İndir
Transkript
İndir
ÇUKUROVAS ANAT Sanat Hayatının 40. Yılında Garipkafkaslı Aylık Kültür Sanat Edebiyat Dergisi Yıl:1 Sayı:2 Şubat 2010 ÇukurovaSanat’tan... Merhaba; İkinci sayımızla tekrar karşınızdayız. Türk’ün töresindendir, düğünde toyda eşine dostuna okuntu gönderir. Bizim ilk sayımızı da siz öyle kabul edin. Okuntu gönderdik göndermesine de, işlemeleri pek içimize sinmedi. Dedik ki, bunların üzerine bizi anlatan, hasretlerimizi anlatan, sevdalarımızı, güzelliklerimizi, acılarımızı anlatan birer işleme koyalım. Ve düşündük... Bu işin üstadı, bu işin tartışmasız 40 yıllık piri Garipkafkaslı’yı bulalım ve ondan gözünün nuru, yüreğinin yangını desenlerini ödünç alalım. İyi ki de aramış ve bulmuşuz. Meğer Hoca 40 ncı sanat yılını kutlamanın hazırlıkları içerisindeymiş. Derler ya “Yörüğün göçü gide gide düzelir” diye, bizim göçün düzelmesi de ikinci sayıyı ve Garipkafkaslı Hocayla konuşmamızı beklermiş. Heyecanlandı Hoca, “Biz; Töre, Devlet, Hisar gibi dergiler çıkarken bir tesbihte dizili inciler gibiydik. Birbirimize bağlı ve sırt sırta. Sonra nasıl olduysa tesbihin ipi koptu ve inciler dağıldı. Toparlanmamız, yine bir ipe dizilmemiz gerek. Hadi bu işi Adana’dan başlatalım. O eski heyecanı, o eski birliği yeniden kuralım” dedi. Madem ki güzel şeyler yapmak için yola çıkmıştık. Madem ki, gayretimiz sahip olduğumuz değerleri ve güzellikleri tekrar yaşamak, unutanlara hatırlatmak, bilmeyenlere öğretmekti. Bundan güzel fırsat olur muydu? Ve gördüğünüz gibi bambaşka bir yüzle ve içerikle karşınızdayız. Umarız siz de bizim duyduğumuz heyecanı duyar ve başkalarının da aynı heyecanı tatmasına yardımcı olursunuz. Saygılarımızla... Abdullah Beyceoğlu ÇukurovaSanat Aylık Kültür Sanat Edebiyat Dergisi İmtiyaz Sahibi Abdullah BEYCEOĞLU Yazı İşleri Müdürü Ömer Faruk BEYCEOĞLU Yıl : 1 Sayı : 2 Şubat 2010 İÇİNDEKİLER 3 ÇukurovaSanat‘tan 6 Genel Koordinatör Selim ONAY A. Ali ARSLAN(Garipkafkaslı) Kimdir? Hukuk Danışmanı Av. Ahmet AHİOĞLU Garipkafkaslı ile Söyleşi Danışma Kurulu Yrd. Doç. Dr. Ahmet Ali ARSLAN(Garipkafkaslı) Prof. Dr. Mustafa ARGUNŞAH Prof. Dr. Erman ARTUN Doç. Dr. Şener DEMİREL Yrd. Doç. Dr. Türker EROĞLU Yrd. Doç. Dr. Şevkiye KAZAN Yayın Kurulu Öğr. Gör. Cengiz ATLAN Öğr. Gör. M. Ali NALBANT F. Kaya KUZUCU Ayşe TEKİN Feridun DALGINLI Yunus ERİK İsmail TİMUÇİN Ahmet EVSEN Emete GÖZÜGÜZELLİ M. Ali ARSLAN İletişim P.K 1077 Cemalpaşa/ADANA omerfarukbeyceoglu@hotmail.com cukurovasanatdergisi@hotmail.com 0 539 332 58 79 Baskı/Cilt Serdar OFSET Kapak Deseni: Heykeltraş Atanas KARAÇOBAN 8 13 Verdim Garipkafkaslı 14 Atanas KARAÇOBAN 15 Erdem AKBAŞ 16 İsmail SAKA 18 Dik Dur Garipkafkaslı 22 Ömriye ERKEK 23 Eşk Olsun Sedat YURTSEVEN 24 Prof. Dr. Nazım Hikmet POLAT 26 Dua Gülderen ASLAN 28 Resule Otoloğ BAYINDIR 30 Tunceli Güzellemesi Garipkafkaslı 32 Prof. Dr. Gürol BANGER 33 Garipkafkaslı Erhan KARGIN 34 Hatice YÖRÜK 35 Sanatla Haykıran Aşkın Kırk Yılı Yrd. Doç. Dr. İlham ENVEROĞLU 36 Elli Yıllık Dostun Kırkıncı Sanat Yılı Sırrı Yüksel CEBECİ 38 Kırk Yıl... Dile Kolay Doç. Dr. Alaybey KAROĞLU 40 Setter Han Ehliyük… Gorahmarug Gannan ! Hakkı MEZARARKALI 42 Gökhan TEMİZEL 43 Kırk Yıldan Seçtiklerimiz Abone Şartları: (Yıllık) Yurt İçi : 60 TL Yurt Dışı : 90 TL Posta Çeki: Ömer Faruk BEYCEOĞLU-6090548 Fiyatı: 5 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. ÇukurovaSanat Dergisi’nde yayımlanan yazılar izin alınmadan yayımlanamaz veya iktibas edilemez. Ahmet Ali ARSLAN (Garipkafkaslı) Kimdir? 27 Kasım 1947 de Kars’ın Arpaçay Kazasının Sosgert Köyünde doğdu. Liseyi Kars Alparslan Lisesinde bitirdi. Erzurum Atatürk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun oldu. Tokat Öğretmen Okulu, Trabzon’un Of Lisesi, Kars’ın Kağızman Kazasının Kötek Bucağında İngilizce Öğretmenliği yaptı. Atatürk Üniversitesine Okutman olarak girdi. Doktorasını İngiltere’de İskoçya ve İrlanda Halk Masallarıyla Kars bölgesinin masallarını mukayese ederek tamamladı. Azerbaycan’ın bağımsızlığı için merkezi Washington D.C. de olan Amerika’nın Sesi Radyosu (VOA) bünyesinde Azerbaycan Bölümünü kurdu. VOA de on yıl çalıştı. Türkiye’nin önde ge-len Gazetelerinin Washington temsilciliğini yaptı. Çok sevdiği öğretmenlik mesleğini devam ettirmek için, eşini ve çocuklarını tahsillerini tamamlamaları maksadıyla Amerika’da bırakarak doğduğu topraklara geri döndü. Halen Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği Bölümünde Öğretim Üyesi olarak çalışıyor. Aybike Selcen ve Murat Han isminde iki çocuğu vardır. İngiliz Dili ve Halk edebiyatı üzerinde yaptığı mukayeseli doktora çalışmasını tamamlamanın yanında,profesyonel gazetecilikle uluslar arası radyo yayıncılığı ve uluslar arası ilişkiler gibi değişik konularda gereken eğitimini Amerika’da tamamladı. Bu konularla ilgili gereken tatbikatı Amerika’daki ilgili müessese ve kuruluşlarda hayata geçirdi ve uzun müddet Amerika’da görev yaptı. Azerbaycan başta olmak üzere, diğer Türk Devlet ve Topluluklarıyla ilgili konularda bilimsel metotlarla araştırmalar yaptı. Bu araştırmaları Türkiye’de çeşitli araştırma dergilerinde yayınladı. Türk Dünyasıyla ilgili Uluslar arası Kurultay ve Konferanslara tebliğleriyle katıldı. Amerika’nın Sesi Radyosunun (VOA) bünyesinde “Azerbaycan Bölümü”nü kurdu. Bu bölümde kesintisiz olarak on yıl “Radyo program Yazarlığı”, Editörlük, Baş Muhabirlik, Yayıncılık ve Spikerlik yaptı. Uluslar arası kuruluşlarca sürdürülen geniş tabanlı araştırma, yayın, mukayeseli inceleme programlarında görev aldı. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlığı için konusu kapsamına giren mevzularda detaylı risk raporları hazırladı. Ankara DTCF de mukayeseli İngiliz-Türk Halk Edebiyatı üzerine, “Kuzey Doğu Anadolu (Kars) Ve Kuzey Britanya (İskoçya ve İrlanda) Halk Edebiyatlarında Masallar” başlıklı Doktorasını Tamamladı. “Mukayeseli İngiliz-Türk Çocuk Oyunlarında Tekerlemeler” konulu Yüksek Lisansını yaptı. Profesyonel Tecrübesi Eylül 2006- Devam ediyor Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngiliz Dili Öğretimi ABD Öğretim Üyesi Eylül 2005- Eylül 2006, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi Modern Diller Yüksek Okulu Öğretim Üyesi Aralık 2002 – Eylül 2005, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Aralık 2000 – Aralık 2002, Başbakanlık, Türk Dünyasından Sorumlu Devlet Bakanının Baş Danışmanı Mayıs 1999 – Aralık 2000, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Eylül 1998 – Mayıs 1999, Demir Şirketler Grubunun “Stratejik İlaç Bitkileri” Üzerine Genel Koordinatörlüğü Eylül 1997 – Eylül 1998, Kadıköy Doğuş Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi Mayıs 1997 – Eylül 1997, Fatih Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi. Ocak 1997 – Mayıs 1997, Gebze İleri Teknoloji Enstitüsü İngiliz Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi. Ocak 1996 – Ocak 1997, Boaz Wachtel’in başkanlığında yürütülen “Ortadoğu’da Barış için Türkiye’nin Suyu” Projesinde Baş Danışman Temmuz 1995 – Ocak 1996, Washington’da John Sears ve Joel Hoppensteen Şirketinde Türkiye ile Türk Devlet Mukayeseli İngiliz, Amerikan, Amerika Yerli Kızılderili ve Türk Halk Edebiyatları üzerine uzmanlığını Türkiye’de Konya Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngilizce Bölümünde sürdürmekle beraber, Sovyetlerin yıkılmasından sonra gün yüzü gören yeni Türk Devlet ve Topluluklarından Azerbaycan, Kırgızistan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve aynı zamanda Saha Eli (Yakutistan), Çuvaşistan, Tataristan, Başkurdistan, Tuva Eli, Hakas Eli, Altay Eli, Şor Eli ve Gagauz Yeri Muhtar Türk Cumhuriyetleriyle ilgili, Türkiye’nin konu ile ilgili politikalarını belirleyecek kurumlara, Üniversitelere, basın yayın organlarına, uluslar arası ticaretle uğraşan kuruluş ve müesseselere yirmi yıldan beri Amerika’da edindiği tecrübe ve deneyimlerinin ışığı altında, gazetecilik tecrübesi, geniş iş, politika çevreleriyle olan yakın ilişkilerini kullanarak araştırmaya dayanan detaylı risk raporları hazırlar. 6 ve Topluluklarında Yapılan yatırımlar için hazırlanan risk analizlerinden Sorumlu Baş Danışman. Temmuz 1993 – Temmuz, 1995 Tercüman Gazetesinin Amerika temsilciliği ve Baş Muhabirliği. Mart 1989 – Temmuz 1993, Türkiye Gazetesinin Amerika temsilciliği ve Baş Muhabirliği. Ocak 1980 – Mart 1989, “Voice of America” Amerika’nın Sesi Radyosunun Azerbaycan Bölümünde Radyo yazarlığı, Radyo Spikerliği ve Radyo Muhabirliği. Ağustos 1974 – Ocak 1980, Atatürk Üniversitesi Yabancı Diller Yüksek Okulu İngilizce Okutmanlığı. Eylül 1973 – Ağustos 1974, Trabzon / Of Lisesi İngilizce Öğretmenliği Mart 1971 – Eylül 1973, Tokat Öğretmen Okulu İngilizce Öğretmenliği 1995- Türk Devlet ve Toplukluları Kurultayı, İzmir. Tebliğle katıldı. 1994- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, İzmir. Tebliğle katıldı. 1993- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, Antalya. Tebliğle katıldı. 1993- ATAA, Amerika Türk Dernekleri Asamblesi Türk Dünyası Kurultayı New York. Kurultayın Organizatörü ve Başkanı. 1992- ATAA, Amerika Türk Dernekleri Asamblesi Türk Dünyası İkinci Kurultayı. Washington D.C. Kurultayın Organizatörü ve Başkanı. 1991- İkinci Büyük Azerbaycan Kurultayı, Baku. Tebliğle katıldı. 1990- Birinci Uluslar arası Azerbaycan Kurultayı, Kayseri. Tebliğle katıldı. 1980- Uluslar arası Türkoloji Konferansı, İstanbul. Tebliğle katıldı. 1977- Uluslar arası Folklor Konferansı, Ohrid,Yugoslavya. Tebliğle katıldı. Uluslararası Konferanslar ve Katkıları 2006- İstanbul Üniversitesi I. Cengizhan Kurultayı. Tebliğle katıldı. 2006- İlk Türkoloji Kurultayının Çağrılmasının 80.Yıl Bakû Kurultayı Tebliğle katıldı. 2006- Ege Üniversitesi I. Türk Dünyası Kültür Kurultayı. Tebliüle katıldı 2005- Manas Üniversitesi Türk Uygarlığı III. Konferansı, Tebliğle katıldı. 2002- Eles Batur Destanının 1250 Yıl Kurultayı, Yakutsk, Saha Eli(Sibirya). 2002 - Türk Dünyası Devlet ve Toplulukları Kurultayı, İstanbul. Tebliğle katıldı 2002- Gagauz Türklerinin OĞUZ Dergisinin Kuruluş Konferansı, Komrat,Gagauz Yeri 2001- Türk Şaman Kültürü Konferansı, Subaşkar, Çuvaşistan. Tebliğle katıldı. 2001- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, Samsun. Tebliğle katıldı. 1999- Türklerin Dünü, Bugünü, Yarını Konferansı, Kazan, Tataristan. Tebliğle katıldı. 1999- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, Denizli. Tebliğle katıldı. 1999- Manas Konferansı, Bişkek, Kırgızistan 1998- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, Bursa. Tebliğle katıldı. 1998- Kımız ve Kopuz Toplantısı, Almatı, Kazakistan 1997- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, İstanbul. Tebliğle katıldı. 1996- Türk Devlet ve Toplulukları Kurultayı, Ankara. Tebliğle katıldı. Yayınları 2004- Orta Asya’dan Amerika’ya Türk Kültürünün Göçü, Ataların İzi İle, Kızılderili-Türk. Kültür İlişkileri, Ankara, Berikan yayınları. 2004 - Advanced Translation Methods, From Englist Into Turkish- From Turkish-Into English, Ankara, Berikan Yayınları 2004 – Taş Kınası, Kars Ağzıyla Türkçe Şiirler, Ankara, 2000 – Kuzeydoğu Anadolu (Kars) Türk ve Kuzey Britanya Halk Edebiyatlarında Masallar, İkinci Cilt. Ankara. Atatürk Yüksek Kurumu Yayınları. 1999 – Kuzeydoğu Anadolu (Kars) Türk ve Kuzey Britanya Halk Edebiyatlarında Masallar, Birinci Cilt, Ankara. Atatürk Yüksek Kurumu yayınları. 1991 – Dar Geçit, Azerbaycan’ın Demokrasi Yolunda Çilesi,Ankara. Yeni Düşünce Yayınları 1982 – Washington D.C. de “Bilinmeyen Güzellikleriyle Ağrı Dağı” Kişisel Fotoğraf Sergisi 1971–1980 Ankara, Trabzon ve Erzurum’da 5 tane Çini Mürekkeple, “Anadolu’nun Dertleri” konulu kişisel resim sergisi. 1965–1980 Töre, Devlet, Ocak, Türk edebiyatı, Hisar, Defne, Köz, Burak, Türk Dünyası Araştırmaları ve Yeni Düşünce dergilerinde yayınlanan 100 den fazla araştırma ve Makaleleri. 7 Garipkafkaslı ile Söyleşi Ömer Faruk BEYCEOĞLU kazıyan kaynağı belli olmayan nağmeler, ezgiler ve inlemeler duyarım. Belki sizlere garip gelecek, bu sesler bana yetiyor. Beni, bana ait olan ve kendim için yaşadığım bu hayata bağlayan ve beni yorulmadan çalışmaya iten kaynağı belli olmayan bu seslerdir. Ben kendim için doğru olan ve beni kötülüklerden koruyup fırtınalı ve kasırgalı yılların arasından geçirip bu günlere kadar varmamı sağlayan bu gerçeği kabul etmişim. Bu durumuma başka dostlarımın inanması veya inanmaması beni pek ilgilendirmiyor ve rahatsız etmiyor. Ben içimde, kalbimde ve kulaklarımda çınlayan sese kulak veririm. Bazıları buna ön sezi diyor. ÇukurovaSanat:Okuyucularımıza hayata bakış tarzınızı kısaca açıklaya bilir misiniz? Size göre hayat denen olgu nedir? Garipkafkaslı:Bizler bir şeyin farkında değiliz, hayat tamamen beklemediğimiz rastlantılarla doludur.Benim hayatım bilinmezler, birbirini kesen ve sanki çıkmaz sokakların birbirinin içine girmesiyle oluşan çıkmaz dehlizlerle kaplıymış gibi algılanır ilk başta. Benim hayatım hakkında ve hayata bakış açımla ilgili olarak en çok aldananlar, benim anlattığım fıkralara çıplak gözle yaklaşıp, dinleyip, gülen ve birkaç dakika sonra beni de anlattığım fıkrayı ve onun içindeki ince kılıç ağzı keskinliğindeki nükteyi anlayamayan yakın dostlarım olmuşlardır. Beni anlamalarını istemediğim dostlarımı, bu gülmece ve fıkralarımla oyaladım yıllar boyu. Onlar benim ruh dünyamın ne kadar çılgın, ele avuca sığmaz ve ne kadar deli dolu olduğunu anlayamadılar. Benim onlara fırsat verdiğim kadarıyla, onlar beni anlamaya ve çözmeye çalıştılar. ÇukurovaSanat: Gizemli ve kendinize özgü bir hayat felsefeniz ve hayat tarzınız var. Ben duymamıştım ve hiçbir yerde okumamıştım. Lütfen, devam edin. Garipkafkaslı: - İnsan ömrü çok kısa. Kelebeğin ömrü bir gündür. Kelebeğin sahip olduğu bu bir günlük ömrü belki onun için “yüz” yıldır. Onun için, her şeye üzülüp hayatı zehir etmeğe değmez. Bu benim şahsi görüşüm. İnsanoğlu olarak bizim en çok yaşayabildiğimiz “yüz yılı” Tanrı’nın zaman cetveline vurduğumuzda, belki de, sabahleyin gül bahçemizde gördüğümüz çiğ damlasının bir gül yaprağının üzerinden kayıp düşmesi arasında geçen zamana denktir. Dağların yüksek doruklarına çıkıp, çadırımı kurup, uyku tulumumum içinden yıldızları seyrettiğim zaman. Bugünki halimle, kainatta yerimi tespit etmeğe çalışırdım. Sonunda yerimin bu alemde bir tek “hücre”den öteye geçemediğini görürdüm. Biz bu gök kubbenin altında ne isek, ana rahmine düşen tek bir “sperm” için de, anamızın rahmi bir “gök kubbe” kadar büyük bir “kainattır” diye düşünmeğe başladım. Acaba bu düşüncelerimi satırlara nasıl dökebilirim diye, yıllarımı verdim. Altmış yaşımı devirdikten sonra, bir gece yarısı sabaha yakın, kalemim “yaddaş defteri”mde gezinmeye başladı. Kelimeler doğru ve ahenkli bir şekilde oturuyordu kağıt üzerine: ÇukurovaSanat:Buna ne zaman karar verdiniz? arkadaşlarımın Üniversitede Garipkafkaslı:Dava öğrenciyken beni Erzurum’da bir dedikodu yüzünden, Mao’cu komunistlere özenip I. Yurdun Müdür Yardımcısının odasını boşaltarak orada “halk mahkemesine” çektikleri zaman. Oysa, ideal ve ideolojilerde dedikoduya yer yoktur. Beni “halk mahkemesine” çeken dava arkadaşlarımın ikisi hariç hepsi hayattadır. Bunu burada, ömrümün sonuna yaklaşırken sizlere ilk defa anlatıyorum. Tarihe geçsin istedim. O tarihten sonra, mevcut arkadaşlık ve sırdaşlığımızı korudum. Eğer ağzımdaki bu dilim, ülküdaşlarımın aleyhine tek bir kelime söylemiş olsa, onu dişlerimle kendi ağzımın içinde parçalar, yutarım. Hayatımın sadece bu kısmını benim olduğu ve bana ait olduğu için ve hayatımın akışını değiştiren bir yanlış hareket olduğu için anlattım size. Zaten bunun yanlış olduğunu onlar da anladılar ve böylesine saçma bir “halk mahkemesi” safsatasına bir daha teşebbüs etmediler. .............. Ana rahmim, Kâinatım. Yaşayacağım Hayatım. Evvelim Bu, Ahirim Bu, Bir damla ÇukurovaSanat:Hayatınıza sonra nasıl devam ettiniz, sizin için zor olmadı mı? Garipkafkaslı: Olmaz olur mu? Daha henüz 23-24 yaşında “kanı deli akan” bir delikanlı, kendi kararlarını kendi vermek mecburiyetinde kaldı. Hiç kimse bana hiçbir şey buyuramadı ve hiç kimseden emir alıp “Başüstüne..” demedim. Başına veya sonuna “Lütfen…” kelimesi eklenen ricaları canla başla yerine getirdim. Bazan ruhumun derinliklerinden gelen acı, kederli ve sızılı bir duyguyu zihnime 8 Su. Yok Kaygusu. Hayatıma Attım Adım, İçindedir Kol Kanadım. Geldi gökten, Ululardan O Uludan, Ulu bir ses. Geldi mahşer Ötesinden. O ünledi: Can dinledi: Bir helal lokma için gittim nasip dalıncak Ağzımdaki öz dilim, kılıç tek kesti meni, “Kılıç kesmezmiş kının” hikayeymiş, işittim, Öz benliğim özümde, özümü kesti menim. Boş imiş bu hayatın hem çıkışı, inişi Dar günümde başımı, pamukla kesti menim. Gücümü Günden aldım, açtım sırrımı aya, Ne eyledim ona men, bulutdan asdı meni. Ummazdım öz gözümden, eğri baksın özüme, Sonunda su yolunda eyledi “testi” meni. Kusarım avcuma kan, söylemem sırrım yada, Yetiş imdada oğul, Gariplik bastı meni. İşte böylesine temiz, böylesine yalnız ve güzel benim dünyam. Benim hayatım, bana ait kutsal alanımdır, mabedimdir. Oraya benim iznim olmadan hiç kimsenin ayaklarını çıkarmadan girip, kirletmesine izin vermedim. Beni tanıdığını iddia eden en yakın dava arkadaşlarım, dostlarım, Garipkafkaslı’nın sadece zahiri, kuru dış kabuğunu görmüşlerdir. Belki, bu duyguyu bana kırk yıldan fazla yaşadığım Dağcılık Sporu aşıladı. Hedefime bakarım, yolumu ve rotamı çizerim, doğru olduğuna inandığım yolda arkama bakmadan yürürüm. İnanmışsam, demek ki, güçlüyüm. Başıma gelen ve gelecek felaketlerden, önüme çıkacak aşılması zor vadilerden, çalılık ve dikenli yollardan, uçurumlardan, kurttan, ayıdan, çakaldan hiç kimseyi suçlamam. Hedefime doğru yürürken, önüme hangi engel çıkarsa çıksın, hükmüm ve nazım, sadece kendi gücüme ve manevi enerji kaynaklarıma geçer. Kendimi ölçer, biçer, tartarım ve bütün riski kendim alırım. Yakın dostlarımı, annemi, babamı, kardeşlerimi kendi derdimle, kederim veya problemimle üzmem. Bunlarla uğraşırken hastalanırım, yatarım, iyileşirim, ayağa kalkarım yine kendi gücümle. Dağlardan topladığım ilaç bitkilerimle, ilaç olan bitki köklerimle. Sonra yoluma yine devam ederim. Sararan, solan ve dostlarıma beni hüzünlü gösteren, sadece “ardıç ağacı”nın dış kabuğudur. Böyle söyleyeyim, belki beni anlarsınız. Garipkafkaslı “zor ceviz”dir, her karga onu yüzlerce metre yukarıdan taşın üzerine bıraksa bile, kıramaz ve şimdiye kadar kıramadı. “Başlangıcın Unutma Bu! Bir damla Su!” ............. ÇukurovaSanat: - Sizi dinlerken bile beni ter bastı… Bunları düşünmekten, çalışmaktan, yazmaktan, çizmekten hiç yorulmuyor musunuz? Garipkafkaslı: - Bunun daha arkası var…Herşeyden önce hayata dört elle sıkıca sarılmışım. Hayattan beni ilahi gücün dışında hiç kimse koparamaz, bu bir. İkincisi, hayata tutunmak için dayanıklı olmam gerektiğine inanıyorum. Benden başka, bana yardım edecek hiç kimsenin olmadığına inandım. İçimde esen fırtınayı 27 Kasım 2002 tarihinde, oğlum Murat Han’a , doğum günümde anlatmağa çalıştım: ÇukurovaSanat:- Gerçekten bizi şaşırttınız, hayatınızın bu yönlerini bilmiyorduk. Bu çizgileri atmanız için derin sebeplerinizin olduğunu anladık. Lütfen, “hayat” konusu üzerine konuşmanıza devam edin. Garipkafkaslı: - Hep merak etmişimdir… Kız olsun, erkek olsun, anadan doğarken neden hep cıyak-cıyak ağlarız? Gülerek doğan bir bebeğin varlığını tıp tarihi henüz kaydetmedi. Yoksa diyorum, doğarken bizden çıkan o tiz ses, bir ağlama değil de, bir çığlık, haykırış veya bir isyanın “insanca” açığa vurulması mıdır? Eğer bu bir haykırış, haber verme veya “Hey… Siz, oradakiler… İşte ben geldim! 9 demekse, o zaman hayatı, neden hep keder, acı veya karanlık dehlizlere sokup yorumlamak mecburiyetinde kalalım? Belki doğru, belki yanlış… Ağlayarak dünyaya geldik diye, ben ömür boyu keder içinde yaşayıp, ah-vah çekerek ağlamak mecburiyetinde olmadığımıza inanıyorum. boğuldu. Şerefli bir hayat parçasıyla orada tanıştım. On kilometre boyunca eve gelinceye kadar sevincimden ağladım ve Tanrıma şükrettim. İyi bir öğrenci olacağıma orada Tanrım’a söz verdim. Ve sözümde durdum. ÇukurovaSanat:-Üniversite yıllarınız nasıl geçti? Garipkafkaslı: Üniversite’de, kendime ait kişiliğim, kendime ait olan sevabım ve günahımla yaşadım. 1970 yılıydı. Aylardan Mart ve hava çok soğuktu. Edebiyat Fakültesine, aralarında Türkeş Beyin büyük kızı Umay Hanım, eşi Turgut Bey, Fikret Türkmen ve Ahmet Bican Ercilasun asistan olarak gelmişlerdi. Kendi aramızda nöbetleşerek onları “kommunist” saldırılarına karşı koruyorduk. Bir gün benim nöbetimde, hocaların girdiği kapının önünde dışarda bekliyordum. Ayakkabımın altı delikti ve ayağıma kar doluyordu. O an için görünürlerde kimse yoktu ve ayakkabımı çıkarmış, delik yeri içerden gazete parçasıyla kapatmağa çalışıyordum. Ben bununla meşgulken arkadan çok sevdiğim bu hocalardan biri bana yaklaştı, kendisini görmemiştim, birden irkildim “Ahmet Ali ne yapıyorsun?” dedi ama, ne yaptığımı o da görmüştü. Çok utandım. Ertesi ay, beni odasına çay içmeğe çağırdı. O yıllarda Türkçü Dergilerden Töre’ye desen çizmeğe de başlamıştım ama tek kuruş menfaatım olmadı ve aklıma bile getirmiyordum. Sonuna kadar para almadan çizdim. Töre’nin o zamanki sahibi Emine Işınsu Hanım da, İskender Öksüz de bugün hayattadır ve bu gerçeği biliyorlar. Belki de onun için beni çok seviyorlardı. Her neyse, hocanın çayını daha bitirmemiştim, bana bir zarf uzattı, ağzı açıktı. Açıp baktım. İçinde bir miktar para vardı. “Kendine yeni bir çift ayakkabı alırsın,” diyebildi. Yerimden dik kalktım. Zarfı masasının üstüne koyarken ona doğru eğildim ve boğulmakta olan bir insanın hıırıltılı sesiyle, “Ben dilenci değilim!” diyebildim. Sanki birileri benim o odada “ırzıma” geçmeğe teşebbüs ediyordu. Bu korkuyla kendimi odadan dışarı attım. Bir daha o odaya hiç gitmedim. Hocayı koridorda gördüğümde yolumu değiştirdim. Taa ki mezun oluncaya kadar. ÇukurovaSanat:-Hayatınızı zorluklar içinde kazandığınızı okumuştuk, ama bu kadar çetin olduğunu bilmiyorduk. Hayatta çok mu zorluk çektiniz? Garipkafkaslı: Aslında sizin “zorluk” dediğiniz, benim “göbek” adımdır. Hayatımda, çocukluğumdan başlamak kaydıyla, bugüne kadar şeref, haysiyet ve gururumdan taviz vermeden, tabiri caizse, bir “yılan” gibi yüz üstü sürünerek, kendi gücümle bu yere geldim. Kimseye zararım dokunmadı, kimseye boyun da eğmedim. Kimseye gönül koyup küsmedim. Benden daha zengin ve büyük imkanlara sahip olanlara ve bana zor günlerimde yardım etmeyenlere karşı “servet düşmanlığı” güdüp, kin tutmadım. Hükmüm sadece kendi gücüme geçti. Çalıştım, didindim. Akıttığım terden, sırtımda gömlekler çürüttüm. Liseden sonra, Üniversiteye girmeğe hak kazandığımı, Iğdır Devlet Üretme Çiftliğinde, pamuk tarlasında ayrık otunu ellerimle yolarken çiftlik müdüründen öğrendim. Üniversiteyi kazandığımda tarlada işçi olarak çalışıyordum. Tarlada 150 den fazla çapacı, ot temizleyen ve vasıfsız işçi vardı. Onlardan biri de bendim. Tarlada yaban otu yolmak ve çapa yapmak benim için bir meslek değildi. Çiftlik müdürü tarlanın başına geldi ve yüksek sesle, “Ahmet Ali Arslan…” diye bağırdı. Elimi havaya kaldırdım ve pikapa doğru koşmağa başladım. Bir yandan da kendi kendime “İşten çıkaracakları adamı buldular…Şimdi sırası mıydı?” diye düşünüyordum. Çiftlik binasına gidene kadar arabanın üzerinde yevmiyemi hesaplıyordum. Henüz ay tamam olmamıştı. 28 gün çalışmıştım ve 28 Liram vardı… Evet şaka değil, o güneşin altında 1964 yılında 8 saat ot yoluyordum. Günlüğü sadece bir liraya. Arabadan inince, müdür bana yaklaştı ve elini omuzuma vurarak, “Babanız biraz önce telefon etti. Üniversiteye girmeye hak kazanmışsın. Tebrik ederim. Çok sevindim. Gel içeri birer çay içelim bir taraftan da ne yapacağımızı konuşuruz” Dedi. Muhasebeciyi çağırdı, “Ahmet Ali’nin yevmiyesini 30 güne tamamla ve 30 günlük ilave bir ikramiye hazırla. Bugüne bugün, Üniversiteye göndereceğimiz “tecrübeli” bir işçimiz var,” yolunda şakayla karışık memnuniyetini ve mutluluğunu belirtti. Arabayla beni Aralık kazasındaki evimize gönderirken, ot yolmaktan yemyeşil olmuş kanlar içindeki ellerimi tuttu ve kanayan parmaklarımın ucundan öperken, “Kusura bakma Ahmet Ali… Hayat kolay değil. Ben de hayatımı senin gibi zorluklar çekerek kazandım. Üstelik ben yetimdim… Senin hiç olmazsa bir baban var” diyebildi ve gözyaşlarına ÇukurovaSanat: -Bir insanın fikri gelişmesi kolay olmasa gerek, ne dersiniz? Garipkafkaslı: - Elbette kolay değil. Bir gecede hiç adam olgunlaşır mı? Mümkün mü? Kabak bile altı ayda olgunlaşıyor. Burada insandan bahsediyor, insan ve yapısı hakkında konuşuyoruz. Bana kalırsa, insanı kamilliğe ve olgunluğa götüren yol çok eser okumaktan geçmektedir. Kendi ruhumu terbiye ederken, hiçbir zaman zengin olmak ve insanlara onunla hükmetmek gibi bir hırsım ve yanlışlığım olmadı. Zengin olup, hiçbir özelliği olmayan silik bir insan olmaktansa, onurumla kendime yetecek bir hayatı kendi kişiliğime daha uygun buldum ve yaşadım. İnanmadığım bir şeyi hiç yaşamadım. Her şeyin başının, hayata sıkıca 10 hiç rahatsız olmadım. Acılarımı, keder ve elemlerimi kucakladım, onlarla beraber olup, desenler çizdik, şiirler yazdık ve bozlaklar, ezgiler, yol havaları okuduk. O ağlattı, biz ağladık. Ne yaptıksa, beraber yaptık. “Şiir yazmam lazım… Acı çekeceğim. Bana acı lazım,” diyerek, elinizi kapının arasına sıkıştırın veya gidin arabayla elektrik direğine toslayın demiyorum. Ben ilahi acıdan bahsediyorum. Kendi şahsımdan örnek verecek olursam, acıların insanı kamilleştirdiğine, sakinleştirdiğine ve olgunlaştırdığına inanıyorum. Bu olguyu ben birebir yaşadım ve yaşıyorum. Şikayet etmedim ve etmeyeceğim. Acı çektiğimde, oturup zikr eder gibi, acıların asıl “sahibi”yle Türkçe konuşurum: bağlanmak olduğunu düşünüyorum. Kırk yıllık dağcılık hayatımda, Ağrı Dağında iki defa kaza geçirdim. Buzuldan hızla aşağı doğru kayarken, saniyeler içinde hayata sarılmak, bir yerlere tutunmak için kollarımı sağa sola nasıl attığımı hatırlıyorum. Kazadan sağ kurtulduktan sonra, kaza anında saniyeler içinde gösterdiğim gayret ve azmimi hayatımda hiç terk etmedim. Beni bugün yaşadığım bu basit, sade ve gösterişsiz hayata bağlı olmama sebep, belki de geçirdiğim o kaza anında hayatın ne kadar yaşanmağa değer olduğunu belleğime yerleştimem olmuştur. Ne kadar zor olursa olsun ben hayata hiç küsmedim, hayat da cömert davrandı bana sırt çevirmedi. Bu kadar yıl içerisinde hatalarım elbette olmuştur. Ama hatalarımdan dolayı sadece ve sadece kendimi mesul tuttum ve kendimi suçladım. Belki başkalarına göre yanlıştır, ama ben bir insanın kendi hatalarını sorgulayıp, bir yol bulup düzeltmesiyle onurlu, düzgün ve ahlaklı bir hayat yolunda yürüyebileceğine inanıyorum. Ben inandığımı yaşadım, yaşıyorum ve yaşayacağım. Acı çeker zihnim her dem, kışkırır onu bedenim Ne kadar yükseğe kalksam, o kadar çirkef görürem. Bana ihanet eden kim, aklım mı, yoksa bedenim? Zonklamak zorunda her dem, canımı bikeyf görürem. Acılarım yaratan Sen, bırak ona men sevinim, Kuş canımı Sana doğru, gerilmiş gergef görürem. Kara kan damdı bağrıma elden üzüldü ciyarım, Senden özge yok gümanım, günahım sef sef görürem. Neden düştü keder bana, hep acı açtı çiçeğim? Can pervane oda dönür, çalır kader def görürem. Dokuyorsun acılarım, ilmek ilmek, men ne deyim? Ver bereket payıma Sen, ufukta necef görürem. Kıldın yüreğimi ahir, dost elinde bir şuh neyem, Yetdi sesim Göktanrıma, ruhumu lif lif görürem… ÇukurovaSanat: - Acılarımızdan nasıl kurtuluruz? Sizce bir çaresi var mıdır? Garipkafkaslı: - Siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın, yer yüzünden acı denen olguyu kaldıramazsınız. Siz acıyı yok ederseniz, ressamlar, şairler, edibler, bütün bu yaratıcı insanlar ne yapar o zaman? Acı bütün bu saydığım mümtaz şahsiyetlerin ilham kaynağıdır. Acı, keder, gusse olmasaydı, Fuzuli ne yapardı o zaman? Biz Leyla ve Mecnun’a sahip olabilirmiydik? O zaman Su kasidesini kim yazacaktı? O zaman ne yapmamız lazım? Dünyadan kaçıp başka bir gezegene gitsek bile, acı denen şey, bizimle gelecektir. O beynimizde başlar ve yine orada biter. O zaman, acılarla beraber yaşamanın, onlardan faydalanmak ve ders almanın bir yolunu bulmamız lazım. Bana sorarsanız, kendi acılarımdan Çektiğim acıyı, bana çektirilen acıyı bunun dışında nasıl yumuşatabilir ve yaşanabilir bir hale getirebilirim, bana söyler misiniz? Acılarla beraber yaşamasını bilmemiz gerek demekle bunu kastediyorum. Tahammül… Dozu ne olursa olsun tahammül etmemiz gerek. Şanslı olanların 11 çektiği acının dozu ve miktarı çok fazladır ve onları çekenler Firdevsi, Fuzuli, Nesimi, Yesevi ve Mevlana oldular. Onlar nasıl olsa bir gün öleceklerdi. Bunu biliyorlardı. Biz onların sadece zahiri, yani dış kabuklarını gördük. Oysa onların hepsi, ilahi şişe geçirilmiş ve iç dünyaları nar gibi kızarmış, tabiri caizse, birer “ilahi şiş kebap” olarak bu fani dünyadan göçtüler. Onlar mutlu bir şekilde bu dünyadan göçtüler, asıl zorda olan bizleriz. Burnumuza kadar çirkefin, zibilin ve çöpün içinde yaşamak mecburiyetinde olan bizlerin haline acıyan insan bile bulmakta zorlanmaktayız. Hayatta olan annem, abim, kadeşlerim, kız kardeşlerim bu durumuma benden daha çok üzülürler. “Bir yardıma ihtiyacın var mı” diye hep arar sorarlar. Onlara teşekkür ederim. “Yapabileceğimiz bir şey var mı?” diye soran kız kardeşlerime “Elbette var, olmaz olur mu.