View/Open - Hakkari Üniversitesi
Transkript
View/Open - Hakkari Üniversitesi
Uluslararası Orta Doğu Kongresi 1-2 Kasım 2011 International Middle East Congress November 1-2, 2011 Bildiri Kitabı / Proceedings CĐLT I / VOL. I Editörler / Edited by Prof. Dr. Hasret ÇOMAK Arş. Gör (Res. Assist.) Itır ALADAĞ GÖRENTAŞ Arş. Gör. (Res. Assist.) Derya ÖZVERĐ Ekim 2012 / October 2012 Kocaeli Uluslararası Orta Doğu Kongresi / International Middle East Congress Editörler / Edited by Prof. Dr. Hasret ÇOMAK Arş. Gör (Res. Assist.) Itır ALADAĞ GÖRENTAŞ Arş. Gör. (Res. Assist.) Derya ÖZVERĐ Kocaeli Üniversitesi Yayınları;/ Kocaeli University Publications Baskı / Printed by Kocaeli Universitesi Matbaası / Kocaeli University Press 1.Baskı / 1st edition Ağustos 2012 / August 2012; Kocaeli ISBN: 978-605-4158-21-8 (Tk. No.) 978-605-4158-22-5(kitap 1) 978-605-4158-22-5(kitap 2) ÖNSÖZ Orta Doğu, yüzyıllar boyu stratejik ve ticari önemi ile, bütün dünyanın yükselen güçleri için bir çekim noktası olmuştur. 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılması ile beraber, bölgenin, yükselen ve yayılan Batı Avrupa ile önemli bir ticari pazar olan Güney Asya arasındaki bağlantı sağlayıcı konumu bölgeye ilgiyi çok arttırmıştır. Petrolün, bir enerji kaynağı olarak önem kazanması, Orta Doğu’nun bu çok önemli ve stratejik konumunu daha da pekiştirmiştir. Orta Doğu ülkeleri ile, tarihten gelen güçlü, sosyal ve kültürel bağlara sahip Türkiye tüm bölge ülkeleriyle ilişkilerini her alanda karşılıklı saygı ve içişlerine karışmama ilkeleri çerçevesinde çeşitlendirmeyi ve geliştirmeyi istemektedir. Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik politikalarını bölge ülkeleriyle ikili ve çok taraflı işbirliğini yaygınlaştırarak bölgede barış, güvenlik ve istikrarın tesisine katkıda bulunmayı hedeflemektedir. Orta Doğu’nun uluslararası önemi sadece dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olmasından kaynaklanmamaktadır. Üç kıtayı birleştiren Orta Doğu, tarih boyunca dünyanın en önemli kara, hava ve deniz ulaşım yolları üzerinde bulunması nedeniyle önem kazanmaktadır. Yüzyılımızda petrol ve doğalgaz rezervleri azalmakta olsa bile Orta Doğu’nun dünyadaki önemi büyük ölçüde devam edecektir. Orta Doğu, üç büyük dinin bu bölgeden çıkmış olması nedeniyle çok önemlidir. Yüz milyonlarca insan için Orta Doğu, kutsal toprak olarak görülmektedir. Orta Doğu’da barış ve istikrarın temininin ve bölge ülkelerinin Türkiye’ye karşı tutumlarının, ülkemizin güvenlik ve çıkarları açısından çok önemli olduğu değerlendirilmektedir. Özellikle, Kuzey Irak’taki ve Suriye’deki son gelişmeler bu durumu göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan bu yana akılcı, gerçekçi ve hiçbir ayrım gözetmeksizin bölgenin bütün ülkeleri ile kalıcı barış ve istikrarı sağlamak için dostane ilişkilerini her zaman sürdürmüştür. Türkiye’nin, Orta Doğu’da kriz ve istikrarsızlık ortamını bir barış ve işbirliği ortamına dönüştürmek için yaptığı girişimler dikkatle ve özenle izlenmektedir. Özellikle, silahlı çatışmalara son vermek için çok taraflı ve etkin bir politika izlendiği ve başarılı olunduğu görülmektedir. Ancak, Arap Baharı ve içinde bulunduğumuz dönem içerisinde Suriye’de yaşanan gelişmeler Orta Doğu’da birbirine bağlı ve süratle değişim gösteren zincirleme tepkiler, birbirinden ayrılmayan sorunlar, bölgenin ve dünyanın barış ve istikrarını ciddi şekilde etkilemektedir. Enerjiye olan ihtiyacın, her geçen gün giderek artması ve kaynakların sınırlı olmasının getirdiği endişe nedeniyle; enerji kaynakları ve bu kaynaklara ulaşım yollarının kontrolü için yapılan güç mücadelesi bölgeyi istikrarsız hale getiren en önemli unsurlardır. Türkiye, Orta Doğu ile çok köklü tarihi ve kültürel bağlara sahiptir. Bütün Orta Doğu ülkeleri ile tarih boyunca dostca ilişkiler geliştirmeyi her alanda benimsemiştir. Orta Doğu’da evrensel düzeyde değerlerin yerleşmesi; demokratik ve bilimsel düşünceyi esas alan devlet yapılarının oluşumu ile mümkündür. Üniversitemiz, Orta Doğu’daki en son gelişmeleri, bölgenin jeopolitik ve jeostratejik önem ve önceliklerini dikkate alarak 01 – 02 Kasım 2011 tarihlerinde; Kazakistan’ın Astana L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi, Macaristan’ın Budapeşte Corvinus Üniversitesi ve BĐLGESAM işbirliği ile Kocaeli Üniversitesi Umuttepe Yerleşkesi Prof. Dr. Baki Komsuoğlu Uluslararası Kültür ve Kongre Merkezi’nde “Uluslararası Orta Doğu Kongresi” düzenlemiştir. Orta Doğu’da güvenlik ve istikrarın geliştirilmesi, yeni güvenlik anlayışlarının benimsenmesi, güven ve güven arttırıcı önlemlerin gözden geçirilmesi ve güvenlikle ilgili yeni yönelimlerin belirlenmesine ilişkin eserler, Kongre’de sunulmuştur. Sunulan eserlerin, Bildiriler Kitabı’nda yayınlanmasının, bilim alanına çok önemli kazanımlar ve birikimler sağlayabileceği değerlendirilmektedir. Kongremizin her aşamada teşvik eden ve destekleyen Rektörümüz Prof. Dr. Sayın Sezer Şener Komsuoğlu’na, Üniversitemizle birlikte bu kongrenin yapılmasına onay veren Kazakistan’ın Astana L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi ve Macaristan’ın Budapeşte Corvinus Üniversitesi Rektörlerine ve Bilgesam Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı’ya şükranlarımı sunarım. Kongremizin uygulanmasında çok değerli katkı ve önerilerde bulunan, Dekanımız Prof. Dr. Abdurrahman Fettahoğlu’na, L.N. Gumilyov Avrasya Ulusal Üniversitesi Lisans Üstü Öğretim Direktörü Doç. Dr. Aigerim Shilibekova’ya, Kongremizin Genel Sekreterleri Arş. Gör. Derya Özveri ve Arş. Gör. Itır Aladağ Görentaş’a ve emeği geçen tüm dostlarımıza çok teşekkür ederim. Saygılarımla, Prof. Dr. Hasret ÇOMAK Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Uluslararası Orta Doğu Kongresi Başkanı ULUSLARARASI ORTA DOĞU KONGRESİ PROGRAMI / INTERNATIONAL MIDDLE EAST CONGRESS PROGRAM 1 KASIM 2011 SALI/ I. GÜN- NOVEMBER 1, 2011/ I. DAY 10:00- 11:00 Açılış Konuşmaları 11:00- 12:30 I. Oturum / I. Session (Büyük Salon) / Opening Ceremony (Main Hall)∗ Toplumsal Cinsiyet Çalışmaları (Büyük Salon) / Gender Studies (Main Hall) English Başkan / Chair: Ahmet SELAMOĞLU/ Kocaeli University • Münevver TEKCAN/ Kocaeli University- Women Studies Inside and Outside the Middle East • Ayşegül GÖKALP KUTLU/ Kocaeli University- From Honour Killings to Gendercide: Violence Against Women in Turkey • Sumara ISHAQ& Muhammad Azam KHAN/ The Islamia University Of Bahawalpur- Eradication of Gender Based Violence Through Economic Empowerment of Rural Woman: A Case Study of Bahawalpur District Uluslararası Hukuk I (Akdeniz Salonu) / International Law I (Akdeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: • Mehmet BAHTİYAR/ Kocaeli Üniversitesi Hasret ÇOMAK- Doğu Akdeniz’de Yetki Alanları (Jurisdiction Zones in the East Mediterranean) Sadece Büyük Salon’da Türkçe-Đngilizce simültane tercüme yapılacaktır. / There will be simultaneous translation for Turkish and English only in the Main Hall. ∗ • Cengiz EKİN- Küresel Hegemonya Mücadelesi Açısından Deniz Yetki Alanları: Örnek Olay Doğu Akdeniz (Maritime Jurisdiction in terms of Global Hegemony Struggle: East Mediterranean Case) • Arda ÖZKAN/ Giresun Üniversitesi- Su Hukukundaki Gelişmeler Çerçevesinde Türkiye'nin Orta Doğu'da Sınır Aşan Suları (Transboundary Waters of Turkey in Accordance with the Improvements in Maritime Law) • Burak Şakir ŞEKER/ Kocaeli Üniversitesi- Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Akdeniz Güvenliğine Etkisi (The Limitation of Sea Zones and Its Effects on Mediterranean Security) Milliyetçilik/ Kimlik ve Etnisite I (Karadeniz Salonu) / Nationalism / Identity and Etnicity I (Karadeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Sinan ÖZBEK/ Kocaeli Üniversitesi • Abbas KARAAĞAÇLI/ Giresun Üniversitesi- Köktencilik ve İthal Modernitenin Arap Baharına Etkisi (The Impacts of Radicalism and Imported Modernity ot the Arab Spring) • Muhammet ÖZDEMİR/ Artvin Çoruh Üniversitesi- Orta Doğu Özgüllüklerinin Anlamlandırılmasında Yöntem Sorunu ve Şarkiyatçılık (The Method Issue in Explaining Middle Eastern Specifities and Orientalism) • Samet ZENGİNOĞLU/ Akdeniz Üniversitesi- Orta Doğu'nun Unutulan Kimlikleri Yezidilik ve Yezidiler Örneği (The Forgotten Identities of Middle East: The Example of Yazdism and Yazidis) 12:30- 14:00 Öğle Yemeği / Lunch (Umuttepe Sosyal Tesisleri/ Umuttepe Social Facilities) 14:00- 15:30 II. Oturum / II. Session Tarihsel Yaklaşımlar (Büyük Salon) / Historical Approaches (Main Hall) Türkçe- English Başkan / Chair: Ayşegül KOMSUOĞLU ÇITIPITIOĞLU/ İstanbul Üniversitesi • Adil BAKTIAYA/ İstanbul Üniversitesi- Modern Orta Doğu Eğitim Tarihi ve Osmanlı Devleti'ne Dair Gözlemler (Remarks on Education History in the Middle East and Ottoman State) • Esma TORUN ÇELİK/ Kocaeli Üniversitesi- Milli Mücadele ve Orta Doğu (War of Independence and Middle East) • Mohammad Jafar Javadi ARJMAND& Arash Bidollah KHANI/ University of Tehran- Egyptian- Israeli Relations, Historical Background, Challenges and Future Prospects in the Middle East Çatışma Analizi ve Çözümleri I (Akdeniz Salonu) / Conflict Analysis and Resolutions I (Akdeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Atilla SANDIKLI/ BİLGESAM • Oktay ALNIAK& Pelin BOLAT/ Bahçeşehir Üniversitesi& İTU- Being an Enlightment Center for in Middle East • Zafer AKBAŞ/ Düzce Üniversitesi- Yeni Arap Dünyasında Batı ile İlişkiler: Süreklilik Değişiyor mu? (Relations with West in the New Arab World: Is Contiunity Changing?) • Bülent AKKUŞ/ İstanbul Üniversitesi- "Arap Baharı"nın Uluslararası Güç Dengelerine Etkileri Üzerine Gerçekçi Bir Yaklaşım (A Realistic Approach on the Impacts of the Arab Spring on International Power Balances) Kültürel Çalışmalar (Karadeniz Salonu) / Cultural Studies (Karadeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Füsun ALVER/ Kocaeli Üniversitesi • Füsun ALVER& Neslihan YOLÇU/ Kocaeli Üniversitesi- Türk Basınında Arap Ülkesindeki Kitle Ayaklanmalarına İlişkin Haberlerin İçerik Analizi (The Content Analysis of The News about Mass Uprisings in teh Arab Territory on Turkish Press) • Elgiz YILMAZ& Nebahat AKGÜN ÇOMAK/ Galatasaray Üniversitesi- Orta Doğu'da Türk Dizileri ve Marka Söylemleri (Turkish Series and Brand Expressions in the Middle East) • Mehmet KAYA& Sinem SİKLON/ Niğde Üniversitesi& Akdeniz Üniversitesi- Arap Baharı'nın Ürdün Basınında Yansıması: The Jordan Times Örneği (Reflection of the Arab Spring in Jordan Press: The Example of Jordan Times) 15:30- 15:45 Kahve Arası / Coffee Break 15:45- 17:00 III. Oturum / III. Session Çatışma Analizi ve Çözümleri II (Büyük Salon) / Conflict Analysis and Resolutions II (Main Hall) English Başkan / Chair: Oktay ALNIAK/ Bahçeşehir University • Ayşe TEKDAL FİLDİŞ/ ACRES Beacon College- France’s Imperial Objectives and the Fragmentation of Syria in the 1920’s • Ekaterina BATUEVA/ The University of Economics - The Possible Consequences for Afghanistan like a Transiting Country in regard to the TAPI Pipeline Construction: The Escalation of the Conflict or the Reconstruction Effort? • Hassan AHMADIAN/ University of Tehran- The Arab Middle East after Popular Uprisings; Challenges Ahead (The Case of Egypt) • Laszlo CSICSMANN/ Corvinus University of Budapest- Freedom and/ or Islam? The role of Islamist Movements in the Arab Spring- A Case Study on the Egyptian Muslim Brotherhood Politika ve Güvenlik I (Akdeniz Salonu) / Politics and Security I (Akdeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Vasfi HAFTACI/ Kocaeli Üniversitesi • Ekrem Yaşar AKÇAY& Ömer Engin ÇELENAY/ Ankara Üniversitesi- Orta Doğu'da Domino Etkisi: Suriye Örneği (Domino Effect in the Middle East: Syrian Example) • Bora SELÇUK& Naci YILMAZ/ Kadir Has Üniversitesi& İş Bankası- Arap Baharı Öncesinde Orta Doğu Ekonomileri (Middle East Economies before the Arab Spring) • Faruk BOZGÖZ/ Dicle Üniversitesi- Orta Doğu Değişim Sürecinde Yemen’deki Siyasi Yapı (Political Structure in Yemen during the Changing Process in the Middle East) • Atilla SANDIKLI& Bilgehan EMEKLİER/ BİLGESAM- İran’ın Dış Politika Vizyonu ve Jeo-politik Hedefleri (Iran’s Foreign Policy Vision and Geopoltical Goals) • Göktürk TÜYSÜZOĞLU/ Giresun Üniversitesi- Arap Baharı ve Suriye (The Arab Spring and Syria) Politika ve Güvenlik II- ABD (Karadeniz Salonu) / Politics and Security II-USA (Karadeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Güven BAKIREZER/ Kocaeli Üniversitesi • Buket ÖNAL/ Kocaeli Üniversitesi- Türkiye- Amerika İlişkilerindeki Stratejik Ortak Tartışmalarında İran Faktörü (Iran Factor in Turkey- American Relations’ Strategic Partnership Arguments) • Levent FİDAN/ Kocaeli Üniversitesi- ABD'nin Orta Doğu Enerjisi Üzerindeki Politikaları (USA Policies on Middle East Energy) • Mesut ŞÖHRET/ Kocaeli Üniversitesi- Hegemonik İstikrar Teorisi Üzerinden Halk Hareketleri Sürecinde Orta Doğu ve Kuzey Afrika’yı Yeniden Okumak (Reading off the Middle East and the North Africa during the Popular Uprisings on Hegemonic Stability Theory) 17:30 Kokteyl/Cocktail Prof. Dr. Baki KOMSUOĞLU Uluslararası Kültür ve Kongre Merkezi I. Kat / Prof. Dr. Baki KOMSUOĞLU International Culture and Congress Centre I. Floor 2 KASIM 2011 ÇARŞAMBA/ II. GÜN- NOVEMBER 2, 2011/ II. DAY 10:00- 11:30 IV. Oturum/ IV. Session Çatışma Analizi ve Çözümleri III (Büyük Salon) / Conflict Analysis and Resolution II (Main Hall)∗ English Başkan / Chair: Alexander MURRINSON/ University of Maryland • Mohammed Mohy Eldin HASANEN/ Gulf University for Sciences and Technology- The Road to Political Stability in the Arab World: Political Reform or Political Development? • Sandor FOLDVARI/ Debrecen University- Interreligious Dialogues as BridgeMaking Diplomatic Diplomatic Steps • David RAMIRO TROITIRO/ Tallinn University of Technology- The Union for the Mediterranean and its Influence on the Middle East Countries Politika ve Güvenlik III (Akdeniz Salonu) / Politics and Security III ( Akdeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Recep TARI/ Kocaeli Üniversitesi • Atilla SANDIKLI& Erdem KAYA/ BİLGESAM- Türkiye İsrail İlişkileri İnişli Çıkışlı Seyrin Dip Noktası (Turkey- Israel Relations: The Far End of Up and Down Movement) • Zafer YILDIRIM/ Kocaeli Üniversitesi- Arap Baharında Model Ülke Türkiye (Turkey as Model Country in the Arab Spring) • Yavuz ÇANKARA& Pınar ÖZDEN ÇANKARA/ İstanbul Üniversitesi- Başbakan Recep Tayyip ERDOĞAN Dönemi Türkiye- İran İlişkilerinin Gelişmesinde İsrail Faktörü (Israel Factor in the Progress of Turkey- Iran Relations During Prime Minister Recep Tayip ERDOGAN Era) • Halit AKARCA/ Princeton Üniversitesi- Renkli Devrimler Işığında Rusya'nın Arap Baharına Bakışı (The Impact of Color Revolutions on the Russian Perception of the Arab Spring) Milliyetçilik/ Kimlik ve Etnisite II (Karadeniz Salonu) / Nationality/ Identity and Ethnicity II (Karadeniz Hall) English Sadece Büyük Salon’da Türkçe-Đngilizce simültane tercüme yapılacaktır. / There will be simultaneous translation for Turkish and English only at the Main Hall ∗ Başkan / Chair: Erik FREAS/ Borough of Manhattan Community College, CUNY • Estella CARPI/ University of Sydney- Ethnography of Everday Life in the Warstriken Areas of Beirut: Local responsiveness to Humanitarian Intervention • Thomas SCHIMIDINGER/ University of Vienna- The Destruction of Nubia by Large Dams • Arash Bidollah KHANI& Rahman PARVARESH/ University of Tehran& Social Security Organization of Iran- Recent Arab World Problems and Changes as a Reaction to Identity of Islamic Ethics • Sarnou DALEL/ Mastaganem University- Arab Youth Revolutions: A Conspiracy, Mimicry or a Genuine Patriotism 11:30- 11.45 Kahve Arası / Coffee Break 11:45- 13:00 V. Oturum / V. Session Milliyetçilik/ Kimlik ve Etnisite III (Büyük Salon) / Nationality/ Identity and Ethnicity III (Main Hall) English Başkan / Chair: Münevver TEKCAN/ Kocaeli University • Eric FREAS/ Borough of Manhattan Community College, CUNY- The Exclusivity of Holliness: The Role of the Temple Mount/Haram al-Sharif in the Formation of National Identities • Arash Bidollah KHANI& Rahman PARVARESH/ University of Tehran& Social Security Organization of Iran- Identity Crisis in Iran has Caused Fundamental Challenges Against the New Region Convergence in the Middle East • Gizem BİLGİN AYTAÇ& Gül Pınar ERKEM GÜLBOY/ İstanbul University- Critical Approaches for Identity Policies Minority Rights as a Concept of Modern Security Studies Politika ve Güvenlik IV (Akdeniz Salonu) / Politics and Security IV ( Akdeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Yücel DEMİRER/ Kocaeli Üniversitesi • İrfan Kaya ÜLGER/ Kocaeli Üniversitesi- Suriye Baas Partisi İdeolojisi (The Ideology of Syrian Baas Party) • Caner SANCAKTAR/ Kocaeli Üniversitesi- Orta Doğu’da Değişimin Dışsal Dinamikleri (External Dynamics of Transdormation in the Middle East) • Mevlüt UYANIK/ Yemen Sana Üniversitesi- Orta Doğu'da Arap Baharı: Yemen (Arab Spring in the Middle East: Yemen) • Gülşen DİNÇER/ Mimar Sinan Üniversitesi- Orta Doğu'da Madun Siyaseti: Kazanç mı? Kayıp mı? (Subordinate Policy in the Middle East: Gain or Loss?) 13:00- 14.00 Öğle Yemeği / Lunch (Umuttepe Sosyal Tesisleri/ Umuttepe Social Facilities) 14:00- 15:30 VI. Oturum / VI. Session Kültürel Çalışmalar (Büyük Salon) / Cultural Studies ( Main Hall) Türkçe Başkan / Chair: Ayşegül KOMSUOĞLU ÇITIPITIOĞLU/ İstanbul Üniversitesi • Namık Sinan TURAN/ İstanbul Üniversitesi- Propaganda ve Popüler Kültür: Nasır Dönemi Mısır'da Panarabizmin Kültürel Araçlarının İnşası (Propoganda and Populer Culture: The Construction of Cultural Instrumenst of Panarabizm in Egypt during the Nasir Era) • Fundagül APAK/ Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi- Türklük Bilincinin Pervaneleri: Edebiyatımızda Akımlara Kapılanlar (Moths of Turk Awarenes: Seized by Turkish Literature’s Trends) • Serpil YAZICI/ Kocaeli Üniversitesi- Orta Doğu'da Türk Dili (Turkish Language in the Middle East) Politika ve Güvenlik (Akdeniz Salonu) V / Politics and Security V (Akdeniz Hall) Türkçe Başkan / Chair: Yusuf BAYRAKTUTAN/ Kocaeli Üniversitesi • Bilge ERCAN/ Kocaeli Üniversitesi- Türkiye- Suriye İlişkilerinde Su Sorunu (Water Issue in Turkey- Syria Relations) • Arda ERCAN/ Kocaeli Üniversitesi- Atatürk Dönemi Türkiye- İran İlişkileri (Turkey- Iran Relations in Ataturk Era) • Hayati ÜNLÜ/ Şırnak Üniversitesi- 21. Yüzyılın Barış Projesi Medeniyetler İttifakı ve Türk Dış Politikası (The Peace Project of 21. Century: Alliance of Civilizations and Turkish Foreigh Policy) • Dilara Mehmetoğlu/ Kocaeli Üniversitesi- Azerbaycan-İran İlişkileri (AzerbaijanIran Relations) Uluslararası Hukuk II (Karadeniz Salonu) / International Law II ( Karadeniz Hall) English Başkan / Chair: Lazslo CSICSMANN/ Corvinus University of Budapest • Itır ALADAĞ GÖRENTAŞ/ Kocaeli University- International Law in the Middle East: Palestine Conflict • Alisa SHISHKINA/ Russian State University of Humanities- Human Rights in Israel: Democracy vs. Traditions • Leonid ISSAEV/ Russian State University- Redistribution of Power (Forces) in the Middle East in Context of the League of Arab States • Merve ÖZKAN BORSA/ İstanbul University- Water Issue in the Middle East from International Law Perspective 15:30- 15:45 Kahve Arası / Coffee Break 15:45- 17:00 VII. Oturum/ VII. Session Politika ve Güvenlik VI (Büyük Salon) / Politics and Security VI (Main Hall) English Başkan / Chair: David RAMIRO TROITIRO/ Tallinn University of Technology • Derya ÖZVERİ / Kocaeli University- European Security Governance in the Middle East • Zaur GASSIMOV/ University of Mainz- Turkey and the Middle East in the Polish Foreign Policy Concept of Prometheanism 1920- 30 • Konstantinos ZARRAS/ University of Macedonia- Political Unrest in the Middle East and its Implications for Israel- Iran relations: Towards a New Regional Security Architecture • Alexander MURRINSON& Orxan QAFARLI/ University of Maryland& University of Ilia State- Two Former Empires Striking Back: The New Geopolitical Alignment of Russia and Turkey in the Expanded Middle East Politika ve Güvenlik- AB VII (Akdeniz Salonu) / / Politics and Security- EU VII (Akdeniz Hall) Türkçe- English Başkan / Chair: Aigerim SHILIBEKOVA/ L. N. Gumilyov Eurasian National University • Begüm KURTULUŞ/ Istanbul University- AKP's Foreign Policy in the Middle East in terms of Public Diplomacy • Özgün ERLER BAYIR/ İstanbul University- EU and the Use of Soft Power in Middle East • Mehlika Özlem ULTAN/ Kocaeli University- AB'nin Komşuluk Politikasında Orta Doğu (Middle East in the European Neighbourhood Policy) • Pınar ELBASAN/ Kocaeli University- Avrupa Birliği’nin Orta Doğu Politikası ve Türkiye’nin Etkisi (European Union’s Middle East Policy and Turkey’s Effect) 18:00 – Akşam Yemeği/ Dinner Safran Restaurant ORGANİZASYON / ORGANIZATION Onursal Başkanlar Prof. Dr. Sezer Şener Komsuoğlu Kocaeli Üniversitesi Rektörü (Türkiye) Prof. Tamás Mészáros, Corvinus Üniversitesi Rektörü (Macaristan) Prof. Dr. Erlan B. Sydykov, Eurasian National University (Kazakistan) Prof. Dr. Abdurrahman Fettahoğlu Dekan Kocaeli Üniversitesi, İİBF (Türkiye) Doç. Dr. Atilla Sandıklı, BİLGESAM Başkanı (Türkiye) Kongre ve Düzenleme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hasret Çomak Kocaeli Üniversitesi Rektör Yadımcısı ve İİBF Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı (Türkiye) Düzenleme Kurulu /Kongre Sekretaryası Derya Özveri Kongre Genel Sekreteri Kocaeli Üniversitesi Itır Aladağ Görentaş Kongre Genel Sekreteri Kocaeli Üniversitesi Arda Ercan Kocaeli Üniversitesi Bilge Ercan Kocaeli Üniversitesi Dilara Mehmetoğlu Kocaeli Üniversitesi Ayşegül Gökalp Kutlu Kocaeli Üniversitesi Mehlika Özlem Ultan Kocaeli Üniversitesi Kongre Genel Sekreterleri Derya Özveri Kongre Genel Sekreteri Kocaeli Üniversitesi Itır Aladağ Görentaş Kongre Genel Sekreteri Kocaeli Üniversitesi Konferans Bilim Kurulu Sönmez Köksal Emekli Büyükelçi Özdem Sanberk Emekli Büyükelçi İlter Türkmen Dışişleri Eski Bakanı Ve Emekli Büyükelçi Güner Öztek Emekli Büyükelçi Prof. Dr. Hüseyin Bağcı Orta Doğu Teknik Üniversitesi Prof. Dr. Oktay Alnıak Bahçeşehir Üniversitesi Prof. Dr. Orhan Güvenen Bilkent Üniversitesi Prof. Dr. Cemil Oktay Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. Cengiz Okman Yeditepe Üniversitesi Prof. Dr. İlter Turan İstanbul Bilgi Üniversitesi Prof. Dr. Ersin Onulduran Ankara Üniversitesi Prof. Dr. Ali L. Karaosmanoğlu Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Çelik Kurtoğlu Bilgesam Prof. Dr. Recep Boztemur Orta Doğu Teknik Üniversitesi Prof. Tamas Meszaros Budapeşte Corvinus Üniversitesi Prof. Dr. Erlan B. Sydykov, Eurasian National University Doç. Dr. Oktay F. Tanrısever Orta Doğu Teknik Üniversitesi Doç. Dr. İrfan Kaya Ülger Kocaeli Üniversitesi Doç. Dr. Atilla Sandıklı BİLGESAM Başkanı Doç. Dr. Aigerim Shilibekova Eurasian National University Yrd. Doç. Dr. Zafer Yıldırım Kocaeli Üniversitesi Yrd. Doç. Dr. Caner Sancaktar Kocaeli Üniversitesi AÇILIŞ KONUŞMASI / OPENING REMARKS Çok Değerli Konuklar, Üniversitemizin İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü ile Kazakistan’ın Astana Avrasya Ulusal Üniversitesi, Budapeşte Corvinus Üniversitesi ve Bilgesam tarafından düzenlenen “Orta Doğu” konulu uluslararası kongremize hoş geldiniz. Öncelikle çok seçkin böyle bir topluluğa hitap etmekten mutluluk ve gurur duyuyorum. Kongremize, ülkemizden 56 ve yurt dışından 14 farklı ülkeden 21 olmak üzere toplam 77 alanınında uzman ve akademisyen konuşmacı olarak katılmaktadır. Orta Doğu’nun dününü, bugününü ve geleceğini tartışmak üzere üniversitemizi onurlandırmışlardır. Kongremize çok değerli bilimsel katkılar sağlayacak konuşmacılara ve oturum başkanlarına şükranlarımı sunarım. Balkanlar, Orta Doğu, Kafkasya, Orta Asya ve Afrika’da son dönemde meydana gelen gelişmeler, güvenlik ve tehdit algılamaları geçmişe nazaran çok önemli değişikliklere sahip olmuştur. Bu düşünceden hareketle; üniversitemiz bu bölgelere yönelik uluslararası kongreler düzenlemeye başlamıştır. Birinci olarak, 28-29 Nisan 2011 tarihlerinde Uluslararası Balkan Kongresini gerçekleştirmiştir. İkinci olarak, bugün Uluslararası Orta Doğu Kongresi’ni; Kazakıstan’ın Astana’daki Avrasya Ulusal Üniversitesi, Macaristan’ın Budapeşte’deki Corvinus Üniversitesi ve Bilgesam ile birlikte düzenlemiştir. Üçüncü olarak, 26-27 nisan 2012 tarihlerinde “uluslararası kafkasya kongresi”ni planlamış bulunmaktadır. Orta Doğu’da birbirine bağlı ve süratle değişim gösteren gelişmeler, birbirinden ayrılmayan sorunlar, bölgenin ve dünyanın barış ve istikrarını ciddi şekilde etkilemektedir. Ayrıca, enerjiye olan ihtiyacın her geçen gün artması ve kaynakların sınırlı olmasının getirdiği endişe nedeniyle; enerji kaynakları ve bu kaynaklara ulaşım yollarının kontrolü için yapılan güç mücadelesi bölgeyi istikrarsız hale getiren en önemli unsurlardır. Türkiye, Orta Doğu ile çok köklü tarihi ve kültürel bağlara sahiptir. Bütün Orta Doğu ülkeleri ile tarih boyunca dostca ilişkiler geliştirmeyi her alanda benimsemiştir. Orta Doğu’da evrensel düzeyde değerlerin yerleşmesi; demokratik ve bilimsel düşünceyi esas alan devlet yapılarının oluşumu ile mümkündür. Çok Değerli Konuklar, Orta Doğu; barındırdığı dini ve etnik çeşitlilik, zengin petrol ve doğal gaz rezervleri, sınırlı su kaynakları, kontrolsüz silahlanma, ekonomik sorunlar, olgunlaşmamış siyası yapılar ve otoriter rejimler gibi iç ve dış aktörlerden kaynaklanan; siyasal, sosyal, ekonomik ve güvenlik konularında çözümler üretmenin güç olduğu bir coğrafyadır. Günümüzde Orta Doğu’da toplumları yeniden şekillendirme girişim ve arzuları dikkat çekicidir. Bölgede değişik yeni yönetim ve siyasi yapılanma modellerinin geliştirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Orta Doğu’da barış ve istikrarı sağlamak ve sürdürülebilir hale getirebilmek için iç ve dış aktörlerin politikalarını gözden geçirmeleri gerekmektedir. Cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk; 1 Kasım 1938’de TBMM’de yapmış olduğu bir konuşmasında; “Barış, ulusları refah ve mutluluğa eriştiren en iyi yoldur. Fakat bu kavram bir kez ele geçirilince sürekli özen ve ilgi bekler. Her ulusun ayrı ayrı hazırlığını gerektirir” demektedir. Barış içinde bir orta doğu, tüm dünyanın geleceği için çok önemlidir ve vaz geçilmezdir. Bu duygu ve düşüncelerle; siz değerli konuklarımıza, konuşmacılara, oturum başkanlarına, kongre’nin yapılmasını teşvik eden ve destekleyen rektörümüz Prof. Dr. Sayın Sezer Şener Komsuoğlu’na, üniversitemizle birlikte bu kongrenin yapılmasına onay veren Kazakıstan Avrasya Ulusal Üniversitesi ve Budapeşte Corvinus Üniversitesi rektörlerine ve Bilgesam Başkanı Doç. Dr. Sandıklı’ya, Dekanımız Prof. Sayın Fettahoğlu’na, kongre genel sekreterleri Arş. Gör. Derya Özveri ve Itır Aladağ Görentaş’a, ve emeği geçen tüm dostlarımıza çok teşekkür ediyorum. Çok Değerli Konuklar, Kongremize katılmakla bizlere en büyük onur ve gururu yaşattınınız. Sizlerin verdiği bu destek ve güçle uluslararası etkinliklerimizi daha çok yoğunlaştıracak ve daha çok çalışacağız. Kongremizin sizlerle birlikte çok başarılı geçeceği umut, heyecan ve inancıyla hepinize sonsuz başarılar diler, saygılarımı sunarım. Prof. Dr. Hasret ÇOMAK Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı ve Uluslararası Orta Doğu Kongresi Başkanı ĐÇĐNDEKĐLER / CONTENTS (VOL I) DOĞU AKDENİZ’DE YETKİ ALANLARI ...................................................................................... 27 Prof. Dr. Hasret ÇOMAK WOMEN STUDIES INSIDE AND OUTSIDE THE MIDDLE EAST .................................................. 49 Münevver Tekcan NAMUS CĐNAYETĐNDEN CĐNS KIRIMINA: TÜRKĐYE’DE KADINA KARŞI ŞĐDDET ................................................................................................................................................ 50 Ayşegül Gökalp Kutlu ERADICATION OF GENDER BASED VIOLENCE THROUGH ECONOMIC EMPOWERMENT OF RURAL WOMEN: A CASE STUDY OF BAHAWALPUR DISTRICT. ............................................................................................................................. 61 Muhammad Azam Khan-Sumara Ishaq-Ansar Abbas KÜRESEL HEGEMONYA MÜCADELESI AÇISINDAN DENIZ YETKI ALANLARI: ÖRNEK OLAY DOĞU AKDENIZ ....................................................................................... 72 Cengiz Ekin SU HUKUKUNDAKĐ GELĐŞMELER ÇERÇEVESĐNDE TÜRKĐYE’NĐN ORTADOĞU’DAKĐ SINIRAŞAN SULARI ........................................................................ 98 Arda ÖZKAN DENĐZ ALANLARININ SINIRLANDIRILMASI VE AKDENĐZ GÜVENLĐĞĐ ............. 114 Burak Şakir Şeker KÖKTENCĐLĐK VE ĐTHAL MODERNĐTENĐN ARAP BAHARINA ETKĐSĐ ................. 135 Abbas Karaağaçlı ORTADOĞU ÖZGÜLLÜKLERININ ANLAMLANDIRILMASINDA YÖNTEM SORUNU VE ŞARKIYATÇILIK ....................................................................................... 144 Muhammet Özdemir ORTADOĞU’NUN UNUTULAN KĐMLĐKLERĐ: YEZĐDĐLĐK VE YEZĐDĐLER ÖRNEĞĐ .............................................................................................................................................. 161 Samet Zenginoğlu 22 MODERN ORTADOĞU EĞĐTĐM TARĐHĐ VE OSMANLI DEVLETĐ’NE DAĐR GÖZLEMLER ...................................................................................................................... 175 Adil Baktıaya ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI VE ORTADOĞU ...................................................... 176 Esma Torun Çelik BEING AN ENLIGHTENMENT CENTER IN MIDDLE EAST ....................................... 194 Oktay Alniak- Pelin Bolat YENĐ ARAP DÜNYASI’NDA BATI ĐLE ĐLĐŞKĐLER: SÜREKLILIK DEĞĐŞĐYOR MU? .............................................................................................................................................. 200 Zafer Akbaş ARAP BAHARI’NIN ULUSLARARASI GÜÇ DENGELERĐNE ETKĐLERĐ ÜZERĐNE GERÇEKÇĐ BĐR YAKLAŞIM ............................................................................................ 224 Bülent Akkuş ARAP ÜLKELERĐNDEKĐ KĐTLE AYAKLANMALARININ TÜRK BASININA YANSIMASI........................................................................................................................ 236 Füsun Alver-Neslihan Yolcu TÜRK DĐZĐLERĐNĐN VE TÜRK MARKALARININ ORTADOĞU’DA “YUMUŞAK GÜÇ” ETKĐSĐ ...................................................................................................................... 342 Elgiz Yilmaz-Nebahat Akgün Çomak ARAP BAHARININ ÜRDÜN BASININDA YANSIMASI: THE JORDAN TIMES ÖRNEĞI ............................................................................................................................... 365 Mehmet Kaya-F. Sinem Siklon FRANCE’s IMPERIAL OBJECTIVES AND THE FRAGMENTATION OF SYRIA IN THE 1920’s .......................................................................................................................... 373 A. Fildis THE POSSIBLE CONSEQUENCES FOR AFGHANISTAN LIKE A TRANSITING COUNTRY IN REGARD TO THE TAPI PIPELINE CONSTRUCTION: THE ESCALATION OF THE CONFLICT OR THE RECONSTRUCTION EFFORT? ............ 374 23 Ekaterina Batueva ................................................................................................................ 374 THE ARAB MIDDLE EAST AFTER POPULAR UPRISINGS;CHALLENGES AHEAD (THE CASE OF EGYPT) .................................................................................................... 376 Hassan Ahmadian FREEDOM AND/OR ISLAM? THE ROLE OF ISLAMIST MOVEMENTS IN THE ARAB SPRING. A CASE STUDY ON THE EGYPTIAN MUSLIM BROTHERHOOD ............. 387 László Csicsmann ORTA DOĞU’DAKĐ DOMĐNO ETKĐSĐ: SURĐYE ÖRNEĞĐ............................................ 388 Ekrem Yaşar Akçay-Ömer Engin Çelenay ORTADOĞU DEĞĐŞĐM SÜRECĐNDE YEMEN’DEKĐ SĐYASĐ YAPI ............................ 403 Faruk Bozgöz ĐRAN’IN DIŞ POLĐTĐKA VĐZYONU VE JEOPOLĐTĐK HEDEFLERĐ ............................ 419 Atilla Sandıklı-Bilgehan Emeklier ....................................................................................... 419 SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKĐYE-AMERĐKA ĐLĐŞKĐLERĐNDEKĐ STRATEJĐK ORTAKLIK TARTIŞMALARINDA ĐRAN FAKTÖRÜ.................................................... 449 Buket Önal TURKEY, AS A MODEL COUNTRY IN THE ARAB SPRING ...................................... 465 Zafer Yıldırım BAŞBAKAN R.T. ERDOĞAN DÖNEMĐ TÜRKĐYE-ĐRAN ĐLĐŞKĐLERĐNĐN GELĐŞMESĐNDE ĐSRAĐL FAKTÖRÜ ............................................................................... 466 Yavuz Cankara-Pınar Özden Cankara RENKLI DEVRIMLER IŞIĞINDA RUSYA’NIN ARAP BAHARINA BAKIŞI ............. 489 Halit Akarca ETHNOGRAPHY OF EVERYDAY LIFE IN THE WAR-STRICKEN AREAS OF BEIRUT: LOCAL RESPONSIVENESS TO HUMANITARIAN INTERVENTION. ....... 490 Estella Carpi THE DESTRUCTION OF NUBIA BY LARGE DAMS .................................................... 491 Thomas Schimidinger 24 THE EXCLUSIVITY OF HOLINESS: THE ROLE OF THE TEMPLE MOUNT/HARAM AL-SHARIF IN THE FORMATION OF NATIONAL IDENTITIES ................................ 492 Erik Freas CRITICAL APPROACHES FOR IDENTITY POLICIES-MINORITY RIGHTS AS A CONCEPT OF MODERN SECURITY STUDIES ............................................................. 495 Gizem Bilgin Aytac-Gül Pınar Erkem Gülboy 25 26 DOĞU AKDENİZ’DE YETKİ ALANLARI Prof. Dr. Hasret ÇOMAK∗ I. GĐRĐŞ Doğu Akdeniz, Tunus’taki Bon Burnu ile Đtalya’ya bağlı Sicilya Adası’nın batıya uzanan ucundaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusundaki bölgeyi içermektedir. Bu tanımlamaya istinaden Doğu Akdeniz; Đtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk, Yunanistan, Türkiye, Suriye, Lübnan, Đsrail, Filistin, Mısır, Libya ve Tunus kıyıları ile çevrilidir.1 Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, sadece bölgesel ve küresel üstünlük sağlama mücadelesi açısından değil, barış ve istikrara katkı sağlanması açısından da önemli bir coğrafyadır.2 Bölgenin, Ortadoğu’da ortaya çıkmış kriz, gerginlik ve çatışmalarda insani ve askeri açıdan etkin roller oynadığı bilinmektedir. ABD, 1980’li yılların ilk yarısında Lübnan’da yaşanan kanlı olaylar sırasında, bu ülkedeki vatandaşlarını Kıbrıs Adası üzerinden tahliye edebilmiştir.3 Arap Baharı ile bölgede gerçekleşen olaylar ile Suriye’de 2011 ve 2012 yılında yaşanan gelişmeler de dikkate alındığında; Doğu Akdeniz’in Ortadoğu’da güvenlik ve istikrarın sağlanmasında ve sürdürülmesinde ne kadar önemli rol oynadığını göstermektedir. Doğu Akdeniz’in jeopolitik ve jeostratejik önemi artarak sürmektedir. Ulaştırma ve enerji kaynaklarını kontrol etmesi yönü ile daha da artmaktadır. Akdeniz’de yılda ortalama 220.000’den fazla gemi seyir halinde bulunmakta, dünya denizlerinin sadece % 1’ini kapsayan bir deniz alanı olmasına rağmen dünya deniz trafiğinin 1/3’ü Akdeniz’de gerçekleşmektedir.4 Deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin uluslararası hukuk kurallarının gelişimi bir yana, Doğu Akdeniz’in karmaşık fiziki ve siyasi coğrafyası, çatışan menfaatler, kıyı devletleri arasındaki mevcut ciddi uyuşmazlıklar ve özellikle bölgede bulunduğu bilinen petrol; Doğu Öğretim Üyesi, Kocaeli Üniversitesi Rektör Yardımcısı, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Đlişkiler Bölüm Başkanı ∗ 1 Dursun Yıldız, Akdeniz’in Doğusu (Tarihi Geçmişi, Stratejik Önemi ve Su Sorunu Açısından), Đstanbul: Bizim Yayınlar Kitapevi, 2008, s. 4. 2 http://www.tasam.org/modules.php?name=news&file=article&sid=308.htm. 3 Cihat Yaycı, “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilge Strateji, Cilt 4, Sayı 6, Bahar 2012, Đstanbul, s. 7. 4 “Mediterranean Sea,” erişim tarihi 16.05.2012, http://www.essentialcrystalsalt.com/crystal-salt/dead-sea-salt-scrub-reviews. 27 Akdeniz’de yetki alanları sınırlandırmasını, taraflar arasında her an tırmanmaya açık ve uzun vadeli bir sorun haline getirmiştir. II. DOĞU AKDENĐZ’DE DENĐZLERĐN PAYLAŞIMI Doğu Akdeniz’in jeopolitik ve jeostratejik öneminin yanı sıra, sahip olduğu düşünülen yüksek enerji potansiyeli; doğal olarak kaynakların ve dolayısıyla denizlerin paylaşımı mücadelesini de beraberinde getirmiştir. Bu mücadelede, Doğu Akdeniz’e kıyıdaş devlet/yönetimlerin tutumlarını özetlemeden önce, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin ilgili hükümlerinden kısaca bahsetmek faydalı olacaktır.5 1.1 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Açısından Değerlendirme Devletler, 1958 yılından itibaren toplanan deniz hukuku konferansları yolu ile 20’nci yüzyılın ikinci yarısında denizlerde sahip oldukları egemenlik haklarını büyük oranda genişletmiştir. Klasik deniz alanları olan karasuları, bitişik bölge ve balıkçılık bölgesi gibi dar deniz alanlarından başka, devletlere belirli konularda egemen haklar ve yetkiler tanıyan Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölge gibi nispeten çok daha geniş deniz alanları uluslararası hukuka yerleşmiştir. Önceleri teamül olarak uygulanan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB), 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile yazılı ve pozitif düzenlemeye kavuşmuştur.6 Günümüzde geçerli olan temel Uluslararası Deniz Hukuku sözleşmeleri iki adettir. Bunlar; I. Deniz Hukuku Konferansı 1958 Cenevre Sözleşmeleri ile, III. Deniz Hukuku Konferansı 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS)’dır. Bu sözleşmeler; Karasuları, bitişik bölge, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge gibi bir çok deniz ile ilgili tanımlamaya çalışmıştır. MEB, karasularının ölçülmeye başlandığı esas hattan hesaplanmak üzere en çok 200 deniz mili genişlikteki deniz alanlarının, deniz yatağı ve toprak altının ayrıca üzerindeki suların canlı ve cansız doğal kaynakları üzerinde kıyı devletlerine bazı ekonomik hakların tanınmasını öngören bir 5 Yaycı, A.g.e., s. 13. 6 Yaycı, A.g.e., s. 14. 28 kavramdır.7 Đlgili devletler bu deniz alanında bazı yetkilerin uygulanmasını içeren egemenlik haklarını da kullanabilmektedir. MEB, Araştırma, işletme, muhafaza ve yönetim gibi hakları ilgili devlete tanımaktadır.8 Şu durumlarda kıyı devletinin bu tür faaliyetlere izin vermemek konusunda takdir hakkı olduğu hükme bağlanmıştır; 1- Araştırma faaliyeti; canlı veya canlı olmayan kaynakların araştırılması ve işletilmesi konusunda doğrudan bir önem taşıyorsa; 2- Kıta sahanlığında kazı yapılması, patlayıcı madde kullanılması, deniz çevresine zararlı maddelerin kullanılması sonucunu doğuracaksa; 3- Suni ada, tesis ve yapıların kurulması, işletilmesi ve kullanılmasını gerektiriyorsa; 4- Araştırma faaliyetinin niteliği ve amacı konusunda verilen bilgiler yanlışsa veya istekte bulunan kuruluş önceden yaptığı bu tür bir faaliyetten ötürü kıyı devletine borçlu ise; kıyı devlete izin vermeyebilir. Ancak, kıta sahanlığının 200 mil genişlik ötesindeki kesimlerinde, kıyı devletinin yukarıda açıklanan gerekçelere dayanarak izin vermeme hakkı yoktur. 200 mil ötesindeki alanların belirlenmiş ve ilan edilmiş bazı bölgelerinde işletme veya ayrıntılı araştırma faaliyetlerine girişilmiş ise veya makul bir süre içinde girişilecek ise, izin vermek konusunda takdir hakkı saklıdır. (Md. 246)9 Münhasır Ekonomik Bölgede kıyı devletinin temel hakları ise şu şekilde sıralanabilir; 1- Canlı ve canlı olmayan doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi, korunması idaresi ve sudan, cereyandan ve rüzgardan enerji üretimi gibi diğer ekonomik araştırma ve işletme faaliyetleri konusunda egemen hakları haizdir. (Md. 56/1 a) Münhasır Ekonomik Bölgedeki canlı kaynaklarının korunması konusundaki egemen haklarının korunması biçimi, Sözleşmede ayrıntılı bir rejime tabi tutulmuştur. (Md. 61-68) 2- Yapay (suni) adaların, ekonomik amaçlar için kurulan tesis ve yapıların ve yine, kıyı devletinin haklarının kullanılmasına müdahale edebilecek nitelikteki tesis ve yapıların yapılması, yapılmasına izin verilmesi, işletilmesi ve kullanılması hakkı kıyı devletine 7 Sevin Toluner, Milletlerarası Hukuk Dersleri, Devletin Yetkisi, Filiz Kitabevi, 1984, Đstanbul, s.224. 8 MEB’e ilişkin hükümler 1982 BMDHS’nin 55-85’inci maddeleri arasında düzenlenmiştir. En fazla 200 deniz miline kadar uzanan MEB, karasularının ölçülmeye başladığı hattan itibaren ölçülmeye başlamaktadır (Md. 57; Md. 5-16). Sözleşme, eğer deniz genişliği, bu genişliği karşılayacak kadar büyük değil ise, kıyı devletleri arasında anlaşma yapılmasını öngörmektedir. Ayrıca Sözleşme, MEB ilan eden kıyı devletinin ilan ettiği MEB’i gösteren harita yayımlayarak bir nüshasını BM Genel Sekreterliğine göndermesi gerektiğini belirtmektedir (Md. 75 Para.2). 9 Toluner, A.g.e., ss. 222-223. 29 münhasıran haizdir.(Md. 56/1b, 60) Kıyı devleti bu yapay yapılar üzerinde gümrük, maliye, sağlık, güvenlik ve muhaceretin düzenlenmesi dahil olmak üzere inhisarı yetkilere haizdir.10 Münhasır Ekonomik Bölge içinde diğer devletlerin hakları ise şu şekildedir; 1- Ulaştırma 2- Uçma 3- Kablo ve Boru döşeme 4- Bu haklara bağlı olarak gemiler, uçaklar, kablo ve boruların kullanımı ile ilgili hukuka uygun haklar.11 Belirtilen uluslararası sözleşmelerdeki ilgili hükümler yeterince açık olmadığından, bölgesel anlamda uygulanmaya çalışıldığında anlaşmazlık kaçınılmazdır. Đhtilaf durumunda bu hükümlerin nasıl uygulanacağı, Birleşmiş Milletler Uluslararası Adalet Divanı’nın kararları ile açıklığa kavuşabilmektedir. 1958 Cenevre Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi (KBBS)’nden günümüze kadar Uluslararası Adalet Divanı (UAD)’nın kararlarında önemli yorumlar yapıldığı görülmektedir. Uluslararası Adalet Divanının “deniz alanlarının sınırlandırmasına” yönelik yargı kararları incelendiğinde; iki temel kavramın detaylı bir şekilde incelendiği tespit edilmiştir. Bunlar; “coğrafi durumun sınırlandırmayı belirlemesi” ve “bir devletin deniz alanının diğer devletin kıyılarının önünü büyük ölçüde kapatmaması” olarak sayılabilir. Coğrafi durumun sınırlandırmayı belirlemesi prensibinde temelde “eşit uzaklık çizgisi” esas alınmış; kıyı uzunlukları, kıyıların çıkıntıları ve doğal uzantıları, bölgedeki ada ya da adacıklar, doğal kaynakların konumu ve ülkelerin doğal kaynaklara nispi bağımlılıkları ve benzeri faktörler dikkate alınarak çizgi düzeltilmiştir. Bir devletin deniz alanının diğer devletin kıyılarının önünü büyük ölçüde kapatmaması prensibinde ise; oransallık, deniz ulaşımına ilişkin unsurlar, bir devletin ulaşım güvenliğine ilişkin düzenlemeleri ve özellikle yan sınır oluşturmada kıyıların genel doğrultusu gibi hususlar dikkate alınarak çizgi düzeltilmiş ve Uluslararası Adalet Divanı’nca kararlar verilmiştir. 10 Toluner, A.g.e., s.226 11 Toluner, A.g.e., s.227 30 1.2.Doğu Akdeniz’de Kıyıdaş Devletlerin Uygulamaları Doğu Akdeniz’de ise devletlerin tüm kıyıdaşlarla antlaşmadan ziyade MEB’i tek taraflı olarak ilan etme ve ikili antlaşmalar yapma yolunu seçtikleri görülmektedir. Bu kapsamda, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Libya,12 Suriye,13 Lübnan14 ve Đsrail15 MEB ilanında bulunmuştur.16 1.2.1 Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY), Avrupa Birliği’nin desteğini de alarak 2 Nisan 2004’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Türkiye’nin haklarını yok sayarak “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına 21 Mart 2003 tarihinden geçerli olmak üzere Münhasır Ekonomik Bölge ilanında bulunmuştur.17 GKRY, 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır, 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan ve 17 Aralık 2010 tarihinde Đsrail18 ile MEB sınırlandırma antlaşmaları imzalamıştır. GKRY’nin Lübnan ile imzaladığı anlaşma Türkiye’nin girişimleri neticesinde Lübnan iç hukukunda henüz onaylanmamıştır. Ayrıca, GKRY’nin Suriye ile sınırlandırma antlaşması müzakereleri yürüttüğüne,19 Libya ile bir sınırlandırma antlaşması yapma arayışı içinde olduğuna ilişki bilgiler açık vardır.20 Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nce; Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) belirlenmesine yönelik bölge ülkeleri ile yapılan anlaşmalar kronolojik sırada sunulacaktır. 17 Şubat 2003 tarihinde Mısır – GKRY, MEB anlaşması yapılmış, her iki devletin meclislerince de anlaşmalar onaylanmıştır. MEB 12 “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17.05.2012, http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_summary_of_claims.pdf, 13 “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17.05.2012, http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_summary_of_claims.pdf. 14 “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17.05.2012, http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN.htm. 15 Birleşmiş Milletler Daimi Temsilciliği aracılığıyla 12 Temmuz 2011 tarihinde MEB sınırlarını gösteren koordinat listesini Birleşmiş Milletler’e bildirerek MEB ilanında bulunuştur. 16 Yaycı, A.g.e. s. 16. 17 Yaycı, A.g.e. s. 17. 18 Yaycı, A.g.e. s. 17. 19 5 Aralık 2008 tarihinde ise açık kaynaklarda Suriye ve GKRY’nin, bakan düzeyinde hidrokarbon aramalarında işbirliği yapılması ve münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlenmesi konularını görüştüğü, teknik düzeyde görüşmelerin yapıldığı ve bilgi alışverişi için aralarında bir gizlilik anlaşmasına vardıkları haberleri yer almıştır. Bu kapsamda; Ağustos 2010 ayı sonunda GKRY Başkanı Suriye’yi, Kasım 2010 ayında ise Suriye Devlet Başkanı GKRY’yi ziyaret etmiş, özellikle Suriye Devlet Başkanı’nın GKRY ziyareti sonrasında açık kaynaklarda yer alan iki ülke arasında MEB anlaşması imzalandığına dair haberler Suriye tarafından yalanlanmıştır. 20 Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz’de Đş Đşten Geçmeden…,” erişim http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Adou-akdeniz-serhat-hbaeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=tr. tarihi 19.05.2012, 31 anlaşması; sadece “Eşit Uzaklık Çizgisi” esas alınarak belirlenen sekiz adet noktayı birleştiren hat, temeline oturtulmuştur. 17 Ocak 2007 tarihinde Lübnan – GKRY MEB anlaşması yapılmış; GKRY Meclisi’nce anlaşma hemen onaylanmış, Lübnan Meclisi’nce güney nokta hatalı bulunduğundan onaylanmamıştır. Mısır örneğinde olduğu gibi MEB anlaşması; sadece “Eşit Uzaklık Çizgisi” esas alınarak belirlenen altı adet noktayı birleştiren hat, temeline oturtulmuştur. 32 GKRY’nin; Lübnan ile yapılan MEB sınırlandırma anlaşmasından dokuz gün sonrasında, 26 Ocak 2007 tarihinde yer altı kaynakları araştırma sahalarını parsel No.sı vererek ilan etmesi de dikkat çekicidir. 17 Aralık 2010 tarihinde Đsrail – GKRY MEB anlaşması yapılmış; her iki devletin Meclislerince de anlaşmalar onaylanmıştır. Diğer örneklerde olduğu gibi MEB anlaşması; sadece “Eşit Uzaklık Çizgisi” esas alınarak belirlenen on iki adet noktayı birleştiren hat, temeline oturtulmuştur. 33 Mısır, Lübnan, Đsrail ve GKRY tarafından yapılan anlaşmalar, BM’ ye sunulmuş ve GKRY açısından güney çerçeve tamamlanmıştır. MEB ilan etmiş ve ilgili kıyıdaş ülkelerle sınırlandırma antlaşmaları imzalamış GKRY’nin ihaleye açtığı parseller üzerinde ciddi uyuşmazlık bulunmaktadır. Bu konu ileride tekrar irdelenecektir. GKRY, ilgili kıyı uzunlukları orantı prensibi ile hakkaniyet ölçüleri hilafına, başta Lübnan olmak üzere sınırlandırma antlaşması imzaladığı ülkelerin deniz alanlarını bu ülkelerin uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerine aykırı şekilde elde etmiştir. 21 Suriye, Lübnan ve Đsrail’in hakça bir paylaşım çerçevesinde yapılacak bir anlaşma ile GKRY’nin 1,87 katı (2 kattan biraz daha az) deniz yetki alanına sahip olmaları gerekmektedir. Ancak, GKRY yaptığı antlaşmalarla neredeyse eşit deniz yetki alanına sahip olmuş ve bir anlamda bahse konu kıyıdaşların deniz yetki alanını da sahiplenmiştir. GKRY, aşağıdaki haritalarda görüldüğü üzere, Đsrail’in asgari 12 numaralı parseli de kapsayacak şekilde 4.600 kilometrekare, Lübnan’ın 3.957 kilometrekare, Mısır’ın ise 21.500 kilometrekare deniz yetki alanını sahiplenmiştir.22 21 Yaycı, A.g.e. ss. 35-36 22 Yaycı, A.g.e. ss. 35-40. 34 35 *GKRY ile Akdettikleri Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Antlaşmalarına istinaden Mısır, Đsrail ve Lübnan’ın Kayıplarını Gösterir Harita 1.2.2. Yunanistan Yunanistan ise, deniz yetki alanlarına ilişkin olarak, “Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis hattını esas alarak ortay hatta dayalı deniz yetki alanı sınırlandırması” yapmayı hedeflemektedir. Yunanistan; Girit, Kaşot, Çoban, Rodos, Meis hattını ilgili kıyı kabul ederek Türkiye’yi Doğu Akdeniz’den dışlamaya çalışmakta, GKRY ile birlikte ortay hatları esas alıp bunları hakkaniyete uygun hale getirmekten kaçınarak Türkiye’ye sadece Antalya Körfezi ile sınırlı çok az bir kıta sahanlığı ve MEB alanı bırakmaya yönelik hareket etmektedir. Bu tutum ilgili uluslararası hukuk normları ile bağdaşmamaktadır ve hukuki mesnetten yoksundur.23 Yunanistan’ın Kerpe, Kaşot, Rodos ve Meis adalarının Türkiye ve Yunanistan anakaraları arasındaki ortay hattın “ters tarafında” (Türkiye anakarasına yakın yarıda) yer almaları nedeni ile Doğu Akdeniz’de MEB sahibi olması mümkün değildir. Öte yandan “coğrafyanın üstünlüğü” ve “oransallık” prensipleri ışığında, Anadolu yarımadasının kıyılarının uzunluğu bu adalarla kıyaslanamayacak derecede fazladır. Ayrıca Anadolu yarımadası önündeki konumları nedeni ile bu adalar “kapatmama” prensibine aykırılık oluşturmaktadır. Đşte sınırlandırmada son derece önemli bu prensip ve faktörler ile daha önceden petrol arama ruhsatı alanları belirlenmesi gibi devlet uygulamaları Yunanistan’ın Doğu Akdeniz’deki MEB iddialarının hukuki dayanaklarını ortadan kaldırmaktadır.24 23 Yaycı, A.g.e., s. 19-20. 24 Yaycı, A.g.e. s. 24. 36 1.2.3. Suriye Bir diğer kıyıdaş ülke olan Suriye ise, 19 Kasım 2003 tarihinde “Suriye’nin Karasularında Ulusal Egemenliğinin Belirlenmesi”ne ilişkin bir yasayı onaylamıştır.25 Bu yasa ile yalnızca karasularını değil, aynı zamanda iç sular, bitişik bölge, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgeye ilişkin rejimlerini de düzenlemiştir. Münhasır Ekonomik Bölge ilanını müteakiben Suriye; sahillerinde sismik araştırma26 ve yeni kaynaklar için süreli araştırma izni vermiştir.27 Suriye tarafından ilan edilen bahse konu petrol arama sahalarının kuzey bölümü Türkiye’nin deniz yetki alanlarının bir kısmını kapsamaktadır.28 1.2.4. Đsrail Đsrail ise 17 Aralık 2010 tarihinde GKRY ile Münhasır Ekonomik Bölge antlaşması imzalamış, Diğer ilgili kıyıdaşlar devletlerle herhangi bir anlaşma imzalamadan 12 Temmuz 2011 tarihinde Münhasır Ekonomik Bölge sınırlarını gösteren koordinat listesini Birleşmiş Milletlere bildirerek MEB ilanında bulunmuştur.29 1.2.5. Lübnan GKRY, Yunanistan ve Đsrail’e ilaveten Lübnan da deniz yetki alanları konusunda girişimlerde bulunmaya başlamış ve Lübnan Meclisi; 17 Ağustos 2010 tarihinde denizde petrol ve doğalgaz rezervlerinin araştırılması hakkında bir kanunu onaylamıştır. Ayrıca, deniz yetki alanları sınırlarını belirten bir bildirimi BM Genel Sekreteri’ne 19 Ekim 2010 tarihinde sunmuştur.30 Son dönemde deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında Lübnan ve Đsrail arasında yaşanan gerginlik de dikkat çekicidir. III. TÜRKĐYE’NĐN DENĐZ YETKĐ ALANLARININ PAYLAŞIMI KONUSUNDAKĐ 25 “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 17. 05. 2012, http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/SYR.htm. 26 Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı, erişim tarihi 02.06.2012, http:/www.petroleum.gov.sy. Suriye petrol şirketi ile ABD’li Veritas Şirketi arasında 10 yıl süreli bir protokol yapılmış ve Suriye sahillerine bitişik 4700 km²’lik bir alanda bahse konu şirkete sismik araştırma yapma izni verilmiştir. 27 Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı, erişim tarihi 02.06.2012, http:/www.gpc-sy.com. 28 Đhaleye açılan sahaların kuzey sınırı Türkiye-Suriye kara sınırının bitiminden itibaren genel batı istikametinde yaklaşık 30 deniz mili mesafeye kadar uzanmaktadır. Suriye; ihaleye açtığı bu alanı ihale ilanında Suriye’nin karasuları ve münhasır ekonomik bölgesinin bir bölümü olarak tanımlamıştır. 29 Đrfan Galip Dumlu, “Türkiye'ye Büyük Sömürge Planı,” 29.11.2011, erişim tarihi 31.05.2012, www.haberform.com/haber/rum-yunanistan-somurge-rum-ve-yunanistanin-türkiyeyi-somurme-plani-89776.htm. 30 “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, erişim tarihi 02.06.2012, http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN.htm. 37 GĐRĐŞĐMLERĐ Doğu Akdeniz, dünyanın en önemli enerji koridoru hâline gelmiştir. Aynı zamanda birçok asimetrik risk ve tehdide karşı hassas bir bölge niteliğindedir. Bölgede yaşanan son gelişmeler Doğu Akdeniz'de deniz güvenliğini öne çıkarmakta ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Doğu Akdeniz'in güvenliğine yönelik konularda inisiyatifi almasının gerekli ve zorunlu kılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti açısından da konunun değerlendirilmesi gerekir. Türkiye, BMDHS’ne taraf değildir. Bununla beraber BMDHS’ni fiili olarak uygulamaktadır. Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanları sınırlandırmasına ilişkin olarak Türkiye’nin sınırlandırma yapabileceği kıyıdaş devletler ile ilgili tutumunun irdelenmesi gerekmektedir. Ayrıca, Türkiye ve KKTC’nin, GKRY’nin ilan ettiği MEB içerisindeki bir takım parsellerde doğrudan haklarının olup olmadığının da incelenmesi gerekmektedir. Diğer yandan, Kıbrıs Adası’nın uluslararası mahkemelerin kararları ışığında ne büyüklükte bir deniz yetki alanına sahip olabileceği de belirlenmelidir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de sahip olması gereken deniz yetki alanını gösterir haritası ortaya konmalıdır.31 2003 yılında GKRY, Doğu Akdeniz’de denizlerin yetki alanlarının belirlenmesi mücadelesini başlatmıştır. 2003 yılından bu yana ise Türkiye, henüz Doğu Akdeniz’de deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına yönelik olarak herhangi bir kıyıdaş devlet ile bir antlaşma (21 Eylül 2011 tarihinde New York’ta Türkiye ile KKTC arasında adanın kuzeyi ile Türkiye arasında kalan bölgeye yönelik kıta sahanlığı sınırlandırma antlaşması imzalanması hariç) imzalamamış ve Münhasır Ekonomik Bölge ilanında bulunmamıştır. Türkiye’nin, Karadeniz haricinde, diğer denizlerinde Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı sınırlandırma antlaşması bulunmamaktadır. Türkiye, (32˚16′18″D Boylamı Batısı ve 33˚40′K Enlemi Kuzeyi) deniz alanlarında, uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru hak ve menfaatlerinin bulunduğunu ve hatta bu alanın kendi deniz yetki alanı olduğunu uluslararası düzeyde gündeme getirmiştir.32 31 Yaycı, A.g.e. s.30. 32 Yaycı, A.g.e. s. 31. 38 Uluslararası Adalet Divanı kararları dikkate alınarak Doğu Akdeniz de yapılması gereken sınırlandırma genel olarak ifade edildiğinde; Kıbrıs’ın kuzey kesiminde Türkiye’ye bakan kıyılarının uzunluğu 234,5 km.dir. Kıbrıs Adası’nın kuzeyinde Türkiye ve Kıbrıs Adası arasındaki sınırlandırmada ölçüme esas teşkil edecek Türk kıyıları, Antalya Gazipaşa açıklarından itibaren doğuya doğru Akıncı Burnu’na kadar olan kıyı şerididir. Bu kıyı şeridi üzerinde, oluşturulan ve yukarıda değinilen düz esas hat temelinde ölçüm sonucu Türkiye kıyı uzunluğu 354 km.dir. Kıyı uzunlukları arasındaki farkın 119,5 km ve Türkiye kıyılarının 1.5 oranında daha uzun olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu oran gereği eşit uzaklık çizgisi olarak belirlenen başlangıç sınırının, 1.5 oranında Kıbrıs Adası’na doğru kaydırılması gerekmektedir. Bu değerlendirmeler de dikkate alınarak; 21 Eylül 2011 tarihinde New York’ta Türkiye ile KKTC arasında Kıta Sahanlığı Sınırlandırma antlaşması imzalanmıştır. Kıbrıs Adası’nın batı kesimindeki sınırlandırmada, karşı taraf hangi ülke olursa olsun Türkiye’nin sınırlandırma bölgesini gören ilgili kıyıları Antalya-Gazipaşa açıklarından Dalaman Çayı ağzına kadar olan kıyı şerididir. Türkiye’nin bu bölgedeki kıyı uzunluğu 410 km.dir. Kıbrıs Adası’nın ise, 48 km.dir. 39 Ölçümlerin ifade ettiği şey, iki tarafın sınırlandırmaya konu bölgeye bakan kıyılarının uzunlukları arasındaki farkın 362 km. olduğu ve Türkiye’nin bölgedeki kıyılarının Kıbrıs Adası’nın kıyılarından 8.5 oranında daha uzun olduğudur. Yani başlangıç kabul edilen eşit uzaklık sınırının 8.5 oranında Kıbrıs’a doğru kaydırılmasını gerektirmektedir. Türkiye, bugüne kadar Doğu Akdeniz’de muhtemel MEB olarak öngördüğü deniz yetki alanlarını ve ilgili kıyıdaş devletleri “düşey hatları” kullanarak belirlemiştir. Dolayısıyla ilgili kıyıdaş devletler olarak sadece Suriye, KKTC ve Mısır’ı dikkate almış ve 145.000 kilometrekarelik bir deniz alanını muhtemel deniz yetki alanı olarak tespit etmiş, ancak ilan etmemiştir. GKRY de Türkiye gibi düşey hatlar kullanmış olsaydı sadece Mısır ve kısmen Đsrail ile deniz yetki alanı sınırlandırma antlaşması imzalayabilecek ve şimdi iddia ettiği deniz yetki alanının ancak 1/3’üne sahip olabilecekti.33 Uluslararası hukuk kurallarına ve uluslararası mahkeme kararlarına göre, KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak kendi deniz yetki alanlarına ve Türkiye’nin de adanın güneyinde Kıta Sahanlığı ve MEB olmak üzere deniz yetki alanları haklarına sahip bulunduğu açıktır. KKTC ve GKRY’nin Kıbrıs Adası’nda ülke sınırları belli iki ayrı devlettir. KKTC’nin; Türkiye, Suriye, Lübnan, Đsrail ve Mısır ile deniz yetki alanları sınırlandırmasına esas olan karşılıklı 33 Yaycı, A.g.e. s. 44. 40 kıyıları bulunmaktadır. KKTC’nin deniz yetki alanlarının, tek taraflı olarak GKRY tarafından, uluslararası hukuka aykırı olarak Ada’nın tamamını esas alarak ilan ettiği görülmektedir.34 KKTC ile karşılıklı kıyıları bulunan Mısır, Đsrail, Lübnan ve Suriye’nin kıyı uzunlukları nispetinde ve hakça paylaşım ilkesi doğrultusunda GKRY yerine KKTC ile sınırlandırma antlaşmaları yapmaları durumunda GKRY ile yaptıkları antlaşmadan elde ettikleri deniz alanından çok daha fazla deniz alanına sahip olmaları mümkündür. Uluslararası deniz hukuku kurallarına göre deniz yetki alanları sınırlandırmasının, devletlerin ilgili kıyı uzunluklarının orantısına göre, adaların ana kıtaların önünü kapatmayacak şekilde ve ters yönde olup olmamaları dikkate alınarak yapılması gerekmektedir.35 Đsrail ile yapılacak bir sınırlandırma antlaşmasının imzalanması durumunda Yunanistan’ın, GKRY ile deniz yetki alanları antlaşması yapması imkanı ortadan kaldırılmış, GKRY’nin Mısır ile yaptığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması da bir anlamda işlevsiz hale dönüştürülebilecektir. Libya ile yapılacak bir sınırlandırma antlaşması ile yine Yunanistan’ın GKRY ile deniz yetki alanları antlaşması yapması imkânı ortadan kaldırılmış olacaktır. Doğu Akdeniz’de yapılacak MEB sınırlandırmasında, Anadolu ile Afrika Kıtası sahilleri (Libya-Mısır) arasında “ortay hattın” esas alınması durumunda, “ortay hattın” kuzeyinde kalan Kıbrıs Adası’nın; “coğrafyanın üstünlüğü ile kapatmama” prensipleri doğrultusunda ana karalar kadar deniz yetki alanına sahip olamayacağının dikkate alınması gerekmektedir. 36 34 Yaycı, A.g.e. ss. 38-41. 35 Yaycı, A.g.e. s. 42. -Doğu Akdeniz’de sınırlandırmaya esas teşkil edecek deniz alanında ortay hat, Anadolu ile Afrika kıtası sahilleri arasında doğubatı ekseninde ilerlemektedir. -Bu eksenin kuzeyinde Yunanistan’a ait Girit, Kerpe, Kaşot, Rodos adaları ile Kıbrıs Adası bulunmaktadır. -Sınırlandırmanın yapılacağı coğrafya dikkate alındığında, bahse konu adaların bu eksenin kuzeyinde yer aldığı görülmektedir. 36 Yaycı, A.g.e., s. 48. 41 IV. YETKĐ ALANLARI VE ARAMA BÖLGELERĐ GKRY, 26 Ocak 2007 tarihinde Kıbrıs Adası’nın güneyinde ilan ettiği 13 bölgeden aşağıdaki haritalarda belirtildiği gibi 1, 4, 5, 6, ve 7 No.lı parsellerde Türkiye’nin yetki alanlarına tecavüz etmektedir. Prof. Dr. Sertaç Hami BAŞEREN’in Türkiye’nin Muhtemel MEB’i ve GKRY’nin 1, 4, 5, 6 ve 7 Numaralı Sözde Parselleri ile Tecavüzünü Gösteren haritası bunu çok açık olarak belgelemektedir. GKRY tarafından 19 Eylül 2011’de 12 No.lı parselde sondaj faaliyetlerine başlanmıştır. Türkiye Petrolleri A.AO’nın arama izni verdiği alanları kodları ile aşağıdaki haritada belirtilmektedir. 42 43 V.SONUÇ Doğu Akdeniz’de GKRY ve Yunanistan; uluslararası hukuk kurallarına aykırı olarak, diğer kıyıdaş devletler ile ikili ya da çok taraflı sınırlandırma antlaşmaları ile deniz yetki alanları belirlemekte ve fiili uygulamalarda bulunmaktadır. Türkiye, bugüne kadar bölgedeki haklarını korumaktaki kararlılığını göstermek üzere, sismik araştırmalar dâhil37 devlet uygulamaları38 yapmış ve muhtemel MEB’ indeki haklarına tecavüz girişimlerini başarıyla önlemiştir.39 Türkiye’nin henüz Birleşmiş Milletler’ e gönderdiği GKRY’nin yaptığına benzer bir MEB bildirgesi bulunmamaktadır. Ayrıca, Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş devletlerle yetki alanlarının sınırlandırma antlaşması mevcut değildir. Yunanistan ve GKRY ise halen Doğu Akdeniz’de tek başına inisiyatif alma girişimlerine devam etmektedir.40 Türkiye, gelecek dönemde Doğu Akdeniz’de yetki alanlarının belirlenmesi ve sınırlandırılması konularında teknik anlamda daha gelişmiş yaklaşımlar ortaya koymalıdır. GKRY, izlediği yaklaşımla hem hak ettiğinden çok daha büyük bir deniz yetki alanında hak iddia etmiş hem de bu iddialarını imzaladığı antlaşmalarla fiili durumlar yaratmıştır. KKTC, egemen bir devlet olarak deniz yetki alanlarına sahip olup, her devlet gibi gerek MEB ilan etme hakkına sahiptir. KKTC’nin sınırlandırma antlaşmaları düzenleme hakkı vardır. Türkiye’nin, uluslararası deniz hukuku kuralları ile uluslararası mahkeme ve hakem kararları ışığında; Mısır ve KKTC’nin yanı sıra Đsrail, Libya, Lübnan ve Suriye ile kıyıdaş devlet olması nedeni ile deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin antlaşmalar imzalaması mümkündür. Doğu Akdeniz, dünyanın en önemli enerji koridoru hâline gelmiş bir bölge niteliğindedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin Doğu Akdeniz'in güvenliğine yönelik konularda etkin rol alması gerekli ve 37 “TPAO, Akdeniz'deki petrol arama çalışmalarına başlıyor,” Milliyet Gazetesi, 29.03.2007, erişim tarihi 02.06.2012, http://www.milliyet.com.tr/2007/03/29/son/soneko19.asp. 38 “Đstanbul Üniversitesi Yunus Araştırma Gemisi Yurda Döndü,” Đstanbul Üniversitesi, 24.11.2008, erişim tarihi 02.06.2012, http://ssp.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?1510=. 39 “Hristosyas Türkiye'yi BM'ye Şikâyet Etti,” Hürriyet Gazetesi, 24.11.2008, erişim tarihi 02.06.2012, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10431556. 40 Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz’de Đş Đşten Geçmeden…,” erişim tarihi 31.05.2012, http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Adou-akdeniz-serhat-hbaeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomik-boelge&Itemid=54&lang=tr. 44 son derece önemlidir. Türkiye ve KKTC’nin, uluslararası deniz hukuku kuralları çerçevesinde öncelikle Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını kapsamlı olarak yeniden belirlemesi ve MEB ilan etmesi çok önem taşımaktadır. Bunu belirledikten sonra kıyıdaş ülkelerle “sınırlandırma antlaşmaları” imzalamasının önemli olduğu düşünülmekte ve değerlendirilmektedir. 45 KAYNAKÇA Acer, Yücel. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye.” Uluslararası Hukuk ve Politika Dergisi Cilt 1 Sayı 1 (2005). Başeren, Sertaç Hami. Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı-Dispute Over Eastern Mediterranean Maritime Jurisdiction Areas. Đstanbul: Đlke Yayınevi, 2011. Baykal, Ferit Hakan, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Basım Yayım, Đstanbul, 1998. Başeren, Sertaç Hami, “Doğu Akdeniz’de Đş Đşten Geçmeden…,” http://www.tudav.org/index.php?option=com_content&view=article&id=95%3Ado u-akdeniz-serhat-h-baeren&catid=40%3Amuenhasr-ekonomikboelge&Itemid=54&lang=tr. Bulunç, Ahmet Zeki. “Doğu Akdeniz Sorunu ve KKTC'ne Etkileri.” Ocak 2008. http://www.bilayvakfi.org.tr/konferanslar/doguakdeniz/doguakdeniz2.pdf “Hristosyas Türkiye'yi BM'ye Şikâyet Etti,” Hürriyet Gazetesi, 24.11.2008, http://arama.hurriyet.com.tr/arsivnews.aspx?id=10431556. Dumlu, Đrfan Galip, “Türkiye'ye Büyük Sömürge Planı,” 29.11.2011, www.haberform.com/haber/rum-yunanistan-somurge-rum-ve-yunanistanintürkiyeyi-somurme-plani-89776.htm. “Đstanbul Üniversitesi Yunus Araştırma Gemisi Yurda Döndü,” Đstanbul Üniversitesi, 24.11.2008, http://ssp.istanbul.edu.tr/duyurular/duyuru_icerik.php?1510=. Müfide Zehra Erkin, “AB’nin Kıbrıs Stratejisi,” Cumhuriyet Gazetesi, http://cumhuriyet.com.tr/?hn=211208. “Mediterranean Sea,” 46 http://www.essentialcrystalsalt.com/crystal-salt/dead-sea-salt-scrub-reviews. Suriye Petrol ve Doğal Kaynaklar Bakanlığı, http:/www.petroleum.gov.sy Toluner, Sevin. Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Beta Basım Yayım, Đstanbul, 2010. …………………, Milletlerarası Hukuk Dersleri, Devletin Yetkisi, Filiz Kitabevi, Đstanbul, 1984. “TPAO, Akdeniz'deki petrol arama çalışmalarına başlıyor,” Milliyet Gazetesi, 29.03.2007, http://www.milliyet.com.tr/2007/03/29/son/soneko19.asp. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_su mmary_of_claims.pdf, “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, http://www.un.org/depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/PDFFILES/table_su mmary_of_claims.pdf. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN. htm. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/SYR. htm. “UN, 2011, Table of claims to maritime jurisdiction (as at 15 July 2011),” Birleşmiş Milletler, 47 http://www.un.org/Depts/los/LEGISLATIONANDTREATIES/STATEFILES/LBN. htm. Yaycı, Cihat , “Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Paylaşılması Sorunu ve Türkiye”, Bilge Strateji, Cilt 4, Sayı 6, Bahar 2012. Yıldız, Dursun, Akdeniz’in Doğusu (Tarihi Geçmişi, Stratejik Önemi ve Su Sorunu Açısından), Đstanbul: Bizim Yayınlar Kitapevi, 2008. 48 WOMEN STUDIES INSIDE AND OUTSIDE THE MIDDLE EAST Münevver Tekcan∗ ∗ Abstract The woman’s position in the Middle East is a hotly debated subject in and out of the Middle East. In academia there are a wide range of courses in gender studies, examining the role of women in the Middle East, and the Middle East itself in terms of how the region treats women’s issues and the practical implications of putting them into practice. Women’s issues is examined in terms of law, history, role in society, education, religion, literature, art, politics, science, engineering, etc. This paper examines and compares gender studies and / or woman’s studies in and out of the Middle East. Courses will be examined in terms of subjects covered, methods of study, course objectives and pedagogy. The objective of the paper is to outline the difference in women’s studies and the Middle East courses inside the Middle East where students are essentially studying about their own experiences and outside the Middle East where students are studying other people’s experiences ∗ Prof. Dr., Kocaeli University Women Studies Centre, mtekcan@kocaeli.edu.tr. 49 NAMUS CĐNAYETĐNDEN CĐNS KIRIMINA: TÜRKĐYE’DE KADINA KARŞI ŞĐDDET Ayşegül Gökalp Kutlu∗ Adalet Bakanı Sadullah Ergin kadın cinayetlerinde 2002’den 2009’a kadar geçen sürede %1400lük bir artış olduğunu açıkladığında kadına karşı şiddettin korkunç tablosu da ortaya çıktı. Ancak bu akıl almaz artış rakamları aslında gerçeği tam olarak yansıtmıyor olabilir. Birleşmiş Milletler Kadına Karşı Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Yakın Ertürk’ün 22-31 Mayıs 2006 tarihli ziyaretini raporlaştırdığı Türkiye Ziyaretine Đlişkin Raporu1 ise özellikle Güneydoğu Anadolu’da kayda geçen kadın intiharlarının bir kısmının aslında namus cinayeti olduğuna veya kadınların intihara zorlandıkları yönünde ciddi kanıtlar ortaya koyuyor. Ertürk’ün raporuna göre Batman’da 2001 ve Mayıs 2006 tarihleri arasında kayda geçen toplamda 521 intihar ve intihar girişiminin 350’sı kadınlara ait.2 Đnsan Hakları Derneği’nin şubelerine yapılan başvurular ile kadın örgütlerinin yaptıkları araştırma ve basın-yayın organlarında çıkan haber ve makalelerden yararlanılarak hazırladığı Kadına Yönelik Şiddet Raporu’na göre ise 2005-2011 yılları arasında 4190 kadın, 2011 yılının ilk 8 ayında ise 143 kadın öldürüldü.3 Farklı araştırmaların ve devletin yetkili bir ağzının ortaya koyduğu rakamlar kadına yönelik şiddette çok can yakıcı bir artış olduğunu ortaya koymakta; bu rakamlara dayanarak Türkiye’de kadına yönelik şiddetin Mary Anne Warren’ın terimiyle bir “cinsiyet kırımı” (gendercide) boyutuna, yani “[...] bir cinse ait kişilerin kasıtlı olarak öldürülmesi” (Warren, 1985: 24) seviyesine ulaştığını söyleyebiliriz. Türkiye’de kadına yönelik şiddetin farklı boyutlarını kısaca ortaya koyma amacında olan bu çalışmada ilk önce şiddetin çeşitli değişkenlere göre dağılımı incelenecek, daha sonra ulusal ve uluslararası yasal düzenlemelere değinilecek, son olarak ise önerilerde bulunulacaktır. Öğr. Gör., Kocaeli Üniversitesi Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü, aysegul.gokalp@kocaeli.edu.tr ∗ 1 Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Yakın Ertürk’ün Türkiye Ziyaretine Đlişkin Raporu (Report of the Special Rapporteur on Violence against Women,its Causes and Consequences, Yakin Ertürk, Mission To Turkey), Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, A/HRC/4/34/Add.2. sayılı, 5 Ocak 2007 tarihli rapor, http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/kadinlara_karsi_siddet/siddet_bm__ozel_raportoru_yakin_erturk_turkiye_z iyaretine_il.pdf (Erişim: 31.10.2011) 2 A.g.e, dipnot 46 3 Bkz. Đnsan Hakları Derneği Đstanbul Şubesi Kadına Karşı Şiddet Raporu, http://bianet.org/files/doc_files/000/000/320/original/kad%C4%B1n_cinayetleri_raporu_pdf.pdf (Erişim: 30.10.2011) 50 I. KADINA YÖNELĐK AĐLE ĐÇĐ ŞĐDDET T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü’nün (KSGM) 2008 yılında gerçekleştirdiği Türkiye’de Kadına Yönelik Aile Đçi Şiddet Araştırması ulusal düzeyde toplanmış kapsamlı verileri içeren ne yazık ki tek araştırmadır. Araştırma boyunca KSGM tarafından eğitilen görüşmeciler 24048 hane ziyaret etmiş, 17168’den fazla hanehalkıyla ve yaklaşık 12795 kadınla yüz yüze görüşmeler gerçekleştirmiş, 6 erkek ve 3 meslek grubuyla toplam 9 odak grup görüşmesi yapmış ve kadınlarla, anne/kayınvalidelerle, erkeklerle, STK temsilcileri ve meslek sahipleri olmak üzere 64 derinlemesine görüşme gerçekleştirmiştir.4 Araştırmaya göre ülkemizde eşi veya birlikte olduğu kişiler tarafından fiziksel veya cinsel şiddet gören evli kadınların oranı % 41.9, duygusal şiddet gören evli kadınların oranı ise % 43.9’dur. (Araştırma şiddeti sadece fiziksel veya cinsel olarak değil, duygusal olarak da karakterize etmiş ve duygusal şiddeti “eşi veya birlikte olduğu kişi tarafından hakarete uğrama, başkaları önünde küçük düşürülme, korkutulma veya tehdit edilme, yakınlarına zarar verilmekle tehdit edilme” olarak tanımlamaktadır.) Bu oran kırsalda kente göre bir miktar daha fazladır. Eğitim seviyesi yükseldikçe kadının karşılaştığı şiddet de azalmaktadır; yine de araştırma lise ve üzeri eğitim almış kadınların % 27’sinin (neredeyse 10 kadından 3’ünün) yaşamları boyunca eşlerinin cinsel veya fiziksel şiddetine maruz kaldığını, duygusal şiddet oranlarının ise % 36 ile daha yüksek olduğunu belirlemiştir. Refah seviyesinin artmasıyla kadının karşılaştığı şiddet arasında yine ters bir orantı vardır5. Türkiye bazında ise fiziksel, cinsel ve duygusal şiddetin batıdan doğuya gidildikçe arttığı bulunmuştur; Batı Marmara bölgesi % 26.2 ile en düşük fiziksel ve cinsel şiddet oranına ve %31.7 ile en düşük duygusal şiddet oranına sahipken Kuzey Doğu Anadolu % 57.1 ile en yüksek fiziksel ve cinsel şiddet oranına ve % 54.7 ile en yüksek duygusal şiddet oranına sahiptir. Söz konusu araştırma kadınlara eşleri dışındaki kişilerin uyguladığı şiddeti ölçmesi açısından da oldukça yenilikçidir; araştırma kadınların 15 yaşından önce maruz kaldıkları cinsel istismarı ve 15 yaşından sonra eşleri ve birlikte oldukları kişi dışındakilerden gördükleri şiddeti de araştırmaktadır. Aaraştırmanın bulgularına göre kadınların 15 yaşından sonra eşleri veya birlikte oldukları kişi dışındakilerden maruz kaldıkları şiddet en çok kendi ailelerinden gelmektedir; en fazla babalarından daha sonra annelerinden, ağabeylerinden ve öğretmenlerinden. Kayınvalide veya kayınpeder şiddeti ise en çok Kuzey Doğu Anadolu’da görülmektedir.6 Bu kapsamlı araştırma ile ilgili bu makale kapsamında vurgulanabilecek son nokta ise şiddetin normalleştirilmesi ile ilgilidir. “Kadının eşiyle tartışmaması” ifadesine Türkiye genelinde kadınların % 49.3’ünün, “bazı durumlarda erkeğin eşini dövmesi” ifadesine % 14.2’sinin, “bazı 4 Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.ksgm.gov.tr/tdvaw/doc/Ana_Rapor_Mizan_1.pdf (Erişim: 09.09.2011) 5 Refah endeksinin oluşturulması ve düşük-orta-yüksek refah gruplarıın ne anlam ifade ettiği ile ilgili ayrıntılı bilgi raporun Ek5’inde bulunmaktadır. 