçilerin yıllık ikramiyelerinin ödeneceği sözü alınarak bitirildi. Devletin kısa sürede anlaşmaya yaklaşmasının perde arkasında neyin olduğu tartışmaları da sürdü. Verilen yanıtlardan biri, devletin özelleştirme sürecinde, mücadele eden işçileri mümkün olduğunca karşısına almama, uzlaşmaya hazır resmini yansıtarak, fazla bir direniş olmadan özelleştirme planını gerçekleştirme taktiğine başvurduğu yanıtıdır. İşçilerin çalışma koşullarında özel bir iyileştirme sağlamasa da, işletme yönetimini yıllık ikramiyelerini vermeye zorlamaları, bu çerçevede bir başarıydı. Bundan da daha önemlisi, Ocak-Mart 2007 aylarında yapılan değişik çapta grevlerin tetik- çisi ve diğer işçilere mücadele edildiğinde bir şeylerin kazanılacağını göstermesi oldu. 1988’den beri ilk kez bu büyüklükte, yüksek katılımlı grev olmasıyla da, Mahala Al-Kobra Tekstilfabrikası grevi, Mısır’da işçilerin mücadelesi bağlamında, bir dönüm noktası oldu. 2007 Ocak ayından bu yana sayısız grev yaşandı. Bunların kimi 11-12 bin işçiyi kapsarken, kimi 4-5 bin ya da birkaç yüz işçiyi kapsıyordu. Çoğunluğu tekstil dalında olsa da, sadece bu dalda grev yaşanmadı. Demiryolları ve çimento dalında da grevler gerçekleşti. Talepler arasında genelde ücret artışı, hastalık parasının verilmesi, tatil günleri ek ödentilerinin ödenmesinin sürdürülmesi, yöneticiler tarafından yapılan ayrımcılığa son verilmesi gibi talepler vardı. Grevlerin hemen hemen hepsinin ortak yanı, ikramiye ve ek ödentilerin ödenmemesine ve ücretlerin düşüklüğüne karşı mücadeleydi. Özelleştirme siyasetine karşı mücadelede ise değişik yaklaşımlar sözkonusudur. Kimi, genelde özelleştirmeye karşı iken, kimi de işletmeyi satın almaya aday “yabancı” firmanın, sözkonusu işletmeyi satın almasına karşı olmadığını, ama kendi haklarını elde etmenin de kendilerinin hakkı olduğunu savunan bir tavır içindedir. Bu grevler sürecinde öne çıkarılması gereken esas noktalardan biri, işçilerin sendikalara ve sendika ağalarına rağmen mücadele yürütmesiydi. Anda, gelinen durum, kimi işçilerin, bağımsız bir sendika kurma durumudur. Örneğin, sendikalar konfederasyonunda işçi temsilcilerinin seçiminin iptalini sağlamak için Kahire’ye bir delegasyon gönderildi; delegasyon, bunun için 12.000 işçinin imzasını da beraberinde götürdü ve işçi temsilcileri seçiminin iptal edilmemesi durumunda bağımsız bir sendika kuracakları tehdidinde bulundu. İşçi temsilcileri seçiminin iptal edilmesi isteminin perde arkasında ise, 2006 yılı sonlarına doğru yapılan seçimlerde, sahtekarlık yapılarak sendikanın istediği kişilerin seçtirilmesi olayı var. Yani işçiler, gerçekte kendilerinin seçtiği işçi temsilcilerinin seçimini istemektedirler ve sendikanın “adamlarının” seçilmesini protesto etmektedirler. İşçilerin perspektifi, anda, genelde sistem içinde kalan bir perspektiftir. Buna rağmen işçiler geri düzeyde de olsa, devlete, kolluk güçlerine ve sendika ağalarına karşı mücadele yürütüyorlar ve bu mücadeleler haklı mücadelelerdir. Mısır koşullarında, bu gelişmeler önemlidir ve işçilerin mücadelesinin ilerlemesine hizmet etmektedir. Dayanışmamız işçilerin, emekçilerin hakları için mücadelesinedir, mücadeleyi kendi ellerine almaya çalışmasınadır. 24 Nisan 2007 ✓ 15 gündem Katledilişinin 34. yılında onu, İbo’yu anıyoruz… M ayıs ayı mücadele ile dolu olduğu kadar, acılarla da dolu bir aydır. Mayıs ayı içinde onlarca komünist ve devrimci katledilerek bedenen aramızdan alınmıştır. Mayıs ayı, Kocadağlar, Ohannes Bak ırcıyanlar gibi kömünistlerin katledildiği; Denizler, Yusuflar, Hüseyinlerin idam sehpalarında faşizmi lanetleyip, devrimi haykırdığı, Sinanlar, Alpaslanlar, Kadir Mangalar gibi nice neferlerin devrim kavgasında tohum olup toprağa düştüğü aydır. Mayıs ayı içinde yitirdiklerimizden biri vardır ki, onun yeri başkadır. O, Türkiye’de komünizmin, MarksizmLeninizmin kızıl bayrağını 1972’de yeniden göndere çekmeye önderlik eden İbrahim Kappakkaya’dır. 1973 yılının Ocak ayı sonunda, Dersi m’ de, -Va r t i ni k / M i r i k Mezrası’nda- devletin kolluk güçleriyle çıkan çatışmada boynundan yara alan İbrahim Kaypakkaya, daha sonra bir ihbar üzerine tutsak edildi. Cellatlar, İbo’ya işkence ederek kendileri için gerekli bilgileri almak istiyordu. Ama çabaları boşunaydı: İbo, tüm işkencelere rağmen örgütsel çalışması hakkında hiçbir bilgi vermiyordu, konuşmuyordu. İbrahim, ser verip sır vermiyordu... İbo, Diyarbakır işkencehanelerinden her tarafa yayılan bir direniş geleneğini bayraklaştırıyor, işkencede devrimci tavrın nasıl olması gerektiğini, komünist bir önder olarak pratik tavrıyla herkese gösteriyordu. Faşist katiller dört ay süren yoğun işkenceler sonucu konuşmayacağına emin olduktan sonra, İbrahim‘i, 17 Mayıs‘ı 18 Mayıs‘a bağlayan gece kurşunlayarak katlettiler. Onlar İbrahim’in vücudunu genç yaşında aramızdan söküp aldılar. Fakat onun düşüncelerini ve davasını yok edemediler, onun mücadelesini yok edemediler. O bugün de yaşıyor ve proletaryanın