Öldüğümde benim bu çaresiz bedenimi ılık göz yaşlarınızla yıkayın. Çok seviyorum ılık göz yaşını.”Sözlerimi bitirmeden telefonun diğer ucunda hıçkırık sesleri duyuyorum. Sonra oturup, karalıyorum yürek sözlerimi: Vaktimi tamam eyleyip Göktanrıya yol bulanda, Azrail sineme konup, canım elinde donanda, Kurtulmak çün son kirimden, teneşire koyulanda, Beş bacımın gözyaşıyla, ılık ılık yuyulanda, Vasiyetim budur sana, kırmızı hal ol ayamda, Beni canınla yaşattın, mahşere dek kal mayamda Taş kınası… Bu Garibin kabri üstde, destan destan okunarak Halça tekin dokunarak, koyulacak kitabemin Baş kınası… Evet… Acılar insanları olgunlaştırır. Eğer hayata sarılıp onu acılarla yaşamağa karar vermişseniz. İş orada tamamdır ve bitmiştir. Gerisi teferruattır. İki ayrı vücutta bir yürek gibi atan ve bana bir yürek kadar yakın, Tebriz’li Oğuz Türklerinden Üniversite yıllarında beraber okuduğumuz yakın bir arkadaşım var. Dostlar onu Ali Polat olarak bilirler. Onun çok sevdiğim bir sözü var, “Dünyada yaşamım boyunca öğrendiğim,mücadeleden kaçıp pes edenlerin kaybettiği, mücadele edenlerin kazandığıdır.” Hayat felsefem bu kelimelere gizlidir. ÇukurovaSanat: - Bu hayat felsefeniz içinde, sanatı nereye koyuyor veya yerleştiriyorsunuz? Garipkafkaslı: - Nasıl “Bal…bal” demekle ağız tatlı olmuyorsa, “Ben sanatçı oldum” demekle de sanatçı olunmuyor. Geçen kırk yıl içinde bu kelimeyi kendi şahsımı kastederek bir kere olsun kullanmadım. Belki başkaları söyledi ama benim dudaklarımın arasından bu kelime dökülmedi. “Peki ömrünü neden heder edip devamlı çiziyorsun ve yazıyorsun?” diyenler de yok değil. Başkası bunu an- 12 layamaz. Birebir yaşaması lazım. Ancak yaşayanlar bilir. Kendi iç dünyamla, beni “ben” yapan mayam arasında gidip gelen bir olgu bu. . Çizmek duygusu, düşünce, acı, keder, coşku, heyecan ve kaygılarımı çizmek. Beni mutlu ediyor çizmek ve yazmak. Ruhumda kabaran dalgalar sakinleşiyor o zaman. Bu sakinleme, ruhumu olduğu kadar, fiziki olarak vücudumu da dinlendiriyor. Gençken, zamanında imkanlarım olmadı. “Bunu öyle değil, bak böyle yap daha doğru olur” diyebilen bir hocam da olmadı. Hayatımda sadece bir defa, Kars Alparslan Lisesinde Besim Abacılar adlı bir Resim hocam oldu. Çizme kabiliyetimin olduğunu sadece o söylemiştir bana. Benim haberim olmadan, yıl boyu çizdiğim resimlerden iki tanesini Kars’ta Liselerarası resim yarışmasına sokmuştu. Çini Mürekkeple Desen ve Karakalem dallarında birinci olmuştum. Ödül törenleri o zamanki adıyla Kız Öğretmen Okulunda yapılmıştı. Üç yıl aynı çeketi giymiştim. Çeketim çok eskiydi. Utandım onunla “kızların” önüne çıkmaya. Gençlik duygusu işte. Benim yerime ödülleri sınıf arkadaşım Sedat Yurtseven almıştı. Acılarla yaşamayı, sadece kendime bakarak, kendi halime şükretmeyi ilk defa orada tattım. “Keşke bir çeketim olsaydı,” diye geçirdim içimden. Orada tattığım ilk acı, çok acı geldi bana. Çarem yoktu, ortada bir acı vardı ve o acı benim acımdı. Onunla beraber yaşamak mecburiyetinde olan bendim. ÇukurovaSanat:- Bu söylediklerinizden kurtulmanın bir yolu yok mu? Garipkafkaslı: - Bu herkese ve her kalıba uymasa da yine de bir çaresi var acısı olanlar için. İçinizde sakladığınız bir konuyu çizinceye kadar o sizindir. İki dudağınızın arasında sakladığınız söz gibi. O gizli duygularınızı kağıda, tuvale, mermer veya granite döküp, aktardığınız zaman artık o sizin değil, o yaşadığınız toplumun malı olur aniden. O andan itibaren siz, kendi çizdiğiniz desen veya resmin kölesi olursunuz. O sizin sahibiniz, efendiniz olur. Nereye çekerse oraya gitmeğe mecbur olursunuz. Ben buna böyle inanıyorum. “Eğer bana sahip çıkan olsaydı, elimden bir tutanım olsaydı, acaba bugün kim bilir nerelerde olur ve neler üretmezdim ki? Bu düşünce yüreğimin başında asılı bir ustura gibi sağa-sola sallanır bir sarkaç gibi. Bazan dokunur yüreğime ve canım çok yanar. Sonra kendi kendime teskinlik verir ve “hadi üzülme, imkanları olmadığı için, elinden tutanı olmadığı için, toprak olmuş kabiliyet ve yetenek bir tek sen değilsin” der cesaretimi toplamağa çalışırım. Benim hayatım, öyle yaşanası kolay olan bir hayat değil. Ama, birisinin onu yaşaması lazım… ÇukurovaSanat:Sorularımıza verdiğiniz samimi cevaplardan, açık yürekliliğinizden, çizgileriniz kadar sağlam ve net duruşunuzdan, gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederiz. Garipkafkaslı Var imiş bir Yetim Kartal Kelepçeleri dilinde, Yaşar imiş Kars Elinde Verdim Destanlarım, Türkülerim, Ülküm menim, Dokuyarak İlmek, ilmek Ben onları, Dile verdim… Temren kılıp Bakışlarım, Ok eyleyip Gerdim yaya, Yüzümü dönüp Kuday’a Hayat atlı, Men piyada, Tığ eyledim Yıllarımı, Ömrümü savurdum Göğe, Elim üçün Yele verdim… Öz meylimi Dene verdim… Girdim suya Oldum köprü Milletime, Vardı canım, Sele verdim… Bağrımda Büyüttüm gülü Şair Vatan’ın Bülbülü, Anlatsın deyi Dünü Ak Gülü Bülbüle verdim… 01. 01. 2010 Konya 13 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Atanas KARAÇOBAN* Garipkafkaslı kimdir? Bu soruyu kendime sık sık sorup duruyorum. Onun sıra dışı, özgün ve çok yönlü oluşunu kayıtsız şartsız hissettim ve buna inandım. Bunun güzel örneklerinden birkaçı da onun şiirleri ve grafik çalışmalarıdır. Eserlerine enerjisiyle can veriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, bunu başarmak çok zordur. Bütün bunların yanı sıra ele aldığı her konuda yüksek ustalığı ortadadır. Onun kadar çok yönlü yeteneğe sahip olmadığımdan yalnızca benim uzmanlık alanıma giren, yüreğimde hissettiğim konulardan, bana yakın olan kabiliyet ve becerilerinden söz edebilirim. O, desen dediğimiz grafiğin inceliklerini hissedebilen, kırk yıllık çalışmalarının ürünü olarak edindiği kendine has tarzıyla çini mürekkep tekniğinde ustalığa ulaşmıştır. Onun desenlerinde, üç yüz altmış derece kendi etrafında dönebilen bir bileğin tarama uç ve çini mürekkeple çizmiş olduğu geniş ufuklu, engin bir hayatın izlerini gördüm. Onun tarzı, gösterdiği kıvraklık ve çeşitli oluşuyla tanınır. Deseninin altına imza atması gerekmez. önündeki sınırlar ve engeller yok oluyor. Bunu ben bizzat yaşadım ve şahit oldum. Bazen ağlarcasına milletinin acı ile mutluluklarının selini ve vatanı uğrunda durup dinmeyen sevgisini yüreğinde taşıyor. Hakkında ne kadar konuşsam, yazsam yine de sürekli bir eksiklik hissediyorum kendimde. Onun hakkında bir şeyler yazabilmek için onun kadar güçlü olmak gerekir diye düşünüyorum. Garipkafkaslı’yı düşünürken, onun derin ve zor bir dünyaya sahip, aynen okyanuslardaki aysbergler gibi, kökü yerin altında saklı, kocaman bir kaya olduğunu anlıyorum. Böyle insanlar bu dünyadan göçüp giderken, efsanelere ve destanlara dönüşür. Fakat hayatta onlar mütevazı, meyve veren elma ağacı gibi başları devamlı önlerine eğik olarak yürüyen ve olağanüstü çalışkan insanlardır. Garipkafkaslı hakkında konuşurken ve yazarken duygularım sel olup taşıyor. Düşüncelerimi toparlayamıyorum. Kulaklarımda coşkun bir Beethoven müziği çınlıyor. Şiirlerinde olduğu gibi, desenlerinde de duygu ve düşüncelerini çizgilere döken nadir bir insan olarak tanıdım onu. Bana kalırsa, Garipkafkaslı, Türk milletinin açıkta kalmış bir sinir ucudur. Çok hassas bir sinir ucu. Vatan denince, onda gördüğüm fedakarlığın Garipkafkaslı, kaderimin beni bu kadar yakından tanıştırdığı ikinci büyük insandır. Tanıdığım, hayatıma şekil veren ilk büyük insan, benim öz babam Dmitriy Karaçoban’dı. * Gazi Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi, Heykeltraş 14 Erdem AKBAŞ* Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı - Neden devamlı yere düşüyorum, Hocam? Dedim. - Toparlanıp yeniden ayağa kalkmak için, yavrum, dedi Bizim çenemizin altına çuvaldızı koyup kafamızı dik tutmamızı sağlayan, eğdirmeyen; vatan nedir, bayrak nedir bize öğreten, Türk Dünyasını bize anlata anlata bitiremeyen ve bizim dinlemekten hiç sıkılmadığımız çok değerli bir kişi olan sayın Garipkafkaslı’yı yani Ahmet Ali ARSLAN’ı anlatmak icin bu kelimelerin yetmeyeceğinden ve onunla aynı havayı teneffüs edenlerin ne demek istediğimi anlayacaklarından eminim.. Yıl 2005… Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi İngilizce Öğretmenliği bölümünde 3. sınıfta okurken, herkesin korkuyla karışık bahsettiği o İngilizce-Türkçe Çeviri dersini alma vakti gelmişti. Herkesin konuştuğu dersimizi verecek kişiydi ve bütün merakımızla sıramızda otururken, o güne kadar bölümde görmemiş olduğum ve hayatım boyunca unutamayacağım o günlerin mimarı kapıdan içeri girmişti. Sağlam ve sık adımlarla masaya yürüyüp elindekilerini koyduktan sonra tahtaya yönelmişti. ‘Yrd. Doç.Dr. Ahmet Ali Arslan’ oldu ilk yazdığı bu sayede öğrenebilmiştim adını kaleminden.. Sonra hayatımda ilk kez bir üniversite hocamın telefon numarası ve elektronik posta adresini gördüm tahtada.. İlginçti ama şimdi anlıyorum o telefon numarasının yazılış amacını.. Aslında o sert ve kızgın görünüşünün altında yatıyordu kapısının herkese her daim açık olduğu. Çok zorlandık o günlerde. Devamında, Araştırma Becerileri, Şiir İnceleme ve Drama derslerinde bizi sadece eğitmedi aynı zamanda da öğretmen olunca bizi bekleyen zorluklara da hazırladı. Bunu ders içerikleriyle bütünleştirmesi ve bize sunmuş olmasını hala çözebilmiş değilim. Yıllarını bu yolda harcamış biri olarakta bu deneyime sahip olması aslında şaşılacak bir durum olmasa gerek. Arkadaşlar arasında Ahmet Ali hoca bize zulmediyor diye konuşmalar geçse de, bizim en mutlu günlerimizden biri olan sunucusu olduğum Mezuniyet Törenimizde mikrofonu ona teslim ettiğimde yaptığı ilk iş ailelerimize “Evlatlarınızın bize zulmediyor dediği Ahmet Ali benim. Atolyeme getirip bıraktığınızda onlar birer yontulmamış ceviz kütüğüydü. Siz gittikten sonra onların dallarını, budaklarını kestim.Size cızırtılar gelmeğe başladı,”Ahmet Ali hoca bize zulmediyor,” diye. Ama siz benden bir sandalye istemiştiniz.Ben o kütükten bir taht yaptım Devletim otursun diye” kendini tanıtmıştı. Salonu *York Üniversitesi Doktora Öğrencisi 15 alkış tufanı aldı. O alkışın yankıları hala kulaklarımızda.. Hedeflerimizi büyütmemiz için bize hep telkinlerde bulunup gözlerimizi açmamıza yardım eden bu değerli ve unutulmaz hocamızı her zaman için saygıyla anacağımı bilmesini istiyorum. Onunla geçirdiğimiz ve belleğimizde çok taze anılar halinde yer alan günlerimiz de oldu; bize hiçbir harcama yaptırmadan götürmüş olduğu pikniklerde sabahın ışıklarıyla mangalda sucuk ve mantarları, tecrübelerini ve yaşamın içinden anlattığı hikayelerini, bize özel hazırladığı Afgan soslu tavukları, tavla oynamamızı, Urfalı arkadaşımızın yaptığı çiğköfteyi ağzımızdan ateşler çıkararak yediğimizi ve daha nicelerini unutmak imkansız.. Aslında biz dersler dışında da onu çok yakından tanıma fırsatını bulduk. İyiki böyle bir fırsatı yakalayabilmişiz. Bir eğitmen olarak ne kadar başarılı ise aynı başarıyı sanat hayatında da en muntazam şekilde gösterdiğini kabul etmeliyim. Eliyle hayat verdiği kara kalem çalışmaları da dizelerinde hayat bulan çok etkileyici sözleri gibi fikir ve görüşlerini topluma yansıtmaya çalıştığı bir araç olmakla beraber birçok kişi tarafından model alınmasının en büyük nedenidir. Kederi, acıyı, sevinci, ve yaşamın gerçeklerini yansıttığı karelerinden ve dizelerinden etkilenmemek mümkün değildir. Garipkafkaslı’nın yazdığı dizeleri en anlamlı yerlerde ister öğrencilerine isterse konuştuğu kişilere okumakta sınır tanımamasını borçlu olduğumuz hafızasında ve kalbinde önemli bir yere sahip olduğumu bilerek onu bir nebze de olsa sizlere tanıtmak benim için bir şereftir. Birçok arkadaşımın olduğu gibi benim de örnek aldığım ender insanlardan biri olan sayın Ahmet Ali Arslan’ ın bulunduğu ortamlardan izlerini bırakarak ayrılması, insanların onun derin ve felsefik bilgilerinden yararlanarak samimiyetle “Buradan Ahmet Ali Arslan geçti” diyebilmelerine neden olmaktadır. Bir kere daha dünyaya gelsem tanımak istediğim kişilerin başında gelen Garipkafkaslı’ya, bugüne kadar şahsıma kazandırdığı deneyimler ve bilgiler için ne kadar minnet duyduğumu, ayrıca hala başım sıkıştığında arayabileceğim ve yardım etmekte sınır tanımayacak bir insanı tanıdığım için çok mutlu olduğumu belirtmek istiyorum. Kısacası, Ahmet Ali Arslan, benim için sadece hayatıma yön veren bir eğitmen değil yeri geldiğinde babam gibi nasihatini esirgemeyen, aynı zamanda büyük bir sanatçı ve vatansever olarak ülkemin güzel topraklarında hayat bulmuş önemli bir şahsiyettir. Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı İsmail SAKA* Size hayatımda değer verdiğim sayılı kişiler listesinde ilk sıralarda yer alan saygıdeğer hocam Ahmet Ali Arslan’dan bahsetmek istiyorum. Başka deyimle “GARİPKAFKASLI”… Biz de onu her zaman bu adla “Garipkafkaslı” olarak bildik ve hayatımızın sonuna kadar öyle tanıyacağız. Çünkü “Garipkafkaslı” olmayı sonuna kadar hak ediyor. Ne demek istediğimi onun eşsiz desenlerine bakınca çok daha iyi anlarsınız. Doğduğu köy olan Kars’ın Arpaçay Kazası’nın Sosgert Köyü’nü anlatan desenine baktığınızda, Anadolu halkının birlik ve beraberliğini ve onların ne zor şartlar altında çalıştığını görebilirsiniz. Onun desenlerinde, Türk Dünyası’nın genel profili ile Avrupa ve Amerika’nın insan tiplemelerini karşılaştırma imkanı bulursunuz. Böylece Türk insanının sosyal ve ahlâk yapısının, Avrupalı ve Amerikalı insanlardan ne kadar farklı ve aslından kopmamış olduğunu anlarsınız. Onun desenlerinde Anadolu’yu, Kıbrıs’ı, Kırım’ı, Azerbaycan’ı, Sibirya’yı, Yakutistan’ı, Afganistan’ı, Özbekistan’ı Kazakistan’ı, Kırgızistan’ı ve daha bir çok Türk Diyarını tanıma imkanı bulursunuz. Malesef bir çok Türk’ün bu yerlerin varlığından bile haberi yok. Belki biz de önceleri çok iyi bilmiyorduk bu diyarları; ama “Garipkafkaslı” ile tanışmamızdan sonra Türk benliğimizin bilincine vardık ve oralardaki kardeşlerimize daha sıcak bakmaya başladık. Onu sadece desenlerindeki ustalığıyla sınırlandırmak haksızlık olur. “Garipkafkaslı” nın Türk diyarlarına olan aşkını onun mükemmel şiirlerinden ve Türklerin tarihine ışık tutan eşsiz kitaplarından da anlayabilirsiniz.