6 Bkz. s. 63-67 51 durumlarda çocuğun dövülmesi” ifadesine % 35.3’ünün, “kadının davranışından erkeğin sorumlu olması” ifadesine % 47.4’ünün, “kadının istemediği halde eşiyle cinsel ilişkiye girmesi” ifadesine ise % 30.5’inin katılması kadınların yaşadıkları şiddeti normalleştirmeleri açısından dikkat çekicidir.7 II. CĐNSĐYET EŞĐTLĐĞĐNĐ SAĞLAMAK ĐÇĐN YAPILAN ULUSAL YASAL DÜZENLEMELER Türkiye’nin 1999 Kopenhag Zirvesi’nde Avrupa Birliği (AB) üyeliği için aday olarak gösterilmesi üzerine AB müktesebatına ve Kopenhag kriterlerine uyum çalışmaları çerçevesinde bir dizi yasa değişikliği kabul edilmiştir. AB’ye uyum sürecinde kadın-erkek eşitliğini ilgilendiren yasa değişiklikleri arasında en önemlileri Anayasa’daki değişiklikler, yeni Medeni Kanun, Ceza Kanunu ve Đş Kanunu, Aile Mahkemeleri ve Çocuk Mahkemelerinin kurulması, Ailenin Korunmasına Dair Kanun ve Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ne (CEDAW)8 ilişkin ihtiyari protokolün onaylanmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda 2001 ve 2004 yıllarında yapılan değişiklikler ile cinsiyet eşitliği ile ilgili düzenlemeler Anayasa’da yerini almıştır. 2001 değişiklikleri ile Anayasa’nın 41. Maddesi “Aile Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır” şeklinde değiştirilmiştir. 2004’te yürürlüğe giren Anayasa Değişikliği Paketi kapsamında Anayasa’nın 10. Maddesi “[...] Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçirilmesini sağlamakla yükümlüdür” şeklinde, 90. Madde ise “ [...] Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır” olarak değişmiştir. 90. Maddedeki söz konusu değişikliğe göre kadınlarla ilgili her türlü uluslararası antlaşmaya Türkiye’nin taraf olması halinde, bu antlaşmalar kanun hükmünde sayılacak, iç hukuk ile bu antlaşmaların farklı hükümler içermesi durumunda ise uluslararası antlaşmaların hükümleri esas kabul edilecektir. 1998’de kabul edilen Ailenin Korunmasında Dair Kanun’da aile içi şiddet suç olarak tanımlanmıştır. Kanun’un 1. Maddesinde 2007 yılında yapılan değişiklik ile “üçüncü şahısların şikâyetine bağlı olarak ve re’sen kovuşturma yapılması”, “şiddet uygulayanın evden uzaklaştırılması ve aile bireylerinin yaşadığı eve veya çalıştığı iş yerine yaklaşmaması” önlemlere yer verilmiştir. Ancak hem Kanun’un lafzı hem de yorumlanması kadına yönelik şiddeti bir insan hakkı ihlali” olarak 7 Bkz. s. 58-60 8 Convention on the Elimination of All Forms of Discrimination Against Women, bir sonraki kısımda daha detaylı ele alınacaktır. 52 ele almaktan ziyade kadını ailenin bir parçası olarak görmekte, kadına yönelik şiddeti de ailenin bütünlüğüne dair bir tehlike olarak algılamaktadır. 2002’de yürürlüğe giren Yeni Medeni Kanun, kanuni evlenme yaşını kadın ve erkek için on yedi olarak belirlemiştir. (Fakat Türkiye’de reşit olma yaşı on sekiz olduğu, Türkiye’nin taraf olduğu BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nde on sekiz yaşına kadar her insanın çocuk kabul edildiği, CEDAW’ın da yasal evlilik yaşı olarak on sekizi tavsiye ettiği düşünülürse bu durum Türkiye’nin imzaladığı uluslararası antlaşmalara aykırıdır ve bu antlaşmalara göre çocuk evliliği olarak kabul edilir.) Yasaya göre hakim olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine izin verebilir. Yeni Medeni Kanun ile kimsenin zorla evlendirilemeyeceği hükmü getirilmiş, “aile reisliği” kavramını kaldırmış, kadına kocasının soyadı ile birlikte kendi soyadını kullanabilme hakkı tanınmış, eşlerin çalışmak için birbirlerinin iznini almalarına gerek olmadığı belirtilmiş, aile cüzdanı gösterilmeden dini nikah yapılamayacağı hükmü getirilmiş, eşlere konut seçimi, çocuklara ilişkin konularda ve boşanma durumunda mal paylaşımında eşit haklar tanınmıştır. 2005’te yürürlüğe giren Ceza Kanunu ile cinsel suçlar kişiye karşı işlenen suç olarak kabul edilmiş ve ceza oranı ağırlaştırılmış, kadın/kız ayrımı kalkmış, ancak çocukların cinsel istismarı konusunda Ceza Kanunu “çocuk” olarak on beş yaşının altındakileri kabul etmiş, evlilik içi tecavüz suç sayılmış, birden fazla evlilik yasaklanmış, resmi nikah yapmadan dini nikah yapan veya yaptıranlara cezai yaptırımlar getirilmiş, kaçırılan veya alıkonulan kişi ile kaçıran veya alıkoyan kişinin evlenmesi durumunda cezanın silinmesi ortadan kalkmış, töre cinayetlerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası getirilmiştir. Fakat hakimlerin yeni Ceza Kanunu’nu yorumlarken cinayetlerin tahrik altında işlendiğine dair veya sanığın iyi haline ilişkin kararları nedeniyle töre cinayetleri faillerine çoğu kez ceza indirimi yapılmıştır; Kanun bu yolun önünü kapatmamaktadır. 2003’te yürürlüğe giren Đş Kanunu’na göre işçi – işveren ilişkisinde cinsiyet dahil hiçbir nedenle temel insan hakları bakımından ayrım yapılamayacağı belirtilmiş, eşit işe eşit ücret prensibi benimsenmiş, hamilelik ya da doğum ve süt izinleri nedeniyle kadın işçilerin işten çıkartılamayacağı hükmü getirilmiş, doğum izni AB standardı olan 16 haftaya çıkarılmıştır. Böylece çalışma hayatında yaygın olan kadın hakları ihlallerini önleyici ve kadının istihdama katılımını artırıcı düzenlemeler getirilmiştir. III. TÜRKĐYE’NĐN TARAF OLDUĞU ULUSLARARASI ANTLAŞMALARDA KADIN ERKEK EŞĐTLĐĞĐ Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi (CEDAW) 1979 yılında BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen sözleşme, kadın haklarının evrenselliğine ve bu hakların her kadına tanınması temeline dayanmaktadır. Kadın hakları her kadının “ insan 53 hakkı”dır ve dünyanın her yerindeki kadınlar için aynıdır. Kadına karşı ayrımcılık ise dünyanın her yerinde mevcuttur. Sözleşmenin 1. Maddesi ayrımcılığı “ […] siyasal, ekonomik, sosyal, kültürel, kişisel veya diğer alanlardaki kadın ve erkek eşitliğine dayanan insan haklarının ve temel özgürlüklerin, medeni durumları ne olursa olsun kadınlara tanınmasını, kadınların bu haklardan yararlanmalarını veya kullanmalarını engelleme veya hükümsüz kılma amacını taşıyan veya bu sonucu doğuran cinsiyete dayalı her hangi bir ayrım, dışlama veya kısıtlama” olarak tanımlar. Bu Sözleşme’ye taraf olan devletler ayrımcılığın her biçimini ortadan kaldırmak için kadın-erkek eşitliği prensibini ulusal yasa ve mevzuatlarına dahil etmeli, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel tedbirleri almalıdır. Antlaşmanın 5. Maddesine göre “her iki cinsten birinin aşağı veya üstün olduğu veya erkekler ile kadınların basma kalıp rollere sahip oldukları düşüncesine dayanan bütün önyargılar ve gelenekler ile her türlü uygulamayı tasfiye etmek amacıyla erkeklerin ve kadınların sosyal ve kültürel davranış tarzlarını değiştirmek” taraf devletlerin görevleri arasındadır. Kadınlara karşı ayrımcılık hiçbir kültür, gelenek, veya kültürel çeşitlilik olarak doğrulanamaz.9 CEDAW’da ifade edilen bir başka önemli husus ise kadına karşı ayrımcılığın yok edilmesi ve kadın-erkek eşitliğinin sağlanması ilkelerinin yalnızca hukuki değişiklikleri içeren kamusal alanda değil, aile ve evlilik ilişkileri bağlamında da geçerli olması gerektiğidir. Yani CEDAW’a taraf olan devlet kadına karşı ev içi şiddeti önlemekle her açıdan yükümlüdür. Türkiye, 1985 yılından beri CEDAW’a taraftır. Bu durumda Türkiye’nin bu tarihten itibaren kadını şiddete karşı koruyacak ve her türlü ayrımcılığı engelleyecek yasaları AB reformlarını beklemeden çıkartmış olması gerekirdi. Yine CEDAW’a taraf bir ülke olarak 1998’de kabul edilen Ailenin Korunmasına Dair Kanun’daki vurgunun aileden ziyade bir birey olarak kadını şiddetten korumak üzerinde olması gerekirdi. Ancak ilgili düzenlemeler CEDAW dikkate alınarak gerçekleştirilmedi. Kadınlara Yönelik ve Ev Đçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi Kadınlara Yönelik ve Ev Đçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 11 Mayıs 2011’de Đstanbul’da Türkiye dışında 12 Avrupa Konseyi üyesi tarafından imzalandı ve şu anda 18 ülke Sözleşme’ye taraftır.10 Sözleşme Đstanbul’da imzalandığı için uluslararası hukukta Đstanbul Sözleşmesi olarak anılmaktadır. Türkiye Sözleşme’yi 26 Kasım 2011’de 9 Antlaşmanın tam metni için bkz. http://www.un.org/womenwatch/daw/cedaw/text/econvention.htm, Erişim: 01.12.2011 10 10 Ocak 2012 itibariyle, Avrupa Konseyi internet sitesine göre taraf devletler Almanya, Arnavutluk, Avusturya, Finlandiya, Fransa, Đspanya, Đsveç, Đzlanda, Karadağ, Lüksemburg, Makedonya, Norveç, Portekiz, Slovakya, Slovenya, Türkiye, Ukrayna ve Yunanistan. Bkz. http://www.conventions.coe.int/Treaty/Commun/ChercheSig.asp?NT=210&CM=1&DF=&CL=ENG 54 TBMM’de onaylamıştır. Sözleşmenin yürürlüğe girebilmesi için en az 10 ülkenin parlamentolarında onaylayıp yürürlüğe sokmaları gerekmektedir. Đstanbul Sözleşmesi, kadınlara yönelik şiddeti insan hakkı ihlali olarak tanımlamaktadır, bu açıdan da devrimci bir metindir. CEDAW’dan bir adım daha ileri bir metindir; çünkü Sözleşme’ye taraf olan devlet kadına yönelik şiddetin eşitsizlikten kaynaklandığını kabul etmiş olmaktadır ve devletlere ev içi şiddeti önlemede özel yükümlülükler getirilmektedir. Sözleşme, “şiddet”in tanımında geniş bir kapsam getirmektedir. Sözleşme şiddeti, sadece fiziksel veya cinsel değil aynı zamanda ekonomik ve psikolojik olarak tanımlamaktadır ve kadınlara yönelik şiddet türleri arasında, cinsel şiddet ve tecavüz ve cinsel taciz yanında, “musallat” olma (stalking), zorla evlendirme, kadın sünneti, zorla çocuk düşürtme, zorla kısırlaştırma ya da bunlara teşebbüs etme gibi davranışlar da belirtilmektedir (33-40. Maddeler). Sözleşme’nin hazırlanmasında Türkiye’yi temsil eden Prof.Dr.Feride Acar, Sözleşmenin temel prensibinin 4P; yani şiddetin önlenmesi (prevention), şiddet mağdurunun korunması (protection), şiddet olayının belirtmektedir. kovuşturulması (prosecution) ve politika belirlenmesi (policy) olduğunu 11 Kadınlara yönelik şiddet davranışlarını sözde “namus” gerekçesi ile mazur gösterilemeyeceğini belirten Sözleşme, namus adına işlenen suçların bir çocuk tarafından işlenmesi durumunda da cezai sorumluluğun azalmaması için taraf devletleri yasal ve diğer tedbirleri almaya zorlamaktadır: Taraf Devletler, bu Sözleşme kapsamında yer alan şiddet eylemlerinden herhangi birinin gerçekleşmesini takiben başlatılan cezai işlemlerde kültür, örf ve adet, gelenek veya sözde “namus”un bu eylemlerin gerekçesi olarak kabul edilmemesini sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. Bunlar arasına, özellikle, mağdurun, kültürel, dinî, toplumsal ya da geleneksel olarak kabul gören uygun davranış normlarını ve âdetlerini ihlal ettiği iddiaları da dâhildir. Taraf Devletler, herhangi bir kişinin bir çocuğu 1. fıkrada bahsedilen eylemlerden herhangi birini işlemeye tahrik etmiş olmasının söz konusu kişinin gerçekleştirilen eylemlerle ilgili cezai sorumluluğunu azaltmamasını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri alır. Sözleşme ile taraf devletler şiddetin her türlüsünü (savaş ve silahlı çatışma zamanlarında bile) önlemeye yükümlü kılınmışlardır. Devletler, herhangi bir şiddet eyleminin gerçekleşmesinden önce kadınları korumakla, kısıtlama ve koruma kararları alınması ve acil durumda uzaklaştırma kararı alınması için gerekli yasal ve ilgili her türlü düzenlemeyi yapmakla, yeterli sayıda sığınma evi ve ilgili çağrı merkezleri kurmakla, şiddet mağduru kadınlara ise hukuki yardım sağlamakla yükümlüdürler. 11 CEDAW Sivil Toplum Yürütme Kurulu tarafından düzenlenen, Prof. Dr. Feride Acar’ın Kadınlara Yönelik ve Ev Đçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’ni anlattığı 3 Haziran 2011 tarihli toplantı. 55 Türkiye’de öldürülen kadınların koruma talebine ilgili makamların olumsuz yanıt verdiği düşünülürse Sözleşmenin kısıtlama ve koruma kararlarını düzenleyen 53. Maddesi büyük önem taşımaktadır. Taraf Devletler bu Sözleşmenin kapsamına giren bütün şiddet biçimlerinin mağdurlarının uygun kısıtlama veya koruma kararlarından yararlanmasını sağlamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri almakla yükümlüdürler. Taraf devletler, bu kısıtlama veya koruma kararlarının: “- acil koruma sağlamaya yönelik olmasını ve mağdura gereksiz mali veya idari külfet doğurmamasını; - belirli bir süre için ya da değiştirilene ya da kaldırılana kadar geçerli olmasını; - gerekli olduğunda hemen etki yaratacak şekilde nizasız (ex parte) alınmasını; - diğer yargı süreçlerini dikkate almaksızın ya da bunlara ek olarak alınmasını; - daha sonra başlatılacak yargı süreçlerine dahil edilmesini sağlamak üzere gereken yasal veya diğer önlemleri alır.” Taraf devletler, Sözleşme ile, mağdurların iç hukuk kurallarının öngördüğü koşullar altında hukuki yardım ve ücretsiz adli yardım alma hakkını temin eder (Madde 57); statüsü ve ikametine bakılmaksızın şiddet mağdurlarının hayatlarının risk altında olabileceği ya da işkenceye veya insanlık dışı muameleye veya cezalandırılmaya maruz kalabilecekleri hiçbir ülkeye hiçbir durum altında iade edilmeyeceklerini güvence altına almak üzere gereken yasal veya diğer önlemleri alırlar (Madde 61); kadın erkek eşitliği, kalıplaştırılmayan toplumsal cinsiyet rollerini, karşılıklı saygıyı, kişiler arası ilişkilerde şiddetten kaçınma temelinde çatışma çözümünü, kadına yönelik cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı meselelerinin resmi müfredat içerisinde ve eğitim sürecinin her düzeyinde öğrencilerin gelişim kapasitelerine uygun olarak öğretim materyallerinin içerisine dâhil edilmesi için uygun olan durumlarda gerekli adımları atarlar (Madde 14). Kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddete karşı uzman eylem grubu Sözleşme’nin taraf devletlerce uygulanmasını izleyecektir (Madde 66). Türkiye’de bu tarihten itibaren alınacak yasal önlemler Đstanbul Sözleşmesi’ne uygun olmak zorundadır. Oysa ülkemizde şu sıralarda hazırlanmakta olan Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Yasa Taslağı bazı açılardan Sözleşme’nin gerisinde kalmıştır. Örneğin, Sözleşme’nin ev içi şiddetten kastı ise sadece evli olanlar arasındaki şiddet değil, boşanma, birlikte yaşama veya herhangi bir ilişki içinde olan kadının korunmasıdır. Nitekim Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadına göre kadın-erkek arasında de-facto birliktelik varsa, kadın şiddet mağduru kabul edilir. Ancak ülkemizde yeni yasa taslağının kapsamı “şiddete uğrayan veya şiddete uğrama tehlikesi bulunan; kadınların, çocukların, eşlerin, nişanlıların, yakın ilişki içinde yaşayanların, nişanlılık veya evlilik birliği ya da beraberliği herhangi bir sebeple sona ermiş olan bireylerin veya diğer aile bireylerinin, tek taraflı ısrarlı takip mağduru olan kişileri” kapsamakta iken “yakın ilişki içinde olanlar” ifadesi taslaktan çıkarılmıştır. Ayrıca, yukarıda belirtildiği gibi Đstanbul Sözleşmesi’nde kadını şiddetten koruma şikayete bağlı değildir. Ancak yeni yasa taslağı bu yönde bir 56 hüküm içermemektedir. Đstanbul Sözleşmesi’nin 48. Maddesi taraf devletleri Sözleşme’nin kapsamına giren bütün şiddet biçimleriyle ilgili olarak, arabuluculuk ve uzlaştırma da dahil olmak üzere zorunlu alternatif çatışma çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gereken yasal veya diğer tedbirleri almakla yükümlü kılmıştır. Ancak yeni yasa taslağı, şiddet mağduru ile faili arasında hakimin arabuluculuk yapmasına imkan vermektedir.12 IV. AVRUPA ĐNSAN HAKLARI MAHKEMESĐ’NĐN OPUZ KARARI Nahide Opuz 1995′te resmi olarak evlendiği ve daha önce imam nikahlı yaşadığı eşi H.O.’nun tehdit edici davranışlarına ilişkin olarak makamlara ihbar edilen dört ayrı olayı gerçekleşmiştir. Nahide Opuz ve annesi H.O. tarafından bıçakla yaralanmış, üstlerine araba sürülmüştür. Bu olayların ardından her iki kadın da tıbben yaşamlarını tehlikeye düşüren yaralamalara maruz kaldığı yönünde rapor almıştır: H.O. aleyhine ölüm tehditleri, güncel, ciddi ve acı veren bedensel zarar ve öldürme girişimi nedeniyle ceza takibi başlatılmıştır. Bıçakla yaralama olayında delil yetersizliğinden kovuşturma yapılmamasına karar verilmiştir. H.O. iki kez tutuklanıp devam eden duruşmalarda serbest bırakılmıştır. Nahide Opuz ve annesi bu yargılamaların her birinde H.O. tarafından tehdit edildikleri için şikayetlerini geri almışlar, Ceza Kanununun 456/4 hükmüne göre şikayete bağlılık nedeniyle kovuşturmaya devam edilmemiştir. Araba ile ezmeye ilişkin yargılamada H.O. üç ay hapse mahkum edilip cezası sonra para cezasına çevrilmiştir. 29 Ekim 2001′de Nahide Opuz yedi kez H.O. tarafından bıçaklanmış ve hastaneye götürülmüştür. H.O. bıçak yarası nedeniyle yargılanmış, sekiz taksit halinde ödeyebileceği 840.000 TL para cezası verilmiştir. Nisan 1998′de, Ekim ve Kasım 2001, Şubat 2002′de Nahide Opuz ve annesi, H.O.’nun tehditleri ve saldırıları hakkında soruşturma makamlarına şikayette bulunmuş, yaşamlarının hâlen tehlikede olduğunu belirtip H.O.’nun tutuklanmasını ve hakkında hemen dava açılmasını istemiştir. Bunun üzerine H.O. sorgulanmış, ifadesi alınmış ve serbest bırakılmıştır. Sonunda 11.3.2002′de kızıyla Đzmir’e taşınmaya karar veren anne nakliye kamyonunda seyahat ederken H.O. kamyonu kenara çekmeye zorlamış, yolcu kapısını açarak ateş etmiştir. Başvuranın annesi hemen ölmüştür. Mart 2008′de H.O. cinayet ve ruhsatsız silah taşımaktan dolayı suçlanmış ve yaşam boyu hapse mahkum edilmiştir. Ancak temyiz yargılaması süresince serbest kalmıştır. Bu sırada Nahipe Opuz ile H.O. boşanmışlar, Nisan 2008′de Nahide Opuz, H.O. hakkında başka bir şikayette bulunmuştur, eski eşinden korunması için önlemler alınmasını istemiştir. Mayıs ve 12 Ayrıntılı bilgi için bkz. Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı internet sayfası http://www.aile.gov.tr/upload/mce/mevzuat/siddet_yasa_tasarisi.pdf , Erişim: 08.01.2012 57 Kasım 2008′de Opuz’un temsilcisi AĐHM’yi hiçbir önlem alınmadığı yönünde bilgilendirmiş ve mahkeme bir açıklama istemiştir.13 Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi, 2009 yılında verdiği kararında Türkiye’nin Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi Madde 2 – yaşam hakkı (yerel makamlara defalarca başvurulmasına rağmen H.O.’nun Opuz’un annesini öldürmesi nedeniyle), Madde 3- eziyet ve insanca olmayan davranışların yasaklanması (makamların H.O.’nun hukuka aykırı ve sömürücü davranışına karşı başvuranı korumamasından dolayı) ve Madde 14 – ayrımcılığın yasaklanması (Opuz ve annesinin toplumsal cinsiyet temelinde ihlale maruz kalmalarından dolayı) maddelerini ihlal ettiğine karar vermiş, Sözleşme’nin salt giderim prensibine göre Türkiye’nin Opuz’a 36.500 Avro ödemesine hükmetmiştir. Mahkemenin Opuz kararı Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi’nin aile içi şiddet konusunda uygulanmasında bir dönüm noktasıdır. Kadının devlet şiddetine maruz kaldığı bir çok durumda AĐHM’nin kararları mevcuttur, fakat Mahkeme aile içi şiddetle ilgili konulara müdahale ederken temkinlidir. Opuz kararında ise Mahkeme, Opuz’un yaşadığı şiddet olaylarını toplumdaki geniş bir cinsiyet eşitsizliğinin yansıması olarak görmüş, devletleri de kadını şiddetten koruma konusunda yükümlü kılmıştır. Opuz kararı ile aile içi şiddetin eziyet ve insanca olmayan davranışların yasaklanması hükmüne aykırılık taşıdığı ifade edilmiştir. Ayrıca, belki de en önemlisi, devletin kadını aile içi şiddetten kasten olmasa da koruyamaması, ayrımcılığın yasaklanması ilkesinin ihlalidir. Opuz kararı ile aile içi şiddet mağdurlarının kendilerini korumayan ülkelerine karşı AĐHM’ye gitme yolu açılmış oldu. Devletler için ise belki Đstanbul Sözleşmesi’nin onaylamak / uygulamak ve kadının korunmasını sağlayacak kanuni düzenlemelerin yapılması için bir teşvik , fakat en önemlisi ayrımcılığın ve kadına karşı şiddetin önlenmesinin kamusal alan – özel alan ayrımı yapmadan devletlerin sorumluluğunda olduğunun bir ifadesidir. V. SONUÇ YERĐNE: KADINA KARŞI ŞĐDDET NASIL ÖNLENEBĐLĐR? Kadını şiddetten koruyabilmek için öncelikle kadını ailenin bir parçası olarak değil, bir birey olarak görmek gereklidir. Kadının “insan haklarının” annelik veya eş olmak ile ilgisi olmadığı vurgulanmalıdır. Kadına karşı şiddeti önleyebilmek için sivil toplum örgütleri büyük bir mücadele içindeler. Fakat sadece sivil toplum bazında değil, ulusal düzeyde bir politika oluşturmalı ve hem yasa koyucunun hem de yasaları uygulayanların aynı dili konuşması sağlanmalıdır. Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Yasa Taslağı böyle bir imkanı bize vermektedir. Đstanbul Sözleşmesi’nin hayata geçmesi için yeni bir yasa tasarısını daha beklemek yerine hükümet bunu bir fırsat olarak görebilir. Birinci bölümde verilen istatistikler gelir dağılımı ve eğitim düzeyi ile şiddetin yakından ilişkile olduğunu göstermişti. Gelir dağılımının düzeltilmesi ve eğitim seviyesinin yükseltilmesi hükümetin politika öncelikleri arasında olmalıdır. Erken evlilikler ise cinsiyet eşitsizliğini pekiştiren 13 Ayrıntılı bilgi için bkz. http://www.kahdem.org.tr/?p=234, Erişim: 31.10.2011 58 bir başka unsurdur. Uçan Süpürge Kadın Đletişim ve Araştırma Derneği’nin “Çocuk Gelinler: Yıkıcı Gelenekler ve Ataerkil Sosyal Mirasın Mağdurları” araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de 4 milyona yakın çocuk gelin bulunmaktadır. On sekiz yaş altı evlilik oranları Türkiye’de Orta ve Doğu Anadolu’da %38-40 civarında, Diyarbakır’da ise %50’lerde seyretmektedir. Medeni Kanun’daki erken evliliği kolaylaştıran maddenin kaldırılması, zorunlu eğitimin 12 yıla çıkarılması kadının uğradığı şiddeti azaltacaktır. Kadının şiddete karşı bilinçlenmesini sağlayacak TV programları yapılmalı, medya bilinç yayma aracı olarak kullanılmalıdır. Türk televizyonlarında, özellikle TV dizilerinde ve gündüz kuşağı kadın programlarında kadının basmakalıplaştırılması çokça göze çarpan bir durumdur. Bir takım dizilerin reklamları ise kadın oyuncuların tecavüz sahnelerini kullanarak yapılmış, milyonlarca kişi dizilerin tekrarları ile birlikte aynı şiddet sahnelerini izlemişti. Bu durumda medyanın zihniyetinin değiştirilmesi ve şiddeti engellemek için bilinçli programlar yapılması gerekmektedir. Şiddetin önlenmesi yine bu konuda sağlıklı bilimsel çalışmalar yapılması ile olacaktır. Üniversitelerde bu konuda daha fazla doktora tezleri yaptırılmalı, cinsiyet, ekonomik durum, bölgeler bazında sağlıklı istatistikler elde edilmeli ve bu istatistiklerin periyodik olarak tekrarlanması sağlanmalıdır. Şiddet konusu, çok aktörlü bir çözüm gerektirmektedir. Yerel yönetimler, belediyeler, muhtarlıklar, sağlık görevlileri, polisler, öğretmenler, adli makamlar hatta müftülükler bu konuda bilinçlendirilmeli, kamu görevlilerinin duyarlılıkları artırılarak halkın bilinçlenmesi sağlanmalıdır. KAYNAKÇA BASILI KAYNAKLAR T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü, ICON-Institut Public Sector GmbH and BNB Danışmanlık (2009), Türkiye’de Kadına Yönelik Aile Đçi Şiddet Araştırması 2008 WARREN, Mary Anne (1985), Gendercide: The Implications of Sex Selection, Rowman & Littlefield Publishers ĐNTERNET KAYNAKLARI Birleşmiş Milletler Kadınlara Karşı Şiddet, Sebepleri ve Sonuçları Özel Raportörü Yakın Ertürk’ün Türkiye Ziyaretine Đlişkin Raporu (Report of the Special Rapporteur on Violence against Women,its Causes and Consequences, Yakin Ertürk, Mission To Turkey), Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, A/HRC/4/34/Add.2. sayılı, 5 Ocak 2007 tarihli rapor, 59 http://insanhaklarimerkezi.bilgi.edu.tr/Books/khuku/kadinlara_karsi_siddet/siddet_bm__ozel_raportor u_yakin_erturk_turkiye_ziyaretine_il.pdf CEDAW, http://www.un.org/womenwatch/daw/cedaw/text/econvention.htm Đnsan Hakları Derneği Đstanbul Şubesi Kadına Karşı Şiddet Raporu, http://bianet.org/files/doc_files/000/000/320/original/kad%C4%B1n_cinayetleri_raporu_pdf.pdf Kadın ve Aile Bireylerinin Şiddetten Korunmasına Dair Kanun Tasarısı; Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı internet sayfası http://www.aile.gov.tr/upload/mce/mevzuat/siddet_yasa_tasarisi.pdf Opuz Kararı, http://www.kahdem.org.tr/?p=234 60 ERADICATION OF GENDER BASED VIOLENCE THROUGH ECONOMIC EMPOWERMENT OF RURAL WOMEN: A CASE STUDY OF BAHAWALPUR DISTRICT. Muhammad Azam Khan∗ Sumara Ishaq* Ansar Abbas* Abstract: Women empowerment is the most recent approach, articulated by third world women, its purpose is to empower women economically through greater reliance and to eliminate the gender based violence. Focus area of this research paper is District Bahawalpur, Punjab Province, Pakistan. Mostly people depend upon the agriculture. This district consists upon 48% women and 52% men’s population. The first section of this paper explains the economic status of the rural women who are the 47.37% of rural population. Women are the main element of economic growth in rural areas. Women work in fields, take care of cattle, make handicraft in their houses and many more. But due to the social construction and norms of society women are the most oppressed group, always deprived of economic strengths. The next portion of our paper explains how the men give all credit and economically strengthen themselves. From here, the gender based violence starts. Finally our research paper concludes the gender based violence in rural areas of Bahawalpur District and the steps to eliminate this gender based violence taken by the Govt. of Pakistan and the role of international agencies. Keywords: Eradication, Gender Based Violence, Rural Women, Economic Empowerment, Case Study. __________________________________________ Introduction This publication is a result of a research exercise carried out to understand and document the evaluation or to check the response of the rural developmental programs of Bahawalpur Rural Development Project (the combined program of The Government of the Punjab and the Asian Development Bank (1997- 2007) in which The Bahawalpur Rural Development Project awarded the different projects in the rural areas of Bahawalpur to increase the economic conditions of rural people ∗ The Islamia University of Bawalpur 61 especially the women of rural areas of Bahawalpur, and locate the indicators which create the gender based violence in the rural area of Bahawalpur. According to The National Census of Pakistan 1998, only 11540 females (01%) of rural population of Bahawalpur District were involved in economic activity and an estimated census of Punjab Development Statistics as on 31 December 2011, only 11280 females (01%) were involvolved in economic activity. The word economic activity denotes their participation in jobs, enterprise or owns the business in terms men do involve. But due to cultural constraints, i.e. understanding about women’s work, bread wining as men’s prime role, women always remains at the periphery in terms of economic empowerment. If rural women try to get economic empowerment, she always suffers from gender based violence. According to “Women Empowerment in Pakistan” A Scoping Study by Aurat Foundation and USAID 2011, While it is difficult to derive a singular overarching meaning of empowerment from the vast literature on the subject, the following elements of women's empowerment may be derived from the existing literature: • Economic empowerment, which includes women's land rights, livelihoods and labor in the formal and informal sectors; • Social empowerment, which includes equal access to education and health care for women; and, • Political empowerment, which includes women's representation on elected bodies. Research Methodology: For the present research, the mixed-methods were applied because these methods allow the researcher to gain in-depth understanding of the real issues than any single research method could provide. The qualitative research method (in-depth interviewing) fostered the researchers to explore the hidden issues. Simultaneously, the quantitative research approach helped the researchers to capture the effects of broader attitudes, experiences and perceptions affecting women income level and opportunities to work that make women vulnerable of gender based violence. The semi-structured interviews and quantitative research questions were formulated based on the literature reviews and scope of the study. The questions were reviewed and revised in several rounds, based on the feedback received from literature reviewed, to ensure the validity and reliability of research tool. The target area of this research is those villages in which the Bahawalpur Rural Development Project worked, these are 45 selected villages. 10 questionnaires were filled per village. The total questionnaires were 450 from randomly selected households while the 50 questionnaire were filled from 05 villages on random basis, where the Bahawalpur Rural Development Project did not award any project for economic stability of women, to compare the economic empowerment of women. The purposive sampling or 62 theoretical sampling by using criterion sampling strategy was used to select the interview participants. Therefore it is important to identify their attitudes, knowledge, perceptions and experience in designing, developing, implementing, maintaining and supporting the questionnaires. Even though the sample for the interviews was relatively small, it is acceptable sample size. The interview participations to this study were voluntary and obtained initial permission from individual participants. The participants were scheduled for one-on-one interviews. The area focused in this study had high poverty concentration. Over 55 % population was living below the poverty line. The high level of poverty is also closely linked with number of motivations for gender based violence. It was essential study to gauge the real issues and give recommendations to minimize the existing level of violence incidences in the study area. It is a highly desired to conduct a comprehensive study on the subject to facilitate the implementing and other agencies involved in combating gender based violence. History of Bahawalpur: Bahawalpur City was founded in 1748 by Nawab Bahawal Khan Abbasi I, whose descendants ruled the area until it joined Pakistan in 1954. The princely state of Bahawalpur was one of the largest states of British India and was last ruled by Nawab Sir Sadiq Khan Abbasi V, who decided to join Pakistan after its independence. Bahawalpur city was formerly the capital of the state and now is the District and Divisional Headquarters of Bahawalpur Division. The royal house of Bahawalpur is said to be of Arabic origin and claims descent from Abbas, progenitor of the Abbasid Caliphs of Baghdad and Cairo. Sultan Ahmad II, son of Shah Muzammil of Egypt left that country and arrived in Sindh with a large following of Arabs in 1370 A.D. He married a daughter of Raja Rai Dhorang Sahta, receiving a third of the country as a dowry. Amir Fathullah Khan Abbasi, a recognized ancestor of the dynasty, conquered the Bhangar territory from Raja Dallu, of Alor and Bahmanabad, renaming it Qahir Bela. Chani Khan Abbasi entered the imperial service and gained appointment as a Panch Hazari in 1583. At his death, the leadership of the tribe was contested between two branches of the family, the Daudputras and the Kalhoras. Daud Khan, the first of his family to migrate to and rule Bahawalpur, then left Sindh where he had opposed the Afghan Governor of that province and was forced to flee. The Abbasi-Daudputras, who later ruled the state for more than two centuries, are the heirs of Amir Daud Khan Abbasi. The tribe assumed independence during the decline of the Durrani Empire. The mint at Bahawalpur was opened in 1802 by Nawab Bahawal Khan II with the permission of Shah Mahmud of Kabul. The first treaty with Bahawalpur was negotiated in 1833, the year after the treaty with Ranjit Singh for regulating traffic on the Indus. It secured independence of the Nawab within his own territories, and opened up the traffic on the Indus and Sutlej. During the first Afghan War, the Nawab assisted the British with supplies and allowing passage and in 1847-8 he co-operated actively with Sir Herbert Edwards in the expedition against Multan. 63 For these services he was rewarded by the grant of the districts of Sabzalkot and Bhung, together with a life-pension of a lakh rupees. In 1863 and 1866 insurrections broke out against the Nawab who successfully crushed the rebellions; but in March, 1866, the Nawab died suddenly, not without suspicion of having been poisoned, and was succeeded by his son, Nawab Sadiq Khan IV, a boy of four. The Nawab attained maturity in 1879, and was invested with full powers, with the advice and assistance of a council of six members. During the Afghan campaigns (1878-80) the Nawab placed the entire resources of his State at the disposal of the British Government, and a contingent of his troops was employed in keeping open communications, and in guarding the Dera Ghazi Khan frontier. On his death in 1899 he was succeeded by Bahawal Khan V, a minor who attained maturity in 1900, and was invested with full powers in 1903. The Nawab of Bahawalpur was entitled to a salute of 17 guns. The Abbasi family ruled the State for more than 200 years (1748 to 1954). During the rule of the last Nawab Sir Sadiq Khan Abbasi V, Bahawalpur State was merged with Pakistan in 1954. Nawab family was however given special privileges by the government of Pakistan. Bahawalpur is one of the largest districts of the Punjab covering an area of 24,830 sq.km. [Tahir Mehdi, Profile of District Bahawalpur 2009] Population of Bahawalpur District: Bahawalpur District consists of five Tehsils i.e. Bahawalpur, Ahmadpur East, Hasilpur, Khairpur Tamewali and Yazman. Total villages/ Mozaz are 1216. According to the 1998 national census of Pakistan which reported the population census organization of Pakistan, the population of Bahawalpur District was 2433091 persons, male population was 1278775 persons (52.56%) and female population was 1154316 persons (47.44 %), urban population was 665304 (27.34 %) and rural population was 1767787 (72.66 %). The rural male population was 929149 persons (52.56%) and female population was 838638 persons (47.43%). The estimated rural population of Bahawalpur District as on 31 December 2011 is 3277000 persons, urban population is 896000 persons (27.34%) and rural population is 2381000 persons (72.66%). Rural male population is 1251454 persons (52.56%) and rural women population is 1129546 (47.44%). [Punjab Development Statistics 2011] 64 Table 1.1; Total Population of Bahawalpur District As On 1998 and 2011 3500000 3000000 2500000 2000000 Total Population 1500000 Urban 1000000 Rural 500000 0 Persons Persons As on 1998 As on 2011 [Punjab Development Statistics 2011] Table 1.2; Total Rural Sex Ratio of Bahawalpur District As On 1998 and 2011 2500000 2000000 1500000 Total Rural Population 1000000 500000 0 Persons Persons As on 1998 As on 2011 [Punjab Development Statistics 2011] 65 Sources of economic empowerment of rural women of Bahawalpur District: The rural women of Bahawalpur District are involved in different activities, some activities are lying in their so called responsibilities of child rearing and caring the elderly members and remaining activities are called their duty being the member of male dominant family and poor economic condition of their households. We divided the work of women into two main categories one is unpaid work and second is paid work. 66 Table 2.1; Sources of economic empowerment of rural women of Bahawalpur District: Table 2.2; Percentage Division of Work of Rural Women Women Work Chart Household Work 2% 17% 10% 15% SSI Work Male Helping Women in Fields 56% Teaching Minor & Ealderly Women 67 Explanation of chart [Table 2.2]: According to the research findings 17% of women population in rural areas of Bahawalpur is minor and elderly women who do not perform any specific work including the women of the landlord families of that community. The remaining 83% are engaged in different work. The large portion of rural population ation which is 56% is engaged in helping their males who worked in their small fields or worked as labourer in their landlord’s fields. These women work with their men in fields such as “THINING”, “HOEING”, ”, watering the fields, fertilizing, grass cutting aand nd at the end cotton picking in cotton season. In wheat season they have practice same till the cutting wheat. A very small percentage 02% of women who are minimum matriculation and adopt the profession of teaching either in Government or private schools oorr give education to the children of that very villages at their home. In response to their struggle to educate the children at their home they earn a very nominal amount on the name of tuition fee which they give it to her mother or her father to contribut contributee in daily expenditures of their families. The next upper ratio of those women who worked within their home boundaries. According to our research they are almost 10% of rural women population of Bahawalpur District. Such women’s responsibilities are to takee care of children, fooding and keep the house clean. Endevoring the whole hectic day, in the evening when their males come back, they are awarded no comments because of our societal structure in which the women are born for only work even not for some words wor of appreciation. Table 3.0: Gender Biased Profit Division of Rural Women Work Middle Man 62.5% •Total Cost of Production Rs. 800. •Producer sale to Middle Producer man Rs. 1000. 25% •Middle man sale to Retailer Rs. 1500. •Retailer sale to End user Rs. 2200. Retailer 87.5% 68 Explanation of chart [Table 3.0]: From last one and half decade The Government and International agencies are introducing some awareness program regarding the economic empowerment of rural women. The Bahawalpur Rural Development Project awarded some small scale infrastructures such as vocational centers in villages. In which women were given different trainings such as carpet waving, handy looms, handy crafts, stitching and embroidery work to strengthen their economic empowerment. The population of such women is 15% of rural women population and it is gradually increasing. When we asked some women that how they sale their work in the market 95% women’s answer was that their males helps them to sale their work. We took the estimated cost and profit ratio of their product then compared with the sale price in the local market of Bahawalpur. Findings: Although, women are the important contributing part of economy in the rural area of Bahawalpur District but unfortunately, they always face gender based violence. According to our findings the gender based violence is the main hindrance in women economic empowerment. Women take part in economic activities but due to norms and social construction they are dependent on men, if they try to become independent in economic activities, there is always men who stop their ways of economic empowerment. As mentioned in above data that if a girl took tuition at their home, the income from this tuition contributes in family expenditures and she remains penniless again, if she worked with their men in fields, at the end men hold all her labour with words “you need not to use a penny because I am giving you all that you need”. We concluded during this research that that woman who look after their Children, cattle, and home this is also the financial support of their men but again they ignored. Those woman who work openly to empower themselves, the activities they engaged in that are mentioned above are in small scale economic struggle, never develop the capacity of women to take their independent economic decisions and in this way women become the victims of gender based discrimination because they have not opportunity or permission from their men to go to market and sale their products. Men who sell the products to market or act as the middle men collect all products from their homes and supply in the market as mention in the table of profit division of producer to end user. 69 Role of Government and International Agencies to empower the rural women of Bahawalpur District. Govt. of Palistan initiated BISP (Benazir Income Support Program) in 2008 for the people who are living on poverty line or below, especially the women. Different developmental projects are initiated by Govt. of Pakistan and International Agencies like USAID, UN, World Bank, Asian Bank and other welfare organizations to boost up the economic conditions of women especially who are living in rural areas of Pakistan. Recommendations: i. Only trainings and skill enhancement for women of rural areas is not enough for their economic empowerment until and unless they will be provided an outlet for marketing of their products. Otherwise the middle man will catch all the margins and result will again in gender base violence. It is recommended/ suggested that on the pattern of Lahore business incubator may be established in Bahawalpur and allocation women entrepreneur of rural areas. ii. Another intervention of the district government i.e. the craft bazaar may play a vital role in economic empowerment of women of Bahawalpur District provided that its functional may be carried on an unbiased and professional approach. iii. There must be need for capacity-building of government as well as civil society organizations in order to ensure gender equality on all levels. The capacity of equality advocacy groups must be enhanced to enable them to highlight women's priorities in public decision-making, as well as the capacity of public institutions to respond adequately to women's needs. The Ministries of Finance and Planning of Pakistan need to strengthen capacity of technical staff to carry out genderresponsive budgeting and planning. The national institutions and systems designed for women's empowerment especially economic empowerment, such as the Ministry of Women's Development and the National Commission on the Status of Women, 70 should enhance their skills to participate actively and effectively in the economic empowerment of women especially the rural women. 71 KÜRESEL HEGEMONYA MÜCADELESI AÇISINDAN DENIZ YETKI ALANLARI: ÖRNEK OLAY DOĞU AKDENIZ Cengiz Ekin∗ Özet Küresel hegemonya, devletlerin güçlerinin dengesiz bir şekilde dağıldığında ortaya çıkan fiili bir hiyerarşik düzendir. Küresel hegemonyanın özellikle denizlerin zengin kaynakları ve avantajlarını en iyi kullanan devletlerin tesis ettikleri tarihi bir vakıadır. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusundaki Türkiye ve GKRY arasındaki anlaşmazlık, Kıbrıs sorununun kalıcı çözüm sürecini sekteye uğratmaktadır. GKRY’nin tüm adayı temsilen petrol ve doğalgaz çıkarılmasındaki kararlı eylemleri, küresel güçlerin kendiçıkarları doğrultusunda desteği olmaksızın bölgede bir çatışmaya götürecek türdendir. Sonuçta Doğu Akdeniz’de çıkarılması kuvvetle muhtemel petrol ve doğalgaz kaynaklarının ilgili bölge ülkeleri ve hegemon başta olmak üzere küresel güçler tarafından paylaşılacaktır. Petrol şirketlerinin, dünya siyaseti üzerinde etkili olmak üzere kendi hükumetlerini belli ölçüde sevk ettikleri görülmektedir. Anahtar Kelimeler Küresel hegemonya, deniz yetki alanları,münhasır ekonomik bölge, Doğu Akdeniz, petrol ve doğalgaz. Giriş Denizler ve okyanuslar, insanları herzaman büyülemiş olmasının yanında asıl olarak devletlerin yoğun ilgi/alakasını çekmiştir. Küresel hegemonya mücadelesinde de okyanuslar, devlet stratejilerinin odak noktasını teşkil etmiş hatta bu anlamda ilk küresel hukuki rejim, bir deniz rejimi olarak tarihe geçmiştir. Bu rejimi bizatihi oluşturan devletler, o dönemin küresel hegemonya mücadelesinin başat güçleridir. Denizlerde kurulan küresel hukuki rejim gereğince, tarihin bir döneminde denizler iki devlet arasında bir enlemin doğusu ve batısı olarak paylaşılarak (diğer devletlere) denizlerin kapalılığı doktrini ortaya konmuştur. Sonraki dönemlerde küresel güçlerin denizlerdeki mücadelesi hukuki rejim olarak yükselen güçlerin baskısıyla açık denizlerin serbestliği olarak uygulamaya konulmuştur. Hegemon güç ve karşıtlarının mücadelesi kapsamında; “uzun dönemlerin” hegemonik düzeni içinde ∗ Uluslararası Đlişkiler Doktoru. 72 kurulan küresel hukuki rejimlerde de denizlerin paylaşımı ve kullanımı tartışmaların ana konusu olmuştur. Kronolojik olarak bu konudaki değişimler, 1909 Lahey, I., II., ve III. Deniz Hukuku Konferanslarında ve Sözleşmelerinde geçmektedir. Ancak bu alana yansıyan mücadelenin temelinde küresel ekonomik işleyiş olmakla birlikte, teknolojinin gelişimi bahsi geçen bu mücadeleye farklı bir boyut kazandırmaktadır. Gökkuşağı Devrimlerinden sonra Ortadoğu’ya inen Arap Baharı, uluslararası müdahalenin maliyetsiz yeni yüzünü oluştururken; günümüzde meydana gelen okyanuslardaki küresel mücadelenin özeli ya da daha küçük bir örneğinin Doğu Akdeniz’de ekonomik ve teknolojik gelişmelerin mündemiç olduğu enerji boyutunda yaşandığı görülmektedir. Bu bildiride küresel hegemonya mücadelesi ışığında Doğu Akdeniz’de ön planda olan küçük devletlerin arkasındaki küresel güçlerin ekonomik temelli mücadeleleri irdelenmiş ve tarafların konumları ile Türkiye’nin bu mücadeleki yeri ve uygulaması gerekli stratejileri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Kavramsal Çerçeve Uluslararası ilişkiler disiplininin en önde gelen problem konularından biri sistemi oluşturan devletlerarasındaki güç dağılımıdır. Bu güç dağılımının eşit olması varsayımı her ne kadar istenen bir durum olsa da fiiliyatta gerçekleşmesi tartışma konusudur. Çünkü bir devletin gücü diğerlerinden fazlalaştığında eşitlik olgusu bozulmakta ve devletler en güçlüden en güçsüze doğru bir şekilde sıralanmaktadır. En güçlünün diğer devletlerle ilişkilerinde gücünü hissetmesi ve hissettirmesi, egemen ve eşitlik eksenine aykırı olsa da bir gerçeği ifade etmektedir1. Devletlerin eşitliği varsayımı tarihsel süreç içerisinde de kendini doğrulamamaktadır. Devletlerin eşitliği 1648 yılında yapılan anlaşmalar sonucu oluşturulan Westphalian sistemde vurgulanmış olmasına karşın, tarih boyunca bu ideal durumdan uzak olunmuştur. Sistem içinde hem hiyerarşik yapılanma hem de hegemon konumda bir güç daima olagelmiştir. Dünya politikalarını sistem içinde hegemon olan devletler belirlemiştir. Bu nedenle sistem içinde yer alan aktörlerden her biri bölgesel ya da küresel güç olmaya, güçlerden birinin yerini almaya ya da diğer gücü dengelemeye çalışmıştır. Bu mücadele süreci dinamik bir yapıya sahip olan uluslararası ilişkilerin doğası gereğidir. Çünkü eşitler arasındaki güç dengesinin bozulması, güçlü merkez bir devleti (hegemon gücü) ortaya çıkartmaktadır. Diğerlerinden güçlü bir devletin varlığı devletlerarası ilişkileri değiştirmekte ve 1 Krisch, devletlerin eşitliğini uluslararası ilişkilerin ve hukukun en büyük ütopyalarından ve aynı zamanda büyük aldatmacalarından biri olarak değerlendirir. Tıpkı bireylerin eşitliği gibi, devletlerin eşitliği geniş kapsamlı bir vaat barındırır – güce, dine, zenginliğe veya tarihi tesadüfe dayalı tüm mazur görülemez imtiyazları ortadan kaldırma vaadi: uluslararası sistemin bariz adaletsizliklerini aşma vaadi. Bu ütopik arzu daima uluslararası hukukun da en albenili yönlerinden biri olmuştur ( Nico Krisch, “Diğerlerinden Daha mı Eşit? Hiyerarşi, Eşitlik ve Uluslararası Hukukta ABD Üstünlüğü, ABD Hegemonyası ve Uluslararası Hukukun Temelleri (Ed.: Michael Byers-Georg Nolte) Phoenix Yayıncılık, Ankara, 2007, 153). 73 eşitliğin etkileyici anlamı kaybolmaktadır. Böylelikle hegemonik gerçeklik (eşitsizlik mantığı) oluşmakta ve onun koyduğu ilişkiler bağlamında hiyerarşik bir sistem gerçekleşmektedir.2 Bu sistem, birbirine benzemeyen devletlerden oluşan eşitsiz otorite yapısı ile hiyerarşik, dikey bir özellik taşımaktadır. Modelski’ye göre bu hiyerarşik ve dikey örgütlenme sonucu küresel bir siyasi sistem oluşmaktadır. Realist teoriye göre ise sistem, askeri ve siyasi alanlarda güçlü, muktedir bir devletin belirleyiciliğinde şekillenmektedir3. Dünya sistemi teorisyenlerinden Wallerstein ise bu sistemi iktisadi süreçte merkez-çevre ilişkisi ile betimlemiştir. Dünya ekonomisini merkez yönetmekte, çevrenin ekonomik kaynakları merkezi beslemektedir4. Bu şekilde elde edilen ekonomik üstünlük hegemonyaya dönüşmektedir. Bu hegemonik gücün yükselişi, üretim, ticari ve mali rekabet üstünlüğünü elde etme ile ve düşüşü ise bu rekabet gücünün zayıflaması ile açıklanır. Liberal teoride ise sistem işbirliği ve çoklu bir anlayışla oluşmaktadır. Buna göre devletler sadece tek karar verici (hegemon) değildir bunun yanında diğer başka aktörler de bulunmakta ve etkinlik göstermektedir. Eleştirel teori de devlet dışı aktörlerin uluslararası sistem içindeki rollerini yeniden değerlendirerek küresel bir politika yapısının varlığını kabul etmektedir. Eleştirel teorisyen Cox, bu ilişki düzeyini diğer teorilerden farklı olarak, güçlü bir devletin daha az güçlü olanlarla, baskın olma ve düzenleme ilişkisi anlamında değil, devletler ve devlet dışı kuruluşlar (sosyal kuvvetler) sisteminin tümüne nüfuz eden düzene ilişkin bir değerler yapısı olarak tanımlamaktadır.5 Böyle yaratılan hegemonyaların sadece devletlerarası ilişkilere indirgenemeyeceğini vurgulayan Cox, hegemonyanın, üretim ve sosyal ilişkilerin şekillendiği küresel sivil toplumda temellendiğini savunmaktadır.6 Devletlerarası ilişkilerde güçten doğan farklılaşmayı eleştiren bir diğer teori de Dünya sistemi teorisidir. Buna göre Modelski ve Wallerstein dünya sisteminin temel yapısal özelliğinin realistlerin belirttiği gibi kaotik ve devletlerin eşit kabul edildiği yatay bir ilişki değil, hiyerarşik dikey bir ilişki olduğunu belirtirler. Temel hiyerarşi, Modelski’ye göre otorite ilişkilerinde, Wallerstein’e göre ise iktisadi ilişkilerde 2 Richard Falk, Dünya Düzeni Nereye? Amerikan Emperyal Jeopolitikası, (Çev. Neşenur Domaniç ve Nusret Arhan) Đstanbul, Metis Yayınevi, 2005, s. 26. 3 Realist paradigma devlet eksenli bir hegemon betimlemesi yaparken, yapı ve oluşum süreçlerini askeri ve ekonomik güç unsurların birarada işlev görmesine bağlamaktadır. Özellikle çatışma temelli kurgusu ve soğuk savaş dönemi özellikleri ile birlikte güvenliğe yaptığı aşırı vurgular yüzünden eleştirilmiştir. 4 Wallerstein’a göre modern dünya sisteminin en önemli iktisadi süreci merkez-çevre ilişkisi ile şekillenirken, siyasi açıdan önemli ilişki, hegemonya oluşum ve değişim sürecidir. Çevre ülkeleri, merkezdeki liderin uydusu konumundadır. Dünya ekonomisini merkez yönetmekte, çevrenin ekonomik kaynakları, merkezi beslemektedir. Bu şekilde elde edilen ekonomik üstünlük hegemonyaya dönüşmektedir. Wallerstein’a göre sistemin en güçlü devleti merkezin ‘hegemonik’ gücüdür. Bu hegemonik gücün yükselişi, üretim, ticari ve mali rekabet üstünlüğüne, düşüşü ise bu rekabet gücünün zayıflamasıyla açıklanır. Hegemon devlet ekonomik gücünün zayıflaması, bu hegemonyaya rakip yeni devletlerin ortaya çıkması, üretim ilişkilerinin yeni dengeyi yansıtacak şekilde yeniden örgütlenmesini zorunlu kılar; bunu ise dünya savaşları gerçekleştirir ve böylece yeni bir hegemonik devlet ortaya çıkar (Faruk Yalvaç, “Uluslararası Đlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (Der), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası Đlişkilerde Temel Yaklaşımlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 169-170). 5 Burcu Bostanoğlu ve M.Akif Okur, Uluslararası Đlişkilerde Eleştirel Kuram, Hegemonya, Medeniyetler ve Robert W.Cox, Ankara, Đmge Yayınevi, 2009, s.49. 6 Atila Eralp, “Hegemonya”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 172-173. 74 yatmaktadır.7 Wallerstein, ekonomik gücün hegemonyayı şekillendirdiğini; Modelski ise askeri gücün özellikle de deniz gücünün hegemonyayı şekillendirdiğini belirtmektedir.8 Bu yaklaşımlar, tarihi bir bakışla sistemdeki yapısal değişim konusunu uluslararası ilişkilerin önemli çalışma alanı haline getirmişlerdir. Uluslararası Politik Ekonomi (IPE) teorisyenleri de devletlerarası ilişkilerde hegemonik istikrar teorisini temel almaktadırlar. Uluslararası bir sistemde liderlik, bu rolü doldurmaya yeterli kabiliyetteki bir devlet olan hegemon tarafından ortaya konulabilir. Bu sistemdeki diğer devletler, hegemonla ilişkilerini tanımlamak zorundadırlar. Bu da üç şekilde olabilir: Bu durum rıza göstererek, karşı durarak veya ilgisiz kalarak sergilenir. Aşikârdır ki, hegemonik kontrolün tesis edilebilmesi için sisteme üye olan toplam sayıdan yeterli adette devletin ilk seçeneği seçmiş olması gerekir. Bu boyun eğme, hegemonik rıza gösterme olarak adlandırılır.9 Sonuç olarak çeşitli teorilerin sisteme bakışlarındaki farklılıklara rağmen temel noktaları, hiyerarşik yapı ve başındaki hegemonun varlığıdır. Teorilerde hegemonyanın oluşum biçimleri ve etki alanları birbirinin zıtlığında ya da destekler alanlarda gerçekleşse de teorik uzlaşı, hegemonyanın devletlerarası eşitsizliğin bir sonucu olarak gerçekleştiğidir. Uluslararası ilişkiler bağlamında hegemonik mücadele ise devletlerin siyasi, ekonomik ve askeri alanda birbirlerine üstünlük kurma çabalarıdır. Teorik tartışmalarda devletlerarası eşitliğin rasyonel olmadığı ve hatta ütopik sayılması küresel hegemonyanın oluşumunda mücadeleyi ön plana çıkarmaktadır. Devletlerin birbiriyle çatışan politikalarının ve çıkarlarının bulunması bu mücadeleyi doğal kılmaktadır. Bu mücadele hegemon devlet ile bu konumunu ele geçirmek isteyen ve ona meydan okuyan (challenger) devletler arasında gerçekleşir. Tarihsel süreç incelendiğinde bu mücadele görülecektir. 16.yüzyılda Portekiz ve Đspanya arasındaki mücadele, 17. yüzyılda Hollanda ve Fransa, 18. yüzyılda Britanya ve Fransa, 19. yüzyılda Britanya ve Almanya 20. yüzyılda ise ABD ile SSCB arasında mücadeleler yaşanmıştır. Hegemonik mücadele sadece hegemon olabilmek için değil bu konumu sürdürebilmek için de yapılmaktadır. Hegemonun otoritesi sorgulanmaya ve hegemonik düzen sarsılmaya başladığında, herkes sarsılan hegemonyanın yerine kimin geleceği ve nasıl bir düzen getireceğini tartışacak ve böylece hegemonya mücadelesi daha görünür olmaya başlayacaktır. Hegemonya mücadelesinde devletler çeşitli stratejileri işe koşarlar, eski dönemlerde mücadele salt askeri güç ve savaş yolu ile gerçekleşirken, günümüzde değişik alanlarda farklı 7 Atila Eralp, “Sistem”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 142143. 8 Eralp, Hegemonya, s.169. 9 Evans, a.g.e., s.221. 75 girişimlerle gerçekleşmektedir. Bu alanların başında inovasyon ve teknoloji gelmektedir. Teknolojiyi üretme üstünlüğü, günümüz hegemonya mücadelesinde önemli bir farklılıktır. Bu bağlamda devletler ARGE çalışmalarına çok yüksek bütçeler ayırmakta ve bu alanda mücadeleyi yaymaktadırlar. Bu mücadele sürecinde insan gücünün niteliği ve eğitim düzeyi de etkili olmaktadır. ABD, II. Dünya Savaşı sonrası Britanya’dan devraldığı hegemon olma özelliğini koruyabilmek için çeşitli mücadele süreçlerine girmiştir. Đletişim, istihbarat, bölgesel ittifaklar, güçlü ve büyük ordusu, kültürel değerlerini aktarıcı araçları kurgulaması, teknoloji üretiminde liderliği, nitelikli insan gücü geliştirme ve yönetimde istikrarlı yapısı ile ABD, hem uluslararası sisteme şekil verici konumunu korumaya çalışmakta, hem de kendi hegemonyası doğrultusunda uluslararası sistemi yeniden düzenlemek için kalıcı ve somut düzenlemeler yapmaktadır. ABD, hegemonyasının en önemli faktörlerinden olan ekonomik yapısını, kendi çıkarlarıyla uyumlu bir şekilde yönlendirebileceği ve konumunu sürdürmesine yardımcı olacak şekilde uluslararası ekonomik örgütler aracılığıyla kurumsallaştırmıştır. Bu kurumsallaşmanın en büyük araçları Bretton Woods örgütleri Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile GATT’dır. Hegemon devlet mücadele süreçlerinde diğer devletler ile işbirliğine girer ve buna dönük stratejiler gerçekleştirebilir. Bu işbirliği bölgesel olabileceği gibi, küresel bağlamda da gerçekleşebilir. Đşbirlikleri özellikle stratejik kaynaklarda ve ticari alanlarda olabileceği gibi askeri alanlarda da gerçekleşebilir. ABD’nin NAFTA girişimi, Çin’in Şanghay Đşbirliği Örgütü girişimi, Tayvan ve Kuzey Kore ve hatta Angola, Somali gibi ülkelerde yaptığı girişimler bu duruma örnek verilebilir. Teoriler açısından hegemonik mücadelelere bakıldığında çeşitli farklılıklar görülmektedir. Buna göre realist teoride mücadelenin özü askeri ve siyasi alanken, Modelski’de siyasal alan ve deniz savaşları, Wallerstein’da ekonomik alanda, Gramsci’de ise sınıflar arasında gerçekleşir. Liberal yaklaşım ise diğerlerinden farklı olarak düzenin sürdürülmesi mücadelesini ön plana alır. Bu yaklaşımda düzen için hegemonya şarttır, ancak hegemonun düzenleyicilik fonksiyonlarının uluslararası rejimler aracılığıyla gerçekleştirilmesi gerekir10. Bir devletin hegemon olduğu dönemde oluşturduğu ve kendi çıkarlarını yansıtan kurumların, hegemonun gücü azaldıktan sonra da işlemeye devam edeceğini ileri süren Keohane, hegemonik bir liderin uluslararası sistemde düzeni sağladığı yönündeki Realist varsayımı kabul etmekte, ancak hegemonyanın olmadığı bir ortamda da işbirliği ve istikrarın olabileceğini eklemektedir. Wallerstein’in yaklaşımına daha derinden bakıldığında; hegemonya merkez ve merkeze yakın ülkeler arasında mücadele boyutunda bir ilişki tarzıdır, bu ilişki tarzı ise dünya ekonomisinin yapısı tarafından şekillendirilir. Hegemonya kavramı ekonomik güçle somut bir şekilde ilişkilendirilir. Hegemonya, ancak üretim, ticari ve mali güçleri dünya ölçeğinde ağırlıklı bir şekilde ve aynı anda 10 Rejimler uluslararası aktörlerin uzlaşı sağladıkları kurallar bütünüdür. Bretton Woods’da üzerinde anlaşılan uluslararası para rejimi, sabit döviz kur anlaşması vb. rejimlere örnek verilebilir. 76 elde tutmakla mümkün olabilmektedir. Böylece hegemonya mücadelesi ekonomik alanlarda gerçekleşmektedir. Bu yaklaşım, hegemonya kavramını ekonomik güç boyutu ile ilişkilendirirken, ekonomik gücün değişik alanlarda ve aynı zamanda dünya ölçeğinde şekillenmesi gereğini de ortaya koymaktadır. Modelski’ye göre de hegemonya büyük ölçekli dünya savaşları ile belirlenir. Her dönemde hâkim bir hegemon ve ona meydan okuyan bir hegemon adayı ülke vardır. Bu iki ülke büyük bir deniz savaşı ile karşı karşıya gelmekte ve hegemon belirlenmektedir. Modelski’nin tarihsel analizlerinde yaklaşık yüzer yıllık çevrimlerde hegemonlar savaş yolu ile yer değiştirmiştir. Bu uzun çevrimler boyunca dört ülke hegemon olmuştur. Ayrıca Modelski diğer teorilerden farklı olarak hegemon olmada deniz gücünün önemine özel bir yer vermiştir. Hegemon olmak ya da hegemonyasını korumak isteyen devletlerin mutlaka okyanuslardaki mücadele sonunda bir üstünlük kurması gerektiğini vurgulamıştır. Bir devletin hegemon olabilmesi, mücadelesini başarmasının sonucudur. Bu mücadele, güçsüz devletler arasında değil, çeşitli girişimlerle motive olmuş güçlü devletler arasında olmaktadır. Mücadele araçlarını ve süreçlerini iyi yöneten devlet, bu süreçten hegemon olarak çıkabilmektedir. Bu mücadeleden başarılı çıkan hegemon devlet kendi hâkim etkisini sürdürebilmek için ekonomik, siyasi, askeri ve hukuk gibi alanlarda bir düzen oluşturur. Bu alanlardaki düzenler arasında karşılıklı bir ilişki bulunmaktadır. Örneğin askeri düzen ile elde edilen caydırıcılık, ekonomik, siyasi ve hukuk düzenlerinin işleyişine etki eder. Bu örnek tarihteki tüm hegemon devletlerin ortak özelliğidir. Hegemon devletin kurduğu siyasi düzen, alınacak hukuki kararlara etki yapar, ekonomik düzen, askeri düzen kadar siyasi ve hukuk alanlarına ve ilişkilere etki yapar. Bu düzenin oluşmasında yukarıda da belirtildiği gibi çeşitli araçlar kullanılır. Düzenin devamı aslında hegemonyanın devamıdır. Bu yüzden hegemon devlet yüksek nitelikli alt sistemlerden oluşan bir düzen kurar ve gerektiğinde bu düzeni yeniden üretir. Denizlerin kendine has özellikleri ve kazanımlar, küresel hegemon olmak isteyen devletleri denizlerde de yukarda anlatılan düzeni kurmaya zorlamaktadır. Bu bağlamda deniz hegemonyasına ulaşabilmek, ekonomik, askeri, siyasi ve hatta deniz hukuku alanında mücadeleyi gerektirir. Bu mücadele alanları kendi özelliklerine uygun olarak farklı biçimlerde gerçekleşebilir. Ekonomik mücadele alanında, deniz taşımacılığı, deniz ticareti, uzak denizlerde avlanma, denizaltı madenleri, limanlar, boğazlardan geçiş vb. konularda gerçekleşebilmektedir. Bu mücadele konularında diğer devletlere karşı üstünlük sağlayan bir devlet, ekonomik bir avantaj kaynağına sahip olmaktadır. Dünya ticaretinin çok yüksek oranının (% 90) denizlerde gerçekleştiği göz önüne alındığında bu paydan ne kadar çok elde edilebilirse ülke için büyük bir kaynak yaratılmış olur. Deniz kaynaklarının paylaşımı bağlamında şekillenen ekonomik mücadele tarihsel süreçte de görülmektedir. Hegemon devletlerin kurduğu ulus ötesi ticari kuruluşlar ve bankalar, ekonomik mücadeleye örnek olarak verilebilir. Portekiz’in “House of Fugger”, Hollanda’nın “Bank of Amsterdam”, Đngiltere’nin “Bank of England” 77 ve “Francis Baring & Co.” ve “Rothschild Bank”, ABD’nin “J. P. Morgan & Co” gibi banka ve şirketleri ekonomik mücadelenin aktörleri olmuşlardır. Portekiz’in Hint Okyanusundan baharat taşıyan gemilerine yapılan korsan saldırılar, dönemin en büyük balıkçılık filosuna sahip olan Hollanda’nın, ekonomik gücünü artırabilmek için öncelikle limanlarını ve balıkçı filolarını koruyacak şekilde teşkilatlanması, kısa sürede dünya sahnesinde Portekiz'den boşalan deniz sahalarını çok maksatlı kullanılabilen gemileriyle doldurması bu mücadele süreçlerine örnek verilebilir. Bu mücadele sürecini Modelski şöyle betimlemektedir; Portekiz, deniz savaşları yapan ve dünya ticaretinin arteri olan Asya-Avrupa ticaret güzergâhını organize eden ve koruyan bir hegemondur. Portekiz’in ardından ikinci sırayı 1535 yılında yeni dünyaya Atlantik üzerinden ikinci büyük ticaret rotasını bulan Đspanya almıştır. Bu rota tabiki korunmak zorundaydı ve bu görev için 1540’ların savaş ortamında Atlantik Okyanusundaki ticaret gemilerini korumak için savaş gemilerinden oluşan konvoylar oluşturuldu ve 1560’larda bu koruma kalıcı ve sabit bir şekilde kurumsallaştırıldı. Portekiz’in kontrolu altındaki ticaret rotası ise Kızıldeniz’de Osmanlının organize ettiği saldırılarla karşı karşıya kalıyordu çoğu zaman bu iki önemli ticaret güzergâhına yapılan organize saldırılar, küçük çaplı korsan saldırılarından öte geçmedi. Ciddi anlamda okyanuslarla ilgili girişimde bulunmadan önce bunun iyi çalışılması ve öğrenilmesi gerekirdi. Bu seviyeye Đngiltere ve Hollanda 1580’li yıllarda ancak ulaşabildi. Zaten okyanuslardaki hareketlilik de bundan sonra başladı. Dolayısıyla bu aşamada küresel deniz gücü doğdu ve bu güç yeni küresel ticaret rotalarının yaratılması veya var olan güzergâhların korunması, bu güzergâhları bozma ve bunların temsil ettiği zenginliği kontrol altına alıp eski sistemi yenisiyle değiştirmek için kullanılmıştır11. Askeri alanda yapılan mücadeleler eski dönemlerde yukarıda da ifade edildiği gibi büyük deniz savaşları şeklinde gerçekleşirken günümüzde farklı olabilmektedir. Savaşlar yerine günümüzde caydırıcılık ön plana geçmektedir. Bu amaçla askeri teknolojik mücadeleler yaşanmaktadır. Bu mücadele konuları, nükleer güç (takat ve silah), lojistik zincir, istihbarat hâkimiyeti, deniz kuvveti yapısı, uçak gemisi, etkin koordineli deniz-hava kuvveti, deniz atış kontrol sistemi geliştirme, balistik füzeler/uzun menzilli füzeler, insansız deniz araçları, insansız deniz firkateynleri şeklinde uzayıp gitmektedir. Diğer mücadele alanları ise siyasi ve hukuki alanlardır. Đki ülke arasında yapılan deniz anlaşmaları, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölgeler, gri alanlar vb. tartışmalı ve mücadele gereken konularda küresel ölçekte siyasi nüfuzu güçlü olan ülkeler istediklerini alabilmektedirler. Bu siyasi nüfuzu güçlü olan devletler de genelde hegemon, alt hegemon devletlerdir. Ayrıca çeşitli uluslararası kuruluşların denizlerin kullanımına dönük kararlarının oluşumunda da siyasi mücadeleler yapılmaktadır. Bir devlet çıkarlarına uymayan bir kararı engellemek için mücadele platformları 11 Modelski, Seapower…, s.157. 78 kurmakta, ittifaklar ile bu kararın çıkmasını engellemek istemektedir. Bu duruma bir örnek 1960’lı yıllarda yaşanan “deniz yatağı” tartışmasıdır. Deniz yatağının altında ve üstünde zengin minerallerin (madenler) varlığı belirlendikten sonra bu kaynakları arama ve kullanma hakkının kimde olduğu sorusu mücadele sürecini başlatmıştır. 1966 yılında son hegemon ABD’nin başkanı L. Johnson bu konudaki demeci hegemon devletin denizleri nasıl takip ettiğinin bir kanıtı durumundadır; “Hiçbir şart altında, inanıyoruz ki, denizci devletlerin zengin maden yatakları ile yeni koloniler oluşturmalarına izin vermeyeceğiz. Açık denizlerin altındaki toprakların ele geçirilmesi yarışından sakınmalıyız. Açık denizlerin ve okyanus tabanının tüm insanlığın mirası olarak kalmasını sağlamalıyız.” Deniz yatağı konusunda ortaya çıkan mücadele nedeniyle 1967 yılında BM genel kurulu 35 ülkeden oluşan “Deniz Yatağı Komitesi” kurmuş, bu sayı kısa sürede doksana ulaşmıştır. Ancak komite üyeler arasında bir anlaşma sağlayamamış ve 1973’te dağılmıştır12. Küresel Hegemonya Mücadelesi ve Deniz Yetki Alanlarının Đlişkilendirilmesi Đspanya ve Portekiz arasında Hind Okyanusuna ulaşma hedefi yolundaki anlaşmazlıklar ve çatışmalar, Papa VI. Alexander gözetiminde 1493’te başlanan çalışmalar ile 1494’te Tordesillas Antlaşması ile neticelendiirlmiştir. Bu antlaşma ile tarihin ilk küresel hukuki rejimi de tesis edilmiştir. Kuzeyden güneye bir hayali çizgi ile dünya doğu ve batı olarak ikiye ayrılmış ve bu çizginin batısı Đspanya’nın; doğusu da Portekiz’in olmuştur. Kıyılar hariç tüm okyanuslar diğer ülkelere kapatılmıştır. Kapalı deniz doktrini olarak ortaya çıkan bu durum, 1609’da Hugo Grotius’un yayınladığı Mare Librum (Açık Deniz Doktrini) Đspanya ve Portekiz’in iddialarına karşı Hollanda direnişinin dayanağı olmuştur: Açık denizler hiçbir ülkeye ait olmayıp herkesin kullanımına açık olmalıdır. Hollandanın deniz gücü olmasının bu yaşananlarla paralel olması tesadüf değildir (16091713). 1635’de John Selden Mare Clausum (kapalı deniz) doktrinini Đngiltere’nin geçici bir durumuna dayanarak savunmuşsa da Đngilizler de açık denizlerin serbestliğini kabullenmiş ve savunmuşlardır.13 Uluslararası ilişkilerin temeli çıkarlar üzerine kuruludur. Buna uygun olarak küresel hegemonya mücadelesinin en önemli başlangıç noktasını çıkarlar oluşturmaktadır. Bu bağlamda küresel hegemonya mücadelesi bir diğer anlamı ile yeryüzünün kısıtlı kaynaklarını ele geçirmeye yönelik “çıkarlar savaşı”dır. Denizlerdeki kaynaklar bakımından konunun iki boyutu bulunmaktadır. Birincisi, paylaşılmış dünya kaynaklarıdır ki bir devletten bir başka devlete kaynağın geçişi çoğu kez çatışma, nadiren anlaşma içeren güçle olmaktadır. Bir diğeri ise “geniş ortak alanlar”14 ile ilgilidir. 