ve ezilenlerin mücadelesinde, yeni dünya mücadelesinde her zaman yaşayacak. İbrahim‘i, döneminin tüm devrimci önderlerinden ayıran temel farklılık, onun Mustafa Suphi TKP‘sinden sonraki uzun bir dönem üzeri küllenip kalmış Marksizm-Leninizm‘in savunuculuğunda, bir dönüm noktasını oluşturması, geride komünist bir miras bırakmasıdır. İbo‘nun bıraktığı mirasın bazı temel taşları şunlardır: 16 - İbo, Kema lizme karşı ya klaşım bağlamında bir miladdır. Kemalizmin devrimci ve sosyalist hareket içinde yoğun bir etkisinin bulunduğu; Kemalizmin, ilericilik, antiemperyalistlik, hatta devrimcilik olarak görüldüğü bir ortamda İbo, Mayıs ayı içinde yitirdiklerimizden biri vardır ki, onun yeri başkadır. O, Türkiye’de komünizmin, Marksizm-Leninizmin kızıl bayrağını 1972’de yeniden göndere çekmeye önderlik eden İbrahim Kappakkaya’dır. Kemalizmin antiemperyalistliğinin sınırlarını, güdüklüğünü göstermiştir. Kemalist devrim ve iktidarın işçilere-köylülere tüm emekçilere düşman olduğunu, Kemalist iktidarın faşist nitelikte olduğunu cesaretle savunmuştur. O, bu alanda buzu kıran komünist bir önderdir. - İbo, faşizme karşı mücadelenin devrim mücadelesi olarak yürütülmesi gerektiği doğru düşüncesi ni sav u ndu. O, antifaşist mücadeleyi mevcut sistem içinde burjuvazinin bir kesiminin kuyruğuna takılmak şeklinde kavrayan reformist, kuyrukçu akımlara karşı mücadele eden tutarlı komünist bir önderdir. - İbo, reform-devrim i lişk isi sorununa da, özellikle de TİİKP revizyonistleriyle polemik içinde komünist tavır takınmış, Marksizm-Leninizm‘in parlak bir savunuculuğunu yapmış bir komünist önderdir. - İbo, içinden çıkıp geldiği PDA‘nın (Aydınlık/Şafak) „ilerici-Kemalist ordu“ darbesine bel bağlayan legalist, laçka örgütlenme planı ve uygulaması karşısında, merkezinde meslekten devrimcilerin bulunduğu Leninist parti modeliyle çıkan komünist önderdir. - İbo, örgüt içi ve dışında ilkeli ve açık ideolojik mücadele ilkesini savunan ve uygulayan, PDA‘nın -bugün Genelkurmay’ın sözcüsü gibi davranan- revizyonist şeflerinin kapalı kapılar ardında tezgahladıkları komplolara rağmen ilkeli mücadeleden şaşmayan komünist önderdir. - İbo, sosyalizm adına hareket eden gruplar içinde proletarya diktatörlüğü konusunda doğru tavır takınan tek önderdir. Kemalizmin sol içindeki etkisinden dolayı, solun (THKO, TİİKP, THKP-C) proletarya diktatörlüğünü teorik olarak bile kavrayamadıkları dönemde İbrahim Kaypakkaya proletarya diktatörlüğünün sınıfsal niteliği; sosyalizm için mutlak gerekliliği; görevleri konusunda esas olarak Marksist-Leninist görüşleri savunmuştur. - İbo, proletarya önderliğindeki devrim için işçi-köylü ittifakının gerekliliğini savunmuştur. İbo, bu alanda savunduğu Marksist-Leninist görüşleriyle bir dizi burjuva kuyrukçusu görüşü mahkûm etmiştir. O, milli burjuvazinin ikili niteliğini de çok net olarak ortaya koymuş, burjuvazi ile ittifak kurulduğu şartlarda bile ona güvenilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. - İbo, ulusa l s or u nd a „ s ol “ içinde şovenist Kemalizmin „ant ie mp e r y a l i s t l i k “ adına egemen olduğu bir durumda; „Kürt“, „Kürdistan“ sözcüklerinin bile tabu olduğu bir ortamda; „sol“un bu konuda yaptığı en ileri işin „Doğu Mitingleri“ olduğu bir ortamda; proletaryanın birliği, halkların kardeşliği adına Kürt ulusunun varlığının açıkça reddedildiği şartlarda... Kürt ulusunun varlığını, onun ayrı devlet kurma hakkını açıkça ve cesaretle savunan, ulusal sorunun gerçek çözümünün sosyalizmin yolunu açacak demokratik halk devriminde olduğunu gören ve gösteren komünist önderdir. O bu konuda doğru görüşleri geliştirip ortaya koyarken, kendi çevresindeki az sayıda komünist dışında, aynı Kemalizm konusunda olduğu gibi, kelimenin gerçek anlamıyla yalnızdı. Kürt milliyetçiliği temelinde siyaset yapanlar bile, İbrahim Kaypakkaya Kürt ulusunun varlığını ve ayrı devlet kurma hakkını açıkça savunduğu dönemde sorunun adını bile koymaktan çekiniyor, kaçınıyorlardı. İbrahim, alçakgönüllülüğü ile, öğrenmeye ve gelişmeye açık tavrı, özeleştiri silahını gelişmenin aracı olarak gören ve kullanan, söz ile öz birliğine belirleyici önem veren, görevin büyüğü-küçüğü arasında ayrım yapmayan, her konuda başkalarından talep ettiği şeyleri kendi pratiğinde yapmaya hazır olan ve yapan... tavır- larıyla kelimenin gerçek anlamında bir önderdi. Fakat o, en önde yürümesine rağmen, teorik kavrayışı diğerlerinden çok ilerde olmasına, pratik konusunda da yol gösterici bir insan olmasına rağmen, kendini diğerlerinden üstün gören ve gösteren davranışlardan uzak, „yanılmaz önder“, her dediğinde bir keramet olan peygamber vb. pozlarına bürünmeyen, kişiliğini öne çıkarmaya karşı olan, kolektif çalışmaya büyük önem veren gerçek komünist bir önderdi. O’nun hataları da vardı.. Kuşkusuz İbrahim ve onun önderlik ettiği TKP/ML hatasız değildi. Onun en büyük hatası o günkü dönemde haklı olarak dünya çapında Ma rk sizm-Leninizm‘ in temsi