“GaripKafkaslı” yı tanıyıncaya kadar Kızılderililerin ve Şamanizm’in Türk kültürü ile olan ilişkisini hiç duymamıştım. Onun sayesinde Kızılderililerin de aslında Orta Asya’dan Amerika’ya Türk kültürünü taşıdıklarını ve asıllarının Türk olduğunu öğrenmiş oldum.Şamanizm’in de Türk tarihindeki yerini Hacettepe Üniversitesi’nde verdiği bir konferansta daha iyi anlamış *Hakkari Üniversitesi İngilizce Okutmanı 16 oldum. Özellikle orada çalınan Şamanlara ait bir müzik, beni ve arkadaşlarımı çok derinden etkilemişti. O müzik hala kulaklarımda çınlıyor. Daha önce hiç duymadığım “Nogayel” ve “Türkistan Türküsü-Seni Nasıl Unutayım” gibi insanda derin izler bırakan ender şarkıları da “Garipkafkaslı” sayesinde tanıdım. “Garipkafkaslı” nın ilk Bişkek şiirlerini de gözden ırak tutmak doğru olmaz diye düşünüyorum. “Garipkafkaslı”nın Tanrı Dağları’na olan aşkını anlatan ve beni çok etkileyen “Tanrı Dağına Kar Yağıyor Bu Gece” adlı şiirini de her Türk’ün okuması gerekir. Tanrı Dağlarının Eteğinden, Kut almışlar Meclisinden, Davet çıktı Bu Garib’e Gizlice, Tanrı Dağına Kar yağıyor Bu gece... Kendi soyadımın “Saka”oluşu da önceleri pek anlamlı gelmiyordu ya da bunun bilincinde değildim; fakat “Garipkafkaslı”yı tanımam sahip olduğum soyadın ne kadar anlamlı olduğunu fark etmemi sağladı. Değerli hocamın bana söylediği altın değerindeki şu sözleri asla unutamam: “Hep Türk gibi yaşa. Öldüğünde de adam gibi, adına, Saka Türklerine yaraşır şekilde... Türk gibi öl. Göktanrı’nın yarattığı bu güzelim topraklarda yaşayan İsmail Saka’ya da ancak bu yakışır. Sür atını... Nerede bir Türk varsa oraya... Unutma, okunu bulutlara nişan alan, mutlaka ağacın başına nişan alanlardan daha yüksekleri vurur. Tanrım...Saka’nın da neslinin dahil olduğu bizleri, tek bir heceden TÜRK olarak yarattın. Bir tek hece, binlerce yıldır Dünyaya düzen verdi, düşmanına hayatı zehir etti, dize getirdi. Gün geldi 300 çadırdan ibaret olan YÖRÜK varlığımızı “Altı Hece” olarak Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı şekle sokup, Os-Man-Lı Dev-Le-Ti, adında bir devlet olarak yeniden yarattın. Ve biz Dünyanın üçte birine 600 yıl hükmettik, adaletle yönettik ve düzen verdik. Her heceye 100 yıl, bahşettiğin nasibine bereket... Sağ ol Tanrım.” Bu değerli sözleri asla unutmadım ve aklıma mıh gibi kazıdım. “Garipkafkaslı”nın öğrencisi olmak büyük bir şereftir benim için. Hocamızın bu güzel sözleri, verdiği bilgiler ve hayat tecrübeleri, bizlerin Türklük şuuruna kavuşmamızı sağladı. Ondan aldığım bayrağı, görev yaptığım yerlerde öğrencilerime ulaştırmaya çalışacağım. Daha nice “Ahmet Ali”ler yetiştirebilmek adına…“Garipkafkaslı”, hayatımda derin iz bırakan nadir insanlardan biridir. Çünkü O, hayata bakış açımı değiştirdi; adeta uyuduğum uykudan uyandırdı beni. “Garipkafkaslı” bir çok farklı özelliğe sahiptir. O hem şair, hem ressam, hem dağcı, hem de yazardır. Onu hep duygu dolu, coşkun haliyle ve her kula nasip olmayan yönüyle hatırlayacağız. Onu tanıma fırsatı verdiği için Rabbime şükrediyorum. “Garipkafkaslı” gibi değerli insanların varlığı, Türk Dünyası’nın devamı ve bekası için her zaman umudumuz olacaktır. Onunla ilgili anlatılacak daha çok şey var; ama dilim bu kadar döndü, ancak bu kadarını anlatabildim. Bir “Saka Türkü” olarak geldiğim yeri çok iyi biliyorum. Tarihime yakışır bir şekilde ve “Garipkafkaslı” ya layık bir öğrenci olarak yaşamak ve bu şekilde ölmek tek gayem ve tek umudumdur. 17 DİK DUR Dik dur, Menim ruhum, Öz gururum. Eğilme sen, Emir budur, Sakın eğme Sen öz başın, Yoksa benim, Sonum olur, Dik dur… Garipkafkaslı Beni bende Erittiler, Beni bende, Ben ettiler, Dik dur! Gök Tanrının Gök kubbesi, Benim yurdum. Nerede ben, Buldum yurdum, Yurdum kurdum, Millet oldum, Yudum, yudum. Bu dünyaya Gelimim var, Bu dünyadan Gedimim var Cihan sana, Olmasın dar, Dik dur. Ne başlara Baş eğdirdim, Ne başları, Yere serdim, Ne hanların Başın aldım, Taçlarını, Yere çaldım, Dik dur, Ey budunum… Senin için, Sana göre, Dünya kurdum, Atsam adım, Yer kudurur. 18 Dik dur, Eğme başın, Yoksa benim Sonum olur, Ne Budistim, Savaştan men, Üz çevirem, Ne haçperest, Bir üzüme Tükürene, O bir üzüm, Men baç verem, Dik dur, Soyum, Dik dur Sopum Kıran olsa, Sen kırıl düş, Ver yoksula Sen aşını, Sen bir dağ ol, Dağa dönder, Sen yüreğin, Öz başını. Su bulanır, Tez durulur, Sakın eğme Dik başını, Yoksa benim, Sonum olur. Sen, UIu Türk, Sen, soyumun Has mayası, Al ezbere, Sen eyi bil, Boş sözleri, Aklından sil, Senin yurdun, Bil, senindir, Yolgeçene, Han değildir. Diktir senin, Diktir menim, Bel kemiğim, Bunu sana, Bunu bana, Verdi menim, Öz menliğim, 19 Dik dur, Elim, Dik dur Arkam, Kural budur, Yoksa benim Sonum olur. Senden izin Alamadan, Ayağını Yalamadan, Köpek bile Havlayamaz Türk Elinde Bir doyumluk, Yal almadan, Dik dur, Yoksa benim Sonum olur. Bu vatanı, Toprak olan Öz canımla, Bu toprakta, Men gurmuşam, Kaygısına Men galmışam, Yarasıyla Kavrulanda, Acısıyla, Uyananda, “Su!” diyerek, İnleyerek, O yananda, Kanım ile Suvarmışam, Dik dur, Menim bayrağımsan, Dökme kaşın, Eğme başın, Olsa derdin, Ağrın alım, Kaygısına Goy men galım, Sen bayrağım, Hem bu günüm, Hem sabahım. 20 Sen menim Gözüme bak, Gözlerimden, Özüme bak, Gir içime, Oku beni, Öz aklına Doku beni Ben giderim, Biz göçeriz, Boş yerimiz Doldurulur, Eğme başın, Dik dur, Hanım! Yoksa benim, Sonum olur. Yırt tan yerin, Al renginle, Şafak eyle, Alnımızı, Sen pak eyle, Yolumuzu, Sen ak eyle, Eğme başın, Ey bayrağım, Ey şafağım, Hür dalgalan, Yoksa oda Yanar vatan. Hem elimin, Hem belimin, Hem dilimin, Sonu olur. Dik dur, Ruhum, Sen gururum, Tek Sen Dik Dur, Sen Olmazsan, Hepimizin, Sonu Olur Dik Dur! 14. Nisan.2007 21 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Ömriye ERKEK* Bizler romantik bir hayalin ürünleri değildik, bizler bozkıra binlerce başak vermek üzere atılan “kırmızı-beyaz” buğday tohumlarıydık. Bizler farklıydık. Kulaktan dolma bilgilerde değil, kirletilmiş kitapların satırlarında arasında değil , biz öz benliğimizi bir metrekarelik kürsüye inen dev yumruklarda gördük. Destanımızı öz vatanın sarp dağlarında yalnız gezen bir “Dağ Aslan” ı olan hocamızın kürsüsünden yükselen kükremesinde duyduk. Mensup olduğumuz Türk soyunun kuvvetini, kollarını kocamanca germiş, yaşadığı gibi inanan değil, inandığı gibi yaşayan Garipkafkaslı’nın şahsında gördük. Biz yürüyen bir ışık demeti olmayı ondan öğrendik. Bir ışık nasıl anlatılır, nasıl tasvir edilebilir, bir sayfa onu anlatmaya nasıl yeter, ya da bir cümle. Yoksa tek bir kelime mi anlatır onu, ya da sert bir bakış… Bir ışık, umut veren, ilham veren, yaşama dair bir yol çizen veya çizdirten bir ışık düşünün. Kendinizi bile göremediğiniz karanlık bir tünelin sonunda, işte o ışığa, yol gösteren ışığa ışık katmak, onu gelecek Türk gençlerine yetecek kadar artırmak, mayayı taze ve sağlam tutmak için, dağları benim Akşehir’imin dağlarına, yeşili benim ovalarımın yeşiline benzemeyen İngiltere’nin ruhuma yabancı olan yollarındayım. Yüreğimde hasret, gözüm hedefe kilitlenmiş, kanatları yakılmış bir Zümrüt Kuşu misali, Garipkafkaslı’nın gösterdiği hedefe doğru yüz üstü sürünmekteyim, dizlerim kan içinde… Onun sınıfta bir Türk dervişi gibi inleyerek bize fısıldadığı sözler, hala kulaklarımda küpe gibi sallanıyor. “Bir kuş da bir dağın doruğuna varır, bir yılan da. Biri uça uça varır, biri yüz üstü sürüne sürüne. Ben bu doruğa varmak için yüz üstü sürüne sürüne, kırk gömlek deri değiştirdikten sonra varabildim. Onun için ben, toprak kokarım, yurt kokarım ve herkesten daha çok vatan kokarım, çocuklar.” Bu, hocam Garipkafkaslı’nın sınıfta bize özetlediği hayat hikayesiydi. Şahsen beni, iliklerime kadar sarsan, beni ben eden manalı sözlerdi. Kürsüsünden bizlere kükremesini hatırlıyorum; “Kalkın, ilmi rehber olarak alıp yürüyün, parlayın, şavkınız aydınlatsın yurdumun dört köşesini. Basın omuzlarıma * Notthingam Üniversitesi Yüksek Lisans Öğrencisi / İngiltere 22 yükselin, gücünüz kesilirse koyun ayağınızı başımın üstüne, uzanın tutun yıldızları kulağından, alın aşağı. Parlasın Türk’ün kaderi yıldız tozuna bulanmış ellerinizde.” Gerçek bu değil miydi? Tehlikesiz yaşamak isteyenler adlarını değiştirdiler. Etrafımızı saran dünya tehlikelerle doluydu. Yarınına nişan almış küçücük bir okçuyken, okumun ucundan tutup hedefimi bulutlara yöneltti. “Bulutlara nişan al, ağacın başına nişan alandan daha yüksekleri vurursun,” dedi. Kısa ve öz. Geriye bakan gözlerime mil çekti…”Şimdi”, dedi “İleri… Daha da ileri bakmak zamanıdır.” Küçük, değersiz, manasız ne varsa beynimde, derleyip toparladı ve çöp tenekesine attı hayatımın. Kendime geldiğimde, sadece hedefi gördüm tünelin sonunda. İşte bu sefer yine Garipkafkaslı oradaydı, tünelin diğer ucunda. Her yer karanlık olsa da artık korkmuyordum. Hedefimi görüyordum. Tünel uzundu, ama diğer ucunda ışığı görüyordum. Kendini yasamak varken kimse bir başkası olamaz. Gelecekte bir Garipkafkaslı olamam belki ama tünelin sonunda görünen ışığıma mutlaka varacağım. Garipkafkaslı’nın “izden çıkma… izi takip et” sözüne kulak verip, ben, “ben” olacağım, Akşehir’li Ömriye. O ışığa varmak için çıktım bu çileli yola. İllaki sığınmak ister insan bir yere hele ayrıysanız vatandan. Garipseniz, yorgun düşersiniz bir yerlerde. İşte o zaman bir ağaç gölgesi ararsınız, bir sığınacak mekan arar bunalan insan. Kızgın güneşin altında kavrulduğum bu çölde, Garipkafkaslı bir vaha oldu bana. O, kocaman bir çınardır Konya Ovası’da…Gölgesinde dinlendim çoğu zaman, meccani. Yurdumun türküsünü dinledim onun rüzgarında. “Kırkikindi” yağmurlarının gözyaşlarını içtim onun yapraklarından. Özümü unutmadan yarını umut etmeyi öğrendim ondan. Edep ve arı öğrendim ululuğundan, atalarıma saygı duymayı öğrendim o kükrediğinde. Ben hayatın manasını öğrendim ondan. Garipkafkaslı’nın talebesi olan bizler romantik bir hayalin ürünü değildik. Bizler Garipkafkasli’nin taş fırınından çıkan, katıksız Bozkır başağının ürünleriydik. Ve mahşere kadar olduğumuz gibi görünüp, göründüğümüz gibi olacağız. Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı EŞK OLSUN... Sedat YURTSEVEN* “Yüzünde ızdırabın dövme, dövme izleri; İçinde heyecanın çıldırtan denizleri, Size anlatmak için, çırılçıplak sizleri, Her ahına ömründen bir şeyler katan adam.” Niçin garip? Niçin Kafkas’lı ? Kafkas’ı ardına alan, Kafkas Dağlarına yaslanan,” garip” mi olurmuş diye tamamı tamamına 47 yıl önce düşünürken Ahmet Ali Arslan’ın ızdırabını o çocuksu mantığımla hissedememiştim. Meğer onun yüreğinde delice rüzgarlar eser, Kafkasları aşar, Türkistan’ı dolaşır, Çin seddine ulaşır, o günden beri Ulu Atalarının çınlayan hıçkırıklarını, haykırışlarını kutsal nağmeler gibi devşirip Anadolu toprağına taşırmış. Meğer o çizgiler, o sonsuz bozkır çizgileri, o sert yüzler hiç de el değilmiş, yad değilmiş. Onun için sevmiş. Biz de çizdiklerini, yazdıklarını onun için sevmişiz. İşte Garipkafkaslı, namı diğer, Ahmet Ali Aslan, hala o iklimin içinde bizi bize anlatma, bizi bizimle tanış kılmak için çırpınıp durmaktadır. “Bir fırçanın ucunda erimek renk, renk olup; Bir portre çizgisiyle sonsuz bir ahenk olup Bir mısraın içinde bin mezara denk olup Kederiyle dünyayı bile ağlatan adam.” Resim deyip de söz söylememek olur mu? Bizi, çizgi-çizgi dokumuş, bize sunmuş ve “… bakın işte, siz busunuz… kendinizi tanıyın” demek istemiştir. Garipkafkaslı şiirlerinde de Türklüğün, Türk dünyasının, çilekeş Anadolu insanının mütercimidir. Sağlam şiir tekniği, kelimelerin, kavramların, kompozisyon seçiminde bir kuyumcu inceliği bir sanatçı hassasiyeti görülür.Azeri Türkçesinin yer yer renklendirdiği dili pürüzsüz, anlaşılır ve sadedir. Dağ motifi dikkat çekecek ölçüde sık kullanılmıştır. Bu tesadüfi değildir.Türkün karakterine son derece uygundur. Dağ yücelik, ululuk ve azametin ifadesidir. “Sanat denen o uçsuz bucaksız okyanusun, Üstünde martı olmak kenarlarında yosun, Varsın karın doyurmaz diyenler tok uyusun, O ölüp deha olan, sağken aç yatan adam.” Velhasıl merhum Behlül Dal’ın dörtlükleriyle özetlediğimiz tamamı tamamına 47 yaman yıldan beri iki bedende bir yürek gibi bir olduğumuz Garipkafkaslı nev-i şahsına münhasır bir güzel insandır. Biliyorum, bu cümleyi yazdığım için “dalkavukluk yapıyorsun” diye hiddetlenip bana kızacaktır. Ömürlü olsun... Eli de dili de bereketli olsun... Gün akşamdır günü uzun olsun... Kısaca EŞK OLSUN. * Edebiyatçı / Eskişehir 23 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Prof. Dr. Nâzım Hikmet Polat* 1971 yılı Eylül’ünde, Tokat’a gidiyordum. Yatılı kısmını kazandığım Öğretmen Okulu’na kaydolacaktım. Erzurum’a Atatürk Üniversitesi öğrenci yurtlarında terzi olan akrabam merhum Sami Ateştenyılmaz, “Bizim Ahmet Ali Aslan o okulda. Mutlaka selamımı söyle, ne sıkıntın olursa hiç çekinmeden ona git.” dedi. Gözlerimde bir tereddüt emaresi görmüş olmalı ki derhal, kesin ve emredici bir dille, “Bana nasıl gelebileceksen ona da öyle git!” diye ekledi. Okula kaydolduğum gün, dört-beş öğrenciye hararetle bir şeyler anlatan sarkık/ kara/ pala bıyıklı biri dikkatimi çekti. Uzaktan kulak kabartınca, Oltu Ortaokulu’ndan hocam olan rahmetli Gavsettin Koçak’ın konuşmalarından tanıdık gelen “milliyetçi”, “komünist” gibi kavramları seçebiliyordum. O da Gavsettin Bey gibi konuştuklarına inancının netliğini, vurgulu bir ifade tonuyla ortaya koyuyordu. Yaklaşıp dinleyemezdim, dinlemek ayıp olurdu. Ama bu adam, bana anlatılan Ahmet Ali Aslan olmalıydı. Hiç kimseye onun kim olduğunu sormayı aklımdan bile geçirmedim. Onların yanından ayrılıp yürümeye başlayınca yanına yaklaşıp emanet edilen selamı söyledim. İlk intibalarım son derece olumluydu. Güven verici bir insandı. Bugün aradan 39 yıl geçtikten sonra, ilk kanaate katacak bir şey yok! Fakat bu intibayı artık bir tecrübe, bilgi hâline getiren o kadar çok şey var ki! İlk tanışıklık sonrasında öğrendim ki onu tanıyanların hemen hepsi, adeta adını unutup müstearını kullanır olmuşlardı. Yani onun yaygın adı artık “Garipkafkaslı” idi. O Garipkafkaslı, kendisini tanıyan hemen herkes üzerinde özellikle de öğrencileri üzerinde aynı intibayı bırakıyor, yetişmelerinde etkili oluyordu. Etkili