12 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kullanım Kılavuzu, HAK Yayınevi, Đstanbul, 2001, s. 8-10. 13 James S. Hsiung, “Seapower, Law of the Sea and China-Japan East China Sea “Resource War””, Forum on China and the Sea Institiute of Suztainable Development, Macao University of science and Technology, 9-11 Ekim 2005, Macao, China, s. 2-3. 14 Geniş ortak alanlar, Mahan’ın kullandığı “wide commons” anlamında kullanılmıştır. 79 Geniş ortak alanlar ifadesi, hiçbir devletin egemenliği altında olmayan ve aynı zamanda üzerinde hak iddia edilmeyen alanları içermektedir. Üzerinde hak iddia edilmeyen açık denizler, deniz yetki alanları kapsamında değildir. Ayrıca üzerinde birden fazla devletin hak iddia ettiği ve henüz anlaşmaya varılmamış gri deniz alanları da mevcuttur.15 Yukarıda ifade edilen alanların ve kaynakların, çıkarlar bağlamında elde edilmesinde, iki temel strateji izlenebilir. Birinci strateji, paylaşılmış ve gri alanlar için askeri çatışma yolu ile kaynaklara erişim, diğeri de ulusların daha çok tercih ettiği ortak alanların kontrol altına alınması ve kaynaklara erişimdir. Denizlerde yer alan kaynakların olduğu ilgili sahalarda deniz kontrolünün uygulanması barış uygulamalarına bir esastır. Deniz kontrolünün dört boyutu bulunmaktadır. Bu boyutlar: askeri, hukuki, bilim-teknik ve ekonomi boyutu şeklindedir. Askeri boyut, başkaları tarafından da hak iddia edilmesi durumunda çatışmaya dönüşme ihtimaline sahiptir. Ancak aktif deniz kontrolü yapmaya uygun daha güçlü kuvvet yapısına sahip devletin karşı tarafa yönelik caydırıcı olması söz konusudur. Hukuki boyutta ise, kaynak alanlarının hiç kimseye ait olmaması ve herkesin eşit kullanımına açık olması gibi durumların, uluslararası hukuk hükümlerinde yer almasına vurgu yapılmaktadır.16 Diğer hukuk anlayışına göre güçlü olan çıkarları doğrultusunda geniş ortak alanları sahiplenebilir. Bilimsel ve teknik boyutta ise, uzak geniş ve ortak alanlara teknolojik olarak erişim ve bilimsel olarak tespit önem kazanmaktadır. Erişimin ve istifadenin çok zor olduğu bu alanlardan yararlanmak için teknolojik yönden gelişmiş devletlerin doğal olarak üstünlüğü ve önceliği vardır. Ekonomik boyutunda, geniş ortak alanlarda ortaya konulacak çabaların getirilerini fayda-maliyet analizini yapmak zorundadır. Bu kapsamda, Posen’ın “Command of the Commons” (Genele Hükmetmek)17 tezini özetlemekte yarar vardır. Posen’e göre herhangi bir ülkenin hak iddia etmediği o kadar boşlukta alanlar vardır ki, çatışmaya girmeden önce buralara öncelik verilmeli ve daha sonra diğer yerlere bakılmalıdır. Ayrıca, bu konunun siyasi-askeri bir başka boyutu da küresel anlamda sahipsiz topraklardır. Örneğin, Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi böyle bir düşüncenin sadece bir parçası olabilir. Yine Pentagon’un Yeni Haritası18 da bu kapsamda küresel işleyişte yerini almayan “non-integrating” (bütünleşememiş) bölümler de bu kapsamdaki çalışmalara konu olmuştur. Sahiplenilmeyen bu alanların küresel güçlerin ilgisini çekmesinin tek nedeni, o ülkenin çıkarları ve karşıda büyük savaşları göze alabilen güç olmamasıdır. 15 Türkiye ve Yunanistan arasındaki Ege’de mevcut tartışmalı gri alanlar bulunmaktadır. Ayrıntılı bilgi için bakınız: Ali Kurumahmut ve S.H.Başeren, Ege’de Gri Bölgeler: Unutul(may)an Türk Adaları, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004. 16 1982 Birleşmiş Devletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kullanım Kılavuzu, Đstanbul, HAK Basımevi, 2001, Md. 87-120. 17 Barry R. Posen, “Command of the Commons: The Military Foundation of US Hegemony”, New Massachusetts, The MIT Press, 2004, s.3-44. 18 Global Dangers, Thomas P.M. Barnett, The Pentagon’s New Map, New York, Penguin Books, 2004. 80 Bütün bu tartışmalar ışığında deniz özelinde alaka ve menfaatler şöyle tanımlanabilir: “Deniz alaka ve menfaatleri, bir millet ve devletin; denizlerle, denizcilikle ve denizciliği dolaylı-dolaysız ilgilendiren alanlarla kurduğu ilişkileri ve sağladığı menfaatleri ve bunların mevcut imkânları ve potansiyeli değerlendirerek denizciliğin gelişimine katkı sağlamaktır. Bu amaçla, gereken yöntemlerin ve politikanın saptanıp uygulanması ile ilgili çalışmaları da kapsayan bir süreçtir.”19 Bu tanım, daha çok insanları denizcilikle ilgili kılmaya, denizciliği ulusal hedeflerle ilişkilendirmeye yöneliktir. Eğer, deniz alaka ve menfaatleri ulusal stratejinin merkezinde bulunmazsa, buradan küresel bir yürüyüşü gerçekleştirmek çok zor olur. Deniz alaka ve menfaatlerinin korunması ve devam ettirilmesinde dikkat edilmesi gereken çeşitli boyutlar vardır. Bunların en ağırlıklı olanı ekonomi boyutudur. Savaş ve barışta savaş araçlarını ve kuvvetlerini elde etme ve idamesi çok maliyetlidir. Askeri kuvvetlerin oluşturulması ve idamesi dev bir savunma sanayinin oluşmasına neden olmuştur. Bu durumda harp bir anlamda da ekonomik merkezli düşünmeyi gerekli kılmaktadır. Deniz teorisi literatürü bu kapsamda iki kavram geliştirmiştir. Bu kavramlar “harp ekonomisi” ve “ekonomik harp” şeklindedir. Harp ekonomisi, bir harbin akışı içinde harbin yürütülmesi için ülke çapında ve her alanda alınacak ekonomik tedbirlerin ve faaliyetlerin toplamıdır. Bu tedbirlerde, silahlı kuvvetlerin malzeme ve insan kaynakları ihtiyaçları ön plandadır. Harp söz konusu olunca, ulusal ekonominin tüm unsurları ile harp ekonomisine dönüşmesi ve silahlı kuvvetlerini desteklemesi beklenir. Bu durumun oluşması çok geniş bir planlama ve sistematiğe bağlıdır. Bununla beraber, harp ekonomisi, sadece savaş sırasında yürütülen tedbir ve faaliyetler değildir. Savaş dışı dönemlerde de harp hazırlık durumuna etki edecek tedbir ve faaliyetleri de kapsar. Hegemonik mücadele kapsamında oluşturulması gereken süreçlerdeki girişimler, teknoloji ile ilişkili harp ekonomisi altındaki faaliyetleri içerir. Hazırlıklar kapsamında ve harbin yürütülmesinde, askeri ve sivil alanda kaynaklar, çoğunlukla deniz yahut mücavir sahalarda olduğundan harp ekonomisinin deniz ile yakından ilişkisi mevcuttur. Ekonomik harp, harp ekonomisi ile karıştırılmaması gereken bir kavramdır. Bu kavram, barış ve savaşta düşmanın ekonomik gücünü çökertmek amacını güden mücadeledir. Askeri gücü desteklemek üzere oluşturulan harp ekonomisini yıkarak zafiyete uğratmak amacını güder. Ekonomik harp, özellikle harbin uzaması halinde tesirini gösterir. Bu harp sonucunda düşmanın savaşa devam gücü ve azminin kırılması amaçlanır. Dünya ekonomisinin yüzde doksanının deniz yoluyla taşınması nedeniyle, harp ekonomisinin deniz ulaştırmasına bağlılığı, ekonomik harp uygulamalarında deniz ulaşımını stratejik bir noktaya getirmektedir. Deniz ulaştırma yollarının korunması ve sekteye uğratılması, harp ekonomisi ve deniz kuvvetleri için yaşamsal öneme sahiptir. 19 Mert Bayat, Milli Güç ve Devlet, Belge Yayınları,Đstanbul, 1986, s. 400-401. 81 Alaka kavramlarında yer alan harp ekonomisi ve ekonomik harp, özünde askeri alanın ekonomisiz yürütülemeyeceğinin göstergesidir. Askeri bir güce dayanan ancak ekonomik bir düzene oturtulamayan bir hegemonyal yapı uzun süre devam ettirilemez. Etkisi askeri gücü oranında devamlılık arz eder. Kaynak ve malzeme ihtiyaçlarının karşılanamaması ile düşüşe geçer. Alaka kavramları grubunda ele alınması gereken diğer bir kavram deniz yetki alanlarıdır. Ülkelerin özellikle deniz alanlarındaki alaka ve menfaatlerini kapsayan bu kavram içinde çeşitli alt kavramları da barındırmaktadır. Đç sular, karasuları, takımada suları ve boğazlar gibi devletlerin ülkesinin bir parçasını oluşturan deniz alanları ile belirli birtakım egemen haklara sahip olduğu uluslararası deniz alanları olan bitişik bölge, balıkçılık bölgesi, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge gibi uluslararası örf, adet veya sözleşmelerle belirlenmiş hukuki rejimlerin tesis edilebildiği deniz alanlarına genel olarak deniz yetki alanları denir.20 Đç sular, karasuların başladığı esas hattın berisinde kalan sular olarak belirtilmektedir. Karasuları ise esas hattan itibaren 12 deniz milini geçmeyecek kıyı devletine ait deniz kuşağıdır. Devletin egemen haklara sahip olduğu ve münhasır egemen haklarının ölçülmesinde esas hat kabul edilen diğer bir deniz alanı da takım ada sularıdır. 1982 BMDHS Madde 47’de takım ada sularının sınırlandırılması belirtilmiştir. Tek bir devletin kıyıları içinde bulunan yada kapalı bir denize bağlanan dar deniz yolları ulusal boğazları meydana getirmektedir. Böyle durumlarda boğaz kıyıdaş devletin egemenliği altında sayılmaktadır. Münhasır haklara sahip bir devlet, bitişik bölge ilan ederek gümrük, maliye, sağlık ve göç konularında denetleme ve cezalandırma yetkilerini kullanma hakkına sahiptir. 1982 BMDHS ile bu genişlik en çok 24 mil olarak kabul edilmiştir Bilim ve teknolojinin gelişmesi ile denizlerin doğal kaynakları ve zenginliklerinin işletilmesine ilişkin kıyıdan itibaren uzaklıklar ve derinlikler artmış ve bir devletin kıyılarından itibaren en geniş alanlarda devletin münhasır egemen haklarının olduğu özellikle Kıta Sahanlığı (en fazla 350 deniz mil) ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) (en fazla 200 deniz mili) kavramları kabul edilmiştir.21 Kıta sahanlığı, deniz yatağı ve yer altının mineral ve diğer canlı olmayan kaynakların kullanımına ilişkin uygulamaları düzenleyen bir tanımlamadır. MEB’de ise kıyı devleti, deniz yatağının üzerindeki suların, deniz yatağının ve bunun toprak altının canlı ve canlı olmayan doğal kaynaklarını kullanma konusunda egemen haklara sahiptir.22 Bu iki kavram yer altı kaynaklarının kullanımı konusunda ortak kurallar kabul gördüğünden dolayı özellikle petrol ve doğal gaz aramalarında çıkar çatışmaları nedeniyle farklı savların ortaya konulmasına da sebebiyet verdiği görülmektedir. 20 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, 2009, s.255, s.275. 21 MEB kavramının uluslar arası yapıgeliş kuralı olarak yerleşmesi nedeniyle balıkçılık bölgesi kavramı günümüzde değerini kaybetmiştir 22 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, 2006, s.235. 82 Devletlerin denizdeki çıkarları ile ilgili tartışmalar, 1982 yılında çıkartılan Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile uluslararası hukuk çerçevesinde ele alınmıştır. Deniz yetki alanlarının bu son gelişmelerle beraber, geniş ortak alanların daha da daraldığı görülmektedir. Ayrıca BMDHS, hegemonya mücadelesinin temellerine denizlerdeki çıkarlar noktasından bakıldığında bütün anlaşmazlıkları sonlandıramadığı gibi, deniz alanları üzerinde yer alan adalar ile ilgili de özellikle devam eden tartışmalar sonlanacağa benzememektedir.23 Münhasır Ekonomik Bölgeler24 Buna göre dünyada çeşitli devletler deniz yetki alanları kapsamında münhasır ekonomik bölge ve takımadaları kavramını ilan ederek milyon mil karelik çıkar bölgeleri oluşturmuşlardır. Bu çıkar bölgeleri;25 - 2 milyon mil kareden fazla; ABD, RF, Avustralya, Kanada ve Endonezya, - 1-2 milyon mil kare; Brezilya, Şili, Fransa (deniz aşırı sömürgeleri dâhil), Hindistan, Japonya, Meksika ve Đngiltere, - 0,5-1 milyon mil kare; Arjantin, Çin, Ekvator, Fiji, Kiribati, Madagaskar, Maritus, Norveç, Papua Yeni Gine, Filipinler, Portekiz, Solomon Adaları ve Güney Afrika şeklindedir. Yukarıda da görüldüğü gibi deniz yetki alanları, devletlerin ve küresel güçlerin önemsediği ve hegemonyal mücadelenin çıkar noktasında önemli bir zeminini oluşturmaktadır. Bu mücadelenin 23 Jon M. Van Dyke, “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Adaların Rolü”, Uluslararası Jeografik Birliği, Denizcilik Jeografisi Komisyonu, Seul, 16 Ağustos 2000, s. 1-9. 24 “Exclusive Economic Zone”, kaynak: Maritime Boundaries Geodatabase, 2005. 25 BMDHS Kullanım Kılavuzu, s.208. 83 en bariz örneği, BMDHS’nin öncesinde yapılan büyük tartışmalarda görülmektedir. Buna göre okyanuslarda var olan ticari yaşam formları, derin su madenciliği gibi ekonomik konular özellikle ABD tarafından tartışma konusu yapılmıştır. Bu anlaşmazlık alanlarına olan itiraz uzun yıllar devam etmiştir. Son hegemon olan ABD’nin BM gözetiminde yapılan bu çalışmalarda isteklerinin yerine getirilmemesi, hegemon lider olarak meşruiyetinin sorgulanması döneminin de bariz bir örneğini teşkil eder. Hegemonun kendi kurduğu rejimlerden bile taleplerine itiraz gelmesi, hegemonik dönemlere bakılmaksızın diğer devletlerin hep çıkarlarının peşinde olduğunu göstermektedir. Ancak hegemonun, liderliği ve yapısal güç unsurları ile ikna yeteneğinin seviyesine bağlı olarak kendi taleplerini kabul ettirip ettiremeyeceği hegemonya aşamalarından hangisinde bulunduğunun da bir işareti olarak değerlendirilebilir. Sonuç olarak devletlerin kendi çıkarlarını bölgesel ve küresel ölçekte genişletme amaçlarına sahip olmaları uluslararası ilişkilerde doğal kabul edilmektedir, ancak küresel hegemonya peşinde olan devletlerin nihai hedefinde küresel çıkarlarının elde edilmesi vardır. Bu çıkarlara nasıl ulaşılacağını belirledikleri stratejilerle hayata geçireceklerdir. Doğu Akdeniz Mücadele Alanı Ortadoğu’daki tarihsel mücadele konu itibariyle yakın zamanlarda meydana gelen sorunların temelini teşkil etmektedir. Bu sorunların çıkış noktası küresel güçlerin bölge hakkında politikaları değerlendirildiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Neticede Doğu Akdeniz’deki günümüzdeki gelişmeler incelenmeden önce Ortadoğu coğrafyasının dünya üzerindeki yeri ve şu an yapılan mücadele için neden önemli olduğu üzerinde durulması gerekmektedir. Bu bağlamda 20.yüzyılın başında Balkanları da kapsayacak kadar geniş şekilde tanımlanan Ortadoğu günümüzde daha dar bir coğrafyayı ifade etmeye başlamıştır. Buna göre bu tanımlama en dar anlamıyla Mısır’dan Đran’a uzanan Nil ve Mezopotamya havzalarının arası için, en geniş şekliyle de Fas’tan Pakistan’a kadar uzanan, başka bir deyişle Atlantik’ten Ganj havzasına kadar yayılan coğrafyayı ifade etmektedir. Geniş ve dar anlamda tarif edilen bu coğrafya genel olarak değerlendirildiğinde medeniyet kimliği ve jeokültürel olarak Đslam kimliğini, jeoekonomik kaynak alanı olarak petrolü, fiziki coğrafya olarak bozkır ve çöl iklimini, stratejik olarak Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşak (rimland)’ı ifade ettiği görülmektedir.26 Orta Doğu ayrıca bünyesinde deniz taşımacılığı açısından stratejik değere sahip deniz yolları Süveyş Kanalı, Babel Mendeb, Hürmüz ve Türk Boğazlarını bünyesinde bulundurmaktadır. Bugün dünya ticaretinin % 90’dan fazlası27 deniz taşımacılığı ile gerçekleştirildiği göz önüne alındığında bu deniz yolları deniz ticareti açısından ciddi öneme sahip olduğu kolayca anlaşılabilir. 28 26 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 17.Baskı, Đstanbul, Küre Yayıncılık, 2004, s.324. 27 Necmettin Atken, “Taşımacılıkta Çağdaş Motif: Kapıdan Kapıya http://www.logisticsclub.com//modules.php?name=News&file=article&sid=53 28 U.S. Energy Information Administration, http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html. 22 Taşıma”, Aralık 02 Mart 2007, 2007, (Erişim) (Erişim), 84 Tarih boyunca Orta Doğu’daki ihtilaf konuları ve çatışmalar tüm dünyayı özellikle de Batı ülkelerini çok yakından ilgilendirmiş ve endişelendirmiştir. Kolaylıkla öngörülebileceği üzere bunun en önemli sebebi büyük petrol kaynaklarının tehdit altına girmesidir. Orta Doğu petrolleri, bir anlamda petrolü üreten ve tüketen ülkeler arasında adı konmamış bir anlaşma ile paylaşılmaktadır. Ancak paylaşımın özellikle tüketen ülkeler açısından çok daha önemli ve stratejik değerde olduğu görülmektedir. Zira üretici ülkeler petrolü satacak alternatif müşteri bulma imkânına sahipken tüketici ülkelerin fazla alternatifi bulunmamaktadır. Bugün Orta Doğu’nun jeopolitik ve stratejik öneminin en temel sebeplerinden biri bölgedeki zengin petrol kaynakları olduğu değerlendirilmektedir. Orta Doğu zengin petrol kaynaklarına sahip olmanın yanı sıra petrol akışının kesintiye uğraması durumunda dünyadaki enerji ikmal hatlarını değiştirebilecek miktarda doğal gaz rezervine ve potansiyeline de sahiptir. 73 trilyon metreküplük doğal gaz rezervi dünyanın bugünkü tüketimi göz önüne alındığında tek başına dünyanın 25 yıllık ihtiyacını karşılayacak miktardadır.29 Petrol ve doğal gaz kaynakları Orta Doğu’ya büyük stratejik ve jeopolitik değer katmakla birlikte diğer taraftan da bölgenin “Aşil Tendonu”nu temsil etmektedir. Orta Doğu’daki çatışma ve ihtilaflar, zengin enerji kaynaklarının aktarımının kesintiye uğramasına yol açmakta ve bunun sonucunda da enerji kaynaklarına muhtaç durumdaki dış güçlerin müdahalesine zemin oluşturmaktadır. Diğer taraftan enerji kaynaklarının Arapların petrolü politik bir silah olarak kullanma potansiyeli taşıdığı da bilinmektedir. Nitekim 1967 ve 1973 yıllarında Đsrail ile olan mücadelelerin sonucunda petrolün politik bir silah olarak kullanıldığına şahit olunmuştur.30 Zengin enerji kaynaklarına sahip olmanın yanı sıra Orta Doğu çok önemli bir enerji nakil hattıdır. Enerji nakil hatlarının güvenliği de bu duruma bağlı olarak büyük önem arz etmektedir. Đnşa edilen petrol boru hatlarının güzergâhları daha ucuza nakletmek gibi kaygılardan ziyade daha güvenli şekilde nakledebilmek mülahazasıyla planlanmıştır. Buna rağmen nakil hatlarının güvenliğinin tam anlamıyla sağlanmış olabildiğini söylemeye imkân yoktur. Bugüne kadar bölgedeki uluslararası boru hatlarının tamamının en az bir kere kesintiye uğramış olması ilginçtir. Ancak sanılanın aksine boru hatlarındaki kesintilerin çok azının sebebi askerî harekâtlardır. Kesintilerin asıl sebebi terörist saldırılar olarak görülse de aslında yanıltıcıdır. Boru hatları genellikle petrolü üreten ülke ile aktaran ülkeler arasındaki uluslararası sorunlar sebebi ile kesintiye uğramaktadır. En yakın örneklerden biri 1991 yılındaki Körfez Savaşı esnasında Yumurtalık petrol boru hattının kapatılmasıdır.31 Orta Doğu’nun sıcak denizlere açılan kapısı olan Doğu Akdeniz incelendiğinde ise bölgede meydana gelen çıkar mücadelelerine benzer bir sürecin yaşandığı merkez olmuştur. 20. Yüzyıl başından itibaren yaşanan tecrübelerle devletler Doğu Akdeniz’e hakim olmadan Orta Doğu’ya hakim 29 Abi-Aad, a.g.e. 30 Abi-Aad, a.g.e. 31 Abi-Aad, a.g.e. 85 olunamıyacağını dolayısıyla “Eski Dünya”nın kıymetlerine ve pazarlarına ulaşılamıyacağını görmüşlerdir. Bu bağlamda Doğu Akdeniz yakın geçmişte her zaman hareketli bir bölge olmuştur. Bugün ise küresel güçler bölgede bulunan petrol ve doğalgazın önemine göre Doğu Akdeniz stratejileri geliştirmiş dolayısıyla bölgedeki tek bir küresel gücün hakimiyet mücadelesi karşısında kendilerine yer alma çabaları içerisinde bulunmuşlardır.32 Dünya petrol rezervlerinin yüzde 68'i, doğal gaz kaynaklarının ise yüzde 41'i Ortadoğu coğrafyasında bulunması küresel hegemonik mücadele için bölgenin neden önemli olduğunu açıkça göstermektedir.33 Aynı zamanda bölgenin sıcak denizi olan Doğu Akdeniz, kontrol edebildiği enerji merkezleri ve enerji terminalleri ile 1998 yılından itibaren Đsrail açıklarında petrol ve doğalgaz yataklarının bulunması ve daha sonra Lübnan, Suriye, Kıbrıs ve Đsrail açıklarında keşfedilenler de eklenince son zamanlarda hegemonik mücadelenin merkezi haline gelmiştir.34 Ekonomik kıymet olarak bölgenin örneklemesini ise Kıbrıs adasının civarında 70 kmkare alanda Norveç petrol arama şirketi PGS Jeofizik’in elde ettiği neticelere göre 400 milyar dolar değerinde 8 milyar varillik petrol rezervi, göstermektedir.35 Bu mücadele karşımıza deniz yetki alanlarındaki problem olarak çıktığı söylense de Noble Energy şirketinin üst düzey bir yetkilisine göre, Kıbrıs Rum kesimin tek yanlı parsellediği ''12. ve 3. parsel''deki yataklar çok büyük ve bu iki Kıbrıs parselinde bulunan yataklar Avrupa'nın önümüzdeki 100 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabilecek ölçüde.'' ifadesiyle konunun enerji pastasının paylaşılması olduğu açıkça gözükmektedir. Aynı zamanda söz konusu yetkili, “Rum yönetiminin doğalgaz konusunda gerekli teknolojik bilgiye sahip olmadığını, doğalgazın çıkartılmasını bir şirketin üstlenmesinin ve Rum yönetimiyle kar oranları konusunda ayrı anlaşma yapmasının daha iyi olacağını belirterek, Rum yönetimi için yılda 10 milyar avronun üzerinde gelirden” söz etmiştir.36 Bu ifadeyle hegemon gücün bilim ve teknolojik üstünlükle beslediği ekonomik çıkarlarını artırma ve bu çıkarlarda gerçek söz sahibi olma girişimini açıkça göstermektedir. Teknolojik rekor olarak denizden petrol çıkarma derinliği 2440 metre ile bu Amerikan şirketinde bulunmakta olup bundan önceki en derin petrol 1880 metre derinlikten çıkarılmıştı. Burada da teknolojik inovasyona konu olan bir derinlik mücadelesi göze çarpmaktadır.37 32 Http://library.atilim.edu.tr/kurumsal/pdfs/doguakdeniz.pdf, 03.11.2011 33 Dursun YILDIZ, “Ortadoğu'da su ve petrol”, USĐAD, 11.04.2008 34 Constantine Callaghan, “Is the Eastern Mediterranean Basin Approaching Crisis Point?”, London Metropolitan University, 18th April 2011, 35 Bahadır Selim Dilek, “Akdeniz’de ‘Sanal’ Petrol Oyunu”, Cumhuriyet Enerji, 25 Mart 2008, 3.sayı, s. 10. 36 Sabah Gazetesi, 21 Eylül 2011. 37 Bahadır Selim Dilek, “Akdeniz’de ‘Sanal’ Petrol Oyunu”, Cumhuriyet Enerji, 25 Mart 2008, 3.sayı, s. 11. 86 Doğu Akdeniz’deki bu gelişmelerin bölge ülkelerin yaşamış olduğu tarihsel düşmanlıkların haricinde ele alınması gerekliliği yakın tarihlerde yapılan konuşmalarla daha net ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda yaşanan süreç ve söylemler analiz edildiğinde bölge ülkelerin aralarında yaşadığı krizin perde arkasındaki küresel güçlerin bölge için uyguladıkları politikalar görülmektedir. Bu bağlamda bölge ülkeleri için Doğu Akdeniz’deki yakın zamanda meydana gelişmeler GKRY hükümetinin kabul ettiği bir yasa ile belirlenen 13 petrol bölgesinde petrol arama lisansı için 16 Şubat 2011 tarihinde ihale süreci ile başlamıştır. Rum yetkilileri tarafından bu konuda ABD ve Đngiltere'nin Lefkoşe büyükelçilerinin "Kıbrıs'ın [Rum Kesimi] egemenlik haklarının tartışılmayacağı" yönündeki açıklamalarından cesaret aldıkları”nı beyan etmişlerdir. Aynı zamanda ABD Dış Đşleri Bakanlığı'nın web sitesinde yapılan bir açıklamada da "Kıbrıs Cumhuriyeti'nin kendi ekonomik bölgesinde petrol aramak için ihale açmaya hakkı olan egemen bir ulus" olduğu ifade edilerek Amerikan şirketlerinin bu ihaleye katılmak için Amerikan hükümetinden izin almasının söz konusu olmadığı belirtilmiştir38. Bu gelişmeler neticesinde Kıbrıs Rum yönetimi lideri Dimitris Hristofyas'ın, 14 Mart'ta Đsrail'e yaptığı ziyarette, enerji konusu üst sıralarda yer almıştır. Ziyaret kapsamında, iki ülke arasında, Đsrail doğalgazının AB'ye Güney Kıbrıs üzerinden taşınması konusunu ele alacak bir çalışma grubu kurulması kararının alındığı açıklanmıştır. Rum yönetiminin 12. parselde imtiyaz haklarını verdiği, sondaj çalışmalarını yapacak Amerikan Noble Energy şirketi de, Đsrail'in Delek adlı şirketi ile 25 Ağustos’ta anlaşma imzalamıştır. Bu açıklamalar neticesinde sondaj öncesi, Đsrail'in ''Leviathan'' ismi verilen parselinde bulunan doğalgaz platformu 12. parsele taşınmış ve 18 Eylül Pazar akşamı sondaja başlayan Amerikan Noble Energy şirketinin platformunun üzerinde Đsrail insansız casus uçaklarının uçuş yaptıklarını ve Đsrail donanmasına ait gemilerin de platformun doğusunda görüldüğü duyurulmuştur.39 Bu konuda küresel güçlerin Kıbrıs konusunda izledikleri politika açısından dikkati çeken değerlendirme ise KKTC'deki Demokrat Parti'nin (DP) Genel Başkanı, o dönemin Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın 10 Aralık 2003'de yaptığı açıklamada görülmüştür. Bu açıklamada “Kıbrıs adasının etrafında dünyanın en zengin petrol rezervleri olduğunun tespit edildiğine işaret ederek, Avrupa Birliği (AB) ve ABD'nin bu petrol kaynaklarını kendi kontrollerine almak istediğini, bu nedenle Annan planının derhal imzalanarak, tüm Kıbrıs'ın Mayıs 2004'te AB'ye girmesi yönünde uğraş verdiğini söylemiştir”. Denktaş, yaptığı bu tespitler çerçevesinde ortaya koyduğu tezi için de şu açıklamalarda bulunmuştur: “ AB ve ABD Kıbrıs adasının tümünü AB'nin içine almak 38 Boğaziçi Üniversitesi-Tusiad Dış Politika Formu, Kıbrıs Bülteni-Son Gelişmeler (26 Ağustos 2007) “Kıbrıs’ta Petrol Krizi”, s.2. 39 Sabah Gazetesi, 21 Eylül 2011. 87 suretiyle.. Doğu Akdeniz'deki petrol ve gaz rezervlerimizin tümünü kontrol altına almaya çalışıyor. Bunu yaparken iki hususu göz önünde bulunduruyorlar, birincisi Türkiye'yi bu rezervlerin uzağında tutabilmek, ikincisi de başlatmış oldukları çalışmalara uluslararası hukuk kılıfı uydurmaya çalışmak.”40 Küresel hegemonya mücadelesinin Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki Alanları kapsamında dünyanın geleceğinin bağımlı olduğu enerji bazında yapılan tartışmalarla mücadelenin tarafları yakından ilgilenmektedir. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması anlaşmazlıklarına esas olan argümanların, enerji rezervinin büyüklüğü karşısında pay alma mücadelelerinin argümanı haline dönüştüğünü ve dönüşeceğini şimdiden söylemek mümkün. Esas olarak son hegemon konumundaki ABD, son meydan okuyan konumundaki RF, yükselen güç Çin ve en önemli denge gücü AB’nin konum ve stratejilerini ortaya koymadan önce diğer kurumsal aktörlerden kısaca bahsetmek gerekirse; NATO, bölgede yaşanan gelişmelere NATO genel sekreterinin silahlı çatışma beklemediğini ve sorunların diyalogla çözüm bulmaya davet etmesi ile tansiyonun sönümlendirilmesi yönünde tavır sergilemiştir.41 BM de benzer tavır sergileyerek barışçı şekilde sondaj konusunun ele alınması ve çözüm sağlanmasını taraflara söylemiştir.42 AB’nin 12 Ekim 2011 tarihinde açıklanan genişleme strateji belgesinde de benzer temenniler belirtilmiş ve gerekirse uluslararası adalet divanı yolu ile sorunun çözülebileceği belirtilmiştir. Bölge ülkeleri açısından bakıldığında Lübnan ile Đsrail arasında Đsrail ve Lübnan’ın Levant Baseni’ndeki deniz sınırı ihtilafı, Birleşmiş Milletler’in 1982 Deniz Hukuku Konvansiyonu’na rağmen ve yaşanan savaş sonunda anlaşmaya varılamaması nedeniyle devam etmektedir. Lübnan; BM’e müracaat ederek, offshore rezervlerine tecavüz ettiğini iddia ettiği Đsrail’e engel olmasını talep etmiş fakat herhangi bir ilerleme sağlayamamıştır. Ayrıca Lübnan GKRY ile imzaladığı MEB konusundaki anlaşmayı halen parlamentosunda onaylamamıştır. Mısır açısından ise Đsrail’in kendisine enerji bağımlılığı, Arap baharı sonrası Mısır’da yaşanan gelişmeler ve Đsrail’in sekiz askerin ölümünden sonra özür açıklaması43 bu iki ülkenin enerji politikalarında paralel yol izleyeceklerinin sinyalini vermiştir. Suriye yönetimi ABD ve Đsrail ile yaşadıkları gerginliklere rağmen Çin ve Rusya’nın desteğini alarak ayakta kalma çabaları içinde bulunmaktadır. Özellikle Çin ve Rusya’nın bahse konu ülkedeki nüfuzlarını kullanarak bölgedeki pastadan pay alma çabaları içinde olacağı değerlendirilmektedir. Đsrail’in öncelikli amaçları ise bölgesinde bulunan enerji kaynakları sayesinde öncelikle enerji bağımlılığından kurtulmak, daha sonra inşa edilecek hatlarla enerjiyi AB’ye satmak ve Doğu Akdeniz’e askeri kuvvet olarak hakim olarak kaynaklarının güvenliğini sağlamaktır. Yakın 40 Sabah Gazetesi, 21 Eylül 2011. 41 Habertürk, 30 Eylül 2011 42 NTV, 16 Eylül 2011 43 Hürriyet, 12 Ekim 2011 88 zamanlardaki Đsrail, Yunanistan ve GKRY yakınlaşmasının temeli ise Đsrail’in ekonomik sıkıntı içinde bulunan bu ülkelerle istediklerinin daha kolay hayata geçirebileceği ve bahse konu ülkelerde Yahudi lobisinin ekonomik yatırımlarından faydalanmak olarak gözükmektedir.44 GKRY’nin yapmış olduğu tek taraflı uygulamalar hakkında ise KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu, “Türk tarafının petrol ve doğal gaz konusunda barışçı bir siyaset izlediğini, Rum tarafına erteleme önerisinde bulunduğunu ve ertelelemenin olmaması durumunda bu kaynakların adil şekilde birlikte kulllanılması gerektiğini teklif ettiğini, önceliğin Kıbrıs sorununu çözmek olduğunu, GKRY tarafının müzakerelere odaklanmaları gerektiğini petrol ve doğalgaz gibi konularla müzakere sürecini geciktirecek adımlar atmamaları gerektiğini ancak buna riayet etmemeleri durumunda bu kez protesto etmekle kalmayıp haklarını bizzat kendilerinin arayacağını” belirtmiştir. GKRY’nin uygulamalarına Türkiye tarafından verilen yanıtta ise kısaca Türkiye’nin pozisyonu net olarak ortaya konmuş ve BM çerçevesinde aranan çözüme zarar vereceği ve tek taraflı anlaşma ve oldubittilerin kabul edilmeyeceği bildirilmiştir. Ada kaynaklarında adil kalıcı çözüm kapsamında Türk tarafının da hakkının olduğu belirtilmiştir.45 Yaşanan bu gerginliklere rağmen Türkiye’nin TOROS tatbikatını iptal etmesi ve bunun üzerine GKRY’nin de NĐKĐFOROS tatbikatını iptal etmesi sorunun karşılıklı görüşmeler ile çözüleceği yönünde izlenimler vermiştir. ABD Neticede Ortadoğu’yu küresel hegemonik mücadele perspektifinde değerlendirildiğinde ise karşımıza bir önceki bölümde belirttiğimiz çıkarlar tanımı çıkmaktadır. Bu çıkarların temelini ise ekonomik değerlerin oluşturduğunu söylemek gerekmektedir. Bu ekonomik değerlere sahip olma çabalarının günümüzde anlamı ise kıt kaynaklara sahip olmak veya kullanımında söz hakkının bulunulması olarak tanımlanabilmektedir. Bu açıdan bakıldığında Orta Doğu’yu büyük güçler için vazgeçilmez kılan sahip olduğu enerji kaynakları ve hatlarıdır. Đngiltere’den koltuğu devralan ve soğuk savaşın sonlarına doğru bölgede yerini sağlamlaştıran ABD bu kıymetin koruyucusu ve sahibi olarak Orta Doğu’daki politikasının temelini insan hakları ve demokrasi yerine ulusal çıkarları oluşturmaktadır. ABD açısından Orta Doğu’yu önemli kılan başlıca sebep enerji olmasına rağmen sanılanın aksine ABD’nin, Orta Doğu petrolüne diğer küresel aktörler olan Avrupa Birliği ve Çin kadar bağımlı olmadığı görülmektedir. Dünya petrol tüketiminin yüzde yirmi beşini tek başına gerçekleştiren ABD, petrol ihtiyacının yarısını kendi kaynaklarından karşılarken, kalan yarısını da daha çok Kanada, Meksika, Venezüella ve Nijerya’dan tedarik etmektedir.46 ABD’nin asıl hedefinin 44 “Ortadoğu: Đsrail-Yunanistan Yakınlaşması”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 05 Nisan 2011. 45 Onur Öymen’in 7/1190 Esas No’lu yazılı soru önergesi ve Denizcilik ve Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından verilen yanıtı, 21 Ocak 2008. 46 U.S. Energy Information Administration, http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html. 22 Aralık 2007, (Çevrimiçi), 89 tüm rakip güçlerin muhtaç olduğu enerji kaynaklarını ve enerji nakil hatlarını denetim altına alarak rakiplerini kontrol etmek olduğu değerlendirilmektedir.47 Bu bağlamda ABD’nin Orta Doğu bölgesinde ulusal çıkarlarının şu şekilde sıralanabileceği değerlendirilmektedir48: - Bölgenin serbest piyasa ekonomisine uyarlı hale getirilmesi ve uluslararası sermayeyi denetleyen merkez ülkelerin hâkimiyetini yansıtan “küreselleşme” politikalarına Orta Doğu ülkelerinin ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan entegrasyonunun sağlanması, - Bölgedeki petrol üretiminin, satışının ve naklinin denetlenmesi, - Enerji havzalarının askeri ve ekonomik kontrolü ile AB, Çin ve Japonya gibi büyük ekonomileri denetim altına almak, - Đsrail Devleti’nin güvenlik ve bekasının sağlanması, - Küreselleşme düzenine uymayan ve ABD açısından işlevini yitirmiş rejimlere son vermek veya yeniden yapılandırmaktır. ABD Doğu Akdeniz’i salt son zamanlarda ortaya çıkan gelişmeler ile değil daha geniş perspektifte diğer bir ifadeyle tarihsel arka plan ele alınarak değerlendirdiği söylenebilinmektedir. Özellikle ABD kendisinden önce küresel hegemon olarak geniş bir süreçte kendi sistemini ortaya koyan Đngiltere’nin uyguladığı küresel hakimiyet girişimlerine benzer yaklaşımlar uyguladığı gözükmektedir. Bu da çeşitli girişimler yolu ile stratejik yerlerin tek hakimi veya kontrolörü olmak ve bu çabalarının ekonomik tutarını bulunduğu coğrafyanın zenginliklerinden karşılamaktır. Özellikle şu anki ABD yönetimi enerji üretimi ve enerjinin piyasa değeri üzerinde küresel boyutta kendi çıkarlarının korunması konusundaki çalışmaları da göz önüne alındığında son yüzyıllık enerji savaşlarının halen devam ettiği açıkça gözükmektedir. Enerjinin paylaşımı açısından Doğu Akdeniz ele alındığında ise ABD Dışişleri Bakanı Clinton’un “Noble şirketinin arkasındayız” açıklamasıyla politikasının bahse konu bölgede gerçek pay sahibi olmak ve bölgesel ülkelerle gerekli gördüğü miktar bazında anlaşmaya varmak olarak gözükmektedir. Teknolojik olarak da bu derinliklerden petrol ve doğal gaz çıkarma imkan ve kabiliyetine sadece ABD sahiptir. Bu durum özellikle Arap Baharı’ndaki uygulamaya koyduğu yöntemler açısından bakıldığında ABD’nin diplomatik ilişkilerle Doğu Akdeniz’deki tansiyonu sönümlendirerek çıkarlarını sahipleneceğini göstermektedir. 47 Davutoğlu, a.g.e., s.334. 48 Yavuz Gökalp Yıldız, Büyük Ortadoğu, 3.Baskı, Đstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004, s.14-15. 90 Rusya Orta Doğu’daki ABD dışındaki diğer aktörler ise Rusya, Çin ve Avrupa Birliği olarak sıralanabilmektedir. Rusya her ne kadar Soğuk Savaş’tan mağlup olarak ayrılmış ve büyük ekonomik bunalımlar atlatmış olsa da özellikle 2000’li yıllardan sonraki dönemde artan enerji fiyatlarından elde ettiği gelirleri iyi değerlendirmiş ve toparlanmıştır. Göreceli olarak geçmişe nazaran Orta Doğu’daki etkinliğini kaybetmiş görünse de özellikle Đran ile ABD arasında yürüttüğü ince diplomasi ile tekrar sahne almaya başladığı değerlendirilmektedir. Rusya’nın, Đran üzerinden enerji nakil hattı olan Basra Körfezi’ne hâkim olma gayreti içerisinde olduğu düşünülmektedir. Diğer taraftan BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyeleri arasında yer almasına bağlı olarak bölgeye yönelik alınacak kararlarda da belirleyici konuma sahiptir. Rusya açısından bakıldığında ise Rusya dış politikasını büyük oranda enerji merkezli yürüttüğü için enerji konusundaki her yeni gelişmeye hızlı bir şekilde cevap vermektedir. "Yeni konjonktür Rusya'nın politika değişikliğine gitmesine sebep olmuştur. Enerji şirketleri aracılığıyla Rusya daha aktif olarak eski Sovyet ülkelerinde enerji sektöründeki özelleştirmelere katılmaya, söz konusu ülkelerle uzun vadeli enerji antlaşmalarını imzalamaya yönelmiştir. Rusya için sadece kendi topraklarından geçen enerji akımlarını kontrol etmek yeterli olmaktan çıkmıştır. Bugün için Hazar Bölgesi'ni içerecek biçimde, eski Sovyetler Birliği ülkelerinden uluslararası pazara çıkan petrol ve gaz hatlarının tamamına yakını, Rusya Federasyonu topraklarından geçmektedir. Bu "münhasırlığın", Rusya Federasyonu'na, tüm taşıma olanaklarının kontrolünü ve buna bağlı olarak da büyük bir jeopolitik ve jeostratejik üstünlük sağladığı açıktır.49 Kasım ayında "Amiral Kuznetsov" uçak gemisi önderliğindeki 6 gemilik Kuzey Filosu'nu Cebelitarık Boğazı'ndan geçirerek Doğu Akdeniz'e göndereceği ve üç ay boyunca Akdeniz'de kalacak filonun Doğu Akdeniz'deki gelişmeleri yakından izlemek istediği belirtilmiştir.50 2009 yılına göre GKRY’ye yapılan dış yatırımın % 90’ı AB’den geldiği ve bu yatırımın %36.6’sının ise Rusya’ya ait olduğu belirtilmektedir. 51 Çin Çin, 1980’lerdeki piyasa reformlarından sonra ulaştığı iki haneli büyüme rakamlarıyla uluslararası alanda daha fazla sözü dinlenir bir aktör konumuna yükselmiştir. Bu ekonomik dönüşümün gerektirdiği artan enerji ihtiyacı ise Çin’i Orta Doğu’daki gelişmelere daha fazla duyarlı hale getirmiştir. Özellikle petrol ihracatçısı bölge devletleriyle ilişkileri geliştirme ve çıkarları doğrultusunda bir istikrarın bölgeye yerleşmesini destekleme yollarıyla petrol arzının güvenliğini 49 Ömer Akdoğan, “Rusya’nın Enerji Politikasının AB Enerji Güvenliğine Etkisi”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne,2008, S.64-67.(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) 50 Sabah Gazetesi, 02 Ekim 2011 51 http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/5376.htm,06.11.2011 91 sağlama amacını hedeflediği değerlendirilmektedir. Ayrıca Çin Ortadoğu’yu ekonomik büyümenin getirdiği artan üretimi eritebileceği pazar olarak da görmektedir.52 Çin’in Afrika’daki ekonomik ve ticari ilişkileri ile güçlenen varlığı, AB ve ABD ilgisinin Doğu Akdeniz’e yoğunlaşmasının başlıca nedenleri olarak öne çıkıyor. Çin; ABD’den sonra Afrika petrolünün ikinci büyük ithalatçısı durumunda. 1980’lerde ihtiyacının yüzde 15’ini Afrika’dan ikmal eden Çin, 2005 yılı itibariyle bu oranı yüzde 25’e çıkarmıştır. Afrika, bu konumu ile; ABD ve Çin arasında kalan bir çekişme alanı özelliği arz ediyor. Tüm bu gelişmelere bakıldığında ABD ve müttefikleri için, bu enerji güzergahlarını kontrol altında tutma isteği, Çin’in bu bölgedeki petrol ve doğalgaz kaynaklarına ulaşamayacağı bir konumda olmasını içermektedir. Ancak Çin’in Yunanistan ve Afrika ülkeleriyle olan yakın ilişkileri ile bu kaynaklarda söz sahibi olma konusunda yeni girişimlerde bulunacağı yakın gelecekte beklenilmelidir. Ekonominin hızla büyümesine paralel Çin’in enerji ihtiyacı da oldukça artmıştır. Günlük harcaması 7 milyon varile ulaşan Çin, yarısını ithal etmek zorunda ve bunun %60’ını Ortadoğu’dan yapmaktadır. ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmesi petrol ve doğalgaz kaynaklarını ve bunların ulaşım yollarını kontrol etmesi Çin’i rahatsız etmektedir.53 AB AB’nin Orta Doğu’ya yönelik politikaları bağlamında üye ülkeler arasında tam anlamıyla bir uyum olmadığı görülmektedir. Soğuk Savaş sürecinde ABD’nin liderliğinde belirlenen stratejiler doğrultusunda hareket eden Avrupa ülkeleri, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin yönlendiriciliğinden sıyrılmaya çalışmışlardır. Ancak Avrupa Birliği şemsiyesi altında siyasi ve ekonomik bağlamda yakınlaşmalar, üye ülkeleri ortak bir Orta Doğu politikası etrafında toplayamamıştır. Bunun en bariz örneği 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgali öncesinde görülmüş ve AB üyesi ülkeler ortak bir duruş sergileyememişlerdir. Bununla beraber Đngiltere bir tarafa bırakılırsa, genelde AB ülkeleri ABD yörüngesinden çıkmaya ve “ABD’nin Orta Doğu’daki egemenliğini esneten”54 politikalar takip etmeye çalıştıkları söylenebilir. Fakat AB, çıkarların çatışması ve birleşmesi temelinde ABD ile ortak ya da aykırı politikalar izlediği de tarihsel bir vakadır. AB’nin neden bu kadar acele karar verdiğini aşağıda ifade edilen rakamlarla daha yakından gözükmektedir. Bu bağlamda Toplam tüketiminin yarısını dış kaynaklardan temin eden AB dünya enerji tüketiminde ABD’den sonra ikinci sırada yer almaktadır. Petrol tüketiminin %81'ini, doğalgaz tüketiminin %54'ünü ve katı yakıtların %38'ini yabancı kaynaklardan tedarik eden AB 52 Utku Yapıcı, “Küresel Süreçte Çin’in Ortadoğu Politikası”, Jeopolitik, Đstanbul, 20, 2005, s.49. 53 Atilla Sandıklı, “Geleceğin Süper Gücü Çin”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009, s.50. 54 Davutoğlu, a.g.e., s.350. 92 küresel enerji piyasasında ithalatta ise birinci konumdadır.55 Avrupa Komisyonu tüketimin önümüzdeki yirmi yıl içinde iki katına çıkacağını56 ve buna paralel olarak da ithal bağımlılığın 2030 yılında %70'lere varacağını tahmin etmektedir.57 AB-27 için Petrol ve Doğalgaz Đthalat Oranları58 2005 2020 2030 Petrol %82 %90 %93 Doğalgaz %57 %70 %84 AB petrol ve doğalgaz’da bu düzeydeki bağımlılığını azaltmak yönünde 2006 yılından itibaren yerleştirilmeye çalışılan yeni enerji politikalarında birlikteki ülkelerin ortak bir enerji politikası izlemesi, enerji fiyatlamasında söz sahibi olunması, üretim yapan ülkelere teknoloji transferi ve yenilebilen enerji kaynaklarının kullanımının artırılması olarak gözükmektedir. Özellikle Rusya ve Norveç’ten enerji ithalatı oranının yüksekliği nedeniyle bu ülkelerle ilişkilerde gerginlikten uzak ve uzlaşmacı tavırlar sergilenmesi gibi davranışların uygulanması da enerji politikaları olarak karşımıza çıkmaktadır. Gürcistan olaylarında AB ülkelerinin ABD ve Rusya arasındaki krizi aşmak açısından yaptıkları girişimleri hatırlandığında yukarıdaki politikalar doğrultusunda hareket edildiğine bir örnek teşkil etmektedir. 59 Neticede AB, yukarıda bahsedilen politikalar çerçevesinde siyasi problemli olan sahalarda sorunları zamana yayarak fakat ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda kendi politikasına paralel acele bir çözüm yolunu hayata geçirecek bir yol izlemektedir. Doğu Akdeniz’de enerji varlığının ortaya çıkmasından sonra AB’nin GKRY’ni kendi içine almasına ilaveten yakın tarihlerde meydana gelen Arap Baharı’nda etkin rol alma çabalarının Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları ve ulaşım yollarında söz sahibi olma veya pastadaki payını artırma çabaları da ekonomik çıkarları söz konusu olduğunda aceleciliğini ortaya koymaktadır. 55 European Commission, "Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy What is at stake - Background document", {COM(2006) 105final}, Brussels, SEC(2006) 317/2. 56 European Commission, "Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries", Project Report, DirectorateGeneral for Research, Directorate Energy, 2007. 57 European Commission (2000), Annex 1, "Technical Background Document - Security of Energy Supply", (Summary), Green Paper, COM (2000) (769). 58 59 European Commission, Green Paper on "An Energy Policy for Europe", {COM(2007) 1 final}, Brussels, 10.1.2007. Arzu Yorkan, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Etkileri”, Bilgi Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009, s. 3-4. 93 Ayrıca Đngiltere’nin çıkacak petrole göre Kıbrıs’taki üslerine istinaden hak isteyebileceği iddiaları,60 Fransa’nın bir korvetini sondajın yapıldığı 12. Parsele gönderme hazırlığında olduğu ve Fransız petrol şirketlerinin GKRY hükumetinden araştırma sonuçlarını satın alması da AB yanında ülke bazında ilgiyi gösteren kayda değer gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Sonuç Son gelişmeler göz önüne alındığında ABD, AB ve Rusya’nın Doğu Akdeniz enerji kaynaklarında söz sahibi olma girişimlerinin alt yapısı olarak gözükmektedir. Aynı zamanda Doğu Akdeniz ABD’nin Karadeniz’de sıkıştırmaya çalıştığı Rusya’nın karşı hamleleri için gerekli altyapıyı oluşturması açısından ilgisinin artacağı ve sonunda hesaplaşmanın enerji şirketleri üzerinden yaşanacağı bir bölge olma olasılığı artmaktadır. Son hegemon ABD açısından bakıldığında ise Arap Baharı ve Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin perde arkasında bulunarak Körfez Savaşı sırasındaki gibi uluslararası platformlarda ön alan ve kamuoyunu etkileme çabalarında boy gösteren bir tavır sergilememiştir. 11 Eylül sonrası askeri gücü ile sahneye çıkan ABD Arap Baharı’nda farklı bir tutum sergileyerek devrimlerin sadece salt güç kavramıyla hayata geçmediğini değişik yollarla ülkelerin yönetimlerinin değiştirilebileceğini göstermiştir. Bu tutum farklı ülkeler ile işbirliği ile desteklendiğinde ABD’nin Irak ve Afganistan müdahalelerinden sonra bozulan ABD imajını düzeltmek kaygıları ile açıklanmaktadır. Aynı zamanda ABD karşısında küresel hegemon olma çabaları içinde bulunan Çin’in dünya ile işbirlikçi uygulamalarının bu tutumda etkili olduğu gözükmektedir. Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında yaşanan sorunların hukuksal boyutu olmakla birlikte, esas olanın çıkacak petrol ve doğalgaz rezervinin paylaşımı sorunu olacağı daha açık anlaşılmaktadır. Küresel güçler ve bölge ülkeleri paylarını artırma mücadelesi verirken bunun bir sonraki uzun dönemin hegemonunu belirleyebilecek bir avantaj yaratma olasığını da akıldan uzak tutmamak gerekir. Etkileyen konumundaki hegemonun çokuluslu bir enerji şirketi ile ortaya koyduğu girişimlerinin inovasyon boyutu ile diğer küresel hegemonya mücadelesi veren güçlere attığı farkı, diğer güçler bölgeye zamanla daha fazla deniz kuvveti kaydırmakla karşılamaya çalışacaklardır. Doğu Akdeniz’den çıkarılacak petrol ve doğalgazın devletler tarafından hangi oranlarda paylaşılacağını aşağı yukarı tahmin etmek için Hazar petrollerinin geçirdiği süreci hatırlamak iyi bir referans olacaktır. 60 Sertaç Hami Başeren, “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, Startejik Araştırmalar Dergisi, Ocak 2008, Sayı 8(14), s.130-184. 94 KAYNAKÇA Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, 17.Baskı, Đstanbul, Küre Yayıncılık, 2004. Ali Kurumahmut ve S.H. Başeren, Ege’de Gri Bölgeler: Unutul(may)an Türk Adaları, Ankara, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 2004. Arzu Yorkan, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Etkileri”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009. Atila Eralp, “Hegemonya”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2005. Atila Eralp, “Sistem”, Devlet ve Ötesi: Uluslararası Đlişkilerde Temel Kavramlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2005. Atilla Sandıklı, “Geleceğin Süper Gücü Çin”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009. Bahadır S.Dilek, “Akdeniz’de ‘Sanal’ Petrol Oyunu”, Cumhuriyet Enerji, 3. Sayı, 25 Mart 2008. Barry R. Posen, “Command of the Commons: The Military Foundation of US Hegemony”, New Global Dangers, Massachusetts, The MIT Press, 2004. Burcu Bostanoğlu ve M.Akif Okur, Uluslararası Đlişkilerde Eleştirel Kuram, Hegemonya, Medeniyetler ve Robert W.Cox, Ankara, Đmge Yayınevi, 2009. Cengiz Ekin, Denizden Yükselen Küresel Hegemonya, Dönence Yayınları, Đstanbul, 2011. Constantine Callaghan,“Is the Eastern Mediterranean Basin Approaching Crisis Point?”, London Metropolitan University, 18th April 2011. Dursun Yıldız, “Ortadoğu'da su ve petrol”, USĐAD, 11.04.2008 European Commission, "Annex to the Green Paper: A European Strategy for Sustainable, Competitive and Secure Energy - What is at stake - Background document", {COM(2006) 105final}, Brussels, SEC(2006) 317/2. European Commission, "Energy Corridors: European Union and Neighbouring Countries", Project Report, Directorate-General for Research, Directorate Energy, 2007. European Commission (2000), Annex 1, "Technical Background Document - Security of Energy Supply", (Summary), Green Paper, COM (2000) (769). Faruk Yalvaç, “Uluslararası Đlişkiler Kuramında Yapısalcı Yaklaşımlar”, Atila Eralp (Der), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası Đlişkilerde Temel Yaklaşımlar, Đletişim Yayınları, Đstanbul, 2004 George Modelski, Seapower in Global Politics, 1494-1993, Seattle, University of Washington Press, 1988. 95 Gökçe Çiçek Ceyhun et al., “Kıyı Ülkeleri Đçin Deniz Yetki Alnalarının Önemi”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Denizcilik Fakültesi. Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitapevi, Ankara, 2009. James S. Hsiung, “Seapower, Law of the Sea and China-Japan East China Sea “Resource War””, Forum on China and the Sea Institiute of Sustainable Development, Macao University of Science and Technology, 9-11 Ekim 2005, Macao, China. Jon M. Van Dyke, “Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Adaların Rolü”, Uluslararası Jeografik Birliği, Denizcilik Jeografisi Komisyonu, Seul, 16 Ağustos 2000. “Kıbrıs’ta Petrol Krizi”, Boğaziçi Üniversitesi-TUSĐAD Dış Politika Formu, Kıbrıs Bülteni-Son Gelişmeler, 26 Ağustos 2007. Kudret Özersay, “Annan Planı ve Federal Yasaları Çerçevesinde Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Sayı 59-3, p. 203-230. Maritime Boundaries Geodatabase, 2005. Mert Bayat, Milli Güç ve Devlet, Belge Yayınları, Đstanbul, 1986. Mustafa Koç, Uluslararası Hukukta Deniz Alanlarının Sınırlandırılması Gelişmeleri ve Türkiye’nin Deniz Alanlarının Sınırlandırılması, Unpulished Phd. Thesis, Ankara, Ankara University, Institute of Social Sciences, Eylül 2006. Naji Abi-Aad “The Middle East: Petroleum Supply Security or Political Stability?”, Strategic Insight, vol. 7, 1, 11 Mart 2008 <http://www.ccc.nps.navy.mil/si/2008/Feb/aadFeb08.pdf> Necmettin Atken, “Taşımacılıkta Çağdaş Motif: Kapıdan Kapıya Taşıma”, 02 Mart 2007, (Çevrimiçi) http://www.logisticsclub.com//modules.php?name=News&file=article&sid=53 Nico Krisch, “Diğerlerinden Daha mı Eşit? Hiyerarşi, Eşitlik ve Uluslararası Hukukta ABD Üstünlüğü, ABD Hegemonyası ve Uluslararası Hukukun Temelleri (Ed.: Michael Byers-Georg Nolte) Phoenix Yayıncılık, Ankara, 2007. “Ortadoğu: Đsrail-Yunanistan Yakınlaşması”, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 05 Nisan 2011. Onur Öymen’in 7/1190 Esas No’lu Yazılı Soru Önergesi ve Dışişleri Bakanlığı tarafından (Denizcilik ve Havacılık Genel Müdürlüğü tarafından) Verilen Yanıt, 21 Ocak 2008. Ömer Akdoğan, “Rusya’nın Enerji Politikasının AB Enerji Güvenliğine Etkisi”, Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Edirne,2008, S.64-67.(Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi) Richard Falk, Dünya Düzeni Nereye? Amerikan Emperyal Jeopolitikası, (Çev. Neşenur Domaniç ve Nusret Arhan) Đstanbul, Metis Yayınevi, 2005. Sait Yılmaz, “Büyük Güçler ve Kıbrıs”, Beykent Üniversitesi. 96 Sertaç H.Başeren, “Doğu Akdeniz’deki Son Gelişmeler”, Atılım Üniversitesinde Verilen bir Konferans, 05 Kasım 2011. Sertaç H.Başeren, “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı”, Stratejik Araştırmalar Dergisi, Ocak 2008, Sayı 8(14), p.130-184. Sertaç H.Başeren, Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Uyuşmazlığı, Tüdav Yayınları, Đstanbul, 2010. Şenay Kaya, “Uluslararası Deniz Hukuku Kapsamında Doğu Akdenizin Hukuki Statüsü ve Türkiye Cumhuriyeti için Stratejik Önemi”, Stratejik Araştırmalar, Şubat 2007, No 9, Ankara. p.19-54. Thomas P.M. Barnett, The Pentagon’s New Map, New York, Penguin Books, 2004. U.S. Energy Information Administration, 22 Aralık 2007, (Erişim) http://www.eia.doe.gov/oil_gas/petroleum/info_glance/petroleum.html. Utku Yapıcı, “Küresel Süreçte Çin’in Ortadoğu Politikası”, Jeopolitik, Đstanbul, 20, 2005. Yavuz Gökalp Yıldız, Büyük Ortadoğu, 3.Baskı, Đstanbul, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, 2004. http://www.state.gov/r/pa/ei/bgn/5376.htm, (Erişim ) 06 Ekim 2011. http://library.atilim.edu.tr/kurumsal/pdfs/doguakdeniz.pdf, (Erişim) 03.11.2011. 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi Kullanım Kılavuzu, HAK Yayınevi, Đstanbul, 2001. 97 SU HUKUKUNDAKĐ GELĐŞMELER ÇERÇEVESĐNDE TÜRKĐYE’NĐN ORTADOĞU’DAKĐ SINIRAŞAN SULARI Arda ÖZKAN∗ ÖZET Yeryüzünde su kıtlığı yaşayan Ortadoğu bölgesinde bulunan birçok devlet, akarsuların paylaşımı konusunda ihtilaf yaşamaktadır. Ortadoğu’nun stratejik açıdan önemli bir ülkesi olan Türkiye de sahip olduğu su kaynakları nedeniyle bölgede sorun yaşayan ülkelerdendir. Türkiye’nin Ortadoğu’daki sınıraşan suları Fırat ve Dicle nehirleridir. Aşağı kıyıdaş ülkeler olan Suriye ve Irak Fırat ve Dicle nehirlerini uluslararası sular olarak görmekte, Türkiye ise bu akarsuları sınıraşan sular olarak nitelemektedir. Bakış açılarının farklı olmasından dolayı bu su havzaları Türkiye, Irak ve Suriye arasında sorun yaratmaktadır. Suriye ve Irak, ortak egemenlik ilkesini, yani akarsuların daha kaynağında paylaşılmasını savunmakta, Türkiye ise akarsuların hakkaniyet ilkelerine uygun olarak kullanılması görüşünü ileri sürmektedir. Ayrıca başka ülkelerden kaynağını alıp Türkiye’de denize dökülen Asi Nehri de Türkiye ile Suriye ve Lübnan arasında paylaşım konusunda ihtilaflı bir suyoludur. Bu çalışmada, uluslararası hukukta oluşturulmasına çalışılan su hukukundaki gelişmeler dikkate alınarak, Fırat, Dicle ve Asi sınıraşan sularının Türkiye, Irak, Suriye ve Lübnan’ın farklı politikaları etrafında hukuksal bir zemine koyularak incelenmesi hedeflenmiştir. Anahtar Kelimeler: Su hukuku, sınıraşan sular, Fırat, Dicle, Asi. Giriş Dünyada var olan suyun sınırlı olması, buna karşın suya olan talebin gittikçe artması; su sorununu insanlığın çözmekle zorunlu olduğu meseleler listesinin başına yerleştirmiş durumdadır. Su kaynakları için göz ardı edilemeyecek husus, su doğal kaynağının zaman ve mekân bakımından uyumlaştırılması ile arz ve talep dengesinin sağlanmasıdır. Bunun temini için de baraj, arıtma tesisleri ve yerleşim yerlerine uzak mesafelerden su getirilmesi gibi birçok pahalı ve acil yatırımlara ihtiyaç vardır. Yeryüzünde su kaynakları ve nüfus birbiriyle orantılı olarak dağılmamıştır. Suyun ve nüfusun orantısız olarak bulunduğu bölgelerden birisi, Türkiye’nin de içerisinde yer aldığı Ortadoğu’dur.1 Bölgede yer alan nehirlerin ülkelerin sınırlarının dışında denize dökülmesi, kaynakların devletler ∗ 1 Araş. Gör. Giresun Üniversitesi, Đktisadi ve Đdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası Đlişkiler Bölümü Hasan H. Can, “Türkiye’nin Sınır Aşan Suları”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Yıl 12, Sayı 2, 2003, ss. 62-63. 98 tarafından paylaşılması ve nehirlerin üzerindeki egemenlik iddiaları birçok karışık sorunu da beraberinde getirmektedir. Ortadoğu çok önemli suyollarının bulunduğu bir coğrafya olmasının yanında mevcut ve sabit tatlı su kaynaklarının dağılımının dengeli olmaması suya muhtaç ülkeler için yakın vadede çok önemli bir sorun oluşturmaktadır. Ortadoğu’da su sorunları 1. Dünya Savaşı’ndan ve özellikle Osmanlı Devletinin yıkılışından sonra küçük ve batıya bağlı ülkelerin ortaya çıkarılması ile 19. yüzyılın sonlarında ve özellikle de 20. yüzyılda başlamıştır. Merkezi otoritenin coğrafya üzerinde etkili olduğu, bir başka deyişle bölgedeki son istikrarlı dönemde var olmayan bu sorun Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra yani bölgeye hâkim yapının değişip, ulus-devletlerin türemeye başlamasıyla kendisini göstermiştir.2 Bölgedeki akarsular, Ortadoğu’daki yeni yapılanmada sınırların oluşturulmasında kullanılmış ve bu yüzden ihtilafların kaynağı aslında 20. yüzyılın başlarında başlamıştır. 1. Uluslararası Su Hukuku Çerçevesinde Akarsuların Paylaşımı Uluslararası alanda, akarsular konusunda kesin ve bağlayıcı hükümler bulunmamaktadır. Buna rağmen yine de çeşitli dönemlerde, çeşitli hedefler doğrultusunca bir araya gelen BM Uluslararası Hukuk Komisyonu, Uluslararası Hukuk Derneği, Dünya Su Komisyonu gibi kuruluşlar akarsuların kullanımına tavsiye niteliğinde deklarasyonlar yayınlamışlar. Ancak üzerinde görüş birliğine varılmamış olması, yaptırım gücünün yoksunluğu nedeniyle tam anlamıyla alınan kararların işletilebildiği söylenememektedir.3 Ancak, bu konudaki kararların mevcut olduğu antlaşmalar, ancak ikili anlaşmalar ve ilgili devletler tarafından oluşturulan anlaşmalarla sınırlı kalmıştır. Uluslararası akarsuların kullanımı konusunda 15 Aralık 1980 tarihinde BM Genel Kurulu, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun hazırlamış olduğu on yedi maddelik deklarasyon yayınlanmıştır. Tasarı, suların kullanımı, veri paylaşımı-değişimi, kirlenmeyi azaltmak, çevreyi korumak, su projelerini denetlemek, akarsu akışının denetimine ilişkin hukuksal ölçüler, su eğitimi, ihtilaflı su tartışmalarını çözmek, çıkacak sorunları önlemek gibi konuları kapsamaktadır. Ancak bu tasarı muğlak ifadeleriyle bir çok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Akarsuların kullanılmasında Helsinki Đlkeleri olarak da bilinen bu on yedi maddelik taslağın oluşturulması, Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun 1958 yılında New York’ta yapılan 48. toplantısında kabul edilen dört temel uluslararası hukuk kuralına dayanmaktadır. Helsinki ilkelerinin bağlayıcı özelliği olmadığından, ancak 2 Özge Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, 1 Ocak 2008, http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011). Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Uluslararası Sular Konusunda Türkiye’nin Yapmış Olduğu Anlaşmalara Genel Bir Bakış”, Cumhuriyetimizin Đlanının 80. Yılı ve Uluslararası Su Yılı Anısına, Ulusal Su Günleri Bildiri Kitabı, Ankara, 1-3 Ekim 2003, s. 119. 3 99 yaşanan tartışmaların çözümünde bir temel oluşturmuş ve ikili anlaşma yapmak isteyen devletleri teşvikte olumlu etkide bulunmuştur. Ancak uluslararası akarsu ve su ile ilgili hukuki olgular tam olarak oluşmamıştır. 1966 Helsinki Konferansı sonrasında dahi hiçbir yaptırım gücü olmayan tavsiye nitelikli kararlar nedeniyle bazı ülkeler kendi çıkarlarına ters düşecek kararları farklı yorumlamışlardır. Hatta bazı ülkeler su ile ilgili sorunları oturup tartışmaya, uluslararası tahkime gitmeye bile yanaşmamaktadırlar. Uluslararası Hukuk Komisyonu, 1991 Haziran’ında gerçekleştirdiği 43. toplantısında ise, on yedi maddelik taslağı genişletip otuz iki maddeye çıkarmıştır. Uluslararası suyollarının ulaşım dışı amaçlarla kullanımına ilişkin sözleşme BM Genel Kurulunda 21 Mayıs 1997’de oylamaya sunulmuştur.4 Ancak bu sözleşme bir tavsiye niteliği taşımasından dolayı herhangi bir yaptırım gücü taşımamaktadır. 1.1. Kavram ve Tanımlar a) Ulusal Sular Bir ülkenin sınırları içinde kaynağını alıp yine aynı ülkenin sınırları içerisindeki bir havzaya sularını deniz döken sulara ulusal akarsu adı verilmektedir. Ulusal akarsular bulundukları ülkenin hukuksal rejimine tabidirler.5 Devletin ülkesi içindeki ulusal kaynakları işletmesi ve bunlardan faydalanması ulusal yetki kavramının içinde kalmakta ve diğer devletleri ilgilendirmemektedir. Uluslararası hukuk bu konuda ülke devletine tam bir hareket özgürlüğü tanımaktadır.6 b) Uluslararası Sular Uluslararası su kavramı ilk olarak 1815 tarihli Viyana Kongresi ile ortaya çıkmıştır. Uluslararası sulardan faydalanma faaliyeti, 19. yüzyıla kadar genellikle ulaşım ile ilgili olduğu için uluslararası hukuk uluslararası suyolu kavramını, suyollarından ulaşım açısından faydalanmayı esas alarak geliştirmiştir.7 19. yüzyıldan itibaren gelişen teknoloji, uluslararası sulardan faydalanmada etkili olmuş, ulaşımının yanı sıra tarımsal sulamanın önemi artmış, enerji üretimi, endüstride su kullanımı gibi faydalanma şekilleri ortaya çıkmıştır. Uluslararası su kavramının 20. yüzyıldaki yeni tanımında, ulaşıma elverişlilik unsuru önemini kaybetmiş ve yerini yalnızca coğrafi kıstasa bırakmıştır. Uzmanlar, uluslararası suyollarını iki veya daha çok devletin ülkesini kesen ya da ayıran suyollarıdır şeklinde tanımlamıştır.8 Uluslararası Hukuk Derneği ise uluslararası akarsuları, “iki veya daha çok devletin, sınırları dâhilinde kalan ve içindeki yüzeyde gerek doğal, gerekse suni bütün 4 Sözleşme; Türkiye, Çin ve Burundi’nin ret oyu kullanmasına rağmen 103 kabul, 27 çekimser oy ile oylanarak kabul edilmiştir. Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı 10, Temmuz 2004, Đstanbul, s. 57. 5 Can, “Türkiye’nin Sınıraşan Suları”, a.g.m., s. 63. 6 Hasret Çomak, “Ortadoğu Su Sorunu”, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara, Sayı 371, 2002, s. 121. 7 Ömer Esenyel, Türkiye’nin Su Potansiyeli ve Bu Potansiyelin Kullanılması, Hak Yayınları, Đstanbul, 2001, s. 30. 8 Yusuf Afat, Güneydoğu Anadolu Projesinin, Ortadoğu’da Yaşanan Su Sorunu Çerçevesinde Bu Soruna Olumlu ve Olumsuz Etkilerini Đnceleyerek Komşularımızla Uzlaşma Đmkanlarını Belirleyiniz, Yayınlanmamış Akademi Tezi, Đstanbul, 2002, ss. 4-5. 100 akarsuların, belli bir alanın sularını akıtarak bir denize mahreci bulunmayan kapalı ülke içi kısımlara açılan ortak mahreçlerde son bulduğu bölge” olarak tanımlamıştır.9 Uluslararası akarsu denilince aslında üzerinde ulaşım yapılabilen, stratejik konumdaki akarsular kastedilmektedir. Ulaşımın dışında, tarımsal üretimin artmasıyla tarım alanında kullanma, enerji üretiminde, endüstri alanında kullanma ve özellikle de gerek nüfusun artmasından gerek var olan kaynakların kirlenmesinden gerekse de küresel ısınmaya bağlı olarak mevcut su potansiyelinin insanların ihtiyaçlarına cevap olamamasıyla suyun önemi artmıştır.10 c) Sınıraşan Sular Sınıraşan sular, iki ya da daha fazla ülkenin topraklarını kat ederek akan, suyun çıktığı ülke ile aktığı ülke arasındaki kullanımı eşit olması söz konusu olmayan sulardır.11 Sınıraşan sular konusunda, kıyıdaş devletlerin haklarını ve yükümlülüklerini belirleyen kapsamlı ve tüm uyuşmazlıklara uygulanabilir nitelikte uluslararası kurallar bulunmamaktadır. Sınıraşan sular konusunda kapsamlı bir kurallar dizisinin bulunmaması nedeniyle taraflar, uluslararası hukukun çeşitli prensiplerini de dikkate alarak, hakkaniyeti sağlamak üzere, kendi hak ve yükümlülüklerini aralarında yapacakları bir anlaşmayla belirleme yoluna gitmelidirler.12 Ayrıca, ilgili devletler kendi ortak iradeleriyle akarsuların kollarının da anlaşma kapsamına girip girmeyeceğini belirlemelidirler. Daha önce belirtildiği gibi uluslararası su, iki farklı devletin topraklarında yer alıp, bu devletler arasında sınır oluşturan ve her iki ülke arasında paylaşıma tabi olan sulardır. Sınıraşan sular ise, bir devletin sınırları içinde doğarak akan ve başka devletin sınırlarına geçip buralarda aktıktan sonra denize dökülen sulardır. Ancak son dönemlerde uluslararası su kavramı, sınıraşan su şeklinde kullanılmaya başlamıştır. Daha ziyade ulaşım amaçlı kullanım dışında sulama, içme ve enerji için kullanımı söz konusu olan, iki ya da fazla devlet arasında sınır oluşturan veya farklı ülkelerde doğup akan sulara sınıraşan su tabiri kullanımı yaygınlaşmıştır.13 Bunun bir göstergesi de, Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu tarafından hazırlanan ve 1997’de oylanarak kabul edilen Uluslararası Suyollarının Ulaşım Dışı Amaçlı Kullanımları Kanunu Hakkındaki Sözleşmesi’nde, sınıraşan suların yer aldığı havzaları uluslararası suyolları olarak tanımlamasıdır. Sınıraşan su ile uluslararası su kavramlarının kullanımı, devletlerin çıkarları doğrultusunda bunlara farklı anlamlar yüklemelerinden dolayı tartışmaya neden olmaktadır. Kullanılan “uluslararası” ifadesi söz konusu akarsuyun birden çok devleti ilgilendirdiğini belirtmeyi amaçlamaktadır. Ancak, aşağı kıyıdaş devletler tarafından bu kavram, genellikle “uluslararasılaştırma” olarak 9 Cem Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Yararlanma Hakkı, Sevinç Matbaacılık, Ankara Üniversitesi, S.B.F Yayınları, Ankara, 1970, s. 57. 10 Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Ecological View Upon on Middle East River to Cross the Frontier” International Conference On Research Trends in Science and Technology, The Lebanese American University, March 7-9, 2005, Beirut and Byblos, Lebanon, 2005, p. 54. 11 Neşet Akmandor, Su Sorunun Fiziksel Boyutları, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, Nurol Matbaası, Ankara, 1994, s. 13. 12 Yüksel Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, Ankara Üniversitesi S.B.F. Dergisi, Prof. Dr. Đlhan Öztrak’a Armağan, Cilt 49, No: 1-2, Ankara, Ocak-Haziran 1994, s. 247. 13 Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y. 101 algılanmaktadır.14 Bunu dayanak olarak gösteren aşağı kıyıdaş devletler, ilgili suyolu ile ilgili düzenlemelerin tüm kıyıdaş devletlerce ortaklaşa belirlenmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Devletler, sınıraşan suyla ilgili bir uyuşmazlığı çözümlemeye çalışırlarken, Uluslararası Hukuk Derneği’nin 1966 tarihli Helsinki ilkelerini ve özellikle Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun konuya ilişkin sözleşme tasarısının ilgili hükümlerini, yol gösterici ilkeler olarak dikkate almak durumundadırlar. Çünkü, gerek 1966 Helsinki ilkeleri ve gerekse Uluslararası Hukuk Komisyonunun tasarısı, devletlerarası uygulamayı yansıtmaktadır. Uluslararası Hukuk Komisyonu, Sınıraşan Sulardan Ulaşım Dışı Amaçlarla Yararlanma Konusundaki Hukuk ile ilgili sözleşme taslağının ilgili hükümlerinde sulardan faydalanma konusunda, hakkaniyete uygun ve makul kullanımdan söz etmektedir. Nitekim, Sözleşme’nin 6. maddesinde, suların kullanımında hakkaniyetle ilgili etkenler ve ilkelere değinilmektedir. Ancak, sözü edilen bu etkenler ve ilkeler sınırlayıcı bir özellik göstermeyip, örnek niteliğindedir.15 1.2. Akarsuları Kullanımla Đlgili Doktrinler Đdealde var olan ancak gerçekte henüz oluşturulmamış olan uluslarüstü bir otoritenin bulunmaması her ülkenin karşılıklı güvensizlik içerisinde kendi su stratejilerini geliştirmesine sebep olmaktadır. Akarsuların kullanımına ilişkin olarak genel kabul görmüş bir hukuk düzenlemesi bulunmamaktadır. Bu nedenle her devlet kendi çıkarına göre bir tanımlama yapmıştır. Devletler, akarsulardan yararlanma konusunda uluslararası hukukun ikincil kaynaklarından olan doktrinleri kullanmaktadırlar. Akarsuların geliştirilmesi hususunda, su hukuku açısından tavsiye kararından öteye gidemeyen ve birbirleri ile tezat oluşturabilen dört doktrin söz konusu olmuştur.16 Bu doktrinler, Mutlak Egemenlik Doktrini, Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini, Ön Kullanımın Üstünlüğü Doktrini ve Hakça ve Makul Kullanım Doktrini’dir. a) Mutlak Egemenlik Doktrini Mutlak egemenlik doktrini 1895’de ABD’li Başsavcı Jadson Harmon tarafından ileri sürülmüştür.17 Harmon doktrini olarak adlandırılan bu doktrine göre, yukarı kıyıdaş bir devlet, sınıraşan bir nehrin kendi ülkesi içerisinde akan kısmında bulunacağı faydalanma eyleminden dolayı 14 “Sınıraşan ve Sınır Oluşturan Sulara Đlişkin Uluslararası Hukukun Durumu”, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/HukikiBakis.aspx, (Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011). 15 Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun tasarısının 6. maddesinde değinilen hakkaniyet ve makul kullanıma ilişkin etkenler; i) coğrafi, hidrografik, hidrolojik, iklimsel, ekolojik ve doğal nitelikteki diğer etkenler; ii) ilgili kıyıdaş devletlerin sosyal ve ekonomik ihtiyaçları; iii) kullanımın, diğer kıyıdaş devletlere olan etkileri; iv) sınıraşan suların mevcut ve potansiyel kullanımları; v) sınıraşan suyun doğal özelliklerinin muhafazası ve korunması, geliştirilmesi ve su kaynaklarının ekonomik kullanımı, bu amaçlara yönelik olarak alınan tedbirlerin maliyeti; vi) mevcut ve planlanan bir kullanımın muhtemel alternatifleridir. Devletler, suyu kullanma arzusunda olduklarında, bu sudan hakkaniyete uygun bir şekilde faydalanabilmek için, diğer kıyıdaş devletlerle iyi niyete ve işbirliği arzusuna dayalı görüş alışverişinde bulunmalıdırlar. Detaylı bilgi için bkz. Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, a.g.m., s. 251. 16 Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y. 17 Vefa Toklu, Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999, s. 21. 102 aşağı kıyıdaş devlete karşı hiçbir sorumluluk taşımamaktadır.18 Doktrin ilk olarak 1894-1895 yılları arasında ABD ile Meksika arasında yaşanan Rio Grande nehrinin kullanımına ilişkin çıkan uyuşmazlık sırasında ileri sürülmüştür.19 Mutlak egemenlik doktrini genellikle yukarı kıyıdaş ülkelerin hukukçuları tarafından savunulmaktadır. 21 Mayıs 1906 tarihli, ABD ile Meksika arasında Rio Grande nehrine ilişkin andlaşma ve ABD ile Kanada arasındaki sınır sularına ilişkin antlaşma dışında mutlak ülke egemenliğini benimseyen bir başka antlaşma yoktur.20 b) Doğal Durumun Bütünlüğü Doktrini Doğal durumun bütünlüğü doktrininin ilk savunucusu Đsviçreli hukukçu Max Huber ve Đngiliz Oppenheim’dir.21 Bu görüş sadece bir akarsuyun topraklarında son bulduğu ülkeler tarafından savunulmuştur.22 Aşağı kıyıdaş ülkelere akarsulardan faydalanma konusunda üstünlük tanıyan bu doktrin, mutlak egemenlik doktrinine karşıt görüş olarak ortaya çıkmıştır. Bu doktrine göre, aşağı kıyıdaş devlet, yukarı kıyıdaş devletin akarsuları kullanırken suyun gerek miktar gerekse kalitesinde değişiklik yaparak nehrin doğal akımını değiştirmesi konusunda veto hakkına sahip olmaktadır.23 Doğal durumun bütünlüğü doktrininin uluslararası hukuk açısından değerlendirilmesi sonucunda sınıraşan sulardan faydalanmada, kıyıdaş devletlerin ön anlaşmasını zorunlu kılan bir kuralın varlığından söz edilemeyeceği, kıyıdaş devletlerin ilerideki muhtemel kullanımlarını koruyan bir kuralın bulunmadığı, söz konusu doktrinin bir hukuk kuralı olmadığı ve reddedildiği ortaya çıkmıştır.24 Diyebiliriz ki bu doktrin, yukarı kıyıdaş devletin yapacağı her türlü faydalanma eylemini yasaklamakta ve bu yüzden hukuksal bakımdan temelsiz bir nitelik arz etmektedir. c) Ön Kullanım Üstünlüğü Doktrini Bu doktrini ilk ileri süren yazar Emmerich de Vattel’dir. Bu doktrin, hem yukarı kıyıdaş hem de aşağı kıyıdaş devletin öne sürebileceği bir doktrin olarak görünmesine karşın yukarı kıyıdaş devletin zarar verme potansiyeli taşıması nedeniyle, sadece aşağı kıyıdaş devlet tarafından ileri sürülebilecek bir doktrindir. Doktrine göre, kazanılmış haklar bir iç hukuk düzenlemesi olarak uluslararası hukuka aktarılmaya çalışılmıştır. Antlaşma yoluyla kazanılmış haklar dışında, uluslararası hukukta kazanılmış haklara saygı ancak devletlerin ardıllığı söz konusu olduğu zaman ortaya çıkmaktadır. Devletlerin bir akarsuyun sularını daha önce kullanmaya başlamaları, o devletin bu 18 Suyolunun mecrasının yukarısında bulunan yukarı kıyıdaş, aşağısında bulunan devletlere ise aşağı kıyıdaş devlet adı verilmektedir. Devran Çetinkaya, Türkiye’deki Su Kaynaklarının Gelecekte Türkiye-Suriye Đlişkilerini Nasıl Etkileyeceğini Đnceleyiniz, Hak Yayınları, Đstanbul, 2002, ss. 1-4. Yukarı kıyıdaş veya sınırdaş ülke memba ülkesi, aşağı kıyıdaş ülkede mansap ülkesi olarak isimlendirilebilmektedir. Çomak, “Ortadoğu Su Sorunu”, a.g.m., s. 121. 19 Sar, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Yararlanma Hakkı, a.g.e., s. 108. 20 Tacettin Şimşek, Sınıraşan Suların Hakça ve Makul Kullanımı, Gazi Üniversitesi S.B.E., Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1997, s. 41. 21 Vedat Durmazuçar, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002, s. 48. 22 Örneğin Irak. Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, a.g.m., s. 249. 23 Mustafa Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku Đlgilendiren Akarsuları, Ankara Üniversitesi SBE, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1986, s. 86. 