lcisi olarak görünen „Mao Zedung Dü şü ncesi “ a k ı m ı n ı n yer yer Leninizm‘den sapma anlamına gelen teorik ve pratik yanlışlarını görmemesi, buna bağlı olarak da Çin devriminin somut gelişme yolunun yanlış genelleştirilmesi ve Türkiye için de adeta bir şablon gibi kavranmasıydı. İbrahim’in yanlışları siyasi tespitlerinden örgütsel çalışmaya kadar çeşitli alanlarda ifadesini buldu ve TKP/ML’nin aldığı ilk yenilginin ağırlığında rol oynadı. (Daha geniş bilgi için, Yeni Dünya İçin Çağrı Yayınlarından çıkan, „Kazanımları ve Hataları ile İbrahim Kaypakkaya (Genel Değerlendirme)“ adlı kitaba bakılabilinir. Yanlışları ne kadar ciddi olursa olsun, İbrahim Kaypakkaya bir bütün olarak değerlendirildiğinde Marksit Leninist, komünist bir önderdir. İbrahim Kaypakkaya adı altın harflerle Dünya Komünist Hareketi‘nin tarihine yazılmıştır. Bu adın da simgelediği Marksist-Leninist öz, burjuvazinin ve onun çanak yalayıcılarının bütün „komünizm öldü“ yaygaralarına rağmen, tüm dünyada komünistlerin pratiğinde yaşamaktadır ve bu öz her yerde işçi sınıfını er geç kurtuluşa taşıyacaktır. Bugün güçlü ve yenilmez görünen emperyalizm, kapitalist sistem tarihin çöplüğünde „hak ettiği“ yeri alacaktır. „DEVR İM İÇİN HER ZAM AN ÖLECEKLER BULUNUR ...gider ...gider, nice koçyiğitler gider Senin de içinde bir oğlun varsa çok değildir Ey mavi gök! Ey yağız yer bilesin ki Yüreğimiz kabına sığmamakta Örsle çekiç arasında yoğrulduk Hıncımız derya gibi kabarmakta” İbo mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak! Nisan 2007 ✓ gündem BASINA VE KAMUOYUNA: U Hapishaneye giderken zun süren bir mücadelenin ardından hapishaneye gitmeye hak kazandım! Birkaç ay erteleme talebimiz gugukçular tarafından reddedildi. 5 Nisan günü bir davetiye geldi. Davet, davetiye genellikle olumlu anlamda kullanılır. Bir yerlere davet edilirsiniz, arkadaşınız, dostlarınız davet eder. Bir toplantıya, etkinliğe gidersiniz. Böylesi davetiyeleri aldığınızda, gitmeseniz bile sevinirsiniz. Ama bana gelen davetiye böyle bir davetiye değil. Gugukçular beni hapishaneye davet ediyorlar! On günlük bir süre vermişler! On gün içerisinde gitmezsem, yakalama müzakeresi çıkaracaklarmış! Ayrıca para cezasını 30 gün içerisinde ödememi buyurmuşlar! İsteğim halinde üç taksit yapabileceklermiş! Ama üç taksiti birer aylık ara ile ödemem gerekiyormuş! Bu kolaylığı gösterdiklerine seviniyorum! Eğer para cezasını ödemezsem, hapis cezasına dönüştüreceklermiş! Günlüğü 100 YTL’den hesaplayacaklarmış! Merak ettiğim bir şey var. Acaba bu para cezasını nemalandıracaklar mı? Normalinde, faizini de hesaplamaları gerekir! O n g ü n l ü k z a m a n ı m v a r. Özgürlüğün tadını çıkarmak istiyorum. Kordon’da yürümek istiyorum. Özlemini duyacağım yemeklerden tadacağım. Eşe dosta son mesajlarımı yazacağım. Son basın açıklamamı yazacağım. Valizimi hazırlayacağım. Malum hapishanede üç renk yasak! Çok sevdiğim kırmızı kazağımdan ayrı kalacağım. Yeşil ve mavi renkler de yasak. Hapishaneye gideceğimi duyuracağım herkese. Ya niye uzatıyorum ki; 10 gün bayağı uzun bir süre. Neler yapılmaz ki! Bu sevda türküsü burada bitmez, bitmeyecek. Çünkü sol memenin altındaki cevahir hiçbir zaman sönmeyecek. Gugukçular özgürlüğümü kısıtlayabilirler, hapishaneye koyabilirler. Ama yüreğime düşüncelerime zincir vuramazlar. Çünkü ben yeni bir dünyanın sevdasına tutulmuşum. Sevdadan vazgeçmek öyle kolay değil. Bir nevi âşık olmak gibi bir şey bu. İnsan sevdası için neler yapmaz ki! Dağları, tepeleri aşar, bedel öder. Bu sevda bir insana sevdalanmaktan da öte bir şey. İnsanların kardeşçe yaşadığı, baskı ve sömürünün olmadığı bir dünyanın sevdasıdır bu. Bu toz duman bulutu içinde böylesi bir sevdaya tutulmak kolay değil. Bir ateş çemberinin içinde yaşıyoruz. Bu çemberi yarmak kolay değil. Nazımın dediği gibi, “ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa”. Tekrar davetiye ye geri dönelim. İsmimin başına “mahkûm” yazmışlar. Onların bana “mahkûm” demesi benim “mahkûm” olduğum, “suçlu” olduğum anlamına gelmiyor. Suçlu olanlar hukuk dışı karar verenlerdir. Suçlu olanlar kafalardaki yasaları uygulayanlardır. Suçlu olanlar resmi ideoloji dışındaki görüşlere tahammül edemeyenlerdir. Suçlu olanlar kendilerinden olmayan herkese “terörist” etiketi yapıştıranlardır. Hukuk diyorlar, yargının bağımsız olduğunu söylüyorlar! Demokrasiden bahsediyorlar! İfade özgürlüğü var diyorlar! Yalan söylüyorlar. Bir bireyin, herhangi bir düşüncenin doğru olduğuna karar verebilmesi ve tercih edebilmesi için özgür bir ortamın varlığını zorunlu kılmaktadır. İfade özgürlüğü için, bu ülkede özgür bir ortam yoktur. Bununla birlikte, ifade özgürlüğünün önündeki en önemli ve en temel sorun, devletin belli bir ideolojiyi resmileştirmesidir. Devletin belli bir ideolojiye sahip olması, devletin tarafsızlığı önündeki en büyük engeldir. Bireyin değil, devletin ön planda olduğu ve kutsal sayıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Gerçeğin