oluşunun bir yanı güven telkini, diğer yanı ise eksilmeyen ilgisi idi. Sanırım o sıralarda henüz 23-24 yaşında ve bekârdı. Ama 15-20 yaşlarında yüzlerce çocuğu vardı. Bütün öğrencileriyle çocuğu imişcesine yakından ilgileniyordu. Bizzat şahit olduklarımdan birini kaydedeyim. Kendimce şiir sandığım bir şeyler yazıyor, okulun duvar gazetesine veriyordum. Beni çağırarak, “Bunlar iyi ama hece vezniyle yazmalısın! Sen Türk’sün! Türk’ün vezni hecedir!” dedi. Doğrusu benim vezinler hakkında hiçbir bilgim yoktu. Duymuştum ama… öylesine işte… Okuduklarıma benzeterek yazıyordum ve yazdıklarım görünüş itibarıyla kâğıt üzerinde şiir dedikleri metinlere benzeyince ben de onları şiir sanıyordum. Onun bu uyarısı mutlaka doğru olmalıydı. Hece ile yazmalıydım. Tavsiye tam gününde idi. O günkü edebiyat dersinde hocamız Abdullah Soytürk hece vezni, hecenin durakları gibi şeyler anlatınca can kulağıyla dinledim. Çok geçmeden maniye benzer bir şey yazıp götürdüm. Ahmet Ali Bey’den ilk takdir geldi: “Sende var bir şeyler, var! Yaz! Devam et!” Artık zihnimi meşgul eden şeylerin başında şiir vardı. O günlerde açılan şiir yarışmasına da katılmıştım. Ama şiirim derece alamazsa, hocanın bu durumu bilmesi gururumu incitirdi. Ona göstermemiştim. Yarışmada ikincilik aldığımı öğrenince benim kadar sevindiğini gözlerinden okudum. Şiiri yazıp kendisine vermemi istedi. Birkaç dakika sonra götürdüm. Takdirkâr bir-iki cümle söyledi. Artık yeni şiirler peşinde idim, o şiiri unutmuştum. Aradan birkaç ay geçti. Benim şiir, Bozkurt dergisinde (sayı:2, Kasım 1972, s.13) çıktı! Duyduğum heyecanı, şiir yayımlanmamış olanlara anlatamam! Şiiri yayımlanmış kimselere anlatmama ise gerek yok! Yayımlanmış ilk yazı/ilk şiir heyecanı yaşamış olan duygudaşlarım beni anlamışlardır. Ondan aynı tavrı ve aynı yardımı, teşviki gören daha pek çok arkadaşımız vardır. Bu duyguyu yaşatan aziz hocama bu vesile bir kere daha teşekkürler, teşekkürler!.. Bu tavır, onun “öğretmen”lik sıfatı ile ilgilidir. Garipkafkaslı, hakikaten iyi bir “öğretmen”dir. Hangi öğrencisinde zerre miktar bir kabiliyet görmüşse onu teşvik etmiş, desteklemiş, yeteneğini göstermesine önayak olmuştur. Bulunduğu okulda herhangi bir konuda panel, konferans, münazara, tiyatro, anma programı veya sergi gibi bir etkinlik mi yapılmıştır? İçinde mutlaka Garipkafkaslı’nın rolü vardır. Hatta asıl imza onundur. Üstelik her programda her rolü bizzat ya yazar ya denetler, fikrini söyler, iyileşmesine katkıda bulunur. Öğrencisi olan herkes bunun şahididir. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, tatil günleri öğrencileri takar peşine kar-kış demeden, belimize kadar karlara gömüle-gömüle Topçam Dağına çıkarırdı. Bütün öğrencilerinin kendisi gibi dağcı olmasını istiyordu. Okul ortamı dışında bir başka mekân bulan gençler (o zamanlar çok isabetli bir kararla yatılı öğrenciler başka illerden alınıyordu) tipide, karda yaptıkları uzun yolculuk sonrasında Topçam’ı âdeta Bolu Dağı, kendilerini de Köroğlu yerine koyuyorlardı. Orda hep birlikte yediğimiz peynir-zeytin katıklı kumanyanın, tel ızgarada köz üzerinde pişirip yediğimiz pirzolanın tadını unutmuş arkadaşımız yoktur, kesinlikle yoktur, olamaz!.. Bu kadar zamanı nasıl bulurdu? Onun kendi için ayırdığı zaman hiç yok muydu? Kendine zaman ayırmaya ihtiyacı yok muydu? Bunu kimse bilemezdi. Çünkü bu âdeta bir sırdı, onun yaşama sırrı… * Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretim Üyesi 24 Çünkü o şikâyetçi değil, daha fazla yüke talip bir aksiyon adamıydı.Garipkafkaslı, iyi bir “öğretmen” olduğu kadar iyi bir sanatkârdır da. Ben, ondaki sanatçı ruhun iki yansımasından haberdarım. Bunlardan biri ressamlık, diğeri şairliktir. Ressamlığının tahsil alanı ile bir ilgisi yoktur. Bu, yaratılışta verilmiş bir kabiliyetin kendiliğinden ortaya çıkmasıdır. Resim sanatıyla ilgili tahsil gördüğü hâlde sadece taklit seviyesinde kalan pek çok kimse vardır. Daha yerinde bir söyleyişle, binlercesinden ancak birkaçı kendi üslûbunu kurabilmiştir. Hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki “Garipkafkaslı” imzası bir üslup ifade eder. Resimle asgarî seviyede ilgilenen birisi bile, onun imzası olmaksızın da çizgilerini kolaylıkla tanıyabilir. Üslûp denen şeyin esası da budur: Aynı malzemeden farklı eser çıkarmak. Bağlamayı binlerce kimse aynı perdeleri, aynı notaları kullanarak çalıyor. Fakat Âşık Veysel’in o sazdan çıkardığı hava yalnızca ona hastır. Çizgi daha genel bir malzemedir. Kalemi, fırçayı tutmasını bilen herkes az-çok resim yapabilir. Bazı kimse-ler objeyi temsil etmede çok başarılı da olabilirler. Ama pek azı, Garipkafkaslı kadar o çizgileri kendi ruh dünyasından geçi-rerek kâğıda aktarabilir. Onun çizgileri kendinden önceki hiç kimseninkilere benzemez. Bu, üslup sahibi olmanın tezahürlerinden biridir. Diğer bir tezahürü ise onun çizgilerinin devam ettirilmeğe çalışılmasıdır. Benim görebildiğim, tanıyabildiğim kadarıyla öğrencilerinden S. Ahmet Yozgat, Nihat Soyarslan ve Serhat Ünsal, onun ressamlığını andıran çizgilerle resimler/desenler yayımlamışlar fakat maalesef “çizme”ği uzatmamışlardır. Garipkafkaslı çizgilerini Mehmet Başbuğ’un desenlerinde daha belirgin biçimde görebiliriz. Garipkafkaslı’nın el yazısı da sanatkâraneliği çok belirgin bir yazıdır. Herkesin yazısı az-çok kendine mahsustur. Ama her yazı karakteristik değildir. Onun elyazısı bile, sanatçı kişiliğinin yeterli bir belgesidir ve galiba ressamlığının habercisi ve numunesidir. Şairliğinegelince…Çok sayıda yani yazdıklarını temsiledecek sayıda şiir yayımlamış değildir. Fakat ilk şiirlerinden birindeki (Gülemem, Bozkurt Dergisi, sayı 2, Kasım 1972, kapak) Son gelen mektupta, diyorsun ki gül Vatan yetim, sahibi yok gülemem Sen söyle vatansız yaşar mı bülbül Yuvam bozuk, bağım viran, gülemem işlek ve rahat söyleyiş, onun bu alandaki başarısına yeterli bir örnektir. Bu mısralar onun bana tavsiye ettiği “hece”li yıllarına ait. Sonraki yıllarda, çoğu şair gibi o da şiir dilinin vezni aşan tarafları bulunduğuna kanaat getirecektir. Ancak görebildiğim ilk şiirinden son şiirine kadar hepsinde ortak taraf, yani Garipkafkaslı’nın şiirinin tanıtıcı 25 taraflarından biri, belki de birincisi, toplumsal fayda ilkesine bağlılığıdır. Şiir için biçilecek her libasın dar geleceğine inananlardanım. Fakat yazdıklarındaki şiiriyet unsuru az olan Mehmet Emin Yurdakul’a da bütün hayatı boyunca çok tutarlı davrandığı için saygı duyulmalıdır. Kaldı ki Garipkafkaslı’nın şiiri duygu yoğunluğu üst seviyede bir şiiridir. Duygu ile fikir dengesinin daima gözetildiği dikkatten kaçmamaktadır. Bu yazının amaç ve sınırlarının çok dışında olmakla birlikte, Taş Kınası (Berikan Yay.) adlı şiir kitabından bir örnek gösterelim. Harda galıpdır bilmirem men, o arzular ölkesi, Gaçıram men ona doğru, o baş alıb menden kaçır, İtib, batıb, köçüb özü, galıbdı tekçe kölgesi, Galh yerinden atam Balbal, varlı kasıba el açır... Burada ülkenin insanî vasıflara büründürülmesi bir estetik gayrettir, duygusallıktır. Fakat hayal edilen ülke ile yaşananın farklılığındaki kahırla seslenen son mısra fikir lehine bir denge kurmuştur. Ahmet Ali Arslan, 1974’e kadar orta dereceli okullarda öğretmenlik yaptıktan sonra Atatürk Üniversitesi’nde akademisyen olmuştu. Ondaki müthiş enerji, zaten ömür boyu gizli kalamaz, bastırılamazdı. Sahip olduğu yabancı dil avantajıyla merhum Ahmet Edip Uysal yönetiminde 1980 yılında Kuzey-Doğu Anadolu (Kars) Türk ve Kuzey Britanya Halk Edebiyatında Masallar (Kültür Bak. Yay, 1998) adlı bir doktora tezi hazırladı. Amerika’da 20 yıl yaşadıktan sonra, Ataların İzi İle, Kızılderili-Türk Kültür İlişkileri (Berikan Yay., 2004) adlı çalışması yakın zamanda kaybettiğimiz Reha Oğuz Türkkan’ın açtığı yoldaki nadir adımlardandır. Bugün dünyada adı sanı duyulmuş-duyulmamış bütün etnik unsurları Türkiye’de var gösterme gayretleri bir sinsi planın parçası olarak moda hâlinde tekrarlanmaktadır. Başka söyleyecek lafı olmayanlar bu gafı işlemeyi maharet sanmaktadırlar. Ama bu aldatıcı psikolojik savaşa kanmadan, Ahmet Ali Aslan gibi, tarihin uzak devirlerinde ve uzak ülkelerde Türklüğün izlerini arayanlar da var. Ahmet Ali Aslan’ın bir başka hizmeti de akademik seviyede çeviri yöntemleri üzerine kardeşi Yasin Aslan ile birlikte yayımladığı Advanced Translation Methods (Berikan Yay., 2004) adlı eserdir. Lutfen dikkat! Onun -haberdarlığımız ölçüsündesıraladığımız bu faaliyetlerinin her biri farklı bir alandadır. Galiba “on parmakta on hüner” deyimi işte böylesi kimseleri anlatmak için icat edilmiş olmalıdır. Fakat onun her alanda değişmez tavrı, aşk derecesinde sevdiği “öğretici”liği yani hocalığıdır. Bütün öğrencileri adına hocamıza, 40. sanat yılında, hem bilim hem sanat hem de eğitim alanında sağlık içinde yaşanacak daha nice nice yıllar dilerim. Portrede, arkada görünen Han Tanrı Dağı’dır, Kırgızistan’da. Ressamı: Kırgızistanın, Bişkek şehrinden Akim’dir. Annesinin arkasında görünen 10 YURT, on çocuğunu temsil eder. Aralarında tepesinden duman çıkmayan “ocağı sönmüş” bir YURT var, o kaybettiği en küçük kardeşi Raci’nin Yurdu’dur. Ocağı söndü ve “Ak Yurt”, “Kara Yurt”a döndü. Adamın adama bazen, “ocağın sönsün “demesi işte bundandır. Kızılderili ve Türklerde erkeği ölen evin “ocağı”nı söndürürler. (Gülderen Hanım şu an 89 yaşındadır.) 26 Annesinin Ağzından Garipkafkaslı DUA Menim gözel balam… Bu yolda keçmiş gırh ilin mübarek oğul… Görüm daha neçe ağ günnere çatasan… Menim göyçek balam… Menim tendire tüşüp yanmıyam balam… Menim göy-alagöz balam… Höllüye beliyip, döşümde laylay deyip yatırdığım nabat balam… Dualarım sennendi oğul… Derrakeli balam, ağıllı balam… Senin ayağına deyen daş, menim üreğimin başına deysin gözel balam… Allah üstünce olsun oğul!... Gülderen ASLAN 27 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Resule Otoloğ BAYINDIR* İnsanın varoluşundaki aziz misyonunu ve kozmik sorumluluklarını düşündüğüm zaman, yaşamlarını bir ışık izi gibi bir gökkuşağı gibi yaşayan, yaşadıkça etrafını ışıtıp onaran, donatan güzel insanlar biliyorum. O güzel insanlara rastlamak, dostluklarını kazanabilmiş olmak benim için büyük zenginliktir. Onları hatırladığımda,varlıklarına sevinçle, hayranlıkla baktığım bu güzel insanlar ‘Model insan’ olabilen, düşündüğünü söylemekten asla çekinmeyen,söylediğini yaşayan onurlu, aydınlık ve aydınlatan insanlar olarak benim yaşamımda ve eminim ki, daha bir çok yaşama örnek olmuş hayatlarına temel alınan insanlar olmuşlardır. Yurt edinip üzerinde devletler kurduğumuz toprakların, gelişip mükemmelleşme yolunda bu örnek insanlara çok ihtiyacının olduğuna inanıyorum. Bunun sorumluluğunun bir ömre sığmayacak kadar geniş bir anlam içerdiğini farkeden biri olarak, yaşamlarını örnek bir duruşla yaşayan o güzel insanlara sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Yaşamınızdaki ilke ve duruşunuzla, bir diğer insanın hayatında değişiklik yaratabiliyor musunuz? Elbette olması icabeden seviyeden, olumlu olarak bu, bir insanın bir insana verebileceği en güzel mirasdır sanırım. Yaşamın bir sonu olduğu düşünülürse, kişiyi sonsuza taşıyan tek şeyin, sevgi ve bilgiyi paylaşmasının olduğu görülür. İnsanın tekamülünün yegane temelini bu özsaygının oluşturduğuna inanıyorum. Tüm güzel manevi inşaaların temelinde yine bu düşünceyi buluyorum. Yakın zaman da bunun gerçeğine bir kez daha tanık oldum.TRT televizyonun hazırladığı bir kültür-sanat programının yayın akışında eserlerine ve kendisine ilk kez rastladığım ve hayranlıkla izlediğim bir yüksek sanat insanı olan Gagauz Türklerinden heykeltraş Atanas Karaçoban’ı tanıdım. Derin bir duyarlılıkla Karaçoban’ı öğretim görevlisi olduğu Kütahya Dumlupınar Üniversitesine ziyarete gittim. Bana orada diğer eserlerini yakından görüp incelemek ve güzel ailesi ile tanışmak onurunu bahşettiler. Onlarla aramızdaki bu güzel paylaşımda, bana bir güzelliği daha lutfedip, kendileri için derin manevi bağ ile bağlı olup gönülden sevdikleri, kıymetli sevgili bir büyüklerini tanıtıp anlattılar. Bu güzel insanla, Ahmet Ali Arslan ‘’Garipkafkaslı ‘’ ile tanışmamı sağladılar. Kendileri, tüm dost yüreğini Ka- *Klasik Türk Müziği Sanatçısı 28 raçoban ailesine vermiş, gönülden bir yaşam dostluk ve desteğini paylaşıyordu onlarla. Samimiyet dediğimiz duygunun sahtesinin olamayacağı gibi özellikle sevginin söz konusu olduğu yerde gerçek anlamını bulduğuna bir kez daha şahit oldum. Garipkafkaslı olarak bilinen ve asıl adı ikinci basamakta kalmış, Ahmet Ali Arslan’ı hayranlık ve saygı ile izledim ve dinledim. Hayatımda ilk kez gördüğüm bu insanın hayatı derin mücadeleler vererek yol almıştı. Yüksek düşünce ve ideallerin insanıydı. Bu zor hayatın sürecinde zaman denen o kıymetli hazineyi hep yaratmaya dönüştürerek kulllanmıştı. Kendilerinin öğretici kişilik ve kimliğinin yanısıra bir şair olduğunu, şiirlerindeki derin duyarlılığını, tüm yüksek manevi değerleri bir nakış inceliği ve ustalığı ile işlerken, bunu yine aynı hissiyatın çarpıcı örneğini vererek çizdiği desenleri ile beslemesini bilmiştir. Onun çizgilerinde derin bir duyarlılığın ve kararlılığın, ince bıçak sırtı gibi çizgilerle öykülendiğini gördüm. Giderek yalnızlaşan dünyamızda sarsılan, kaybedilen, yok edilen değerler var. Toplumumuz o değerlerine yeniden ancak bu yüksek değerde öncüleri ile kavuşacaklardır. Buna yürekten inanıyorum. Onlar, insanlığa hediye olarak gönderilmiş hazinelerimizdir. Uzun yıllar içinde derlediği ve kitaplaştırarak insanlığa hediye edecekleri ‘’Kızılderili Türk İlaç Bitkileri’’ isimli bir çalışmalarının olduğunu öğrendiğimde bir kez daha sonsuz şükran duydum. Öğrencilerinin her biri onun birer manevi evladı gibi yüreğinde yer edinmiştir. Onlara aydınlık ufuklar çizerek her zaman yanlarında olduğunu gördüm. O dostları ile gönülgönüle, elele verişinde yorulmak nedir bilmeyen bir özveri ile, sevinci ile onu tanıyan hemen herkese ışık oluyor her an onaran bir sevgi ile sarıp sarmalayan kalbi, insan ve yurt sevgisi ile dolu düşünceleri daima yarına bakan, yapıcı sorumluluk sahibi başkalarının mutluluğu ile mutluluk bulan, karşılıksız sevginin müstesna sahibidir. Bu özel insanı tanımakla onur duydum. Böyle kıymetli insanlara yaşam yolculuğumuz da çok ihtiyacımızın olduğunu biliyorum. Düşünen, söyleşen ve doğru olduğuna inandığı düşüncelerini paylaşan insanlara...Yalnızca doğru ile bir olan insanlara...Bir an düşünmenizi