24 Toklu, , Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, a.g.e., s. 24. 103 kullanımlarına kazanılmış hak gözüyle bakarak, mutlak dokunulmazlık istemesi, uluslararası hukuk tarafından kabul edilmemektedir.25 Ön kullanımın üstünlüğü doktrini, bir kıyıdaş devletin diğer bir kıyıdaş devletten daha önce başladığı faydalanmalara mutlak bir üstünlük tanımaktadır. Akarsulardan faydalanma eylemine diğer kıyıdaş devletlerden daha önce başlayan bir devlet, kullanımının devam ettiği sürece akarsular üzerinde bir çeşit kazanılmış hakka sahip olmaktadır.26 Diğer mecra ülkeler ise, suyu kullanmaya başlayınca, bu hakkı gözetmelidir. Yani kurulu düzeni bozmamak, oluşan ekolojik bütünlüğün korunması esaslı yaklaşım amaçlanmıştır. Ancak bu hak kapsamında ülkeye akan tüm sular girmemekte, sadece daha önce kullandığı ön kullanıma konu olan kısım girmektedir.27 Ayrıca, akarsuya kıyısı bulunan devletler bu suları kullanırken, mansap ülkeler aleyhine faaliyet göstermemeye dikkat etmek durumundadırlar. d) Hakça ve Makul Kullanım Doktrini Bu doktrini geliştiren ABD’li hukukçu C. Eagleten’dur.28 Bu doktrine göre her havza devleti, kendi ülkesi içinde akan kesiminde, o akarsudan makul ve hakkaniyete uygun bir şekilde faydalanma hakkına sahiptir. Bu doktrine göre en fazla yarar sağlama ve en az zarar görmenin ölçüsünün ne olacağı konusu uyuşmazlıklara göre değişeceğinden, doktrini benimseyenler tarafından bazı görüşler ortaya atılmıştır. Doktrini benimseyen Uluslararası Hukuk Derneği’nin 1966 yılında aldığı Helsinki ilkelerinin 5. maddesinde, hakça kullanım ilkesini belirleyen faktörler belirlenmiştir. Dernek, bu kuralların hiçbirinin diğerine göre bir üstünlük taşımadığını ve her özel durumda ilgili tüm faktörlerin bir bütün olarak ele alınıp değerlendirileceğini de belirtmiştir. Helsinki’de yapılan bu çalışmalarla suyolları, uluslararası su toplama havzaları olarak ele alınmıştır.29 Helsinki kararlarında akarsu havzalarında adil ve hakça kullanımlar dile getirilmiş ve bu paylaşımlarda bazı hususların temel alınabileceği dile getirilmiştir. Hakça ve makul kullanım görüşüne göre, her kıyıdaş devletin kendi toprakları içinde akan bir sınıraşan suyu kullanma hakkı bulunmaktadır. Ancak, bu kullanımın; i) makul ölçülerde olması; ii) aşağı kıyıdaş devletlere önemli zararlar vermemesi; iii) hakkaniyet ilkesine ters düşmemesi gerekmektedir. Diğer bir deyişle, sınıraşan sular üzerinde her kıyıdaş devlet eşit haklara sahiptir. Ancak, bu eşitlik hiçbir zaman için suların eşit olarak paylaşılacağı ve değerlendirileceği anlamına da 25 Seha L. Meray, Devletler Hukuku, Cilt: 1, Ankara Üniversitesi, S.B.F. Yayınları, Sayı: 237, 1968, ss. 550-551. Bir, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku Đlgilendiren Akarsuları, a.g.e., s. 91. Kamuran Đnan, “Southeastern Anatolia Project and Turkeys Relations With the Middle-East Countries”, Middle East Business And Banking, 1990, p. 237. 28 Cemal Zehir, Türkiye ve Ortadoğu Su Meselesi, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1998, s. 46. 29 Hakça ve makul kullanım için göz önünde tutulması gereken faktörler Helsinki Kararının 5/2. maddesinde aşağıdaki şekilde sınırlanmıştır; i) her havza devletinin ülkesine düşen drenaj alanının oranı da dahil olmak üzere, havzanın coğrafi durumu; ii) her havza devletinin su katkısı da dahil olmak üzere, havzanın hidrolojik durumu, iii) havzayı etkileyen iklim şartları, iv) mevcut kullanımları da kapsamak üzere, havzanın sularının geçmiş kullanımı; v) her havza devletinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçları, vi) havza devletlerinin her birinde, geçimi havza sularına bağlı nüfus; vii) her havza devletinin ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya yarayan çareleri karşılaştırma; viii) yararlanabilecek başka kaynakların bulunması; ix) havza sularının kullanılmasında, israfın önlenmesi; x) kullanımlar arasındaki çatışmaları uzlaştırma çaresi olarak, bir ya da daha çok havza devletine tazminat verme imkânları; xi) havza devletinin ihtiyaçlarının, diğer bir havza devletine ciddi zarar verilmeden karşılanabilme derecesi. Detaylı bilgi için bkz. “Sınıraşan ve Sınır Oluşturan Sulara Đlişkin Uluslararası Hukukun Durumu”, ORSAM, a.g.y. 26 27 104 gelmemektedir. Öte yandan, yukarı kıyıdaş devletin, sınıraşan sudan yararlanmak amacıyla, bu sular üzerinde yeni tesisler kurması ve bu tesislerin aşağı kıyıdaş devletin önceki kullanımlarını etkilemesi uluslararası hukuka aykırı değildir. Ayrıca, yukarı kıyıdaş devletin bu kullanımları, aşağı kıyıdaş devlete esaslı zararlar vermemelidir. Bir başka deyişle, uluslararası hukuk bu konuda aşağı kıyıdaş devletin kazanılmış haklarını kabul etmemektedir. Uygulamada, genel olarak, hakkaniyet ilkesi ve hakkaniyete uygun kullanım, uluslararası hukukun bir kuralı haline gelmektedir. Bu kural, hem sınıraşan su uyuşmazlıklarının çözümünde hem de bu sulardan optimum faydalanma halleri için geçerlilik kazanmaktadır.30 BM Uluslararası Hukuk Komisyonu da hakça ve adil bir kullanımın gerçekleştirilmesini sağlamak üzere sunduğu sözleşme tasarısında, söz konusu ilkeyi benimsemiştir. 2. Türkiye’nin Ortadoğu’daki Sınıraşan Suları Türkiye’nin Ortadoğu’daki sınıraşan suları deyince, bölgedeki önemli suyollarından en önemlileri sayılan Fırat ve Dicle nehirleri ve bunlara kıyıdaş ülkelerin farklı görüşleri ortaya çıkmaktadır. Fırat ve Dicle havzalarının su kaynaklarını paylaşım konusunda Türkiye, Suriye ve Irak’ın ortak politikaları mevcut değildir. Söz konusu nehirlerin paylaşılması konusunda Türkiye, Suriye ve Irak’la sorun yaşamaktadır. Diğer taraftan, Lübnan’dan doğup Suriye’ye geçerek ve daha sonra Türkiye’den denize dökülen Asi’de ise sorun oluşturan ülkeler Suriye ve Lübnan’dır. Türkiye sahip olduğu su kaynakları itibariyle Ortadoğu’da belirleyici bir role sahip bir ülkedir. Türkiye’nin sahip olduğu su kaynaklarının Güneydoğu’da süregelen terör hareketleriyle yakından ilgili olabileceği de uluslararası kimi çevrelerce çeşitli platformlarda iddia edilmektedir.31 Ortadoğu’daki su kaynakları konusunda Arap ve batılı bazı çevrelerin kaleme aldığı birtakım yapıtların ortak teması Irak ve Suriye’nin daha fazla suya ihtiyacı olduğu, bu gerçekleşmez ise su savaşının kaçınılmaz olacağı tezidir. Bu tür çalışmalar özellikle Arap milliyetçiliğini de harekete geçirerek, Türkiye’nin bu ülkelerle ilişkilerini oldukça hassas duruma getirebilecektir. Ortadoğu bölgesindeki su kaynaklarının, bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin en önemli belirleyici unsuru olduğunu da vurgulamamız gerekmektedir.32 Yine birden çok ülkeyi ilgilendiren akarsularda Birleşmiş Milletler’in öne çıkardığı “kabul edilebilir zarar” ilkesi hep aşağı kıyıdaş ülkenin gözüyle değerlendirilmektedir Oysa bu ilkenin aynı zamanda yukarı kıyıdaş ülke için de dikkate alınması haklı olarak ileri sürülmektedir. Dolayısıyla yukarı kıyıdaş ülke, suyun aktığı aşağı kıyıdaş ülkenin de suya zarar vermemesini isteme hakkına sahiptir. Çünkü aşağı kıyıdaş ülkenin aşırı ve israf edici kullanımı, yukarı kıyıdaş ülkenin sularını arzu ettiği şekilde değerlendirememesine yol açmaktadır.33 Bunların yanında ekonomik, kültürel ve dinsel temelli farklılıklar da bölgedeki mevcut akarsuların paylaşımı hususunda etkili olmaktadır. 30 Burada hakkaniyet, devletlerin bu sulardan kendi ülkelerinde yararlanırken, aşağı kıyıdaş devletlere esaslı zararlar vermemesi şeklinde yorumlanmalıdır. Đnan, a.g.m., ss. 249-250. 31 John Bulloch ve Adel Darwish, Su Savaşları, Çev: Mehmet Harmancı, Altın Kitaplar Yayınevi, Đstanbul 1994, s. 16. 32 Samir Salha, Ortadoğu Siyasi, Ekonomik ve Güvenlik Đşbirliği Teşkilatı, Kocaeli Üniversitesi Yayını, Kocaeli, 2004, s. 96. 33 Elizabeth Picard, “Aspects of International Law of the Water Conflict in the Middle East”, Water As An Element Of Cooperation and Development in the Middle East, Hacettepe University and Friedrich - Naumann Foundation, Ankara, 1994, p. 215. 105 Türkiye sınıraşan sular konusunda; hakça, makul ve optimum yararlanma ilkeleri ile güven artırıcı önlemlere dayalı, suyun kendisini değil yararlarını paylaşan, ayrıca şeffaf ve tutarlı uygulamaları havza bazında gözeten bir politika benimsemektedir.34 Türkiye’nin sınıraşan sular politikasının hukuki yönünü oluşturan hakça, makul ve optimum kullanım ilkesini, önemli zarar vermeme ve sınıraşan suyun ülke sınırları içinde kalan kısmının kullanılmasında tam egemenlik ilkeleri de desteklemektedir. Ayrıca Türkiye, hidropolitikasının hukuki yönünü oluşturmak ve pekiştirmek üzere sınıraşan su terimini kullanmakta, suyun ortak kullanımında kullanılan sınırlı havza egemenliği doktrinini benimsemektedir.35 Türkiye gerek Türkiye’de doğup başka ülkelerde denize dökülen (Fırat ve Dicle), gerekse başka ülkelerde kaynağını alıp Türkiye’den denize dökülen (Asi) akarsular konusunda komşu ülkeler ile ikili anlaşmaya gitmiş ve taahhütler altına girmiştir.36 Türkiye, Suriye ve Irak arasında sınıraşan suları kapsayan ilk uluslararası anlaşma Lozan Antlaşması’dır. Anlaşmanın 109. maddesinde, anlaşmanın imzalandığı tarihte yeni bir hudut çizilmesi yüzünden bir devletin su sistemi diğer bir devletin ülkesinde yapılacak işlere bağlı kaldığı veya bir devletin ülkesinde, savaştan önceki teamül gereğince diğer bir devletin ülkesinde bulunan sular veya su kuvveti kullandığı takdirde, ilgili devletlerarasında birbirinin menfaatlerini ve müktesep haklarını muhafaza edecek bir anlaşma yapılması belirtilmektedir. 37 1946 yılında ise Türkiye ile Irak, aralarında yaptıkları bir anlaşmayla (Dostluk ve Đyi Komşuluk Đlişkileri Anlaşması) Fırat ve Dicle sularının düzenlenmesi konusunda görüş birliğine varmışlardır. Türk-Irak Dostluk Anlaşması’nın 1 No’lu protokolünde Fırat ve Dicle nehirleri ile kolları sularının düzene konması için Türkiye tarafından yapılacak tesislerin her iki ülkenin yararına olacağı kabul edilmekte, Türkiye’nin inşa edeceği tesislerden Irak’ı haberdar etmesi gereği belirtilmektedir.38 Anlaşma’ya göre, bu suların düzenlenmesi için yapılan tesisler aynı zamanda Irak’ın menfaatini de korumayı amaçladığı takdirde, Irak bu tesisler için yapılacak harcamalara katkıda bulunmayı kabul etmiştir. Diğer yandan bu anlaşma, Türkiye’nin kendi toprakları üzerinde suların akışını düzenlemek amacıyla tesisler yapmasına ilişkin egemenlik haklarını sınırlandırmamaktadır. Bu tesislerin aynı zamanda sulamaya yönelik kullanımlarının söz konusu olması halinde ise bu tür bir kullanım, 1946 anlaşması dışında ayrıca bir anlaşmayı gerektirmektedir. Ancak, 1946 anlaşması, Fırat ve Dicle’nin sularından sulama amacıyla yararlanılmak istemesi halinde, 34 Mithat Rende, “Water Transfer From Turkey to Water-stressed Countries in the Middle East”, 2nd Israeli-Palestinian International Conference on Water for Life in the Middle East, Antalya, 10-14 October 2004. 35 Onur Öktem, “Türkiye’nin Sınıraşan Politikasında Karşılaştığı Kısıtlar: Dicle-Fırat Örneğinde Yeni Bir Hidrostrateji”, TMMOB Su Politikaları Kongresi, Ankara 2006, s. 565. 36 Ilgar ve Khalef, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, a.g.m., s. 61. 37 Đsmail Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, 2004, www.dunyasugunu.org/2004/ismail_kapan.doc, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011), s. 16. Ayrıntılı bilgi için bkz. Sevin Toluner, “Milletlerarası Suyollarının Ulaşım-Dışı Kullanımları Hukuku Konusunda Son Gelişmeler”, Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Genişletilmiş 2. Bası, Beta, Đstanbul, 2004, s. 423. 38 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 608. 106 Türkiye’nin egemenlik haklarına, iyi komşuluk ilişkilerinin öngördüğünden daha fazla bir sınırlama da getirmemektedir.39 2.1. Fırat Nehri Türkiye’nin ve bölgenin önemli bir kaynağı olan Fırat, 2800 km yatak uzunluğuna sahiptir. Fırat, Türkiye topraklarında 971 km akmakta, ayrıca Karasu, Murat, Kuruçay, Tohma Suyu, Kahta Çayı, Göksu, Nizip Çayı ve Sacır Suyu ile beslenmekte ve Suriye topraklarına girdikten sonra ise kaynağını yine Türkiye’den alan Belh Suyu ve Habur Çayı ile beslenmektedir. Fırat yıl boyunca oldukça düzensiz akan bir ırmaktır. Baharda artan suları yazın ve sonbaharda cılızlaşmaktadır. Fırat’ın Suriye’den sonra girdiği ülke Irak’tır. Burada yine Türkiye’den gelen Dicle ile birleşen Fırat, Şattül Arap adını alarak Basra Körfezi’ne dökülmektedir. Fırat Nehri’nin ortalama yıllık su kapasitesi 31,5 milyar m3’tür. Bu suyun % 89’u yani 28,5 milyar m3’ü Türkiye’den kaynaklanmaktadır. Fırat Nehri’ne Suriye’den katılan kolların da Türkiye’den giriş yaptığı düşünülürse Fırat sularının % 98’inin Türkiye’den kaynaklandığı görülmektedir.40 Fırat’ın toplam suyunun % 56’sı halen Suriye’ye akmaktadır.41 Bu miktar saniyede 500 m3’e denk düşen yıllık 15,768 milyar m3’lük miktardır. Suriye’nin Fırat Irmağı üzerine yaptığı başlıca barajlar Tishreen, Tabga ve Ba’ath barajlarıdır. Ayrıca Fırat’a Suriye’de katılan ve beslenme kaynaklarını çoğunlukla Türkiye’den alan Habur Irmağı üzerine de Suriye tarafından Saab, Sohuei ve Taaf adında üç baraj inşa edilmiştir.42 Irak’ın ise Fırat Nehri’nin debisine katkısı sıfırdır.43 2.2. Dicle Nehri Dicle Nehri’nin 1900 km olan yatağının 523 km’si Türkiye topraklarında yer almaktadır. Türkiye’de Maden, Dipni, Deve Geçidi, Ambar, Göksu, Aşağı Hanik, Kuruçay, Batman, Garzan, Botan gibi kollarla beslenerek Cizre’nin güneyinde Türkiye Suriye sınırını oluşturup daha sonra Irak ile Suriye arasında akarak Irak topraklarına girmektedir.44 Dicle nehir havzası, yıllık ortalama su potansiyeli sıralamasında 21.33 milyar m3 yıllık ortalama akışı ve ortalama yıllık verimi ile 2. sırada yer alan sınıraşan bir nehir olup,45 üç alt havzadan oluşmaktadır: Bunlar; Büyük Zap (Đran’dan doğup Türkiye-Irak sınırı boyunca akan Hacibey Deresi, Şemdinli Çayı ve Küçük Zap), Hezil Çayı (Türkiye-Irak sınırı) ve Dicle nehri (Hazar Gölü-Elazığ’dan doğar, Türkiye-Suriye sınırı boyunca akar)’dır.46 39 Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları”, a.g.m., ss. 251-252. John Kolars, “Problems of International River Management: The Case of the Euphrates”, International Waters of the Middle East From Euphrates -Tigris to Nile, Oxford University Press, 1994, p. 51. 41 “Ortadoğu ve Geleceği”, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, Đstanbul, 1992, s. 112. 42 Kolars, “Problems of International River Management: The Case of the Euphrates”, a.g.m., s. 51. 43 Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, a.g.m., s. 17. 44 Can, “Türkiye’nin Sınıraşan Suları”, a.g.m, s. 65. 45 “Türkiye’deki Barajlar ve Hidroelektrik Santraller”, Devlet Su Đşleri, Ankara, 2002. 46 Ferruh Anık, “Hidropolitik Su Kaynakları ve Politik Boyutu”, Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Yüksek Lisans Ders Notları, Ankara, 2002, ss. 91-92. 40 107 Dicle nehrinin sularının yüzde 51.9’u, Türkiye topraklarından, yüzde 48.9’u da Irak topraklarından doğmaktadır. Suriye’nin ise Dicle debisine katkısı sıfırdır. Türkiye, nehir sularından yılda 6.87 milyar m3 (% 13), Irak 45 milyar m3 (% 83) ve Suriye 2.60 milyar m3 (% 4) kullanmak istemektedir. Toplam olarak 54.47 milyar m3 tutmaktadır ki, bu da Dicle’nin 48.67 milyar m3 olan toplam debisinden 5.80 milyar m3 daha fazladır.47 Fırat ve Dicle suları, Suriye ve Irak’a göre uluslararası sulardır. Bu nedenle uluslararası sulara ilişkin uluslararası teamüller, Fırat ve Dicle suları için de söz konusu olmalıdır. Türkiye ise bu konuda, kaynağı kendisinde olan söz konusu iki ırmağı, sınıraşan sular olarak tanımlamaktadır. Bu birbirine yüz seksen derece zıt iki tanımlamadır ve birbirinden çok farklı siyasi sonuçlar vermektedir. Çünkü uluslararası hukuk açısından, uluslararası sular ile sınıraşan sular arasındaki ayırım ile ve bunlar üzerindeki hak ve yetkiler oldukça açık biçimde belirlenmiştir. Uluslararası sular, yakaları iki veya daha fazla ülkenin egemenliği altındaki ülkelerdir ve bu tür sular genellikle paylaşılmaktadır. Bu, ya ortay hat veya talveg hattı ile belirlenmektedir. Bunlara örnek olarak, Türkiye ile Yunanistan arasında sınır çizen Meriç ve Türkiye ile Gürcistan arasında aynı işlevi gören Arpaçay nehirlerini gösterebiliriz. Sınıraşan sular ise, iki veya daha fazla ülkenin topraklarını kat eden sulardır ki, Dicle ve Fırat bunların en tipik örnekleridir.48 Fırat ve Dicle nehirleri, sınırlarımız dışına çıkıp başka ülkeden deniz dökülürken, Asi Nehri ise Lübnan’dan doğup Suriye’den Türkiye’ye geçip denize dökülmektedir.49 Lübnan’ın Beka vadisinde bulunan Labweh kaynaklarından doğan Asi nehri, Lübnan ve Anti-Lübnan dağları arasında kuzeye doğru akmaktadır. Asi nehri batı Asya’da Levant kıyısında kuzeye doğru akan tek nehir olma özelliğini taşımaktadır. Hermel şehrinden sonra Suriye sınırlarına giren nehir, Katina rezervuarına akar ve kuzeye doğru akışına devam etmektedir. Suriye’nin Humus ve Hama şehirlerini de geçtikten sonra Ghap vadisi içerisine girmektedir. Türkiye-Suriye sınırını oluşturduktan sonra, Türkiye sınırları içerisinde batıya doğru kıvrılmakta ve Akdeniz’e dökülmektedir.50 Suriye Hatay’a ulaşan Asi’yi sınıraşan su olarak kabul etmemektedir. Bu tarihi yaklaşım sonucunda Suriye Asi Nehri’ni kendi topraklarında denize dökülüyormuş gibi mütalaa etmektedir.51 1939 yılında Ankara’da, Suriye ile Asi nehrinin sularının kullanımına ilişkin bir protokol imzalanmıştır. Bu protokole göre, Asi nehrinin suları eşitlik ilkesine dayalı olarak kullanılması 47 Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, a.g.m., s. 17. Bu alanın ünlü kuramcılarından Sauser Hall, “Suyun çıktığı ülkeler ile aktığı ülkeler arasında eşit egemenlik söz konusu olamaz.” demektedir. Kapan, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, a.g.m., ss. 16-17. 49 Can, “Türkiye’nin Sınır Aşan Suları”, a.g.m, s. 65. Asi Nehri havzasının toplam 2,8 milyar m³ civarındaki su potansiyelinin 0,3 milyar m³ kadarı Lübnan’dan, 1,2 milyar m³ kadarı Suriye’den gelmekte; Türkiye’den ise, 0,2 milyar m³ Afrin’den Suriye geçen sular dâhil olmak üzere, 7.796 km² alandan 1,3 milyar m³ kadarı kaynaklanmaktadır. Ünal Öziş et al., “Güneydoğu Anadolu Projesi ve Su Siyaseti”, Đnşaat Mühendisleri Odası Đzmir Şubesi Haber Bülteni, Şubat 2004, www.imoizmir.org.tr/dosyalar/dergi_icerik/d115.pdf, (Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011), s. 37. 50 Tuğba Evrim Maden, “Türkiye-Suriye Đlişkileri: Sınıraşan Sularda Örnek Đşbirliği Olarak Asi Dostluk Barajı”, ORSAM Su Araştırmaları Programı, Rapor No: 5, Mayıs 2011, s. 11; Ayrıca bkz. Ayşegül Kibaroğlu et al., Cooperation Turkey’s Transboundary Waters, Adelphi Research, October, 2005, p. 66. 51 Vedat Durmazuçar, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002, s.124. 48 108 hükmüne bağlanmıştır. Fakat, Asi nehrinin sularının kullanımı konusunda kapsamlı bir anlaşmaya rastlanamamıştır.52 Suriye, Asi’yi büyük ölçüde sulamada kullanarak yaz mevsimi boyunca suların Türkiye’ye ulaşmasını engellemektedir. Suriye, Asi Nehri’nden yaptığı sulamalarda tasarruf sağlayıcı sulama yöntemlerine de başvurmayarak bu nehirlerden Türkiye’nin yararlanmasını imkansız bir hale getirmektedir. Suriye Asi Nehri üzerinde yaptığı çalışmalar konusunda da Türkiye’ye bilgi vermemektedir. Oysa Türkiye, Fırat ve Dicle üzerinde yaptığı bütün projelerde Suriye’yi bilgilendirmekte ve 1987 yılında yapılan bir protokole istinaden de bu ülkeye Fırat Nehri’nden saniyede 500 m3 su bırakmayı da sürdürmektedir. Suriye ve Lübnan, Asi Nehri’nin sularının yaklaşık % 98’ini kendi ülkelerinde kullanmakta, Türkiye’ye bırakmamaktadırlar. Asi Nehri’nin su kapasitesinin % 2’sini Türkiye kullanmakta olup, bu miktar da nehre Türkiye’den katılan sulardır.53 Asi Irmağı’nın Türkiye açısından önemi büyük olmasına ve sorunun tartışılmaya açık birçok yönü olmasına rağmen, Suriye suların kullanımını görüşmeye yanaşmamaktadır. Böylece bölge topraklarının sulanması açısından Asi suyunu talep eden ve talebine karşılık bulamayan Türkiye’nin omuzlarına büyük bir ek külfet yüklenmekte, bölge tarımı Suriye’nin bu tutumundan dolayı zarar görmektedir.54 Sonuç ve Öneriler Sınıraşan akarsulardan hangi tarafın ne kadar yararlanılacağı konusu özellikle Ortadoğu’da karmaşık bir konudur. Bugün tartışmakta olduğumuz bölgenin su meselesi, bölgesel ve devletlerarası bir sorun olmakla, uluslararası hukuk ve uluslararası ilişkiler disiplini çerçevesinde çözüm aranan bir konudur. Birçok devlet su kullanımı konusunda ihtilaf yaşamaktadır. Ayrıca, su kaynaklarının kullanımı için çatışma çıkma riskine karşı ya da su kaynaklarının kullanımının çevre ile uyumlu biçimde gerçekleştirilmesi için yasalar gerekmektedir.55 Bundan dolayı, akarsuların kullanılması konusunda herhangi bir çatışma veya kriz yaşanmadan kıyıdaş devletler arasında gerekli hukuksal düzenlemelerin ve metinlerin oluşturulması gerekmektedir. Türkiye, Suriye ve Irak arasında, uyuşmazlıkların zorunlu olarak çözümü konusunda iki veya çok taraflı bir anlaşma mevcut değildir. Bu nedenle, Türkiye ve güney komşuları, sözde var olan uyuşmazlığın barışçı yollardan çözümlenebilmesi için, iyi niyetlerini ortaya koymak zorundadırlar.56 52 Rüştü Ilgar ve Salem Khalef, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, a.g.m., s. 64. Can, “Türkiye’nin Sınıraşan Suları”, a.g.m, s. 66. 54 Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y. Yapılan hesaplamalara göre son yıllarda Suriye Asi Nehri üzerine inşa ettiği barajlarla Hatay’ın önemli ovası olan Amik Ovası’nın sularının 1/3’ünü kesmiş bulunuyor. Detaylı bilgi için bkz. “Ortadoğu ve Geleceği”, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, a.g.e., s. 114. 55 Bulloch ve Darwish, Su Savaşları, a.g.e., s. 146. 56 Đnan, “Sınır Aşan Suların Hukuksal Boyutları”, a.g.m., s. 245. 53 109 Söz konusu ülkelerin farklı görüşlerini göz önünde bulundurarak mevcut sorunsalın bir veya birden çok soruna dönüşmeden çözümlenebilmesi için birtakım önerilerin dile getirilmesi gerekmektedir. Suriye’nin mevcut sorunda, sınıraşan sular yerine uluslararası sular kavramlaştırmasını tercih etmektedir. Yani Suriye, suların dağılımının üç ülke arasında eşit olması gerektiğini kendisine sav etmiş durumdadır. Asi nehri için tartışmaya açmadığı konuyu Fırat ve Dicle’de tartışılabilinir bulmaktadır. Türkiye’nin su meselesinde, zaman zaman suyu kesme tehdidinde bulunduğunu da öne sürerek, sorunun uluslararası arenada çözümlenmesinden yana bir tavır ortaya koymaktadır. Diğer taraftan Irak, bu konuda kazanılmış bir takım haklarının olduğuna dair bir tez savunmakla birlikte, tezini savunurken de bu iki ırmağının binlerce yıldır Mezopotamya halklarının yaşam kaynağı olageldiğini ve bu nedenle de sulardan talep ettiği miktarın kendisine verilen tarihsel bir hak olduğunu ileri sürmektedir. Dolayısıyla, Suriye ve Irak’ın bu konuyla ilgili olarak ortak bir tutum içinde olduklarını söylemek mümkündür. Đki ülke de “ortak paylaşım hakkı” savına vurgu yaparak Türkiye’nin bu suları sınıraşan sular statüsünde ele alamayacağını ifade etmektedirler.57 Bu yüzden her iki ülke de Türkiye ile daha önce yapılan yasal düzenlemelerin artık bir değerinin olmadığını dile getirmekle beraber, akarsuların ortak paylaşımı konusunda yeni bir yasal çerçevenin çizilmesi gerektiğine inanmaktadırlar. Türkiye’nin ise, sulardan yararlanma konusunda bir sonuca ulaşabilmek için iyi niyetinin bir sonucu olarak çözüme dair yaptığı önerilerin başında, sorunun küresel bağlamda değil bölgesel, yani soruna taraf ülkeler arasında çözülmesi gereği gelmektedir. Sorun, Irak ve Suriye’nin talebinin aksine sadece Fırat ve Dicle ele alınarak değil, tarafları bağlayan bütün su kaynakları hesaba katılarak çözümlenmelidir. Dicle için ayrı, Fırat için ayrı çözüm politikaların geliştirilemeyeceği aşikardır. Bunun nedeni de gerektiğinde bu nehirlerden birbirine su transferi yapılabilinecek olmasıdır. Ayrıca Türkiye, bir komite kurularak, tarafları bağlayan su sorunsalın çözümüne yönelik Üç Aşamalı Plan dâhilinde çalışılmaya başlanmasını savunmaktadır. 1984’te ortaya atılan bu plana göre havza ülkeleri hidrojeoloji uzmanları ile ilk aşamada havzanın hidrolojik verilerini çıkartacak, genellikle birbirinden çok farklı olan veriler böylece bir paralellik kazanacaktır. Đkinci aşamada, havzanın toprak envanteri çıkarılacak; son aşamada ise, elde edilen bu bilgilerin doğrultusunda su verimliliğini en üst düzeye çıkaracak şekilde su kaynaklarının kullanımına çalışılacaktır.58 Fakat, söz konusu planın gerçekleştirilmesi diğer ilgili devletler tarafından olumlu karşılanmamıştır. Bu yüzden akarsuların kullanımının hakça ve makul seviyelerde gerçekleşmesi hususunda plan hala işlerlik kazanabilmiş değildir. Türkiye’ye göre sınıraşan sular, Suriye, Irak ve Lübnan’a göre uluslararası sular olarak tanımlanan bölgedeki akarsuların paylaşılması sorununun çözülmesi için Türkiye’nin söz konusu üç ülke ile ikili görüşmeler yapması, ikili ilişkilerinin geliştirilmesiyle birlikte diğer sorunların yanında su sorununun gündeme getirilmesi, daha sonrasında ise bir komisyon kurularak ilgili tüm devletlerin 57 Furtuna, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, a.g.y. H. Miray Vurmay, “Orta Doğu’da Alevlenen Sular”, Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi, Orta Doğu Araştırmaları Masası, Eylül 2004, http://www.tusam.net/makaleler, (Erişim Tarihi: 3 Ekim 2011). 58 110 yer aldığı çok taraflı bir zeminde “akarsuların hakça kullanımı” başlıklı müzakereler gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin önerdiği Üç Aşamalı Planın veya ilgili devletlerin önereceği görüşlerin işlerlik kazanabilmesi için bu gibi gerekli adımların ortaklaşa atılması gerekmektedir. Kaynakça Afat, Yusuf, Güneydoğu Anadolu Projesinin, Ortadoğu’da Yaşanan Su Sorunu Çerçevesinde Bu Soruna Olumlu ve Olumsuz Etkilerini Đnceleyerek Komşularımızla Uzlaşma Đmkanlarını Belirleyiniz, Yayınlanmamış Akademi Tezi, Đstanbul, 2002. Akmandor, Neşet, Su Sorunun Fiziksel Boyutları, Ortadoğu Ülkelerinde Su Sorunu, Nurol Matbaası, Ankara, 1994. Anık, Ferruh, “Hidropolitik Su Kaynakları ve Politik Boyutu”, Hacettepe Üniversitesi Hidropolitik Yüksek Lisans Ders Notları, Ankara, 2002. Bir, Mustafa, Akarsulardan Faydalanma ve Türkiye’nin Uluslararası Hukuku Đlgilendiren Akarsuları, Ankara Üniversitesi SBE, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1986. Bulloch, John ve Darwish, Adel, Su Savaşları, Çev: Mehmet Harmancı, Altın Kitaplar Yayınevi, Đstanbul 1994. Can, Hasan H., “Türkiye’nin Sınır Aşan Suları”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Yıl 12, Sayı 2, 2003, ss. 62-74. Çetinkaya, Devran, Türkiye’deki Su Kaynaklarının Gelecekte Türkiye-Suriye Đlişkilerini Nasıl Etkileyeceğini Đnceleyiniz, Hak Yayınları, Đstanbul, 2002. Çomak, Hasret, Ortadoğu Su Sorunu, Silahlı Kuvvetler Dergisi, Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı, Ankara, Sayı 371, 2002. Durmazuçar, Vedat, Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2002. Esenyel, Ömer, Türkiye’nin Su Potansiyeli ve Bu Potansiyelin Kullanılması, Hak Yayınları, Đstanbul, 2001. Furtuna, Özge, “Ortadoğu, Su Sorunu ve Türkiye”, 1 Ocak 2008, http://www.genbilim.com/content/view/3188/39/, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011). Ilgar, Rüştü and Khalef, Salem, “Ecological View Upon on Middle East River to Cross the Frontier” International Conference On Research Trends In Science And Technology, The Lebanese American University, March 7-9, 2005, Beirut and Byblos, Lebanon, 2005. Ilgar, Rüştü ve Khalef, Salem, “Türkiye’nin Sınıraşan Akarsu Anlaşmalarına Coğrafi Açıdan Bir Bakış”, Marmara Coğrafya Dergisi, Sayı 10, Temmuz 2004, Đstanbul, ss. 53-72. 111 Ilgar, Rüştü ve Khalef, Salem, “Uluslararası Sular Konusunda Türkiye’nin Yapmış Olduğu Anlaşmalara Genel Bir Bakış”, Cumhuriyetimizin Đlanının 80. Yılı ve Uluslararası Su Yılı Anısına, Ulusal Su Günleri Bildiri Kitabı, Ankara, 1-3 Ekim 2003. Đnan, Kamuran, “Southeastern Anatolia Project and Turkey’s Relations With the Middle-East Countries”, Middle East Business And Banking, 1990. Đnan, Yüksel “Sınıraşan Suların Hukuksal Boyutları (Fırat ve Dicle)”, Ankara Üniversitesi S.B.F. Dergisi, Prof. Dr. Đlhan Öztrak’a Armağan, Cilt 49, No: 1-2, Ankara, Ocak-Haziran 1994, ss. 243-253. Kapan, Đsmail, “Büyük Orta Doğu Kavramı ve Bölgemizde Su Meselesi”, 2004, www.dunyasugunu.org/2004/ismail_kapan.doc, (Erişim Tarihi: 1 Ekim 2011). Kibaroğlu, Ayşegül et al., Cooperation Turkey’s Transboundary Waters, Adelphi Research, October, 2005. Kolars, John, “Problems of International River Management: The Case of the Euphrates”, International Waters of the Middle East From Euphrates -Tigrıs to Nile, Oxford University Press, 1994, ss. 44-95. Maden, Tuğba Evrim, “Türkiye-Suriye Đlişkileri: Sınıraşan Sularda Örnek Đşbirliği Olarak Asi Dostluk Barajı”, ORSAM Su Araştırmaları Programı, Rapor No: 5, Mayıs 2011. Meray, Seha L., Devletler Hukuku, Cilt:1, Ankara Üniversitesi S.B.F. Yayınları, Sayı: 237, 1968. “Ortadoğu ve Geleceği”, Siyasi ve Sosyal Araştırmalar Vakfı, Đstanbul, 1992. Öktem, Onur, “Türkiye’nin Sınıraşan Politikasında Karşılaştığı Kısıtlar: Dicle-Fırat Örneğinde Yeni Bir Hidrostrateji”, TMMOB Su Politikaları Kongresi, Ankara, 2006. Öziş, Ünal, et al., “Güneydoğu Anadolu Projesi ve Su Siyaseti”, Đnşaat Mühendisleri Odası Đzmir Şubesi Haber Bülteni, Şubat 2004, www.imoizmir.org.tr/dosyalar/dergi_icerik/d115.pdf, (Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011). Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri, 2. Kitap, Gözden Geçirilmiş 8. Bası, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007. Picard, Elizabeth, “Aspects of International Law of the Water Conflict in the Middle East”, Water As An Element Of Cooperation and Development in the Middle East, Hacettepe University and Friedrich - Naumann Foundation, Ankara, 1994, ss. 213-370. Rende, Mithat, “Water Transfer From Turkey to Water-stressed Countries in the Middle East, 2nd Israeli-Palestinian International Conference on Water for Life in the Middle East, Antalya, 10-14 October 2004. 112 Salha, Samir, Ortadoğu Siyasi, Ekonomik ve Güvenlik Đşbirliği Teşkilatı, Kocaeli Üniversitesi Yayını, Kocaeli, 2004. Sar, Cem, Uluslararası Nehirlerden Endüstriyel ve Tarımsal Yararlanma Hakkı, Sevinç Matbaacılık, Ankara Üniversitesi, S.B.F Yayınları, Ankara, 1970. “Sınıraşan ve Sınır Oluşturan Sulara Đlişkin Uluslararası Hukukun Durumu”, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/HukikiBakis.aspx, (Erişim Tarihi: 2 Ekim 2011). Sönmezoğlu, Faruk, Uluslararası Đlişkiler Sözlüğü, Der Yayınları, Đstanbul, 2005. Şimsek, Tacettin, Sınıraşan Suların Hakça ve Makul Kullanımı, Gazi Üniversitesi SBE, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara, 1997. Toklu, Vefa, Su Sorunu Uluslararası Hukuk ve Türkiye, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara, 1999. Toluner, Sevin, “Milletlerarası Suyollarının Ulaşım-Dışı Kullanımları Hukuku Konusunda Son Gelişmeler”, Milletlerarası Hukuk Açısından Türkiye’nin Bazı Dış Politika Sorunları, Genişletilmiş 2. Bası, Beta, Đstanbul, 2004. “Türkiye’deki Barajlar ve Hidroelektrik Santraller”, Devlet Su Đşleri, Ankara, 2002. Vurmay, H. Miray, “Orta Doğu’da Alevlenen Sular”, Türkiye Ulusal Güvenlik Stratejileri Araştırma Merkezi, Orta Doğu Araştırmaları Masası, Eylül 2004, http://www.tusam.net/makaleler, (Erişim Tarihi: 3 Ekim 2011). Zehir, Cemal, Türkiye ve Ortadoğu Su Meselesi, Marifet Yayınları, Đstanbul, 1998. 113 DENĐZ ALANLARININ SINIRLANDIRILMASI VE AKDENĐZ GÜVENLĐĞĐ Burak Şakir Şeker••∗ Özet Her ülke denizlerden maksimum fayda ile refah seviyesini arttırmak ister; ancak bunu uluslararası düzenleme ve teamüller çerçevesinde yapmak zorundadır. Birden fazla ülkenin komşu olduğu denizlerde kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge (MEB) gibi düzenlemeler gerekmekte ve ülkelerin denizlerden faydalanabilme imkânlarını sınırlandırmaktadır. Bu sebeple her kıyı ülkesi en geniş alanda yetki elde ederek doğal kaynakları (maden, petrol, balıkçılık vb.) işlemeyi amaçlamaktadır. Enerji kaynaklarının ve ulaştırma koridorlarının kesiştiği bir bölge olan Akdeniz için deniz yetki alanlarının önemi; deniz alanlarında uygulanacak hukuki, askeri, siyasi ve ticari stratejilere de yansıyacaktır. Bu çalışmanın amacı; deniz alanların sınırlandırılmasının kıyı ülkelerin güvenliğine, sosyal, ekonomik ve mali çıkarlarına etkisini belirtmek ve bu etkilerin de Akdeniz güvenliğine tesirini ortaya koymaktır. Çalışma kapsamında öncelikle deniz yetki alanlarına ilişkin temel kavramlara yer verilmiş, deniz alanlarının kıyı ülkeleri için ne ifade ettiği belirtilmiş, örnek davalar incelenmiş, sınırlandırmada esas alınacak hususlar ortaya konmuş ve tüm bu veriler ışığında deniz alanlarının sınırlandırılması ile güvenlik ilişkisine değinilmiştir. Giriş Deniz alanlarının sınırlandırması1 çalışmaları bir uluslararası hukuk sorununun detaylandırılmasıdır. Burada vurgulanan husus, ülkesel egemenlik ve kısıtlı egemenlik olarak tarif edilebilen şekilde denizlerin paylaşımında birbiri üzerine örtüşen alanlarda antlaşma sağlanamaması durumunda uyuşmazlıkların çözümünde kullanılacak ilke ve kurallardır. ∗ Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalı Doktora Öğrencisi 114 Deniz alanlarının sınırlandırılması deniz alanlarının sınırlarının belirlenmesinden farklı bir durumdur; kıyı devletinin yargı yetkisini kullanabileceği kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgelerinin, kıyıları bitişik bir başka devlet ile üst üste örtüşmesi sonucunda meydana gelen çakışmanın sınırlandırılmasıdır. Dar denizler, kıyı şekilleri, adalar gibi nedenlerle; devletler yetkilerini kullanırken bir deniz sınırı belirlemesini zorunludur.1 Belirli bir denizalanı birden fazla ülkeyi ilgilendirirse, bu ülkelerin deniz alanları için sınırların oluşturulması gerekmektedir. Tarafların çatıştığı durumlarda genellikle ilk akla gelen çözüm, eşit deniz alanları hukuku olmuştur. Ancak, her çatışma alanında bu tür çözüm adil olamayacaktır, “hakkaniyet prensipleri” ortadan kalkacaktır. Bu sebeple her bölgenin kendine has çözümü olacaktır, buna “özel durum” da diyebiliriz. “Đlgili şartlar” ya da “özel şartlar” olarak adlandırılan bölgesel niteliklerde temel vurgu coğrafyadır: kıyı uzunlukları, kıyı şekilleri, adalar, adacıklar.2 Denizler ile ilgili hukuk; 1958 ve 1982 Sözleşmeleri ile uluslararası teamül kurallarından oluşmaktadır. 1958 ve 1982 Sözleşmeleri taraf olan devletler açısından geçerlidir.3 Teamül kurallarını yansıtan hükümler, hukuk kuralı olarak geçerliliklerini sürdürmektedir. 1982 Sözleşmesine Türkiye gibi taraf olmayan devletler olsa da bu sözleşme hükümleri devletlerin çoğunluğu tarafından kabul edilip uygulanması nedeniyle deniz hukuku konularında referanstır.4 Mahkemelerin görevi, olaylara hakkında kuralları ortaya çıkarmaktır. Taraf olmayan ülkeler için her ne kadar bu organların çalışmalarının bağlayıcılığı olmasa da bu konudaki değerlendirmeleri, Ege Denizi Kıta Sahanlığı Davası’nda olduğu gibi devletler arasındaki ilişkileri de etkilemektedir.5 Deniz hukukunun en iyi kodifiye edilen hukuk alanı olmasına rağmen; sınırlandırma hukukundaki “çok fazla değişken” durumu hukukun metotlarını etkilemektedir. Deniz alanlarının sınırlandırılmasındaki uyuşmazlığın şekillendirilmesinde hukuk parametrelerinin iyi değerlendirilmesi zorunludur. 6 Akdeniz; Kıbrıs, Sicilya, Malta Adalarına, Süveyş Kanalı’na sahip olması ve Dünya petrolünün çoğunu barındıran Ortadoğu’yu kontrol altında tutması nedeni ile tüm dünyanın ilgisini çekmektedir. Doğu Akdeniz’in en önemli adası olan Kıbrıs, Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’in kontrol edilmesinde 1 Lucius Caflish, “Maritime Boundaries, Delimitation”, EPIL, Vol. 11, (Law of the Sea-Air and Space), s. 212. 2 Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America Journal of International Law , vol. 84, (1990), s. 837–858. 3 Ferit Hakan Baykal, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Đstanbul, 1998, s. 115. 4 Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint Pierre ve Miquelon Davaları”, Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı:1-3, s. 563. 5 Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, I. Kitap, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 240. 6 Yoshifumi Tanaka, “Reflections on Maritime Delimitation in the Cameroon/Nigeria Case”, ICLQ, Vol.53, April 2004, s. 369. 115 jeopolitik ve jeostratejik açıdan oynadığı rolden dolayı ilgi odağıdır. Adanın stratejik değeri, bloklar arası menfaat çatışmalarına artırmaktadır. Đskenderun-Basra-Süveyş üçgeni, adeta Ortadoğu bölgesinin kalbi gibidir; Kıbrıs ise Ortadoğu’ya giriş anahtarı olarak bu üçgenin iki köşesini Đskenderun ve Süveyş’i kontrol altında bulundurur. II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan denizlerin paylaşımı mücadelesinde devletler, hem kara suları dışındaki deniz yetki alanları haklarını ararken, hem de geniş okyanus alanlarındaki menfaatlerini hukukî güvenceye almak için çalışmaktadırlar.7 XXI. yüzyılda, denizlerde sahip olunan egemen hakları genişlemiştir. Kara suları, bitişik bölge ve balıkçılık bölgesi gibi dar deniz alanlarından başka; egemen haklar ve yetkiler tanınan “Kıta Sahanlığı” ve “Münhasır Ekonomik Bölge (MEB)” gibi geniş deniz alanları Uluslararası Hukuka bütünleştirilmiştir. 8 Uluslararası Hukuk kurallarının geçirdiği değişim, bölge siyasî coğrafyası, karşılıklı menfaatler ve bölgenin en can alıcı noktaları zengin petrol ve doğal gaz yatakları; Akdeniz’de deniz alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin kıta sahanlığı ve MEB sınırlandırmasını her an taraflar arasında tırmanmaya açık ve uzun vadeli bir sorun haline getirmiştir. Sınırlandırmanın Temelleri Sınırlandırma hukukunun başlangıcı olarak, 1942 yılında Birleşik Krallık (Đngiltere) ve Venezüella arasında imzalanan Parya (Paria) Körfezinde karasularının dışındaki deniz yatağının sınırlandırılmasına ilişkin antlaşma gösterilir. Ancak 28 Eylül 1945 tarihinde ABD Başkanı Truman’ın kıta sahanlığı ve balıkçılık hakları konusunda kıyı devletinin haklarına ilişkin yapmış olduğu “Truman Deklarasyonu” konu üzerinde önceliğini korumaktadır. Deklarasyonlar, karasuları ve bitişik bölgenin dışında açık denizlere doğru yeni deniz alanlarının tesisini gündeme getirmiştir. Karşılıklı kıyılara sahip devletlerin kıta sahanlıklarının sınırlandırmasına ilişkin bir çözüm önerisi deklarasyonun içine dahil edilmiştir. 9 7 Kurumahmut, A. “Ege’de Egemenliği Tartışmalı Adalar Sorunun Ortaya Çıkışı”, Ege’de Temel Sorun, Egemenliği Tartışmalı Adalar, (Kurumahmut, A. ed.), Ankara 1998, s. 4. 8 Yücel, A. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye” konulu tebliği, Deniz Hukuku Sempozyumu, 21-22 Haziran 2004, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Ankara, s. 3. 9 Aslan Gündüz, The Concept of the Continental Shelf in Its Historical Evolution (With Special Emphasis on Entitlement), Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü Yayını, Đstanbul, 1990, s.24-25 116 Truman Deklerasyonu öncesinde sınırlandırma; karasuları, boğazlar, körfezler, koylar ve göller ile kısıtlı kalmıştır.10 1958 Deniz Hukuku Konferansında, kıyıları karşı karşıya veya yan yana olan devletlerarasında karasuları ile kıta sahanlığı sınırlandırılmasına ilişkin kurallar belirlenmiştir. 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi’nde yer alan sınırlandırma maddesi 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde tamamıyla farklı bir düzenlemeye dönüşmüştür.11 Bu kapsamda yeni bir kavram olarak Münhasır Ekonomik Bölge’nin farklı bir deniz alanı olarak ortaya çıkmasıyla deniz hukukunda bir başka alan daha sınırlandırılma hukukuna dahil edilmiştir.12 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Konferansı ve Sınırlandırma 1969 Kuzey Denizi Davaları ve 1977 Manş Denizi Davasında uygulanan kriterlerin teknolojik gelişmeler sonucunda geride kaldığını göstermiştir. Latin Amerika dünyasında kıta sahanlığı kavramından farklı olarak yeni alanlar iddia edilmiş hem deniz yatağı hem de üzerindeki su kütlesinde egemenlik haklarında bulunulmuş; ancak Münhasır Ekonomik Bölge kavramı tesis edilince çözüme ulaşılmıştır.13 Kıta sahanlığının devlete tanıdığı yetkilere ek olarak bazı devletler bunun münhasır ekonomik bölge içine alınmasını ve kıta sahanlığı kavramının ortadan kaldırılmasını teklif etmiştir. Çoğunluğun ise münhasır ekonomik bölge ile kıta sahanlığı kavramını devam ettirme isteği kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasını mecbur kılmıştır.14 Kıta Sahanlığı Sınırlandırılması Çalışmaları Münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılmasını düzenleyen 74. madde ve kıta sahanlığının sınırlandırılmasını düzenleyen 83. maddenin oluşumunda Deniz Hukuku Sözleşmesi toplantılarında 10 Sang-Myon Rhee, “Sea Boundary Delimitation Between States Before World War II”, AJIL, Vol.76, No.3, July 1982, s. 555588 11 S.P.Jagota, Maritime Boundary, Martinus Nijhoff Publishers, Dordrecht, 1985, s. 49-57. 12 Francisco Orrego Vicuña, The Exclusive Economic Zone Regime and Legal Nature Under International Law, Cambridge University Press, Cambridge, 1989, s.190. 13 Gündüz, a.g.m, s. 16-19. 14 Sertaç Hami Başeren, “Münhasır Ekonomik Bölge Kıta Sahanlığının Kavramsal Yapısını Etkileyen Bir Kurum Değildir”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1995/1, s. 31. 117 gerçekleşen görüşmelerin; bunun yanı sıra Manş Denizi Tahkimi, Tunus-Libya Kıta Sahanlığı Sınırlandırması Davası etkili olmuştur.15 “Kıta sahanlığının sınırlandırılması; karşı karşıya/yan yana olan kıyılar arasında hakkaniyet ilkelerine göre, uygun olması halinde bütün ilgili şartlar göz önüne alınarak orta veya eşit uzaklık hattı kullanılarak yapılır”155 şeklinde kıta sahanlığının sınırlandırılması belirlenmiştir. Daha sonra “Kıta sahanlığının sınırlandırılması, kıyıları karşı karşıya/yan yana olan devletlerarasında uluslararası hukuka uygun antlaşmalar ile tesis edilecektir. Uygun olması halinde, orta veya eşit uzaklık hattı kullanılarak hakkaniyet ilkelerine uygun yapılacaktır.” şeklinde karar alınmış; ancak karar Đrlanda Cumhuriyeti tarafından tenkit edilmiştir.16 Son olarak “Kıta sahanlığının sınırlandırılması, kıyıları karşı karşıya/yan yana olan devletlerarasında hakça bir çözüm bulmak amacıyla Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesinde zikredilen uluslararası hukuka göre antlaşma ile gerçekleştirilecektir.” teklifini sundu. Hakkaniyet ilkeleri sözcüsü Đrlanda ve eşit uzaklık ilkesi sözcüsü Đspanya bu uzlaşma teklifini kabul ettiler. Münhasır Ekonomik Bölgenin Sınırlandırılması Münhasır Ekonomik Bölgenin tesisine ilişkin tekliflerin içeriğine bakıldığında genellikle 1970’lerde Latin Amerika Devletlerinin yapmış oldukları çalışmalara, 1972 Santo Domingo Bildirisine ve yine 1972 Afrika Birliği Yaunde Seminerine dayandıkları görülmektedir.17 Bu süreçte kıta sahanlığının sahildar devlete tanıdığı yetkilerin münhasır ekonomik bölge içine alınması, kıta sahanlığının tamamıyla ortadan kaldırılması, kıta sahanlığı rejiminin değiştirilmemesi ve münhasır ekonomik bölgenin ayrı olarak tesis edilmesi gibi düşünceler ortaya çıkmıştır. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi süresince, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge ayrı rejimler olarak muhafaza edilmiş ve birleştirilmesini teklif eden devletlere karşı gelinmiştir.18 Ancak yine de sorun doğmaması için deniz yatağına ilişkin münhasır ekonomik bölge yetkileri kıta sahanlığı yetkileri ile birleştirilmiş, kıta sahanlığının tanımı da alanın 200 mile 15 John R. Stevenson ve Bernard H. Oxman, “The Third United Nations Conference on The Law of The Sea: The 1975 Ceneva Session”, AJIL, Vol. 69, 1975, s. 780 16 Malcolm D. Evans, Relevant Circumstances and Maritime Delimitation, Clarendon Press, London, 1989, s. 29. 17 Evans, a.g.e., s. 35; Francisco Orrego Vicuña, op.cit., s. 11-13. 18 Stevenson ve Oxman, a.g.m., s. 780. 118 uzanmadığı yerlerde, alanın genişliği münhasır ekonomik bölgeninkine uyacak şekilde yapılmıştır. 200 milin ötesinde münhasır ekonomik bölgeden kıta sahanlığına geçilmesi nedeniyle, deniz yatağında izin verilen faaliyetlerin kapsamında bir değişiklik oluşmamıştır. Ortaya çıkan iki tarif incelendiğinde; ilkinde, kıta kenarının dış sınırına kadar uzanan sualtı alanlarının toprak altı olarak jeolojik kriter; ikincisinde, doğal uzantı 200 milden daha kısa ise karasularının ölçülmeye başlandığı hattan itibaren 200 mil genişlikteki sahanın deniz yatağı olarak mesafe kriterini kapsar.19 Bu tanımlar sınırlandırma açısından göz önünde bulundurulması gereken önemli hususlardır.20 Tartışılan bir diğer tanım ise, ortay hattın tek sınırlandırma metodu olmasını kabul etmeyerek, jeolojik ve diğer hakim özel koşullara önem verip hakkaniyet ilkelerine dayanarak antlaşmayla sınırlandırmayı önermiştir.21 Konferansta; Hollanda, sınırlandırmanın hakkaniyete uygun antlaşmayla çizilmesini; Romanya, coğrafi ve jeolojik faktörleri; Tunus orta hattın tek metot olmasını gerektirmemesini; Fransa da sadece adaları teklif etmiştir.22 Türkiye, ada, adacık ve kayalıkların varlığı gibi özel koşulları dikkate alarak hakkaniyete dayalı antlaşmayı; Yunanistan da hükmün aynısını içeren bir teklif sunmuştur.23 Bazı devletler deniz yatağı özelliklerini, münhasır ekonomik bölge sınırlandırmasından olduğu kadar, kıta sahanlığı sınırlandırmasından da uzaklaştırmak istemişlerdir. Đki bölge arasında bir fark gözetilmediğinden, bir bölge için hakkaniyete uygun olanın diğer bölge için hakkaniyete uygun olmayacağı düşünülmemektedir.24 Sonuçta anlaşılıyor ki kıta sahanlığının sınırlandırılmasında jeolojik ve coğrafik içerik, münhasır ekonomik bölge de ise mesafe önemlidir.25 Đki kavram arasındaki durum şöyle özetlenebilir; 200 milin öncesinde mesafe kriteri, sonrasında ise jeolojik kriter uygulanır.26 19 Esen Arpat, “Ege Denizi Uyuşmazlığının Birleşmiş Milletler Deniz Yasasının Kıta Sahanlığı Tanımlamasına ve Kıta Sahanlığı ve Özgül Ekonomik Bölge Sınırlandırmasına Đlişkin Yaklaşımları Bakımından Đrdelenmesi”, Yayımlanmamış Özel Rapor, Mart 1997, s. 10. 20 Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint Pierre ve Miquelon Davaları”, Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı: 1-3, s. 576. 21 Bernard H. Oxman, “The Third United Nations Conference on The Law of The Sea: The Ninth Session (1980)”, AJIL, Vol. 75, 1981, s. 231-232. 22 Başeren a.g.m., s. 36; Evans, a.g.e, s. 40. 23 Evans, a.g.e, s. 40. 24 Evans, a.g.e, s. 40. 25 Shigeru Oda, “Exclusive Economic Zone”, Encyclopedia of Public International Law, Vol. 11(Law of The Sea Air and Space), s. 107. 26 Başeren a.g.m., s. 38 119 Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılmasında Uluslararası Yargı Kararları Deniz alanlarının sınırlandırılması; 1958 Kıta Sahanlığı Sözleşmesi, 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi, teamül hukuku, Uluslararası Adalet Divanı ve Hakem Mahkemelerinin kararları ile geniş bir hukuku içtihadına ulaşmıştır. Ancak yargının deniz alanlarındaki rolü giderek önemli hale gelmiş, uyuşmazlıkların tartışması bu organlar tarafından yapılmıştır. Ancak “sınırlandırma, hakça bir çözüm bulmak amacıyla Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün 38. maddesinde zikredilen uluslararası hukuka göre antlaşma ile gerçekleştirilecektir” ifadesinde olduğu gibi hiç bir özel kural belirtilmemiştir. Esas olan ise; kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölgenin sınırlandırılması antlaşma ile gerçekleştirilecek olup, antlaşma olmadığı takdirde tek taraflı uygulamalar uluslararası hukukta geçersiz sayılacaktır. Tunus/Libya Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Davası Tunus ile Libya arasındaki kıta sahanlığına ilişkin uyuşmazlık 1970’lerde tek taraflı olarak petrol araştırma ve işletme imtiyazlarına dayanmaktadır. Ancak sınırlandırma uyuşmazlıkları, 1974 yılında, iki devlet arasında bir anlaşma yapılana kadar eşit uzaklık çizgisinin ortak sınırı oluşturacağı görüşü ile açıklık kazandı. Fakat müteakiben yapılan diplomatik görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanması üzerine konunun Uluslararası Adalet Divanı’na götürülmesini sağlayacak antlaşma 1977 yılında imzalandı.27 Hakkaniyet ilkeleri ve bölgenin kendine özgü koşulları çerçevesinde Divan’a “sınırlandırma işleminde uygulanabilecek uluslararası hukuk nedir?” ve “ iki devlet uluslararası hukuk kurallarını pratik olarak nasıl uygulayabilir” soruları sorulmuştur.28 Her iki ülkede doğal uzantı kavramının sınırlandırmada esas kabul etmiş ve eşit uzaklık ilkesini benimsememişlerdir. Ancak doğal uzantının uygulanmasında farklılıklar mevcuttur; Libya, Kuzey Afrika kıyılarının, doğal ve tesadüfî bir özellik taşıdığından, bir uzantısı olduğu için sınırlandırmaya gerek olmadığını iddia ederken, Tunus eşit uzaklık düşüncesiyle, deniz dibinin 27 Marshall Sonenshine, “Law of the Sea: Delimitation of the Tunisia-Libya Continental Shelf”, Harward International Law Journal, Vol. 24, 1983, s. 225-236; Karin Oellers-Frahm, “Continental Shelf Case (Tunisia/Libyan Arab Jamahiriya)”, EPIL, Vol. 11 (Law of the Sea-Air and Space), s. 94-99. 28 Case Concerning the Continental Shelf (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya), 24 February 1982, ICJ 1982, No. 63; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 29 120 fiziksel hatlarının Tunus kıyılarına paralel olduğunu vurgulayarak, sınırlandırmanın doğuya doğru olması gerektiğini savunmaktadır.29 Divan, doğal uzantı kavramının sınırlandırmada bir kıstas oluşturma olayını araştırmış, bu kavramın kıta sahanlığı kavramının temelini oluşturmasına rağmen sınırlandırma konusunda “zorunlu olarak yeterli hatta ne de uygun” olamayacağını bildirmiştir. Doğal uzantı kavramı kıta sahanlığı sınırından ziyade, deniz altındaki hak ve yetkileri açıklamak ve geçerli kılmak amacıyla oluşturulmuştur. Ancak, Divan’ın ilk elde doğal uzantı kavramının sınırlandırılma konusundaki rolünü olumsuz olarak değerlendirdiği görünümünü veren bu görüşlerine rağmen tabiatın açık bir biçimde ayrı devletlere ait olduklarını belirlediği durumlarda, bu kavrama sınırlandırma amacıyla başvurmanın yanlış olamayacağını kabul ettiğini gösteren başka görüşlere de kararında yer verdiği görülmektedir. Sınırlandırmada, Divan tarafından hakkaniyet ilkelerine saygı gösterilmesi temel alınmış, coğrafi koşullar el verdiği zaman hakkaniyete uygun bir sınırlandırma olacağı kabul edilmektedir.30 Yine aynı şekilde, kıta sahanlığının hak sahipliği olduğunu ifade etmiş ve sınırlandırmada esas alınamayacağını belirtmiştir.31 Divan, Tunus ile Libya arasında verilen bu kararın öteki devletleri ilgilendirmeyeceğini açıkça bildirmiştir.32 Ancak, hakkaniyet ilkelerine dayanarak yapılan uygulama kalıcı bir çözüm bulamamıştır. Her olayın kendi koşulları içerisinde değerlendirilmesi gerekliliği, bir kurallar bütünü oluşturmayı olanaksız hale getirmiştir. Hakkaniyet ilkelerinin pratik uygulaması ile teorik düzenleme birbiriyle çatışmaktadır.33 Libya/Malta Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması Davası Libya ve Malta, 23 Mayıs 1976 tarihindeki özel antlaşmaları ile “Malta’ya ait kıta sahanlığı ve Libya’ya ait kıta sahanlığının sınırlandırılmasında uygulanabilecek uluslararası hukuk”un detayını öğrenmek için Uluslararası Adalet Divanı’na başvurmuşlardır.34 Beklenen süreçte; iki taraf da 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamış olmalarına rağmen, sözleşmenin henüz 29 Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 32-33. 30 Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 30-47. 31 Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 47-48, 59. 32 Case Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya, s. 42. 33 Hüseyin Pazarcı, “Uluslararası Adalet Divanı’nın Tunus-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığına Đlişkin 24 Şubat 1982 Tarihli Kararı”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Đstanbul Üniversitesi, Sayı 2, 1982, s. 42-46. 34 Case Concerning The Continental Reports, No.68; International Boundary Limited, 1992, s. 16-17 Shelf Cases: (Libyan Arab Jamahiriya/Malta), 3 June The Continental Shelf, Vol. II, Grotius 1985, ICJ Publications 121 yürürlüğe girmemesi nedeniyle sınırlandırmanın aralarında uygulanamayacağına karar verdiler. Ancak her iki devlet de hakkaniyet ilkelerinin uygulanması konusunda da anlaştı. Libya; sınırlandırma kapsamında doğal uzantıya tecavüz etmeme ilkesini, 1982 Tunus/Libya Davası’nda reddedilmesine rağmen bu davada da talep etmiş, kıta sahanlığının kendi devamlılık gösterdiğini yinelemiştir. Malta, Libya’nın kıta sahanlığının sınırlandırılmasında kullanılacak doğal uzantı taleplerini kabul etmemiştir. Malta’ya göre 200 mil içerisinde doğal uzantı yerine kıta sahanlığı kavramı devreye girmiştir.35 Divan bu davada, 200 mil genişlik içinde hak sahipliğini mesafeyle bağdaştırmıştır. Sınırlandırmada, mesafe kıstasının hakkaniyete uygun sonuçlanması konusunda açık hukuki alan bırakmıştır. Eşit uzaklık ilkesinin, mesafe kıstası olarak kullanılmasının hakkaniyete dayalı bir sonuç verdiğini belirtmiş ve geçici bir hattın esas alınmasını uygun bulmuştur.36 Özel Bir Tanımlama: Adaların Durumu Tarafların iddialarının çatıştığı durumlarda eşit uzaklık çizgisinin sınır kabul edilmesi ilk akla gelen çözümdür. Fakat bu durum özellikle adalar konusunda adil olmayacaktır. Hakkaniyet prensipleri esas alınacak olursa, bölgenin kendine has özellikleri daha doğru bir çözüm getirecektir. Bölgenin kendine has özellikleri ile belirtilmek istenen, ilgili şartlar ya da özel şartlar altında yer alan coğrafi unsurlardır, yani kıyı uzlulukları, adalar vb.37 Adaların sınırlandırma hukuku çerçevesinde gündeme gelmesi ile birlikte karşılaşılan sorun adaların, sınırlandırma esnasında anakara ülkesiyle aynı ağırlığa sahip olup olmayacaklarıdır. Adaların tümünün karasularına hukuken sahip olduklarına adaların da kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge alanlarına sahip olduklarına dair günümüzde hukuksal bir şüphe olmadığı belirtilmelidir.38 Ancak, sınırlandırmaya ilişkin devletlerarası uygulamada da ortaya çıkan durum, adaların deniz alanlarına sahip olma (entitlement) hakları ile adaların sınırlandırma esnasında sahip olacakları rolün birbirlerinden ayrıldığıdır. Bu konudaki tartışma, adaların sınırlandırma sürecinde rolünün kısıtlanıp 35 Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 33. 36 Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 48. 37 Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America Journal of International Law, vol. 84, (1990), s. 837–858. 38 Karl, D.E. ‘Islands and the Delimitation of the Continental Shelf: a Framework for Analysis’, American Journal of International Law, vol. 71, (1977), s. 642–673. 122 kısıtlanamayacağından ziyade adaların belirli bir sınırlandırma esnasında ne kadar etkiye sahip olacağının belirlenmesi noktasında odaklaşmaktadır. Bir adanın sınırlandırma esnasında sahip olacağı tesir hakkaniyet prensipleri çerçevesinde değerlendirilmektedir. Sınırlandırma antlaşmalarında da adaların sınırlandırma işlemi çerçevesinde sahip olacakları tesirler hem bölgenin genel özelliklerine hem de adaların kendi sahip oldukları özelliklerine göre değişiklik göstermektedir. Sınırlandırmada sahip oldukları tesirin incelenmesi için adaların genel olarak dört farklı coğrafi konuma göre sınıflandırılır Bunlardan anakara ülkesi kıyısına yakın konumlananlara kıyı adaları denir. Bazı adalar iki devlet anakarası arasındaki eşit uzaklık çizgisi konumlanmışlardır. Yine bazı adalar başka bir devletin kıyılarına daha yakın konumlanmıştır ki bunlar da ‘yanlış taraftaki adalardır. Başka bir durum ise, adanın deniz aşırı bir konumda olmasıdır ki başka ülkenin adaları ile karşı karşıyadır. Sınırlandırmanın Akdeniz Güvenliğine Etkileri Deniz Ulaştırmasının Serbestliği Deniz ulaştırmasının deniz alanlarının sınırlandırılması ile ilgisi çok olmamakla beraber yüzeyde yapılan bir faaliyet, deniz tabanını etkilemeyecektir. Her ne kadar durum böyle olsa da deniz ulaştırmasının serbestliği birçok davada gündeme getirilmiştir. Temel şart, deniz trafiğinde, kıta sahanlığı veya münhasır ekonomik bölge sebebiyle bir kesinti olmaması hususu çok önemlidir. Bu husus esasta “Kıta sahanlığının araştırılması ve doğal kaynaklarından istifade edilmesi, ulaştırmada haksız bir kesintiye sebep olmamalıdır.” şeklinde belirtilmiş, daha sonra 1982 sözleşmesi ile “Bir kıyı ülkesinin kendi kıta sahanlığı üzerindeki haklarının uygulanması, deniz ulaştırmasını olumsuz etkilememeli ya da haksız bir kesintiye sebep olmamalıdır.” açıklaması ile teyit edilmiştir. Herhangi bir sınırlandırmada seyredilebilir rotaların dikkate alınmalıdır. Uluslararası Hukuk Komisyonu’nun karasularının sınırlandırmasıyla ilgili önerilerinde, eşit uzaklığa dayalı bir sınırlandırmada hakkaniyete ters bir durumla karşılaşılabileceğinden talveg hattının sınır olarak kullanılabilir. 123 Ulaştırma hakkı şartları, karasularının sınırlandırmasını etkileyen özel koşullar arasına dahil edilmiş; bitişik kıyılar söz konusu olduğunda ise eşit uzaklığın hakkaniyete uygun bir çözüm üretmeyeceği davalarda bahsedilmiştir. Komisyon raportörü karasularının sınırlandırması ile ilgili olsa da ulaştırmanın, kıta sahanlığı sınırlarının belirlenmesiyle ilgisinin olmadığını belirtti. bütün gemilerin genel seyir özgürlüğü ve belirli bir ülkenin seyredilebilir kanallardaki kendine özgü hakları bu düşünceyi ortay çıkarmıştır.39 Kıyı sularının sınırlandırmasında seyredilebilir kanalların gerektirdiği çıkışların dikkate alınması esas haline getirildi. 1956’da kıyı suları, karasuları kavramına dönüştü. Sonunda rağmen ulaştırma hakkı şartları kıta sahanlığının sınırlandırılmasıyla ilgili ve potansiyel bir özel şart olarak kabul edildi.40 Seyredilebilir kanallar sınırlandırmada teknik özellikleri içinde özel şartlar listesinde yer aldı ve özel şart olarak değerlendirildi.41 Manş Denizi Tahkimi’nde Fransa, Đngiltere ile arasındaki kıta sahanlığının paylaşılmasının yüzeydeki bitişik sular ve hava sahasının durumunu etkilemediğini belirtti, Cherbourg denizaltı üssünü göstererek kendi bölgesinin savunma ve güvenliğinin korunması gerektiği savunuldu.42 Tartışmalı deniz alanlarının oluşturduğu seyir rotaları sadece askeri değil aynı zamanda ekonomik soruna da yol açmaktadır.43 Manş Denizi Tahkimi haricindeki diğer davalarda ulaştırma hakkından nadiren bahsedilmiş; örneğin Maine Körfezi Davasında, Kanada ulaştırma konusunda Büyük Güney Kanalı’nın Kuzeydoğu Kanalı’ndan önemli olduğunu belirtmesine rağmen, Amerika’nın seyir yardımcılarıyla ilgilenmesi önemli olmuştur.44 Libya, Malta’nın deniz trafiğinin daha çok kuzeyde yoğun olduğunu belirterek, güneyde Libya’ya göre ulaştırma ve denizcilik çıkarının çok olmadığını belirtmiştir. Fakat Libya, ulaştırmanın 39 Evans, a.g.e., s. 179. 40 Evans, a.g.e., s. 180. 41 North Sea Continental Shelf Cases (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal Republic of Germany v.The Netherlands), 29 February 1969, ICJ Reports 1969, p. 3; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 93. 42 Delimitation of The Continental Shelf (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic), 30 June 1977; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 161. 43 Case United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic, s. 161. 44 Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine Area (Canada/United States of America), 12 October 1984, ICJ Reports, No. 67; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. 1, Grotius Publications Limited, 1992, s. 321-322. 124 bölgedeki öneminin esas husus olduğunu gösterir bir kanıt veremediği için bu husus yargılamada dikkate alınmamıştır.45 Savunma ve Güvenliğe Đlişkin Şartlar Truman Deklarasyonu kıta sahanlığı rejiminin belirlenmesinde dört esas belirtmiştir. En önemlisi ise; “kendini koruma, kıyı ülkesinin kaynaklarını kontrol edebilmesi ve kullanabilmesi için, doğal olarak kendi kıyılarının açıklarındaki faaliyetleri yakından takip etmesini gerektirmektedir” esasıdır. Diğer ülkeler tarafından icra edilen faaliyetleri düzenlemek kendini savunma gibi nedenlerden dolayı, bunun kıta sahanlığı tarihinin ilk yıllarında çok sık uygulandığı iddia edilemez. Yine de yakın zamanda, ilgili şartların geniş açıdan yorumlanmasıyla, ilgili şartlar oluşmuştur. Truman Deklerasyonundaki bu ifadeden iki fikir yorumlanmıştır. Đlki başlıca askeri açıdan, savunma ve güvenlik; ikincisi ise kıyı ülkesiyle, onun deniz alanları arasındaki ilişkisini vurgulayan yorumdur. Şu anki uygulamalar daha dar olan savunma ve güvenlik konularını esas almış; yine de bu esas, açık menfaatlerde uygulamada yer bulmaktadırlar. Maine Körfezi Davası’nda bölgedeki savunma şartlarından ziyade, ABD bölgedeki savunma ihtiyacının esas şart oluşturduğunu iddia etti. Bu davada ilgili şartlar belirtilirken; seyir, denizde güvenlik, kirlilik ve savunmayla ilgili düzenlemelere dikkat edilmiştir. Ayrıca ABD’nin II. Dünya Savaşı’nda Maine Körfezi bölgesinin savunmasında elde etmiş olduğu harekât sorumluluk da hesaba katılmıştır.46 Kanada, hem prensip olarak sınırlandırmayla ilgisiz olduklarını hem de bölgedeki önceki faaliyetlerin, iddiaları destekleyecek herhangi bir durumu olmadığını belirterek ABD’nin iddialarını reddetmiştir.47 Sonuçta Divan, “Ortak savunma düzenlemeleri politik özelliklerin geçerli şartlarının uygulanmasını gerektirmektedir” şartını esas alarak, coğrafi şartların oluşturacağı sınır savunmayla ilgili değildir ve tarafların kendi savunma faaliyetleri şart olarak hesaba katılamaz kararını almıştır.48 Bu husus Libya/Malta davasında taraflarca dile getirilmiştir. Libya’ya göre; Libya’nın kuzeyindeki daha güçlü güvenlik sebeplerinden dolayı Malta’nın temel güvenlik şartları kuzeyliydi. 45 Evans, a.g.e., s. 181. 46 Levi E. Clain, “Gulf of Maine-A Dissappointing First in the Delimitation of a single Maritime Boundry”, VJIL, Vol. 25:3, 1985, s. 521-619. 47 Clain, a.g.e., s. 553. 48 Case Canada/United States of America, s. 553. 125 Malta, güvenlik ihtiyaçlarının Libya’dan az olmadığını belirterek, eşit uzaklık metodunun mantıklı olacağını ve bir ülkenin güvenlik düşüncesinin mesafenin belirlenmesiyle etkili olduğunu savundu. Divan Libya’nın güvenlik şartlarının davayla olan ilişkisini reddetmiş; Libya ise, güvenlik şartlarının bu davayla ilgili olmadığını ve kıta sahanlığı ve ulusal güvenlik şartlarını bir yere kadar ilgili şart olarak kabul ettiğini belirtmiştir.Divan, belirlenecek sınır çizgisinin iki tarafın da kıyılarına çok yakın olmaması nedeniyle güvenlik tartışmalarının bu davada hayati bir öneme sahip olmadığını belirtmesine rağmen, güvenlik ihtiyaçlarının ilgili şart olduğunu kabul etti.49 Doğal Kaynakların Varlığı Doğal kaynakların varlığı bir sınırlandırmada çok önemlidir. Örneğin, problem petrol ve doğalgaz kaynaklarının kullanımı, her zaman için tarafların bildiği ama bu faktörün davaya düzgün şekilde yansıtılması için hazırlık yapılmamaktadır. Tunus/Libya Davasında Libya; bölgedeki petrol alanlarının varlığının potansiyel bir şart olduğunu öne sürmüş, Divan nispi ekonomik faktörleri reddederek sınırlandırılacak bölgede petrol kuyularını bütün ilgili şartların değerlendirilmesi aşamasında hesaba katılabilir olduğunu ifade etmiştir.50 Libya/Malta Davası, “Sınırlandırılacak kıta sahanlığındaki tespit edilebilir doğal kaynaklar, sınırlandırmada hesaba katılmasının mantıklı olduğu bir ilgili şart oluşturabilir. Bu kaynaklar tarafların deniz yatağı ile ilgili iddialarında dikkate alınmalıdır” ifadesi ile Kuzey Denizi davalarını bu şartta onayladı. Sonuçta doğal kaynakların potansiyel ilişkisi ortaya çıkmış; ancak bu durum, iddiaların nispi ekonomik güçten ayrılmaması sebebiyle devamlılığını sürdürememiştir. Başka Ülkelerin Kıyı Uzantılarına Tecavüz Etmeme veya Kesmeme Tunus/Libya Davası’nda, Tunus kendi şartlarına potansiyel kesme etkisini dâhil etmiş; Divan bu durumu “Buradaki kesme etkisi, eşit uzaklık gibi geometrik bir sınırlandırma metodunun uygulanmasıyla belirlenen sınır hattının Libya’nın kendisinin belirttiği bir uç noktadan çizilmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bu hattın henüz Divan tarafından kabul edilmediği gibi, eşit uzaklık metodu da bu 49 Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 42. 50 Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 77. 126 davada uygulanabilir değildir. Böylece kesme etkisi bir ilgili şart değildir.”51 ifadesi ile reddetmiştir. Divan burada kesme etkisinin ilgisini, metot nedeniyle geçersiz kılmıştır. Kesme etkisi, tarafların coğrafi ilişkilerinden kaynaklanmasından dolayı, metodun seçiminde potansiyel kesme etkisi değerlendirilmelidir. Kesme etkisi, bir coğrafyada bir metodun uygulanması, uygulama sonucu o metodun niçin uygulanamadığının sebebidir. Hakkaniyet esaslı bir sınırlandırma, iki ülkeyi de kendi kıyı hattının önünde bırakmakta ve uygulanabilir metodun seçimini etkileyen içbükey alan, kesme etkisine neden olmaktadır. Başka ülkelerin kıyı uzantılarını kesmeme coğrafi alan resminin değerlendirilmesidir. Sınırlandırma hattına, sadece kıyı uzantılarına tecavüz etmeme/kesmeme şeklini belirtilen bir çizgi olarak bakılırsa, hakkaniyet sağlayacak olan diğer faktörlere bir rol tanınmamış olacaktır. Sonuçta bu ilkeler, adaların durumu dâhil olmak üzere, ilgili şartlara ne dereceye kadar etki tanınacağını belirleyen ilkelerdir. Orantılılık veya Hakkaniyete Uygunluğun Test Edilmesi Hakkaniyete uygun bir sınırlandırmaya varılması maksadıyla; her ne kadar coğrafya temel şart olarak sınırlandırma işleminde yer alsa da diğer şartlar da sınırlandırma hattı üzerinde coğrafya kadar olmasa da kısmi etkiler sağlamaktadır. Ancak, bu şartların birbirine oranla etkilerinin ne olacağı belirlenmiş değildir. Yargı kararlarında bu konuları düzenleyen bazı usuller belirlenmiştir. Örneğin orantılılık, sınırlandırılan alanların kıyı uzunluklarına göre orantısının incelenmesi ve sınırlandırmanın bu orantıdan etkilenmesini belirtir. Sınırlandırmada iki devletin kıyı uzunlukları arasındaki oran ile bu ülkelerin kıta sahanlıkları/münhasır ekonomik bölge alanları arasındaki oranın birbirine yakın olmasıdır. Ayrıca sonuçlanan sınırlandırmanın hakkaniyete uygunluğunu test eden bir kontrol aşamasıdır.52 51 Case Libyan Arab Jamahiriya/Malta, s. 62. 52 Yoshifumi Tanaka, “Reflections on the Concept of Proportionality in the Law of Maritime Delimitation”, The International Journal of Marine and Coastal Law, Vol. 16, No. 3, 2001, s. 434. 127 Orantılılığın hakkaniyete uygunluğun kontrol aşaması haline gelmesi Tunus/Libya Davası ile olmuştur. Hakkaniyete uygun sınırlandırma testi kıyı uzunluklarının ölçümü yapılarak, kıta sahanlığı alanlarının çıkan orana denkleştirilmesi ile kontrol edilmiştir.53 Akdeniz Güvenliği Akdeniz’ de yakın gelecekte ortaya çıkacağı düşünülen sorunları şunlardır: 1. Deniz Alanlarının Sınırlandırması, 2. Sahildar Devletlerin ve Yönetimlerin Bölgeye Đlişkin Tek Taraflı Fiîli Uygulamaları, 3. Emniyet, 4. Kültür Varlıkları, 5. Çevre, 6. Arama-Kurtarma, 7. Gemi Seyrüsefer Güvenliği ve Serbestîsi Akdeniz devletlerinden Türkiye, Suriye, Libya ve Đsrail 1982 BMDHS’yi taraf imzalamamışlardır. Bu sebeple uluslararası hukuka göre, BMDHS’nin örf ve âdet hukuku niteliği taşımayan Hâlihazırda, hükümlerinin Akdeniz’e Akdeniz kıyısı uyuşmazlıklarına olan devletlerin uygulanabilmesinin mutabık kaldığı mümkün herhangi bir değildir. antlaşma bulunmamaktadır. Bölge ülkeleri ikili anlaşmalar ile kendi aralarında Kıta Sahanlığı ve MEB sınırlandırma işlemlerine gitmektedirler. Bu kapsamda son dönemde GKRY’nin, Lübnan ve Mısır ile iş birliğine giderek, Kıbrıs’ın tümünü temsil etme savıyla, günümüze kadar Doğu Akdeniz’de henüz belirlenmemiş Kıta Sahanlığı ile MEB’i sahiplenmeye yönelik anlaşmalar yapmıştır. Akdeniz’in bir kolu olan Adriyatik Denizi’nde; devletlerin ikili ve çok taraflı düzeyde Kara Suları ve Kıta Sahanlığının tespitini gerçekleştirmiş oldukları antlaşmalar ile deniz alanlarının sınırlandırmasına ilişkin herhangi bir sorun bulunmamaktadır. 53 Tanaka, a.g.m., s. 441-442. 128 Ege Denizi’nin karmaşık coğrafî yapısı, Türkiye ve Yunanistan’ı karşı karşıya bırakmaktadır. Yunanistan’ın Türkiye’nin savlarını göz ardı etmesi sebebiyle Ege’de Kara suları ve Kıta Sahanlığının sınırlandırması, en büyük sorun haline gelmiştir. Türkiye, Ege’nin iki ülkenin ortak denizi olduğunu ve çıkarlardan vazgeçilmeyeceğini belirtmiştir. Akdeniz sahnesinde, dünya sahnesinde yer almak isteyen her devletin yer almak istediğini görmekteyiz. Bu isteğe sahip, sahili olan olmayan, tüm devletlerin deniz kuvvetleri unsurları ve diğer NATO’nun destekleyici görev kuvvetleri bu bölgeyi yalnız bırakmamaktadır. Akdeniz’e kıyısı olmayan diğer güçlerde Akdeniz’de bulunmaktadır. Suriye ile Türkiye arasındaki deniz yan sınırı sorunu çözülememiş, Suriye daha önce 35 mil olarak ilân ettiği kara suları sınırını, 1982 BMDHS ışığında 12 mile çekmiştir. Đsrail, NATO’nun Akdeniz Diyalogu üyesidir ve denizlerde daha etkin olmak için ticaret ve turizm maksatlarıyla GKRY ile işbirliğine yönelmiştir. Mısır, Doğu Akdeniz’de bölgesel güç olma isteği ile mümkün olduğunca geniş bir bölgeyi kontrol etmek istemektedir. Akdeniz’de deniz alanlarında yürütülen her türlü faaliyet bölgeyi sahiplenmenin adeta bir ifadesi haline gelmiştir. Bu sebeple deniz alanlarında yapılan askeri tatbikatlar önem arz etmektedir. Ancak hala paylaşım sürecinde olan ve aidiyeti tartışmalı deniz alanlarını teşkil eden Akdeniz’in, gerek güvenlik açısından gerek petrol yatakları gibi diğer deniz kaynaklarından dolayı büyük öneme sahip olduğundan deniz sınırlarının belirlenmesi büyük önem teşkil etmektedir. Ülkelerin kara sınırlarını kontrol etmelerine rağmen kıyılarında etkili kontrol sistemleri kuramamaları, uluslararası deniz hukukunun denizlerde etkili bir denetime imkân vermemesi ve deniz alanlarının sınırlandırılmasında ülkelerin yaşadığı anlaşmazlık yasa dışı göçün büyük ölçüde deniz yolunu tercih etmesine yol açmıştır. Deniz kazalarının sonucunda kazazedelerin kurtarılması, gemi personeline en kısa sürede ulaşılması kıyı devletinin önemli yükümlülükleri arasında bulunmaktadır. Deniz alanlarının sınırlandırılmasındaki tartışmalı bölgelerde oluşan deniz kazalarındaki personelin ve geminin kurtarılması kıyıdaş ülkeler arasında zaman zaman sorun olmaktadır. Zira Deniz alanlarının sınırlandırılmasındaki tartışmalı bölgelerde personelin ve geminin kurtarılmasını sağlayan ülke, müdahale ettiği kaza sahasının kendi egemenlik alanı olduğunun kanıtı olarak görmektedir. Bu sularda oluşan deniz kazalarına tek bir ülke tarafından müdahale edilmesi, diğer kıyıdaş ülkelerin gecikmesi veya müdahale etmemesi gelecekte o bölgede deniz alanlarının belirlenmesinde müdahaleyi yapan ülke lehine önemli bir kanıt oluşturabilecektir. Benzer şekilde aidiyeti belirsiz adalarda ve sularda seyir güvenliğinin sağlanması açısından fenerler ve seyir yardımcıları oluşturan devlet, bu su alanlarını gelecekte sahiplenebilir. Bu tür açıklıklar, kıyı ülkeleri arasındaki çatışma potansiyelini arttırmaktadır. 