ya da doğrunun “Rekabet değil, dayanışma!” Kitle örgütleri 7. buluşması gerçekleşti İ lk defa 2003 yılında Ankara’da gerçekleşen kitle örgütleri buluşması, yedinci kez 50 kurumun temsilcilerinin, çalışanlarının katılımı ile 7-8 Nisan tarihlerinde İzmir’de gerçekleştirildi. Emekçiler arasında dayanışmayı güçlendirmeye çalışan, uyandırma ve örgütleme faaliyeti yürüten kurumlar, bu amaçlarına ancak kendi aralarındaki dayanışma bağlarını sıkılaştırarak varılabilineceğinin bilinciyle bir araya gelerek kitle örgütleri koordinasyonunu oluşturdular. Kitle örgütleri 7. buluşmasını örgütleyen kurumlar şunlar idi: İstanbul’dan: Anadolu’da Yaşam Kooperatifi, Güney Kültür Merkezi, Güneşin Sofrası Kooperatifi, Mayısta Yaşam Kooperatifi. İzmir’den: Deri İşçileri Derneği, Kon du l a rd a Ya ş a m T ü k e t i m Kooperatifi, Kundura İşçileri Derneği, Özgür Yaşam Eğitim Kooperatifi, Umut Tekstil İşçileri Kooperatifi. İki gün boyunca çok çeşitli konularda etkinlikler gerçekleştirildi. Aynı anda birbirine paralel olarak yürüyen etkinlikler yapıldı. Öyle ki, oldukça yoğun geçen iki günün sonunda yapılan değerlendirme toplantısında, programın yoğunluğundan dolayı farklı şehirlerden gelen kurum temsilcilerinin, çalışanlarının, birbirlerini tanımak, sohbet için gerekli zamanın kalmaması eleştirildi. İki gün boyunca gerçekleştirilen kimi etkinliklerden bazıları şunlar: “Kültürel yozlaşma”, “İnşaat işçilerinin sorunları ve örgütlenme deneyimleri”, “Küresel ısınma ve alternatif enerji kaynakları”, “Sınıf hareketinin güncel sorunları ve bu sorunların çözümünde sendikaların, işçi derneklerinin ve kooperatiflerin görevleri nelerdir?”, “Kadın çalışması yapan kurumlar arasında deneyim aktarımı, 8 Mart eylemlerine katılan kurumların deneyim aktarımı ve eylemlerin değerlendirilmesi”, “Genel Sağlık Sigortası sonuçları ve GSS uygulamalarına karşı nasıl bir mücadele yürütmeli?”, “Belgesel gösterimi, Munzur Akmazsa ve Türkiye’de barajlar sorunu”, “Tecrit”, “İşçi atölyesi”. Kitle örgütleri buluşmasına katılan kurum sayısının kalabalık olması ve hemen hemen tüm kurumlara kendilerini ifade etme, büyük çoğunluğuna ise kendi çalışmaları doğrultusunda panellerde ya da atölyelerde konuşma imkanı yaratıldı. Kat ı lan kurumların kendi lerini ifade edebilmesi için yoğun bir program içeriği oluşturulmuştu. Kurumlar, hem kurumsal muhatapları ile hem de çalışmalarına ilgi duyan kimselerle buluştular. 7. Kitle Örgütleri Koordinasyonu Buluşması’nda sınıf örgütlerinin, derneklerin, kooperatiflerin, sendikaların birbirine rakip olmaması, birbirleriyle işbirliği içinde olması gerektiği; kitle örgütlerinin çalışmalarında, etkinliklerinde ve birbirlerini desteklemesi gerektiği vurgusu öne çıktı. Bu yönde çeşitli dernek, kooperatif ve sendikalar arasında birbirini destekleyecek somut hedefler belirlendi. İşçi sınıfı hareketi ve sendikalarla ilgili yapılan panellerde oldukça canlı tartışmalar yürütüldü. Bu etkinliklerden biri de, “Sınıf hareketinin güncel sorunları ve bu sorun- tespiti yöneticilerin tekelinde görüldüğünden, farklı olmaya ve düşünmeye izin verilmiyor. Farklı fikirlerin öne sürülmesi, toplum düzenine yönelen bir tehdit olarak algılanıyor. Gugukçular kararlarını en başta vermişlerdi. Kendileri gibi düşünmediğimi biliyorlardı. Bunun için de göstermelik bir yargılama sonucunda, polisin fezlekede yazdığı görüşleri karar haline getirdiler. Yasalarına kılıf uydurmak için de “manevi cebiri” keşfettiler. İşkence altında alınan ifadeleri hükme esas aldılar. Lehimize olan hiçbir yasayı uygulamadılar. Hapishaneden sesimi duyurmaya ve gugukçuluğu anlatmaya devam edeceğim. Hukuk mücadelemi izlemeye devam edin. 09 Nisan 2007, Mehmet DESDE ✓ Not: Daha geniş bilgi için avukatımdan bilgi edinilebilinir. Av. Çetin Bingölbalı büro tel: 0232- 44 14 367 cep: 0532- 486 45 48 ların çözümünde sendikaların, işçi derneklerinin ve kooperatiflerin görevleri nelerdir? Kitle örgütleri arası koordinasyonun bu yönde nasıl katkısı olabilir?” konulu paneldi. Birleşik Metal İş Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli, Özgür Yaşam Kooperatifi’nden ve Toplumsal Birlik ve Dayanışma Derneği’nden konuşmacılar söz aldı. Diğer sendikaların, kooperatiflerin ve derneklerin de söz alarak konu hakkında görüşlerini ifade ettiği panel oldukça tartışmalı geçti. Toplumsal Birlik ve Dayanışma Derneği’nden konuşmacı olan arkadaş, işçi sınıfının bugünkü durumuna açıklık getirerek sendikaların bu durumda yetersiz olduğunu ve farklı örgütlenme biçimlerinin gerekli olduğunun altını çizdi. Kurumlarında yaptıkları işçi çalışmalarından örnekler verdi. Birleşik Metal İş Genel Sekreter Yardımcısı Mehmet Beşeli ise sınıf partisinin olmadığına işaret etti. Sınıfın yapısının değişmediğine ve sendikal örgütlenmenin alternatifinin olmadığına değindi. Sendikaların işçi sınıfının vazgeçilemez örgütleri olduğunun altını çizdi. Özgür Yaşam Kooperatifi’nden arkadaş ise, sendika, kooperatif ve derneklerin birbirinin alternatifi olan kurumlar olmadığının, birbiriyle ortak hedef doğrultusunda işbirliği içinde mücadele etmesi gereken kurumlar olduğunun altını çizdi. Oldukça yorucu, aynı zamanda verimli geçen kitle örgütleri buluşması, katılımcıların, örgütleyicilerin, 7. buluşmanın başarı ile gerçekleştirilmesinin getirdiği moral ile son buldu. Kurtuluş yok tek başına! Ya hep beraber ya da hiç birimiz! 