istiyorum; Garipkafkaslı olarak bildiğimiz ve geçen kırk yıldır yazan Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı ve çizen Dr. Ahmet Ali Arslan, yaşamını Türklük idealine adamış, araştırmış ve yaratan biri olmuş. Tüm bu birikimlerini daima elle tutulur bir halde belgeleştirmiş ve istifadelere sunmuştur. Bilgi ve bilgeliğin bu insanlarla yaşadığına inanıyorum. O varlığı ile bana bunun örneğini fazlasıyla sunmuş bir insandır. Ona müteşekkirim. Onun şair yanı şiirlerindeki gerçeklik ve samimi hâl beni derinden etkiledi. Yine biliyorum ve çekinmeden belirtmek istiyorum; o yalnız şiir ve desenlerinde ve çizgilerindeki teknik ustalık ve samimi anlatımında olduğu kadar, özel yaşamında da aynı içtenlik ve coşkunluğu yaşıyor. İnandığı idealleri uğrunda yapamayacağı fedakarlık kalmamıştır ve yoktur. Bu yüzden onun eserleri daima taze kalacak. Çünki onun çini mürekkep ve tarama uçla attığı her çizgi ve yazdığı her satır, birebir yaşanmış insani değerlerden doğmuştur. Dirençli ve güçlü kişiliğine baktığımız zaman, kendi tembelliğimizden utanmışızdır. Yeniden derlenip toparlanıp hayata bir daha yeniden bakar olmuşuzdur. Şahsen kendim, ondan çok şey öğrendim. Öğretmenden de öte, o, gerçek bir eğitmendir. İnsanları öğretip salıvermiyor, onların yakasından tutup, öğrettiklerinin ışığında onları eğitiyor. İnsanı daima çalışmaya, düşünmeye sevkeden bir Simurg, bir Zümrütüanka canlılığı var onda. Zaman zaman müşahede ettiğim ketum tavrının ardında, eminim, yine yeniden bir yapılandırma arzusu var. O kendini takip eden insanları korumak adına, gelen ilk ok, ilk kurşun, ilk beklenmedik olay ve ilk zarar bana gelsin diyerek, arkasına bakmadan yürüyen gerçek bir öncü, gerçek bir rehber. Ömrünün kırk yılını Dağlarda, Ağrı Dağı’nın eteklerinde ve zirvelerinde geçirmiş, gerçek bir dağ rehberi aynı zamanda. O, yaşamış, yanılmış, öğrenmiş bir insan. Bir örnek. Korkusuz, riya karışmamış, yalansız biri o...Ete-kemiğe bürünmüş bir gerçek. Paylaşmayı seven, hatta ağzındaki lokmasını çıkarıp, kendinden daha çok ihtiyacı olana verecek kadar paylaşımcı bir insan olarak tanıdım ve bildim onu...Onun yurt ve insan sevgisine, hiç bir canlı erişemez diye düşünüyorum. Kendisini paylaştıkça çoğalacağına, verdikçe hiç azalmayacağına inanmış bir insan o. Onun görüş ve düşünceleri ile, bugünümüzden daha uzaklara kuvvetle bakabilecek gücümüz eminim daha da artacaktır. İnsana şevk ve and kazandıran model hali ile o, “iyiki tanımışım” dedirten bir güzel insan. Sanatçılar düşünürler. Yani, yaşadıkları zamandan sorumlu olan, sorumluluk duyan, sorumluluk alan yüksek ruhtaki insanlar, yaşadıkları toplumun izdüşümüdürler. Onların 29 düşünceleri ve verdikleri eserler ile, bir çok önemli tesbitler yapılabilir. Hayatın anlamı bulunabilir, sorgulanabilir diye düşünüyorum. Garipkafkaslı’nın verdiği eserler kadar yetiştirdiği öğrencileri ve kıymetli insanlar. Bu güzel ışığın izinde aydınlıkta ve aydınlatıyor olacaklar. Nice gönüllerde hayranlık uyandırarak taht kuracaklar. Bilge kişiliğinden örnek aldığım istifade ettiğim kıymetli dost insandan, insana haber veren onları, yurt ve insan sevgisine ve düşünceye davet eden Garipkafkaslı, verdiği kutsal savaşında daha nice “kırk” yıllar arzuluyorum. Garipkafkaslı, fikirlerimizin Ahmet Ali Arslan’a örnek kişiliği ve kendilerine duyduğum sevgi ve saygıya dair düşünceleri, düşüncelerimizin ve hatta dile getirmeğe korktuğumuz düşlerimizin, etekemiğe bürünmüş, gerçek bir savaşçısıdır. Ona, kutlu bir yol ve kutsal savaşında başarılarının devamını diliyorum. Yolun açık olsun “Hürriyet ve Bağımsızlık Savaşçısı”... Zaferin kutlu olsun. Garipkafkaslı Tunceli Güzellemesi Yağdır Tanrım, Gökten yere Kar eyleyip Kar beni, El yüküne Ner beni, Yurt uğruna Düştüm yere, Kara toprak sinesine Sığdıramaz, Yer beni, Tunceli’de Örter gece Kar beni. Sönmesin deyi Ocağım, Köz eyledim Men özümü, Yanar durur Abdal gönlüm, Başın taştan taşa Vurur, Arar bulur Zar beni. Alev alev Volkan kalbim, Söndüremez Kar beni. 30 Elinde yağlı Kendiri, Cellât kapımı Çalanda, Güldürecek Dar beni. Saltukluyam, Uçar ruhum Han Munzur’a, Varır durur Huzura, Helalindir Kanım sana, Kıl Birliğin, Toprağına Kar beni. Gece uzun, Gece ayaz, Mahşere dek, Tunceli’de Nöbetteyim. El benimdir, Dil benimdir, Bel benim, Od tutuben, Kaynar sinem, Men ne bilem, Sensiz gülüp, Ağlayamam, Özgeye bel Bağlayamam, Tartar geri Ar beni. Üşüyorum… Hayalimde, Gece sarar Yar beni. 10. Kasım. 2008 Meram-Konya 31 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Prof. Dr. Gürol BANGER Ahmet Ali, daha doğrusu Garipkafkaslı, ile dostluğumuz üniversite yıllarından başlamıştır (1968). Üniversitelerimizin başka şehirlerde olmasına rağmen çeşitli toplantılar sebebiyle bir araya gelmişizdir. Yıllar sonra ben Karadeniz Teknik Üniversitesinde asistanlığa başlamamın hemen arkasından (07/1973) Ahmet Ali’nin Trabzon/Of ilçesine zoraki sürgün yoluyla Öğretmen olarak tayin edildiğini öğrendik. Görev yeri Of Lisesinde olmasına rağmen, çok sayıda arkadaşının bulunması nedeniyle, vaktini daha çok Trabzon da, çoğunlukla KTÜ nün ÖYAR (KTÜ Öğretim Üye ve Yardımcıları Derneği) Derneği Lokalinde geçirirdi. Yaşanan bu dostluk sırasında ÖYAR Genel Sekreteri görevim münasebetiyle (ÖYAR Başkanı aziz hocam yüce insan Prof.Dr. Erdoğan ÖZBENLİ idi) yaptığım bir organizasyon ile Garipkafkaslı’nın o yıla kadar hazırlamış olduğu ve sergilenme özelliklerini taşıyan eserlerini kapsayan KTÜ de ilk defa bir resim sergisi oluşturulmuştur. Bu sergi aynı zamanda Karadeniz Teknik Üniversitesi sahası içerisinde açılan ilk resim sergisi olma özelliğini de beraberinde taşır. O zamana kadar Üniversitede herhangi bir resim sergisi açılmış değildi. Bu sergi KTÜ ve Trabzon da büyük ilgi topladı. Hatırladığım kadar kırk kadar tablonun tamamı sergi sona ermeden sahiplerini buldu. Bunlardan, çok özel olarak Tunceli’de çizilmiş olan bir deseni de benim iş yerimin bir duvarını süslüyor. Tam karşımda duran duvara asmışım onun desenini. O zamanın parasıyla çok “ucuza” ele geçirmiş ve “kapmıştım” onu. Aradan tam 37 yıl geçmiş. Ahmet Ali şimdi binlerce “dolar” teklif ediyor onu geri almak için. Ona, “Sadece uzaktan dokunmadan bakabilirsin,” demekle yetiniyorum. Sanki çektiği acı azmış gibi, sızısına bir tutam “biber” de ben serpiyorum. Acı ve üzüntü olmadan “adam”mı yetişir? 37 yıl öncesine ait olan bu hatıramı, tarihteki yerini alması düşüncesiyle burada aktarmak istedim. Memleketi, Kars, Iğdır, Erzurum, Ankara, Trabzon, İstanbul, ABD, Konya konumlarında yaşadığı sürelerde kişilik olarak pişen Ahmet Ali’nin, sahip olduğu kişisel özelliklerinin sıralanması, emin olun buraya sığmaz. Ancak, en azından bu yazıyı okuyan kişilere bir ipucu verebilmek maksadıyla şöyle sıralamak isterim. Bunlar, Türkçülük fikrini esas alarak oluşan; -Akademik Terbiye, -Sosyal Bilim ve Halk Bilimi altyapısı, -Kültürel altyapısı, Sanatkârlık temellerine dayanarak, dostumu, -Felsefe ve Fikir Adamı, -Kültür Adamı ve üstad, olarak tanımlayabilirim. Bu arada, Azeri şivesi ile fıkra, derleme, anlatma ve zihninde onları saklama, trajik olayları arı gibi özümleyip onları yeni ve hiçbir yerde duyulmamış fıkra haline dönüştürüp kendi tarzıyla anlatma kabiliyetinin de kesinlikle unutulmaması gerekmektedir. Türkiye’de fıkra biliyorum diye ortaya çıkanların önündeki tek rakip “Garipkafkaslı” dır. Hani, dolmuş şoförleri dolmuşların arkasına “Tek rakibimiz THY “ diye yazarlar ya, işte öyle bir şey. O bir Halk Bilimcisi, saha araştırmacısı ve halk kültürü arşivcisidir. Herkesin bilmediği, taşıdığı bir unvandan burada bahsetmek isterim. Ahmet Ali Amerika’da 20 yıl yaşadı. Orada yaşadığı yıllar boyunca, ABD Kızılderililerinin Türkler ile akrabalıkları ve kültür bağlarını hususunda yaptığı araştırmalarının sonuçlarını bir kitapta toplamıştır. Ancak daha önemlisi, ABD de çok sayıda Kızılderili kabilesinin değişmez dostu ve kabile toplantılarına müşahit olarak katılabilme yetkisine sahip tek “soluk benizli” dir kendileri. Nice mutlu ve başarılı yıllara aziz dostum. Desen: Atanas KARAÇOBAN 32 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Erhan KARGIN GARİPKAFKASLI “ Yoksullar dostu, gariplerin Garibi, Hocama…” Gözlerinin önünde, tütüyor geçen zaman, Göçen göçmüş, kalmışsın, bir başına öylece. Umutlar buruk kırık, yalnız gönlünde yanan, Gözlerin ufuklarda bekler durur her gece. Buzlu cehennem evin, tutamaz olmuş seni, Yaralı bir turnasın, keder vurmuş sesini Mekânın bura değil, özlüyorsun yerini, Vatan adlı sevgili, dizginliyor sadece. Uzaklarda bekliyor seni bayram günlerin, Sana düşman olamaz, hayat veren düşlerin, Bayram yalnız, sen garip, donmuş ak gülüşlerin, Sana güç veren kaynak, çözülmemiş bilmece. Bağrında esip durur, Kafkaslardan bir rüzgâr, Sen azad bir savaşçı, baksan hedefin korkar, Gönlünden kalkan turnan, rüyana kanat çırpar, Kalbimde bir kopuzsun, yol gösteren tek hece. 19. Aralık.2007 - Konya Kurban Bayramı Arifesi 33 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Hatice YÖRÜK* Sizinle 2005 yılında tanışmıştık. “Akademik Araştırma Becerileri” dersimize giriyordunuz. İlk başta sizden çekinmiştim. Sınıfta araştırma konularımızı dağıtıyordunuz teker teker. Disiplinli, kendinizden taviz vermeyen, bildiklerinden emin, kendine ve ders verdiği öğrencilerine güvenen halinizle, bizi sıralarımıza çivilemiştiniz. Hayatımın dönüm noktasında, yatsam rüyamda bile göremeyeceğim bir kavşağa gelmiştim. Sizinle yüz-yüzeydim. Bana sordunuz: -Adınız ve Soyadınız? -Hatice Yörük… -Yörük müsün? -Hayır? -Peki nesin? -Hiç… Öyle işte… Normal ! -Yaz… Araştırma konunu veriyorum; “Afyon Yörükleri: Tarihi, Folkloru ve Etnografyası”. Bu araştırmayı yaptıktan sonra, ne olduğunu, Ermeni mi, Rum mu, yoksa Yörük mü olduğunu anlayacaksın ve bize anlatacaksın… Hadi bakalım! Diyerek sözünüzü tamamlamıştınız. Ama, iyi ki Akademik Araştırma Becerileri dersimi sizden aldım. İki açıdan önemliydi bu benim için: Birincisi tuhaf ama komik olduğu kadar garip bir durum, soyadım Yörük olmasına rağmen tam olarak Yörük olup olmadığımı bilememem ve içten içe Yörük sıfatını kabul etmek istememem. Küçükken soyadımı da pek sevmezdim açıkçası. Ama sizinle sınıfta aramızda geçen konuşmamızdan sonra hem soyadımla hem de sizinle ilgili düşüncelerim altüst oldu, tamamen değişti. Şimdilerde ise gerek uzaklarda yaşayan bir gezgin olmam sebebiyle ve zorluğuna rağmen mesleğime olan bağlılığımla beraber bu soyada sahip olmanın ve Yörük sıfatını taşımanın gururuna nail oldum. Bizi zorlayan konularda hep yardımcı oldunuz. Yanımızda oldunuz. Bazen sizin çocuklarınızı kıskanmıyor değildim. Şu anda sizin memleketinizdeyim. Iğdır… Dede Korkut’un yurdu. Başında uzak olduğu için gözüme korkutucu gelmişti.Tercihlerim arasında olup olmaması konusunda bile tereddütlerim vardı. Ama iyi ki son anda sizi arayıp fikrinizi almayı akıl ettim.Ve tercihlerim arasına ekledim. Iğdır’da şimdi öğretmenlik mesleğini yapma şerefine eriştim ve mesleğimi de mutlulukla yapıyorum. Her gün okula giderken Ağrı Dağı’na *İngilizce Öğretmeni/IĞDIR 34 bakıyorum. Siz geliyorsunuz gözümün önüne, elindeki buz kazması ve ayaklarında kramponlarıyla buzlarla savaşan hocam, Garipkafkaslı… Sizin büyüdüğünüz ortamda bulunmak ve daha da güzeli sizden öğrendiklerimi paylaşmak bana huzur veriyor burada. En azından kendimi yalnız hissetmiyorum. Taşı, toprağı, yol kenarındaki Ebucehil çalıları dost canlısı birer canlı olarak sarmış etrafımı. Hepsi birer gerçek dost gibi. Bana söylediğinizin aynısını burada yaşıyorum, halkı içten ve yardımsever. Sizi anarken kullandığımız Garipkafkaslı ismindeki gibi “garip” kalmış kişilere el uzatmaya, destek çıkmaya çalışıyorlar ve ben de mesleğimden ötürü olsa gerek, burada bulunmaktan son derece keyif alıyorum. Son kurban bayramında da sizi aramıştım.Eve gidememenin verdiği burukluk vardı içimde. Sizinle konuşurken gözyaşlarımı tutamamış ağlamıştım.Sesiniz, telefonda beni teskin eden sakinleştiren konuşmanız beni çok etkiledi ve içimdeki “garip”lik acısını ve burukluğu hafifletti. Belki de ağlayarak içimi boşaltıp, rahatlamama yardımcı oldunuz. Ama Bir bayram sabahı kimi arayabilirsiniz ki aileniz dışında? Ama ben sizi ailemden biri olarak gördüm. Derdimi ve sevincimi rahatça paylaşabileceğim ailemden başka birinin daha olduğunu biliyorum artık.Üniversite yıllarım sizin sayenizde daha anlamlı ve daha öğretici, daha huzurlu geçti. Sizden öğrenebileceğim daha çok şey vardı ama yıllar yetmedi. Aradaki uzaklığın yüzlerce kilometre olmasına rağmen siz bu mesafeden de olsa, öğretmeye devam ediyorsunuz. Daima aklımda tuttuğum bir şey var; bir sorunum olsa ne kadar uzakta olursanız olun, yine de sizinle paylaşabilir ve fikrinizi alabilirim diye düşünüyorum. Yazdığınız kitaplar hep yol gösterici bizlere ve bizden sonrakilere.Takip edip imreniyoruz. Şu an ders verdiğiniz öğrenciler de sizi tanıdığında ve sadece anlattıklarınızın ders olmadığını hayatın bir parçası olduğunun farkına varırlar.Umarım bundan sonra yanımda ve yakınımda yol gösterici olarak bulunursunuz. Nice 40.yıllara. Sizin sevincinizi en içten duygularımla paylaşıyorum. Hatalarımız olduğu zaman hoş görür ve bizi üzmeden “Olsun… Acemi bülbül bu kadar öter!” der geçerdiniz. Kusurum olduysa affedin Hocam… Acemi bülbülüm ya, bu kadar ötebildim! Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Yrd. Doç. Dr. İlham Enveroğlu* SANATLA HAYKIRAN AŞKIN KIRK YILI... 40 yıl, dile kolay. Sanatla, Kültürle, İrfanla geçen çilekeş kırk yıl… Bir yiğit ömrü veya normal bir insan ömrünün yarısı. Ahmet Ali Arslan, namı diğer, “Garipkafkaslı” ismini, bu koca çınarı daha Azerbaycan’da iken biliyordum. Sovyet zulmü ve baskısı altında inleyen, tarihi, maneviyatı, yeraltı ve yerüstü tüm zenginlikleri sömürülen bu topraklarda, zihinleri, kalpleri aydınlatan bir ilahi nefes gibiydi onun sesi ve soluğu. Bilmediklerimizi bildiren, görmediklerimizi gösteren bir sesti o. Amerika’nın Sesi Radyosunun Azerbaycan Bölümünden her gün bize kadar ulaşan gizlice yorganlarımızın altına gizlenerek dinle mek mecburiyetinde kaldığımız bir ses. Fakat yıllar sonra Türkiye’de karşılaştım bu abide insanla. Çakmak gözlerinde yalçın kayaların azameti, dağ çaylarının duruluğu, Dedem Korkut görkeminde, Yunus saflığında, arılığında bir koca çınar. Sovyetlerin neden dağıldığını Garipkafkaslı’yı Türkiye’de tanıyınca daha iyi anladım. Çok aydınlar, edipler, sanatçılar gördüm, sözü özünden, özü sözünden ayrı. Ama Garipkafkaslı bambaşka biri. Özüyle, sözüyle, kalemiyle, çizgisiyle bir bütün Türk insanı o. Bilim adamı, Şair, Ressam, Düşünür ve hepsinden yukarıda büyük harflerle yazılması gereken bir erdemli İNSAN. Türklük aşkıyla yanan, yandıran aşkın bir kişilik, yerle gök arasında Türk ışığından örülmüş bir köprü. Garipkafkaslı’yı kişiliği, kendine özgü yurttaş duruşuyla anlatmaya bu yazının konumu ve hacmi yetmez. Ben onun sanatından, deseninden söz etmek istiyorum. Birçok şairressam, ressam-şair var sanat tarihimizde. Kimisinde kalem fırçaya, kiminde de fırça kaleme ağır basıyor. Fakat Garipkafkaslı’nın hangi yönünün ağır bastığını kestirmek zor. Yüzlerce çizimini gördüm, görk aldım. Bunlar asla amatör-heveskâr bir ressamın çizimleri değildi, aksine en değme desen ustasına şapka çıkarttıracak cinstendi bunlar. Bir savaşçı, bir cengaver hızında ve çevikliğinde çizilmiş bu desenler, aynı zamanda hoyratlar, maniler kadar aydın, yalın ve bir Türk kılıcı gibi her iki yanı keskin. Kimi zaman bir çöl rüzgârını anımsatan savruluşla akıcı, kimi zaman coşkun deniz dalgaları kadar pervasız. Kah Kafkas dağlarının zirvelerinde vakarlı kartal gibi gibi dolaşır kalemi, kah düz ve yastı, möhre damlarıyla yoksulluk ve garipliğin örselediği Anadolu kırsalında. Bazen bir menekşe utangaçlığındaki Türkmen güzelinin yemenisinde nakış, bazen pirifâni bir dedenin derin dipsiz bir kuyuyu andıran bakışlarında tarih oluverir çizgileri, lekeleri. Bir bakarsınız Tanrı Dağlarında ilahiler söyleyen bir kam ataya, bazen Anadolu’yu Türk’e vatan yapan piri fanilere, bazense Çanakkale de yedi düvele meydan okuyan Mehmetçiğe ruh yoldaşı oluverir desenleri. Hepsinde de esrime anındaki şaman misali kendinden geçmiş, kendinden doğmuş gibi. Garipkafkaslı’ya abide insan dedim yukarıda. Bu söz asla hayranlık duygularımın veya yalın bir dalkavukluğun ifadesi değil. Sağ-sol bölünmüşlüğünün en acımasız yıllarında, Anadolu’yu her türlü yabancı etkilerden korumayı kendilerine dava edinmiş, canlarını esirgemeden ölümü göze bu pervasız ve korku bilmez saf, yiğit Anadolu delikanlılarına tarih şuuru aşılamayı kendi boynuna milli bir borç bilmiş, aynı zamanda çizimleriyle yitik değerlere ayna olmuş bir yalvaç o. Töre dergisinde çıkan ilk çiziminin yayımlandığından (1970) bu yana geçen kırk yılda ne kişiliğinden, ne şiirinden, ne de ülküsünden vazgeçti Garipkafkaslı. Bir döneme, bir nesle ışık olmuş, çığır olmuş, töre olmuş bu Türk dervişinin içindeki tanrı, vatan ve insan aşkı, onu her türlü iltifattan ve ödülden daha yüce bir konuma taşımıştır. Bir meşalenin ödülü, yanmak ve karanlık yolları ve dehlizleri aydınlatmaktır. İyi ki varsınız Garipkafkaslı, iyi ki aramızdasınız, iyi ki çizimleriniz ve divitiniz her zaman ıslak duruyor. Çırağınız, meşaleniz, ışığınız sönmesin, daim olsun. Alnınızdan akan teriniz kurumasın. Akar sularınız akar olsun, kesilmesin. Kendi ellerinizle dikmiş olduğunuz genç fidanlarınız, sararmasın, solmasın. Bilge kişi, Sanatla geçen Kırk Yılınız kutlu olsun! * Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölüm Başkanı 35 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Elli Yıllık Dostun Kırkıncı Sanat Yılı Sırrı Yüksel Cebeci* “Garipkafkaslı’nın kırkıncı sanat yılını kutluyoruz” dedi arkadaşlar… Sevineyim mi, üzüleyim mi? Bilemedim. Gözyaşlarımı tutabilecek yaşı çoktan geçtim. Ahmet Ali de geçti. Sedat Yurtseven de geçti. Mehmet Ali Soyalan da geçti. Hepimiz geçtik. Şimdi ağlamak zamanı… Kırk yıldır birbirimizi göremediğimiz çocukluk arkadaşlarımdan biri, geçenlerde telefonda, “Şu anda yanında olmak ve boynuna sarılıp doyasıya ağlamak istiyorum” diyordu. Çok güzel, çok içten bir duygu bu… Kırkıncı sanat yılında keşke Ahmet Ali ile birlikte olabilsem ve boynuna sarılıp kırk beş yıllık özlemle hüngür hüngür ağlayabilsem… Melike Demirağ’ın dediği gibi, “Bir kıvılcım düşer önce, büyür yavaş yavaş / Bir bakarsın volkan olmuş, yanmışsın arkadaş / Dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş / Bu en güzel, bu en sıcak duygudur arkadaş.” yoktu. Dert etmezdik. O yaşta hangimizin freni vardı ki? Karlı kış günleri hastane yokuşundan, ayakları çemberli kızaklarımızla yıldırım hızıyla kayarken, ayaklarımızı takoz gibi kullanıp fren yapmaya çalışır, gücümüz yetmeyince, yokuşun sonundaki evin duvarına toslar, yıldızları sayardık. * Düşe kalka büyümüş, lise çağına gelmiştik. Artık aklımız kesiyordu. 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ideolojilerin filiz vermeye başlaması, bizi de harekete geçirmişti. İdeolojileri biliyorduk. Hem de iyi biliyorduk. Kentte esmeye başlayan komünizm rüzgarlarına karşı bir tepki grubu olarak ortaya çıktık. Atatürkçü ve Türk milliyetçisiydik. Seminerler ve konferanslar düzenliyor, yerel gazetelerde yazılar yazıyorduk. Bir de dergi çıkarmaya karar verdik. Derginin adı “Tanrıdağı” olacaktı. Lise öğrencilerinin dergi çıkarması kolay mıydı? Harçlığımız yoktu ki paramız olsundu. Ama gücümüz ve inancımız vardı. Bizleri en çok cesaretlendiren de Ahmet Ali Arslan’dı. Şimdiki adı Taşdere olan Azeri köyü Sosgertli Ahmet Ali Arslan… Hepimiz yürekliydik, ama ondaki yürek hiçbirimizde yoktu. “Tanrıdağı” dergisinin fikri ve fiziki mimarlığını o yaptı. Klişe yaptırma imkanımız olmadığı için, sabahlara kadar elinde jiletle çalışarak, elleri kan içinde kalmak pahasına, 5 Fen A sınıfından hocanın kürsüsünün üzerindeki yer muşambasından yeteri kadar kopararak ondan kapak için desen hazırladı. Kars’ta yayınlanmış ilk Bozkurt deseniydi. Ailelerinin ekonomik durumu iyi olan Sedat Yurtseven, Mehmet Ali Soyalan, Feridun Azeri gibi arkadaşlarımızın maddi katkıları ve Kars Gazetesi sahibi rahmetli Nesip Varkır ağabeyimizin matbaasını bize açması sayesinde “Tanrıdağı” dergisini çıkarmayı başardık. Türk Ocakları’nın “Türk Yurdu” dergisinden aşağı kalmayan “Tanrıdağı” dergisini o yıllarda –hem de Kars’taçıkarmak gerçekten başarıydı. Ömrü ise, sadece bir sayılık oldu. * Gelin filmi başa alalım. Kader bizim yollarımızı Kars denilen şirin kentte kesiştirmişti. 1950’li yılların ikinci, 1960’lı yılların ilk yarısı… Çayın, şekerin, ekmeğin karne ile satıldığı; evlerimizin idare lambasıyla aydınlanıp, tezek sobasıyla ısındığı yıllar… Sarı ya da saman yapraklı defterleri, yazı yazmak isterken o defter sayfalarını yırtan Çin malı kurşun kalemleri, sabuna benzeyen silgileri bugünkü nesiller bilmez. Gıslaved marka lastik ayakkabıları, naylon beyaz gömlekleri ve naylon kravatları da… Şehirde topu topu bir gazete ve kitap bayii, iki de sinema salonu vardı. Ulusal gazeteler iki-üç gün sonra ancak gelirdi kente. Meşin futbol topuna sadece birkaç arkadaşımız sahipti ve topa bir kez vurabilmek için bütün gün o arkadaşlarımızın peşinden koşardık. Tek eğlencemiz, bisikletçi Cahit’ten saati bir liraya kiraladığımız bisiklet idi. Bisikletlerin çoğunun freni * Gazeteci / Köşe Yazarı 36 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Ne güzel arkadaşlık, ne güzel dayanışmaydı o… * Kızılderililerin Türk soylu olduğu tezini de ortaya atan Dr. Ahmet Ali Arslan’ın kırkıncı sanat yılının kutlanacağını duyunca biraz şaşırdım. Hangi sanatının kırkıncı yılı? Çünkü Selçuk Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Ahmet Ali Hoca’nın on parmağında on marifet var. Harika karakalem ve çini mürekkeple resim yapar. Harika şiir yazar. Harika öğrenci yetiştirir. İlk Milli dağcılarımızdandır. Ağrı Dağı’na elli defa tırmandı. Benim bilmediğim başka ne marifetleri var kim bilir. Onun geçen yılki mezuniyet töreninde, öğrencileri için, “Bunların gırtlağının altına çuvaldız koydum. Başlarını dik tutsunlar, öne eğmesinler diye” deyişi asla unutulamaz. Beni hayal kırıklığına uğratmayan birkaç arkadaşımdan biri olan aziz kardeşim, dava ve fikir arkadaşım, dostum Dr. Ahmet Ali Arslan’a dolu dolu daha nice sanat yılları diliyorum. Hiç bitmeyecek, hiç ayrılmayacağız sanmıştık. Kars Alparslan Lisesi’ni bitirince, her birimiz bir yana savrulduk. İletişim teknolojisi bu günkü kadar gelişmemiş olduğu için, haberleşme imkanımız da yoktu. Mesela Ahmet Ali Arslan ve Sedat Yurtseven Erzurum’a, Mehmet Ali Soyalan ve Feridun Azeri İstanbul’a gitmişti. Ahmet ve Sedat öğretmen, Feridun diş hekimi, Mehmet Ali mühendis oldu. Mehmet Ali ve rahmetli Feridun’la haberleşiyorduk, fakat Ahmet Ali ve Sedat’la yıllarca haberleşemedik. Ahmet Ali Arslan’la özlemimizi “Garipkafkaslı” mahlasıyla yazdığı enfes şiirlerini okuyarak gideriyorduk. Sonra, Ahmet Ali Arslan’ın doktora yapmak üzere İngiltere’nin İskoçya bölgesine gittiğini duyduk. Orada, halk kültürü konusunda mukayeseli araştırma yaptı. * Sovyetler Birliği 1991 yılında dağılıp, Azerbaycan bağımsızlığını ilan ettiğinde, ilk tepkim şöyle olmuştu: “Ahmet Ali sonunda kazandı!” Çünkü Ahmet Ali Arslan, İskoçya’da doktorasını tamamladıktan sonra 1980 de Amerika’ya gitmiş, Amerika’nın Sesi Radyosu’nda çalışmaya, Azeri Türkçesi ile Sovyet emperyalizmine karşı Azerbaycan’ın bağımsızlığı için mücadele vermeye başlamıştı. Bıkmadan, usanmadan yaklaşık yirmi yıl verdi bu mücadeleyi. Benim gözümde Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinin birinci adamı Ebulfez Elçibey ise, ikinci adamı Ahmet Ali Arslan’dır. Ahmet Ali’nin çocukluğundan beri en büyük özlemi, esir Türkler’in özgürlüğü ve bağımsızlığıydı. Mücadelesini verip, zaferini kutlayan nadir insanlardandır. Ne demek istediğimi daha iyi anlamak isteyenlere, onun “Azerbaycan’ın Demokrasi Yolunda Çilesi” adlı kitabını okumalarını tavsiye ediyorum. Ahmet Ali Hoca şimdi fırsat buldukça Bağımsız Türk Cumhuriyetlerine gidiyor, oralarda beyin fırtınası estiriyor; bilgisi, tecrübesi ve sanatıyla soydaşlarımızın kültür hayatına katkıda bulunmaya çalışıyor. Mesela 2005-2006 öğretim yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’teki Manas Kırgız Türk Üniversitesi’ndeydi. Orada nefis şiirler de yazdı. 37 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı KIRK YIL… DİLE KOLAY Doç. Dr. Alaybey KAROĞLU* Benim ve ailemizin fikir babası Veysel ağabeyim, karlıfırtınalı bir günde Sürmene’den yeni gelmişti. Beraberinde getirdiği bavulunu açarken, bir taraftan da gözleriyle etrafı süzüyordu. O Sürmene Lisesinde talebeydi ama benim için bir model insandı. Sessiz, suskun ama içimizden geçen bir sevgi ve saygı vardı ona karşı, gıptayla ona olan hayranlığımızı gizleyemez ve her gelişinde büyük heyecan duyardık. Bavulunu açtığında içinden çeşitli dergiler, kitaplar renkli kapaklarıyla romanlar, hikaye kitapları, araştırma ve inceleme dergileri çıkardı. Çocuk olduğumdan olacak, benim “kırmızı” kaplı TÖRE Dergisi dikkatimi çekmişti. Dergide yer alan şiirler, yazılar ve özellikle çini mürekkeple çizilmiş “desen”ler ruhumda fırtınalar koparıyor ve o çocuksu dünyamda beni heyecanlara boğan bir estetik şölene dönüşüyordu. Garipkafkaslı… Bu imzayı ilk kez 1970 li yıllarda TÖRE Dergisinin sayfalarında çizilen desenlerin altında görmüştüm. Karadenizli olmamdan olacak, ruhumda tarifi imkansız bir duygu seli doğurmuştu bu isim. Garip hem de Kafkaslı. “İki kelime değil mi? Neden bunu bir kelime olarak yazmış?” Kendi kendime cevap lamak için ortaya çıkardığım bir bilmeceydi bu. O zamanki aklımla buna cevap da bulmuştum. İlk tahlilim, doğruya yakın bir tespitti “Bunu çizen her şeyden önce yaşayan, bizim gibi canlı birisidir. Sonra en önemlisi, bu hem “Kafkasya”lıdır hem de vatanından ayrı düşmüştür ve “Garip”tir…Canı ayrı kalmaktan çok yanmış, kağıt üzerinde bu iki kelimeyi bir yazmış.” Ben kendi kafama göre o zamanki aklımla Garipkafkaslı kelimesinin sırrını çözerek işe başlamıştım. Garipkafkaslı, hayranlıkla seyrettiğim ve incelediğim desenlerinde, Anadolu’dan ve adını bile duymadığımız Türk devlet ve topluluklarından değişik Türk tiplerinin desenlerini çiziyordu. Desenlerinin konuları sınır tanımıyordu, doğa insan ilişkilerini, geçmiş ve gelecek ilişkilerine dayalı, olayları sorgulayan ve çoğu zaman dram yüklü mesajlar, güçlü, korkusuz , işlek ve kıvrak çizgi anlatımıyla sunuluyordu desenleri. Sunuşlarında, derin ve zengin bir plastiğe yer veren anlatım gücü vardı. Türkiye’nın sınırlarının dışında da yaşayan Türklerin olduğunu, bunların Kafkasya’da, Orta Asya’da yaşadığını Garipkafkaslı’nın çizmiş olduğu desenlerden anlıyorduk. “Hadi canım sen de! Şimdiye kadar oralarda Türk mü kaldı?” diyenlere canım çok sıkılır ve varlığını savunmak mecburiyetinde kalır, içimden gelen derin bir duygu ve önseziyle Garipkafkaslı’nın sözünü ettiği yerlerde, Türklerin hala yaşadıklarının gerçek olması için dua eder bir yandan da “Eğer bu insanlar oralarda yaşamıyorsa, Garipkafkaslı bunları neden çizsin?” diye savunmağa çalışıyordum. Beni duygulandıran ve heyecanlandıran kurgu, onların hür ve bağımsız olmasını görme ideal ve beklentisi Garipkafkaslı’nın çizgileriyle henüz gelişmekte olan beynimde iz açmağa ve yer etmeye başlamış olmasıydı. O zamanlar, “Türkiye dışında yaşayan soydaşlarımız hür değildi ve onlar o zaman, mutsuz, dertli ve garib olabilirdi. Kafkasyadakiler de Garipkafkaslı,” bu ilkokul çağındaki bir yüreğin, dünyaya açılan penceresinden görülebilen manzaraydı. Hiç kimsenin itiraz etmeğe hakkı yoktur… Bizim kuşağın resim alanında yetişmesindeki en büyük pay, hiç şüphesiz Garipkafkaslı’ya aittir. Onun kendisi de, çizdikleri de bizler için bir akademik gerçektir. Hiç kimse cesaret edemiyor ama, bu gerçek aradan kırk yıl geçmesine rağmen, dokunulmadan, bakir, masada gözümüzün önünde, incelenmeyi bekliyor. Acaba neyi bekliyor? Yoksa, Garipkafkaslı’nın bu dünyadan göçmesini mi? … Çok nankör bir dünyada yaşıyoruz. Garipkafkaslı’nın desenleri defalarca kopya edilmiştir. Hem de yüzlerce defa. Hatta, Lisede duvar gazetesi *Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Resim İş Öğretimi Öğretim Üyesi 38 Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı çıkarıyordum ve duvar gazetesinde yer alan şiir ve yazıları onun desenleri ile süslüyordum ve uygun bir yere de “Garipkafkaslı” imzasını ilave ederek, Kafkasya’da yaşayan kardeşlerimizin “garip” olduklarını yüksek perdeden haykırıyordum ve bu gerçeğin duyulmasını istiyordum. Daha sonra, yine TÖRE Dergisinde, desen çizen ve sanata ilişkin yazılar yazan Garipkafkaslı’nın hayat hikayesini okuma şansını yakaladım. Garipkafkaslı, çizdiği desenlerinde, kendine has bir stil ve tarz ortaya koyuyor, zengin ve kıvrak çizgileri, yer yer lekelerle besleniyor