129 Akdeniz, Orta Doğu ve Hazar Bölgesi enerji merkezleri ile bu merkezlere ilişkin boru hatlarını kontrol etmektedir. Bölge, Orta Doğu’da ortaya çıkmış kriz ve çatışmalarda önemli roller oynamıştır. Örneğin ABD, 1980’li yılların ilk yarısında yaşanan kanlı Lübnan olayları sırasında, bu ülkedeki vatandaşlarını Kıbrıs üzerinden tahliye etmiş; Körfez Savaşları’nda Đngiltere ve ABD, Irak’a yaptıkları hava saldırılarında Kıbrıs’ı kullanmıştır. Temmuz 2006’da Đsrail’in Lübnan’a saldırmış, Fransa’nın 01 Mart 2007’de Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ile Baf kentinde bulunan hava üssünün kullanımını da içeren askerî iş birliği anlaşması imzalamış, Arap Baharı ile gerçekleşen Libya olaylarında kontrol deniz yolu ile sağlanmış ve NATO varlığını çok etkili biçimde kullanarak güvenliği tesis etmiştir. Tüm bunlar, Orta Doğu’da dengelerin değişmeye yüz tuttuğu bu dönemde, Akdeniz’in Orta Doğu’ya hâkimiyet ve istikrarda ne kadar önemli rol oynadığının bir göstergesidir. Özellikle 11 Eylül 2001 terör olaylarından sonra devletler deniz alanlarını, asimetrik tehditlere karşı bir güvenlik çemberi olarak görmüşler ve bu deniz alanlarında hatta açık denizlerde dahi deniz güvenliğine ilişkin birçok tedbir almak ihtiyacı hissetmişlerdir. Bu kapsamda, 11 Eylül terör saldırıları sonrasında denizde denetim harekâtı uygulamaları başlatılmış; ancak daha önce Birinci Körfez Savaşı ve Adriyatik’te icra edilen “Sharp Guard” abluka harekâtı ile ortaya çıkan, açık denizlerde “seyir serbestîsi” çatışması yinelenmiştir. Bu çok karmaşık güvenlik/serbestlik yapıda daha önce, Đran-Irak savaşı esnasında ABD’nin, bayrağı altındaki gemilerin açık denizlerde Đran tarafından harp kaçağı malzeme kontrolü maksadıyla aranmasına müsaade ettiği de görülmüştür.54 SONUÇ Akdeniz’deki deniz alanlarının sınırlandırılmasında Ege Denizi’nde uygulanan formül kullanılmıştır. Đlgili devletlerin kıyıları tespit edilmiş; azami erişim hakkı, kıyıların uzantılarına tecavüz edilmemesi ve deniz ulaştırması hakkı ilgili şart olarak görülmüştür. Deniz alanlarının sınırlandırılmasında yargı kararlarının son noktadaki durumu, sınırlandırma kurallarının Akdeniz’de hakkaniyet ilkelerine göre bir sınırlandırmayı planladığını göstermektedir. Hakkaniyet ilkelerine göre geçici eşit uzaklık hatlarının oluşturulmasının hakkaniyete uygun bir sınırlandırmayı sergilediği görülmektedir. Uluslararası yargı kararlarının üzerinde durulma sebebi, sınırlandırma hukukuna kaynak olmaları ve sınırlandırma hukukuna kazandırdıklarıdır Her sınırlandırma sorununda politik yönün ağır bastığı ve eşit çözüm bulunamadığı düşünülmektedir. Devletlerin sınırlandırma sorununu görüşmelerde sadece hukuki yönden değil; diğer 54 Jon M. V. Dyke; “The Disappearing Right to Navigational Freedom In The Exclusive Economic Zone”, 2004, University of Hawaii at Manoa, Hawaii-USA. 130 sorunlarla birlikte ele alacakları çok nettir. Ancak, hukuki gerekçelerin, uluslararası sınırlandırma hukuku ilke ve kurallarına göre alınacağı unutulmamalıdır. Akdeniz; deniz trafik yolları, enerji koridorunun merkezinde yer alması sebebiyle, dünya ticareti için hayati öneme sahiptir. Bu nedenle, Akdeniz’i kontrol etmek kadar bu coğrafyanın kıyısı olmayan devletlerin kontrolüne girmesinin beraberinde getireceği dengeleri de göz önünde tutmak gerekir. Akdeniz’in bu jeostrateik durumu, onu, birçok asimetrik risk ve tehdide karşı hassas bir bölge niteliğine büründürmüştür. Bölgede yaşanan son gelişmeler Doğu Akdeniz’de güvenliği ortaya çıkarmaktadır. Akdeniz’deki deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında, “deniz sınırlarının tek taraflı olarak saptanamayacağı ve yapılacak sınırlandırmanın hakkaniyete uygun bir sonuca ulaşmak üzere gerçekleştirilmesi gerektiği” ilkesi benimsenmelidir. Akdeniz’in yarı kapalı deniz statüsünde olması, yapılacak sınırlandırmada bölgenin niteliğine uygun olarak özel kuralların uygulanmasını gerektirdiği için oldukça önemlidir. Özellikle, Karadeniz ve Hazar bölgesinde üretilen petrolün boru hatları aracılığıyla dünya piyasalarına taşınması, Akdeniz’in deniz emniyet ve güvenliğini ön plana çıkarmaktadır. Bu sebeple bir an evvel, Akdeniz’de deniz yetki alanlarını belirlemeli ve etkin ve önleyici güvenlik kurallar oluşturulmalıdır. Akdeniz’de deniz alanlarının sınırlandırılması sorunu tüm devletlerin ulusal güvenliğini tehdit etmekte ve her geçen gün bu konuda yeni çalışmaların yapılmasını gerektirmektedir. Bu çalışmalarda; denizlere yönelik olarak güçlü teknolojilerin, bilimsel araştırmaların ve arama kurtarma faaliyetlerinin geliştirilmesi ile desteklenerek, siyasi, ekonomik ve hukuksal stratejiler belirlenmelidir. Zira, Akdeniz devletlerinin birçoğunun deniz sınırları en az kara sınırları kadar büyük önem arz etmektedir. Egemenliği belirlenmeyen alanlara ilişkin sorunlar ve bu konularda kıyı ülkelerin yaptığı girişimler güncelliğini korumaya devam etmektedir. Bugün başlayan ve gelecek On yılda devam edecek olan bölgedeki etkili devletlerin yönetim şekillerindeki değişim, bölgedeki kriz yayını değişim yayına çevirebilir. Bu kapsamda olağandışı ve hızlı gelişmeler göz ardı edilmemelidir. Karadeniz, Kızıldeniz ve Körfez’de güvenlik konsepti Akdeniz’le daha çok ilişkili hale gelmesi muhtemeldir. Gelecek on yılda Akdeniz’in güvenliğine yeni tehditler oluşturabilecek nükleer santraller ortaya çıkabilecektir. Bu sebeple NATO ve AB Akdeniz için yeni güvenlik antlaşmaları oluşturacak, işlevsel alanlarda işbirliği için girişimler artacaktır. 131 Sonuç olarak Akdeniz güvenliği Orta Doğu konularında olduğu gibi küreselleşmiştir. Bölgesel güvenliği doğrudan etkileyen aktörlerin sayısı geçmişe oranla artmıştır. Geçmişte Rusya ve ABD ön plandayken; bugün enerji, yatırımlar, askeri ve teknoloji transferleri ile Çin, Hindistan gibi unsurlar da bu bölgeye dâhil olmuşlardır. KAYNAKÇA • Lucius Caflish, “Maritime Boundaries, Delimitation”, EPIL, Vol. 11, (Law of the Sea-Air and Space), s. 212. • Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America Journal of International Law , vol. 84, (1990), s. 837–858. • Ferit Hakan Baykal, Deniz Hukuku Çalışmaları, Alfa Basım Yayım Dağıtım, Đstanbul, 1998, s. 115. • Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint Pierre ve Miquelon Davaları”, Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı:1-3, s. 563. • Hüseyin Pazarcı, Uluslararası Hukuk Dersleri, I. Kitap, Turhan Kitabevi, Ankara, 1999, s. 240. • Yoshifumi Tanaka, “Reflections on Maritime Delimitation in the Cameroon/Nigeria Case”, ICLQ, Vol.53, April 2004, s. 369. • Kurumahmut, A. “Ege’de Egemenliği Tartışmalı Adalar Sorunun Ortaya Çıkışı”, Ege’de Temel Sorun, Egemenliği Tartışmalı Adalar, (Kurumahmut, A. ed.), Ankara 1998, s. 4. • Yücel, A. “Doğu Akdeniz’de Deniz Alanlarının Sınırlandırılması ve Türkiye” konulu tebliği, Deniz Hukuku Sempozyumu, 21-22 Haziran 2004, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Ankara, s. 3. • Aslan Gündüz, The Concept of the Continental Shelf in Its Historical Evolution (With Special Emphasis on Entitlement), Marmara Üniversitesi Avrupa Topluluğu Enstitüsü Yayını, Đstanbul, 1990, s.24-25 • Sang-Myon Rhee, “Sea Boundary Delimitation Between States Before World War II”, AJIL, Vol.76, No.3, July 1982, s. 555-588 • S.P.Jagota, Maritime Boundary, Martinus Nijhoff Publishers, Dordrecht, 1985, s. 49-57. • Francisco Orrego Vicuña, The Exclusive Economic Zone Regime and Legal Nature Under International Law, Cambridge University Press, Cambridge, 1989, s.190. • Sertaç Hami Başeren, “Münhasır Ekonomik Bölge Kıta Sahanlığının Kavramsal Yapısını Etkileyen Bir Kurum Değildir”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, 1995/1, s. 31. 132 • John R. Stevenson ve Bernard H. Oxman, “The Third United Nations Conference on The Law of The Sea: The 1975 Ceneva Session”, AJIL, Vol. 69, 1975, s. 780 • Malcolm D. Evans, Relevant Circumstances and Maritime Delimitation, Clarendon Press, London, 1989, s. 29. • Esen Arpat, “Ege Denizi Uyuşmazlığının Birleşmiş Milletler Deniz Yasasının Kıta Sahanlığı Tanımlamasına ve Kıta Sahanlığı ve Özgül Ekonomik Bölge Sınırlandırmasına Đlişkin Yaklaşımları Bakımından Đrdelenmesi”, Yayımlanmamış Özel Rapor, Mart 1997, s. 10. • Aslan Gündüz, “Kıta Sahanlığı Konusunda Yeni Gelişmeler: Grönland – Jan Mayen ve Saint Pierre ve Miquelon Davaları”, Hukuk Araştırmaları, Cilt 8, Sayı: 1-3, s. 576. • Shigeru Oda, “Exclusive Economic Zone”, Encyclopedia of Public International Law, Vol. 11(Law of The Sea Air and Space), s. 107. • Marshall Sonenshine, “Law of the Sea: Delimitation of the Tunisia-Libya Continental Shelf”, Harward International Law Journal, Vol. 24, 1983, s. 225-236; Karin Oellers-Frahm, “Continental Shelf Case (Tunisia/Libyan Arab Jamahiriya)”, EPIL, Vol. 11 (Law of the SeaAir and Space), s. 94-99. • Case Concerning the Continental Shelf (Tunisia v. Libyan Arab Jamahiriya), 24 February 1982, ICJ 1982, No. 63; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, • Hüseyin Pazarcı, “Uluslararası Adalet Divanı’nın Tunus-Libya Kıta Sahanlığı Uyuşmazlığına Đlişkin 24 Şubat 1982 Tarihli Kararı”, Milletlerarası Hukuk ve Milletlerarası Özel Hukuk Bülteni, Đstanbul Üniversitesi, Sayı 2, 1982, s. 42-46. • Case Concerning The Continental Shelf (Libyan Arab Jamahiriya/Malta), 3 June 1985, ICJ Reports, No.68; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. II, Grotius Publications Limited, 1992, s. 16-17 • Nelson, L.D.M. ‘The Role of Equity in the Delimitation of Maritime Boundaries’, America Journal of International Law, vol. 84, (1990), s. 837–858. • Karl, D.E. ‘Islands and the Delimitation of the Continental Shelf: a Framework for Analysis’, American Journal of International Law, vol. 71, (1977), s. 642–673. • North Sea Continental Shelf Cases (Federal Republic of Germany v. Denmark; Federal Republic of Germany v.The Netherlands), 29 February 1969, ICJ Reports 1969, p. 3; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 93. 133 • Delimitation of The Continental Shelf (United Kingdom of Great Britain and Northern Ireland and The French Republic), 30 June 1977; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. I, Grotius Publications Limited, Cambridge, 1992, s. 161. • Case Concerning Delimitation of the Maritime Boundary in the Gulf of Maine Area (Canada/United States of America), 12 October 1984, ICJ Reports, No. 67; International Boundary Cases: The Continental Shelf, Vol. 1, Grotius Publications Limited, 1992, s. 321322. • Levi E. Clain, “Gulf of Maine-A Dissappointing First in the Delimitation of a single Maritime Boundry”, VJIL, Vol. 25:3, 1985, s. 521-619. • Yoshifumi Tanaka, “Reflections on the Concept of Proportionality in the Law of Maritime Delimitation”, The International Journal of Marine and Coastal Law, Vol. 16, No. 3, 2001, s. 434. • Jon M. V. Dyke; “The Disappearing Right to Navigational Freedom In The Exclusive Economic Zone”, 2004, University of Hawaii at Manoa, Hawaii-USA. 134 KÖKTENCĐLĐK VE ĐTHAL MODERNĐTENĐN ARAP BAHARINA ETKĐSĐ Abbas Karaağaçlı∗ Otoriter yönetimlerin sonunu getiren Arap Dünyasındaki toplumsal ve siyasal değişimlerin boyutunu göz önüne aldığımızda derinliğini anlamak ve kavramak için geniş çaplı tarihsel araştırmalar yapma ihtiyacın ortaya çıktığı hâsıl olmaktadır. Toplumsal hareketliliğin dinamik gücünü oluşturan halk yığınların eylemleri sürekli ve yaygın hale gelmiştir. Sokağa inen, meydanları dolduran, uygulanan bütün şiddet ve baskılara rağmen kitlelerin eylemleri güç ve otorite karşısında var olma savaşını sürdürmektedir. Burada bireyler yabancı güçlerin varlığına isyandan daha fazlasını uzun yıllardan beri elit yönetici zümresi ve çevreleri tarafından maruz kaldıkları horlanma, aşağılanma ve ayaklar altına alınarak yerle bir edilen haklarının, hukuklarının ve ezilen onurlarının peşindedirler. Aynı hedef ve amaçlarla meydanları dolduran bu kararlı ve genelde örgütsüz halk yığınlarını bir araya getiren temel dürtü nedir? Kuşkusuz pek çok etken ve sebep bulabiliriz. Birbirlerinden farklı ve birbirleriyle girift ilişkilere sahip iki bakış tarzı ortaya koyulmaktadır. Kimi yorumlar kitlesel psikolojiyi öne çıkarırken, diğer taraf bireyi mercek altına alarak toplumsal hareketliliğin nedenlerini açıklamaya çalışmaktadır. Kanımca her iki yaklaşımı göz önünde tutarak yaygın sömürgecilik tarihi süresince bu toplumların maruz kaldıkları aşırı baskı ve ithal modernite girişimleri sonucunda öz benlik ve kültürlerinden uzaklaştırılarak belli bir kalıba sokulmak istendikleri, bu gibi klişe ve kalıplara yönelik halk tepkileri yansıma şeklinde tecelli etmektedir. Doğal olarak bu durumun meydana gelmesinin uygulayıcısı ve sembolü olarak gördükleri yöneticilere yönlenmiştir. Bu durum yoksulluğa, yolsuzluğa ve iktidar nimetlerinden pay alamama ve ortak alma isyanların itici gücü olmuştur. Köktencilik sosyal bilimlerin belirsiz kavramlarından biri olarak özelikle 11 Eylül saldırılarından sonra dünya gündemine oturmuş bir kavramdır. Günümüzde batılı devletlerin milli güvenlik ve dış politika doktrinlerinde ciddi tehlike olarak değerlendirilmekte ve bu tehlike ile mücadele etme gerekliliği tezi ileri sürülmektedir. Batılı devletler Orta Doğuyu kökten dinciliğin merkezi ve kaynağı olarak görmekte ve köktencilerin batılı değerlerle uyum sağlayamadığından tehlike arz ettiğini üstelik kökten dinciliği terörist eylemlerle ilişkilendirerek bütün Đslami düşünceye sahip kişi ve örgütleri terörist veya Yrd. Doç.Dr.BĐLGESAM Orta Asya Araştırmaları Enstitüsü Direktörü; Giresun Üniversitesi ĐĐBF Öğretim Üyesi (e postakara_agacli@yahoo.com, GSM: 0541 9250644) ∗ 135 terörizme yatkın olarak nitelemektedirler. Köktenciliği böyle değerlendiren batılılar orta doğu ile ilgilenmekte ve bütün olanakları ve güçleri ile orta doğuya yerleşmeye karar vermişlerdir. Gerçek olan şudur ki orta doğu halklarının kahir ekseriyeti Müslüman’dır. Ve Đslami kural ve değerler onarın siyasi toplumsal ve yaşamsal rehberi konumundadır. Batıda ise her türlü Đslam’a yöneliş ve Đslami yaşam tarzı toplumsal ve siyasal hayatta Đslamcı damgasını vurulmasına tehlikeli hatta terörist muamelesi görülmeye yetmektedir. Köktencilik kelimesi Latin kaynaklı fundamental kelimesinde gelmektedir. Bu terim ilk olarak 1920’li yıllarda Hıristiyan aşırı gurupları tanıtmak için kullanılmıştır. Bu Hıristiyan guruplar Đncil kitabında Ortodokslar için ön görülen geleneksel yaşam biçimi ve kuralların uygulanması taraftarı olarak ortaya çıkmışlarıdır. Köktencilik Hıristiyanlık tarihinde çoğunlukla Katolik ve Ortodokslar arasında ortaya cıkmış Protestanlar tarafından ise eskiye merak ve dönüş eğilimi olarak değerlendirilmiştir. Kökten dincilik kavramına zamanla gelenekçilik, gericilik hatta mültecilik (irtica yanlısı) olarak da değerlendirilmiştir. Köktenciler toplumsal ahlaki değerlerde gelenekçi ideolojik havzada ise gerici eğilimli olanlar olarak nitelenmişlerdir. Kökten dinciliğin yeni şekli ile kullanımını ilk kez 1956 Süveyş kanalı krizi sırasında ABD’nin dönemin dış işleri bakanı John FOSTER DULLES tarafından kullanılmıştır. Bu çıkış o tarihlerde batılıların tedirgin olmasını getirmiştir. Daha sonra 1960 yılında ünlü Amerikalı düşünür Harry GRIP bu kavramı gündeme getirmiştir. 1979 Đran Đslam devrimi ile birlikte bu devrimin diğer Müslüman kitleleri üzerindeki etkisi çerçevesinde yaygın olarak kullanılmaya başlamıştır. Özellikle bu tarihten sonra başta ABD olmak üzere batılı haber ajansları, haber ve yorumlarında, gazeteci ve yazarlar kitap ve makalelerinde, siyasiler ve bütün kitle iletişim araçlarında Đslami hareketleri, grupları ve eylemleri şiddet içermese bile: aşırı Müslümanlar, terörist Müslümanlar, radikal Đslamcılar, mücadeleci Müslümanlar ve benzeri sıfatlarla nitelendirmişlerdir. Batılılar Đslami hareketleri, kişi, kuruluş, parti, dernek, encümen, birlik ve benzeri teşekkürleri birbirlerinden ayırt etmeksizin kategorize etmekte ve hepsine toptan köktenci damgasını vurarak kendi emperyal ve sömürgeci ve çıkarcı amaçları için zemin ve ortam hazırlamaktadırlar. Kuşkusuz bütün batılı devletlerin aynı şevk ve heyecanla ABD’nin arkasından Müslümanlara yönelik başlatılan haçlı seferlerde yer almaları bunun bariz göstergesidir. Örnek olarak Irak’ın ve Afganistan’ın askeri işgali sürecini göz önünde tutarsak bütün batılı devletlerin fiilen bu harekâtın içinde bu kapsamlı işgal harekâtının içinde yer aldıklarını şahit olacağız. Batılı devletlerin hatta düşünürlerin hiçbir fark gözetmeksizin Đslami hareketleri ve gurupları aynı kategoride değerlendirmesine batının kimi aydın ve teorisyeni tarafından da değinilmiştir. Siyaset kuramcı Jil CPEAL’e göre: batılı sosyologlar ve siyasiler köktencilik hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadıklarından yanlış değerlendirme yapmaktadırlar. Ona göre bu yanlış değerlendirme 1990’lı yıllarda Afganistan da Taliban’ın iktidara gelmesi Đran’da Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve Türkiye’de Necmettin Erbakan başkanlığındaki Refah Partisi’nin 136 iktidara gelmesinin batılılarca aynı kategoride değerlendirilmeye tabi tutulması ve bir kapsamda değerlendirilmesi yanlışını beraberinde getirmiştir.1 Çeşitli batılı düşünce kuruluşları Đslam dünyasında meydana gelen toplumsal hareketliliği olayları eylemleri hatta iktidar değişikliğine giden halk hareketlerini ön görememekte tespit ve değerlendirmelerini yanlış eksik yetersiz bilgilere dayandırdıklarından öngörülerinin de yanlış olduğu ortaya çıkmaktadır. Kim ne derse desin daha bundan iki sene önce hiçbir batılı gözlemci, düşünce kuruluşu veya siyasi Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da meydana gelen toplumsal hareketliliği ve yönetim değişikliklerinin ön görememiştir. Đki üç veya beş sene önce ki Orta Doğu değerlendirilmelerinde batının ve yanı sıra bütün işin doğasına rağmen Đsrail’in en büyük müttefiki olan Hüsnü Mübarek yönetiminin bir halk hareketi ile devrileceği ön görülmemiştir. Açıkçası batılı kaynaklar Mübarekten sonra oğlu Cemal Mübarek’in iktidara geleceğinden hiç kuşku duymamaktaydılar. ABD’nin Đsrail’den sonra bölgede ki en büyük müttefiki ve ABD yardımlarından en büyük payı alan Mısır da ki mübarek yönetiminin ne denli kırılgan olduğu aynı Đran da ki Muhammed Rıza Şah Pehlevi yönetimi gibi birkaç ay direndikten sonra kitlesel halk hareketinin önünde duramayacağı gerçeğini ön görememişlerdir. Yine batılı düşünürlerden Robin Wright batılı siyasilerin Đslami hareketlere yönelik yaklaşımlarını eleştirirken şöyle demektedir: Đslami köktencilikle muhalefet eden batılıların siyasetlerinin temel nedeni bu hareketlerin düşünsel temel boyutunu anlamamaktan kaynaklanmaktadır.2 Đslami köktenciliğin düşüncesinin temeli Đslami değerlerin yüceltilmesi ve Đslami devletlerin ilerlemesini sağlarken geçmişteki Đslam medeniyetinin elde ettiği başarıları öne çıkarırken günümüzdeki doğulu ve batılı değerlerden faydalanmamaktır. Başka bir deyim ile bu düşünce tarzında kökleri geçmişin dinsel inançlarına dayanarak siyasal sahada kaynak olarak kullanılmasıdır. Bu hususta Đran asıllı ünlü düşünür Shireen T. Hunter şöyle demektedir: Köktencilik yasaların orijinalini kullanmaktır. Açıkçası Đslami kökten dinciler çok temelci düşünceye sahiptirler. Đslami kökten dincilerin düşüncesinin en temel özelliği hatta onun tehditkâr oluşunun temel nedeni Đslam’dan siyasi ve ideolojik sahada faydalanmak ve yararlanmak niteliğidir.3 Đslami Kökten dinciler Đslam’ın temeline dönüş yapmayı planlayıp ön görürken Đslami düşünce ve yaşayış şeklini günümüze de uyarlamaya, toplumsal ve siyasal yaşamda da kullanmaya ve uyumunu sağlamayı hedeflemektedirler. Đslami düşünürlere göre Đslam bir din olmaktan öteye toplumu topluma intizam getirecek genel bir kurallar ve düşünce bütünüdür. Bu düşünce tarzına göre siyaset kurumu Đslami idare şeklinin bir yönü olarak iç ve dış politika sahalarında aktif bir şekilde 1 Machel Gardaz, “The Rise and Fall of Political Islam” at: http:// www.dx.doi.org. / 10,1016/ s0048- 712x (30)0034-4 (2003/5/12). 2 Rabin Rigyt, Allah Yolunda Mücadele Eden Şiiler, Çev. Ali Andişe, Komes Yayınları, 1993, s. 11. 3 Shirin T. Hunter, “Islam Fundamentalism: What is really is and why it frightens the weast”, Sals Review, Vol. 6, No. l, p. 189. 137 tebarüz etmektedir. Kanımca Đslam dünyasını sarsan son toplumsal hareketliliğin esas ve temel nedenlerinden biride bu hareketliliğe maruz kalan yönetimlerin Đslami düşünce platformuna uzaklaşarak batılı değerleri benimsemeleri ve güncel yaşamdan siyasal mekanizmaya kadar her sahada batının değerlerini ön plana çıkarmalarından kaynaklan maktalıdır. 1979 Đran Đslam devrimi öncesini göz önünde tutarsak Şah Pehlevi’nin Đran da ki halkın inanç değerlerini yok sayarak ülkeyi batılılaştırmaya yönlendirmesi geleneksel yapıyı ülkenin şartları uygun hale gelmeden dönüştürmeye çalışması dini otoritelerin rahatsızlığına neden olmuştur. Yönetim polis ve istihbarat gücünün imkanlarını kullanarak hiyerarşik Şii din adamlarının nüfus sahasına girerek etkisizleştirme siyaseti uygulamayı başlatırken Ayetullah Humeyni önderliğindeki Şii din adamları var olan geleneksel hegemonyalarını korumak ve yeni saldırılara karşı hareket alanlarını geleneksel faaliyet sahası olan camiiler den sokaklara yönlendirmiş ve kısa sürede şahın bütün güvenlik tedbirlerine rağmen sokaklara hakim olmuşlardır. Açıkçası Şah yönetimi 1908-11 yılları arasın da meydana gelen Đran meşrutiyet devrimi sürecini iyi okusaydı o tarihlerde de dini otoritelerin kitleleri örgütleme, sokağa dökme ve cihad kartını kullanarak nasıl istibdat’ını nasıl dize getirdiklerine şahit olacaktı. Ayetullah Humeyni ve çevresinin devrim sırasında kullandıkları argümanların temel prensipleri; • Güncel yaşamda Đslami kural ve kaidelerine dönüş, • Aşırı batılılaşma ve batılı değerlerin toplumsal yaşama hâkim olmasına karşı duruş, • Dış politikada başta ABD ve diğer batılı devletlerin hâkimiyeti altına girilmesi, • Đsrail devleti ile yakın ilişki ve münasebet kurulması, • Dış politikada onurlu ve bağımsız bir politikanın uygulanmaması Gibi toplumsal hareketlilik, devrim ve nihayet yönetimin devrilmesine neden olunmuştur. Đran devriminden çeyrek asır geçtikten sonra orta doğu ve kuzey Afrika da aynı şartlar ve koşullardan kaynaklanan toplumsal hareketlilik ve halk devrimlerine olmaktayız. 1979 öncesi Şah yönetiminin iç ve dış politik yaklaşımları ile Mısır da ki devrik Hüsnü Mübarek yönetimi, Tunus da ki Zeynel Abidin yönetimlerinin uygulamaları çok benzerlik ve paralellik göstermektedir. Aynı şekilde yönetimleri zayıflamış olan ve önümüzdeki süreçte büyük muhalif halk hareketlerine maruz kalacaklarını ön gördüğüm Fas Krallığı, Ürdün Krallığı, Suudi, Kuveyt, Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi mürteci Arap yönetimleri de aynı şartları barındırmaktadırlar. Devrilmelerine ramak kalmış yemen deki Ali Abdullah Salih ve Bahreyn deki Al-Halife yönetimleri de hakeza iç ve dış politik 138 yaklaşımlarının 1979 öncesi Şah ve 2010 Mısır da ki Mübarek ve Tunus da ki bin Ali yönetimi ile benzerlik göstermektedir.4 Köktencilik hakkında batılı düşünürlerin farklı yaklaşımları çeşitli düşünceler şeklinde kendini göstermektedir. Bazılarına göre reform talebi ve toplumun dönüştürülmesi fikrinin kaynağını oluşturmaktadır. Bu hususta Henry Munson ileri sürdüğü tezinde köktenciliği dinsel başkaldırı hareketleri temel yaklaşımı olarak değerlendirip şöyle delillendirmektedir. • Köktencilik kavramı ön yargıya dayanarak kendi mezheplerinin temeline dönmek ve rücû etmek isteyenler mutasıplar olarak nitelenmektedir. • Köktenciliğin kökü Protestanlıktadır ve Đslam’a uyguladığımızda o hareketlerin temel özelliklerinden ayrılmamızı sağlıyor. • Bu kavram bütün dinsel hareketler için kullanıldığından bu hareketlerin temel özelliklerini görmememizi sağlamaktadır.5 Đslam coğrafyası son 300 yılda iç ve dış sahalarda önemli gerileme ve düşüş yaşamıştır. Batılı devletler özellikle Avrupa devletleri Rönesans ve sanayi devrimi sayesinde gelişmelerini sağlarken sömürgeci uygulamaları ile zayıflayan ve içten içe çürüyen Đslam dünyasının karşısında tahakkümlerini pekiştirmişlerdir. Osmanlı imparatorluğu ile Đran devletini batılı devletler karşısında aldıkları ağır yenilgiler sonucunda toprak kaybı kaybetmelerinin yanı sıra prestij kaybetmeleri sonucunda Müslüman düşünürlerin teori ve tezleri öne çıkmaya başlamıştır. Bu doğrultuda iki yaklaşım şekli ortaya çıkmıştır: • Yenilikçiler veya seküler batı yanlısı nasyonalistler ki Đslami düşüncede reform yaparak batılı değerlerle uyumunu gerçekleştirmeyi hedeflemişlerdir. • Köktenciler ki geleneksel değerlere bağlı kalarak batı ve batı hegemonyası karşısında Đslam’ın özüne dönerek toplumu dönüştürmeyi hedeflemişlerdir. Bu iki yaklaşım tarzı Đslam düşünce hayatını yönlendirmiş ve halen yönlendirmektedir. Đslami düşünce tarzını benimseyen teorisyen düşünürler batının kültür emperyalizmi ve kültürel saldırı hegemonyası karşısında Đslami değerleri ön plana çıkartarak Đslam medeniyetinin elde ettiği başarıları ön plana çıkartarak kültürel çatışmalarını Müslüman gençliğin kendi hüviyet, kişilik ve belleklerine sahip çıkma olarak değerlendirmişlerdir. Burada Samuel Hantinton ve Bernart Luis’in kültürel çatışma ve medeniyetler arası çatışma teorileri gündeme gelmiştir. Özellikle 1900’lerin başından itibaren 4 http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1067:arap-baharna-farklbak&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150 5 Henry Munson, “Fundamentalism is Ancient & Modern”, http://www.fin Articles.com/deadalus/ sarmm 2003/ Articles / print friendly, (2004/5/3). 139 Đslam toplumlarında yaşayanları genel hatları ile iki tip yaşam tarzını benimseyenler olarak değerlendire biliriz. Birinci kısım iktidar nimetlerinden de faydalanarak ülkelerin kıt ekonomik kaynaklarını da kendi özel yaşamlarında hoyratça kullanan azınlık yönetici ve elit zümre. Bu grup halktan uzak hatta onların yaşam ve düşünce tarzlarına yabancı olarak mutlu bir azınlık kategorisinde batılı devletlerinde desteğini sağlayarak ülkelerinin yer altı ve yer üstü zenginliklerini kendi çıkarlarını doğrultusunda batılılara ve batılı şirketlere peşkeş çeken buna karşılık kendi otoriter iktidarlarını sağlamlaştıran yönetici ve sözde aristokratlar sonradan asil sıfatını kazanan kendilerini batı tipi ithal modernitenin temel ayakları olarak gören yönetici, sivil ve askeri bürokrat, iş adamı, aydın, yazar, sanatçı ve benzeri meslek erbabından oluşanlardır. Toplumun inanç değerlerinden uzak kimi yerde gelenek ve göreneklere tamamen yabancılaşmış bu mutlu azınlık batılı klasik müzik, senfoni orkestrası, bale ve benzeri sanatsal etkinlikleri dinlemeyi ve izlemeyi batılılaşma ve modernite olarak algılarken batının evrensel değerlere kattığı insan hakları demokrasi kişi hak ve özgürlükleri katılımcı siyasal sistem, serbest seçimler, basın özgürlüğü dini ve etnik azınlıkların haklarına saygı ve benzeri pek çok evrensel değeri görmemezlikten gelerek iktidarlarını her ne pahasına olursa olsun devam etme yanlısıydılar. Bu azınlık yönetici zümre ülkelerinin yer altı ve yer üstü zenginliklerini batıya peşkeş çekerken kendi halklarının ilkel sefil her türlü sosyal refah şartlarından uzak bir yaşam sürmelerini ön görmüşlerdir. Batılı devletler sanayileşmelerini tamamlayıp bilgi çağına geçerken Müslüman ülkeler henüz sanayileşme aşamasına geçememiş pek çoğu önemli yer altı doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen az gelişmiş ülkeler kategorisinden öteye geçememişlerdir. Đkinci gurup ise Müslüman ülkelerinin büyük halk yığınlarından oluşmakta idi. Bu büyük kitle köylü, kasabalı ve kentli dar gelirli ve orta halli insanlardan oluşmakta idi. Bu önemli kitle geleneksel yaşam biçimlerini sürdürürken din adamlarının etlisi ve tesiri altında batı değerlerinden uzak geleneksel sade her türlü refahtan uzak bir yaşam sürdürmektedirler. Öte yandan ikinci grup ise sekülarizmi bir evrensel değer olarak değil de batılıların diğer devletlere ve medeniyetlerine tahakküm için ortaya attıkları bir düşünce olarak görmüşlerdir. Açıkçası modernizasyon ve sekülarizasyon Müslüman ülkelerde gelişme güvenlik ve ilerleme yerine güvensizlik adaletsizlik fakirlik devlet baskısı istibdat ve diktatörlüğü getirmiştir. Sonucunda da Đslamcılar skolarleri geriye iterek iktidara gelmişlerdir. Sömürgeci güçlerin Đslam ülkelerinde uygulamaları Đngiltere, Fransa ve benzeri devletlerin orta doğuda ki yaptıkları Müslüman kitleleri tepkisine yol açmıştır. Đkinci dünya savaşı sonrasında yönetimde bulunanların Đslami değerleri siyasal ve güç yapısından uzaklaştırmaları ve bir kenara itmeleri beklenen sonucu sağlayamadı. 140 Flitsin sorunu kökten dinciliğin gelişmesinde önemli bir unsur haline dönüştü. Sovyetler birliğinin çökmesinden sonra kökten dincilik batı güvenlik algılamalarında komünizm tehlikesinin yerine almaya başladı ve kökten dinciler soğuk savaş sonrasında uluslar arası teröristler olarak değerlendirilmeye başlandı.6 90’lı yıllarda Đslami değerlerin ve düşünce tarzının hâkim olduğu siyasi örgütlenmelerin ve direniş örgütlerin gelişmesi ve ön plana çıkmasına şahit olmaktayız. Öyle ki 60’lı yıllardan başlayarak 90’lı yıllara geldiğimizde orta doğunun en karmaşık ve çözümü zor sorunu olan Filistin davasında George Habbaş ve Nayef Havetme gibi sol yandanslı liderlerin önderliğinde solcu ve Skolar ve Marksist örgütler ön planda iken 90’lardan sonra Đran Đslam cumhuriyetinin maddi ve manevi desteği ile aşırı Đslamcı Hizbullah, Đslami hareket ve Hamas gibi fundamentalist direniş hareketlerin öne çıktığını hatta liderliği kaptığını ve Đsrail saldırılarına karşı tek direnç odağı olduklarını görüyoruz. Bu yıllarda orta doğu ve Đsrail’in yanı sıra Müslüman savaşçıların Hindistan ile Pakistan ile Keşmir, Filipinler, Çeçenistan, Dağıstan, Mısır, Kenya, Sudan ve diğer coğrafyalarda yaptıkları eylemlere ve çatışmalara görüyoruz. ABD önderliğinde ki batılı devletler Irakta Saddam Hüseyin’i Afganistan da Taliban yönetimini bertaraf etme, kitle imha silahlarını yok etme ve sözde terör ile mücadele bahanesi ile bu coğrafyaları işgal ederken milyonlarca suçsuz masum sivil Müslüman’ın katledilmesi yüz binlerce kişinin yaralanması ve mülteci durumuna düşmesi terör güvensizliği yanı sıra kentlerin alt yapı ve üst yapısının tahribi ile ekonomilerinin çöktürülmesi iç savaşın meydana getirilmesi dini ve etnik azınlıkların birbirlerine düşülerek ayrılmanın tohumlarının atılması askeri üstler kurma girişimi yer altı ve yer üstü kaynaklarının yağmalanması ve benzeri emperyal uygulamalar Müslüman halkların batıya karşı duydukları kin ve nefret düşüncesinin derinlemesine ve daha da yaygınlaşmasına neden olmuştur. Küreselleşme ile başlayan uygulamalarla ABD ve yandaşlarının ekonomi, siyaset ve kültür üçgeninde kendi değerlerini Đslam toplumlarına empoze etme girişimleri ve kukla yönetimler ile Arap coğrafyasını idare ettirmeyi sürdürme girişimleri sonucunda kitleler örgütlenerek bu siyasetlere karşı tepkilerini göstermeye başlamış ve sonucunda orta doğuda ki kukla rejimler birbiri ardına sarsılmaya ve devrilmeye başlamıştır. Đslam dünyası ile batı devletleri arasındaki inişli çıkışlı münasebetler özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra ABD’nin Müslümanları dünya şer cephesinin üyeleri, terörizmin kaynağı ve uluslar arası istikrarsızlığın temel unsuru olarak göstermesi çelişkileri daha da belirgin hale getirmiştir. Aslında 11 Eylül olayları batı sekülarizmi ve modernitesi ile Đslami köktencilik arasındaki uçurumu daha da derinleştirdi. Kimi düşünür bu olayları haçlı savaşlarına benzeterek Đslam ile 6 Y. Al-Qaradawi, “Secularism”, http:www.ıslam.com// article.Asp? Id=111, (2004/37); Beverley Milton- Edwards, Op. Cit. p. 93. 141 Hıristiyanlığın savaşı gibi göstermeye çalıştı. Öyle ki Tracinski’e göre köktencilik ile mücadele terörizm gibi tehlikeli bir virüs olarak Đslam dininin içine sızmıştır ve ortadan kaldırılmalıdır.7 ABD’li bir diğer düşünür B. Milton ise: 11 Eylül den sonra kökten Đslami dinciliği batı demokrasisine batı değerlerine özgürlüğe demokrasi ye kişi haklarına ve pololarizme karşı büyük bir tehlike olarak görmüştür.8 Kimi uzmanlar ise olayı soğuk savaş dönemine benzeterek nasıl ki soğuk savaş doğunun komünizmi ile batının kapitalizmi arasında cereyan etmiş ve ABD bu soğuk savaşta başarı ile çıkmış ise şimdi de Müslümanların köktenciliği ile batının değerleri arasındaki savaştan galip ayrılması gerektiği tezini ileri sürmüşlerdir. Örneğin bu hususta T. L. Friedman şöyle diyor: 11 Eylül saldırıları Japonların ikinci dünya savaşı arifesinde Hawaii’deki Pearl Harbor saldırılarına benzemektedir. Kökten Đslami düşünce Nazizm ve kominizim den daha tehlikelidir.9 Sonuç olarak büyük Đslam coğrafyasında sosyolojik, ekonomik, siyasal, toplumsal, tarihsel vb. faktörlerin etkileri ve etkileşimi sayesinde iç ve dış dengelerin bölgesel ve uluslar arası denklemlerin etkisi ve pek çok nedenden dolayı sosyal çalkantılar ve toplumsal hareketlilikler yaşanmaktadır. Bu süreç zarfında sarsılmaz gözü ile bakılan kimi otoriter, totaliter ve çeyrek asırlık diktatör yönetimler birbiri ardına devrilmekte veya büyük sarsıntı geçirmektedir. Orta doğu ve kuzey Afrika halkları yukarıda değindiğimiz ve değinemediğimiz pek çok neden den dolayı isyan bayrağı kaldırmış sokaklara çıkmış meydanları doldurmuş değişim ve dönüşüm talep etmektedir. Önümüzdeki dönemde bu hareketlilik Đslam coğrafyasının başka ülkeleri de kapsayacak gibi görülmektedir. Değişim dönüşüm demokrasi ve katılımcı bir yönetim talebinin temelinde ithal modernite ve köktenciliğin esas rol oynadığı kanaatindeyim. Bütün süreci göz önünde bulundurduğumuzda istisnalar hariç (Suriye) hareketlilik yaşayan halkın isyanına maruz kalan, devrilen veya devrilme aşamasında bulunan ve önümüzdeki dönemlerde toplumsal hareketliliğe aday devletlerin hemen hemen pek çoğu otoriter, totaliter ve batı yanlısı hatta batı kuklası yönetimler ve iktidarlardı. Yukarıda da sözünü ettiğimiz halktan kopuk geleneksel Đslami değerlerden uzak batıdan peşkeş çekilen ithal modernite ile ülkelerini yöneten mutlu azınlık yönetimleri iflas etmiş meşrutiyetlerini kaybederek halk yığınlarının nezdinde itibarlarını yitirmişleridir. Milyonlarca genç kadın erkek köylü veya kentli daha fazla demokrasi daha fazla insan hakları daha fazla katılım daha onurlu bir dış politika talep ve özlemleri ile ölümü işkenceyi göze alarak itiraz kervanlarına katılmışlardır. Toplumsal muhalefetin baskısı kimi yerde sonuç vermiş batı ve Đsrail kuklası yönetimler iktidardan uzaklaştırılmış kimilerinde ise binlerce masum sivil vatandaşın ölümü pahasına hala iktidarlarını sürdürmeye gayret etmektedirler. 7 Tracinski, “A War Aganist Islam”, http://www.aynrand.Org/media link/co/ummns/rt 102901, shtm/, (2003/4/5). Beverley Milton –Edwards ,’’Đslamik Fundamentalism Since, New yoork Routeledge, 2005, p. 130. 9 T. L. Friedman, “West Faces War of Ideas With Islamists”, Arizona Daily http:www.aztsarnet.Com/sn/mideast/5384.php, (2003/4/5). 8 Star, 142 Kuşkusuz bu kitlelerin evrensel değerleri kapsayan talep ve isteklerinin hepsi hatta büyük bir kısmı yeni iktidara gelecek odaklar tarafından gerçekleştirilmeyecektir. Hatta muhtemelen daha muhafazakâr daha tutucu ve radikal yönetimlerin iş başına gelmesine şahit olacağız. Burada önemli olan bu sürecin yaşanmasıdır. Sırtını batı devletlerine dayandırarak baskının her türlü yöntemini kullanarak ülkenin sosyolojik gerçeklerinden inanç ve bağlılıklarından uzak bir yönetim uygulaması kesinlikle şartlar olgunlaştığında devrilmeye mahkûmdur. Önümüzdeki süreçte bu doğrultuda Fas, Ürdün, Suudi Arabistan, Kuveyt, Umman, Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn gibi yönetimlerin çeşitli şekillerde halklarının isyanına maruz kalarak dönüşüm yaşayacakları kanaatindeyim. Daha sonra ki bir aşamada Kafkasya ve orta Asya devletleri de bu hareketlilikten nasibini alacaktır. Burada önemli olan yöneticilerin ithal modernite gömleği ve gücü ile köktenciliğe karşı koyamamaları gerçeğidir. KAYNAKÇA Al-Qaradawi, Y., “Secularism”, http:www.ıslam.com// article.Asp? Id=111, (2004/37). Beverley Milton – Edwards. Đslamik Fundamentalism Since, New yoork Routeledge,2005 Friedman, T. L., “West Faces War of Ideas With Islamists”, Arizona Daily Star, http:www.aztsarnet.Com/sn/mideast/5384.php, (2003/4/5). Gardaz, Machel, “The Rise and Fall of Political Islam” http:// www.dx.doi.org. / 10,1016/ s0048- 712x (30)0034-4 (2003/5/12). Hunter, Shirin T., “Islam Fundamentalism: What is really is and why it frightens the weast”, Sals Review, Vol. 6, No. 1. http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1067:arapbaharna-farkl-bak&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150 Munson, Henry, “Fundamentalism is Ancient & Modern”, http://www.fin Articles.com/deadalus/ sarmm 2003/ Articles / print friendly, (2004/5/3). Rigyt, Rabin, “Allah Yolunda Mücadele Eden Şiiler”, Çev. Ali Andişe, Komes Yayınları, 1993. Tracinski, “A War Aganist Islam”, http://www.aynrand.Org/media link/co/ummns/rt 102901, shtm/, (2003/4/5). 143 ORTADOĞU ÖZGÜLLÜKLERININ ANLAMLANDIRILMASINDA YÖNTEM SORUNU VE ŞARKIYATÇILIK Muhammet Özdemir∗ Özet- Bu bildiride öncelikle Ortadoğu yazımları ve verili bir 'öteki' imi üzerinden bir yöntem tartışması başlatılmaktadır. Mevcut Şarkiyatçılık mağduriyeti söylemlerinden çok burada aydınlanma dolayımında var olan içerimlere vurgu yapılarak bunlar sorunlaştırılmaktadır. Đnsan olmanın birçok biçimi olduğu gibi, Ortadoğulu olmanın da birçok yolu olmalıdır. Fakat bu yolları mümkün kılan bağlamlar, Ortadoğu özgüllüklerinin elverişli kıldığı bir tarihte gerçekleşmelidir. Bu coğrafyadaki deneyimsel ve olgusal içerikleri işlevsizleştiren 'ötekilenme' dolayımlarının tersine, özellikle Ortadoğu'da bir anlam arayışına çıkmak gerekmektedir. Böylece kabul edilen gerçek dünyanın 'burası'na göre değil de, 'bu dünya'nın olanaklı kıldığı bir 'bura'ya göre var olmak mümkün olacaktır. Böylece bu bildiri, verili dünyadaki bütün mitlerin reddedilmesini ve bunların yerine bir Ortadoğu mitinin eklemlenmesini önermektedir. Bu olasılık, daima koşullanılan ölçüde uzak ve olanaksız değildir. Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Aydınlanma, Yöntem, Yazım, Yorum. Abstract- Question of Method in Interpretation of Specificity in relating to Middle East and Orientalism. In this paper, primarily it has been iniated discussion of a method over bookmarks on Middle East and ‘other’ indication. Here these are questioned by pointing some implications which have been existed according to Enlightenment’s backgrounds rather than available ‘unjust treatment’s discourses. As there are a lot of shapes of human being, there must be many different contexts/ways of being Middle East’s. But the contexts which makes possible these ways must take place in a history which is makes possible by Middle East’s specificities. On the contrary to “oto-making-other” implications which has made nonfunctional experiental and factual content of this geography, it is necessary to go out to search for a meaning especially in the Middle East. Thus not ‘here of the real world’ adopted, but there will be possible to exist according to here where is maked possible by this world. So this paper offers to reject all of myths of available world and replace them with an articulation of the myth of the Middle East. This possibility is not distant and impossible as it has been conditioned. Key Words: Middle East, Enlightenment, Method, Writing, Interpretation. ∗ Araştırma görevlisi, Artvin Çoruh Üniversitesi. 144 Giriş Bu çalışmanın amacı, genel olarak, hem deneyimsel ve olgusal içerikler, hem de metinsel içerikler bağlamında tanımlanan Ortadoğu özgüllüklerinin anlamlandırılması ve yorumlanması süreçlerinde yaşanılan yöntem sorunlarına yoğunlaşarak, bu yöntem sorunları dolayımında gündeme gelen kültür koşullanmalarını tartışmaya açmak ve bu zeminde gerçekleşen bilgi üretimlerinin, metodolojik zafiyetlerini sorunsallaştırmaktır. Burada Ortadoğu’nun görece evrensel özgüllükleri bağlamında şarkiyatçılığı bir bilgi içeriği olarak var eden dünyanın etkin bir tarafından çok, yoğunluğu edilgin unsurlarına kayan bir sorunlaştırmayı tercih ettiğimizden, daha önce başka yazarların yaptıkları gibi, dışsallaştırılmış bir ‘öteki sitemi’ yerine biz, yönü içsele dönük bir değerlendirmede bulunacağız. Farklı bir yoğunlaşmanın sağladığı bu dolayım da, doğal olarak, tarihsel sınırlılıkla malul deneyimlerin ve metinlerin tümüne birden kuşkuyla bakmamıza ve mümkün olduğunca eleştirel bir tutuma bürünmemize zemin hazırlamaktadır. Buna göre biz, bu çalışmamızda öncelikle Türkiye örneğinden başlayan bir yerel akışkanlıkla Ortadoğu halklarının çağdaş dönemlerdeki aidiyet üretimlerinin bütününün yol aldığı dolayım içeriklerini, olabildiğince eleştirel bir dille çözümlemeyi amaçlıyoruz. 1- ‘Kendi’nin Anlamlandırılışında ve Yeni ‘Kendi’ Tasarımında Yöntem Sorunu Burada öncelikle iki terim üzerine yoğunlaşarak bir çözümleme yapmamız gerekmektedir. Bunlardan birincisi, önadı “bilim” olarak önvarsayılmış bütün bilgi etkinliklerini ve bir “Ortadoğu” adlandırmasını mümkün kılan modern kültür veya çağdaşlıktır. Đkincisi ise, aynı olgudan hareket eden yorumların her birinin sağladığı yeni ve birbirinden farklı dolaylama olanaklarına göndermede bulunan ‘im’ terimidir. Bu iki terim üzerinden aydınlanmaya giderek buradan bir ‘kendi’ olarak benin, yeni bir ‘kendi’ olarak sonraki beni oluştururken içerisine düştüğü yöntembilimsel krize dönecek ve böylelikle yerel özgüllüklerin yeniden üretilmesiyle ilgili bir yöntem tartışması başlatacağız. Yakın zamanlara değin, Kıta Avrupası’nda XVII. yüzyıl içerisinde meydana gelip de XVIII. yüzyılın sonunda kendisini tamamlayan bir süreç olarak modernliğe veya Türkçede çağdaşlığa hiçbir araştırmacı kuşkuyla yaklaşmadı. Çünkü aydınlanmacı bir yaratımla XVIII. yüzyılda her şey gibi insan da yeniden tanımlanmış ve tarih yeniden kurgulanmıştı. Aslında bu gerekçe, bizim iyi niyetimizin sağladığı bir anlamlandırma zeminine gönderme yapar ve gerçeğin dile getirilmesi konusunda biraz eksiktir. Đlginç olmayan bir şekilde iletişimi mümkün ve anlamlı kılan temel etken, bir tarafın dile getirdiği içeriği diğerine göreliymiş gibi sunması ve kendi yarattığı anlamın evrenselliği konusunda ‘öteki’ olarak önvarsaydığı diğerini ikna etmesidir.1 Çoğu kez gözden kaybolan bir ayrıntı, dünyanın dar bir coğrafyasında meydana gelenlerin, insanların tamamını ilgilendirecek şekilde modernlik veya çağdaşlık olarak adlandırılmasındaki toplumsal itkide saklıdır. Kıta Avrupası dışındaki insan unsurlarının varlığında bir anlam bulunmasaydı, hiç kuşkusuz adına bir 1 Bkz. Jurgen Habermas, Đletişimsel Eylem Kuramı; çeviren: Mustafa Tüzel, Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 2001, s. 114 vd. 145 zamanlar heyecanla ‘modernlik’ denilen süreçlerin anlamsal dolayımları bu denli değerli bulundurulmayacaktı. Kısaca artık ‘Batı’ olarak önkoşullandırılan bir coğrafyanın yaşadıklarını anlamlı kılan, aslında Kıta Avrupası’nın daima yaratmaktan hoşnut olduğu ‘öteki’nin varlığıydı.2 Modernlik, ‘öteki’nin varlığına ne denli önem veriyor ve ne denli onun için idiyse, aslında modernliği eleştiren yeni süreçler de aynı düzeyde ‘öteki’nin varlığına göreli ve onun içindir.3 Eğer Sabine Wilke’nin görece abartılı izleğine katılırsak, bu durum, Kıta Avrupası’nın ‘öteki’ni temellük etmek istemesinin gayet olağan bir sonucudur.4 Çünkü Batı olarak kodlanmaya alışılmış bir insan biçiminin dışındaki unsurlar daima edilgenlerdi ve onların gerçek insanlar arasında temsil edilmeleri gerekiyordu.5 Başka türlü, gerçek insanların dışında kalan bu unsurların,6 kendilerini gerçek insanların anlayabileceği bir biçimde ifade edememelerinde öznel bir hakikat arayan Karl Marx’ın, 1853 yılında, Britanya’nın Hindistan’ı işgali sırasında katledilen halk için bir yazgı uydurması anlamlı olamazdı.7 Nitekim bir gün ‘öteki’ler adına konuşmayı aklına getiren bir kahraman da aynı öznel hakikati teslim edecek ve “imtiyazsızların da konuşması mümkündür aslında” demekten kendini alamayacaktır.8 Modernlik veya çağdaşlık, hatta postmodernlik üzerine konuşmanın bir de böyle bir yolu vardır. Modern söylemleri eleştiren süreçlere bir de bu ayrıntı katıldığında, bizim için düşünülebilecek görece daha ilginç ayrıntılar çıkmaktadır ortaya. Elbette modernlik, aydınlanma döneminde yaratılan Kıta Avrupası merkezli yeni ‘dünya tarihi’nin de kanıtladığı gibi, gerçek insanların ürettikleri, yeryüzünün geri kalan unsurlarının da ona göreli olmaları gereken sadece ‘iyi’ değil ‘en iyi’ olan şeydi.9 Bu propagandanın dışında modernlik, üç temel bileşen olarak bilim, sekülarizm ve kapitalizmi bir arada düşündüğümüzde, Batı Avrupa halklarının özgül tarihlerinin bir parçasıdır ve bu tarih çerçevesinde görece anlamlı bir içerime sahiptir. Efsanevi adı daha yenilerde konulmuş ‘bilim’,10 Katolik Kilisesi söylencelerinin yarattığı bir ayrıştırma olarak ‘sekülarizm’ veya ‘laiklik’11 ve mülkiyet ilişkilerinin yeni sistematik bir tarifi olarak ‘kapitalizm’,12 esas itibariyle belirli tarihsel ve deneyimsel koşullar özelinde anlamlı ve geçerlidir.13 Bunların her biri veya tamamı, herhangi bir düzeyde evrensel bir hakikat ölçütü olamayacakları gibi dünyanın Avrupa dışında yer alan ‘ötekiler’i için hiçbir şekilde bir görelilik oluşturmamalıdır. Çünkü bir insan içeriği, ilişkisi oldukça itibari olan bir oyunun parçası 2 Bkz. Edward William Said, Şarkiyatçılık; çeviren: Berna Ülner, Đstanbul: Metis Yayınları, 3. Basım, 2006, s. 160 vd. Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri; çeviren: Ferit Burak Aydar, Đstanbul: Metis Yayınları, 2007, s. 14 vd. 4 Bkz. Sabine Wilke, ‘Emperyal Almanya’nın Kolonyal Pedagojisi: Ulusun Çıkarı Đçin Kendinden Feragat’, Emperyalizmin Yedi Rengi içinde; çeviren: Eda Özgül, Đstanbul: Küre Yayınları, 2006, s. 281-298. 5 Bkz. Yücel Bulut, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Đstanbul: Küre Yayınları, 2004, s. 13. 6 Değerli siyasetbilim kuramcısı Margaret Canovan, bildiğimiz dünyada aslında erkeklerin ve kadınların eşit olmadıklarını ve bütün insanların eşit ölçüde insan haklarından faydalanma hakkına sahip bulunmadıklarını söylemektedir. Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, s. 72-73. 7 Karl Marx bu olayda, Đngiltere’nin tarihin bilinçsiz aracı olduğunu ve sonraki nesillerin huzur ve mutlulukları için bu işgalin meşru olduğunu düşünmektedir. Bkz. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 164-165. 8 Bu söz bir zaman için ‘öteki’ler adına konuşan Edward William Said’e aittir. Bkz. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 350. 9 Bkz. Steven Shapin, Bilimsel Devrim; çeviren: Ayşegül Yurdaçalış, Đstanbul: Đzdüşüm Yayınları, 2000, s. 1 vd.; Mehmet Vural, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık, Ankara: Elis Yayınları, 2003, s. 17. 10 Bkz. Steven Shapin, Bilimsel Devrim, s. 7-8. 11 Bkz. SBA, ‘Laiklik’, http://www.enfal.de/sosyalbilimler/l/001.htm (erişim tarihi: 30.09.2011). Bu konuda eleştirel okunması gereken güzel bir çalışma için bkz. Marcel Gauchet, Demokrasi Đçinde Din: Laikliğin Gelişimi; çeviren: Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2000. 12 Bkz. Bryan S. Turner, Oryantalizm, Kapitalizm ve Đslâm; çeviren: Ahmet Demirhan, Đstanbul: Đnsan Yayınları, 2. Baskı, 1997, s. 15-47. 13 Bkz. Hilmi Yavuz, ‘ “Oryantalizm” Üzerine Bir Giriş Denemesi’, Marife, yıl 2, sayı: 3, kış 2002, s. 53-63. 3 146 olduğu ölçüde onun göreliliklerine hazır bir hale gelir.14 Öte yandan birbirinden farklı insan zeminleri arasında olanaklı bir karşılaştırmaya girişmek için herhangi bir bilinç yöntemi veya bağlayıcı ortak bir ölçüt bulunmamaktadır.15 Fakat Ebû Hâmid el-Gazzâlî’nin işaret ettiği toplumsal bir vakıa, modernlikle ilgili olarak dünyanın diğer bölgelerinde gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Gazzâlî’ye göre, insanların çoğunluğu, güçlü olanın doğrusunu sahiplenirler ve bu anlamda güçlülükle hakikate erişmişlik arasında kurulmuş aritmetik bir soyutlamaya olumlu anlamda önkoşullanırlar.16 Nitekim sözgelimi Türkiye modernleşmesinde görüldüğü üzere, ‘diğerleri’, herhangi bir pragmatik gerekçe olmaksızın kendilerini bu yola adamışlardır.17 O halde dünyanın herhangi bir yerindeki işgalin, bu yere gerçekten de uygarlık götürdüğünü ve Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’nın bu konudaki tarihsel vazifesini hiçbir zaman yadsımamalıyız.18 Neticede bu en iyi yola adanmış modernleşme süreçleri, gerçek insanların yaşadığı coğrafyaya göre ‘doğu’ veya ‘güney’de ortaya çıktı; ama başkalarının gereksinimlerine göre uydurulmuş yeni bir tarih ve yeni bir kültürel kod içerisinde. Ötekiler için geçerli olan bu yeni durum içerisinde aydınlanma düşüncesinin ayrıcalıklı bir yeri vardır ve bir anlamda aydınlanmaya görelilik, bu yaşamda bir eve ve bir takvime sahip olmanın tek yolu olarak olgusallaşmaktadır.19 Yaratılmış bir “Ortadoğu” için modernlik veya çağdaşlık bundan ne eksik ne de fazla olarak, tamamen böyle bir şeydir. Daha sonra tekrar gereği belirdiğinde yine değinileceği üzere, insani bir olgusal içerimi dile getirmenin yolu olarak kabul edilmiş bir yapıntı (oyun), dünyaya ve yaşama bakmanın mümkün zihinsel akışkanlıklarının bütününü önkoşullamaktadır. Michel Foucault, bu öznel hakikati dile getirirken, bir dilin gramerinin, o dil içerisinde düşünülebileceklerin ve söylenebileceklerin tamamının “ a priori”si niteliğinde olduğunu belirtmektedir.20 Bunun anlamı şunu demeye gelir: Her bir tasarım yeni bir dünya yaratır ve insan zihni bu tasarıma önkoşullandığı ölçüde, aslında ancak onun içerisinde mümkün olabilecekler tarafından önbelirlenir. Hem bu yeni tasarımın yarattığı ve belirli bir sınırlılık içerisinde akabilen her bir zihinsel mümkün içerime, hem de bu mümkün içerimlerin dolayladığı her bir yeni gönderime biz ‘im’ diyoruz.21 Jacques Derrida’ya göre bizler, insani anlamların var olmasıyla beraber sadece imlerin bulunduğu bir dünyada yaşarız ve ancak imlerle düşünürüz.22 Her bir yapıntı (oyun), bu anlamda kuralsal bir içerik dayatır ve bu yapıntıya katılanların insanlıklarına artık anlam vermeye başlayan şey bu içerik olduğu ölçüde, iyinin ve kötünün temel ölçütü aynı dolayım tarafından kararlaştırılır.23 Bu anlamda modernliği veya çağdaşlığı anlamlı kılan bir zemin olarak “medeniyet götürme” de, aydınlanmaya duyulan gereksinimin önvarsaydığı bir yapıntıdır. Yani modernleşme süreçlerinin kendileri ve özel bir kendilik olarak modernliğin kendisi tek bir çeşit dünya tasarımı 14 Bkz. Ludwig Wittgenstein, Felsefi Soruşturmalar; çeviren: Haluk Barışcan, Đstanbul: Metis Yayınları, 2005, s. 31 vd. Bkz. Paul Feyerabend, Yönteme Karşı; çeviren: Ertuğrul Başer, Đstanbul: Ayrıntı Yayınları 16 Bkz. Gazzâlî, el-Đktisâd fî’l-Đ’tikâd; tahkik: Enes Muhammed Adnan eş-Şerafâvî, Beyrut: Dârü’l-Minhâc, h. 1429/m. 2008, s. 75-76. 17 Bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi; çevirenler: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 11. Baskı, 2002, Baskı, 2008, s. 9 vd. 18 Bkz. Özer Camgöz, ‘Modernite-Modernleşme’, http://munferitdergi.com/oku.php?id=21 (erişim tarihi: 28.09.2011) 19 Bkz. Mehmet Vural, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık, s. 18-24. 20 Bkz. Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler; çeviren: M. Ali Kılıçbay, Ankara: Đmge Kitabevi, 3. Baskı, 2006, s. 417. 21 Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji; çeviren: Đsmet Birkan, Ankara: Bilgesu Yayınları, 2010, s. 75-76. 22 Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 76. 23 Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 76-78. 15 147 olarak birer yapıntıdır (oyun). Bu en iyi yola adanmış olanların, zihinleri de hafızaları gibi, bir daha aykırılaşmayacak biçimde bu en iyinin sınırları içerisinde varolmaya önkoşullanmıştır. Böylece bir aidiyet arayışı olarak ‘öteki’nde olgusallaşmış her bir zihinsel görünüm, aslında daima ‘kendi’ olmayanı bulacak şekilde bir ‘yeni kendi’ yaratımına ve iç-yapıntısına doğru önbelirlenmektedir. Bu zemin içerisinde diller ve tarihler, farkında olunarak veya olunmayarak, devrimci bir özbilinçle daima aydınlanmacı ilkelere ve modernliğe göreli olarak yeniden tasarlanır ve burada birer sorunsal olarak ortaya çıkanların çözümlenmesinde zihin, önceden birbirine göndermede bulunmak üzere imlenmiş hakikatler arasında bocalamayı kanıksar. Görelileşen bütün modern aidiyetlerde olduğu gibi burada yöntem tartışması, sadece ve özellikle aydınlanmaya göreliliğin sınırları içerisinde gerçekleşir ve genellikle bir imalat hatasıyla karşılaşılmaz. Đşte burada biz bir şekilde aydınlanmaya göreli olanla, aydınlanmaya göreli olmayan özbilinçler arasında gerçekleşebilecek kendilik farklılıklarının sağladığı yöntem ayrışmalarına atıfta bulunarak, Ortadoğu özgüllüklerinde ‘yeni kendilik’in tasarımıyla ilgili bir yöntem tartışmasını başlatmak istiyoruz. Tarihten veya hâlihazır içerisinden, deneyimsel ya da metinsel içerikler bağlamında Ortadoğu üzerine, Ortadoğu’dan bir araştırmacı olarak düşünmenin ve konuşmanın iki temel yolu olduğunu önvarsayıyoruz. Bu önvarsayım, öncelikle bunu belirtmek gerekmektedir, yukarıda değindiğimiz ayrıntılar dolayımında, makuller içerisinde tercih edilmeye en layık ihtimal olarak göründüğünden bir tasarım olmaktan öte görece daha evrensel bir kavramla da nitelendirilebilir. Çalışmamızın ilk aksiyomu olarak nitelendirilebilecek bu kabulümüz gereğince, Kıta Avrupası veya Kuzey Amerika’ya ait olmayan bir Ortadoğusal içerimin alımlanması ve yorumlanmasında, aydınlanmanın tayin edici bir ölçüt olarak zihinde bulunup bulunmamasına göre temelde iki yol veya yöntem söz konusu olmaktadır. Bunlardan birincisi, niyetin tarihselliği olumsal veya değil her ne şekilde olgusallaşırsa olgusallaşsın, araştırmacının aydınlanma dolayımında ve günümüz dünyasında anlamlı kendilikleri baz alarak çıkarsadığı tasarımlar ve bu tasarımlarda yer alan yeni imlerle kendini görünür kılmaktadır. Đkincisi ise, bir taraftan aydınlanmanın evrensel tarihteki görece anlamlı yerini bir ölçüde yok sayarak yeni ve aykırı bir kendilik imi yaratan, diğer taraftan da bir şekilde mecburen Batı-Öteki diyalektiğine önkoşullanmış bir izleği üstlenmek durumunda kalan bir konumlanmanın sağladığı yaratımlarda gerçekleşen bir yöntemdir. Aydınlanmayı temel bir dolayım olarak önvarsayan birinci yöntemde araştırmacı, öncelikle bir evin şartlarına göre hazırlanmış ve bu evin deneyimlerini anlamlı kılan, bu arada farklı bir evin şartlarına dayatılan ve bu evin deneyimlerini anlamsızlaştıran, birincilerin hayat şartlarına göreli yaklaşımları esas almış durumda olmaktadır. Tıpkı Kıta Avrupası’nda görülmüş rüyaları göremediği için uzman psikiyatr tarafından tedavi edilemeyen ve bir tanı konulabilmesi için eldeki rüyalardan birini gördükten sonra tekrar muayeneye gelmesi talep edilen hastanın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde olumsuz gönderimde bulunduğu içerimler gibi, 24 birinci yöntemde araştırmacı, içerisinde bulunduğu Ortadoğusal özgüllüklerin aslında değersiz olduklarını dolaylamış olmaktadır. Bu noktada Margaret Canovan’ın itirafında dile gelen “aslında bütün insanların eşit ölçüde insan haklarından yararlanma hakkına sahip bulunmadıkları” öznel hakikatinin beslendiği 24 Bkz. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 1961. 148 aritmetik soyutlamalara25 eşit ölçüde katılan bu birinci yöntemde, Ortadoğusal içeriklerin bir kıstas olma olasılığı mümkün olan en son zamana değin ertelenmiş olmaktadır. Çünkü kuramsal bir sistematiğin baz aldığı deneyimlerin veya olgusallıkların Ortadoğu’ya olan yabancılığı, Ortadoğu özgüllüklerinin değerlendirme dışı bırakılmasını, Batı’da ortaya çıkan her kuramsal yeniliğe bağlılıkla kalıcı hale getirmektedir. Đkinci yöntemde ise, her şeyin yeniden tanımlanması ve yeniden içeriklendirilmesi söz konusu olduğu oranda aslında Ortadoğu’nun kendi deneyimlerine ve olgusallıklarına göreli yeni bir öykü üzerine konuşmak elverişli kılınmaktadır. Burada elbette dil, tarih ve kültürün bütünü kadar insan olmanın mümkün içerimine de bir dipnot eklemek gerekmektedir. Bu yöntemde araştırmacı, aydınlanma gerçeğiyle karşı karşıya kaldığı her seferinde bir ‘aydınlanmadışılık’a yeniden önkoşullanmakta ve bu da bir ‘Batı-Diğerleri’; fakat daha özel olarak ‘BatıOrtadoğu’ dikatomisini ivedilikle güncellemesine yol açmaktadır. Yani ikinci yöntemde, reddedilen deneyimsel ve olgusal içerimlerin yerine ikame edilmek için çalışılan Ortadoğu özgüllüklerinin kayda değer bulunmasının önündeki yerel engellerden başlayarak bir yeterlilik ispatı girişimi söz konusu olmaktadır. Oldukça gergin bir entelektüel akışkanlık sağlayan bu zeminde en azından ilk kuşaklar için çeşitli tereddütler sonsuza değin sürecektir. Bu ikili yöntem tartışmasını daha anlaşılabilir kılmak için felsefe, sosyoloji, tarih, antropoloji ve bilim tarihi gibi farklı araştırma ve uzmanlaşma dallarından örnek vermek mümkün görünmektedir. Biz bu başlık altında bir bölümle ilgili örnek olsun diye felsefe dalındaki uzmanlaşmalardan birkaç örnek vermek istiyoruz. Mesela Ortadoğu tarihinin en ayrılmaz parçalarından bir tanesi, bu tarihe eklemlenmiş bütün kültürel mobilizasyonlara rağmen Ortadoğu’dan atılamayan aykırı bir kahraman olan ‘Đmam Gazzâlî (1058-1111)’ ve onun Aristoteles dolayımındaki Müslüman filozofların düşüncelerini eleştirmek için kaleme aldığı Tehâfütü’l-Felâsife adlı metindir.26 Kemal Gürüz’ün Yüksek Öğretim Kurumu başkanlığı döneminde yaptığı bir açıklamayı, “Đbn Rüşd’ü Gazzâlî’ye bir kez daha yendirmeyeceğiz” şeklinde dile gelen açıklamayı anımsadığımızda,27 hem bu örneğin sağladığı güçlü anlam akışkanlıklarını hem de farklı iki yöntemin ait olduğu dünyalar arasındaki yakınlık veya uzaklıkları daha iyi anlama olanağımız olabilir. Gazzâlî ve Tehâfütü’lFelâsife örneğinde, ilki bu düşünüre olumsuz yaklaşan, ikincisi bu düşünüre ve aykırı düşüncelerine olumsal yaklaşan; fakat her ikisi de aydınlanma dolayımında var olan iki akademik örnek vereceğiz. Đlk örneğimiz, aynı zamanda bir Đlahiyatçı olan Yaşar Aydınlı’nın Gazzâlî’ye dair Gazâlî: Muhafazakar ve Modern adlı çalışmasıdır.28 Yaşar Aydınlı, bu çalışmasında, aydınlanmanın bir ‘en iyi şey’ olmasını önvarsayan bir tavır takınır ve aydınlanma dolayımında dışsallaşmış bulunan Đslâmların geri kalmalarını, Gazzâlî’nin adını verdiğimiz eserindeki olumsuz eleştirilerine ve bu dolayımda Đslâmların felsefeden uzaklaşmalarına bağlar.29 Bu eserinde Yaşar Aydınlı, oldukça güç felsefi 25 Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, s. 72-73. Gazzâlî’nin yaşamı ve düşüncesi için bkz. Frank Griffel, al-Ghazâlî’s Philosophical Theology, New York: Oxford Press, 2009. Ayrıca Gazzâlî’nin filozofları eleştirdiği ünlü eser için bkz. Gazzâlî, Filozofların Tutarsızlığı Tehâfütü’l-Felâsife (Türkçe-Arapça basım bir arada); çevirenler: Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Đstanbul: Klasik Yayınları, 2005. 27 Bkz. ‘Đslâm’ın Yenilikçileri Kitabı Üzerine Söyleşi’, http://ihsaneliacik.posterous.com/ (erişim tarihi: 28.092011); Önay Yılmaz, ‘Gazâlî Kazandı, Osmanlı Kaybetti’, http://www.milliyet.com.tr/2003/02/02/guncel/-gun08.html (erişim tarihi: 28.09.2011) 28 Bkz. Yaşar Aydınlı, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, Bursa: Arasta Yayınları, 2002. 29 Bkz. Yaşar Aydınlı, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, s. 152, 163. 26 149 meseleleri anımsatmak üzere aydınlanmaya atıfta bulunmadan edemez. Buna göre, Gazzâlî düşüncesindeki esas hata, bu düşünürün, her şeyi dinsel düşünmesi ve toplumsal yaşama dini fazlasıyla karıştırmasıdır.30 Đkinci örneğimiz ise yine Gazzâlî üzerine uzmanlaşmış bulunan ve biri diğerinin devamı niteliğinde olan iki değerli bilim insanının çalışmalarıdır. Mübahat Türker Küyel’in Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti başlıklı çalışmasıyla31 Ahmet Arslan’ın Đslâm Felsefesi Üzerine adlı çalışmasıdır.32 Mübahat Türker Küyel, Yaşar Aydınlı’nın tersine, Gazzâlî’nin davasında haklı olduğunu; çünkü bu düşünürün, Aristoteles felsefesinin sınırlılıklarını görerek insan aklıyla metafizik yapmaya kalkışmanın yanlış olduğunu ortaya koyduğunu belirtir.33 Ahmet Arslan da aynı şekilde Gazzâlî’nin metafizik eleştirilerinin gayet yerinde olduğunu; fakat bu düşünürün tam da bu açılımla bir felsefe üretecekken kendini mistiğe atarak, hem kendini sınırladığını hem de daha sonra Kıta Avrupası’nda ortaya çıkan aydınlanmanın Đslâmlarda da erişilebilir olmasına katkıda bulunamadığını öne sürer.34 Bu örneklere çalışmamızın bağlamına göreli olacak şekilde yoğunlaştığımızda, dışarıdan bakıldığında ilki Gazzâlî’yi olumsuzlayan, ikinci ve üçüncüsü ise bu düşünürün eleştirilerini olumlayan temelde iki farklı tavrın söz konusu olduğunu; ama daha temel bir ayrımla her üç örneğin de akademik imlerini aydınlanma dolayımından aldıkları görülür. Yaşar Aydınlı, aydınlanmanın sağladığı din-bilim dikatomisine, Mübahat Türker Küyel ve Ahmet Arslan da yine aydınlanma zemininde bir anlamı bulunan metafizik-bilim karşıtlığına göreli olacak şekilde Gazzâlî düşüncesine yaklaşmışlardır. Arapça ve Farsça kaleme alınan Gazzâlî çalışmalarında da durum bundan pek farklı değildir. Arapça yazan Abdülhalim Mahmûd ve Abdülemîr A’sem ile Farsça yazan Hüseyin Zerrinkub’un Gazzâlî çalışmaları bunun en iyi örnekleridir.35 Bütün bu örnek verilen çalışmalar aydınlanmacı imlerin ve Immanuel Kant (1724-1804) felsefesinin, özellikle Kant’ın ünlü antinomilerinin etkisi altındadırlar.36 Ortadoğu özgüllükleri üzerine konuşurken bu çalışmaların yarattığı dolaylı imlerin etkisini kesinlikle göz önünde bulundurmak zorundayız. Tarih, sosyoloji, antropoloji ve bilim tarihi içerisindeki önemli örnekleri daha sonraki değinilerimiz için sakladığımızdan şimdilik bu örnek yeterli olsun. Buraya örnek olarak aldığımız Türkçe, Arapça ve Farsça Gazzâlî araştırmalarında önemli ve ortak olan nokta, bu araştırmaların, bir Ortadoğu bağlamı olarak Gazzâlî düşüncesine ve bu düşünürün deneyimsel içeriklerine yaklaşırken ve bunları yorumlarken aydınlanmaya ne denli göreli 30 Bkz. Yaşar Aydınlı, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, s. 37-39. Burada aydınlanmaya göreli ve olumsuzlayıcı bir makaleye atıfta bulunmak ufuk açıcı olabilir gibi görünmektedir. Bkz. Hasan Aydın, ‘Klasik Đslâm Düşüncesinde Bilgi ve Bilim Karşıtı Bir Düşünür: Gazzâlî’, http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/hasan_aydin_gaz-zali_bilim_karsitlik.pdf (erişim tarihi: 01.10.2011). Bu makalenin içeriği, Yaşar Aydınlı’nın aydınlanma dolayımı hakkında bir fikir verebilecek nitelikte olumsuzlayıcı bir Gazzâlî tutumuna sahiptir. 31 Bkz. Mübahat Türker Küyel, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1956. 32 Bkz. Ahmet Arslan, Đslâm Felsefesi Üzerine, Ankara: Vadi Yayınları, 1999. 33 Bkz. Mübahat Türker Küyel, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, s. 390-397. 34 Bkz. Ahmet Arslan, ‘Bir Đslâm Felsefesi Var mıdır?’, Đslâm Felsefesi Üzerine içinde, s. 21-22; ayrıca aynı yazar, ‘Đslâm Felsefesinin Özgünlüğü Sorunu’, Đslâm Felsefesi Üzerine içinde, s. 81-82. 35 Bkz. Abdülhalim Mahmud, el-Münkizü mine’d Dalâl ve Tasavvufî Đncelemeler; çeviren: Salih Uçar, Đstanbul: Kayıhan Yayınları, 2010; Abdülemîr A’sem, el-Feylesûfü’l-Gazzâlî, Tunus: ed-Dârü’t-Tunûsiyye, 1988 ve Hüseyin Zerrinkub, Medreseden Kaçış; çeviren: Hikmet Soylu, Đstanbul: Anka Yayınları, 2001. 36 Immanuel Kant felsefesi üzerine güzel bir çalışma için bkz. Heinz Heimsoeth, Kant’ın Felsefesi; çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 3. Basım, 2007. Immanuel Kant’ın meşhur antinomilerini ilk elden erişebilmek için bkz. Immanuel Kant, Critique of Pure Reason; çeviren: J. M. D. Meiklejohn, New York: Prometheus Books, 1990, s. 230-318. 150 kaldıklarıdır. Bu görelilik o denli içselleştirilmiştir ki, olumsal veya olumsuzlayıcı bir temanın sağladığı zihinsel akışkanlıkların neticesi çok fazla farklılaşmamaktadır. Đki aydınlanmacı tutumdan da çıkan ortak sonuç, Gazzâlî düşüncesinin artık işlevselliğini yitirmiş bir tarihe ait olduğu, bir Ortadoğu geçmişi olarak Gazzâlî çalışmanın felsefi değil ancak tarihsel nitelikte bir çalışma olabileceği ve dünya tarihinde meydana gelen en önemli olay olarak sadece aydınlanmayla birlikte gerçek bir felsefi dolayımdan söz edilebileceği şeklindeki Ortadoğu aidiyetlerini anlamsızlaştırıcı gönderimler olmaktadır. Bu yöntem kesinlikle yanlıştır; çünkü pragmatik bir tarafı yoktur. Ortadoğu’ya medeniyet götüren fonksiyonellikle burada yer alan fonksiyonellik aslında aynı temada birleşmekte ve Ortadoğu’nun değerli bir geçmişinin veya daha genel anlamda kayda değer herhangi bir özgül bağlamının bulunmadığına iknayı sağlamaktadırlar. Oysa bunların tamamı bir imdir ve biz, imlerle düşünür ve yaşarız.37 Fakat mümkün tek im dolayımı bu değildir.38 Farklı imlerin tartışmaya açılmasında ortak kıstas, Ortadoğusal özgüllüklerin yorumlanmasında işlevsellik olmalıdır. Ortadoğu’yu daha iyi anlamamızı sağlayacak araştırmalar, öncelikle bu coğrafyanın kendi dolayımlarında da bir insan unsurunun bulunduğunu, bu nedenle burada yer alan özgüllüklerin kayda değer olduğunu, ayrıca üretilenlerin buraya yarar sağlamasını ve yeni bir işlevsel anlam eklemesini, böylece genel insanlık tarihine Ortadoğu’yu yeniden kazandırmayı hedefleyen araştırmalar olmalıdır. Ortadoğulu özgüllüklere yeniden işlev katacak bir yöntemin, aydınlanma dolayımlarını ön-yoklayan, böylece Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika özgüllüklerine işlevsizleştirici bir niyetle olmaksızın olumsuzlayıcı yaklaşan ve öncelikle Ortadoğu merkezli bir dünya tarihine önkoşullanan bir imi gerekli kıldığını bir kez daha anımsatmak gerekmektedir. 2- ‘Ötekilenme’nin Sağladığı Yeni Bir Dil ve Yeni Bir Tarih Biz bu çalışmamızda, aydınlanmaya göreli imler sayesinde varolan mümkün zihinsel içerimlerle yol alan Ortadoğu konumlanmalarının tümüne ‘ötekilenmiş konumlanmalar’ diyeceğiz. Çünkü aydınlanma, yukarıda belirttiğimiz üzere, zaten ötekileştirici bir tavrı anlamlandırmak için gerçekleştirilmiş ve bu zeminde görece yeterli bir evrenselliğe kavuşturulmuştur. ‘Öteki’ kodlamasının dışsal dolayımlarını reddederken içsel içerimlerine razı olan özdüşünüm konumlanmalarının sağladığı elverişli iklimlerde, yine ancak ‘öteki’ tanımını daha işlevsel kılacak mümkün akışkanlıklardan söz edebiliriz. Bu duruma biz ‘ötekilenme’ diyoruz. Her insani yapıntı (oyun) etkinliğinde yeni bir dünya olanaklı kılındığı gibi,39 bizim ötekilenme olarak kavradığımız dünyevi etkinlikte de öncesine nispeten farklılaşan bir dünya mümkün kılınır ve bu dünya aynı zamanda yeni bir imi yaratmak üzere, yeni bir dil ve yeni bir tarihe gönderme yapar. Burada ilginç olan ise, yeni bir aidiyetin mimarı olarak farklı bir dil ve önceki dünyadan farklı bir tarihi olanaklı kılan ötekilenmiş öznenin talep ettiği varoluşsal ayrıcalıktır.40 Bu varoluşsal ayrıcalık talebinin bir 37 Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 76. Bkz. Paul Feyerabend, Yönteme Karşı, s. 281 vd. 39 Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 25-26, 76-77. 40 Bkz. Jacques Derrida, Gramatoloji, s. 21. 38 151 örneğini biz, modern Türkiye’nin mimarı ve görece tüm zamanların en değerli önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unda bulabilmekteyiz.41 Ötekilenmenin öngerektirdiği yeni bir dil ve yeni bir tarih konusunda burada verebileceğimiz en iyi örnek, modern Türkiye’nin kuruluşunda deneyimlenen dil ve tarih devrimleridir.42 Kısaca “dilin görece gerçek Türk kimliğine göreli olacak şekilde arıklaştırılması” sadedinde modern Türkçenin önce Latin bir alfabeye kavuşturulması, bundan sonra bu dilin, Arapça ve Farsça sözcüklerden arındırılarak, bunların yerine Fransızca ve Đngilizce kelimelerle “zenginleştirilmesi” ve bütün bunları sağlamak üzere Türk tarihinin Đslâm tarihinden kurtarılması şeklinde meydana gelen özgüllüklerin her biri, ötekilenmenin sağladığı elverişli koşullarda mümkün olmuştur.43 Ötekilenmeyi daha anlamlı kılacak şekilde bu gelişmenin Türkiye özelinde benimsetilmesi, yukarıdan aşağıya, merkezden periferiye yayılan veya zoraki dayatılan kültürel mobilizasyonlar sayesinde olanaklı olabilmiştir.44 Bernard Lewis’in ve Niyazi Berkes’in de belirttikleri gibi, bu yeni dil ve tarihin esas aldığı deneyimler, tarihsel bir özgüllük bağlamı ve anlamlandırma ölçütü olarak, öncelikle Kıta Avrupası’na ait deneyimlerdir.45 Burada yeni bir dil ve yeni bir tarih ile, “tarihte gerçeğe dönüş” adı altında,46 aslında pragmatikliği belirgin olmayan bir gerekçeyle, aydınlanmaya ait olmayan bir kendilik serüveninden arınmak ve böylece bu eski kimliği dolaylayacak düşünceleri ön-engellemek için aslında bir çeşit ötekilenme olgusallaştırılmış bulunmaktadır.47 Böylece burada sözgelimi tarih anabilim dalını ilgilendirmek üzere Büyük Selçuklular deneyimi ve Nizâmülmülk, Nizâmiye medreseleri ve Hasan Sabbâh, Sultan Baybars ve Memlûkler, hatta sürekli telaffuz edilen bir bölge olan Horasan işlevsizleşmekte ve anlamını yitirmektedir. Nitekim Türkçede hâlihazırda Nizâmülmülk, Nizâmiye medreseleri, Hasan Sabbâh, Sultan Rükneddîn Baybars ve Horasan halkları üzerine doktora düzeyinde bir tane bile çalışma yapılmış değildir. 