14 Nisan 2007 YDİ Çağrı/İzmir ✓ 17 gündem Berlin duvarının çöküşünün etkileri B 18 erlin Duvarının çöküşünün Filipinler Komünist Partisi’ne ne gibi etkileri olmuştur? Sison: 1989 y ı lında k i Berlin Duvarının çöküşü Sovyetler Birliği ve sovyet bloğundaki revizyonist rejimin çözülmesinin habercisi oldu. Bu, Filipinler Komünist Partisi (CPP)’nin antirevizyonist tutumunu onayladı. CCP, 1968 deki yeniden inşasında marksizm-leninizmi koruyan ve 1956’da iktidara gelen Kruşçof ’dan beri modern revizyonizmi yayan Sovyetler Birliği Komünist Partisi’ne (SBKP) karşı çıkan temel çizgisini kabul etmiştir. CPP, sovyet bloğu ülkelerinde hüküm süren partilerin revizyonist niteliğini, hataları ve zaaf larını gözlemledi ve revizyonist rejimin çöküşünü önceden gördü. Bunları 1968 kuruluş belgelerinden ve CPP-Merkez Komitesi’nin 10. Plenumunda kabul edilen 1992 tarihli “Modern Revizyonizme karşı, sosyalizmden yana olalım” belgesinden görebilirsiniz. B erl i n D uva r ı n ı n y ı k ı l ma sı Sovyetler Birliği’nin Filipinli revizyonist taraftarlarını ve eski komünist partilerin sempatizanlarını olumsuz olarak etkiledi. Onlar Berlin Duvarının yıkılmasıyla demoralize oldular ve zayıfladılar. Ama bugüne kadar varlığını sürdüren CPP böyle olmadı. Marksizm-Leninizm ve Mao Zedung Düşünceleri tarafından yönlendirilen CPP, modern revizyonizmin sovyet-merkezci görünümüne karşı direnmekle kalmadı, aynı zamanda Çin’de sosyalizmin lağvedilmesine de karşı çıkma cesaretini gösterdi. CPP, Sovyetler Birli- ği’nde önce 1956’dan bu yana gizli bir şekilde ve sonunda 1989’dan 1991’e kadarki dö- nemde açık bir biçimde ortaya çıkan revizyonizmin kapitalizmin yeniden kurulmasının yolu olarak ciddi devrimciler tarafından derinlemesine teşhir edilmesinden memnuniyet duymakta- dır. A B D ’n i n ö n d e r l i ğ i n d e k i emperyalistlerin antikomünist birliği, revizyonizmin zararlı çalışması nedeniyle sosyalizm üzerinde geçici bir zafer kazandı. Oysa Sovyetler Birliği ve revizyonist rejimin çöküşünden beri kapitalist dünya sisteminin krizi derinleşme ve keskinleşmeye devam etti. Emperyalist yağmalama, baskı ve saldırı savaşları altında koşulların hızlı bir şekilde kötüleşmesi, emperyalizme, gericiliğe ve revizyonizme karşı ulusal kurtuluş, demokrasi ve sosyalizm için halk hareketi yine yeniden doğmakta ve yine canlanmaktadır. Halk “yeni liberal küreselleşmeye”, devlet terörizmine ve ABD’nin saldırı savaşlarına karşı ayaklanmak- ta ve emperyalizm ile gericilik tarafından hükmedilmeye karşı, daha iyi bir dünya uğ- Filipinler KP’nin kurucu başkanı Jose Maria (Joma) Sison’un 9. 11. 2006 tarihli “Daily Philippine Inquirer” gazetesine verdiği röportaj (İngilizceden Almancaya çeviren Proletarische Rundschau) (Komak-ml’nin yayın organı Proletarische Rundschau’nun – Proleter Dergi –Şubat 2007 tarihli 26. sayısından, s: 43-45, çevrilmiştir.) runa çaba göstermektedir. CPP şimdi ne için çaba göstermektedir? Neye ulaşmayı ümit etmektedir? O hala önemli bir örgüt müdür? Sison: CPP, Filipinlerin somut koşullarında ABD-emperyalizmi ve yerel gericilere karşı ulusal-demokratik devrimde işçi sınıfı ve halkın geri kalan bölümüne önderlikte önemli bir rol oynamaktadır. O, sömürücüler ve ezenlere karşı ve yarı-sömürgeci ve yarı-feodal koşullara karşı mücadelede dikkate alınması gereken, önemli ve tutarlı bir güçtür. O, bir halk ordusu yönettiğinden ve halk savaşı yürüttüğünden devrimci güçler arasında en önemli siyasi güçtür. Gerici hükümet CPP ve halk ordusunu (NPA) alçakça tarzıyla “ulusal güvenliğin” en tehlike- li tehdidi olarak adlandırmaktadır. CPP, Filipin halkı ve dünya halk kitlelerinin çıkarı doğ-rultusunda küresel antiemperyalist hareketin en ön cephesinde durmakta ve “yeni-liberal küreselleşmeye”, devlet terörizmine ve ABDemperyalizmi ve onun işbirlikçileri tarafından çıkarılan saldırı savaşlarına karşı direnişte öne çıkmaktadır. Sömürü ve baskı sistemi varoldukça proletaryanın devrimci partisi olarak CPP’nin mücade-leyi sürdürmek ve kendisini güçlendirmenin maddi bir temeli ve haklı bir nedeni vardır. O ABD-emperyalizmine ve büyük kompradorlar ve toprak sahipleri yerel sömürücü sınıflara karşı gerçekten ulusal bağımsızlık ve demokrasi için mücadele ederken ve dünya çapındaki güncel antiemperyalist harekete katkı sağlarken “burada ve şimdi” ile uğraşmaktadır. Tüm tarihsel çağ boyunca sosyalist inşa sorunu gelecekte çözülmesi gereken bir şeydir. Kapitalizmin yeniden geri dönüşünü engellemek ve sosyalizmi sağlamlaştırmak için Mao’nun proleterya diktatörlüğü