ve dengeli siyah-beyaz çarpıcı bir desen doğuyordu. Desenlerinde her an didişen bir canlılık ve dinamizm ile sürpriz sayılabilecek sonuçlara ulaşıyordu Garipkafkaslı. Onun bazı desenlerinde çok yalın bir anlatım görülürken, bazen dikkatli bir gözlemin ürünü olan detayları sabırla işleyerek, çok çarpıcı çizimleriyle ölü külleri arasından yeniden dirilip, doğrulan bir Garipkafkaslı ve bu dirilişe denk desenler görürüz. Onun desenlerinde, insanı kahreden ve çıldırtan bir sabır, bir suskunluk ve gelecek vaadeden bir ümit gizlidir. Her ne çizerse çizsin, kararlı ve kendine güvenmişliğin ve bunun doğurduğu tavrın, çoğu kez yalnızlık ve hüzün taşıyan bir hayatın buruk tadı sezilmektedir desenlerinde. O, desenlerinde hep bizi, bize anlatmağa çalışmıştır. Bir insanın felsefik duruşunu, onun yaşama azim ve isiteğini değişen ruh hallerinde bize çizgileriyle sunmuştur. Ağırlıklı olarak, özlemlerini yalnızlık, çaresizlik gibi unsurları, estetik değerlerle yoğurup, zenginleştirdikten sonra ak kağıt üzerine çini mürekkeple aktarmıştır. Garipkafkaslı’nın çini mürekkep ve tarama uçla doğrudan doğruya tuval üzerine desenler çizdiğini çok az insan bilir. Telefonla halhatır sorup “Ne yapıyorsunuz?” diye sorduğumuzda, “Garipliğin ve yalnızlığın tadını çıkarıyorum,” şeklinde, yürekte ustura yarasının bıraktığı iz kadar ince, ve acıtan cevap vermesi bundandır. O hep, içindeki sızıyı ve özlemi resimledi. Sadece resimledi ve bıraktı. Resimleyemediklerini mısralara döktü. Sessiz, sedasız yayınlanan ve yine sessiz, sedasız satılan kitapları ve şiirleriyle sözlüklerdeki anlamıyla, hayallerimizde yaşattığımız sanat ve dava adamımızdır o. Konya’da 1997 yazıydı… O dönem, Fen-Edebiyat Fakültesinin Dekanı Prof. Dr. Haşim Karpuz beyin odasında sohbet ediyorduk. Karşımda, tertemiz bir ses tonuyla, son derece inandırıcı ve heyacanlı bir sesle sohbet eden, kelimeleri dikkatle seçen, arı-duru bir türkçe ile konuşan 39 bir insanı dinliyordum. Işık saçan bir sohbetti. Gözlerinde taşıdığı ve herkesi sıcaklığıyla saran çakmak çakmak yanan gözleriyle, taşıdığı aşk her ne ise, yüreğine sığmıyor ve taşmağa başladığında, ayağa kalkıyor, yumruğunu sıkıyor ve hayalindeki düşman hedefe doğru kükrüyordu. Hayatımda hiç bunun gibi bir “adam” görmemiştim. Kendi kendime, “Ben kendimi “deli” zannederdim, Türklük yolunda benden de Mecnun ve benden de “deliler”i varmış,” diye düşündüm. Tanıştırdıklarında öğrendim… Demek, çocukluğumdan beri, desenlerini kopyalayarak bu yerlere gelip çıkmama, yüreğimde büyütüp “dağ” ettiğim, dağ gibi adam, Garipkafkaslı buydu… Kendimi rüyada zannediyordum. Bunun gerçek olduğuna bir türlü inanamıyordum. Selçuk Üniversitesine geldiği günden beri Türklük düşmanlarının karşısında hep dik durdu. “Dik dur… Yoksa benim sonum olur,” demeyi ve dik durmayı ondan öğrendik. Yürüyeceğin yolun tükenmesin çileli adam… Kafkasların Garibi, Garipkafkaslı Ahmet Ali. Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı SETTER HAN EHLİYÜK… GORAHMARUG GANNAN ! Hakkı MEZARARKALI* 2009 Kasım ayında yakınlarımızdan birisinin vefatı sebebiyle kızım ve damadımla birlikte Uşak’a gitmiş, dönüşte Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi dostum Dr. Ahmet Ali Aslan’a, nam-ı diğer ülküdaşım GARİPKAFKASLI’yı görmek için Konya’ya uğramıştım. Çocuklarım, bizim Ehmedeli’yi (!) o’nun içinde bulunduğu ve Ziraat Fakültesinde okuyan Tebrizli Azeri Türklerinden Yadullah Mütevellizade-i “Ağayı Mir Fırıllak” için yaptığı dilmaçlık (!) ile ilgili olan ve onlara anlattığım fıkra haline gelen hatıradan tanırlar! Saat 18.30-19.00 sularında Konya’ya gidip üniversite yerleşkesindeki kahve, çay v.s. gibi içeceklerin satıldığı (kafeteryada) yerde bir masaya oturmuş, Garipkafkaslı’nın gelmesini bekliyorduk. Kızım Dilşad ve damadım Yalçın; “Baba, arkadaşınızı kapıda bekleseydik, belki bizi bulamaz!” dediler. Ben ‘ hayır o gelip bizi bulur ve ben de onu görürüm.’ dedm. Biz çaylarımızı içerken kızım, “Baba ileriye doğru giden şu bey, acaba Garipkafkaslı amca olmasın?” dediğinde, başımı çevirip baktım ve Ehmedeli diye seslendiğimde, dönüp bize baktı ve sol elinde büyük bir zarf olduğundan kucaklamak için sağ kolunu yana açtı ve “Ede Mezararkalı necesen?... Be senin o gözel saçlarına ne oldu?” diyerek hitap etti ve kucaklaştık!... Koltuğunun altındakini işaret ederek sordum, o nedir (?) diye… Zarfı açmadan “And olsun bu yeyilesi bir şey değil…Bu İlhami Kafkas’ın oğlu Çağrı’ya, askerliğini yaptığına dair göstereceği ve delil olacah foto şekillerdi… Bunu o’na elden versen çok şad olardım…” diyerek dosya zarfı bana uzattı. Zarfı aldım ve açabilir miyim (?) diye sordum. “Elbette açabilirsin…” diyince, zarfı açtım. Zarfın içinde çerçeveletilmiş ve 1969 yılında Hasankale’nin Bulkasım köyünde açılan “Eğitim Kampı”nda çekilmiş fotoğraflardı. O yıllarda açılan eğitim kamplarının, bugün Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün açtığı “Yaz Kampları”ndan farkı yoktu. Kötü nietli ve Türk Milliyetçisi gençleri horlamak, gözden düşürmek isteyenler, menfî propagandalar neticesinde “Komando Kampları” olarak yaftalanmışlardı!.. * Edebiyatçı / Yazar 40 Halbuki bu art niyetli kimselerden bazıları “Filistin Gerilla Kampları”nda, kimileri ise bir takım cemaatlerin açtıkları kamplarda eğitim görmüşlerdi veya görüyorlardı!.. Her neyse, biz Ehmedeli’yle(!)eski günleri yâd ettikten sonra, “yolcu, yolunda gerek” kavlince Osmaniye’ye dönmek üzere hareket ettik. Yol boyunca öğrencilik yıllarımızı düşünüp durdum… O yıllar “Ülkücü Gençlik”in filizlendiği yıllardı. Elimizde “Bir nefes, bir kafes!” diyebileceğimiz MTTB (Millî Türk Talebe Birliği) vardı. Genel Başkanımız, katıksız bir Türk Milliyetçisi, tam bir Beyefendi ve Erzurum’umuzun medarı iftiharlarından Rasim CİNİSLİ Beydi. O yıllarda vatan, millet denildiğinde tüylerimiz diken diken olur, İstiklâl Marşımız okunduğu zaman aşırı derecede heyecanlanır ve gözyaşlarımıza hâkim olamazdık… Bir takımlarının inadına yine öyleyiz ve inatlarına “ Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” diye de haykırıyoruz!... Manevî babalığını Türkmen Ağası rahmetli Dündar TAŞER’in yaptığı “Ülkü Ocakları”nın bir şubesi de l969 yılında Erzurum’da da açılmıştı. O yıllarda MTTB’nde toplanan bizler, yeni kurulan Ülkü Ocakları’nda toplanıp seminer çalışmalarına başlamıştık. Bu seminerlerde “Türk Tarihinden Meseleler” üzerinde duruyor, ekonomik yönden kalkınmanın nasıl olması gerektiği konularını tartışıyorduk. Bu çalışmalarımızı tatil günlerinde ilçelerimizde de yapıyorduk. Çalışmalarımızdan birini Oltu İlçemizde yapmaya karar verdik ve Oltu’yu yakinen bilmem ve tanımam sebebiyle toplantının hazırlanması vazifesi bana verilmişti. Gerekli hazırlık tamamlanmış ve Haziran ayının ikinci haftası cumartesi günü Oltu’ya hareket edilmişti. Oltu’ya gidecek arkadaşlarımızı almak üzere üniversite yurtlarının (o dönemdeki 1 numaralı yurdun) önünde park eden otobüsün yanında Garipkafkaslı ile sohbet ederken, yukarıda ismini andığım Tebrizli Yadullah Mütevellizade yanımıza gelmiş ve Garipkafkaslı’nın koluna girerek; “Ede Ehmed Eli, siz yürüyüşe gidirsiz! Men sene bir marş örgedim, orda okuyarsınız, belelikle ata babalarımızız ruhu şad olardı….!” Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Diyerek Ehmed Eli’ye marşı ezberletmişti. Ehmed Eli otobüste anamızı ağlattı, Erzurum’dan Oltu’nun sinoruna(sınır) varana kadar marşı bize ezberletti. O gün bugündür, adım Hakkı’yı unuturum belki, ama o marşı unutmam: “ Setter Han ehliyük Gorhmarug gannan! Savaşarag çıkdug Her imtihannan… Elimizde tüfeng Gideruh cenge, Az galıfdı düşmeni Geturah denge! Hele gardaş indilik Sengere gaçag !... Burada “senger” gerideki siper manasına geliyormuş. Bunu da bize Ehmed Eli izah ediyordu. Oltu’ya giderken yolumuzun üstünde bulunan Tortum İlçemize uğramış ve uygun bir yerde mola vermiştik. Mola sırasında Garipkafkaslı arkadaşları el ele, kol kola tutturmuş ve Yadullah’ın öğrettiği marşı söyleyerek halay çektirmişti… Bir yandan da, “Bak… Bele marşa bu cür yallı… Olduk İran leşkeri!” diye durumu hicv ediyor ve bizi gülmekten kırıp geçiriyordu. Dr. Ahmet Ali Arslan’ı ben Edebiyat Fakültesinin üçüncü sınıfındayken 1965-1966 öğretim yılında yeni geldiği zaman tanıdım. Zayıfça, 1.70 in üstünde boyu, dudaklarının ucundan Kürşad vari sarkan bıyıkları ve bıyıklarına müsavi kaşlarının altındaki delici “kurt yeşili” gözleri, günün modası ve soğuğa karşı koruyucu olan bir nev’i paltoya benzer parkası ve pantolonunun paçalarını büküp içine soktuğu botları ile hatırlıyorum. Garipkafkaslı’yı tanıdıkça sadeliği, samimiyeti ve arkadaş canlısı olduğunu gördükçe, kendi kendime ‘Bu delikanlı ile yola çıkılır. Tam bizim ruhumuza göre” demiştim. Aradan yıllar geçmiş, çeşitli illerde ve okullarda görevler almıştık. Takvim yaprakları 41 1978-1979 öğretim yılını gösterirken “Millî Eğitim’de Haçlı Seferleri”nin başlamasına tanık olmuştuk! O yıllar, özellikle; Türk Milliyetçisi- Ülkücü öğretmenlerin kendi vatanlarında “parya” olarak görüldüğü yıllardı. Bu günkü gibi, “gidip de gelmeyesi” o yıllarda, Ülkücü öğretmenlerin yüzde doksanı, kara faşizmin hedefi hâline gelmiş ve kaplumbağa gibi yuvalarını sırtlarında taşımışlardır!... Bir şehirden başka bir şehire. Garbdan-Şarka, ŞimaldanCenuba. Bizler o yıllarda nefesimizi Urfa’nın Halfeti (bölücü başının ilçesi) kazasında alırken, Kafkas’ın garip evlâdı, nefesini, Trabzon/Of Lisesinden, Kars’ın Kağızman Kazasının Kötek nahiyesinde almıştı. Kendi tabiriyle, “Dogguz telebem var… Altısı danıya-guzuya onları otarmağa gedir… Yerde üçü galdı, onarı da men otarıram!” Benim tanıdığım Garipkafkaslı, fikri düşüncesiyle hemhal olmuş, ideali uğruna çilelere katlanmış ve ülküsünü san’atına aksettirmiştir. Bunu geçen kırk yıl boyunca çeşitli dergilerde yayınlanan desenlerinde görmemiz mümkündür. Aynı zamanda mükemmel bir karikatürist olan Dr. Ahmet Ali Arslan’ın yayınlanmayan, “Sol kolu ve sol bacağı ile sağ kolunu bileğinden kaybeden Kars’lı bir Gazinin, kalbinin üzerinde “şeref” madalyası sallanırken, sağ ayağının “orta” parmağını kaldırıp devlet yetkililerinden söz istemesi ve “Danışacam! İcaze buyurun, efendim!” diyerek haykırdığı anı ifade eden karikatürü, çok muhteşem ve bir o kadar da düşündürücüdür… Ama, Garipkafkaslı bu karikatürünü yayınlayamıyor. “Bu yaştan sonra düşünce suçundan hapishanelerin nemli ve rutubetli dehlizlerinde “şafak” sayacak gücüm kalmadı” diyor. Hayali cihan değen hatıralardan bir bölümünü sizlerle paylaşmak istedim. Her şeyin Türk için, Türk’e göre, Türk tarafından ve Garipkafkaslı’nın gönlünce olması temennisiyle, daha nice kutlu yıllar arzuluyorum Dr. Ahmet Ali Arslan’a. Yolun açık olsun, hürriyet savaşçısı…Daha nice aydınlık ve alın terinle kazandığın, hür şafaklara, Kafkasların Garibi… Kalbimizdeki sızının temsilcisi…Garipkafkaslı! Dostlarının Ağzından Garipkafkaslı Gökhan TEMİZEL* Bana sen yoksun sen öldün diyorlar, Bu kör acuna inat yedi iklimdeyim, İşte ellerini tutuyorum yaşanmamış bir çağın, Ben güneşi kıskandıran gerçeğim. Dilaver Cebeci gönlüne, gönlünde alevlendirdiğini ruhuna, ruhundan öz kimliğiyle süzdüklerini de, tuvalinde hayata geçirirken, tarih mürekkeple yeniden can bulur, bulduğu canla da seneler sonrasında tarih olur, bir yol başçının elleriyle. Garipkafkaslı, bir ayağı Türk’ün binlerce yıl öncesinde, bir ayağı Türk’ün Altın çağında zamanın ötesinde duran bir Türk insanı. Sözün neresinden başlayıp anlatmalı, bilmiyorum. Harfleri çıldırtsak, kelimeleri delirtsek de Garipkafkaslı’yı anlatmakta hep eksik kalacaktır. En azından ben böyle düşünüyorum. Garipkafkaslı’yı, çocukluk dönemimde, babamın özene bezene kütüphanemizin en güzel raflarına arşivlediği, Töre, Türk Edebiyatı, Hisar, Ocak dergilerinde ve o döneme mührünü basmış yazarların kitaplarının arasındaki desenlerinden tanımıştım. Sanki kader bir gün bizi buluşturacağını çocuk saflığımla sezmiş gibi, adını aklımın en güzel yerinde hep saklı tutmuştum. Ham fikirlerimi pişirirken, Garipkafkaslı’nın eserleriyle gidemediğim diyarların hayalini kurardım. Ata topraklarının hasretiyle yanan Turan Aşkının gönlüme açtığı yaraları, Taş Kınası gibi Garipkafkaslı’nın eserleriyle onarır, iyileştirirdim. Garipkafkaslı’nın eserlerinde Kerkük hoyratını, Anadolu halayını, Karadeniz koçaklamasını, Ege Zeybeğini, İç Anadolu bozlağını, Balkanların yasını duyardım, yaşardım...Tıpkı Garipkafkaslı gibi eserleri de hudutsuzdur sınırsızdır. Ruhumu işgal edip, Rusların çizmeleri altında inleyen ana yurdu ezildikçe, o, çizgileriyle ve çizdikleriyle beni huzursuz ediyordu. Garipkafkaslı, icra ettiği eserlerini, gözünün gördüğünü Garipkafkaslı, yıllar yılı kaderin hükmüyle Türk Irkına örülmüş o kör düğümleri, çizgisel ifadeleriyle teker teker çözer. Desenleriyle de bir milada imza atar aslında. Bunlarla da yetinmez, şiir yazar, okur zamanı durdurur, takvimlere bağlı çekilen tespihlerin tanelerini koparır, gönlümüzdeki aşkı şarktan garba kadar uzatır…. Garipkafkaslı, güneşin alnına bağdaş kurmuş, bir şamanın tebiliyle seyran ettiği diyarlara uzanmış, yıldızları toplamış gecelerden ve dağlar eriten tevazusuyla kapanın ellerine teker teker dökmüş o yıldızları. Gözlerinden kalkan hasret yüklü gemiye gönlü Türklükde yanan herkesi kabul eder, fitneden, dedikodudan arındırarak levent heybetinde tayfalarını. Gemisini öyle güzel limanlara, koylara , adalara pusular ki ...Bilebilene, görebilene aşk olsun… Garipkafkaslı’nın, benim için en büyük eseri yaşamışlıklarıdır. Bir ömre sığdırılmayacak onurlu hayatıdır. Acısını tereğin tozlu raflarına kaldırsa da, gözlerindeki mana, yüzündeki çizgiler tek tek ele verir koca çınarı. Gümüş kabzalarla çalınmış hayatını, bir ülkünün peşinden aştığı dağları, küfür karanlığı gecelere zorlanmış prangalı acılarını, o kendi gibi bembeyaz saçlarından okursunuz… Bilmiyorum sensiz nasıl olurdu bu can seni tanımasaydı…. Gönlü Ergenekonlu örslerde dövülmüş, Türk gibi inanmış, Türk gibi yaşamış Garipkafkaslı, kutlu olsun 40.yılında bıraktığın miras…Ebedi güzelliği tanıyan, gören, söyleyen, çizen deli gibi aşık, aşık gibi bir delisin…Sen ilham veren bulağımızsın.Yaşın Türkün yaşı olsun Garipkafkaslı… *Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Güzel Sanatlar Eğitimi Doktora Öğrencisi 42 40 Yıldan Seçtiklerimiz... 42 43 44 46 Adres : Reşatbey Mah. Adalet Cad. Saray Apt. Kat: 6/24 Seyhan/ADANA Birer Kahve İçelim mi?