48 Ötekilenmenin sağladığı yeni tarihsel evrende bu örneklerin sağladığı dolayım, bağlamımıza gayet uygun görünmektedir. Aynı izleğin başka çalışma alanlarındaki etkilerini, sözgelimi bilim tarihindeki yansımalarını da örneklemek mümkün görünmektedir. Fakat bilim tarihindeki örneğimize geçmeden önce ilk örneğimiz üzerinden ötekilenme deneyimini ve yeni imleri anlamlandırmamız yerinde olacaktır. Çünkü bu çalışmamızda bağlamımızı belirleyen öncelikli 41 Bkz. Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 1357/1938, Ankara: Türk Teyyare Cemiyeti, 1927. Burada Nutuk’u örnek vermemizin nedeni, modern imlerden Türkiye için en güçlü örneğe değinme arzumuzdur. Daha önce bu yönüyle Nutuk’a çok az gönderme yapılmıştır. Ulusal önderin konuşmaları, sadece esin kaynağı olmak bakımından değil, tarihsel yorum değişimlerini anlamlandırmak bakımından da önemlidir. Belki de yıllar sonra bizim metnimiz de imler içerisinden sürekli birine göndermede bulunan eleştirel çalışmalara örnek verilerek, bir şekilde tarihsel kusurlarından söz edilecektir. Fakat bize göre, Türkiye’deki düşünsel hareketlilikler ve toplumbilim çalışmaları, Nutuk’un sağladığı düşünsel elverişliliği keşfedebildikleri ölçüde bu coğrafyanın tarihsel özelliklerine erişme olanağına erişebileceklerdir. Ayrıca Nutuk’u yeniden ürettiğimiz ve metinlerimizde dolayladığımız ölçüde Atatürk bize ait olacak ve çalışmamızda önvarsaydığımız şekilde bir Türkiye bağlamına ait imler peşinde düşünebileceğiz. 42 Bu konuda önerebileceğimiz en faydalı ve eleştirel başvuru kaynağı, Tuğrul Şavkay’a aittir. Bkz. Tuğrul Şavkay, Dil Devrimi, Đstanbul: Gelenek Yayınları, 2002. 43 Bkz. Tuğrul Şavkay, s. 61. 44 Bkz. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, s. 284-286. 45 Bkz. Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu; çeviren: Boğaç Babür Turna, Ankara: Ayrıntı Basımevi, 3. Baskı, 2009, s. 345-367, s. 370-374, özellikle s. 649-659; Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma; çeviren: Ahmet Kuyaş, Đstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 15. Baskı, 2010, s. 253-267, s. 412-424, özellikle s. 521 ve devamı. 46 Tırnak içerisindeki ifade için bkz. http://zonguldak.meb.gov.tr/ust/ataturk/sayfalar/devrimleri.htm (erişim tarihi: 29.09.2011). 47 Bkz. Đsmail Kara, Başlıksız Sunum, Türkiye’de/Türkçede Felsefe Üzerine Konuşmalar içinde; yayına hazırlayan: M. Cüneyt Kaya, Đstanbul: Küre Yayınları, 2. Basım, 2010, s. 11-27. 48 Biz, Yüksek Öğretim Kurumu’nun Türkçe tezler veri tabanında yaptığımız taramada bu sonuca aykırı bir örnekle karşılaşamadık. Bkz. http://tez2.yok.gov.tr/ (erişim tarihi: 29.09.2011). 152 amaç, Ortadoğu imlerini şekillendiren dizgelerin her birini yapısal bileşenlerine ayırmak ve böylece Ortadoğu’ya dair aydınlanma dolayımında varolan bütün dünyaların her birini eleştirmektir. Burada örnekler daha somut bağlamlara kavuşmamızı sağlamaktadırlar. Şimdi ilk örneğimizde, aydınlanma dolayımında var olmuş bir ulus-devlet içeriğinin öngerektirdiği yeni bir dil ve tarih çerçevesinde, Ortadoğu tarihini ilgilendiren önemli olgusallıkların tarih dışına itilmesi söz konusu olmakta ve bu durum da hem bu coğrafyada varolan insani deneyimleri yöneten özbilinçlerin kopuk bir tarih algısına sahip olmalarını öncelemekte, hem de Ortadoğu tarihi üzerine çalışanların Ortadoğu izleğinden ivedilikle ayrışmalarına zemin hazırlamaktadır. Yani yeni tarihte, Nizâmülmülk ve Sultan Baybars’ın olduğu kadar ancak Farsça kaynaklarla çalışılabilecek Horasan halkları tarihinin de bir işlevselliği bulunmamaktadır ve böylece tarihsel gerçekler içerisinde bu unsurların atlanması mümkün olmaktadır. Böylece aydınlanmadan önce Kıta Avrupası için önvarsayılan Ortaçağ’ın bir benzeri sözgelimi modern Türkiye toplumu için yaratılmakta, ‘karanlık dönem’in çalışılması ve buralarda aidiyete dair bir şeylerin bulunması ön-engellenmektedir. Türklerin tarihini çalışırken olduğu gibi Türkiye’de Kürtlerin tarihi çalışılırken de bu nokta gayet tayin edicidir. Sonuçta Türklerin tarihi de, Kürtlerin tarihi de Kıta Avrupası’na göreli içerimlerle var kılınmaktadır.49 Çünkü sözgelimi Kürtlerin tarihine bir ulus-devlet merkezinden baktıktan sonra, Kürtlerin Türklerin bir biçimi olduğunu savunarak bu milletin varlığını inkâr etmekle50 Kürtlerin ayrı bir ırk olduğunu savunarak bu milletin kendi tarihine sahip çıkmak51 arasında herhangi bir fark kalmamaktadır. Bunun nedeni, her iki şekilde de Kürtlerin, kendi özgüllükleri yerine bir aydınlanma dolayımına bağlanmalarıdır. Đkinci veya belki üçüncü örneğimizi bilim tarihinden seçiyoruz. Kısaca Türkiye’deki ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki bilim tarihi çıkarsamalarında genellikle söz konusu olan bir vakıayı burada örnek olarak anmak arzusundayız. Bilim tarihindeki bu örnek durum, aydınlanmaya göreli yeni dil ve tarih evrenlerinin varlıklarını somutlaştırmada işimizi kolaylaştıracaktır. Çünkü bilim tarihi alanı, sadece bir tarih çalışmaları bütününe değil, aynı zamanda bir imler bütününe göndermede bulunmaktadır. Bu alanda yaratılan imgelemler, akademisyenlerle aydınlar, yazarlarla okurlar arasında varolan iletişimin mümkün dilsel içerimlerini önbelirlemektedirler. Bu konuda aydınlanmacı bir imgelem içeriğine sahip en önemli örneklerimiz, XVII. yüzyılda sadece ve özellikle Kıta Avrupası’nda başarılabilmiş bir üstün bilgi serüvenini baz alarak Ortadoğu halklarının ve diğer halkların bilim öykülerini içeriklendirmektedirler. Bu konuda en iyi örnek, değerli ve etkin bir bilim tarihçisi olan Cemal Yıldırım’ın eserleridir. Çünkü o, Bilimin Öncülleri’nde, Ortaçağ Đslâm uygarlığının, eski Yunan metinlerinin Batı’ya aktarılması dışında herhangi bir bilimsel etkinlikte bulunmadığını öne sürmekte52 ve Bilim Tarihi’nde, Ortaçağ’daki bilimsel etkinliklere ayırdığı bölümü, ‘bu dönemde akla duyulan tepki ve bilimsel anlayışın gerilemesi’ gibi bir yol ayracıyla 49 Bu dolayımda bir Türk tarihi çalışması için bkz. Jean-Paul Roux, Türklerin Tarihi; çevirenler: Aykut Kazancıgil-Lale Arslan Özcan, Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 6. Basım, 2010. Aynı bağlamda bir Kürt tarihi çalışması için bkz. Bazil Nikitin, Kürtler: Sosyolojik ve Tarihi Đnceleme; çeviren: H. D., Đstanbul: Özgürlük Yolu Yayınları, 1976 (2 cilt bir arada baskısı). 50 Böyle bir eser için örnek olarak bkz. Mehmet Bayrakdar, Kürtler Türkler’in Nesi Oluyor?, Đstanbul: Kelam Yayınları, 4. Basım, 2011. 51 Böyle bir çalışma için örnek olarak bkz. Martin Van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet; çeviren: Banu Yalkut, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 3. Baskı, 2004. 52 Bkz. Cemal Yıldırım, Bilimin Öncülleri, Ankara: Tübitak Yayınları, 18. Basım, 2001, s. 12. 153 başlatmaktadır.53 Aslında ilginç bir durum, Bilimin Öncülleri’ne yaşamöyküsü alınmış bütün bilim adamlarının Kıta Avrupası’nda veya Kuzey Amerika’da yaşamış olmalarıdır. Şimdi bu tür bir bilim tarihi yazımının, Ortadoğu’ya dair kültürel yazımları önkoşullandırmadığını iddia edebilir miyiz? Elbette bu soruya olumlu cevap vermek mümkün görünmemektedir. Đşte bu tür bir bilim tarih yazımını mümkün kılan temel etken, tıpkı yukarıdaki örnekleri de elverişli kılabilen, modern Türkiye’nin tarih ve dil devrimidir. Bu iki devrim, bir ötekilenmenin sağladığı dolayımda meydana gelmiştir ve burada içinde düşündüğümüz ve yeniden varolduğumuz bütün imler sonsuza değin önbelirlenmiş olmaktadır. Çünkü bir dilin grameri, yine Michel Foucault’un belirttiği gibi, o dil içinde söylenebileceklerin “a priori”si niteliğindedir54 ve burada aydınlanmaya ait olmayan içerimler, yeni dilde ve tarihte dışlanmış ve işlevsizleştirilmiş bir halde bulunmaktadırlar. Đşte bu nokta ikinci bir şarkiyatçılık sürecine, ötekileştirmeye katılmanın sağladığı bir ötekilenme dolayımına göndermede bulunmaktadır. Bu çalışmanın da, Ortadoğu özelinde olmak üzere, sorunlaştırdığı olgusal durum budur. 3- ‘Öteki’ Olarak Önkodlanan Anlam Dolaylamalarının Yarattığı Yabancılaşma Herhangi bir insan birlikteliğinde üretilmiş her bir üst-anlatı, yapıntının (oyunun) sağladığı bir elverişliliğe koşut olmak üzere, çeşitli anlam dolayımlarının gereksinilmesinde önkoşullandırıcı bir etkide bulunmaktadır.55 Bunun anlamı şunu demeye gelir: Herhangi bir tarihte yaratılmış bir im, bilgi veya deneyim olarak olgusallaşacak bundan sonraki bütün pragmatik dolayımları önbelirleyecek bir gereksinme duygusu yaratacak ve böylece aydınlar burada, gereksinilen üzerinden zihinsel bir önkoşullanmaya uğrayacaklardır.56 Yani bir olgusal bütünlüğün meşrulaştırılmış sınırlar içinde görülüp görülemeyeceğine karar verecek olanlar, artık öncelikle verili ime göreli olacak şekilde hareket edeceklerdir. Ötekilenmeyi başarabilmiş bir dünyevi içerimde aydınlar, verili koşullar sayesinde, içerisinde varoldukları toplumun olgusal bütünlüklerine yabancılaşacak ve bu yabancılaşma, olanaklı tek standardı belirginleştirecektir. Ortadoğusal özgüllükler bağlamında bu durum, olabildiğince kanıksanılmış bir bağlama karşılık gelmektedir. Ortadoğu özgüllüklerine dair antropolojik veya toplumbilimsel nitelikli çalışmalarda, daha yaygın olarak da gazetelerde yer verilen günlük veya haftalık köşe yazılarında dikkati çeken müşterek bir durum, araştırmacıların veya yazarların, öncelikle bulundukları toplumsal içerimleri küçümsemeleri, ikinci olarak ise, Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’da karşılığı bulunan deneyimsel imleri bu küçümsenenlere uygulamalarıdır. Böylece akademisyenler veya aydınlar, kendi varoluşlarını ayrıcalıklaştırdıkları ölçüde, içinde varoldukları topluma yabancılaşmaktadırlar. Etnisite veya cinsel kimlik temelli toplumbilim yazını, bu konuda en güzel örnekleri bulabileceğimiz bir hazine durumundadır. Her iki temel başlığı da ilgilendirmek üzere modern Türkiye’nin ilan ediliş yıllarıyla son yıllar arasında resmi demokrasi bilincindeki evrime yapılacak ufak bir değini, bu durumun daha iyi fark edilebilmesini sağlayacaktır. Değerli bir toplumbilim araştırmacısı olan Özer Ozankaya 53 Bkz. Cemal Yıldırım, Bilim Tarihi, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 2. Baskı,1983, s. 55 vd. Bkz. Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, s. 417. 55 Bkz. John R. Searle, Zihin Dil Toplum; çeviren: Alaattin Tural, Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2006, s. 127-132. 56 Bkz. Jean François Lyotard, Postmodern Durum; çeviren: Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları, 2. Baskı, 1997, s. 49-73. 54 154 editörlüğünde hazırlanan Cumhuriyet ya da Demokrasi başlıklı eser içerisine çözümlemelerini dâhil eden aydınlar, günümüzde birbirinden iyice ayrışan iki temel içerimi, cumhuriyet ve demokrasiyi birbirine yakınlaştırmak için epey uğraşmakta ve bu konuda Đslâm dinini özgül bir tehlike olarak önvarsaymaktadırlar.57 Ulus-devletin elverişli kıldığı korunaklı imlerin dışında bir Đslâm içerimini arayan Türkiyeli toplumsallıkların gergin bir üslupla eleştirildiği bu eserde, Türkiye’nin yeni koşullarında demokrasiyi oluşturan öğelerin eskisi gibi laik bir temelden çok özgürlüğe dayandıklarının fark edilememesi gayet ilginç bir ayrıntıdır ve bu ayrıntı, topluma yabancılaşmanın bir soykütüğünü soruşturmamıza olanak verecek nitelikte önemlidir. Öyle görünüyor ki, AngloSakson sekülarizmine oranla Türkiye laikliğini öven Andrew Davison’un siyasetbilimsel öğütleri bu araştırmacıları yanlış bilinçlendirmiştir.58 Cumhuriyet ya da Demokrasi’nin entelektüel içerimleri, Ortadoğu’dan ayrıştırıldığı ölçüde bu coğrafyadan arındırılamamış bir özgül bağlama yabancılaşmanın bulunmaz bir örneği konumundadır. Şimdi daha özel bir örneğe, Türkiye’de ve Ortadoğu’da kadın sorunsalına ve bu dolayımdaki antropolojik ve toplumbilimsel metinlerin içerimlerine geçebiliriz. Zira bu örnek, çalışmamız bakımından daha ilginç ayrıntıların bulunabileceği bir örnektir. Türkiye’de ve Ortadoğu’da kadını çalışan araştırmacılar, genellikle özgül bir bağlam olarak varsayılan buralardaki sorunsallara nispetle sorunlaştırmazlar kadınları, Kıta Avrupası ve Kuzey Amerika’da soruşturulan türden bir kadın sorunsalını bu coğrafyalardaki altüst oluşlara uygular ve bunun için pragmatik bir gerekçe ararlar. Ortadoğu özelindeki bütün kültürel çalışmalarda geçerli olan yabancılaşma, burada, tıpkı çevre ve hayvansever duyarlılıkları gibi, ötekilenmeye göreli bir dolayımda kendini gerçekleştirir. Muhtemelen Batı’da bir kadın sorunu bulunmuş olmasaydı Ortadoğu’da da böyle bir sorun içerimi bulunmayacaktı. Pınar Đlkkaracan’ın Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik başlığı altında, özellikle Arapça ve Türkçe yazan kadın araştırmacılarının yazılarının bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir derleme içinde, yayınladığı metinler bu konuda güzel bir örnek niteliğindedir.59 Bu derleme içindeki yazılarda Ortadoğu içeriğindeki sorunlar, özellikle iki cinsiyetten biri olduğu için tabiatıyla kadını da ilgilendiren sorunlar, kadın dolayımında, bekâret, ataerki, Đslâm, tecavüz ve insan hakları gibi temel terimler üzerinden anlamlandırılmıştır. Buradaki yazılarda, daha önce Talal Asad’ın altını çizdiği şekilde, Ortadoğusal bir özgüllüğün haklı veya haksız gönderimlerindeki tarihsel insaniliğe hiçbir hayat olasılığı tanınmaz.60 Batılı bir im ödünç alınarak buraya uygulanır ve bunun adı her zaman olduğu gibi bir “özgürleştirme” olur. Bizim burada dikkat çekeceğimiz bir ayrıntı daha önemli gibi görünmektedir. Toplumsal, kültürel, ekonomik ve görece politik olumsuzluklar dolayımında, özellikle de zoraki modernleştirilen bir içerikte ortaya çıkan sorunların kadına olan yansımaları, acaba gerçekten de bu derleme içerisindeki çalışmalarda önvarsayıldığı gibi Batı’dan alınan olumsuz bir kadın sorunsalından mı kaynaklanmaktadır, yoksa bu sorunsalın daha geniş bir evrene yayılmış ve kadını çoğunlukla aşan bir koşullar bütünüyle mi ilişkisi 57 Bkz. Özer Ozankaya editörlüğünde hazırlanan, Cumhuriyet ya da Demokrasi, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002. Bkz. Andrew Davison, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik; çeviren: Tuncay Birkan, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2002. Bkz. Derleyen: Pınar Đlkkaracan, Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik; çeviren: Ebru Salman, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2004. 60 Bkz. Talal Asad, Sekülerliğin Biçimleri, s. 123-151. 58 59 155 bulunmaktadır? Đşte burası, ötekilenmenin olanaklı kıldığı yabancılaşmanın soruşturulabileceği bir izlek sunmaktadır bize. Bu yazarlar için duyarlılığı elverişli kılan temel bağlam, tıpkı böcekleri ve balıkları birer hayvan kabul etmeyen hayvanseverlerde olduğu gibi, aslında içerisinde yaşanılan topluma karşı hissedilen samimi bir duyarlılık değil, bir göreliliğe uygun olarak yaratılmış bir duyarlılıktır. Başka türlü bir konuda çok duyarlı olan aydınların bir başka konuda duyarsız davranmalarını açıklayabilmek için yeterli gerekçemiz olurdu. Fakat bu çalışmanın başından beri birbirinden oldukça farklı araştırma alanlarından verilen örnekler, bu duyarlılık tonunun ancak bir yapıntının (oyunun) kurallarından kaynaklandığını çok güzel göstermektedir. Bir yapıntı içerisinde iyi olan bir başka yapıntı içerisinde iyi olmayabileceği ve bu konuda öncelikli olan toplumun görelilikleri olduğu halde, Ortadoğulu aydınlar özellikle bazı bağlamların, aydınlanmacı dolayımların, kesinlikle iyi oldukları konusunda belirli bir görüş birliği içerisinde hareket etmektedirler.61 Đşte bu nokta, yabancılaşmanın kanıksanıldığı ve bir daha hiçbir şekilde sorgulanamadığı bir içerime gönderme yapmaktadır. Böylece Ortadoğu’ya yabancılaşanlar, bu coğrafyayı ilgilendiren her bir unsuru ötekileştirmekte ve ötekilendikleri imlerin birer ölçüt olarak duyarlılıkları önbelirlemesi için çalışmaktadırlar. Sonra burada aykırılıkların olgusallaştığı her ‘bütün-durum’da, aydınlar, Ortadoğu’yu küçümseyerek haklılıklarına bir anlam katacaklarını düşünmektedirler.62 4- ‘Ortadoğulu Özgüllükler’ Đminin Yapacağı Devrim Đlginç olmayan bir biçimde yaşam, daima insana göreli olacak şekilde olgusallaşmaktadır. Burada yaratılan ve sonra her defasında kendisine dönülen bir imin sonraki yapıntısal imlerle oluşturacağı kurumsal içerikler, John R. Searle’ün de belirttiği gibi, yaşamın kendisine bir anlam katacak ve bu anlam, gerçekten bu insana göreli olanı elverişli kılacaktır.63 Ortadoğulu özgüllükler imi de bu şekilde, bu coğrafyadan olana gönderme yapmaktadır ve bu gönderme aslında “imtiyazsızların da konuşması mümkündür” sözünün sağladığı öznel hakikatin64 dışında bir dolayımı önsoruşturmaktadır. Ortadoğu’yu ilgilendiren her bir ayrıntı, öncelikle ve sadece bu coğrafyaya aittir. Aydınlanma ve ‘bilimsel devrim’ olarak adlandırılan bilgi dolayımlarının herhangi bir gönderimi, özellikle bu coğrafyayı ilgilendirmemelidir. Bu dünyada Ortadoğu için eksik olan şey, Ortadoğu’nun kendisidir. Bu kendilik, ötekileştirilmenin ve ötekilenmelerin başlamadığı bir anda son bulduğuna göre, bundan sonra bu coğrafya için Ortadoğululaşmanın başlangıcı da burada bulunabilecektir. Bunun anlamı şunu demeye gelir: Đnsan olmanın mümkün tek bir biçimi yoktur ve “insan olmak” olarak imlenen öznel hakikatin tek bir göreliliği de bulunmamaktadır. Buna göre Ortadoğusal içerimler, olgusal ve metinsel dolayımlar bakımından, bu coğrafyaya göreliliğin, öncelikle şimdiden başlayan bir dünya-karşıtlığıyla 61 Bkz. H. A. R. Gibb, Đslâm’da Modern Eğilimler; çeviren: M. Kürşad Atalar, Ankara: Çağlar yayınları, 2006, s. 40. Aziz Nesin’in Türkiye toplumunun çoğunluğunun “aptal” olduğu yolundaki değerlendirmesi burada anılmaya değerdir. Günümüzde tartışmalar, birilerinin kendilerini ‘akıllılardan’, diğerlerini de ‘aptallardan’ saydığı dolayımlarla noktalanmaktadır. Bu konuda güzel değiniler için örnek olarak bkz. http://www.itusozluk.com/goster.php/t%FCrk+milletinin+y%FCzde+altm%FD%FE%FD+aptald%FDr (erişim tarihi: 29.09.2011). 63 Bkz. John R. Searle, Toplumsal Gerçekliğin Đnşâsı; çevirenler: Muhittin Macit-Ferruh Özpilavcı, Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2005, s. 51-82. Burada yazar, olguları “kaba olgular” ve “kurumsal olgular” şeklinde ikiye ayırmayı önerir ve kaba olguların, tabiatı imlediği ölçüde kurumsal olgular, insani yapıntılara (oyunlar) karşılık gelir. Biz de ‘kurumsal’ sözcüğünü bu manada kullanmış bulunuyoruz. 64 Bkz. Edward W. Said, Şarkiyatçılık, s. 350. 62 156 kendine doğru gittiği bir imi yaratabildiği ölçüde kendine özgü bir öyküyü olanaklı kılabilecektir. Bu konuda ‘bu-dünya’nın kazanımlarına ortak olmak gerekmemektedir. Bir defa bu çalışmamızdaki değinileri mümkün kılan tarihsel koşullar, böyle bir serüvenin de başlangıcına gönderme yapabilecek nitelikte kayda değerdir. Bu noktadan itibaren gerçek bir devrimden söz etmek mümkün olmaktadır. Ortadoğusal bir dilin, buralı bir tarihin ve aidiyetin erişilebildiği koşullar, buranın yeni-dünyasını şekillendirecek koşullardır. Burada bütün bilgi dallarının, hâlihazırda mevcut olan veya unutturulmuş bütün bilgi dolayımlarının, Ortadoğu’ya özgü bir evrensellik zemininde yeniden anımsanması gerekmektedir. Böyle bir anımsamanın öncelikli yolu da sorunsalların her birinin destek aldığı ayrıştırılmış bir unsura değil, bütüncüllükle bu sorunsalların her birinin ilişkisine göre içeriklendirilmelidir. O halde burada bir ‘geri kalmışlık’, bir ‘özgürlük’ veya bir ‘kadın’ sorunu bulunmamaktadır, burada bulunan yegâne sorun, özdeşliğin Ortadoğu özgüllüğünde unutulmuşluğudur. Bunun anımsanması gerekmektedir. Sonuç Yerine Bu çalışmada şimdiye değin özellikle üç şey soruşturulmuş bulunmaktadır: Birincisi, Ortadoğulu özgüllüklerin anlamlandırılması ve yorumlanması süreçlerinde yaşanılan yöntembilim sorunuydu. Modern baskınlık göz önünde bulundurulduğunda, Ortadoğusal özgüllüklerin anlamlandırılması ve yorumlanmasında iki temel ayrılıkçı yöntem bulunmaktadır. Bunlardan ilki, Ortadoğusal deneyim veya metinler olarak bütün özgüllüklerin, olumsal ya da olumsuzlayıcı bir dizgeyle, aydınlanmaya göreli olan içerimlere kavuşturulmasıyla kendini göstermekte, ikincisi ise, Ortadoğu tarihi olarak önvarsayılan bir insani akışkanlıkta aydınlanma dolayımlarını reddeden ve bu coğrafyaya özgü bir kendilik ölçütü yaratan, sonra bu ölçütle söz konusu özgüllükleri bir bağlama yerleştiren mümkün içerimlerde kendini belirgin kılmaktadır. Bu ikinci yöntemin henüz herhangi bir örneği bulunmamaktadır. Burada soruşturulan ikinci temel bağlam, ötekileştirilmenin sağladığı bir ötekilenme içerisinde, bazen şarkiyatçı mağduriyetler bazen de ilerleme imiyle kendi toplumsal özgüllüğüne yabancılaştığını gizleyen, bu arada sürekli bir ötekilenme oyunu meydana getiren ve bu dolayımı da bir yazgı olarak işleyen bilgi içerimlerini yaratan toplum-üstü anlatıcılarının elverişli korunaklarıydı. Aslında yöntem sorunuyla birlikte ele alındığı ölçüde Ortadoğu için gitgide kanıksanan bir devamlılık bağlamını öngerektiren bu korunaklar, yıkılması güç imler yaratmaktadırlar. Kendi özgül dolayımları dışında bir tarihe her karıştırıldığında, Ortadoğu için bu imleri aşmak olanaksızlaşmaktadır. Bu çalışmada soruşturulan üçüncü temel bağlam, olumsuzlanan aydınlanmadan ayrık olarak imlenen bir Ortadoğusal özgüllük içerisinde yeni bir yapıntıya (oyun) olan gereksinimin yönüydü. Aydınlanma imlerine karşıtlık dışında bu çalışmamızda, özel bir içeriğe değinilmiş değildir. Fakat bu yönün öngerektirdiği içerik, Martin Heidegger’in daha önce Alman dili bağlamında önvarsaydığı varlık üzerine düşünme mitiyle aynı seviyededir.65 Kuşkusuz tıpkı Heidegger’in aşkın olanında olduğu şekilde burada önvarsayılan varlık biçimi de bir mit niteliğindedir; fakat her kurumsal gerçekliği ve imi olduğu gibi Ortadoğu’ya özgü olanı da bu coğrafyanın bilinçli deneyimleri ortaya çıkaracaktır. 65 Bkz. Martin Heidegger, Varlık ve Zaman; çeviren: Kaan H. Ökten, Đstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 462-463. 157 KAYNAKÇA - A’sem, Abdülemîr, el-Feylesûfü’l-Gazzâlî, Tunus: ed-Dârü’t-Tunûsiyye, 1988 - Arslan, Ahmet, Đslâm Felsefesi Üzerine, Ankara: Vadi Yayınları, 1999 - Asad, Talal, Sekülerliğin Biçimleri; çeviren: Ferit Burak Aydar, Đstanbul: Metis Yayınları, 2007 - Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, 1357/1938, Ankara: Türk Teyyare Cemiyeti, 1927 - Aydın, Hasan, ‘Klasik islâm Düşüncesinde Bilgi ve Bilim Karşıtı Bir Düşünür: Gazzâlî’, http://turkoloji.cu.edu.tr/GENEL/hasan_aydin_gazzali_bilim_karsitlik.pdf - Aydınlı, Yaşar, Gazâlî: Muhafazakar ve Modern, Bursa: Arasta Yayınları, 2002 - Bayrakdar, Mehmet, Kürtler Türkler’in Nesi Oluyor?, Đstanbul: Kelam Yayınları, 4. Basım, 2011 - Berkes, Niyazi, Türkiye’de Çağdaşlaşma; çeviren: Ahmet Kuyaş, Đstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 15. Baskı, 2010 - Bruinessen, Martin Van, Ağa, Şeyh, Devlet; çeviren: Banu Yalkut, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 3. Baskı, 2004 - Bulut, Yücel, Oryantalizmin Kısa Tarihi, Đstanbul: Küre Yayınları, 2004 - Davison, Andrew, Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik; çeviren: Tuncay Birkan, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2002 - Derrida, Jacques, Gramatoloji; çeviren: Đsmet Birkan, Ankara: Bilgesu Yayınları, 2010 - Eliaçık, Đhsan, ‘Đslâm’ın Yenilikçileri Kitabı Üzerine Söyleşi’, http://ihsaneliacik.posterous.com/ (erişim tarihi: 28.092011); Önay Yılmaz, ‘Gazâlî Kazandı, Osmanlı Kaybetti’, http://www.milliyet.com.tr/2003/02/02/guncel/-gun08.html (erişim tarihi: 28.09.2011) - Foucault, Michel, Kelimeler ve Şeyler; çeviren: M. Ali Kılıçbay, Ankara: Đmge Kitabevi, - Gauchet, Marcel, Demokrasi Đçinde Din: Laikliğin Gelişimi; çeviren: Mehmet Emin Özcan, Ankara: Dost Kitabevi, 2000 - Gazzâlî, Ebû Hâmid, Filozofların Tutarsızlığı Tehâfütü’l-Felâsife (Türkçe-Arapça basım bir arada); çevirenler: Mahmut Kaya, Hüseyin Sarıoğlu, Đstanbul: Klasik Yayınları, 2005 - Gazzâlî, Ebû Hâmid, el-Đktisâd fî’l-Đ’tikâd; tahkik: Enes Muhammed Adnan eş-Şerafâvî, Beyrut: Dârü’l-Minhâc, h. 1429/m. 2008 - Gibb, H. A.R., Đslâm’da Modern Eğilimler; çeviren: M. Kürşad Atalar, Ankara: Çağlar Yayınları, 2006 - Griffel, Frank, al-Ghazâlî’s Philosophical Theology, New York: Oxford Press, 2009 158 - Habermas, Jurgen, Đletişimsel Eylem Kuramı; çeviren: Mustafa Tüzel, Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 2001 - Heidegger, Martin, Varlık ve Zaman; çeviren: Kaan H. Ökten, Đstanbul: Agora Kitaplığı, 2008 - Heimsoeth, Heinz, Kant’ın Felsefesi; çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu, Ankara: Doğu Batı Yayınları, 3. Basım, 2007 - Đlkkaracan, Pınar, Müslüman Toplumlarda Kadın ve Cinsellik; çeviren: Ebru Salman, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 2. Baskı, 2004 - Kant, Immanuel, Critique of Pure Reason; çeviren: J. M. D. Meiklejohn, New York: Prometheus Books, 1990 - Kara, Đsmail, Başlıksız Sunum, Türkiye’de/Türkçede Felsefe Üzerine Konuşmalar içinde; yayına hazırlayan: M. Cüneyt Kaya, Đstanbul: Küre Yayınları, 2. Basım, 2010 - Küyel, Mübahat Türker, Üç Tehâfüt Bakımından Felsefe ve Din Münasebeti, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1956 - Lewis, Bernard, Modern Türkiye’nin Doğuşu; çeviren: Boğaç Babür Turna, Ankara: Ayrıntı Basımevi, 3. Baskı, 2009 - Lyotard, Jean François, Postmodern Durum; çeviren: Ahmet Çiğdem, Ankara: Vadi Yayınları, 2. Baskı, 1997 - Mahmud, Abdülhalim, el-Münkizü mine’d Dalâl ve Tasavvufî Đncelemeler; çeviren: Salih Uçar, Đstanbul: Kayıhan Yayınları, 2010 - Mardin, Şerif, Türk Modernleşmesi; çevirenler: Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder, Đstanbul: Đletişim Yayınları, 18. Baskı, 2008 - Nikitin, Bazil, Kürtler: Sosyolojik ve Tarihi Đnceleme; çeviren: H. D., Đstanbul: Özgürlük Yolu Yayınları, 1976 (2 cilt bir arada baskısı). - Ozankaya, Özer, Cumhuriyet ya da Demokrasi, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002 - Roux, Jean-Paul, Türklerin Tarihi; çevirenler: Aykut Kazancıgil-Lale Arslan Özcan, Đstanbul: Kabalcı Yayınları, 6. Basım, 2010 - Said, Edward William, Şarkiyatçılık; çeviren: Berna Ülner, Đstanbul: Metis Yayınları, 3. Basım, 2006 - Searle, John R., Toplumsal Gerçekliğin Đnşâsı; çevirenler: Muhittin Macit-Ferruh Özpilavcı, Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2005 - Searle, John R., Zihin Dil Toplum; çeviren: Alaattin Tural, Đstanbul: Litera Yayıncılık, 2006 - Shapin, Steven, Bilimsel Devrim; çeviren: Ayşegül Yurdaçalış, Đstanbul: Đzdüşüm Yayınları, 2000 - Şavkay, Tuğrul, Dil Devrimi, Đstanbul: Gelenek Yayınları, 2002 - Tanpınar, Ahmet Hamdi, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 1961 - Vural, Mehmet, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazkârlık, Ankara: Elis Yayınları, 2003 159 - Wilke, Sabine, ‘Emperyal Almanya’nın Kolonyal Pedagojisi: Ulusun Çıkarı Đçin Kendinden Feragat’, Emperyalizmin Yedi Rengi içinde; çeviren: Eda Özgül, Đstanbul: Küre Yayınları, 2006 - Wittgenstein, Ludwig, Felsefi Soruşturmalar; çeviren: Haluk Barışcan, Đstanbul: Metis Yayınları, 2007 - Yavuz, Hilmi, ‘“Oryantalizm” Üzerine Bir Giriş Denemesi’, Marife, yıl 2, sayı: 3, kış 2002, s. 53-63 - Yıldırım, Cemal, Bilim Tarihi, Đstanbul: Remzi Kitabevi, 2. Baskı,1983 - Yıldırım, Cemal, Bilimin Öncülleri, Ankara: Tübitak Yayınları, 18. Basım, 2001 - Zerrinkub, Hüseyin, Medreseden Kaçış; çeviren: Hikmet Soylu, Đstanbul: Anka Yayınları, 2001 160 ORTADOĞU’NUN UNUTULAN KĐMLĐKLERĐ: YEZĐDĐLĐK VE YEZĐDĐLER ÖRNEĞĐ Samet Zenginoğlu∗ Özet Bütünlüklerin ve farklılıkların bir arada olduğu Ortadoğu bölgesine yönelik çalışmalarda, farklılıkların ekseriyetle belli bir yüzde ifade etmekten öte bir anlam taşımadığı görülmektedir. Oysa hem kimlik olgusunun giderek tartışılır hale gelmesi hem de bölgeye yönelik daha sağlıklı teşhis, tespit ve çözüm önerilerinin ortaya konulabilmesi için bölgedeki farklılıkların, onlara meşruiyet zemini oluşturma amacı gütmeden tanınması ve anlatılması gerekmektedir. Yezidiler ve Yezidilik konusundan yola çıkan bu çalışmayla, bu boşluğun doldurulması için gerekli görülen adımlardan biri atılmaktadır. Yezidiliğin kökeni ve Yezidiler hakkında net bilgilere ulaşmak mümkün değildir. Bu konuda mümkün olan şey, bu farklı görüşleri bir arada aktarabilmektir. Yezidilik; yaratılış inancı ve Meleke Tavus ile, Peygamberi kabul edilen Şeyh Adi bin Musafir ile, inanç esasları, ibadetleri ve yasakları ile Hac ibadetinin yapıldığı Laliş vadisi ile, kutsal kitapları ile bölgenin nerdeyse tüm renklerini barındırması ve diğer yandan da bu renklere zıtlıkları ile birlikte dikkate değer bir emsal teşkil etmektedir. Anahtar Kelimeler: Yezidilik, Yezidiler, Meleke Tavus, Şeyh Adi bin Musafir, Laliş Vadisi. Amaç ve Kapsam Ortadoğu coğrafyasına yönelik bölgesel ve/veya ülkesel bazda ortaya konan çalışmalara bakıldığı vakit, bu çalışmaların pek çoğunda, etnik ya da dinsel nüfus dağılımına yönelik belli oranların verildiği görülür. Oysaki ‘kimlik’ olgusunun her geçen gün daha fazla tartışılmaya başlandığı bu yüzyıl diliminde,1 belli oranların içerisine sıkıştırılmış topluluklar/cemaatler/gruplar hakkında, bu oranların ötesinde bilgilere sahip olunması gerekmektedir. Bu noktadan hareketle, bu tebliğ, bu coğrafyaya yönelik strateji, enerji ve güvenlik çalışmalarının yanında, bölgenin etnik/dinsel kimlikleri hakkında da bilgi ve fikir sahibi olunması amacını taşımaktadır. Yezidilik ve Yezidiler örneği, bu amacın sadece bir kısmını oluşturmaktadır. ∗ Akdeniz Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Öğrencisi 1 Samet Zenginoğlu, 21. Yüzyılın Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi: Biz Kimiz? ‘Ben’ ve ‘Öteki’ / ‘Biz’ ve ‘Diğerleri’, Yayımlanmamış Tebliğ, Bilkent Üniversitesi, Diplomasi Kulübü, II. Uluslararası Đlişkiler Öğrenci Kongresi, Ankara, 29 Nisan 2011. 161 Çalışma kapsamında, Yezidilik inancına ve Yezidilere dair farklı bilgi ve görüşlere yer verilmiştir. Konu(lar), her ne kadar Ortadoğu ekseninde ele alınmaya çalışılsa da, Yezidilerin yerleşim yerleri arasında yer alan Güney Kafkasya ile başta Almanya ve Đsveç olmak üzere Avrupa ülkelerindeki Yezidiler hakkında da çalışmanın kapsamı dikkate alınarak bazı bilgilere yer verilmiştir. Çalışmada yer alan birçok çelişkili görüş ve bilgi, çalışmanın bir çelişkisi ya da zaafı olarak addedilmemelidir. Aksine bu çelişkili durum(lar) aslında bölge ve bölgede yaşayanlar hakkındaki yetersiz bilgi ve verilerle ortaya konulacak olan analizlerin çok da sağlıklı olamayacağını göstermektedir. Son olarak eklemek lazımdır ki, Ortadoğu’nun göz ardı edilen ve belki de unutulan kimliklerinden biri olan Yezidiliği hatırlatmak ve bu konuda elde edilen bilgileri sunmak haricinde, çalışmanın bu topluluğa/cemaate/gruba hiçbir şekilde ‘meşruiyet’ oluşturmak gibi bir amacı yoktur. Giriş ‘Yezidi’ kelimesi farklı anlamlarda anlaşılmakta ve kullanılmaktadır. Bu da birbirinden farklı yorumları ortaya çıkarmaktadır. Bu farklılıklar da çelişkileri ve muğlâklıkları doğurmaktadır. Bu duruma sebep olarak, “Yezidilerin çoğunun okur–yazar olmaması ve uzun süre takiyye yapmak zorunda kalmaları, kim olduklarını hatırlayamayacak kadar toplumsal hafızalarının körelmesi”2 ve Yezidilerin dinlerini ve sırlarını çok mübalağalı şekilde muhafaza etmeleri gösterilebilir.3 Yezidi kavramının ortaya çıkması ile ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır. Bu görüşlerden ilki Yezid bin Muaviye ile alakalıdır. Bu görüşe dair açıklamalar, ilerleyen bölümlerde ele alınacaktır. Diğer görüş, Yezidileri, ‘Yezd’ şehrinden gelenler anlamında kullanılan ‘Yezdi’ kavramı ile ilişkilendirir.4 Hayri Başbuğ’a göre Yezid ismi, Altay ve Yakut Türkleri inancında yer alan Hezit’ten (Ayzıt) çıkmış olabilir. Çünkü her iki inanç da kuş ve güneş unsurlarına büyük önem vermektedir. Önemli bir diğer husus ise, Avesta’da ‘Yezdan’ kavramının geçmesidir. Ayrıca, Đran inançlarındaki Đzd ya da Yeda’dan geldiğini savunanlar da vardır. Refik Halit, ‘Yezid’in Kızı’ adlı eserinde Yezidiliği bir Rus salatası olarak nitelendirir.5 Bazı araştırmacılar Yezidiliği, Đslam ve Mazdek inancının bir sentezi olarak görmektedir. Özellikle Batılı araştırmacılar, bu topluluğu ya Hıristiyanlığın ya da Yahudiliğin kayıp bir mezhebi olarak ele almışlardır. Örneğin, Abbe F. Nau, Yezidiliğin Hıristiyanlığın kayıp mezhebi olduğunu savunmuştur. Bunun yanında Yezidilerin belki de Đsrail’in kaybolmuş aşiretlerinin soyundan geldikleri yolundaki olasılıkların dile getirildiği de 2 Mehmet Sait Çakar, Yezidilik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yayınları, Ankara, 2007, s. 8. 3 Mehmet Aydın, Şeytana Tapma, Yezidilerin Đnanç Esasları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/767/9732.pdf , (Erişim: 15.09.2011) 4 Murat Özdemir, Yezidiler ve Süryaniler, Ekin Yayınları, Đstanbul, 1988. 5 Refik Halid Karay, Yezidin Kızı, Đnkılap ve Aka Kitabevleri, Đstanbul, 1972. 162 görülmektedir.6 Süleyman Sabri Paşa’nın 1928 yılında yayımlanan ‘Van ve Tarihi: Kürtler Hakkında Tetabbuat adlı eserinde ise Yezidilerin en eski Türkler olduğu dile getirilmektedir.7 Görüldüğü üzere, daha ilk adımda hem kelimenin kökeni hem de Yezidiliğin kökenine dair çok zıt görüşler öne sürülebilmektedir. Bu durum diğer ilerleyen adımlarda da sıkça karşımıza çıkacaktır. Tekrar etmek gerekirse, ‘Amaç ve Kapsam’ kısmında da belirtildiği üzere, bu zıt ve girift durum, çalışmanın ele alınmasındaki temel faktörlerden birisini teşkil etmektedir. 1. Yezidilik Đnancında ‘Yezid’ Constantinopol’un fethi girişimine de katılmış olan Emevi Halifesi Muaviye 680’de ölmüş ve ölmeden önce Yezid’i veliaht tayin etmiştir. Yezid’in konumu, bu inanç/din için tartışmalıdır. Yezidilerin, Muaviye’nin oğlu Yezid’i kutsal sayan bir mezhep8 olduğu ve/veya Yezidilik inancındaki Meleke Tavus’un Muaviye’nin oğlu Yezid olduğu9 gibi görüşler öne sürülmektedir. Bir diğer görüşe göre, “Yezidilere göre Yezid, Yezidiliğin gerçek kurucusu değil, Adem’in tek oğlu olan Şahit bin Car10 tarafından çoğalan, kendine has fırkanın onarıcısı ve canlandırıcısıdır. Yezid, tenasüh yoluyla her zaman dünyaya gelecek Şeyh Adi’dir. Şeyh Adi’nin Tanrı tarafından Suriye’den Laliş’e gönderildiği kutsal kitaplarında anlatılırken, Yezid adının anılmadığı görülmektedir.11 Görüldüğü üzere “halife Yezid’in bu dindeki konumu muğlâktır, belki de kasten böyle muğlâk bırakılmıştır.”12 Çünkü geçmişte yaşanan ve bugün anılmak istenmeyen olaylar, bir süre sonra cemaatin karşısına büyük bir korku olarak çıkmıştır. Yezid bin Muaviye’nin bu inançla/dinle bir ilgisi, ilişkisi olmadığının öne sürülmesi çabaları ile bu korkunun büyük oranda bertaraf edildiğini, edilmeye çalışıldığını söylemek mümkündür. 2. Đkamet Ettikleri Yerler ve Nüfusları Yezidilerin bulunduğu bölgeler genel itibarı ile altı bölgeye ayrılır: Avrupa, Sincar Dağları, Seyhan, Halep, Kafkasya ve Anadolu. Yezidilerin Anadolu’da yaşadıkları yerler ise; Diyarbakır (Bismil, Çınar), Şanlıurfa (Viranşehir, Ceylanpınar), Mardin (Midyat, Nusaybin, Savur), Batman (Kurtalan, Beşiri) civarıdır. 6 John S. Guest, Yezidilerin Tarihi Meleke Tawus ve Mıshefa Reş’in Đzinde, Avesta, Đstanbul, 2001, s. 157. 7 Orhan Türkdoğan, Osmanlı’dan Günümüze Türk Toplum Yapısı, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2008, s. 284. 8 Đbrahim Agâh Çubukçu, Yaşayan Yezidilik, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/773/9852.pdf, (Erişim: 12.09.2011) 9 Aydın, a.g.m. 10 Bu konu, Yezidilikte Yaratılış Đnancı ve Meleke Tavus kısmında ele alınacaktır. 11 Tanıl Yaşar, Çemberin Đçindeki Đnanış Yezidilik, Nokta Kitap, Đstanbul, 2008, s. 29. 12 Guest, a.g.e., s. 67. 163 Yezidilerin nüfusu hakkında farklı çalışmalarda çok farklı sayıların ortaya çıktığını görmekteyiz. Guest’e göre, “1950’lerin ortalarında sayıları 100 bin iken, bugün bu rakam 200 bini biraz geçmiştir. Irak’taki sayıları 120 bin olarak tahmin edilebilir. Buna ilaveten Kafkaslarda yaklaşık olarak 60 bin; Türkiye ve Almanya’da 20 bin ve Suriye’de 10 bin Yezidi yaşamaktadır.”13 “1985 yılında 23.000’e inen sayıları, 2007 yılında 377’ye kadar (Urfa’da 243, Batman’da 72, Mardin’de 51, Diyarbakır’da 11 kişi) gerilemiştir.”14 Muaviye bin Đsmail el–Yezidi15 1990 Kasımında ele aldığı mektupta Türkiye’de yaşayan Yezidilerin sayısını bir buçuk milyon olarak dile getirmiştir. 2000’lerin ardından, dünya genelinde 250.000’den16 500.000’e17 ve hatta 1 buçuk milyona18 varan rakamlar ortaya atılmıştır. Bu farklı sayılara temel sebep, başlangıçta da belirtildiği üzere, cemaat fertlerinin takiyye yapmalarıdır. Çünkü baskı ve çatışmadan kaçınmaktadırlar. 3. Yezidilikte Yaratılış Đnancı ve Meleke Tavus Đlk insanın yaratılması ve ardından yaşananlar, Yezidilikte farklı bir durum arz eder. Đslam dinine göre, Şeytan, insana secde etmemesi yüzünden Tanrı’nın huzurundan kovulmuştur. Fakat Yezidilere göre Meleke Tavus (‘şeytan’ kelimesinin kullanılması kesinlikle yasaktır. Bu kelimeyi anımsatacak sözcüklere bile yer verilmez ve Meleke Tavus sebebiyle Yezidilerin simgesi Tavus Kuşu’dur) Tanrı tarafından affedilmiştir. Çünkü ilk insan yaratıldığı zaman Meleke Tavus’un secde etmemesinin sebebi Tanrı Azda’dan başkasına secde etmenin şirk olacağını bilmesindendir ve Tanrı O’nu sınamıştır. Şeytana tapmakla suçlanan Yezidilerin inanç esaslarının temelinde vahdet–i vücut (varlık birliği) inancı vardır. Bütün tasavvufi tarikatlar gibi Yezidilik dini de her şeyi, bu arada Meleke Tavus’u Tanrı’nın bir yansıması olarak kabul etmektedirler. Yezidilikteki Yaratılış inancına göre, ilk iki insandan 80 çocuk meydana geldi. Đlk iki insan bir gün ideal insan hususunda anlaşmazlığa düştüler ve bir sınav verdiler. Her ikisi de bir küpe ruhlarını ve düşüncelerini koyup, ağzını kapattıktan sonra 40 gün beklediler. Ardından, erkeğin küpünden Şahid bin Car çıktı. Kadınınkinden ise sürüngenler, çıyanlar… Adem’in Şahid bin Car’ı çok 13 Ibid., s. 341. 14 Yaşar, a.g.e., s. 19. 15 Almanya’daki Yezidi liderlerden biri. 16 The Human Rights Situation of the Yezidi Minority in the Transcaucasus (Armenia, Georgia, Azerbaijan), A Writenet Report commissioned by United Nations High Comissioner for Refugees, Status Determination and Protection Information Section (DIPS), May 2008, http://www.unhcr.org/refworld/pdfid/485fa2342.pdf, (Accessed: 22.09.2011), p. 2. 17 Sabahattin Talu, Yezidi Katliamı ve Nemalanma Girişimleri, 14.10.2007, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1090, (Erişim: 19.09.2011). 18 Erdal Şimşek, Gizemli Bir Din: Yezidilik, http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/yezidilik2475/dosya_2479.html, (Erişim: 22.08.2011). 164 sevmesi, diğerlerinde kıskançlıklar ortaya çıkardı. Bu sebeple, Şahid bin Car’ı öldürmeye karar verdiler. Aralarında bir parola belirlediler. Fakat suikastın yapılacağı gün Meleke Tavus aracılığı ile 80’i de farklı dil konuştuklarını ve anlaşamadıklarını gördüler. Şahid bin Car da hepsinden farklı olarak Kürtçe konuşuyordu. Bu anlayışın devamı olarak Yezidiler, Kürtçenin arî bir dil olduğunu savunmaktadırlar. Şahid bin Car, Meleke Tavus aracılığı ile kurtulmuştur. Sonra Şahid bin Car’a bir melek gönderilmiştir. Đşte, Şahid bin Car’ın ve O’na gönderilen meleğin çocukları Yezidilerin atalarını oluşturmaktadırlar. Yezidiliğin kutsal kitaplarından biri olan Mıshefa Reş’te bu olay şöyle anlatılmaktadır: “Sonra dedi ki Ulu Tanrı: ‘Ey melekler, Adem’le Havva’yı yaratacağım, onları insan yapacağım ve ikisinden, Adem’in belinden gelmek üzere Şehr bin Car doğacak ve ondan tek bir halk türeyecek yeryüzünde; Azazil’in yani Meleke Tavus’un toplumu olan Yezidi halkıdır bu.’” Burada bir seçilmişlik ve üstünlük algısı vardır. Yezidilerin kapalı bir toplum yapısı arz etmesinin sebeplerinden birisi belki de budur. Ayrıca, seçilmişlik vurgusuna ek olarak, sonradan Yezidi olunamayacağını da belirtmekte fayda vardır. 4. Yezidiliğin Peygamberi: Şeyh Adi bin Musafir Yezidiliğin peygamberi bilinmesine rağmen, Yezidi dininin kurucusu bilinmemektedir. Dinlerini ilk kuran kişinin adı ne kendi geleneklerinde ne de Hıristiyan ve Müslüman komşularının kronolojisinde geçmektedir. Bazı bilimciler Kürt gruplarının bu tuhaf boşluktan, on üçüncü ve on dördüncü yüzyılın kaos ortamında Hıristiyan ve Müslüman mezheplerinin uyguladıkları iyi sindirilmemiş doktrin ve ayinlerden bir biçim yamalı bohça gibi bir din oluşturdukları sonucuna varmışlardır.19 Yezidiliğin Peygamberi Şeyh Adi bin Musafir’dir (m. 1075–1161). Soyu Emevi halifesine 20 dayanır. Lübnan’da Baalbek’in 60 km. güneyindeki Beka Vadisi’nin batı yamaçlarında kurulan Beyt Far köyünde doğmuştur. Gençliğinde Bağdat’a giden Adi bin Musafir, el–Gazali’nin öğrencisi ve Sufi tarikatının kurucusu Kürt Abdülkadir el–Geylani’nin öğrenim arkadaşıdır. Şeyh Adi’nin birden fazla künyesi vardır: es–Şami (Suriyeli), el–Hakkâri (Hakkârili) gibi. Bu öğrenim hayatının ardından, Şeyh Adi bir süre sonra sofuluk, ağırbaşlılık ve itikat gibi konularda öne çıkamaya başladı ve etrafına birçok mürit toplandı. “Birlikte hacca gittikleri el Geylani “eğer peygamberlik çalışmakla elde edilmiş bir şey olsaydı, onu mutlaka Şeyh Adi elde ederdi” diye söylemişti.”21 19 Guest, a.g.e., ss. 63, 64. 21 Bir rivayete göre ise Şeyh Adi Türk’tür. Bkz. Çakar, a.g.e., ss. 34–36. 21 Guest, a.g.e., s .45. 165 Şeyh Adi’nin inanç ve düşüncelerini yansıtan eserleri bulunmaktadır.22 Bunların bulundukları yerler; Berlin Devlet Kitaplığı, British Library, Amerikan Kongresi Kitaplığı’dır. “Bu risalelerde esas olarak, geleneksel olarak Đslam inancına bağlı düşüncelerin yanı sıra Ortodoks öğretinin yenileştirilmesi, yaşamın çile ve duayla güzelleşeceği, böylece Tanrı’ya ulaşmanın kolaylaşacağı öğretilmektedir. Bu risalelerin hiçbiri Yezidiler tarafından onaylanmamıştır.”23 Şeyh Adi bir süre sonra Laliş’te inzivaya çekilmiştir ve etrafındaki müritlerle yeni bir tarikat oluş(tur)muştur (Adeviyye ve Sohbetiyye). Şeyh Adi’nin ölümünün ardından bir süre sonra tarikatın başına (Addavi tarikatı), Şeyh Adi’nin torununun oğlunun yeğeni Şeyh Hasan bin Adi geldi. Yezidilerin iki kutsal kitabından biri olan, davranış kurallarına dikkat çeken Mıshefa Reş (Kürtçe: Kara Kitap) Şeyh Hasan’a atfedilmiştir. Hasan bin Adi ile beraber tarikatın farklı bir kimlik kazandığı görülmektedir. Bu zamanda aşırı görüşler ortaya çıkmış ve bu inanç için önemli görülen kişiler hakkında çok aşırıya giden görüşler görülmeye başlanmıştır. Örneğin; “Hasan, müritlerine Şeyh Adi’ye büyük bir saygının gösterilmesini ve mutlak anlamda itaatkâr olmalarını buyuruyordu.”24 Bu dönemde Şeyh Adi bin Musafir ismi öne çıkmış ve kullanılmıştır Ardından çok da beklenmeyen sonuçlar doğmuş ve “Şeyh Adi bin Musafir’in kurduğu Sohbetiyye ve Adeviyye tarikatları ile çelişen inanç ve hurafeler oluşmaya başlamıştır. Bunun sonucunda da Yezidilik dini kendi özünden uzaklaşarak farklı bir yapıya bürünmüştür.”25 Burada Yezidi dininin kendi özünden uzaklaştığı konusuna katılamamaktayız. Çünkü zaten Hasan bin Adi’ye kadar böyle bir din reel hayatta yok idi. Şeyh Hasan bin Adi’nin ardından Yezidilik karşımıza bir ‘din’ olarak çıkmaktadır. Yani, özünden uzaklaşma değil, yeni bir yapıya bürünme söz konusudur. Tarikatın bu denli değişen çehresi dönemin teologları tarafından da fark edilmiştir. Hatta “on dördüncü yüzyılın başlarında Suriyeli teolog Đbni Teymiyye Addavilere yönelik uzun bir mektup yayımladı. Mektupta Addavilere Şeyh Adi’ye ve ağır şekilde kınanan Hasan bin Adi’ye besledikleri saygıyı ve mezheplerinin kurucularının kültünü abartmamaya teşvik ediyordu. Ayrıca Hasan’a atfedilen bir başka buluşu –Halife Yezid’in yüceltilmesi buluşunu– da kınıyordu.”26 Söylendiği üzere, Şeyh Adi, zamanında etrafına müritler topladı. Bu müritler ibadet eder ve Kur’an okurdu. Fakat daha sonra bu durumun da şeklen değiştiği görülmektedir. Ebu el– Hasan Ali, 22 Bunlardan bilinenler şunlardır: Đtikadı Ehl-i Sünne, Visaya eş-Şeyh Adi b. Müsafir ile’l Halife, Adab-ı Nefs. Aydın, a.g.m. 23 Yaşar, a.g.e., s. 38. 24 Guest, a.g.e., s. 49. 25 Yaşar, a.g.e., s. 29. 26 Guest, a.g.e., s. 58. 166 Sincar Dağı’nda müritler toplar. Burada çile çekerler ve ‘hal’* denilen bir bitkiyi çiğneyerek kendilerinden geçerlerdi.27 Bu bağlamda bakıldığı zaman, günümüzdeki Yezidiliğin kurucusunun Şeyh Hasan bin Adi olduğu söylenebilir. Elbette, Adi bin Musafir öncesi hakkında farklı görüşler var –ki bunlar belirtildi. Fakat kırılma noktalarına ve yaşananlara baktığımızda Adi bin Musafir’in ardından en belirgin isim olarak Şeyh Hasan bin Adi gelmektedir. 5. Laliş Vadisi’ne Üç Faklı Açıdan Bakış Şeyh Adi bin Musafir’in Irak’ın Duhok ile Musul kentleri arasında bulunan Laliş’te metfun olduğu mabet hakkında farklı rivayet ve görüşler vardır. Bunların en başında geleni, bu mabedin eski bir Nasturi kilisesi olduğudur. Aynı şekilde; “Kuzey Irak’taki Keldanilerin azimle savundukları hep anlatıla gelen geleneksel bir görüş, Şeyh Adi türbesinin, bir zamanlar bir Hıristiyan kilisesi olduğunu ileri sürer. Bazı anlatıma göre bu kilise M.S. yedinci yüzyılda yaşamış ve adları John ve Jesusobran olan iki Nasturi keşiş tarafından yapılmıştı.”28 “Laliş tapınağının nasıl yapıldığı hala gizini koruyor. Bazı uzmanlar binaların yapılışında Nasturi mimarisinin tipik özelliklerini kabul ederken, bazıları bu binayı dağda yapılmış cami olarak görüyor.”29 Burada ikinci bakış açısına geçiyoruz. Şöyle ki, bazı uzmanlar bu binayı dağda yapılmış bir cami olarak görmektedir. Bu bağlamda, Şeyh Adi’nin sandukasının üzerindeki işlemeli yeşil örtünün30 ve türbenin sağındaki odanın alınlığında31 Ayet’el Kürsi bulunduğunu belirtmekte fayda var. Son bakış açısına gelince; Guest’in kitabında bazı fotoğraf ve resimlere yer verilmektedir. Bunlardan 10. resim32 son bakış açımız olacaktır. 1849 yılın ait, Laliş Tapınağı’nın iç avlusunun batıya bakan kısmını gösteren bu resimdeki duvarın üzerinde birçok sembole yer verilmiş. Fakat sağlı sollu iki tarafta net bir biçimde duran Siyon yıldızları ise farklı bir bakış açısını gözler önüne sermektedir. Üç açıdan bakışın ardından ortaya çıkan sonuç, bu dinin ne kadar karmaşık ve muğlâk olduğunu biz kez daha gözler önüne sermektedir. Bu farklılığa sebep olan en temel etken olarak *Celatrus Eduli 27 Çakar, a.g.e., s. 32 28 Guest, a.g.e., s.83 29 Aynı Yer. 30 bk. Yaşar,a.g.e., s. 36 31 Ibid, ss. 121–130. 33 Guest, a.g.e., s. 425. 167 Yezidilerin birçok kez saldırılara maruz kalmaları ve mabedin çeşitli sebeplerle bu saldırılardan etkilenmesi gösterilebilir. Fakat her ne olursa olsun dünya üzerindeki Tek Tanrılı üç dinin de izlerini taşıyan bu mabedi betimlemekten öte bir şey yapmak mümkün görünmemektedir. 6. Yezidilikte Đnanç Esasları ile Đbadetler ve Toplumsal Đlişkiler Đnanç Esasları: Tenasüh: Yezidilikte tenasüh inancı vardır. Yani, Yezidiler, tekrar tekrar dünyaya geleceklerine inanırlar. Bu yeniden geliş, bir önceki yaşamlarına göre şekillenir. Kitab–ı Cilve’de Yezidilere şöyle seslenilmektedir: “bu düşük dünyada hiç kimsenin, kendisi için belirlediğim süreden fazla kalmasına dayanamam; ama istersem, onu bu dünyaya iki kez, üç kez ya da daha fazla geri gönderirim, ruhunu başka bir bedenin içine sokarak; bu evrensel bir yasadır.” Bu sebepledir ki ölüm kelimesini pek sevmezler ve Yezidilerde ahiret inancı yoktur. Fakat çok ilginçtir ki her Yezidinin bir ‘ahret kardeşi’ vardır. Vaftiz: Yezidilikte, vaftiz önemli bir yer tutar. Çocuk dünyaya geldiğinde, Laliş’ten getirilen su ile ya da içine Şeyh Adi’nin türbesinden getirilen tozların karıştırıldığı yerel kaynaklardan alınan su ile Şeyh ya da Pir tarafından vaftiz edilir. Sünnet: Erkek çocuklar genç yaşta sünnet edilir. Kirve geleneği de devam etmektedir. Đbadetler: Namaz: Bu ibadet bireysel olarak yapılır. Bu ibadet sabah ve akşam güneşe karşı yapılır. Bu sebeple, Yezidiler bazen ‘güneşe tapanlar’ olarak da adlandırılmışlardır. Đbadetlerini başka bir kimsenin görmesini pek istemezler. Lakin son zamanlarda ibadetleri, başka dine mensup olanlar tarafından görülmekte ve hatta resmedilmektedir. 2000 yılında Atlas Dergisi, Yezidilileri, güneşe karşı dua ederken fotoğraflandırmıştır.33 Oruç: Belli dönemlerde tutulan oruçları, genel ve özel oruç olmak üzere ikiye ayrılır. Hac: 15–20 Eylül tarihinde yapılan hac ibadetinin yeri Laliş mabedidir. Bu ibadet topluluk haline yerine getirilir. Zekât: Yezidilerin, Tavus kuşu şeklinde 7 adet sancakları vardır. Zekât, bu sancaklar aracılığı ile toplanır. Toplanan zekâtlar Laliş’e götürülür. Bu zekâtların bir kısmının da elde edilen ganimetler gibi bir mağaranın çok derin bir yerine atıldığı söylenmektedir. Yezidilerin genellikle kırsal alanlarda yaşamaları ve buna bağlantılı şekilde dışa kapalı bir toplum yapısı sebebiyle yardımlaşma ve dayanışma fazladır. Bunların yanında bazı Yezidi adetleri şu şekilde sıralanabilir: misafirperverlik, ahret kardeşliği, yemin, saç, sakal, bıyık uzatma. Yezidiler, sakallarını kesseler bile bıyıklarını kesmezler. 7. Yezidilerde Toplumsal Sınıf 33 Bkz. Atlas Dergisi’nin Ağustos 2000’de yayımlanan 89. Sayısı. 168 Yezidiler içerisindeki sınıflar, din alanında belirlenmektedir. Yezidilikte din adamları birkaç farklı kategoriye ayrılmaktadır: Mir, Şeyh, Fakir, Peşimam, Kaval, Köçek ve Molla. Her kategorinin kendi alanında görev ve yetkileri vardır. Genellikle bu görev ve yetkiler babadan oğla geçer. Bu sınıflar arasında katı bir kast sistemi vardır. Mehmet Sait Çakar, bu teşkilatlanmayı bir nevi üreticiler ve tüketiciler olarak ikiye ayırır. Şeyhler ve Pirler ancak kendi sınıfından evlenebilmektedirler. Okuma–yazma hakkı bu yapı içerisinde sadece Şeyhlere tanınmıştır. Öyle ki; “Türkiye’deki Yezidiler arasında 50 yaş üzerindekiler okuma–yazma bir yana Türkçeyi dahi doğru dürüst bilmiyorlar.”34 Bu durumun özellikle Cumhuriyetle beraber ortadan kalktığı söylenebilir. 8. Yezidilikte Bayramlar Seleucid takvimine göre Nisanın ilk çarşambasında (Gregoryen takvime göre Nisanın ortası) başlayan Yezidi dini yılında başlıca beş bayram vardır. Sersal bayramı (yılbaşı günü) Yezidilerin yaşadığı her köyde kutlanır. Sadece Laliş’te kutlanan ikinci bayram ise üç gün –18 Temmuz akşamı ile 21 Temmuz sabahı (Seleucid takvimine göre) arası ya da 31 Temmuz ile 3 Ağustos arası (Gregoryen takvimine göre)– sürer. Yılın en önemli bayramı ise Şeyh Adi’nin ilk toplantısının yıldönümünü kutlamak için Laliş’te yapılıp, yedi gün süren Cemaat Bayramı’dır. Bu bayrama katılmak zorunluluğu Yezidi dininin kurallarından biridir. Yezidi takviminde, genel üç günlük oruç tutmanın sonrasında gelen dördüncü resmi bayram Aralık’ın ilk cumasında (Seleucid takvimine göre) ya da Aralık’ın ortasında (Gregoryen takvimine göre) gerçekleşir. Yezid’in doğum günü kutlanır bu bayramda. Öte yandan bir de Ocak ayında Kış Bayramı vardır.35 9. Yezidilikte Yasaklar - Din sırlarını açıklamak, - Koyu mavi renkli elbise giymek, - Bıyıkları tamamıyla kesmek, başkasından alınmış tarak ve ustura kullanmak, - Đnsana, hayvana ve yere tükürmek, - Başka dinden kız alıp vermek, - Zina, arkadaşa ihanet, yalan yere şahitlik etmek, hırsızlık yapmak, - Kadınların içki içmesi, - Horoz eti, balık eti, geyik eti, tavşan, koyun eti yemek.36 10. Yezidilerin Dış Đlişkileri 34 Çakar, a.g.e., s. 163. 35 Guest, a.g.e., ss. 77–79. 36 Yaşar, a.g.e., ss. 171–174. 169 XVII. yüzyılda Avrupa’da değişen güç dengesi ile beraber Fransız misyonerlerin bölgeye atağı görülmektedir. Ardından, Amerikalıları, Rusları ve Ermenileri de bölgede görmekteyiz. “Gotlara, Ermenilere ve Slavlara alfabe icat eden Hıristiyan misyonerler Yezidiler ile çok yakın münasebetlere sahipti.”37 XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’dan gelen seyyahlar, araştırmacılar ve misyonerler, Yezidiliği Hıristiyanlıkla ilişkilendirmişlerdir. Bölgeye gelen pek çok misyoner arkeolog olması dikkate değerdir. Bu arkeologlardan biri de Henry Layard’tır. Layard bölgeye gelmiş ve birçok Yezidi ile irtibat kurmuştur. Fakat bütün bunların yanında Avrupa’daki bazı tarihi eserlerin bizzat Layard tarafından bölgede bulunup, Avrupa’ya nakledildiği bilinmektedir. Tarih boyunca misyonerler, Yezidileri kendi yanlarına çekmek ve kendi lehlerine yönlendirmek istemişlerdir. Fakat Yezidilerin tam bir denge politikası izledikleri görülmektedir. Bölgede misyonerlik faaliyetini yürüten Pere Jean–Baptiste; “Nisan 1670’de Fransız Maliye Bakanı Colbert’e Yezidilerle hala temasta olduğunu bildirerek, Yezidilerin Fransa kralının ortak düşmanlarına ne zaman saldırmaya karar verirse, 30 bin adamı yollayabileceklerinden söz etti.”38 Görüldüğü üzere, ‘ortak düşman’ doğrultusunda Yezidiler isteğe göre yönlendirilebileceklerdir. Ardından Yezidilerin, Ruslarla ilişkilerini görülmektedir. Yezidilerin birkaç kez Ruslarla birlikte Osmanlılara karşı savaştığı bilinmektedir. Belki de bu durum gayet normaldir. Çünkü El Hanefi’nin tarif ettiği Yezidiyye fırkası lidere isyana caiz görmektedir.39 1850’lerden sonra Đngiltere’nin bölgeye olan ilgisi artmıştır ve o dönemde Osmanlı yönetimine karşı ayaklanmalarda Đngiltere Yezidileri desteklemiştir.40 XX. yüzyılla beraber, I. Dünya Savaşı’nın ardından Yezidiler, galip çıkan Britanya’ya tabi olmak istediklerini deklere etmişlerdir.41 Ancak bu girişimden net bir netice alınamamıştır. Bu devletlerin dışında Yezidiler üzerinde bir de Ermeni etkisi vardır. 1891–1916 yılları arasında Erivan’da hızla artan bir Yezidi nüfusu vardır ki çoğu Kürt’tür. Bunun yanında Yezidilerin Ermeniler tarafından Ermenileştirildiği gibi söylemlere de rastlanılmaktadır.42 Ermeniler, Yezidilerle o denli ilgilenmiştir ki XX. Yüzyılın başlarında Ermeni Bilimler Akademisi’nde ‘Yezidoloji Kürsüsü’ kurulmuştur. 37 Çakar, a.g.e., s. 222. 38 Ibid., s. 102. 39 Çakar, a.g.e., s.20. 40 Esra Sarıkoyuncu Değerli, Đngiltere’nin Doğu (Şark) Politikası (1882–1914), Akademik Bakış, Sayı: 14, Nisan 2008, s. 12. 41 Çakar, a.g.e., s. 95. 42 Ibid., s. 108. 170 Elbette bütün bunların yaşanmasının arkasında da bazı sebepler vardır. Bunlardan biri, Yezidilerin tarihleri boyunca birçok kez saldırılara ve istilalara maruz kalmış olmaları ve maruz kalma ihtimalini de daima göz önünde bulundurmalarıdır. Bir diğer sebep ise, uzun süre Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan Yezidilerin özellikle II. Abdülhamit zamanında devlete küstürülmüş ve kaybedilmiş olmalarıdır. II. Abdülhamit zamanında, izlenen politikalar gereği Yezidiler Müslüman olmaya ve askerlik yapmaya zorlanmışlar, lakin Yezidiler her ikisini de kabul etmeye yanaşmamışlardır. Bunun üzerine Yezidiler çeşitli baskılara maruz kalmış ve ardından her iki taraf için de gerek kısa gerekse uzun vadede istenmeyen sonuçlar doğmuştur. 11. Yezidiliğin Kutsal Kitapları Yezidilerin iki kutsal kitabı vardır. Bunlardan biri, Kitab–ı Cilve’dir (Vahiy Kitabı). Bu kitap, Şeyh Adi bin Musafir’e atfedilir. Diğeri ise, Mıshefa Reş’tir (Kara Kitap). Dilleri Kürtçe’dir. Bu kitap da, daha önce belirtildiği üzere, Şeyh Hasan bin Adi’ye atfedilir. Kitaplar, önceleri çok iyi saklanırken, daha sonra misyonerlerin bölgeye gelişleri kitapların ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bununla birlikte de çok farklı iddialar ortaya atılmıştır. Çünkü kitapların bir Keldani kilisesi kaçağı olan Yeremya Şamir tarafından yazıldığı iddia edilmektedir. Bu kutsal kitapları inceleyen ve karşılaştıran Mingana şöyle demektedir: “Sanırım bu iyi niyetli bilimciler belki de yanlış yönlendirilmişlerdir. Bütün bu metinlerin yazarı belki de Adiabene’de bulunan Ayn Kawa’nın yerlisi olan Elkoş manastırından kaçan Şammas Yeremya Şamir’dir.”43 Đddialar yerindedir. Çünkü “Yeremya Şamir’in Yezidilerin çok iyi korunan bu kutsal kitaplarını nasıl elde ettiği hiçbir zaman tatmin edici bir biçimde açıklanmamıştır.”44 Burada üç topluluğun ilişkisi bir kez daha karşımıza çıkmaktadır. Bunlar; Nasturiler, Keldaniler ve Yezidilerdir. Laliş mabedinden bahsederken, Keldanilerin, mabedin eski bir Nasturi kilisesi olduğunu savunmaları görüldü. Kutsal kitapları incelerken karşımıza çıkan Yeremya Şamir de Keldani kilisesi kaçağıydı. Asahel Grant, Yezidileri ziyareti sırasında Yezidi lider Şeyxan Mir’in şöyle dediğini söylemektedir: “söylediğine göre halkı eskiden Nasturilerle aynı dindenmiş.” Olaya bu perspektiften bakıldığında aslında parçaların yerli yerine oturduğu görülmektedir. Bir yanda Nasturilik ve Keldanilik arasındaki kırılma, diğer yanda Şeyh Adi bin Musafir’in ardından Şeyh Hasan bin Adi ile başlayan süreç ve Laliş ile Nasturi kilisesi ilişkisi göz önüne alındığında ve parçalar bir araya konulduğunda karşımıza tablonun büyük bir kısmı çıkmaktadır. Nasturiler ve ona bağlantılı olarak Keldani ve Yezidilere baktığımızda, zincirin çok daha ileri gittiğini ve daha da karmaşık bir hal aldığını görürüz. Şöyle ki; Keldanice ve Süryanice’ye baktığımızda aralarında çok az fark olduğu görülür. Ve “…kesin sonuç Keldanilerin Arami oluşlarıdır.”45 Bununla beraber, “Aramiler, Keldani ve Asurlular ile yakından akrabadırlar.”46 Çünkü 43 Guest, a.g.e., s. 276. 44 Ibid., s. 257. 45 Welate Tori, Birlikte Olduğumuz Halklar Keldani, Assuri, Süryani, Ermeni, Koral, 2. Baskı, Đstanbul, 1991, s. 12. 171 Süryaniler de Asurlular, Babilliler ve Keldaniler gibi semitiktirler.47 Bu durum bile Ortadoğu’da inançların ne kadar iç içe olduğunu yansıtan açık bir delildir. Đşi biraz daha karmaşık hale getirecek söz Emir Muaviye bin Đsmail’den gelmektedir. O’na göre Zerdüştler, Dürziler, Nusayriler ve Şabaklar da Yezidilerle dindaştır. Bu muğlâk durum günümüzde hala net değildir ve hala bir kimlik arayışı vardır. Yezidi liderler bile net bir tutum sergileyememektedirler. Đki örnek mektuptan48 ve bir söylemden hareketle, ne denmek istendiği anlaşılacaktır. Mektuplardan birincisi, Kasım 1990’da Hamburg’da, Muaviye bin Đsmail el–Yezidi tarafından kaleme alınmıştır. Bu mektupta Yezidilik ısrarla Zerdüştlük ile bağdaştırılmaktadır. Diğer mektup ise, Ağustos 1992’de Yezidi dini merkezi başkanı Prens Anvar bin Muaviye Đsmail tarafından kaleme alındı. Mektupta, Yezidiler ile Asurluların ilişkilendirildiği görülmektedir. Ayrıca Kürtlerle olan bağlar kesinlikle reddedilmektedir. Burada Ermeni etmeni gözlere çarpmaktadır. Söyleme gelince, Batman’ın Beşiri ilçesinde bulunan Yezidi Birlik ve Kültür Cemiyeti’nde önemli görevler yapan Đbrahim Bulut’a göre; Yezidiler Orta Asya’da yaşayan bir Türk topluluğu idi. Daha sonra Đran’a göç etmeleri sebebiyle Zerdüştlükten etkilendiler. Ölülerini eşyaları ile gömmeleri ise buna bir delil teşkil eder. Burada ortaya çıkan sonuç, bu girift bağlantılar ve ilişkiler içerisinde hala bir kimlik arayışının olduğu ve net, ortak bir sonuç alınamadığıdır. Bu sorunu kısmen ya da aynı şekilde, diğer toplulukların da yaşadığı söylenebilir. Çünkü soru işaretleri daima çoğalmaya meyillidir. Sonuç Bugünkü sayıları ne kadar olursa olsun, Yezidiler özellikle ‘din’ kimliği hususunda sıkıntı yaşamaktadırlar. Birçok üç büyük dinin yanında, bu coğrafyadaki diğer inançlardan da belli izler ve ritüeller taşıyan bu inanç/din, bölgenin bir prototipini teşkil etmesiyle ayrıca dikkate değerdir. Geçmişte olduğu gibi bu zaman diliminde de, Yezidiler tahrik edilmeye çalışılmaktadır. Henüz dört yıl önce yaşanan bombalama olaylarının izleri halen silinememiştir. 14 Ağustos 2007 tarihinde Irak’ın kuzeyinde bulunan Yezidi Kürtlerin yaşadığı iki kasabada bomba yüklü beş kamyonun eş zamanlı patlaması sonucu 500 Yezidi hayatını kaybetmiş, 400 Yezidi ise yaralanmıştır. Bu olayın ardından gözler Yezidilerin üzerine çevrilmesine neden olmuştur. 46 Ibid., s. 82 47 Erol Sever’e göre, bu tek tanrıcı dini tasarımını yapıp kuran Asurlulardır. Bkz. Erol Sever, Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni, Berfin Yayınları, Đstanbul, 1993. 48 Bu mektuplar için bkz. Yaşar, a.g.e., ss. 199–231. ve ss. 233–235. 172 Yine Yezidilerin dikkat çekmesine neden olan bir diğer gelişme ise Şubat 2009’da Irak’taki Yezidilerin, ABD Başkanı Barack Obama’ya Osmanlı döneminde katledildiğini iddia etkileri 1 milyon Yezidi için Türkiye’ye soykırım baskısı yapılmasını istemeleri olmuştur.49 Bu iki örnekten hareket ederek tartışılması gereken nokta, 2007’deki saldırıları kimin yaptığı ya da Osmanlı döneminde iddia edildiği gibi bir gelişmenin yaşanıp yaşanmadığı değildir. Burada dikkat çekilmek istenen nokta, bu coğrafyanın üstünde yaşayan insanların tanınmadığı, anlaşılmadığı vakit, bu coğrafyada kaotik bir ortam oluşmaması için gereken tedbirlerin de bilinemeyeceği gerçeğinin ortaya konmasıdır. KAYNAKÇA Kitap ÇAKAR, Mehmet Sait, Yezidilik Tarih ve Metinler Kürtçe ve Arapça Nüshalar, Vadi Yayınları, Ankara, 2007. GUEST, John S., Yezidilerin Tarihi Meleke Tawus ve Mıshefa Reş’in Đzinde, Avesta, Đstanbul, 2001. KARAY, Refik Halid, Yezidin Kızı, Đnkılap ve Aka Kitabevleri, Đstanbul, 1972. ÖZDEMĐR, Murat, Yezidiler ve Süryaniler, Ekin Yayınları, Đstanbul, 1988. SEVER, Erol, Yezidilik ve Yezidiliğin Kökeni, Berfin Yayınları, Đstanbul, 1993. TORĐ, Welate, Birlikte Olduğumuz Halklar Keldani, Assuri, Süryani, Ermeni, Koral, 2. Baskı, Đstanbul, 1991. TÜRKDOĞAN, Orhan, Osmanlı’dan Günümüze Türk Toplum Yapısı, Timaş Yayınları, Đstanbul, 2008. YAŞAR, Tanıl, Çemberin Đçindeki Đnanış Yezidilik, Nokta Kitap, Đstanbul, 2008. Makale AYDIN, Mehmet, Şeytana Tapma, Yezidilerin Đnanç Esasları, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/767/9732.pdf , (Erişim: 15.09.2011). ÇUBUKÇU, Đbrahim Agâh, Yaşayan Yezidilik, http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/773/9852.pdf, (Erişim: 12.09.2011). SARIKOYUNCU D., Esra, Đngiltere’nin Doğu (Şark) Politikası (1882–1914), Akademik Bakış, Sayı: 14, Nisan 2008, ss. 1–15. TALU, Sabahattin, Yezidi Katliamı ve Nemalanma Girişimleri, 14.10.2007, http://www.21yyte.org/tr/yazi.aspx?ID=1090, (Erişim: 19.09.2011). Dergi Atlas Dergisi, Sayı: 89., Ağustos 2000. 49 Obama’ya Yezidilerden Soykırım Talebi, 3 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474111.asp, (Erişim: 15.09.2011) 173 Raporlar The Human Rights Situation of the Yezidi Minority in the Transcaucasus (Armenia, Georgia, Azerbaijan), A Writenet Report commissioned by United Nations High Comissioner for Refugees, Status Determination and Protection Information Section (DIPS), May 2008, http://www.unhcr.org/refworld/pdfid/485fa2342.pdf, (Accessed: 22.09.2011). Tebliğ ZENGĐNOĞLU, Samet, 21. Yüzyılın Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi: Biz Kimiz? ‘Ben’ ve ‘Öteki’ / ‘Biz’ ve ‘Diğerleri’, Yayımlanmamış Tebliğ, Bilkent Üniversitesi, Diplomasi Kulübü, II. Uluslararası Đlişkiler Öğrenci Kongresi, Ankara, 29 Nisan 2011. Đnternet/Haber Obama’ya Yezidilerden Soykırım Talebi, 3 Şubat 2009, http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/474111.asp, (Erişim: 15.09.2011). Erdal Şimşek, Gizemli Bir Din: Yezidilik, http://arsiv.sabah.com.tr/ozel/yezidilik2475/dosya_2479.html, (Erişim: 22.08.2011). 174 MODERN ORTADOĞU EĞĐTĐM TARĐHĐ VE OSMANLI DEVLETĐ’NE DAĐR GÖZLEMLER Adil Baktıaya∗ Albert Hourani bir çalışmasında yakınlarda Arap Birliği’ni ortaya çıkartacak görüşmelerin yapıldığı toplantıların birinde ayağa kalkıp söz alan delegelerin bir tuhaflığı fark ettiğini yazar. Katılımcıların önemli bir kısmı Osmanlı Devleti’nin eski görevlileridir, aynı okullardan mezundurlar ve benzer kariyerleri olan aynı aşamalardan geçmiş insanlar olarak birbirlerini tanımaktadırlar. Ortadoğu ülkelerinin ilk bürokratlarının önemli bir kısmının Osmanlı eğitiminden geçtiğine dair yapılan bu vurgu hakkıyla incelenmiş, sayısal verilere dönüştürülmüş değildir. Osmanlı Devleti’nin sonradan Arap devletlerinin ortaya çıkacağı coğrafyada izlediği eğitim politikası da pek çok çalışmada ele alınmışsa da Ortadoğu eğitim tarihinin konuyu doğrudan hedef alan kapsamlı bir çalışmaya konu olması çok nadirdir. Neredeyse bütün coğrafyayı kucaklayan bir imparatorluk olarak Osmanlı Đmparatorluğu’nun eğitim tarihini inceleyeceğini iddia eden başlıklara sahip olan, hatta başlığı imparatorluğun dört bir yanına yayılmış misyonerlerin eğitim alanındaki faaliyetlerini inceleyeceği iddiasını taşıyan pek çok çalışmanın kapsamı ise genellikle başlıklarının çağrıştırdığının tersine günümüz Türkiye’sinin sınırları içinde kalan bölgeyi ele almaktadır. Arap ülkelerinde milli tarihlerin inşası süreci aynı şekilde bu ortak mirasın karanlıkta kalmasına hizmet edecek bir atmosferin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu bildiri bu konudaki eksiklere dair tespitlerin yanı sıra Osmanlı Devleti’nin Arapların yaşadığı bölgelerdeki eğitim politikasına, bu eğitim politikasının hedeflerine ve nasıl dönemleştirilebileceğine dair gözlemler sunmayı hedeflemektedir. ∗ Doç. Dr., Đstanbul Üniversitesi, Siyasal bilgiler Fakültesi 175 ULUSAL BAĞIMSIZLIK SAVAŞI VE ORTADOĞU Esma Torun Çelik∗ A. I. DÜNYA SAVAŞI VE ORTADOĞU Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı öncesi Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarının büyük bir kısmını henüz kaybetmemişti. Bununla beraber Đngiltere, Fransa gibi devletler başta olmak üzere bölgeye Batılı devletlerin ilgileri her geçen gün artış göstermişti. 19. yüzyılın son çeyreğinde ve 20. yüzyılın başlarında ise Doğu sorununun bir parçası olarak, Osmanlı’nın Arap ve Đslam toplulukları da Batılı devletlerin açık etkisine maruz kalmıştı. Bu bölgelerde Batılı devletler kendi nüfuz alanlarını oluşturmaya çalışırken başvurdukları temel yöntemlerin başında Osmanlı düşmanlığı yaparak, Arap milliyetçiliğinin geliştirilmesiydi. Böylece Osmanlı ile din bağı gevşetilerek, gayrimüslim unsurlarda olduğu gibi Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmalarını sağlamaya çalışıyorlardı. Misyoner okulları başta olmak üzere Hıristiyan Araplar tarafından başlatılan milliyetçilik akımı ortaya 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Müslüman olan Arapları da etkisi altına almayı başarmıştır. Bölgeye yerleşen Amerikan, Đngiliz ve Fransız misyonerler kurmuş oldukları okullar aracılığıyla Arap milliyetçiliğinin gelişmesinde önemli rol oynamışlardır. 20. yüzyılın başlarında artık Arap milliyetçiliği örgütlü hale gelmiş ve giderek artan oranda güç kazanmıştır. II. Meşrutiyetin ilanına ilk zamanlar olumlu bir yaklaşım gösteren Arap milliyetçilik hareketi, Đttihat ve Terakki’nin izlediği merkeziyetçi yönetim ve Türkleştirme politikaları nedeniyle eyleme hazır bir hale gelmiştir. Türk milliyetçiliğinin doğuşu Türk-Arap ilişkilerini de olumsuz etkilemiştir. Trablusgarp Savaşı sonrası bu bölgenin anlaşma yapılarak Đtalya’ya bırakılması nedeniyle Türkler aleyhine olumsuz propagandalar artmıştır. Artık Türklerin Araplarla ilgilenmediği, Arapların başlarının çarelerine bakması gerektiği yolunda yapılan propagandalarla, bir yandan Arapları Türklere karşı kışkırtırken, diğer yandan da Arap milli bilincinin oluşmasını sağlamaya çalışılıyordu. Arapları Türklere karşı olumsuz bir görüşlerin güçlenmesine neden olmuştur. Arap milliyetçiliğinin eylemsel olarak ortaya çıkması ise, I. Dünya Savaşı’nda söz konusu olmuştur. I. Dünya Savaşı başladığı zaman, Ortadoğu ve Đslam ülkeleri içinde Osmanlı Devleti ve Đran dışında bağımsız hiçbir devlet yoktu. Bununla birlikte Mısır, Hindistan, Cezayir, Tunus, Fas, gibi ülkeler Osmanlı’nın elinden çıkmıştı. Bunun yanı sıra petrol bölgesi olarak bilinen Ortadoğu’nun geri kalan kısmı hala Osmanlı Devleti’nin elindeydi. Bu bölgeler içinde Suudilerin ve Şerif Hüseyin’in elinde olan Osmanlı’dan kısmen bağımsız olan Arabistan torakları dışında Yemen Đmamlığı da özerk ∗ Doç. Dr. ,Kocaeli Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakültesi 176 yönetimiyle bu bölgede yer alıyordu. Zaman zaman ayaklanmasına rağmen Osmanlıya bağlıydı1. Ancak bu topraklar batılı devletlerin çok önemli bir rekabet alanıydı. Aynı zamanda. Petrol bu bölgeyi Osmanlı toprakları içinde neredeyse en önemli yer haline getirmişti. Bu nedenle savaş başlar başlamaz itilaf devletleri bu toprakları Osmanlı’nın elinden almak için bir yandan paylaşma projelerini hazırlarlarken, diğer yandan bu projelerin uygulanmasını kolaylaştırmak ve Osmanlı Devleti’ni devre dışı bırakmak için Arap topraklarındaki milliyetçi güçleri harekete geçirmeye çalışmışlardır. Araplara bağımsızlık vaat ederek, Osmanlı’ya karşı birlikte savaşma konusunda ikna etmişlerdir. Özellikle Đngilizler Arapları kendi yanlarına çekerek, Osmanlı’ya karşı birlikte mücadele vermişlerdir. Đtilaf devletleri, I. Dünya Savaşı’nın başlarında yaptıkları gizli anlaşmalarla Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmışlardır. Đngiltere ve Fransa’nın 1916’da yaptığı Sykes-Picot Anlaşmasıyla, Fransa bütün Suriye’yi, Musul’u, Kilikya’yı, Adana, Urfa, Antep ve Maraş bölgelerini el koyuyordu. Đngiltere ise Musul dışında bütün Irak’ı hicaz, Necit ve Đran sınırından Kızıl Deniz’e ve Akabe’ye kadar olan bölgeleri ve Filistin’in güneyine düşen sınır bölgelerini alıyordu. Anlaşmaya göre Filistin uluslar arası bir bölge olacaktı. Đngiltere kendi payına düşen toprakların bir kısmını doğrudan yönetimine alırken bir kısmını kendi kuracağı ve denetimine alacağı bir Arap devleti aracılığıyla yönetecekti. Bu süreçte Đngiltere, Osmanlı’ya karşı savaşması için Mekke Emiri Şerif Hüseyin ile pazarlığa girişmiş ve sonunda onu bağımsız bir Arap devleti vaadiyle razı etmiştir. Đngiltere ayrıca Halifeliğe bir Arabın getirileceği sözünü de vermiştir2. Şerif Hüseyin Đngilizlerle anlaştıktan sonra Osmanlıya karşı mücadeleye girişmiştir. Bütün Arap Yarımadası olmasa da Şerif Hüseyin önderliğindeki Arap birlikleri, yüzyıllardır birlikte yaşadıkları ve din kardeşleri olan Türk-Müslüman güçlerine saldırmışlar, kendi bağımsız devletlerini kurma ümidiyle Haziran 1916’da ayaklanmışlardır. Arkasından da Kasım ayında Şerif Hüseyin kendisini Arap Ülkeleri Kralı ilan etmiştir. Bu durum Türkler için büyük hayal kırıklığına neden olmuştur. Đngiltere bir yandan Filistin’de bir Arap devleti kurulması konusunda Şerif Hüseyin’e söz verirken, diğer yandan onun rakibi olan Suudilerin lideri Đbn-i Suud (Abdülaziz) ile de anlaşarak aynı bölgeyi onlara da vaat ederek desteklerini sağlamıştır. Đngilizler Filistin’i de içine alan birleşik bir Arap devletini bu iki krala vaat etmişti. Đki lider çekişirken bu kez Đngiltere imzaladığı Balfour Deklarasyonu ile bu bölgede bir Yahudi devleti kurma sözünü de vermişti. Bu konuda yapılan hazırlıklar ve varılan anlaşmalar, verilen vaatlerden en çok bunun gerçekleşme olasılığının olduğunu gösteriyordu. Ancak Arap liderler bu durumdan haberdar olmadan birbirleriyle de çekişiyorlardı. 