altında devrimin sürdürülmesi teorisi olası bir çözüm için dikkat çekicidir. Oysa CPP ve Filipin halkı o zamana kadar ulusal kurtuluş ve demokrasi için mücadele etmelidir. Bunlar dolaysız, arzulamaya değer, gerekli ve ulaşılabilir hedeflerdir. Bunlara proleteryanın önderliğinde ulaşıldığında, o zaman halk ve devrimci güçler sosyalist devrime ve sosyalizmin inşasına geçebilirler. CPP sosyalist bir perspektifin gelişmesi için kapitalist sistem ve yerel gerici sistemin sınırla- rını aşmaktadır. CPP, emperyalist güçler ile ezilen kitleler arasındaki, emperyalist güçler ile palazlanan hükmedilen devletler arasındaki, emperyalist güçlerin kendi aralarındaki ve emperyalist ülkelerdeki burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki artan kutuplaşmadan avantajlar sağlayabilen bir partidir. Proleterya ile burjuvazi, sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çağsal mücadele yüzlerce yıl inişli-çıkışlı, dolambaçlı-dönemeçli uzun bir süre sürecektir. Komünist Manifesto’dan bu yana son 150 yılda devrimci proleterya ağır bir yenilgiden sonra her 50 yılda muazzam zaferler kazanmıştır. Sizi bununla ilgili olarak Komünist Manifesto’nun 150. yıldönümü münasebetiyle 1998’de Hollanda Komünist Partisi’ne yönelik yaptığım konuşmamı okumaya davet ediyorum. (http://joma-sison. of.com/BankruptcyoflmperialistGlo balizationandUrgency.htm). Bu makale 1871 Paris Komünü’nün nasıl zafer kazandığı ve yenildiği, bunu sonra 1917’de Rusya’da Büyük Sosyalist Ekim Devriminin izlediği gelişmeyi anlatmaktadır. Nazilerin saldırısı Sovyetler Birliği’ni neredeyse harap etti. Ama 2 dünya savaşından sonra sosyalist ülkelere yenileri eklendi ve birçok yeni ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktı. Büyük bir yenilgi veya devrimci proleteryaya yapılan büyük bir saldırıyı zamanı geldiğinde proleterya ve halkın çok daha büyük öngörülemez zaferleri izleyebilir. Legal Sol neden yasadışı öldürmelerin hedefidir? Sison: Bugün ciddi bir kriz içinde bulunan kapitalist bir dünya sistemi ve yerel gerici bir sistem ile karşı karşıyayız. ABD biricik süper güç olarak konumundan ve 11 Eylül olaylarından avantajlar sağladı ve neoliberalizmi kamçılayarak, ABD-ekonomisini askeri sözleşmelerle besleyerek, saldırı savaşları çıkartarak ve “antiterörizm” adı altında baskıyı ve faşizmi azdırarak kendi sorunlarını altetmeye çabalamaktadır. (Filipinler’deki) Arroyo rejimi, yoğun yolsuzluk, seçim sahtekarlığı ve diğer suçlar nedeniyle açılan davalar arasında, ABD’nin dikte ettirmesine, özellikle Bush’un aslında halka karşı bir terör savaşı olan “Teröre karşı savaş” siyasetini izlemeyi siyasi olarak ayakta kalabilmesi açısından yararlı bulmaktadır. (Filipinler) rejimi bu nedenle, askeri saldırı birliklerini istenilen her zamanda seçilmiş belli bir sayıdaki gerilla cephelerine yoğunlaşmak ve sizin legal sol dediğiniz insanların üzerlerine katletmek üzere salmak için 2001’den beri İç Güvenlik İçin Ulusal Planı ve özellikle “Oplan Banty Laya”yı hazırladı. 760’dan daha fazla ilerici partilerin, (işçiler, köylüler, gençler, kadınlar ve diğer) kayıtlı gruplar ve kitle örgütlerinin silahsız önderlerinin, gazetecilerin, kilise mensuplarının, avukatların, insan hakları savunucularının ve barış yanlılarının bu katledilmeleri, devrimci hareketin siyasi alt yapısını yıkmayı hedeflemektedir. Saldırının bu türü ABD’nin 1960’lı yılların sonları sırasında Vietnam savaşındaki alçakça Phönix-Programı modeline göre uygulanmaktadır. Philcag ve savaş hali eski muharibi general Eduardo Ermita ve dinci faşist Norberto Gonzales bu cinayetler, insan kaçırmalar ve işkenceler kampanyasında ABD ve Arroyo-Rejiminin baş planlayıcılarıdırlar. Başkan Arroyo, onun iç güvenliğin denetlenmesi için kabine komitesi ve başkanın anti-terörizm özel birimi, CPP, NPA ve solun diğer güçlerine karşı topyekün savaş siyasetinin hiziplere bölünmüş asker ve polis güçlerini birleştirebileceğini ve muhalefet güçlerinin geniş birleşik cephesini zayıtlatacağını sanmak- tadırlar. Onlar halk arasında panik yaymak için komünistleri ve komünist olarak şüpheleni- lenleri öldürmek zorunda olduklarını sanıyorlar. Oysa bu kasti, yasadışı öldürmeler halk içinde haklı öfke uyandırmakta ve halkı, kitlesel protestolar ve silahlı mücadele dahil olmak üzere direnişin olası tüm biçimlerini uygulamaya götürmektedir. Arroyo siyasi bir iktidar tekelini hedeflemektedir. Onun rejimi, kendisini Marcos gibi bir otokratik hükümdar yapmak için anayasa değişikliği projesini kullanmayı, demokratik hakları kesip atmayı, ulusal mirasın satılmasını yürütmeyi, ve ABD’ne Filipinler’de askeri üsler işletme ve buralara kitle imha silahları getirme iznini vermeyi amaçlamaktadır. Bu rejim, sadece silahlı, devrimci hareketi değil, aynı zamanda geniş legal muhalefeti de bastırmak için anti-terörizm yasasını yürürlüğe sokmaya canla başla çalışmaktadır. Burada çok önemli şeyler söz konusudur. Arroyo rejimi kaba-kuvvetle yolundaki her engeli ortadan kaldırmak istemektedir. Oysa geniş halk kitleleri uyanmaktadır ve sonunda rejimi başından def edecektir. ✓ okuyucu mektubu T DİSK’in yok edilişi ve sistemin Truva atları ! ürkiye işçi ve sosyalist hareketinin büyük emek ve bedellerle yarattığı tarihi mücadele sürecinin sendikal örgütü DİSK dışarıdan müdahalelerle durdurulamayınca, 12 Eylül Cuntası tarafından 12 yıl kapalı tutulmasına rağmen hala işçilerin umudu olmasından dolayı sistem tarafından yeni bir plan oluşturularak sendikal hareket yeniden kalıba dökülmüş ve DİSK bu kalıba uygun biçimlendirilerek içerisinde “truva atı” rolü üstlenen kadroların hizmetine sunulmuştur. Mahkemelerden beraat eden DİSK ve ona bağlı sendikalar para ve mal varlıklarını teslim aldıktan sonra; az da olsa devrimci kadroların varlığını ortadan kaldıran “olağanüstü kongreler”le yeni tasfiye süreçleri örgütlemişlerdir. DİSK’in kimliğine, tarihine, üyelerine ve muhataplarına yabancılaşma sürecinin en önemli aktörü “yeni” dönemde Tekstil Seendikası’dır! 12 Eylül sürecinden DİSK/TEKSTİL sendikasını teslim alan yönetim; Rıdvan Budak, Süleyman Çelebi, Besim Usta, Selahattin Uyar, Hüseyin Akduman, Ali Aykut ve Hasan Uzun, sendikanın para ve mal varlığı mahkemeden teslim alındıktan sonra, yeni döneme ait program ve hedefler tartışmaya açılınca, sınıfsal ve siyasi kimlikleri öne çıkmış uzun vadeli mücadele hattında ısrar eden kadrolar Rıdvan Budak ve Süleyman Çelebi ekibini büyük oranda rahatsız etmişlerdir. Bu ikili “truva atı” rollerine uygun biçimde hemen ve hızlı bir biçimde OLAĞANÜSTÜ KONGRE örgütleyerek, popülist ve demagojik söylemleri ve entrikaları ile; Besim Usta, Selahattin Uyar, Ali Aykut ve Hasan Uzun’u yönetimden tasfiye etmişlerdir. Ardından (1991-1994 arası) birkaç olağanüstü kongre daha yaparak ve tüzük değişiklikleri ile üyenin bütün demokratik haklarını, özellikle 12 Eylül cunta yasalarının dahi engellemediği seçilme hakkını Tüzük’le engelleyerek DİSK’in içinin boşaltılacağı tasfiye sürecinin önünü açarak işe koyuldular. Bu dönemin baş aktörleri Rıdvan Budak ve Süleyman Çelebi “Biz değiştik, DİSK’i devletle-toplumla barıştıracağız” söylemi ile, Tekstil Sendikası’nda 12 Eylül sonrasında oluşan bu süreçte DİSK’in mücadele tarihinin “sermaye’ye” dönüştürülmesi ve uzlaşmacı – teslimiyetçi ÇAĞDAŞ SENDİKACILIK” anlayışının bayrak edilmesiyle üst örgüt DİSK yönetimine gelişleri ve tasfiyenin hızlanarak sürmesi aleni bir biçimde sürdürülmüştür. 1993 ve 1994 örgütlenme, (üyelik çerçevesinde) yeni işçi kuşağıyla buluşma ve yeni kuşak üzerinde tasfiye ve ayıklama süreci; 1995 Grup toplu sözleşmeleri ve 45 günlük GREV bu süreç Tekstil tabanında bulunan öncü-devrimci-sosyalist işçileri Grev sonrası Adana, İstanbul ve Bursa’da işten attırarak tasfiye eden Rıdvan Budak ve Süleyman Çelebi sendika bünyesine “gerici-sivil faşist ve lümpen” üçlüsünden oluşan sendika yönetimleri oluşturarak DİSK bünyesinde çürüme ve kirlenme en üst boyuta çıkarılmıştır. 2821 sayılı sendikalar yasası ile güvence altına alınan işçi aidatlarının ücret bordolarından kesilmesi (cheekof sistemi) bu tasfiyeci ekip tarafından ranta dönüştürülerek yağma Hasan’ın böreği kullanılmaktadır. (2003 tarihi itibari ile 3 yıl profosyonel görev yapan bir şube başkanı 40 küsür milyar kıdem tazminatı alabilmektedir.) Bu tasfiyeci ekip DİSK’in tarihinden, ideolojisinden koparılması ile yetinmemiş, aynı zamanda; Rıza Kuas, Kemal Türkler vd. yöneticilerin ve işçilerin alınteriyle büyük emek ve bedelle inşa ettikleri Merter’deki Genel Merkez binasını satarak fiziki koşullara dahi tahammülleri olmamıştır. Bugün 79 yılında DİSK disiplin kurulundan MADEN-İŞ ile birlikte geçici ihraç edilen BANK-SEN’in Şişli’deki binasında zorunlu olarak DİSK Genel Merkezi’ni yerleştirdiler. DİSK’in kuruluş ilkeleriyle asla bağdaşmayan tutumlarını fütursuzca sürdüren bu tasfiyeci ekip; küçük-büyük sendika, paralı-parasız sendika kavramları üzerinden sunni tartışmalarla ve tanımlamalarla konfederasyon bünyesinde önemli kaoslar yaratmıştır. Süleyman Çelebi üstlendiği tasfiyeci truva atı rolünü o kadar çok benimsemiş ki, DİSK’e bağlı Genel-İş, Oleyis, Birleşik Metal-İş Genel kurullarında geçen dönem üstlendiği divan başkanlığında adeta bir militan gibi sınıf sendikacılığını savunan alternatif ekiplerin seçilmesini engellemek için bütün gücü ile entrika ve hilelerini uygulamakta tereddüt etmemiş, en son Birleşik Metal-İş Genel Kurulu’nda engellediği ekip ne var ki seçimleri kazandı ve bugün bu ekip DİSK umudunu tarihsel bağları ile Çelebi’ye rağmen sürdürmeye çalışmaktadır. Üye işçilerin işten atılması için protokol yapan Süleyman Çelebi, TÜSİAD – AKP iktidarı arasında süren kayıkçı dövüşünde “DİSK’i sokağa çıkaracağını, genel eylem yapacağını büyük bir cesaretle (!) ortaya koyabilmiştir. Tarih Çelebi’nin ünvanını doğru bir şekilde koymakta tereddüt etmeyecektir. DİSK’teki sınıf sendikacılığını tasfiye sürecine ilişkin bu genel örneklemelerden teslim alınan kurumsal yapı TEKSTİL SENDİKASI’na ve son yaşanan sürece ilişkin olaylara ve yok edilen geleneğe ve mücadele hattına bakalım. DİSK/TEKSTİL Sendikasında bütün tasfiye süreçlerine rağmen kontrol altına alınamayan Bursa Şubesi’ni işbaşındaki bu tasfiyeci ekip zapturapt altına almak amacıyla 2004 yılı başından itibaren bütün çürüme ve kirlenmişliğiyle üye işçileri kuşatma altına alarak tasfiyeciliğe karşı direnen son muhalefet hareketinin de çeşitli entrika ve demagojilerle şimdilik önünü kesmiştir. 1994’te 10 şube, 8 Bölge Temsilciliği var iken 2004’te 8 şube, 3 Bölge temsilciliği vardır. Bu erime iradi bir tercihle yaşanmıyor, tam tersine güven bunalımını en üst seviyede yaşayan işçiler bu ekip tarafından tasfiye ediliyor. Bugün sendikanın gerek genel merkez, gerekse de şube yöneticilerinin örgütsel bağları maaşları ve kişisel menfaatleri ile sınırlıdır. Bu gerçeği üye olan-olmayan tekstil işçileri çok iyi bilmektedirler. Bu yönetici kadro DİSK tarihinden beslenmemiş, asla mücadele ilkeleri ve amaçları ile buluşmamış, devrimci ve sosyalist işçileri harcamıştır. Literatüre göre de “gerici-sivil faşist-lümpen” kimliğe sahiptirler. Sınıfla, mücadeleyle, demokrasiyle, DİSK’le hiçbir bağı olmayan Türk-İş kadrolarını kıskandıracak konumdadırlar. Geldikleri görevlere; bütünlüklü olarak örgüt içi demokrasiyi çiğneyerek entrika, hile, baskı yöntemleri ile gelmişlerdir. Bugün mevcut aidat ödeyen üyelerin kesinlikle sendikalarına TEKSTİL’e güven duymamaktadırlar. İşte yaşanan böyle bir süreçte Bursa’da işçiler ekmeklerine ve sendikalarına sahip çıkmak amacıyla bir muhalefet hareketi örgütlediler. Bölgede tarihin hiçbir döneminde yaşanmayan kirlenmişlik, yalan, iftira, karalama, baskı ve tehditler işçiler üzerinde bu dönem yaşanmıştır. Bu dönemde Bursa Şubesi Coats Türkiye işçileri sendikanın yaptığı protokolle çıktı-girdi uygulamasına (yasadışı bir uygulama) tabi tutulmuş, ücretlerini %50-70 oranında kaybetmişlerdir. İşyerinde esnek üretim uygulamasından olan yedili grup çalışma düzenine geçilmiş, hamile kaldıkları için kadın işçiler kreş hakkını engellemek amacıyla işten atılmışlardır. BFTC işçileri yapılan sendika protokolleriyle ücretsiz izinlere çıktılar ve hala çıkıyorlar, işyerine yeni giren işçiler 6 ay sendika üyesi olamamaktalar (sendika deneme süresini fiilen altı aya çıkarmış), muhalif işçilerin işten atılması yönünde her türlü oyunun oynandığı, işçinin güvencesiz bir ortamda çalışmaya mahkum olduğu bir işyeri. Sönmez Filament sendikanın hiçbir biçimde sahiplenmediği ve sürekli işçi çıkış- ları ile en üst hak gaspının yaşandığı ve işten atılan işçilerin yargıda işe iade davalarını Süleyman Çelebi’nin yaptığı işverenle yaptığı özel protokollerle kaybettiği bir işyeri. Bölgede DİSK’in kökten reddedildiği TEKSTİL şubesi’nde; bu örnekleri çoğaltmak mümkün ancak konunun anlaşılması açısından bunların yeterli olduğunu düşünüyoruz. Bu koşullarda ortaya çıkan muhalefet hareketi Süleyman Çelebi’yi ve tasfiyeci ekibi ciddi olarak ürkütmüş ki, arkalarına işveren desteğini de alarak Rıdvan Budak’ı fiilen yardıma çağırarak bütün merkez yöneticileri, şube başkanları ile birlikte “DİSK”le asla anılamayacak bir şube kongresi yaşattılar. Kongrede muhalefetin etkisinin oluşmaması için, muhalif başkan adayı ve delegelerine söz hakkı tanımayan, Süleyman Çelebi ve Rıdvan Budak’ın özel talimatıyla görevlendirilen Divan Kurulu ve Başkanı Kazım Doğan Şube’ye üstün gayretleri ile gerici-sivil faşist-lümpen bir yönetimi oturttular. Ve 2007 Toplu sözleşmelerinin kapsamında işçi haklarını satmanıngasbetmenin zemini de hazırlanmış oldu. DİSK’in tarihsel köklerinden kopartıldığı, ideolojik hattının ortadan kaldırıldığı, devrimci kimliğinin inkar edildiği tasfiye operasyonu bu “truva atı” rölünü üstlenen bu ikili tarafından yürütülmüştür. 2007 yılı siyasi iktidarın yeniden şekilleneceği genel seçimlerin yapılacağı bir yıldır. Dün DİSK’i kendi kişisel menfaatleri için basamak olarak kullanan Rıdvan Budak şimdi yandaşı Çelebi’yi aynı şekilde milletvekilliğine taşımak için üstün katkıları ile çalışmakta ve ardından, muhtemelen yıl sonuna doğru TEKSTİL Genel Başkanlığını kendisi devralacak, daha sonra 2008 yılı başlarında muhtemelen DİSK Genel Kurulu Rıdvan Budak’a tekrar başkan adayı yolunu hazırlayacak. Bu ikili sendikaların sömürü sistemine karşı mücadele görevlerini ortaya koymaktan korkarlar. Bunların bakış açısı işçi sınıfını; kapitalist devlete, kapitalist sisteme entegre etme, uyumlaştırma bakış açısıdır ve kesinlikle reddedilmelidir. Bugün önümüzde duran görev; DİSK’i tarihi bağları, ideolojik hattı, amaç ve ilkeleri ile DEVRİMCİ kimliğiyle işçi sınıfının mücadele alanında yeniden üretmektir. İşyerleri örgütlenmesi temelinde yeniden sınıfı kendi zemininde ete-kemiğe büründürerek örgütlemenin yakıcı önemi tüm açlığıyla duruyor. Haydi kolay gelsin, iş bizim. Bursa’dan YDİ Çağrı okuru 2 Mayıs 2007 ✓ 19