1 Tayyar Arı, Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 4.B., Đstanbul, Marmara Kitap Merkezi, 2008, 136-137. 2 Laurance Evans, Türkiye’nin Parçalanması ve ABD Politikası (1914–1920), Đstanbul, Örgün Yayınevi, 2003, s.110-111. 177 Ekim Devrimi’nden sonra gizli anlaşmalar Rusya tarafından kamuoyuna açıklandığı için Arap devletler aldatıldıklarını düşünmeye başlamışlardır. Benzer bir gelişme de Afganistan için söz konusuydu. I. Dünya Savaşı’nın başında Afganistan Emiri Habibullah Đngiltere’den bağımsızlık talebinde bulunmuştu. Đngilizler savaş boyunca tarafsız kaldığı takdirde bağımsızlıklarını verebilecekleri sözünü vermişlerdi. Afgan halkı bu nedenle cihat çağrısına uymamış ve tarafsız kalmıştır. Buna rağmen Đngilizler yine sözlerini tutmamışlardır. Afgan Emirliğine geçen Emanullah Han bağımsızlık talebinin reddi üzerine Đngilizlere karşı mücadeleye girişmiştir3. Đngilizler 1916 yılı sonlarında ve 1917 yılı başlarında Mısır’dan ilerleyerek Filistin’i ve Irak dâhil olmak üzere Ortadoğu’nun büyük bir kısmını işgal etmişti. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından hemen önce de Suriye’yi işgale girişmişti. Resmen tarafsız olan Đran da saldırıya maruz kalmış ve Đngiliz birlikleri bölgeye girmeyi başarmışlardı4. Bu dönemde Arabistan topraklarında da bir iktidar mücadelesi yaşanıyordu. Şerif Hüseyin’e birleşik bir Arap devleti sözü verilmiş olmasına rağmen, Suudiler I. Dünya Savaşı sırasında Đngilizlerle işbirliği yaparak topraklarını genişlettiler. Đngilizlerin Doğu ve Güneydoğu Arabistan’a ilgisini bildikleri için, iki ciddi rakibi olan Yemen Đmamlığı ve Hicaz Kralı Şerif Hüseyin’e saldırdı. Suudiler, bölgeyi tek başına ele geçirmek ve kendi devletlerini kurmayı amaçlıyorlardı5. Đngilizlerin istediği ve planladığı gibi bölgede istikrarsız bir ortam yaratılmıştır. Bu durum Đngilizlerin bölgeye kolayca egemen olmasına katkı sağlamıştır. Bölgedeki karışıklıklar işgallere zemin hazırlamış ve bütün Ortadoğu’nun itilaf güçlerinin denetimlerine girmeleri ihtimali ortaya çıkmıştı. Bununla beraber, savaşın sonuna gelindiğinde son bağımsız iki Müslüman ülkesinin de bağımsızlıkları da tehlikeye düşmüştü. Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman Osmanlı’nın Ortadoğu toprakları büyük ölçüde Đngiltere ve Fransa’nın işgali altına girmiştir. Bu tarihten sonra ateşkes anlaşmasında olmamasına rağmen, işgal güçleri bölgeyi denetimleri altına almışlardır. Mütarekeden hemen sonra kendilerine vaat edilen bağımsız bir Arap devleti sözünün yerine getirilmeyeceğini hem Arap kamuoyu hem de Şerif Hüseyin yavaş yavaş görmeye başlamıştı. Buna rağmen Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, Hicaz Arap Devleti adına yine de Đngilizlerin isteği olan Yahudilerle anlaşmaktan geri durmadı. Filistin’de Yahudi göçünü kabul eden anlaşmaya imza atmıştı. Ama bu imza bile Faysal’a herhangi 3 Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşımızda Türk-Afgan Đlişkileri, Đstanbul, Kaynak Yayınları, 2002, s.27–28. 4 Bernard, Lewis, Ortadoğu, çev. Mehmet Harmancı, 1996, Sabah Yayınları, 1996, s.266–267. 5 A.g.e., s.268-269. 178 bir şey kazandırmayacak, bununla beraber Filistin’e göçlerle bölgedeki Yahudi nüfusu kısa zamanda büyük artış gösterecektir6. Savaş yıllarında işgal altında olmayan toprakların bile itilaf güçleri tarafından kısa zamanda işgal edilmesi Đngilizlerle işbirliği yapan Arap liderleri hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu nedenle Ortadoğu halkları kısa bir zaman sonra başlayacak olan Türk ulusal mücadele hareketine karşı ilgi duymaya ve bazen de ortak hareket etmeye girişeceklerdir. Milli mücadeleye destek vererek, Đtilaf güçlerini sözlerini tutma konusunda zorlamayı amaçlamaktadırlar. B. I. DÜNYA SAVAŞI’NIN SONUNDA ORTADOĞU DURUMU Ve MĐLLĐ MÜCADELE ÖNDERLERĐNĐN ĐLĐŞKĐ KURMA ÇABALARI Mondros Ateşkes Antlaşması’nda Osmanlı’nın Ortadoğu’daki toprakları için herhangi bir karar söz konusu değildir. Ancak ateşkesin imzalanmasından hemen sonra I. Dünya Savaşı yılları içinde imzalanan gizli paylaşım anlaşmaları fiilen uygulamaya konularak, Osmanlı’nın savaş içinde işgal edilemeyen toprakları da işgal edilmeye girişilmiştir. Bir yandan Anadolu işgal edilirken, diğer yandan Ortadoğu’daki topraklar Sykes-Picot Anlaşması’na uygun olarak, Đngiltere ve Fransa arasında pay edilmişti. Ocak 1919’da toplanan Paris Kongresi ile de resmi taksimat gerçekleştirilmeye çalışıldı. Amerikan Başkanı W. Wilson’un yenen devletlerin yenilenlerden toprak almaması ilkesine aykırı tutum alamayacaklarını düşünmüşlerdir. Buna çözüm olarak da doğrudan toprak ilhakı yerine, ilgili ülkeleri itilaf güçlerinin himayesine sokan manda sistemi uygulamaya koyulmuşlardır. Bu durumda Osmanlı’nın Ortadoğu’daki toprakları manda sistemi altında Đngiltere ve Fransa tarafından paylaşılmıştır. Filistin ve Irak Đngiliz mandasına verilirken, Suriye ve Lübnan da Fransa himayesine sokulmuştur. Geri kalan kısım da yine Đngiliz nüfuzu altında olacaktır. 19 Mayıs 1919’da işgalcilere karşı mücadeleye girişen Mustafa Kemal önderliğindeki ulusal hareket, mücadelenin amaçlarını, sınırlarını ve yöntemini ortaya koydukları ve 28 Ocak 1920’de kabul edilen Misak-ı Milli’nin 1.maddesinde (ulusal ant) Osmanlı’nın Arap toprakları üzerinde hak iddia edilmiyordu. Bu belgede, 30 Ekim 1918’de ateşkes ilanından önce düşman işgalinde olan Arap topraklarının geleceğine, burada oturan insanlar tarafından karar verilmesi öngörülüyordu. Esasen bu madde, bölge halkı isterse Türkiye’ye katılabilme noktasında açık kapı bırakma anlamını taşıyordu. Gelecekte bölgedeki Arap halklar istedikleri takdirde Türkiye ile birleşebilirlerdi7. Ancak bunun gerçekleşmesi pek de olası gözükmüyordu. 6 Fahir Armaoğlu, Filistin Meselesi ve Arap-Đsrail Savaşları (1948–1988), Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, 1991, s.33–35. 7 Özlem Tür, “Türkiye – Filistin- 1908–1948: Milliyetçilik, Ulusal Çıkar ve Batılılaşma”, Ankara Üniversitesi SBF C.62, S.1, s.235. 179 Ulusal mücadelenin önderleri Đslam dünyasının içinde bulunduğu bu durumdan kurtulabilmenin tek yolunun ortak hareket etmek olduğunu düşünüyordu. Yüzyıllardır ortak tarihi ve ortak kaderi paylaşan ve aynı dine mensup olan bu halklar, kendilerine karşı yapılan haksızlıklara beraberce direnirlerse başarılı olabileceklerine inanıyorlardı. 20.yüzyılın başında çaresizlik içinde bulunan Đslam dünyası, kurtuluş, için çeşitli çareler aramaya başlamıştır. Türk ulusal mücadelesinin yeni başladığı dönemde önce Afganistan’da Emanullah Han tahta geçtikten sonra Đngiltere’ye karşı bağımsızlık için mücadele etmeye girişmiştir. Đran ise, Asya’da yayılan Bolşeviklik hareketinden yararlanarak Đngiliz himayesinden kurtulmaya çalışıyordu. Libya’da Senusiler Đtalyan iktidarına direnç göstermeye başlamışlardır. Mısır’da ve Yemen’de de Đngiliz himayesine karşı muhalefet hareketleri baş göstermişti. Kısa bir süre sonra Irak’ta da ihtilal ortaya çıkacaktır8. 1919 yılı Ocak ayında başlayan Paris Barış Konferansı öncesinde Şerif Hüseyin’in oğlu Emir faysal Şam’da kendi yönetimini kurmuştu. Irak, Suriye, Filistin ve Arap toprakları Đngiltere’nin yönetimi altındaydı. Arapların sözcüsü olarak Paris’e gelen Emir Faysal, bağımsızlık sözünü karşılık Filistin’e göç izni veren bir anlaşmaya imza atmıştı. Konferans görüşmelerinin beklentilerini karşılamayacağını gören Arap milliyetçileri Đngilizlere ve özellikle de Fransızlara karşı cephe almıştır. Türk milliyetçileriyle temasa geçtikleri gibi yer yer bölgelerine ayaklanma çıkarmaya da giriştiler. Bölgede Türklere ve Türk ulusal hareketine karşı sempati artmıştır. Suriye bölgesinden Kasım 1919’da Đngilizler çekilirken, Fransız birliklerinin yerleşmesinden sonra Türk ulusal hareketine ilgi ve destek daha da artmıştır9. Mustafa Kemal, Ortadoğu dünyasının içinde bulunduğu durumun farkındaydı. Emperyalist güçlerin savaş yıllarında bu bölgede halkı nasıl kullandıklarını ve yaptıkları baskıları biliyordu. Şam’da görevi nedeniyle bir süre kaldığı ve Trablusgarp Savaşı sırasında bölgede gönüllü olarak savaştığı için bölgedeki halkaları tanıyordu. Bununla beraber emperyalist güçlerle ayrı ayrı ve tek başına savaş yapmanın zorluğunun bilincinde olarak, bütün Đslam dünyasının ortak olarak hareket etmesi gerektiği kanısındaydı. Belki bütün olarak olmasa bile Đngiltere ve Fransa gibi ülkelerin sömürgelerinde çıkarılacak ayaklanma ve muhalefet hareketlerinin bu ülkeleri zor durumda bırakacağını ve dolayısıyla işgalden vazgeçirebileceğini düşünüyordu. Hayal kırıklığı yaşayan ve tepki koymaya çalışan Ortadoğu toplumlarını işbirliği yapmaya ve sömürgecilere karşı mücadeleye geçmeleri için cesaretlendirmek gerektiğine inanıyordu. Bu nedenle Ortadoğu’daki Đslam ülkeleriyle ilk temas Đstanbul Hükümeti tarafından Đsmet Bey aracılığıyla başlatılmış olup, milli mücadelenin başlamasıyla Ankara Hükümeti bu ilişkileri kendi 8 Metin Hülagü, “Türk Kurtuluş Savaşı Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Yolu, Yıl 7, C.4, S.13 (Mayıs 1994), s.10–11. 9 Türk Dış Politikası, C.I, 5. B., ed. Baskın Oran, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2002, 197-202. 180 üzerine alarak yürütmüştür10. Esasen gayri resmi olarak veya Đslam ülkeleri kamuoylarını etkilemek ve milliyetçi örgütlerden destek sağlamak için daha önce Sivas Kongresi’nden başlayarak, çeşitli zamanlarda beyannameler yayınlanmıştı. Bu beyannamelerde tüm Đslam halkının birlikte ortak düşmana karşı mücadele etmesi ve birleşmesi gerektiği vurgulanmıştır. Savaştan sonra gerek Türk tarafına gerekse Ortadoğu’daki halkalara bakıldığında, I. Dünya Savaşı sırasında yaşanan olaylar nedeniyle iki halk arasındaki karşılıklı olumsuz düşüncelere yer verilmediği görülmektedir. Savaş sırasında Şerif Hüseyin’in önderliğinde Osmanlı’ya karşı Đngilizlerle işbirliği yapması, savaş sonrası iki ülkenin içinde bulunduğu son derece olumsuz koşullar, geçmişin hatırlanmasına engel teşkil etmiştir. Geçmiş için yapılacak bir şey olmadığını, ama Ortadoğu’daki Müslüman halklarla Türklerin geleceğinin kurtarılabileceği konusunda ortak bir fikir içinde işbirliğine girişmişlerdir. Geçmişte yaşananlardan çok mevcut durumun vahameti üzerinde durulmuş ve işbirliğinin gerekçesi olarak çoğunlukla dindaşlık ve ortak yazgı öne sürülmüştür. Ortadoğulu ülkelerle Türkiye arasında milli mücadele döneminde çok etkili olmasa da bazen olumsuz gelişmeler de yaşanmıştır. Paris Barış Konferansı sırasında Osmanlı’nın parçalanmasından pay almaya çalışan Đran, Đngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı yazıda Aras ırmağından başlayarak, Derbend’e kadar uzanan ve sınırı Tiflis, Kars, Erzurum’un yakınından geçerek Erivan ve Elizabetopol’u içine alan geniş bir bölgeyi talep ediyordu. Đngiltere bu isteği hayali ve gülünç bulduğu için ciddiye bile almamıştır. Zaten bu talepler bu dönemde Türk-Đran ilişkilerinde etkili olmamıştır11. Ortadoğu’daki devletlerin Türklerin milli mücadelesine ilgi duymalarının birçok nedeni vardır. Bunların başında Đtilaf güçlerinin bağımsızlık vaatlerinin tam tersi bir politika izleyerek topraklarını işgal etmeleri ve bağımsızlık istekleridir. Türklerin Batılı güçlere karşı başlattığı bu mücadele onlara hem cesaret vermiş hem de ilham kaynağı olmuştur. Bununla beraber Mustafa Kemal’i Ortadoğu ve Đslam dünyası ile ilişkiye iten nedenlerin başında yine Anadolu’nun işgal edilmesi ve toprakların paylaşılması nedeniyle ortak bir düşmana karşı birlik içinde mücadele etme gereğidir. Bunun yanı sıra Đslam devletlerinin neredeyse tamamının işgalci güçlerinin yönetimde olması nedeniyle Batılı ülkelerin Arap bölgelerindeki iktidarlarını tehdit etme ve böylece Anadolu ile ilgili planlarından vazgeçirmeye çalışma sayılabilir. Mustafa Kemal bu süreçte Ortadoğulu devletlerden destek sağlamak ve işgalci güçlere karşı kışkırtmak için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bir yandan beyannameler yayınlayarak bütün devletlere dağıtılmasını sağlamak, diğer Đslam ülkelerindeki milliyetçi güçlerle ve muhalif hareketlerle irtibata geçerek işbirliği yapmak ve propaganda için gazete ve dergilere destek sağlamak bu dönemde Mustafa Kemal ve arkadaşlarının izlediği temel politikalardandı. Bu noktada Đslam dini ve Đslami öğeler sıklıkla kullanılmış, hatta Doğulu ülkelerde yakın ilişkilerin kurulması sağlamıştır. 10 Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri IV, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1991, 229; 11 Selâhi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika I, 3. B., Ankara, TTK, 1995, s. 42. 181 C. MĐLLĐ MÜCADELEDE ĐŞBĐRLĐĞĐ Mustafa Kemal, Türk ulusal mücadelesinin daha örgütlenme aşamasından itibaren zaman zaman Đslam dünyasına beyannameler yayınlayarak onların maddi ve manevi desteklerini sağlamaya ve siyasi etkilerini genişletmeye çalışmıştır. Dini duyguları harekete geçirmeye yönelik demeçler vermekten ve birlik olmak gerektiğinin sık sık altını çizmekten geri kalmamıştır. Sivas Kongresi’nin toplanmasından yaklaşık bir ay sonra Suriye halkına bir beyanname yayınlamıştır. 9 Ekim 1919 tarihli bu beyannamede Mustafa Kemal, sözlerine “zorba bir yönetimin eline düşmüş talihsiz bir ulus” olarak nitelediği Türk ulusunun sesine kulak vermelerini ve kötü niyetli düşmanlarının sözlerine inanmamalarını isteyerek başlar. Aralarındaki anlaşmazlıklara ve tahrik edilmeye çalışılan ayrılıklara önem verilmemesini, ortak düşmana karşı işbirliği yapmaları ve silahlarını ülkeyi bölmek isteyenlere çevirmeleri gerektiğini belirtmiştir. Onu dinlemezlerse yine kendilerinin üzüleceği uyarısında bulunarak, “dinsiz ve imansız” olarak nitelendirdiği düşmanlarının sözlerine kanmamalarını, ülkeyi ve Đslam dinini düşmanların elinden kurtarmalarını istemiştir. Allahın izniyle ortak inançla bir araya toplananların çarpışmaya karar verdiğini, Konya’nın ve Bursa’nın temizlendiğini, hakka inanan mücahitlerin yakında din kardeşlerinin ziyaretçisi olacağını ve düşmanı püskürteceklerini belirtmiştir. Beyannamenin sonunda din kardeşi gibi yaşayıp, düşmanı birlikte yenmelerini talep etmiştir12. Bu beyannamede din olgusu ve dindaşlıkları söz konusu edilerek Suriye halkının desteği sağlanmaya çalışılmıştır. Đslam dünyasına yayınlanan beyannameler içinde en önemlilerinden biri Đstanbul’un işgalinin ertesi günü 17 Mart 1920’de Heyet-i Temsiliye adına Mustafa Kemal’in yayınladığıdır. Mustafa Kemal bu beyannamesinde Đstanbul’un işgal edildiğini haber verirken, işgalin Osmanlı saltanatından çok, özgürlük ve bağımsızlıklarının dayanağı olarak halifelik kurumunu gören tüm Đslam dünyasına yapıldığını ileri sürmüştür. Batılı ülkelerin, Asya’da ve Afrika’da peygamberin beğeneceği özgürlük ve bağımsızlık yolundaki mücadelesine devam eden Đslam dinine mensup olanların manevi kuvvetini kırmayı ve Đslam hürriyetini yok etmeyi amaçladığını savunmuştur. Son “haçlı seferi” olarak adlandırdığı bu işgalin sona erdirilmesi için tüm Đslam dünyasının birlikte mücadele etmesi gerektiğini, eğer işbirliği içinde savaşılırsa başarının kaçınılmaz olduğunu vurgulamıştır13. Mustafa Kemal, TBMM adına 9 Mayıs 1920 tarihli beyannamesinde dinsel duyguları harekete geçirmeyi amaçlamış olmalıdır. Tamamen dinsel motiflerle yazdığı bu beyannamede Anadolu’daki işgalcilere karşı ağır ifadeler kullanmıştır. Đslamın son hilafet merkezinin düşman silahlarının gölgesine düştüğünü, işgalci güçlerin Yunan güçlerini ve Ermenileri Anadolu’ya 12 Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.4 (1919), Đstanbul, Kaynak Yayınları, 2000, 251. 13 A.g.e., C7, s. 138-139. 182 saldırttıklarını, onlara av alanı yarattıklarını belirterek, Anadolu halkının her türlü araçla düşmana karşı koymaya çalıştığını vurgulamıştır. Đşgalcilerin hiçbir sözlerinde durmadıklarını, kendilerini de halifeye isyan eden günahkârlar grubu olarak nitelendirerek Đslam dünyasını kandırmaya çalıştıklarını ifade eden Mustafa Kemal, bu tür yalan ve yanlışlara, tamamen Arapları ve Türkleri birbirlerine karşı kışkırtmaya yönelik bu propagandalara inanmamaları gerektiği kon usunda uyarılarda bulunmuştur. Mustafa Kemal mücadeleleri konusunda destek talebini ve Đslam toplumlarının birleşme önerisini bir kez daha ifade etmiştir14. Mustafa Kemal’in başta Suriye ve Irak milliyetçileriyle işbirliğine gitmesinin Türk milli mücadelesi açısından önemi büyüktür. Özellikle Suriye ve Irak’ta Fransızlara karşı girişilen düşmanın mücadelenin nedeninin Kilikya, Maraş ve Antep’teki düşman saldırılarına karşı ulusal güçlere yardım etmek olduğunu belirtmiştir. Bu sayede Fransızların Suriye’den çıkamadıklarını ve durumun da Maraş’ın kurtarılmasına katkı sağladığını vurgulamıştır. Ayrıca izledikleri bu politikanın Fransızları Türk milliyetçilerine anlaşma zemini arama yolunda yaklaştırdığını ileri sürmektedir. Türk milliyetçilerinin izlediği bu siyasetin sonunda Fransızlar Sivas’a kadar gelerek Kilikya’yı boşaltma önerisini sunmaya ittiğini ifade etmiştir. Böylelikle Heyet-i Temsiliye’nin güneydoğu sınırlarındaki Arap ülkelerindeki yerli halkla işbirliği politikası, Fransızları iki cephede mücadele etmeye zorlamış, bu durumda Fransızları milliyetçilerle anlaşmaya itmiştir. Irak sınırında da benzer şekilde bölgedeki yerel halkla işbirliği içinde sınır olayları çıkartma politikası, Đngilizleri bölgede bir hayli zorlamıştır15. Milli mücadele döneminde Ortadoğulu devletlerle ulusal hareketin önderleri arasındaki ilişkiye kısaca bakalım. 1. Suriye ile ilişkiler Mustafa Kemal başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm Ortadoğulu ülkelerle işbirliği yapmaya milli mücadelenin ilk yıllarından itibaren başlamıştır. Suriye’de işgale uğrayınca Anadolu hareketini örnek alarak kuvayi milliye teşkilatları kurmaya girişmişlerdir. Suriye-Filistin Müdafaai Kuva-yi Osmaniye Heyeti kurularak, başına da Antep kumandanı Özdemir Bey16, getirilmiştir. Bu teşkilatın faaliyetlerini genellikle Halep şubesi yürütüyordu. Bunun nedeni ise Halep de Türk’ün çok olması ve Türk sınırlarına yakın olmasıydı. Türk genelkurmayı ile ilişki içindeydiler. Silah ve malzeme yardımı alıyorlardı. Milli mücadele döneminde Fransızlara karşı savaşmışlar ve Anadolu içlerine Fransızların girmesini engellemeye çalışmışlardır Üç dilde beyannameler (Türkçe-Arapça ve Fransızca) hazırlayarak, Fransız sömürgelerinden gelen Müslüman askerlerinin bazılarını etkilemeyi ve Fransız 14 A.g.e., C. 8, s.202-205. 15 Sonyel, C.I, s.194. 16 Gerçek adı Ali Şefik Bey olup Özdemir Bey takma adıdır. 183 ordusundan kaçmasını sağlamayı başarmışlardır. Đki ülke arasındaki işbirliği her geçen gün gelişmiştir. Bu işbirliğini Fransa’ya duyurmak için de çaba harcamışlardır17. Suriye’de Fransız işgaline karşı verilen bu mücadeleye rağmen, 1920 yılı ortalarında Fransızlar Kral Faysal’dan Suriye’deki Fransız mandasını tanımasını istemiştir. Faysal karşı çıkmış ve Suriye halkı Fransa ile savaşmış, ancak Fransızların Suriye’yi bütünüyle işgal edip manda yönetimini kurmasına engel olamamıştır. Bunun üzerine Kral Faysal ve bazı milliyetçiler ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmışlardır18. Fransız mandası altına girmiş olmalarına rağmen Suriye halkı Anadolu’daki mücadeleye kayıtsız kalmamıştır. Milliyetçi güçler çok sınırlı ve gizli biçimde destek vermeye çalışmışlardır. Bu destek Fransa ile yapılan Ankara Anlaşması’na kadar sürmüştür. Mustafa Kemal Sakarya Savaşı kazanıldığı zaman Şam müftüsüne bu zaferi bildirmiş ve Đslam dünyasını başarıya ulaşması için mevlit ve dua okunmasını istemiştir. Bu zafer haberi Şam’da ve Halep’de büyük sevinçle karşılanmış ve şenliklerle kutlanmıştır. Mustafa Kemal’e tebrik telgrafları çekerken O’na “Seyfu’l-Đslam” unvanı vermişlerdir. Camilerde mevlit okutulmasının yanı sıra on bin altın lira para toplayarak Anadolu’ya göndermişlerdir19. Mustafa Kemal, Suriye milliyetçileriyle yaptığı yazışmalarda Suriye, Irak ve Türkiye arasında bağımsızlıkları sağlandıktan sonra bir konfederasyon kurulması konusunda yapılan öneriyi kabul ettiğini belirtmiştir. Suriye basını da bağımsız tek Đslam ülkesi olan Türkiye’nin etrafında toplanılması konusunda sıklıkla uyarılarda bulunmuştur. Milli mücadeleyi destekleyen yazılarının yanı sıra tüm Müslümanları Mustafa Kemal ve halife etrafında toplanmaya çağırmışlardır20. Milli Mücadelenin ilk yılında Mustafa Kemal ile Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Faysal arasında dokuz maddeden oluşan bir anlaşma yapıldığı yolunda haberler çıkmıştır. Bu anlaşmada ile karşılıklı yardımlaşma, işgalci güçlere karşı tüm Đslam dünyasının harekete geçirilmesi, Hilafetin Türklerde kalması gibi esaslar kabul edilmişti. Ancak böyle bir anlaşmanın gerçekte olup olmadığı belirsizliğini korumaktadırlar. Taraflar böyle bir anlaşma yaptıklarını açıklamadıkları gibi belgelerde de saptanamamıştır. Bu iddianın Paris Konferansı’nda Ermeni temsilcisi Bogos Nubar Paşa tarafından Đtilaf güçlerini kışkırtmak için yapıldığı da ileri sürülmektedir21. Ancak bu anlaşmada yer alan birçok madde daha önce taraflar arasında söz konusu edilen konular olduğundan ve Faysal 17 Ömer Osman Uyar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda Đdaresi altında Suriye (1908–1938), Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 2004, 427-432. 18 A.g.e., s.435-451. 19 Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.45, C.XV (Kasım 1999), s.905. 20 Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.909–910. 21 A.g.m., s.913. 184 Mustafa Kemal’in temsilcisi ile görüşmüş olduğundan böyle bir anlaşma yapılmış olma olasılığı da şaşırtıcı olmayacaktır. Đtilaf devletlerinin Anadolu’yu işgal ederek Türk yönetimine son verme çabaları karşısında Mustafa Kemal, bu devletlerin yönetimi ve denetimi altındaki Đslam ülkelerinde muhalefet hareketlerinin ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmıştır. Hatta “yeni haçlı seferi” olarak adlandırdığı bu savaşa karşı koymak için tüm Đslam ülkelerinin işbirliği içinde olmalarını ve Anadolu hareketine yardım etmelerini istemiştir. Bu bağlamda Irak’ın milli ve dini önderleriyle ilişki kurularak, onlardan her türlü yardım sağlanmaya çalışılmıştır. Iraklıların Đngiliz güçlerine karşı bir mücadeleye sevk edebilmek için de gizli ve açık propaganda faaliyetlerinde bulunulmuştur. Bu faaliyetlerin yanı sıra Đngiltere’nin izlediği politikalar da Iraklı yurtseverlerin Kemalist harekete sempatisini arttırmıştır. Buna karşılık Kemalist hareketin önder kadrosu, Đngilizlere karşı mücadele eden Iraklı yurtseverleri hem para ve silah hem de asker bakımından desteklemişlerdir. Ayrıca Irak’ta milli uyanışın ve heyecanın oluşmasında Kemalistlerin propagandalarının etkisi bir hayli fazla olmuştur22. 1921 yılında Suriye’yi terk etmek zorunda bırakılan kral Faysal Irak krallığı tahtına oturduktan sonra Đngilizlerin ve Fransızların istediği gibi bir tutum içine girmiştir. Sınır boylarındaki Türk güçlerinin ve onları destekleyen Iraklı direnişçilerin etkinliklerini kırmak için Fransızlarla işbirliğine bile girmişti. Hatta “Türk fesadı” adını verdiği Türkleri destekleyen propagandaları engellemeye çalışıyordu23. Onun bu tutumu daha önce Suriye kralı iken Türk ulusal mücadelesine olumlu bakışı ve destekleyici tutumu samimi olmadığını, o dönemdeki şartların ve olayların etkisiyle ve kendini korumaya yönelik bir eylem olduğu ortaya çıkıyor. Tahta onu çıkaran ve oturmasını sağlayan Đngilizler olduğundan, tahtını korumak için, efendisinin çıkarlarıyla kendi çıkarlarını özdeşleştirmiş ve Kemalist harekete tamamen düşman bir tutum içine girmiştir. Ankara Antlaşması yapılarak Fransa’nın milli mücadelede devre dışı bırakılması ve Anadolu’nun işgaline son vermesi başlatılan ilişkilerin gevşetilmesine neden olmuştur. Fransa Türkiye’nin izlediği politikaların da etkisiyle Türk topraklarını terk edip mandası altındaki Lübnan ve Suriye bölgesinin yönetimine dikkatini vermiştir. 2. Filistin halkı ile Ulusal savaşın sona ermesinden sonra de facto olarak Filistin’de Đngiliz yönetimi başlamıştı. Đngiliz yönetiminin başlaması nedeniyle Filistinli Müslümanlar, Türk yönetimini Đngilizlere tercih ederek, Türklerin bölgeyi yeniden yönetimine alması konusunda istekleri artmıştır. Bu nedenle 22 Quassam Kh.Al-Jumaily-Đzzet Öztoprak, Irak ve Kemalizm Hareketi, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1999, s. 30-32. 23 A.g.e., s.47-50. 185 Filistinli Müslümanlar milli mücadeleyi yakından izlemişlerdir. Türk ordusunun Đzmir’e girmesi Filistin’de sevinç gösterileriyle karşılanmış, Kudüs Mustafa Kemal’in resimleriyle donatılmıştır. Savaş sırasında yardım toplanarak Türk milli mücadelesine bağış yapılmıştır. Nablus’da halk pencerelerine Türk bayrakları asmış ve camilerde dualar okunmuştur. Türklerin mücadeleyi kazanmalarına bu denli sevinmelerinin nedenlerinden biri, bu zaferle Sevr’in geçersiz kılınması ve böylece Sevr’de Đngilizlere bırakılan Filistin’in kaderinin de değişeceği inancıdır24. Ancak Misak-ı Milli’ye göre bu bölgelerin kendi kaderlerini tayin hakkı kendilerine bırakılmasının öngörülmesine rağmen, Đngilizler bu bölgeyi mandaları altına almışlardır. Bölgedeki Arap halkı bu kadere karşı koyup bir mücadele başlatsaydı, Türkiye’nin bu desteklemesi söz konusu olabilirdi. Ancak bu olmayınca topraklarını işgalden kurtarmak için mücadele veren Türkiye’nin bölgenin bağımsızlığı konusunda uluslar arası platformlarda bunu dile getirmekten başka yapacağı başka bir şey kalmıyordu. 3. Libya Mustafa Kemal ile ilişki içinde olan Arap liderlerden biri de Şeyh Ahmet es-Senusi’dir. 19. ve 20. yüzyılda Libya’da çok etkin bir tarikattır. Milli mücadeleye hizmet etmek istediğini bildirmesi üzerine Mustafa Kemal, itilaf güçlerine karşı Arap ve Đslam topluluklarını harekete geçirme ve kışkırtma görevi vermiştir. Bu amaçla Anadolu’nun çeşitli yerlerine giderek camilerde hutbeler okumuş ve Đslamın kurtuluşu için milli mücadeleyi desteklemeleri gerektiği konusunda halkı ikna etmeye çabalamıştır. Daha sonra Arap topraklarında da propaganda faaliyetlerini sürdürmüştür. Şeyh Senusi Ankara Hükümeti’nin hazırlattığı karşı fetvanın da en önemli destekçilerinden biri olmuştur25. Libya halkı da milli mücadeleye yakın ilgi göstererek, manevi olarak mücadeleye destek vermiştir. 4. Đran ile ilişkiler Savaşın sonunda Đran’da bağımsızlığını kaybetme korkusu yaşamıştır. Buna rağmen, Ortadoğu’nun en önemli ülkelerinden biri olan Đran ise milli mücadelenin ilk başlarında Türk ulusal hareketine pek de olumlu yaklaşmamıştır. Hatta Osmanlı’nın paylaşımından pay kapma derdine düşmüştür. Đran Dışişleri Bakanı Mart 1919’da Đngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı bir yazıda Paris barış Konferansı’nda görüşülmesi için Osmanlı sınırından toprak talebinde bulunmuştur. Ancak Đngilizler bu teklifi ciddiye almamışlar ve gülünç bulmuşlardır26. Ancak 1919 yılı Ağustos ayında Đngiltere ile özel bir anlaşma yapan Đran, bu ülkenin himayesi altına girmişti. Ancak Türk 24 Tür, s.235. 25 Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.920-921. 26 Sonyel, s.42. 186 milliyetçilerinin de etkisiyle Đran milliyetçileri böylesi bir anlaşmaya sert tepki gösterdiği için Đran Meclisi bu anlaşmayı onaylamamıştı. Đngiltere içinde bulunduğu durum nedeniyle Đran’a baskı yapamadığından, bu kez Rusya Kuzey Đran’ı ele geçirmiştir. 1920 yılında Rıza Han, darbeyle kendisini önce başkomutan ve Savunma Bakanı, 1921’se ise başbakan ilan etmiştir. Türk milliyetçileri Đran ile 1921’de siyasi ilişkilere girmişlerdir. Ayı yıl ilk olağanüstü Đran elçisi Mümtazü’d-devle Ankara’ya gelmiştir27. Böylece Đran ile Ankara Hükümeti arasında dostluk ilişkileri kurulmuştur. Bu tarihten sonra Đran Anadolu’daki ulusal harekete karşı olumlu bir tutumu benimsemiş ve yakından izlemiştir. Ama milli mücadeleye yardımı konusunda herhangi bir kayıt yoktur. 6. Afganistan ile ilişkiler Anadolu hareketine önemli destek veren Ortadoğu ülkelerinden bir diğeri de Afganistan’dır. 1919 yılında Emanullah Han liderliğinde verilen mücadeleyle Đngiltere’den kısmi bir bağımsızlık kazanan Afganistan, Anadolu’daki milli mücadele hareketine sempatiyle yaklaşmışlardır. Emanullah Han’ın Đngilizlere yönelik mücadelesinde de büyük olasılıkla Türk ulusal mücadelesi etkili olmuştur. 1 Mart 1921’de iki ülke arasında Moskova’da bir dostluk anlaşmasının yapılması ilişkilerin yakınlaşması açısından büyük önem taşımaktadır. Diğer Đslam ülkelerine olduğu gibi Afganistan ile ilişkilere büyük önem veren Ankara Hükümeti, daha 1920’de Kabil’e bir temsilci atamıştı28. Bu tarihten sonra kurulan iyi ilişkiler iki ülkenin savaştan sonraki ilişkilerine son derece olumlu yansımış, Afganistan Türkiye’den eğitim ve askeri alanlarda destek sağlamıştır. Savaş yıllarında ulusal hareketin manevi destekçileri olan Afgan halkı, emperyalistlere karşı verilen bu başarılı mücadeleden cesaret hem de ilham almışlardır. 7. Hicaz Emirliği Milli mücadeleye destek sağlamak için Mustafa Kemal, bütün Đslam ülkelerine her fırsatta çağrılarda bulunduğu gibi, temsilciler yollayarak işbirliği olanaklarını aramayı da hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Bu noktada ön yargılı bir tavır içinde olmamıştır. I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı’ya karşı Đngilizlerle işbirliği yapan Hicaz Emiri Şerif Hüseyin ile bile işbirliği yollarını aramak için çalışmıştır. Đngiliz belgelerinde Mustafa Kemal, Đngilizlerle işbirliğini kestiği takdirde onu halife olarak tanıyabileceklerini temsilcisi aracılığıyla Mustafa Kemal’in Şerif Hüseyin’e bildirdiği belirtilmektedir. Şerif Hüseyin’den itilaf güçlerine karşı tutumunu kamuoyuna açıklayarak bu konudaki samimiyetini de göstermesi istenmiştir. Ancak Şerif Hüseyin bu istekleri yerine getirmede tereddüt içinde 27 Aydın Can, “Atatürk Dönemi Türk-Đran Đlişkileri (1923-1938), http://turkoloji.cu.edu.tr/ATATURK/ arastirmalar/ aydin_can_ataturk_donemi_turk_iran_iliskileri.pdf, s.2-3. 28 Türk Dış Politikası C.I., s.207-209. 187 kalmıştır29. Bu bilgiler doğrulanmaya muhtaç olmakla beraber, Mustafa Kemal’in milli mücadeleyi kazanmak için azami her kişiden ve her olaydan yararlanmaya çalıştığı göz önünde tutulursa bu iddiaların doğru olabilirliği de ortaya çıkmaktadır. Burada Ortadoğu ülkeleri içinde Türk ulusal hareketiyle yakın ilgili olanlar konusunda bilgi verilmeye çalışılmıştır. Bu bölümde bahsedilmeyen diğer Ortadoğu ülkelerinin Mısır, Cezayir, Fas, Tunus vs. gibi ülkeler, Đngiliz ve Fransız mandası altında olduklarından çok etkin politikalar izleyememekle beraber, bölge halkları işgallere karşı tepki vererek sömürgeci devletleri tedirgin etmişler ve manevi destek vermişlerdir. Đşgalcilere karşı kazanılan her zafer büyük sevinç ve gurur kaynağı olmuştur bu ülkelerde de. Bununla beraber bahsetmediğimiz ancak bugünkü Ortadoğu içinde olan devletlerin bazıları da bu tarihten sonra kurulmuştur. D. ĐŞBĐRLĐĞĐ SÜRECĐNDE ÖNE ÇIKAN KONULAR Milli mücadele döneminde Ortadoğulu Müslüman ülkeler işgalci güçlere karşı ortak mücadele konusunda görüş birliğini büyük oranda oluşturmuşlardır. Bununla birlikte bu ülkeler arasında bir Đslam Ülkeleri Birliği, Đslam Ülkeleri Konfederasyonu veya Đslam Birleşmiş Milletleri gibi isimler altında bir birlik oluşturma konusunda da işbirliğine girişmişlerdir. Đslam Ülkeleri Birliği kurulması konusunda yapılan önerilerin ilkini Rusya’yı da içine alacak biçimde ve Osmanlı Halifesinin himayesinde olmak üzere Ankara Hükümeti, ikincisini ise kendi himayesinde olmak üzere Rusya yapmıştır. 1920 yılı sonlarında Ankara Hükümeti Đslam devletleri arasında bir ittifak oluşturmak için girişimlerde bulunmuşlardır. Bu birliği kurma amaçları Yakın ve Ortadoğu Müslümanlarının ortak çıkarlarını Batılı devletlerin saldırısından korumak, sömürge haline getirilmelerine engel olmak ve barışı sağlamaktır. Bu öneri ilk olarak Mustafa Kemal tarafından yapılmıştır30. Ankara Hükümeti bu öneriyi yaptıktan sonra Ruslarla görüş farklılıkları ortaya çıktığı için gerçekleştirilememiştir. Rusya’nın öneri ise Lozan Konferansı toplanmadan kısa bir süre önce yapılmış, ancak Mustafa Kemal tarafından kesin biçimde ret edilmiştir31. Đslam ülkeleri arasında bir federasyon oluşturma düşüncesi, Đslam cemaatinin panislamist bir anlayışla halife koruması altına alınmasından ibaret olacaktı. Amaç, Đslam veya Arap ülkelerini Türkiye’nin etkisi altında tutmaktı. Bu amaçla tüm Đslam ülkelerinin davet edileceği bir kongre toplanması kararı alınmıştır. Ancak Đslam ve Arap ülkeleri, konferansta tartışma konusu edilecek konulardan birinin hilafetin kurumunun yapısıyla ilgili olduklarını öğrendiklerinde katılmayı ret etmişlerdir. Daha sonra kongrenin yeniden toplanması ve bir hilafet komitesi kurulması için 29 Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi s.925-926. 30 Gizli Celse Zabıtları, C.1, Ankara, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, 1985, s.36-37. 31 Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.928-929. 188 girişimlerde bulunulmuş olmasına rağmen tarih ve yer konusunda anlaşmazlıklar baş gösterdiği için yine kongre toplanamamıştır. 1922 yılı başlarında Ankara Hükümeti, Ankara’da Mustafa Kemal’in başkanlığında bir kongre toplanması konusunda yeniden öneride bulunmuştur. Böyle bir toplantının yapılması için Mustafa Kemal’in önerisiyle, ön hazırlık niteliği taşıyan Suriye ve Filistinli Arap liderlerin çabalarıyla Kahire’de bir Arap Kongresi toplanmıştır32. Bir Đslam Federasyonu veya bir birlik oluşturma çabaları milli mücadele boyunca Ankara Hükümeti tarafından zaman zaman önerilmesine rağmen, bu konudaki görüş farklılıkları bu fikrin gerçekleştirilmesine engel olmuştur. Bu öneriden anlaşıldığı kadarıyla Ankara Hükümeti Đslam-Arap veya Ortadoğu ülkelerinin liderliğine soyunmak istemektedir. Bunun yanı sıra kurulacak böyle bir birliğin başında Ankara Hükümeti’nin olması, işgalcilere karşı etkin biçimde ortak bir mücadelenin yapılmasında itici güç olacaktır. Ayrıca işgalcilere karşı Ankara Hükümeti’nin elini da oldukça güçlendirecek, işgallere karşı caydırıcı rol oynayabilecektir. E. MĐLLĐ MÜCADELE VE MAZLUM MĐLLETLER Ulusal Bağımsızlık Savaşı yıllarında Đslam ülkelerinin her türlü desteğini ve ilgisini ve birlik içinde hareket etmesini sağlamak için girişimde bulunmuştur. Onlarla işbirliği yapmasının tek nedeni, sadece kısa vadeli savaşa destek sağlamak değildir. O dönemde Đslam ülkelerinin hepsi Batılı güçler tarafından ya işgal edilmiş ya da sömürge durumunda olduğundan onları uyandırma amacına da dönüktür. Mustafa Kemal amacının ezilen, sömürülen Müslüman halkları uyandırmak olduğunu pek çok konuşmasında vurgulamıştır. Türk ulusal mücadelesinin de bu noktada önemli bir sorumluluğu olduğunu, mücadelenin sadece Türk milli savaşı olmasının ötesinde bir anlam taşıdığının altını çizmiştir. Daha ulusal mücadelenin başlangıcında önce kongrelerde arkasından yaptığı birçok konuşmada Đslam ülkelerinin kurtuluşları konusunda görüşlerini dile getirmiştir. 27 Aralık 1919’da tüm Müslüman bölgelerinin bağımsızlıklarını kazanmalarının ne büyük bir bahtiyarlık olacağını, bunun gerçekleşmesi halinde Đslam dünyasının ne kadar güçlü olacağını şimdiden hayal etmenin bile büyük mutluluğunu hissettiğini belirtmiştir. Bu dönemde yapılan mücadeleyi bir uyanış olarak nitelendirmiş ve başarı şansının çok büyük olduğunu savunmuştur33. Mustafa Kemal bu savaşın sadece Türklerin savaşı olmadığını her fırsatta vurgulamıştır. Emperyalizme karşı verilen bu mücadelenin, tüm Doğunun, Đslam ülkelerinin veya mazlum milletlerin savaşı olduğunu her fırsatta vurgulamaktan kaçınmamıştır. Mustafa Kemal, 10 Haziran 1921 tarihinde Afgan elçiliğindeki bayrak çekme töreni sırasında yaptığı konuşmada Đslam dünyasının esaret içinde 32 Hülagu, “Milli Mücadele Dönemi Türkiye-Đslam Ülkeleri Münasebetleri,” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, s.932-933. 33 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk Söylev, C.III Vesikalar/Belgeler, 2. B., Ankara, TTK, 1999, s. 1740. 189 yaşadığını hatırlatarak, bu halkların istediği tek şeyin bağımsızlık olduğuna vurgulamıştır34. Gerçekten o tarihte Đslam ülkelerinin çok büyük bir kısmı tamamen, çok azı da kısmen Batılı emperyalistlerin işgali ve sömürüsü altındadır. Mustafa Kemal, bu durumu ortadan kaldırmak için dünyada yaşayan bütün Arap, Đslam veya Ortadoğulu devletlerin aynı düşmana karşı ortak mücadelesinin zorunlu olduğunu belirtmiş ve bu işbirliği için bazı yolları denemiştir. Mustafa Kemal Büyük Taarruz’un hemen öncesinde Đran ile diplomatik ilişkiler kurulmuş ve ilk Đran Büyükelçisi Ankara’ya gelmiştir. Bu gelişme üzerine Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aralof yeni gelen Đran Büyükelçisi Mümtazü’d-devle Đsmail Han şerefine bir ziyafet vermiştir. Bu ziyafete Mustafa Kemal’de davet edilmiştir. Đslam ülkeleriyle iyi ilişkiler kurma arzusunda olan Mustafa Kemal, daveti kabul ederek bu ziyafete katılmıştır. 7 Temmuz 1922’de gerçekleşen bu davette bir konuşma yapan Mustafa Kemal, Doğu uluslarıyla ve Rusya, Azerbaycan, Afganistan ve Đran ile dostluklarının sadece duygular üzerine kurulu olmadığını, gerçek ve samimi dostlukla beraber değiştirilemez esaslara sahip olduğunu ifade etmiştir. Hemen arkasından da bu savaşın sadece Türklerin savaşı olmadığını, bütün mazlum milletler adına mücadele verdiğini belirterek, Türklerin milli mücadele hareketiyle büyük bir sorumluluk aldığının altını çizmiştir. Türkiye’nin bugünkü mücadelesinin sadece kendi hesabına olmuş olsaydı daha az kanlı ve daha çabuk bitebileceğini de belirtmiştir. Türkiye’nin bugünkü mücadelesi sadece kendi hesabına olmuş olsaydı, daha kısa, daha az kanlı ve daha çabuk bitebileceğini de belirtmiştir. Türkiye’nin bu mücadelede büyük çaba harcadığını, bunun nedeninin ise sadece bağımsızlığını kazanma olmadığını, savunduğu davanın bütün mazlum milletlerin veya bütün Doğu’nun davası olduğundan, bu davayı başarıya ulaştırmak olduğunu savunmuştur. Bu savaş bitene kadar da Doğu uluslarının kendilerinin yanında olacaklarına inandığını da sözlerine eklemiştir35: Mustafa Kemal bu konuşmadan bir hafta sonra Đran Elçisinin şerefine yaptığı konuşmada Türklerin mücadelesinde Doğu milletlerinin, Đslam dünyasının ve uygarlık dünyasının yanlarında olduğunu savunmuştur36. Türk milli mücadelesi emperyalist ülkelere karşı verilen ilk mücadele olması bakımından oldukça önemlidir. Sadece Türklerin bağımsızlıklarını kazandığı bir savaş değil, bütün işgal veya manda sistemi altındaki halka, bağımsızlık mücadelesi için ilham kaynağı olmuştur. Emperyalist devletlerin saldırılarına da set çeken bir mücadeledir. Bağımsız yaşamanın her ulusun en doğal hakkı olduğu her fırsatta tekrarlayan Mustafa Kemal, milli mücadele kazanıldıktan sonra bile, Doğulu 34 35 36 Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.11, s.200. Atatürk’ün Bütün Eserleri, C.13, s.136-137. A.g.e., s. 145. 190 halkların bağımsızlıklarına kavuşma konusunda ne denli umutlu olduğunu yapmış olduğu konuşmalarda ortaya koymuştur37. Kazandıkları zaferin sadece Türkiye’nin kaderini etkilemekle kalmayacağını, aynı zamanda bütün zulüm gören acı çeken, yaşamlarını bağımsızlıkları tehdit altında tutulan milletlerin geleceğini de değiştireceğini savunmuştur. Mustafa Kemal tasvir ettiği zulüm gören ve ezilen toplulukların en başında yaklaşık üç yüz milyonu bulan nüfusuyla Đslam dünyası gelmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin milli mücadelede kazandığı zafer, Endenozya’dan Hint Yarımadasına, Ortadoğuya, Fas’a kadar Batılı ülkelerin sömürgesi altında olan Đslam ülkelerini büyük bir sevince boğmakla kalmamış, ülkelerin esaretten kurtulup kendi bağımsız devletlerini kurma yolunda en önemli esin ve cesaret kaynağı olmuştur38. GENEL DEĞERLENDĐRME I. Dünya Savaşı’nın sonunda Osmanlı’nın bütün toprakları savaşı kazanan ve savaş içinde paylaşım planları hazırlayan emperyalist güçler tarafından paylaşılmaya başlanmıştır. Osmanlı’da milliyetçilik hareketlerinden en son etkilenen iki halk da savaştan sonra aynı kaderi paylaşmışlardır. Savaş yıllarında Araplara söz veren ama tutmayan Đngiltere’ye karşı güvensizlik içinde olan Ortadoğulu Đslam ülkeleri, Türklerle yakın zamana kadar ortak yaşadıkları deneyimlerin de etkisiyle hareket etmişlerdir. Đşgal edilen ve sömürge yapılmaya çalışılan topraklarını geri almak ve bağımsız olmak için harekete geçme gereği ortaya çıkmıştı. Bu noktada aynı kaderi paylaşan Türk halkı, mevcut iktidara başkaldırarak, ülkesini işgalden kurtarıp bağımsız olma yolunda Mustafa Kemal’in önderliğinde milli mücadeleyi başlatmıştı. Mustafa Kemal’in başlattığı bu mücadeleye büyük ilgi gösteren Ortadoğu halkı, bu harekete en başta manevi destek vermişlerdir. Bunun yanı sıra mücadelede tereddüt içinde olan Suriye, Irak ve Afganistan gibi bölgelerdeki milliyetçileri cesaretlendirmiştir. Bölge ülkelerine çağrıda bulunan Mustafa Kemal, mücadelenin ilk zamanlarından itibaren yardım ve destek vermeleri için çağrıda bulunmuştur. Mustafa Kemal’in Ortadoğu ülkelere işbirliği çağrılarının birçok nedeni vardır. Bunların başında ortak düşmana karşı güç birliği yapmak ve böylece güçlenmek ve savaşı kazanmaktır. Bununla beraber, güç birliği yapmaya bölge halkları cesaret edemese bile, çoğu Đngiliz ve Fransız yönetiminde olan Ortadoğu ülkelerinde karışıklık çıkarmalarını sağlayarak, işgalcileri tedirgin etmek, Anadolu’yu işgalden caydırma, Avrupa’da kamuoyu yaratma amacı vardır. 37 Ergün Aybars, “Atatürk’ün Evrenselliği,” Atatürkçü Düşünce, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, 1267-1268. 38 Turhan Feyzioğlu, “Milli Kurtuluş Önderi Atatürk,” Atatürkçü Düşünce, Ankara, Atatürk Araştırma Merkezi, 1992, 1216. 191 Bunun yanı sıra Mustafa Kemal’in işbirliği sürecinde önerdiği Đslam Birliği ve federasyonu gibi çeşitli birlikler kurulması yolunda öneriler sunmasına rağmen, bunu gerçekten yapmak istediği noktası tartışmaya açıktır. Çünkü Mustafa Kemal ulusal hareketin başından beri sadece işgalcilere karşı silahlı mücadelede kararlılığını ortaya koymakla kalmıyor, savaş sürerken ulusal egemenliğe dayalı bir devletin de alt yapısını oluşturmaya çalışıyordu. Yeni kurulacak devletin teokratik niteliği olmayacağı açıktı. Mustafa Kemal bu görüşlerine ve düşüncesine rağmen neden teokratik niteliği içinde bulunduran ve dindaşlardan oluşan bir birlik kurma önerisinde bulunduğunu anlamak da pek zor değildir. Olağanüstü bir dönem olduğu içim Mustafa Kemal, ulusal savaşı kazanmak adına her türlü malzemeyi kullanmaktan geri durmamıştır. Bu Mustafa Kemal’in amacına ulaşmak için Ortadoğu ve Đslam dünyasını kullandığı şeklinde değerlendirmek söz konusu değildir. Mustafa Kemal’in önerinsinin gerçekleşmesi için önce bölge ülkelerinin bağımsız olmaları gerekliydi. Mevcut durumda bu mücadeleyi yürütmeleri zor gözükmektedir. Anadolu’daki gibi kitlesel bir hareket söz konusu değildir. Bu nedenle işbirliği çabaları ve birbirlerine destekle, bağımsızlık konusunda daha cesaretlenmelerini sağlamaya çalışılmıştır. Eğer bölge ülkeleri bir bütün olarak bağımsızlıklarını sağlamış olsalardı bu öneri ilgili ülkeler tarafından yeniden değerlendirmeleri söz konusu olabilir ve ona göre de karar verilebilirdi. Mustafa Kemal’in özellikle Suriye ve Irak gibi Arap ülkeleriyle Đngiltere ve Fransa aleyhinde yaptığı işbirliği, Fransa’nın Ankara Hükümeti’yle anlaşma yaparak, Anadolu işgaline son vermesinde önemli bir etken olmuştur. Aynı şekilde anlaşma yapmamasına rağmen, Irak sınır olaylarında milliyetçilerin Iraklı milliyetçilerle işbirliği içinde yaptıkları eylemler Đngiltere’yi çok tedirgin etmiştir. Kral Faysak ile Türkiye’nin anlaşma yaptığı iddiaları da yine Đngiltere’yi korkutmaya yetmiştir. Ortadoğulu Müslüman ülkelerinden özellikle Suriye ve Filistin gibi bölgelerde milli mücadele yakından izlenmekle beraber önemli beklentiler de oluşmuştur. Türklerin onlara yardım ederek bağımsızlıkları sağlaması veya bölgeyi yeniden denetimine almaları yolunda beklenti içinde ilgili ülkeler, beklentileri gerçekleşmeyince hayal kırıklığı yaşamışlardır. Türkiye’nin bağımsızlığını kazandıktan sonra kimseyle ilgilenmediği kanısını taşıyanlar bir hayli fazladır. Ancak Türkiye’nin bölgeyi tekrar denetimine alması pek olanaklı olmadığı gibi, zaten varını yoğunu ortaya koyan Türkiye halkının gücü ancak kendi geleceğini kurtarmaya yetmiştir. Zaten Misak-ı Milli’de bölge ile ilgili görüşlerini ortaya koymuştur. Ulus devlet kurma amacındaki bir devlet olarak, zaten bu ülkeler konusunda savaşması beklenemezdi. Eğer bu bölgelerde kitlesel bir milli mücadele başlasaydı, Türkiye zaten destek verirdi. Emperyalizme karşı, sömürüye ve işgale karşı ilk kez baş eğmeyip kitlesel mücadele veren Türkiye, bütün az gelişmiş ve sömürülen ülkelere de ilham ve cesaret kaynağı olmuştur. Milli mücadele döneminde olmamakla birlikte daha sonraki yıllarda yapılan bağımsızlık hareketlerinin 192 tümünde Türk ulusal mücadelesinin etkisi vardır. Bu da Atatürk’ün düşündüğü ve savunduğu gibi Türkler milli mücadeleyi sadece kendileri için değil, bütün Doğulu milletler için yapmışlardır. Türk mücadelesi başarısız olsaydı, daha sonraki Doğulu toplumların bağımsızlık savaşları da büyük olasılıkla olmazdı. En azından buna cesaret etmeleri zorlaşacaktı. Savaş yıllarında bölge ülkeleriyle yapılan işbirliği savaştan sonra dostluk ilişkilerinin kurulmasında önemli etken olmuştur. Suriye ve Irak gibi ülkelerle toprak sorunu yaşandığı için iyi ilişkilerin kurulması nispeten gecikmiştir. 193 BEING AN ENLIGHTENMENT CENTER IN MIDDLE EAST Oktay Alniak∗ Pelin Bolat∗∗ Abstract Middle East one of the most unstable region in the world through its socio-politic structure. In literature unstability is in socio-politic structure is generally linked with the energy resources of Middle East and the ethnical structure. However in this study it is not purposed to make an political assessment for the Middle East region. In this paper it is aimed to understand the real problem in Middle East from an organizational management perpectives. Thus systemic theory of living systems is applied to Middle East region which can be resulted with a road map for Turkey for being an enlightenment center in Middle East. Keywords: Systemic Theory, Middle East, Enlightenment center, Turkey, organizational energy, organizational intelligence 1.Introduction The concept of Middle East comes from a Europe centered perception that takes Europe as the center of world and categorizes the regions as Near East, Middle East and Far East. Middle East is initially defined as the region between India and Arabia by the article “Persian Gulf and International Relations” of Alfred Thayer in 1902. After this definition, till to Second World War, Persian Gulf Region is characterized as Middle East. However it has been widely defined as the region which includes Turkey, Iran, Arabian Peninsula, Mesopotamia, Gulf Countries, Israel and Egypt in the literature since Second World War with its most broad definition (Usta, 2006). Based on the definition, it is obviously seen that it hosts various religions, civilizations and assets in this big area from the beginning of the history Thus Middle East becomes one of the most unstable region that hosts conflicts in its region. Unstability have been accelerated by energy demand which is resulted from the world population growth and rapid technological developments especially after the second world war. As a result of unstability, conflicts which is mostly originated for willingness to control energy source areas in Middle East, have arisen as localized civil wars, country specific wars, region wide angolism (Alniak et al., 2010). When the literature studies are analysed about Middle East, general consensus is that the main reasons for the unstability of the region are oil reserves and religion based demands. However in this study, it is aimed to enhance an organizational perspective to understand the real problem of Middle ∗ Prof. Dr. , Bahçeşehir Üniversitesi ∗∗ Araştırma Görevlisi Dr., Đstanbul Teknik Üniversitesi 194 East and to introduce a strategic perspective by analysing Middle East by applying the systemic theory of living systems on it. 2. Systemic Theory of Living Systems and Middle East (ME) Life is an ecology of systems which goes from simplicity to complexity. Every living system is a subsystem of a bigger system. In this hierarchical structure, cells constitutes tissues, tissues constitute humans, humans constitutes groups, groups constitutes organizations and organizations constitutes communities constitutes countries..etc. To be able to survive as a living system requires being in consistency with the environment, to be able to compete and to have flexibility in complexity. Harmonizing to a competitive environment and having capabilities to change the environment give the decision of who will be survived or who will command the game. All in all, obtaining existence in the long term is a function of adaptation to environment and it requires being adapted to future from this very moment. (McMaster, 1996, Alniak et al. 2010). Living systems theory claims that the survival potential or health response of any living system is given by its capacity to generate Energy, Intelligence and Organization, presented in Figure 1. These three parameters—E, I, O—constitute the common denominator of life, and can be represented by a triangle. Enhancing the triangle’s components maximizes health. This definition applies to bacteria, viruses, ant colonies, persons, groups, institutions or countries. As Middle East is taken as a reshaped organization, we can also think Middle East as a living system and try to understand its conditions through energy, intelligence and organization. Intelligence (I) is the regulating entity that controls and integrates parts of a living system, in a functional unit, directed and geared towards survival. Energy (E) is any fuel that causes action or movement, also defined as that which makes things occur. Organization (O) is a group of elements ordered as a functional unit, directed towards goals established by the intelligence that rules them (Rangel, 2006). By the context, Middle East can be defined as an unhealthy system as there is an imbalance on the parameters of Middle East’s organization, intelligence and energy. From the point of a country, organization can refer to the harmonization of the industrial relationships, stability in economy,..etc., the intelligence can refer to technology, flow of information, adaptation to the environment, the culture of the public, the memory of the public and energy can refer to the employment, production,..etc. So the primary action of Turkey should be taking role in the activities of Middle East’s policies while Middle East is looking for stability by trying to maximize these three parameters. 195 Figure 1. Living systems theory for a healthy system. 3. Enlightenment by Developing Healthy System in Middle East Bruch and Ghoshal (2003) defines organizational energy as a force with purposes on organization by menifesting the processes of collective’s work, chang changee and innovation. Defect in energy can be seen as rustiness and exhaustion in the organization. Accordingly the organization can not be able to do innovation and transformation. From the perspective of Middle East, it is seen that innovation and tranformation ation in Middle East countries, except the Arab Spring, are generally difficult from the perspective of technological and scientific explorations. It can be concluded that Middle East suffers from lack of organizational energy. Thus Middle East countries will try to gain organizational energy by trying innovations and transformation in their policies. Accordingly if Turkey wants to effective strategies and come up to a director position in the region, the strategies on Middle East can be designed according to aiming contribution to the development of the five principles of organizational energy (Belles and Ceresani, 2008) which can be presented as: • Building organizational trust • Creating a vision or plan • Empowering • Alligning • Communicating Effectivel Effectively While organizational energy is enhancing, developing organizational intelligence should probably be aimed for Middle East.The concept of organizational intelligence could not be establihed on a clear vision in the literature. Organizational intelli intelligence gence in human societies is an important factor for the formation of social organizations which provide more advantages then coming together. The most 196 broad definition of organizational intelligence is the intelligence of community. Different factors in human communities are necessary to create and enhance the organizational intelligence. These factors are synergy, diversity, education, information flow, memory and experiences (Yilmaz, P., 2006) Based on the foregoing circumstances, Turkey could follow the strategies which will directly effect the developments in synergy, diversity, education and information flow in Middle East Region. These strategies should include the activities (Alniak et al., 2010) below: • Giving Consultancy and Technical Support: Turkey can give consultancy and technical support to the new companies, organizations or entities in Middle East through Turkish Republic Prime Ministry State Planning Organization (DPT), The Union of Chamber and Commodity Exchanges of Turkey (TOBB) and Turkish Industry and Business Association (TUSIAD). Three organizations can behave like incubators for the Middle East industry. The required technical production in Middle East, supply of materials and quality control services can be provided through the collaborations between the TOBB and Middle East companies (Alniak, 2008). In the service sector, governmental institutions of Turkish Republic can supply the required trainings while Middle East is reshaping its institutions. • Education: Turkish Republic has 140 universities which give education in Turkish and English. The regional demand of education and training on medication, business administration, public administration and engineering can be met by Turkey’s academic institutions. The Scientific and Research Council of Turkey (TUBITAK) can support the academicians and scientists of Middle East as visiting professors in Turkey. Technoeconomy institutions can be established in which the economical subjects are taken with the scientific methodologies and researches (Soyak, 2007). • Emerging Collaborations: Turkey should find key or emerging technologies or service areas that can be resulted with effective collaborations in Middle East. Alternative energy resources, nanotechnology can be emerging technologies for the future collaborations. Furthermore, the ports of Middle East may also need technical services and some developments can be seen in maritime sector in the future. The education for the seafarers of Middle East can also be an opportunity for Turkey. Furthermore emerging collaborations can be obtained also in the area of hospital services and management. From the point of developments for organizational organization or structure, enlightenment of Middle East will be achieved by the historical experience of Turkish Republic. Thirty years of Middle East host important wars which have been resulted with thousands of civilians including children. Middle East got out from the Second Gulf War, try to reshaping its structure. By the context, Turkey had also a similar destiny of Middle East. Turkish Republic was founded in 1923 from the Anatolian remnants of the defeated Ottoman Empire after experienced big wars, First World War and Independence War. Turkey made important leaps to achieve the modern civilizations after the 197 Independence war. The primarily leaps were based on the laws. The importance is given first to the laws related with social and technical requirements such as Turkish Civil Law, National Education Law, National Defense Law, and Publics Work Law (Alniak et al., 2010). Accordingly Middle East countries need reformation of their organizational structure to achieve healthy systems and Turkey’s leap in modernization will be a way for them. 4. Conclusion In this paper, it is aimed to give a new insight for Turkey to Middle East from an organizational perspective without a political analysis of the Middle East Region and Turkey. This study is a preliminary study which presents a systemic theory for strategies to be a leader and director country in Middle East. It can be seen that the real problem in the Middle East is the imbalance or unstability of intelligence, organization and energy triad. If the strategies are done by taking account of this theory, Middle East not only can gain its health but also it can become an healthy organization which can transform to Middle East Union. REFERENCES Alkan Soyak, Ulusal Yenilik Sistemi ve Kurumsal Arayışlar: ‘Teknoekonomi Enstitüleri’. Bilim ve Ütopya, 154, 2007. Ahmet Usta, Büyük Ortadoğu Projesinin Bölge Ekonomilerine Etkisi, Unpublished MSc. Thesis, Marmara University Middle East Research Institute, 2006. Frank Bellis and John Ceresani, Leadership and the Five Principles of Organizational Energy, Second Quarter, Vol.III, IssueII, 2008. H. Bruch, S. Ghoshal, Unleashing organizational energy. MIT Sloan Management Review (Fall): 2003, 45-51 M.D. McMaster, The Intelligence Advantage: Organizing for Complexity. Butterworth-Heinemann, Newton, 1996 M. Oktay Alnıak, Değerlerimiz ve Türkiye, Yüzüncü yüzyıl yayınları, 2009 M. Oktay Alnıak, BĐLGESAM Stratejik araştırma Merkezi 12 Sayılı Raporu, 2008 M.Oktay Alniak et al., Strategic Thinking Perspective About Collaboration in Middle East, Uluslararası Ortadoğu Kongresi, TASAM, 20-22 Ekim 2010, Hatay 198 Olalde Rangel J A. The Systemic Theory of Living Systems and Relevance to CAM: Part I: The Theory. Evid Based Complement Alternat Med. 2005; 2: 13-18. Pelin Yılmaz, Yeni ürün geliştirme projelerinde takım zekasının önemi ve proje başarısına katkısı, GYTE Yüksek Lisans Tezi, 2006. 199 YENĐ ARAP DÜNYASI’NDA BATI ĐLE ĐLĐŞKĐLER: SÜREKLILIK DEĞĐŞĐYOR MU?∗ Zafer Akbaş Özet Ortadoğu, bölgesel ve büyük güçlerin çıkar mücadelelerine sahne olmuştur. Bölgede, bir asrı aşkın bir süredir, neredeyse istikrarsızlık istikrar kazanmıştır. Çalışmada Arap halk hareketlerinin nedenleri ve sonuçları analiz edilmiştir. Bölgenin sosyal, ekonomik ve politik yapısının halk hareketlerine zemin hazırladığı dile getirilmiştir. Ortadoğu Bölgesi, demokratik değerlerin gelişmediği bir bölgedir. Bölgede gelir dağılımında adaletsizlik, yolsuzluk hakimdir. Ortadoğu rejimlerinin seçkinci ve otoriter yönetim anlayışı, sosyal yapıda istikrarsızlık ve çatışmalara neden olmuştur. 2010 yılı sonunda Tunus’ta başlayan Arap halk hareketlerinin, Ortadoğu’da süreklilik arz eden unsurlarda değişim meydana getirdiği saptanmıştır. Bu hareketler sonucunda, halk iktidarın belirlenmesinde daha çok söz sahibi olmaya başlamıştır. Bu değişimler sonucunda, iktidar yapılarının el değiştirmesi, demokratik hakların kullanımının artması, sivil toplum örgütlerinin sosyal ve siyasal yapıda daha görünür hale gelmesinin beklendiği değerlendirmesi yapılmıştır. Halk hareketleri; Tunus, Libya, Mısır gibi ülkelerde rejim değişikliklerine neden olmuştur. Suriye, Yemen, Bahreyn ve daha birçok ülkede isyanlar devam etmektedir. Bu hareketlerin Arap ülkelerinde süreklilik kazanan otoriter ve oligarşik yapıyı, tamamen olmasa da kısmen değiştireceği öngörülmüştür. Ayrıca bölge kaynaklarının paylaşımında; yerel unsurların daha fazla söz sahibi olması beklenmektedir. Ancak Batılı ülkelerin bölge yeni yönetimleriyle ilişkilerinin de devam edeceği sonucuna ulaşılmıştır. Anahtar Kelimeler: Arap Đsyanı, Büyük Güçler, Halk Ayaklanması, Süreklilik ve Değişim, Yeni Arap Dünyası, Batı Giriş Dünya ekonomi ve güvenlik alanı başta olmak üzere; birçok yönden dönüşüm içerisindedir. 1997 Asya-Pasifik ekonomik krizi, 2008 ABD finansal krizi, 2010’dan sonra tekrar derinleşmeye başlayan ve bu defa ABD ile birlikte, Euro Bölgesi’nin de içinde bulunduğu ekonomik kriz ve meydana getirdiği sonuçlar, dünya ekonomisi ve politikasında yön arayışlarını zorunlu kılmıştır. ABD ve AB’nin ekonomik ve politik gücünde geçmişe göre azalma vardır. Başta Çin olmak üzere, Japonya, Hindistan, Rusya gibi ülkelerin Batının tam tersine gün geçtikçe ekonomik olarak güçlenmesi, politik güçlenmeyi de beraberinde getirmiştir. Türkiye, Đran, Güney Kore, Güney Afrika, ∗ Yrd.Doç.Dr.Zafer AKBAŞ, Düzce Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Bölümü, zaferakbas@duzce.edu.tr 200 Meksika, Brezilya ve Endonezya gibi hızla gelişen ülkeler, Batıdan daha bağımsız politikalar izlemeye başlamıştır. Bu durum, dünyada çok kutuplu bir yapının oluşmaya başladığını göstermektedir. Batının içinde bulunduğu ekonomik darboğazın da etkisi ile küresel güç Doğudan Batıya, Atlantik’ten Asya-Pasifik eksenine doğru kaymaya başlamıştır. Bu küresel gelişmelerin bölgesel yansımaları da olmuştur. Küresel mücadele Avrasya ve Afrika ekseninde ve özellikle de enerji kaynakları sahipliği üzerinde yaşanır hale gelmiştir. ABD’nin uğradığı 11 Eylül 2001 saldırıları ve bunu izleyen, 7 Ekim 2001’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a müdahale sonrasında yaşanan süreçte, politik çözüm arayışları gündeme gelmiştir. ABD’nin bu gelişmeler sonucunda, Obama’nın başkanlığı ile beraber, diplomasi ve müzakereye daha çok önem vermesi, tek taraflı politikalardan kaçınması ve uluslararası düzende yaşanan diğer gelişmeler, uluslararası düzenin çok kutuplu yapıya doğru evrilmesine neden olmuştur. Kapitalist düzenin işleyişine yönelik eleştiriler, her düzeyde artmaktadır. Ortadoğu halkları “Arap Baharı” olarak adlandırılan sosyal patlamanın etkisi ile büyük bir politik değişim yaşamaktadır. Benzer şekilde, Arap Dünyası dışında birçok ülke de, protestolar düzenlenmekte, mevcut kapitalist düzene dair memnuniyetsizlik çeşitli şekillerde ortaya koyulmaktadır. Arap Baharı’nın etkisi gün geçtikçe yayılmaktadır. Bu etki, Amerika’dan Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafyaya yayılmakta ve güçlenerek devam etmektedir. ABD, Đngiltere, Đspanya, Đtalya ve Yunanistan’da çok sayıda insanın katıldığı halk hareketleri bir öfke seline dönüşmüştür. Bu hareketlerin, referans olarak Arap Baharı’nı almakta olduğu söylenebilir. Đspanya ve Đtalya’da “Öfkeliler Hareketi” olarak isimlendirilen hareket, ABD’de ise “Wall Street’i Đşgal Et” ya da “Yüzde Doksan Dokuz Hareketi” ismini almıştır. Bu hareketlerin ortak tepki verdiği konuların başında, Arap halk hareketlerinde olduğu gibi, yolsuzluk, yoksulluk, işsizlik, gelir düşüklüğü ve adaletsizliği, kayırmacılık gelmektedir. Aralarındaki en büyük fark ise demokratik taleplere Arap Dünyası’ndaki daha güçlü vurgu yapılmasıdır. Halk hareketleri sonucunda Mısır, Tunus, Libya gibi bazı Arap ülkelerinde süreklilik kazanan otokratik ve oligarşik yönetimlerden demokrasiye doğru bir geçiş eğilimi başlamıştır. Bu eğilimin güçlenerek devam etmesi beklenebilir. Asker kökenli yöneticiler iktidarlarını sivil kökenli yöneticilere devretmeye başlamışlardır. Ortadoğu’daki halk hareketlerinde demokratik ve ekonomik talepler ile rejim değişikliği istekleri yer almaktadır. Bu halk hareketlerinin başlangıç bölgesi olan Ortadoğu’daki eylemlerin bazıları, rejim değişikliklerine neden olmuştur. Halkın yönetimde daha çok söz sahibi olacağı yeni bir Arap Dünyası meydana gelmeye başlamıştır. Bu değişimin ekonomik, sosyal ve politik sonuçlarının meydana gelmeye devam edeceği öngörülebilir. Politik olarak halkın yönetimde daha fazla söz sahibi olması dışında, ekonomik olarak gelir paylaşımındaki adaletsizliğin değişmesi ve sonuç olarak toplumsal taleplerin gerçekleştirilmesi olasılığı artmaktadır. Yeni Arap Dünyası’nın nasıl 201 şekilleneceği, halk hareketlerinin yoğunluğuna ve niteliğine, özne ülkelerin dinamikleri ile küresel güçlerin politikalarına bağlı olacaktır. Bu çalışmada, Yeni Arap Dünyası ile Batı ilişkisi; ekonomik unsurlar ve tarihsel süreç ekseninde değerlendirilmiştir. Ayrıca, sürecin nasıl işlediği ve ne gibi değişimlere yol açtığı, olası sonuçların neler olabileceği ifade edilmeye çalışılmıştır. Çalışmada küresel sistemin bir parçası olarak, bölgesel bazı sonuçların doğduğu yaklaşımından hareket edilmiştir. Global sistem düzeyinde, devletlerin dış politikalarının, büyük ölçüde sistem tarafından belirlendiği kabul edilir.1 Neorealistler gibi Globalistler de, aktörlerin davranışını uluslararası sistemin yapısının etkilediğini düşünürler. Her iki yaklaşımda da analiz düzeyi olarak sistem düzeyi alınır. Ancak globalistler, uluslararası sistemi kapitalist üretim tarzının şekillendirdiği bir yapı olarak görürken, realistler uluslararası sistemi, güç ve kapasite dağılımının olduğu anarşik bir yapı olarak kabul ederler.2 Ortadoğu Bölgesi ve Batılı Aktörler Ortadoğu Bölgesi, sınır sorunları, mezhep kavgaları, su kaynaklarının kıtlığı, sahip olduğu petrol kaynakları, antidemokratik yönetim şekilleri, yolsuzluklar, adam kayırmalar ve bölge içi ve bölge dışı aktörlerin askeri, politik ve ekonomik çıkarlarından kaynaklanan müdahaleleri nedeniyle adeta pandoranın kutusu gibidir. Ortadoğu’da 2010’nun sonunda başlayan süreç bunun bir örneği gibidir. Ortadoğu Bölgesi’ndeki devletler, tarih boyunca saldırılara maruz kalmış; bölgede kan şiddet, gözyaşı eksik olmamış, ekilen kin ve nefret tohumları nedeniyle, bölgesel çatışmalar yaşanmıştır. Bu nedenle bu topraklar, “lanetli topraklar” olarak da anılmaktadır. Ortadoğu Bölgesi’nin sadece geçmişi değil ama aynı zamanda, günümüzü ve yarını da etkileyecek ve değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek bir bölge olduğu söylenebilir.3 Bölgenin özellikleri, bölge yönetimleri ve halkları için, bir taraftan tehdit, bir taraftan fırsatlar sunmaktadır. Durum böyle olunca, bölgede bitmek tükenmek bilmez bir mücadele yaşanmaktadır. Bu mücadelenin bölge dışı en temel aktörü Batılı devletlerdir. Batılı devletler olarak, Đngiltere, Fransa ve Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkeleri ile ABD’nin bölgede çıkar rekabetine giriştikleri görülmektedir. Ayaklanma, isyan ya da devrimler, kendilerini meydana getiren sosyal, ekonomik ve politik koşullara göre şekil alırlar. Arap Dünyası’nda isyanlar ya da devrimler, bazen bir grup, bazen bir 1 Faruk Sönmezoğlu, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz Kitabevi, Genişletilmiş 3. Baskı, Đstanbul, 2000, s.80. 2 Tayyar Arı, “Türk-Amerikan Đlişkileri: Sistemdeki Değişim Sorunu mu?”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt: 4, No: 13, 2008, s.22. 3 Tevfik Fikret Ergün ve Bahadır Berk, “Küreselleşen Ortadoğu’da ‘Irak’ Son Hedef mi?”, Jeopolitik, Yıl: 6, Sayı: 37, Şubat 2007, s.31. 202 kabile, bazen de halkların tamamının katılımıyla ortaya çıkmıştır. Bir devrimin şiddet içerip içermediği, devrimin doğasına ve kapsamına, halk katılımının düzeyine ve devrimi oluşturma ihtimali olan ayaklanmanın derecesine bağlıdır.4 Bölge ekonomileri küreselleşme ile başlayan dışa açılma ve dünya ekonomisi ile bütünleşme sürecinin dışında kalmıştır. Bölge ekonomisi ve dış ticareti, enerji kaynaklarına bağlı olmayı sürdürmektedir. Bu durum bölge ekonomilerinde istikrarı sınırlandırmaktadır.5 Petrol zengini bölge ülkelerinin birçoğunda “Hollanda Hastalığı”nın sonuçlarına benzer sonuçların yaşandığı anlaşılmaktadır. Arap Ülkelerinin birçoğu, Batı eksenli politikalar izlemiştir. Başta ABD ve AB olmak üzere, Batılı aktörler, bölge aktörleriyle yakın ekonomik ve politik ilişkiler kurmuştur. Bu sürecin 20. yüzyılın başlarından itibaren işlediği kabul edilirse, Batı’nın yüzyılı aşkın bir süredir Arap Dünyası’nın içinde olduğu anlaşılır. Ortadoğu Bölgesi, Batılı aktörlerin hep ilgi odağında olmuştur. Ortadoğu ve Batılı aktörler ilişkisi çok daha gerilere götürülebilmekle beraber, yoğun olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında başlamıştır. Đngilizler bölgenin hakim gücü olan Osmanlı Devleti’ne karşı, bazı güçlerle işbirliği yapmış ve bu sayede bölgede imtiyazlar elde etmiştir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra, bölgede birçok suni Arap devleti doğmuştur. ABD’nin, Đkinci Dünya Savaşı sonrasında, bölgenin başat aktörü olduğunu ve bu gerçeğin bugüne değin sürdüğü görülmektedir. Ortadoğu, zengin enerji kaynaklarının bulunmasıyla, 20. Yüzyıldan itibaren bölgenin enerji kaynaklarına bağımlı tüm ulusların, ekonomi politikalarını ve güvenliklerini etkileyen bir bölgeye dönüşmüştür. ABD’nin Ortadoğu’ya ilgisi, I.Dünya Savaşı’nı izleyen dönemde, petrolün temel enerji kaynağı olarak kullanılmaya başlaması ile artmış6 ve II.Dünya Savaşı ile fiili müdahale halini almıştır. ABD için bölgenin jeo-politik ve jeo-ekonomik yönü, bölgeyi “terk edilemez” kılmaktadır. ABD’nin stratejik ortaklık ilişkisi içinde bulunduğu Đsrail’in bölgedeki varlığı, ABD’nin bölge ile bağlarının daha sıkı olmasına neden olmuştur. Bu durum, benzer şekilde Körfez ülkeleri için de geçerlidir. Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Kuveyt ABD’nin diğer önemli çıkar ilişkisi içinde olduğu ülkelerdir. Bu ülkelere Ürdün, Mısır, Tunus, Yemen gibi ülkeler de eklenebilir. 4 Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Mana Yayınları, Đstanbul, 2011, s.15. 5 Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAE), Büyük Ortadoğu Projesi; Siyasi, Güvenlik, Ekonomik ve Sosyal Bir Değerlendirme, Temmuz 2004, www.turksae.com/faceindex.phptext_id=185 (Erişim 12 Mayıs 2005) 6 Zafer Akbaş, “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, ABD ve Büyük Ortadoğu Đlişkileri Özel Sayısı, 2011, s.2. 203 Đran ve Suriye gibi Amerika Birleşik Devletleri için “karşı kampta” yer alan ülkeler, ABD’nin bölgesel varlığının bir diğer nedenidir. ABD kendi çıkarları için tehdit olarak gördüğü ülkeleri baskı altında tutmaktadır. Bu baskılar bazen doğrudan, bazen de dolaylı olmaktadır. ABD, Suriye ve Đran’ı kontrol etmek için, Avrupa ve Türkiye’den destek istemektedir. Bu ülkelerde rejim değişikliğini sağlamaya yönelik politikalar izlemektedir.7 BM ve AB’yi devreye sokarak, Đran’a yaptırım kararları alınmasını sağlamaktadır. Ayrıca bölgede büyük diğer güçlerin varlığı, ABD çıkarlarını etkileyebilecek diğer bir boyuttur. Özellikle Çin, Rusya ve AB’nin bölgesel varlığı, ABD’yi bölgeye çeken bir başka unsurdur. ABD bütün bu ülkelerle, ekonomik, politik ve askeri rekabet ya da işbirliği ilişkisi içindedir. Soğuk Savaş Dönemi ve Sonrasında Ortadoğu ve Batı Soğuk Savaş Dönemi’nde, nükleer silahların varlığıyla beraber dünyada“dehşet dengesi” söz konusudur. Bu dönemde, uluslararası sisteme genel anlamda devletler egemen olmuştur. 11 Eylül 2001’den sonra, devlet uluslararası ilişkilerin hakim aktörü olma rolü değişmeye başlamıştır. 11 Eylül saldırılarından sonra uluslararası sistem, yapısal değişim yaşamıştır. Terör saldırılarının artması ve devlet dışı aktörlerin güçlenmesiyle birlikte; uluslararası örgütlerin, sivil toplum örgütleri, hükümet dışı örgütler, baskı ve çıkar grupları ile ayrılıkçı örgütlerin güç kazanması uluslararası sistemde büyük değişimler meydana getirmiştir. ABD, Soğuk Savaş Dönemi politikalarının meşruiyetini sağlamak için Sovyet ve komünizm söylemini bir tehdit aracı olarak kullanmıştır. Bu tehdit söylemi, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra ortadan kalkmıştır. Soğuk Savaş’ın başında uluslararası sistemde meydana gelen ani jeo-politik güç boşlukları ve yeni yükselen güçlerin, kendilerini oluşan bu yeni sisteme adapte etme çabaları, dönüşen uluslararası sistemde belirsizlikler meydana getirmiştir. 11 Eylül olayları, uluslararası sistemde bazı kırılmalara neden olmuştur. 11 Eylül sonrası yeni dönemde, Soğuk Savaş dönemi siyasal etki araçları (havuçsopa) yeteneklerini yitirmiş, klasik çevreleme politikaları sonuç vermemeye başlamıştır. Çünkü yeni oluşan çoğulcu sistemin farkında olan aktörler, sistemi çevreleyen ağın verdiği avantaj ile hareket etmiş, sistemi kendi çıkarları için kullanmıştır.8 Bu durum, ABD’nin manevra kabiliyetini kısıtladığı gibi diğer aktörlere daha özgül politikalar izleyebilme yolunu açmıştır. Kissinger’a göre Soğuk Savaş’ın bitmesi uluslararası çevreyi Amerika’nın imajına göre yeniden oluşturma yönünde daha da büyük bir heves meydana getirmiştir. Wilson ülke içinde “yalnızlık” politikası ile sınırlandırılırken, Truman, Stalinci yayılmacılıkla mücadele etmiştir. Soğuk Savaş sonrası dünyada, Birleşik Devletler, kürenin her bölgesine müdahale edebilecek tek süper 7 Armağan Kuloğlu, A.g.m. s.75-76 8 Deniz Tören, “11 Eylül Saldırıları, Sistemdeki Dönüşümler ve Türk Dış Politikası”, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/1935-11-eylul-saldirilari-sistemdeki-donusumler-ve-turkdis-politikasi, (Erişim, 26 Ağustos 2011). 204 devlet olarak kalmıştır. Soğuk Savaş’taki zafer, Amerika’yı 18 ve 19. yüzyıl Avrupa devlet sistemine birçok bakımdan benzeyen bir dünyaya itmiştir.9 Kissinger, bu ifadeleriyle ABD’nin izlediği politikaların aslında bir anlamda kendisine uluslararası sistem tarafından biçilen rolün bir parçası olduğunu anlatmaktadır. Soğuk Savaş yıllarında global siyasal sistemin dayandığı en önemli temel, Batı Blok’u içinde ABD’nin siyasal liderliğinin tartışmasız kabul edilmesidir. ABD, Soğuk Savaş Dönemi’nde müttefikleri tarafından gönüllü şekilde “asimetrinin güçlü tarafı”nda tutulmuştur. ABD, global siyasal sistemin denetleyicisi ve en önemli koruyucusu rolünü üstlenmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesi, ABD siyasal liderliğinin Soğuk Savaş Dönemi’ndeki müttefiklerince sorgulanmaya başlanması sonucunu doğurmuştur.10 ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik dış politikasının Soğuk Savaş Dönemi boyunca üç önemli amacı olmuştur. Bu amaçlar; Sovyetler Birliği’ni çevrelemek, petrol arzını güvenceye almak ve Đsrail’in bölgedeki varlığını garanti altına almaktır. Soğuk Savaş Dönemi’nin sona ermesinden sonra, Clinton Yönetimi (1993-2001), ise demokrasi ve insan hakları söylemini, ABD dış politikasının eksenine yerleştirmiştir.11 Bütün bu gelişmeler sonucunda, Ortadoğu, Soğuk Savaş yılları boyunca, ABD ile SSCB arasında bir mücadele alanına dönüşmüştür. ABD’nin Ortadoğu ile ilgili ilan ettiği hemen hemen bütün doktrinler, SSCB’nin bölgede etkinliğinin arttığı döneme denk gelmiştir.12 ABD, bu doktrinlerle bölgede çıkarlarının olduğunu ve bu nedenle de SSCB’yi Ortadoğu Bölgesi’nde sınırlandırmak istediğini ortaya koymuştur. Tablo.1. ABD’nin Ortadoğu’yu Etkileyen Dış Politika Süreci 13 Dönem ABD Dış Politika Doktrini 1776– II. Dünya Savaşı 9 Đzolasyonizm (Monreo Doktrini) Öncelikler Batı Yarımküresinde Yöntemler Amerikan Hegemonyasını Kurmak -Toprak Kazanma Soğuk Savaş -Çevreleme -Bölgesel Đstikrar -Ekonomik Dönemi -Eisenhower Doktrini -Komünizmle Mücadele Yaptırımlar Henry Kissenger, Diplomasi, Çev. Đbrahim H. Kurt, Đş Bankası Yayınları, 6. Baskı, 2007, s.782. 10 Çınar Özen, “Global Siyasal Sistem ve Türkiye Üzerine Değerlendirme”, Doğu Batı Dergisi, Yıl: 6, Sayı: 24. Ağustos, Eylül, Ekim 2003, s.283. 11 Katerina Dalacoura, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, Ortadoğu Etütleri, July 2010, Volume: 2, No: 3, p.59. 12 Özge Özkoç “Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-Đsrail Sorunu” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 64, Sayı: 3, s.175 13 Bu tablo tarafımızca hazırlanmış olup, aşağıdaki kaynaktan da yararlanılmıştır; Evren Çelik Wiltse “Declining Us Influence and Rise of Latin America’s Regional Power: Some Lessons For The Middle East”, The Turkish Yearbook, Vol. XXXIX, p.100. 205 (1945-1991) -Truman Doktrini -Đsrail’in Korunması ve Desteklenmesi -Gizli Operasyonlar -Nixon Doktrini -Körfez -Askeri Đşgaller -Carter Doktrini kollama monarşilerini -Serbest Piyasa koruma ve Ekonomilerini Oluşturmak -Demokrasi, Hukukun Üstünlüğü ve Đnsan Haklarını Geliştirmek -Askeri Müdahaleler -Göç -Serbest -Neoliberalizm -Sınır Güvenliği Antlaşmaları Soğuk Savaş -Liberal Demokrasi -Terörle Mücadele (11 Eylül 2001 -Uyuşturucu Ticareti Sonrası -Bush sonrası) ile Dönem (Önleyici -Kitle Đmha Silahları Programı (1991-2012) Doktrini) -Đsrail -Obama Doktrini Korunması Önlemler -Uluslararası Barışı Sağlamak - Diplomasi -Anti Amerikanizmle Mücadele -Uluslararası Đşbirliği Doktrini Saldırı -Tek ve Körfez Taraflı Monarşilerinin Ticaret Mücadele -Göçleri Politikalardan Vazgeçilmesi Tablo1’den de anlaşılacağı üzere; Soğuk Savaş Dönemi’nde ABD’nin Ortadoğu’yu demokratikleştirme diye bir hedefi yoktur. Bu hedef, Soğuk Savaş sonrası döneme ait bir hedeftir. Bölgesel ve küresel ABD politikaları, zaman içinde devlet başkanlarının katkılarıyla şekillenmiştir. Başkanların adıyla anılan doktrinlerin şekillendirdiği dış politik söylem ve pratik, dönemsel önemli olayların da etkisiyle belirlenmiş ve uygulanmıştır. Uluslararası sistem ve konjonktürel değişimler uluslararası aktörlerin politikalarını da etkilemektedir. ABD, 1991’de, SSCB’nin dağılması sonrasında, “Yeni Dünya Düzeni”ni ilan etmiştir. Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a müdahale ederken, BM Genel Kurulu’nun ilk kez tamamının desteğini almıştır. ABD, tek kutuplu dünyanın sağladığı avantajla daha rahat politikalar izlemiştir. ABD politikalarının uygulanış şekli ABD’nin “Yeni Dünya Düzeni” söylemine yönelik eleştirileri artırmıştır. ABD’nin Đkinci Körfez Savaşı’nda Irak’ı işgal etmiş olması, dünya kamuoyunda ABD’ye yönelik eleştirilerin dozunu artırmıştır. AB ise bu saldırılarda devre dışı bırakılmış, etkisiz hale getirilmiştir. AB içinde, sadece Đngiltere ve Đspanya gibi ABD yanlısı birkaç devlet ABD’ye destek vermiştir. 206 Önleyici Ikenberry’ye göre Soğuk Savaş sonrası koşullar, ABD’ye de facto dünyayı yönetme yetkisi sağlamıştır. Ancak, bu durum süreklilik göstermeyebilir. Ikenberry, eğer ABD küresel üstünlüğünü sürdürmek istiyorsa, bu üstün konumunu tarihsel bakış açısıyla beraber değerlendirmeli; Đkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan uluslararası kurumları, daha belirgin ve kuşatıcı hale gelecek şekilde yenilemeli ve ekonomik ve güvenlik alanındaki amaçlarını gerçekleştirmek için yeni müşterek ve çok taraflı karar verme mekanizmaları geliştirmelidir şeklinde görüşlerini açıklamaktadır.14 Bush döneminin saldırgan militarist politikaları nedeniyle imajı iyice bozulan ve diğer devletler tarafından emperyalist devlet olarak algılanmasına neden olan politikaların terk edileceği, önemli bir “değişim” yaşanacağı söylemini benimseyen Obama döneminde; askeri güç kullanmaktan öte, diplomasi ve uluslararası işbirliği ön plana çıkarılmıştır. Obama, Bush’un demokrasi havariliğini red etmiştir. Ancak Arap Dünyası’nda buna rağmen, ABD’nin Đsrail’e desteğinin devam etmesi nedeniyle Ortadoğu politikasının değişmediği kabul edilmektedir. Obama, Arap Baharı’yla ilgili olarak, otoriter sistemleri eleştirmiş ve halkların değişim taleplerinden yana olduğunu ifade etmiştir.15 Soğuk Savaş’ın sona ermesini müteakip on yılı aşkın bir süre sonra, ABD’ye aradığı uluslararası düzene müdahale etme aracını veren gelişme, 11 Eylül 2001 terörist saldırıları olmuştur. 11 Eylül saldırıları, ABD’ye Atlantik ötesine aradığı müdahale etme aracını vermiştir. Bu araç “terörle mücadele” aracıdır. ABD, 11 Eylül’den sonra, terörle mücadele kartını özellikle Ortadoğu’ya müdahale aracı olarak kullanmıştır. Afganistan’a müdahale ile başlayan süreç, azalarak da olsa, günümüze kadar sürdürülmüştür. ABD, kendi topraklarında 1812 yılından beri bir saldırıya maruz kalmamıştır. 11 Eylül saldırıları ile kendi toprağında saldırıya uğrayan ABD, terörü önemsemiş ve güvenlikle kalkınma arasındaki ilişkiye yeni bir boyut katmıştır.16 Bush yönetimi, Ortadoğu sorunları da dahil olmak üzere, tüm politikalarını terörle mücadele stratejisi üzerine kurmuştur.17 Bölgeye müdahale için Büyük Ortadoğu Projesi’ni ortaya atan ABD, bu projede terörle mücadeleyi ve bununla bağlantılı olarak da demokratikleşmeyi ön plana çıkarmıştır. Demokratikleşme taleplerinin arkasında yatan gerekçe, terörün anti demokratik ülkelerde egemen olan toplumsal ve siyasal koşulların bir ürünü olduğu; bu koşulların değişmesi halinde, terör olgusunun zayıflayacağı ve Batılı ülkelerinin güvencede olacağı düşüncesidir.18 Bu anlayıştan 14 G. John Ikenberry, “Getting Hegemony Right,” National Interest, Vol: 63, 2001, p.23-24 15 Ömer Taşpınar, “Obama, Yeni Ortadoğu ve Türkiye”, Görüş, Ağustos 2011, Sayı: 69, s.11-13. 16 Fatma Akkan Güngör ve Alper Tolga Bulut, a.g.m. s.99 17 F. Stephen Larrabee, “US Middle East Policy After 9/11: Implications for Transatlantic Relations”, The International Spectator, Vol: 37, No: 3, 2002, p. 43. 18 Veysel Ayhan, “Orta Doğu’nun Demokratikleştirilmesi Đkilemi: Filistin, Suudi Arabistan ve Đran Örneğinde Eleştirel Bir 207 hareketle, demokrasinin terörün panzehiri olduğu değerlendirmesi yapılmaktadır. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, dünya politikasına hakim tek güç olarak kalmıştır. Yeni dönemde güç odaklarının yanı sıra tehdit algılamaları da değişmiş; terörizm, Kitle Đmha Silahları’nın yaygınlaşması, yasadışı göç, uyuşturucu ticareti, insan ve silah kaçakçılığı, radikal akımlar ile mücadele ve çevre sorunları gibi sorunlar, küresel güvenlik sorunları haline dönüşmüştür. Yeni düzende dünyanın kontrolü, bölgesel politikalar geliştirerek, stratejik bölgelerde söz sahibi olma temeline dayanmıştır.19 Soğuk Savaş Sonrası dönemde, özellikle de 11 Eylül saldırıları sonrasında, Realist teorinin bazı yaklaşımları değiştirilerek Neorealist teori şeklinde ABD dış politikalarında yer aldığı; dış politika bakımından, stratejik konumun ve ulusal güvenliğin üzerinde daha çok durulmaya başlandığı söylenebilir. Neorealist teori, stratejik konum ve ulusal güvenlik konularını daha çok ön plana çıkarmıştır.20 Ortadoğu Bölgesi, uluslararası terörizmin destek bulabildiği bir bölgedir. Kitle Đmha Silahları’nın bölgedeki varlığı artmaktadır. Bu silahların, terörist örgütlerin eline geçme riski, bölgesel gelişmeleri daha önemli kılmaktadır. Bölgenin dini çeşitliliği, zaman zaman çatışma riskini artıran bir diğer unsurdur. Özellikle mezhep farklılığından kaynaklanan çatışma riski, sadece ülke içi değil, aynı zamanda bölgesel sorun olabilme potansiyeli taşımaktadır. Bölgede güçlü bir şekilde Şii Hilali yükselişinden bahsetmek mümkündür. Đran’ın Şii nüfuz alanının genişlemesine yönelik politikalar izlediği, Irak’ın büyük oranda Şii etkisine girdiği, Suriye ve Lübnan’ın da benzer bir süreç içerisinde olduğu nazara alınacak olursa Şii Hilali söyleminin yükseldiği görülebilir. Ortadoğu Bölgesi’nin terör ve dinsel çeşitlilikten başka, kronikleşmiş sorunları da vardır. Bu sorunlar, zaman içinde yükselen ya da düşen trendlere sahiptir. Etnik çatışmalar da bunlardan biridir. Kona’ya göre 21 , Ortadoğu’daki etnik çatışmaların nedenleri; yapay sınırlar, kritik coğrafi konum ve dış güçlerin müdahaleleri, olgunlaşmamış ulus devlet yapılanmaları, Arap milliyetçiliği ve çoğunluğu temsil eden azınlık iktidarlarıdır. ABD dış politikasının önemli bir eksenini, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra, ABD’nin tek kutupluluğuna meydan okuyacak SSCB gibi bir gücün ortaya çıkmasına engel olmak ve Bakış”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 2, Sayı: 1, 2007, s.134. 19 Armağan Kuloğlu, “Ortadoğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Stratejik Etkileri”, Stratejik Analiz, Cilt: 6, Sayı: 62, Haziran 2005, s.74. 20 Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Barış Kitap, Ankara, 2011, s.84. 21 Gamze Güngörmüş Kona, “Orta Doğu’da Güvenlik Yapılanması Neden Bu Denli Kırılgan?”, www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=1&yazi=1384 (Erişim 11 Şubat 2008). 208 hegemonyasındaki tek kutuplu dünya düzenini 21. yüzyıla taşımak oluşturmuştur.22 ABD bu amaçla karşısında herhangi bir gücün varlığını istememiştir. Başkan II. Bush dönemi ABD politikaları bunu teyit etmiştir. Uluslararası sistemin başlıca aktörlerinden olan ABD ve Avrupa Birliği, Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra, Avrupa kıtasının birleşmesi ve yeniden yapılanması sürecinde birlikte hareket etmeyi başarmıştır.23 Ancak bu birliktelik, dönemin ilk başlarında yaşanmıştır. Ortadoğu Bölgesi, iki güç merkezinin Đkinci Körfez Savaşı sonrasında bir diğerini dışlamaya çalıştığı bölge olmuştur. ABD’nin Avrupalı müttefikleri, Soğuk Savaş sonrası dönemin başlarında, Rusya gibi Batının rakibi olan ülkelerle, daha yakın ilişkiler kurmuş olmakla beraber; ilerleyen zaman içinde ABD’nin izlediği politikalara yönelik eleştirilerini de artırmıştır. Fransa ve Almanya’nın başını çektiği bazı AB üyesi ülkeler, ABD’nin tek taraflı politikalarını uluslararası hukuku zayıflatan politikalar olarak değerlendirmiştir. Đkinci Körfez Savaşı, bu bakımdan ABD’ye yönelik haklı eleştirilerin dozunun hayli artırıldığı bir olay olmuştur. ABD’ye rakip olan güçler sadece AB üyesi ülkeler değil, aynı zamanda Doğunun yükselen güçleri olan, Çin, Hindistan, Endonezya, Japonya, Güney Kore, Endonezya gibi devletlerdir. Bunlarla beraber, Brezilya, Meksika gibi devletler de, ABD’ye rakip olmaya başlamışlardır. Yüksek teknoloji gücü artan Hindistan ve trilyon dolarlık döviz rezervlerine sahip olan Çin gibi nükleer güç sahibi ülkeler de dünyanın büyük güçleri arasında yerini almıştır. Bu güçlerin 1940’lardan beri ABD’nin baskın güç olduğu küresel kurumlardaki rolü hızla artmakta, ABD’ninki ise görece azalmaktadır.24 ABD, söz konusu aktörlerin yükselişi ile birlikte uluslararası sistemde mevzi kaybetmektedir. ABD çıkarları için “yaşamsal” olarak değerlendirilen, enerji kaynakları deposu olan Ortadoğu’nun ve bölge enerji kaynaklarının kontrolü bu nedenle “olmazsa olmaz ya da yaşamsal” önemde kabul edilmektedir. Durum böyle olunca, ABD, Ortadoğu’daki gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmeye yönelik politikalar izlemektedir. Afganistan müdahalesi (2001) ile Đkinci Körfez Savaşı (2003), yeni bin yılın hemen başında karşılaştığımız ve hem bölgesel hem de küresel büyük sonuçlar doğuran savaşlardır. Bu savaşlar; ABD gücünü yıpratmış, ABD politikalarına olan güvensizliği artırmıştır. Ortadoğu’da ABD’nin en önemli stratejik ortağı Đsrail’dir. ABD, Đsrail’i bölgedeki çıkarları için bir “sigorta” olarak görmektedir. Bu nedenle iki ülke arasında “özel bir ilişki”nin varlığından söz edilebilir. 22 Ümit Özdağ, “Cephe Ülke –Büyük Ortadoğu ve Yeni Bir NATO Stratejisi mi?”, Avrasya Dosyası Yeniden Yapılanan Ortadoğu Özel, Asam Yayınları, Cilt: 9, Sayı: 4, Ankara, 2003, s.9. 23 Sevilay Kahraman, “Avrupa Birliği Ve Irak Krizi: Bölünmeden Yeniden Birleşmeye Uzun, Đnce Bir Yol”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar 2003, s.152. 24 Daniel W. Drezner, “The New New World Order”, Foreign Affairs, Volume: 86, Number: 2, April 2007, p. 34 and 46. 209 Đsrail’in güvenliği Amerikan dış politikasında daima önemli bir yere sahip olmuştur. ABD, Ortadoğu Bölgesi’ndeki en önemli müttefiki olan Đsrail’in güvenliğini dış politika öncelikleri arasında, en ön sıralarda tutmuştur. Đki ülke, dış politikada birçok noktada ortak çıkara sahiptir. 25 Đsrail ile Filistin arasında yaşanan siyasal sorun ve düşük yoğunluklu çatışma, bölgesel siyasal istikrarsızlığın en önemli kaynaklarındandır. Arap ülkelerinin birçoğu Đsrail karşıtı politikalar izlemektedir. ABD ise neredeyse koşulsuz olarak Đsrail’i desteklemektedir. Bu durum bölgede ABD politikalarına karşı bir güven sorunu meydana getirmektedir. ABD’den de aldığı güçle hareket eden Đsrail, bir taraftan Arap ülkeleriyle yaptığı savaşlardan kazandığı toprakları geri vermemekte, diğer taraftan Filistin halkına karşı orantısız ve aşırı güç kullanmaktadır. “One Minute” çıkışı sonrası yaşananlar nedeniyle ve Mavi Marmara saldırısı ile bölgedeki en büyük müttefiki olan Türkiye ile ilişkilerini çıkmaza sokan; beş Mısırlı askeri öldüren ve buna ilişkin özür ve tazminat taleplerini reddeden Đsrail’in izlediği politikalar, bölgesel kırılganlığı ve çatışma riskini artırmaktadır. ABD için Ortadoğu’yu önemli kılan bir diğer unsur petroldür. Petrol ABD’nin bölgesel politikalarında önemli bir yer tutmaktadır. Benzer bir durum, Avrupa Birliği ülkeleri için de geçerlidir. 2025'e kadar, Kuzey Amerika'nın Ortadoğu'dan petrol ithali % 85 artacaktır. Aynı dönemde, Avrupa'nın Ortadoğu’dan petrol ithali % 57, Japonya'nın % 50, Pasifik'teki gelişmekte olan ülkelerin % 100 ve Çin'in % 500 artacaktır26. Bu petrol ithali artışı, Ortadoğu petrollerinin hem Batılı hem de diğer güçler için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. ABD’nin Ortadoğu ve özellikle de petrol konusundaki politikası; petrolün Batı ekonomisine zarar vermeyecek şekilde ve sabit fiyatla dünya pazarına kesintisiz akışını güvence altına almaktır.27 ABD’nin bu çıkarına yönelik bir tehdit durumu söz konusu olduğunda, bunu bertaraf etmek üzere, askeri seçenekler bile kullanılabilmektedir. Irak müdahaleleri bunu göstermektedir. Sonuç olarak, Soğuk Savaş ve sonrası dönemde, ABD ve Avrupa ülkeleri, Ortadoğu Bölgesi’ne siyasal, ekonomik ve kültürel bakımdan yerleşmiştir. Soğuk Savaş döneminde, Batı Arap Dünyası’ndaki Sovyet etkisini azaltmaya, kontrol etmeye yönelik politikaları öncelemiştir. Batılı aktörleri bölgeye çeken en önemli faktörün, petrol olduğu anlaşılmaktadır. Batı ekonomilerinin gelişmişliğinin sürdürülebilirliği, Arap Dünyasından aktarılacak petrole bağımlı hale gelmiştir. Gerek petrol öncelikli ekonomik, gerekse demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, terörizmle mücadele öncelikli politik nedenlerden ötürü, Arap Dünyasını kontrol altında tutmak isteyen Batılı güçler, Irak 25 Fatma Akkan Güngör ve Alper Tolga Bulut, “11 Eylül Sonrası Dönemde Transatlantik Đlişkiler ve Ortadoğu”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 4, Sayı: 2, 2010, s.96. 26 Anthony H. Cordesman, “Middle Eastern Energy After the Iraq War: Current and Projected Trends”, Center for Strategic and International Studies, Washington, 2006, http://www.csis.org/media/csis/pubs/meeafteriraq[1].pdf, (Accessed 17 December 2009). 27 Anhtony Lake, “Confronting Backlash States”, Foreign Affairs, Vol: 73, Number: 2, 1994, p.47-48. 210 ve Afganistan müdahaleleri sonrasında yükselen bir Batı karşıtlığı ile karşılaşmışlardır. Arap Dünyasının demokratik bakımdan gelişmesi için ABD tarafından destek verilmiştir. Ancak paradoksal şekilde ABD Arap Dünyasındaki otoriter ve oligarşik yönetimlerle kurduğu iyi ilişkileri sürdürmüştür. Körfez monarşileri bunun en önemli örneğini oluşturmaktadır. 21. Yüzyılda Arap Dünyası: Sürekliliğin Değişimi mi? Çalışmanın bu kısmında 21. yüzyılda Arap Dünyası’ndaki değişimin nedenleri ve sonuçları ile Batı boyutu ele alınacaktır. Arap Dünyası’nın Batı ile ilişkilerinde, bir boyutu devletler arası ilişkiler oluştururken, diğer boyutu halk hareketleri oluşturmaktadır. Arap ülkelerinde iktidarı elinde bulunduran bir “elit grup” vardır. Arap Bölgesi, dünyada mutlak monarşilerin halen hüküm sürdüğü bölgedir.28 Arap Dünyası, 1936’da Irak’ta General Bekir Sıtkı iktidarından sonra, çok sayıda asker kökenli devlet başkanının iktidarına şahit olmuştur. Mısır’da Albay Cemal Abdunnasır’ın 1950’lerin başında iktidara gelmesi, Sudan, Suriye, Irak, Yemen’i etkilemiş; en nihayetinde, Albay Muammer Kaddafi yönetimindeki Libya’da benzer rejimlerin kurulmasına öncülük etmiştir. Bu durum, Cezayir, Tunus, Lübnan gibi ülkelerde de benzerdir.29 Yeni Arap Dünyasındaki en büyük değişimlerden biri, Arap ülkelerinde süreklilik halini almış olan asker kökenli idarecilerin iktidarı, bazı Arap ülkelerinde sivil kökenli siyasetçilere mecburen bırakması olacaktır. Bu değişim, Arap rejimlerinin demokratikleşmesinin önünü açacaktır. Ancak bu değişimin oldukça sıkıntılı bir süreçten geçeceği anlaşılmaktadır. Ayrıca değişimin uzun bir sürede gerçekleşme olasılığının yüksek olabileceği de vurgulanmalıdır. Arap sivil toplumunun örgütlenmesi ve Arap siyasetinde daha fazla söz sahibi olması, Yeni Arap Dünyası’nın bir gerçeği olacaktır. Arap halk hareketleriyle başlayan sivil toplumun, Arap ülkelerinin hem iç hem de dış politikalarını daha fazla etkileme olasılığı artmıştır. Örneğin birçok ülkede yasaklı olan Müslüman Kardeşler Hareketi, bazı ülkelerde önce olduğundan daha etkin olacak görünmektedir. Bu tür hareketler, var olan ya da yeni kurulacak olan siyasi partiler aracılığıyla, parlamentolarda resmi temsil fırsatını yakalayacaklardır. Bununla beraber bir diğer önemli değişim de Baasçılık, Nasırcılık gibi hareketlerin güç kaybetmeye başlamasıdır. Uzun yıllar boyu iktidarı elinde bulunduran aşiret yapılarının bu konumunu kaybedeceği ama iktidarı elinde tutan aşiret yapılarında bir değişimin olacağı, aşiret yapılarının ya da güçlerinin ortadan kalkmayacağı da öngörülebilir. Ayrıca halk hareketlerinin bazı sonuçlarının zamanla ortaya çıkacağı da söylenebilir. Arap Dünyası’nın en önemli özelliği, yürütme erkinin güçlülüğüdür. Arap Dünyası’nda gücün yapısal temelleri değişmemiştir ve yürütme erki herhangi bir şekilde sorumluluk 28 James A. Bill and Carl Leiden, Politics in The Middle East, Little Brown Press, Boston, 1974, p.134. Roger Owen, “Military Presidents in Arab States”, International Journal of Middle East Studies, Vol:43., No:3., August 2011, p.395. 29 211 üstlenmemektedir.30 Đktidar olanaklarından yararlanan, yetkisi ve etkisi olan ancak herhangi bir sorumluk üstlenmeyen yöneticiler, Arap hakları arasında hoşnutsuzluğa neden olmuştur. Arap halk hareketlerindeki “halk başkanın düşmesini istiyor” sloganı bu hoşnutsuzluğun ifadesidir. Herhangi bir ülkede, yürütmenin denetlenememesi durumunda yanlış yönetim gerçekleşir ve bunun örnekleri sıkça görülmektedir. Arap Dünyası’nda görülen de budur. Yönetim erki, neredeyse bütün Arap ülkelerinde yasal ve anayasal hakların kullanımını, ya geçici olarak ya da sürekli bir şekilde sınırlandırmaktadır. Örneğin çok partili bir seçim sistemine anayasa tarafından izin verilmesine rağmen, bu hak, yönetsel kararlarla askıya alınabilmektedir. Bu durumun değişmemesi Arap halkları arasında rejimlere karşı muhalefeti artırmaktadır. Hesap verilebilirliğin olmadığı, keyfi tutumun adeta olağan ve sürekli hale getirildiği bu coğrafyadaki isyanlar, rejimlere, yöneticilere yönelik öfkenin de bir sonucudur. Yönetici elit; Şah, Emir, Sultan, General, Melik, Ayetullah, Kral gibi unvanlarla anılmaktadır. Bu unvanların demokrasiyi yansıtmadığı ortadadır. Arap Dünyası’ndaki otoriter ya da monarşik iktidar yapısı, demokratikleşmenin önündeki en büyük engeldir. Arap ülkelerinin geleneksel kabile ya da aşiret yapısı, bu otoriter ya da monarşik yapıya eklemlenmiştir. Devlet başkanları bile bu aşiret ya da kabilelerden destek alarak iktidara gelmektedir. Đktidara geçtikten sonra, iktidar olanaklarıyla kendilerini destekleyen geleneksel yapıları zenginleştirmekte, diğer toplum kesimlerini ise dışlamaktadırlar. Söz konusu aşiret yapılanmaları, yöneticilerin özgür düşünmesini, rasyonel tercihlerde bulunmasını, optimal karar alma stratejilerini izlemesini engellemektedir. Evrensel gerçeklerle düşünemeyen, yerel irrasyonalitenin etkisi altında kalan yöneticiler, bu zihniyet yapısına sahip oldukları için, yönetimde en doğru, en isabetli kararları alma başarısını da gösterememektedir. Đktidar gücünü elinde bulunduran kişiler, halktan kopuk bir yönetim tarzı sergilemekte, yürütme ve diğer erklerin organlarına da başta kendi ailesi ve aşiretinden olanlar olmak üzere, yakın çevresini atamaktadır. Kötü yönetim, adam kayırma, yolsuzluk ve rüşvet bu tür rejimlerde süreklilik kazanan uygulamalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ortadoğu Bölgesi’ndeki bütün ülkeler, Libya hariç, sivil toplum örgütlerine izin vermektedir. Ancak bunların faaliyetleri sınırlandırılmaktadır. Bu nedenle çok az Arap, demokratik katılım yoluyla var olan düzende değişim sağlanabileceğine inanmaktadır.31 Bölgede sivil toplum gelişmemiş, demokratik usuller yerleşmemiştir. Kabile ve aşiret yapılanmaları hakimdir. Sosyal ve politik yaşama hakim olan unsur mezhep ilişkileri ile geleneksel kabile ve aşiret yapılanmalarıdır. Özgürlük ve haklara ilişkin olgular, ülkeden ülkeye farklılaşmaktadır. 30 United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report 2009, Challenges to Human Security in the Arab Countries. http://hdr.undp.org/en/reports/regional/arabstates/ahdr2009e.pdf, (Accessed, 23 October 2011), p.69. 31 United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report 2009, Challenges to Human Security in the Arab Countries. http://hdr.undp.org/en/reports/regional/arabstates/ahdr2009e.pdf, (Accessed, 23 October 2011), p.73. 212 Kuzey Afrika Arap ülkelerinin rejimleri, diğer Arap ülkelerinin rejimleri kadar otoriter değildir. Bu ülke rejimlerinin halklarına yaklaşımı da diğerlerine göre “daha demokratik” kabul edilebilir. Ancak bu yaklaşımın da klasik Batı demokrasisi anlamında olmadığı ortadadır. Mısır, Libya, Fas ve Tunus gibi ülkeler, Batı ile daha yakın ilişkiler içindedir. Bu bakımdan ekonomik ve siyasal etkilenmenin olduğu söylenebilir. Bu ülkelerin Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Yemen gibi ülkelerden daha farklı siyasal tutum içinde olduğu söylenebilir ama kendi içlerinde monolitik bir yapıya sahip olduğu söylenemez. Demokratik süreçlerin genişletilmesi ve derinleştirilmesi bütün Arap ülkelerindeki en büyük ihtiyaçlardandır. Halkın eşitlik temelinde, devlet politikalarının çerçevesinin çizilmesine katkısının sağlanması gerekir. Ancak Arap Dünyası’nda politik sistem bütün halk tarafından değil, elitler tarafından kontrol edilmektedir.32 Tablo.2. Bazı Arap Ülkelerinin Yöneticileri ve Yönetim Süreleri (2012’ye Kadar) Ülke Tunu Fas Libya Mısır Ürdün Suriye Yemen s Umm Bahre Suudi Katar an yn Arabist an Devlet Zeyn Kral Muam Hüsnü Kral Beşşar Ali Sulta Hami Kral Şeyh Yönetic el Muham mer Mübare Abdull Esad Abdull n d bin Abdull Hami isi Abidi med VI Kaddaf k ah II ah Kabu Đsa ah bin d bin Salih s bin el- Abdula Halif Said Halif ziz e el- el- e Suud Thani 2005 1995 7 17 n bin i Ali el Said Đktidara 1987- Gelme Tarihi Yöneti 1969- 1981- 1999- 2000- 1978- 1970- 1999- 14 20 11 … … … … … Ocak Ekim Şubat 2011 2011 2011 42 29 13 11 34 42 13 23 1999-… 13 mde Kaldığı Süre (Yıl) 32 United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report 2009, p.193. 213 Arap Dünya’sında yönetenler, yönetme yetkisini çoğunlukla halktan almamaktadır. Genelde babadan oğula, aşiretten aşirete, aktarılan bir yönetim sürecine tanık olunmakta ve neredeyse ömür boyu olmak üzere, uzun yıllar yönetimde kalınmaktadır. Örneğin Ürdün’de yönetimi, Kral Abdullah II, babası Kral Hüseyin’den almıştır. Kral Hüseyin’de 1952-1999 yılları arasında Ürdün’ü 47 yıl yönetmiştir. Suriye’de Beşşar Esad yönetiminden önce, babası Hafız Esad, ülkeyi 1971 ile 2000 yılları arasında 29 yıl yönetmiştir. Fas’ta Kral Muhammed VI, 13 yıldır yönetimdedir. Kendisinden önce babası Hasan II’de ülkeyi 38 yıl yönetmiştir. Soğuk Savaş sonrası dönemde, küreselleşme birçok alanda dünyada etkisini güçlü hissettirmiştir. Batı dünyasının destekleyip yönlendirmeye çalıştığı küreselleşme süreci, Batı dışı dünyada kültürel, ekonomik ve politik yapılar üzerinde baskı oluşturmuştur. Ortadoğu Bölgesi küreselleşme sürecinin en yoğun etkilerinin göründüğü bölgelerdendir. Küreselleşme süreci Ortadoğu’da bir takım değişimleri etkilemiştir. 2010 yılı Aralık ayında, Tunus’ta başlayan ve çok sayıda ülkeye yayılan halk ayaklanmalarının, Ortadoğu’da küreselleşme sürecinin Soğuk Savaş sonrası dönemine tekabül eden etkisi olarak ifade edilebilir. Küreselleşme sürecinde demokrasi, insan hakları, piyasa mekanizmasının işleyişine ve hukukun üstünlüğüne verilen önem artmıştır. Bu değerlere verilen önem Ortadoğu Bölgesi’ni de etkilemiştir. Küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı iletişim araçları halk ayaklanmalarını beslemiştir. Haberleşme alt yapısının gelişmesi, internetin, Twitter, Facebook gibi sosyal ağların kullanımının yaygınlaşması farkındalık düzeyinde bir artışa neden olmuş ve sosyal grupların örgütlenmesini sağlamıştır. Halk hareketlerine katılanların örgütlenmesi, Twitter ve Facebook gibi sosyal medya aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Katar merkezli el-Cezire televizyonu ayaklanmaya en güçlü desteği veren televizyon kuruluşu olmuştur. Küreselleşme sürecinin Ortadoğu’daki etkisi, öncelikle Körfez Savaşı ve Đsrail Filistin Barış süreci ile kendisini göstermiştir. SSCB’nin dağılması ve Rusya’nın Batının yeni ortağı haline gelmesiyle beraber, ABD ve müttefikleri Ortadoğu’da rakipsiz hale gelmiştir.33 Küreselleşme süreci sonucunda yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal sorunlar, bölgeyi kırılgan hale getirip istikrarsızlaştırmıştır. Bölge ülkelerinde bu alanlarda reform ihtiyacı vardır. Arap halk hareketleriyle başlayan değişim, süreklilik arz eden bazı unsurları değiştirmiştir. Bu değişimlerin halk hareketleri gibi domino etkisi ile başka değişimlere neden olacağı ifade edilebilir. Arap ülkelerinin, küreselleşme süreciyle beraber, yaşadığı bazı temel ekonomik sorunlar vardır. Bu sorunlar bölge ülkelerinin serbest piyasa ekonomileriyle bütünleşmesini engellemektedir. Bu bağlamda olmak üzere temel ekonomik ve ticari sorunların; Arap ekonomilerinin uluslararası sistemle uyumlu hale gelmesi, özel sektör odaklı büyüme stratejisinin izlenmesi, dış ticaretin 33 Hamit Ersoy, Lale Ersoy, Küresel Dünyada Bölgesel Oluşumlar ve Türkiye, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2002, s.67-72 214 serbestleştirmesi, dış ticaret önündeki politik ve ekonomik engeller ile kotaları azaltılması ya da kaldırılması, petrole ve dışa olan bağımlılığın azaltılması olduğu söylenebilir. Ortadoğu analizleri hangi unsura odaklanırlarsa odaklansınlar, bir şekilde petrolle ve bu coğrafyanın kültürel doku çeşitliliğiyle ilişki kurmak durumundadır.34 Arap Baharı’na yönelik benzer bir değerlendirme de yapılabilir. Arap Baharı’nın güç ve iktidar boyutu ile kültürel dokuya ilişkin boyutu vardır. Arap ülkelerinin hepsi petrol zengini ülkeler değildir. Ama petrol zengini olanlarda da ekonomik sorunlar ve sosyal ve siyasal çatışmalar vardır. Bununla beraber hakların ezilmişliği, hor görülmesi, “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi görmesi de yönetimlere duyulan öfkeyi besleyen sosyal olgular olarak ifade edilebilir. Fakirlik, gelir düşüklüğü, gelir eşitsizliği ekonomik temelli çatışma unsurları olarak varlığını devam ettirmektedir. Bölgedeki genç ve işsiz kesim, sosyal tehdit potansiyeli taşımaktadır. Ekonomik refah açısından petrol zengini ülkeler dışındaki yerlerde yoksulluk had safhadadır. Petrol zengini ülkelerde de istikrarsız ve kırılgan bir yapı vardır. Bölge, uluslararası düzen ile ekonomik anlamda da bütünleşmemiştir. Karşılıklı ticari bağımlılık ilişkileri oluşmamıştır. Bu durum bölgeye yabancı sermaye akışını zorlaştırmaktadır. Arap ülkelerinde halkın çok boyutlu fakirliği bakımından birbirinden oldukça farklı bir dağılım söz konusudur. Çok boyutlu fakirlik aralığı genel ortalaması, % 7’nin altında iken, bu durum ülkeler arasında oldukça farklılaşmaktadır. Bu bakımdan örneğin, Tunus ve Birleşik Arap Emirliği, % 7 ile genel ortalamada yer alırken, söz konusu oran, Irak’ta % 14’e, Fas’ta % 28’e, Yemen’de % 52’ye çıkmakta ve ortalamanın oldukça üstü bir durum oluşmaktadır.35 Bölgenin ve Arap isyanlarının önemli boyutunu oluşturan ekonomik boyut içinde yabancı sermaye eksikliği önemlidir. Yabancı sermaye eksikliği yatırımlara yansımakta ve istihdamı olumsuz etkilemektedir. Durum böyle olunca işsizlik artmakta ve toplum geçim sıkıntısı çekmektedir. Bunların sonucunda ortaya çıkan durum, Arap halk hareketlerinin en önemli dayanaklarından biridir. Đsyanlar sonucunda rejim değişikliğine gidilen Tunus, Mısır, Libya gibi ülkelerde geçen zaman içerisinde, ekonomik kaynakların paylaşımı değişmemiştir. Đsyanlar sonrası bazı ülkelerde resesyon riski artmaktadır. Kısa vadede ekonomik verilerde kötüye gidiş meydana gelmektedir. Ancak isyana katılan halk gruplarının kaynakların dağıtımı ve paylaşımında eskiye nazaran daha fazla söz sahibi olacağı öngörülebilir. Ekonomik iyileşmenin orta ya da uzun vadede görülmesi daha olası görünmektedir. Ancak her halükarda, köklü olmamakla beraber, kaynakların sahipliğinde ve paylaşımında süreklilik arz eden unsurlarda bir değişim yaşanması beklenebilir. 34 Mert Bilgin, “Küresel Bölgesel ve Yerel Eksende Irak Petrollerinin Ekonomik Siyasi ve Stratejik Anlamı”, Akademik Ortadoğu, Sayı: 2, http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu2%20makale/mert_bilgin.pdf, (Erişim, 29 Ekim 2011), s.20 35 United Nations Development Programme (UNDP), Human Development Report, 20th Anniversary Edition, The Real Wealth of Nations: Pathways to Human Development, November 2010, http://hdr.undp.org/en/media/HDR_2010_EN_Complete_reprint.pdf (Accessed, 22 October 2011), p.99. 215 Arap Baharı’nın ekonomik etkisi gün geçtikçe artmaktadır. Petrol zengini olan Körfez ülkeleri, bu isyan hareketlerinden ekonomik olarak çok az etkilenmiş ya da etkilenmemiştir. Ancak isyanın hüküm sürdüğü diğer ülkeler, ekonomik olarak fazlası ile etkilenmişlerdir. Bu ülkelerde işsizlik ve enflasyon artmış, büyüme rakamları inişe geçmiştir. Özellikle Mısır ve Tunus gibi turizmin önemli bir gelir kaynağı olduğu ülkelerde, turizm gelirleri iyice azalmıştır. Bir araştırma şirketi tarafından yapılan analizde; Arap Baharı’nın bölgeye ekonomik maliyetinin toplam 55 milyar doları geçtiği ifade edilmektedir. Bu maliyet en yüksekten düşüğe doğru, Suriye (27 milyar dolar), Libya (15 milyar dolar), Mısır (10 milyar dolar), Tunus, Bahreyn ve Yemen’e aittir.36 Bu analizden iki ay sonra yapılan bir açıklamada, daha farklı sonuçların meydana geldiği ifade edilmiştir. Arap Birliği Ekonomi Đşlerinden Sorumlu Genel Sekreter Yardımcısı Muhammed el-Tuvaying tarafından, Arap Baharı'nın etkisindeki Tunus, Mısır ve Libya'nın, yaşanan karışıklıklar nedeniyle, toplam 75 milyar dolar kaybettiği dile getirilmiştir.37 Bu maliyetler gün geçtikçe artmaktadır. Fransız petrol şirketlerinin Libya Geçici Yönetimi’nden %35’lik bir imtiyaz aldıkları yönündeki haberlerin38 doğruluğu bilinmemekle beraber; Libya isyanının başından beri Fransa tarafından desteklenmesi, Fransa’nın, ABD ve Đngiltere’den de aktif politikalar izlemesi karşısında, bazı ek imtiyazlar elde ettiği öngörüsü yapılabilir. Bu imtiyazlar ya da ilişki şekilleri, Arap Dünyası’ndaki Batının ekonomik ve politik ilişkilerindeki süreklilikte bir değişimin olmadığı şeklinde yorumlanabilir. Arap Baharı’nın sonuçlarına yönelik yapılan bir diğer araştırmada, isyanın ekonomik ve politik sonuçları incelenmektedir. Buna göre, kısa vadede isyanın mali dengede soruna neden olacağı, petrol fiyatlarını olumsuz etkileyeceği ve ekonomik istikrarsızlığa yol açacağı, uzun vadede, ekonomik liberalizasyona neden olmakla beraber, ekonomik büyüme hızının dünya ortalamasının yine de altında olacağını öngörmektedir.39 Toplumsal çatışmalar, yatırımcı güveni, turizm ve doğrudan yabancı yatırımlar üzerinde baskı yapmaktadır. Ancak devam eden çatışmalar, sonuçta derinleşmiş otoriter yönetimlerin, zayıf kurumsallaşmanın, kötü yönetimin olduğu, hatta düşük büyüme düzeyine ve kronik işsizliğe sahip olunan bölgenin, gelecekte daha hesap verebilir ve daha yönetilebilir hale dönüşmesine yardım 36 Geopolicity, “Re-Thinking The Arab Spring: Roadmap for G20/UN Support?”, http://www.geopolicity.com/upload/content/pub_1318911442_regular.pdf, (Accessed, 26 October 2011). October 2011, 37 Anadolu Ajansı, “Arap Baharı’nın Maliyeti 75 Milyar Dolar”, http://www.anadoluajansi.com.tr/tr/kategoriler/dunya/109153arap-baharinin-maliyeti-75-milyar-dolar , (Erişim, 5 Ocak 2012) 38 Veysel Ayhan, “Libya Üzerinde Türkiye-Fransa Rekabeti - 1”, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2626 (Erişim, 28 Ekim 2011) 39 Economist Intelligence Unit, “Spring Tide: Will the Arab Risings Yield Democracy, Dictatorship or Disorder?” http://www.eiu.com/Handlers/WhitepaperHandler.ashx?fi=LINKED_Arab_Spring_1.pdf&mode=wp, (Accessed, 26 October 2011), p.31. 216 edebilir.40 Bölge ülkeleri arasında kısmi bir sınıflandırma yapmak mümkün olmakla beraber; bu sınıflandırmadan hareketle analizler yapmak her zaman doğru bir yaklaşım olmayabilir. Arap Baharı’nda her ülkenin kendine özgü durumları vardır. Örneğin diğer ülkelerle birçok yönden benzer özellikler taşıyan bir ülkenin, iktidardaki yönetici sınıfının tutumu farklı olabilmektedir. Bu nedenle monolitik olmayan Arap Dünyası’ndaki halk hareketlerinin sonuçlarının da aynı olmaması ihtimali yüksektir. Her ülkenin kendine özgü koşulları vardır. Bu durumda meydana gelen gelişmeler ve sonuçlar da farklılaşabilmektedir. Bu kendine özgü durumlar, genel karakteristiğin doğurması beklenen sonuçlardan daha farklı sonuçlara neden olabilmektedir. Arap Baharı’nda buna benzer durumlar meydana gelmiştir. Kuzey Afrika ülkeleri olan Mısır ve Tunus’ta yönetici sınıfın yönetimi terk etmesi sonucu yaşanan süreç ile aynı bölge ülkesi olan Libya’da Kaddafi ve ekibinin yönetimi bırakmaması sonucu yaşanan süreç ve sonuçlar aynı değildir. Suudi Arabistan, Bahreyn, Katar, B.A.E, Umman ve Kuveyt siyasi ve ekonomik reformlar yapmak üzere, birbirileriyle işbirliğini geliştirmiş ve bu amaçla da Körfez Đşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. Bu ülkeler aynı zamanda ABD ile yakın ve sıcak ilişki içerisindedir. Petrol zengini olan bu ülkeler, Şii nüfusun yoğun olduğu ülkelerdir. Bu ülkelerin askeri korumacılığını ABD yapmaktadır. Ancak bu ülkelerin rejimi de demokratik yönetim şeklinden oldukça uzaktır. Arap Dünyası’nda isyanların hemen hepsinde ortak kullanılan slogan “Halk rejimin yıkılmasını istiyor- el-Şab, Yurid Đskat el-Nizam” sloganıdır. Arap Dünyası’nda yaşananlar, yüz binlerin sınıf, din ve etnik kimlik özdeşliği olmaksızın bir araya gelerek, devrilmez denen rejimleri alt ettiğini göstermiştir. Mısır ve Tunus’taki isyanın başarısı Đslami örgütlere ya da sol geleneğe mensup muhalif örgütlere mal edilmemektedir. Bu isyanı gerçekleştirenlerin çoğunluğu, orta sınıfa mensup, 18-35 yaş grubu olup, bunlar her iki ülkedeki ayaklanmada başrolü üstlenmiştir.41 Dolayısıyla isyana katılanlar arasında etnik ve mezhepsel bakımdan bir homojenlik söz konusu olmamakla beraber; ortak payda rejimden kurtulmak ve bu vesile ile özgürlük ve demokrasi idealini gerçekleştirmektir. Đsyanlar sonucunda, Tunus ve Libya’da rejim değişikliği meydana gelmiştir. Yeni yönetimi belirlemek üzere, 23 Ekim 2011’de Tunus’ta yapılan genel seçimlere siyasi yelpazenin neredeyse tamamı katılmıştır. Seçimlere siyasi yelpazenin tüm yönlerindeki partiler ilk defa katılmıştır. Sosyal demokrat ve laik çevreci partilerden, Đslamcı ve milliyetçi partilere kadar bir geniş katılım gerçekleşmiştir. Tunus’ta yapılan seçimler koalisyon sonucunu doğurmuştur. Hükümet henüz kurulmamakla beraber, seçimin galibi Đslamcı söylemiyle ön plana çıkan, Raşit Gannuşi'nin liderliğindeki Ennahda Partisi olmuştur. Sosyal demokrat ve laik parti olan Đlerici Demokrat Parti (PDP) en çok oyu alan ikinci parti olmuştur. 40 Moin Siddiqi and Pameia Ann Smith “After the Arab Spring–the Long, Hot Arab Summer?”, The Middle East, IC Publications Ltd., August-September 2011, p.35 41 Rejim Yıkıldı, Peki Ya Şimdi? http://www.ntvmsnbc.com/id/25182418, (Erişim, 28 Ekim 2011). 217 Arap Baharı’nın muhtemel sonuçlarına yönelik yapılan bir çalışmada, yetersiz demokratik sonuç doğurması olasılığının % 60, otoriter yönetimlerin devamı olasılığının % 20, demokratik gelişmeye neden olma olasılığının ise % 20 olduğu ifade edilmektedir.42 19 Mayıs 2011’de Barack Obama’nın Ortadoğu'ya dair konuşmasında, Ortadoğu'da halkın istediği demokratik değişimin, ABD tarafından destekleneceğinin açıklanması, sokak gösterilerinin, protestoculara ateş açılarak önlenemeyeceğini, reformların yapılması gerektiği ve bunun için de muhalefetle görüşülmesi gerektiğinin dile getirilmesi, isyancılar arasında olumlu yankı bulmuştur. ABD’nin Arap Baharı’nda ülkelere yönelik farklı tutumu eleştirilmektedir. ABD ya da AB ülkeleri, halkların yanında olduğunu söylemesine rağmen, bazı Arap ülkelerindeki isyanları “görmezden gelme” politikası izleyebilmektedir. Örneğin ABD ile yakın ilişkileri bulunan Bahreyn ve Yemen rejimlerine karşı halk hareketleri, adeta görmezden gelinmiş, ama Libya’ya askeri müdahale tercihinde bulunulmuştur. Muammer Kaddafi’nin öldürülmesi sonrasında yapılan sevinç gösterilerinde; NATO, ABD ve Fransa öncelikli olmak üzere, Avrupa Birliği’ne teşekkür edilmesi, bunu destekler nitelikte dövizler taşınması, isyancıların Batılı güçlere karşı bir tepkisinin olmadığı, hatta onlara karşı “minnet duygusu” içerisinde oldukları şeklinde yorumlanabilir. Bundan hareketle, ABD’nin ya da AB üyesi ülkelerin, Ortadoğu Bölgesi’ndeki etkisinin sürekliliğinde kökten bir değişimin yaşanmayacağı öngörülebilir. Arap Đsyanları ile birlikte dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan isyanlarında değerlendirilmesinde de yarar vardır. Bu isyanlar arasında etkileşimin olduğu söylenebilir. Ortadoğu dışında, ABD ve Avrupa Birliği ülkelerinde de halk hareketleri meydana gelmiştir. Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerden farklı olarak, bu gelişmelere yönelik politika izleyen ülkelerde yaşanan benzer bir sürece, gün geçtikçe artan bir kalabalığın dahil olduğu görülmektedir. Ortadoğu Bölgesi dışındaki isyan hareketleri, sadece ABD’de değil, Avrupa’da da meydana gelmiş ve yönetimler çeşitli şekillerde eleştirilmiştir. Bu eleştirilerin ortak noktasında, ekonomik ve sosyal sorunlar yer almıştır. Hatta Arap devletleri dışında Ortadoğu Bölgesi’nde Đsrail’de de halk hareketleri meydana gelmiş ve yönetimler protesto edilmiştir. 17 Eylül 2011’de başlayan ve günümüze kadar devam eden ve Zuccotti Park’ı mekan edinen ABD’li göstericiler, New York’ta finans merkezi olarak bilinen Wall Street’te yer alan finans şirketlerini, bankaları, ülkedeki gelir dağılımı dengesizliğini, işsizliği ve ekonomik politikaları olumsuz etkilemekle suçlamıştır. Protestocular, “Biz toplumun yüzde doksan dokuzuyuz”, “Bankalar kurtarıldı, biz satıldık”, şeklinde sloganlar atarak, hükümet politikalarını, uygulamalarını ve kapitalist düzeni eleştirmiştir. Benzer şekilde Đsrail’de de ABD ve Avrupa’daki gibi yönetimi suçlayan gerekçelerle gösteri yürüyüşleri yapılmıştır. 42 Economist Intelligence Unit, A.g.e., s.2. 218 Brooking Enstitüsü Başkan Yardımcısı Derviş’e göre, Wall Street’i işgal eylemleri, Arap Baharı’ndan etkilenmiştir. Derviş, Tahrir Meydanı’ndan esinlenme olduğunu, ileride bu hareketlerin devam edip yayılacağını ve bunların “Tahrir’in artçısı” olduğunu söylemiştir.43 Ekim 2011 ortasına kadar, Wall Street göstericilerinden 700 kişi tutuklanmıştır. Wall Street eylemcileri, krizi finans çevresinin yarattığını, bunun sonucu suçsuz insanların evlerini, işlerini, emekli paralarını, hata tüm birikimlerini kaybettiklerini ileri sürmüştür. Göstericiler, nüfusun sadece %1’ini oluşturan zenginlerin, ekonominin kaymağını yediğini, nüfusun %99’unun ise sıkıntı çekmeye mahkûm edildiğini ifade ederek, bu durumu eleştirmiş ve “Bu sistem değişmelidir. Sosyal adalet diye bir şey kalmadı” mesajını vermiştir.44 Gösteri yürüyüşlerinin en büyüklerinden birisi Roma’da gerçekleştirilmiştir. Ekim ayının ortalarında Roma’da iki yüz bin kişinin katıldığı, küreselleşme ve kapitalizm karşıtı “Kara Blok” üyelerinin oluşturduğu öfkeli kalabalık, Roma sokaklarını ateşe vermiştir. Londra, Berlin, Tokyo ve daha birçok şehirde meydana gelen diğer gösterilerde de halk, kapitalizme ve yönetimlere eleştiriler getirmiştir. 15 Mayıs'ta düzenlendiği için "15 M" hareketi diye anılan ve Đspanya'da ortaya çıkan "Indignados- Öfkeliler" hareketi de bir diğer isyan hareketidir. Bunlar protestolarını işsiz ve genç meslek sahipleri olarak, Arap isyanında olduğu gibi, sosyal paylaşım siteleri Facebook ve Twitter üzerinde örgütlemektedirler. Bunlar ayrıca internet ortamında "Gerçek Demokrasi... Şimdi" adlı grubu oluşturmuştur. "Sınır tanımayan öfkeliler hareketi" olarak da adlandırılan hareket, farklı ülkelerde benzer yakınmaları dile getirmiştir. Đspanya, Yunanistan, Belçika, Đsrail, Đngiltere, Fransa gibi ülkelerde sosyal adaletsizlik, ekonomik sorunlar ve yolsuzluklar eleştirilmiş ve yeniden özgün demokratik değerlere dönülmesi istenmiştir.45 Sonuç Ortadoğu tarihi boyunca mücadele alanı olmuştur. Ortadoğu’daki petrol kaynakları bölge üzerindeki en önemli rekabet unsurudur. Batı, yirminci yüzyılın başından beri Ortadoğu’nun geleceğini belirleyen politikalar izlemiştir. Đkinci Dünya Savaşı sonrasında bölgenin hakim gücü ABD olmuştur. Bölgenin etnik ve dini bakımdan farklılıkları, çoğunlukla çatışma nedeni olmuştur. Suni oluşturulan devletler ve sınırlar, toplumsal yapılarda da çatışma nedeni olmuş ve toplumsal yapılarda bölünmüşlük meydana gelmiştir. 43 Milliyet Gazetesi, “Derviş: Wall Street işgali Arap Baharı’nın devamı”, http://ekonomi.milliyet.com.tr/dervis-wall-streetisgali-arap-bahari-nin-devami/ekonomi/ekonomidetay/17.10.2011/1451580/default.htm (Erişim, 29 Ekim 2011) 44 Celalettin Yavuz, “Arap Baharı ve Vahşi Kapitalizme Direniş: ABD’den Japonya’ya Kadar ‘Sessiz Çoğunluk’ Protestoları”, http://www.turksam.org/tr/a2499.html, (26 Ekim 2011). 45 BBC, “Sınır Tanımayan 'Öfkeliler' Hareketi”, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111014_indignados_protests.shtml (Erişim,14 Ekim 2011). 219 Ortadoğu ülkelerinde seçkinci, monarşik yapılar egemen olmuştur. Gelecek nesillere adeta bir miras gibi bırakılan yönetsel yapılar, Ortadoğu halklarında yıllar yılı hoşnutsuzluk tohumları ekmiştir. Aşiret ya da kabilelere dayanan oligarşik yönetsel yapıların izlediği kayırmacı politikalar halkın tepkisinin artmasına neden olmuştur. Yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet, israf ekonomisi, gelir dağılımındaki adaletsizlik toplumsal çatışmalara kaynaklık etmiştir. Küresel ve bölgesel dinamiklerin de eklemlendiği sorunlar Ortadoğu’da halk ayaklanmalarının önünü açmıştır. Tunus’la başlayan isyanlar günümüzde de devam etmektedir. Tunus dışında, Libya ve Mısır’da mevcut rejimler yıkılmıştır. Suriye, Yemen, Bahreyn ve diğer birçok Arap ülkesinde ve bu arada Batı ülkesinde isyanlar devam etmektedir. Đsyanların bazı ülkelerde değiştirdiği en önemli süreklilik, otoriter yönetim tarzıdır. Bu hareketler neticesinde Ortadoğu coğrafyası, demokratik kültürün gerektirdiği usullerin geçmişe göre daha çok yaşandığı bir coğrafya olacaktır. Birçok ülkede rejim değişse de değişmese de reformlar yapılacaktır. Ülkelerin ve ekonomik kaynakların yönetiminde, sürekli yok sayılan halk, artık var sayılmak zorundadır. Rejim değişikliğinin henüz gerçekleşmediği ülkelerde bile büyük politik ve ekonomik reformlara gidilmektedir. Bu nedenle, yeni bir Arap Dünyası’nın varlığı yadsınamaz bir gerçektir. Bu yeni Arap Dünyası’ndaki demokratik taleplerin ve pratiklerin daha çok gündeme geleceği öngörülebilir. Süreklilik kazanmış otokratik yapıların değişeceği, demokratik usullerin, sivil toplum örgütlenmelerinin ve sivil toplum hareketlerinin güçleneceği, bunların daha görünür hal alacağı, bu vesileyle halkın yönetimde daha çok söz sahibi olacağı bir Arap Dünyası söz konusudur. Arap Dünya’sının süreklilik kazanan unsurlarından biri olan, politik ve ekonomik hayattaki Batı etkisi değişmeyecek görünmektedir. Bunda isyanlara yönelik ABD ve AB’nin izlediği tutumun büyük etkisi vardır. Bu süreklilikte bir değişimin en azından yakın ya da orta vadede yaşanması beklenmemektedir. Bu bakımdan Arap Dünyası bir yeni duruma işaret etmemektedir. Ancak bu durumda bile Batı, Arap Dünyası ile ilişki kurarken daha dikkatli ve seçici olmak zorunluluğunu taşıyacaktır. 220 Kaynakça Anadolu Ajansı, “Arap Baharı’nın Maliyeti 75 Milyar Dolar”, http://www.anadoluajansi.com.tr/tr/kategoriler/dunya/109153-arap-baharinin-maliyeti-75-milyardolar, (Erişim, 5 Ocak 2012). Anthony H. Cordesman, “Middle Eastern Energy After the Iraq War: Current and Projected Trends”, Center for Strategic and International Studies, Washington, 2006, http://www.csis.org/media/csis/pubs/meeafteriraq[1].pdf, (Accessed,17 December 2009), pp.1-35. Antony Lake, “Confronting Backlash States”, Foreign Affairs, Vol: 73, Issue: 2, 1994, pp.4748. Armağan Kuloğlu, “Ortadoğu’daki Gelişmelerin Türkiye’nin Güvenliğine Stratejik Etkileri”, Stratejik Analiz, Cilt: 6, Sayı: 62, Haziran 2005, ss.74-83. BBC, “Sınır Tanımayan 'Öfkeliler' http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2011/10/111014_indignados_protests.shtml Hareketi”, (Erişim,14 Ekim 2011) Celalettin Yavuz, “Arap Baharı ve Vahşi Kapitalizme Direniş: ABD’den Japonya’ya Kadar ‘Sessiz Çoğunluk’ Protestoları”, http://www.turksam.org/tr/a2499.html, (Erişim, 26 Ekim 2011). Çınar Özen, “Global Siyasal Sistem ve Türkiye Üzerine Değerlendirme”, Doğu Batı Dergisi, Yıl:6, Sayı: 24. Ağustos, Eylül, Ekim 2003, ss.275-288. Daniel W. Drezner, “The New New World Order”, Foreign Affairs, Volume: 86, Number: 2, April 2007, pp. 34-46. Deniz Tören, “11 Eylül Saldırıları, Sistemdeki Dönüşümler ve Türk Dış Politikası”, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/turk-dis-politikasi/1935-11-eylul-saldirilarisistemdeki-donusumler-ve-turk-dis-politikasi, (Erişim, 26 Ağustos 2011). Economist Intelligence Unit, “Spring Tide: Will the Arab Risings Yield Democracy, Dictatorship or Disorder?”, http://www.eiu.com/Handlers/WhitepaperHandler.ashx?fi=LINKED_Arab_Spring_1.pdf&mode=wp, (Accessed, 26 October 2011). Evren Çelik Wiltse “Declining Us Influence and Rise of Latin America’s Regional Power: Some Lessons For The Middle East”, The Turkish Yearbook, Vol. XXXIX, pp. 99-119. F. Stephen Larrabee, “US Middle East Policy After 9/11: Implications for Transatlantic Relations”, The International Spectator, Vol: 37, No: 3, 2002, pp. 43-56. Fatma Akkan Güngör ve Alper Tolga Bulut, “11 Eylül Sonrası Dönemde Transatlantik Đlişkiler Ve Ortadoğu”, Akademik Orta Doğu, Cilt 4, Sayı 2, 2010, ss.91-102 221 G. John Ikenberry, “Getting Hegemony Right,” National Interest, Vol: 63, 2001, pp.17-24 Gamze Güngörmüş Kona, “Orta Doğu’da Güvenlik Yapılanması Neden Bu Denli Kırılgan?”, www.turksam.org/tr/yazilar.asp?kat1=1&yazi=1384 (Erişim 11 Şubat 2008). Geopolicity, “Re-Thinking The Arab Spring: Roadmap for G20/UN Support?”, October 2011, http://www.geopolicity.com/upload/content/pub_1318911442_regular.pdf, (Accessed, 26 October 2011). Hamit Ersoy, Lale Ersoy, Küresel Dünyada Bölgesel Oluşumlar ve Türkiye, Siyasal Kitabevi, Ankara, 2002. Henry Kissenger, Diplomasi, Çev. Đbrahim H. Kurt, Đş Bankası Yayınları, 6. Baskı, 2007. Katerina Dalacoura, “US Foreign Policy and Democracy Promotion in the Middle East: Theoretical Perspectives and Policy Recommendations”, Ortadoğu Etütleri, July 2010, Volume: 2, No: 3, July 2010, pp. 57-76. Mert Bilgin, “Küresel Bölgesel ve Yerel Eksende Irak Petrollerinin Ekonomik Siyasi ve Stratejik Anlamı”, Akademik Ortadoğu, Sayı: 2, http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu2%20makale/mert_bilgin.pdf, (Erişim, 29 Ekim 2011). Milliyet Gazetesi, “Derviş: Wall Street işgali Arap Baharı’nın devamı”, http://ekonomi.milliyet.com.tr/dervis-wall-street-isgali-arap-bahari-nindevami/ekonomi/ekonomidetay/17.10.2011/1451580/default.htm, (Erişim, 29 Ekim 2011) Moin Siddiqi and Pameia Ann Smith “After the Arab Spring – the Long, Hot Arab Summer?”, The Middle East, IC Publications Ltd., August/September 2011, pp.35-38. Ömer Taşpınar, “Obama, Yeni Ortadoğu ve Türkiye”, Görüş, Ağustos 2011, Sayı: 69, ss.1015. Özge Özkoç “Savaş ve Barış: Doksanlı Yıllarda Filistin-Đsrail Sorunu” Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt: 64, Sayı: 3, ss.167-195. Rejim Yıkıldı, Peki Ya Şimdi? http://www.ntvmsnbc.com/id/25182418, (Erişim, 28 Ekim 2011) Roger Owen, “Military Presidents in Arab States”, International Journal of Middle East Studies, Vol:43., No: 3., August 2011, pp.395-396. Sevilay Kahraman, “Avrupa Birliği Ve Irak Krizi: Bölünmeden Yeniden Birleşmeye Uzun, Đnce Bir Yol”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 4, (Bahar: 2003), ss.151-161 222 Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAE), Büyük Ortadoğu Projesi; Siyasi, Güvenlik, Ekonomik ve Sosyal Bir Değerlendirme, Temmuz 2004, www.turksae.com/faceindex.phptext_id=185 (Erişim, 12 Mayıs 2005) Tayyar Arı, “Türk-Amerikan Đlişkileri: Sistemdeki Değişim Sorunu mu?”, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt: 4, No: 13, 2008, ss.17-35. Tevfik Fikret Ergün ve Bahadır Berk, “Küreselleşen Ortadoğu’da ‘Irak’ Son Hedef mi?”, Jeo-politik, Yıl: 6, Sayı: 37, Şubat 2007, ss.30-37. Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Mana Yayınları, Đstanbul, 2011. United Nations Development Programme (UNDP), Human Development Report, 20th Anniversary Edition, The Real Wealth of Nations: Pathways to Human Development November 2010, http://hdr.undp.org/en/media/HDR_2010_EN_Complete_reprint.pdf (Accessed, 22 October 2011) United Nations Development Programme (UNDP), Regional Bureau for Arab States, Arab Human Development Report 2009, Challenges to Human Security in the Arab Countries. http://hdr.undp.org/en/reports/regional/arabstates/ahdr2009e.pdf, (Accessed, 23 October 2011). Ümit Özdağ, “Cephe Ülke – Büyük Ortadoğu ve Yeni Bir NATO Stratejisi mi?”, Avrasya Dosyası Yeniden Yapılanan Ortadoğu Özel, Asam Yayınları, Cilt: 9, Sayı: 4, Ankara 2003, ss.5-41. Veysel Ayhan, “Orta Doğu’nun Demokratikleştirilmesi Đkilemi: Filistin, Suudi Arabistan Ve Đran Örneğinde Eleştirel Bir Bakış”, Akademik Orta Doğu, Cilt 2, Sayı 1, 2007, s.99-140. Veysel Ayhan, “Libya Üzerinde Türkiye-Fransa Rekabeti - 1”, http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=2626 (Erişim, 28 Ekim 2011) Zafer Akbaş, Irak Sorununun Uluslararası Boyutu ve Türkiye, Barış Kitap, Ankara, 2011. Zafer Akbaş, “ABD’nin Ortadoğu Politikalarının Sürdürülebilirliği ve Ortadoğu’da Güç Mücadelesi”, History Studies, ABD ve Büyük Ortadoğu Đlişkileri Özel Sayısı, 2011, ss.1-18. 223 ARAP BAHARI’NIN ULUSLARARASI GÜÇ DENGELERĐNE ETKĐLERĐ ÜZERĐNE GERÇEKÇĐ BĐR YAKLAŞIM Bülent Akkuş∗ ÖZET Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde son dönemde yaşanan isyan hareketleri, bu makalenin kaleme alındığı ana kadar üç diktatörü tarih sahnesinden “başarıyla” indirirken, diğerleri için de benzer sonun kaçınılmaz olduğunu ortaya koymuştur. “Arap Baharı”, bölgede meydana gelen diğer olaylar da, “Usame Bin Ladin’in öldürülmesi” ve “Hamas-El Fetih anlaşması” dikkate alındığında Ortadoğu için umut vaat eden ve daha özgür ve demokratik bir ortamda yaşamak isteyen bölge halkının başarısı olarak lanse edilmektedir. Fakat bu tür analizler, bölgedeki statik resimlerin aldatıcı görüntülerinin tesiri altında kalmaktadırlar. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da meydana gelen gelişmeleri, uluslararası ortamın koşulları, aktörlerin öncelikleri, bölgesel tepkiler ve gelişmelerin uluslararası sistem üzerindeki etkileri açısından inceleyen bu makale, Arap Baharı’nın uluslararası güç dengeleri üzerinde oynadığı rolü anlamlandırmaya çalışmaktadır. Bu noktada, bölgenin coğrafyasının, siyasal kültürünün, demografisinin kimi unsurları ön plana çıkarılarak analiz yapılmaktadır. Anahtar Kelimeler: “Arap Baharı”, Kuzey Afrika, Ortadoğu, Uluslararası Güç Dengeleri Abstract The recent popular uprisings in the Middle East and North Africa, apart from having “successfully” put an end to the reigns of three dictators at the time of the writing of this paper, have also proven that a similar and inescapable end awaits the other dictators. Arab Spring, realized against the backdrop of the “assassination of Osama bin Laden” and “Fatah-Hamas pact” is hailed as the success of the peoples of the region, who long to live in more free and democratic societies and as a promising moment for the Middle East. However, such analyses are influenced by the misleading images of the static portrait in the region. This paper investigates the recent developments in the Middle East and North Africa with relation to the international circumstances, priorities of the actors involved, the regional reactions and the impacts of these developments on the international system and then aims to make sense of the implications of ∗ Đstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ,Siyaset Bilimi ve Uluslararası Đlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi 224 Arab Spring on the international power balances. Some features of the regions’ geography, their political culture and demography are highlighted in the analysis. Keywords: Arab Spring, North Africa, Middle East, International Power Balances Giriş Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgeleri son dönemde siyasi, sosyal ve ekonomik nedenlerin tetiklediği halk ayaklanmalarına sahne olmaktadır. Bölgede meydana gelen halk hareketleri, “Arap Baharı”, “Arap Kışı”, “Arap Uyanışı” veya “Arap Ayaklanması”1 gibi çeşitli şekillerde adlandırılmaktadır. Bu çalışmada halk hareketlerini nitelemek için “Arap Baharı” söylemi kullanılacaktır. 18 Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan halk hareketleri, bölgenin hemen hemen tüm ülkelerine yayılmıştır. Bu hareketler Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de büyük çapta; Bahreyn, Cezayir, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas gibi ülkelerde küçük çapta baş göstermiştir. Çoğu Arap ülkesinde görülen bu hareketlerin, her ülkeye özgü dinamikleri olmakla beraber bazı benzerlikler göstermektedir. Bu bölgeler uzun bir dönem diktatörlüklerin yönetimi altında kalmıştır. Bölge halkı, bu yönetimlerin baskıcı politikalarının etkisiyle yoksulluk, işsizlik ve eşitsizlik gibi olumsuz koşullar altında yaşam mücadelesi vermiştir.2 Tüm hareketler lidersiz hareketler olup, diktatörlerin gitmesine yönelik sloganlar etrafında şekillenmiştir.3 Gösteriler analiz edildiğinde hedef alınanlar diktatörlerdir; onların kaynağı olan Batılı güçler değildir.4 Meydanlarda toplanan halklar, “halk rejimin düşmesini istiyor” ve “halk başkanın düşmesini istiyor” gibi sloganların etrafında birleşmiştir. Gelişmeler, Tunus ve Mısır’da halkın büyük bir kesimi birleşerek diktatörlerin tahtlarından ayrılmalarını sağlamıştır. Libya ve Suriye’de ise halk arasında böyle geniş kapsamlı bir uzlaşı ortaya çıkmamıştır. Nitekim bu iki ülkede süreç, Tunus ve Mısır’dakine oranla daha uzun ve daha kanlı olmuştur. Mayıs 2011’e gelindiğinde Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali, Mısır’da Hüsnü Mübarek 1 G. Murphy Donovan, “Democracy’s Hard Spring”, http://www.economist.com/node/18332630, (Erişim Tarihi 28 Mayıs 2012). 2 Andrey V. Korotayev ve Julia V. Zinkina, “Eygptian Revolution: A Demographic Structural Analysis”, Entelequia, Revista Interdisciplinar, No. 13, 2011, ss. 142-143. 3 Lara Friedman, “Arap Baharı Ortadoğu’ya Nasıl Bir Hava Getirir?”, The Holllings Center for International Dialogue, 15 Nisan 2011. 4 Michel Chossudovsky, “The Protest Movement in Egypt: ‘Dictators’ Do not Dictate, They Obey Orders”, http://www.globalresearch.ca/index:php?context=va&aid=22993, (Erişim Tarihi 2 Haziran 2012). 225 devrilmesine karşın; Suriye ve Libya’da ise rejim yanlıları ve muhalifler arasında kanlı çatışmalar ortaya çıkmıştır. Libya’da Kaddafi yönetimine uluslararası camianın desteğiyle kanlı bir şekilde son verilirken, Suriye’de mücadele tüm şiddetiyle devam etmektedir. Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde meydana gelen halk hareketleri büyük güçlerin dikkatlerini bölgeye yöneltmelerine yol açmıştır. Ortaya çıkan bu süreçte, hem bölgesel güçler hem de küresel güçler bölgeye ilişkin politikalarını gözden geçirmeye başlamışlardır. Bölgede yaşananlar ve sonrasında oluşacak yapılar hem bölge ülkelerinin iç ve dış politikalarını etkileyecek hem de küresel aktörlerin bölgeye yönelik politikalarında önemli dönüşümler meydana getirecektir. Bu çalışmada, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde yaşanan gelişmelerin uluslararası güç dengelerine etkileri analiz edilmeye çalışılacaktır. Hem bölgesel hem de küresel aktörlerin bölgedeki gelişmelerden nasıl etkilenecekleri ve bölgeye ilişkin politikalarının ne yönde değişebileceği ele alınacaktır. Özgünlük Ve Bağimlilik Đkileminde “Arap Bahari” Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler bir yanıyla git gide yayılan halk hareketleriyken diğer yanıyla sistemin bir getirisidir. Uluslararası düzen içinde sistemik anlamda bir takım değişiklikler var. Bu aslında süper güç ABD’nin, George W. Bush öncesindeki ve hatta Bush’un iktidara gelişiyle birlikteki politikalarıyla da uyumludur. ABD Eski Dışişleri Bakanı Condaleezza Rice, Mısır’da yaptığı ünlü konuşmasında ABD’nin artık demokrasileri destekleyeceğini vurgulamıştı. Soğuk Savaş dönemi boyunca desteklenen diktatörlükler demokratik dünyanın, demokrasinin ve küresel aktörlerin toplumsal tabandan kopmasına neden olmuştur. Otoriter rejimlerle bu toplumları yönetmek çok kolaydı ama bu liderler toplumlarından kopuyorlardı. Sürecin ABD’nin bilgisi dışında olduğu söylenemez. Nitekim, ABD süreci desteklemektedir. ABD, bölgede desteklediği rejimlerin artık desteklenemeyeceğini ve değişmesi gerektiğini görmüştür. Bunun da ön hazırlıklarını yapmıştır. ABD, başta 6 Nisan Hareketi olmak üzere muhalif hareketleri destekleyip eğitmiştir. Bu süreçte, “diktatörler sonrası Ortadoğu” üzerine düşünceler ortaya koymaya çalışmışlardır. Fakat sürecin ne zaman gerçekleşeceğini öngöremediler. Bölge halkı açısından bakıldığında ise, mesele diktatörlerin iktidardan gitmesi değil; onların yerine iktidara kimlerin geleceğidir. Bölgede rejimin doğası belki daha hoşgörülü olabilir ama özünde aynı kalacaktır. Başka bir deyişle, iktidar değişikliği olacak ama rejim değişikliği olmayacaktır. Arap dünyasının Batı tarzı modernleşeceğini beklemek pek gerçeğe uygun değildir. Çünkü toplumsal yapı buna müsait değil. Toplumsal tabandan gelen partileşme, örgütlenme, sivil toplum yapılanmaları, siyasete oynayacak politik partilere dönüşecek potansiyel yapılar yok. Dolayısıyla demokratik bir iktidar değişikliği değil. Halkın bu iktidarlardan bıkmış olduğu ve bunlardan kurtulmak istediği bir gerçek. Ama bu unsurları sokağa kimin döktüğü önemli bir ayrıntıdır. Sokağa dökülenler evlerine çekildiklerinde iktidarı kimin alacağı önemlidir. Sivil toplum inisiyatifinin, muhalefet bilincinin gelişmediği yapılarda muhalefetin kimliği ortaya çıkıyor. Ortadoğu’da muhalif kimliğin merkezine 226 Đslam oturuyor. Merkeze Đslam oturduğu zaman, Đslam bir ideoloji olarak siyasal süreçleri etkilemeye başlıyor. Nitekim, bunun kökenlerinin olduğu Mısır’da seçimleri Müslüman Kardeşler kazandı. Buralarda güç kavgaları devam edecektir. Küresel aktörler Đslamcı grupların iktidara gelmelerini istememektedir. Çünkü bu grupların, terörist eğilimli gruplara dönüşme ihtimalleri olduğuna inanmaktadırlar. Küresel güçler, yaşananların kendilerine nasıl yansıyacağını ana soru olarak temel alıp bu çerçevede olaylara etki etmeye başladığı andan itibaren büyük bir ihtimalle hareketlerin doğası yer değiştirecek, en azından odağı kaymaya başlayacaktır. Küresel Güçler Ve “Arap Bahari” ABD’nin Soğuk Savaş sonrası bölgede tartışmasız olarak edindiği hegemonyası zayıflamaktadır. ABD bölgeye yönelik politikalarını ciddi anlamda gözden geçirmeye başlamıştır. ABD, bölgede edineceği bölgesel müttefiklerle politikalarını devam ettirmeyi amaçlarken, Çin ve Rusya başta olmak üzere bölgede etkin olmaya çalışan aktörlerin sayısı artmaktadır. ABD’nin gelişmeler sonucunda karşı karşıya kalacağı en önemli sorun yönetime Đslamcı grupların gelmesidir. Bu grupların Amerika ve Đsrail karşıtı politikalar izlemeleri oldukça yüksek bir ihtimaldir. Mısır’da Mübarek döneminde ABD ve Đsrail ile kurulan iyi ilişkilerin devam etmesi zor görünmektedir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ikinci tura birincilikle çıkan Müslüman Kardeşlerin adayı Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanı seçilmesi halinde Mısır’ın Hamas ve Đran ile daha fazla ilişki içinde olması beklenmelidir. Nitekim, bunun adımları atılmaya başlanmıştır. Mısır, Hamas ve Đran’a daha olumlu bakmaya başlarken, Đran savaş gemileri Süveyş Kanalı’ndan geçip Akdeniz’e çıkmıştır. ABD, Đran’ın bu süreçten etkilenmesini istemektedir. Ama bugün Đran’ın sonuç olarak bu gelişmelerden etkilenebileceğini gösterir bir emare yok. Đran, bu gelişmelerden kısa vadede etkilenmez. Lübnan’da iktidar Đran’ın istediği parametreler içinde belirlenirken Irak’ta Amerikalıların müdahalesi Đran’ın önünü açmıştır. Bölgede meydana gelen gelişmeler karşısında uluslararası aktörler, çıkar temelli davranmışlardır. Bundan dolayı, özgürlük ve adalet temelli bu ayaklanmalar karşısında gösterilen tepkiler sürecin geliştiği ülkeye göre değişmiştir. Libya’da Muhammer Kaddafi’yi kanlı bir şekilde ortadan kaldıran Batılı güçler söz konusu Suriye olunca bir karar almakta zorlanmaktadırlar. Batı yanlısı bir politika izleyen Ürdün ve bölgede Şiilerin güçlenmesini istemeyen Bahreyn’de meydana gelen gelişmelere de bu açıdan yaklaşılmıştır. Nüfusunun %70’ini Şiilerin oluşturduğu fakat Sünni Halife hanedanı tarafından yönetilen Bahreyn’de isyan bir Şii isyanıdır.5 Bu ülkede ayaklanmaların başarıya ulaşması en çok Suudi Arabistan’ı korkutmaktadır. Yemen için de aynı durum söz 5 Armağan Kuloğlu, “Libya Harekatı, Gelişmeler ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 28, Nisan 2011, s. 51. 227 konusudur. Kuzey Yemen’de etkili olan Şiiler etkilerini Güney Yemen’e de yayarak bölgede Đran’ın Şiiler üzerinden nüfuz kazanarak manevra alanını genişletmesine olanak sağlayacaktır. Şii nüfusun çoğunlukta olduğu ülkelerde meydana gelen hareketlenmeler başta Suudi Arabistan olmak üzere büyük güçler tarafından bastırılmıştır. Bu, bölgede Đran’ın güç kazanmasını önlemek amaçlı izlenen politikanın bir yansımasıdır. Nitekim, Irak’ta müdahalenin ardından Suudi Arabistan’ın arzu etmediği bir şekilde Şiiler yönetimde etkin olmaya başlamışlardır. Benzer şekilde, Bahreyn’de Şiilerin etkinliğinin artması bölgedeki Đran hakimiyetini artıracaktır. Nitekim, Suudi Arabistan, Arap Baharı’nın Đran’ın bölgede manevra alanını genişlettiğine inanmaktadır. Hem Suudi Arabistan hem de beşinci filosu Bahreyn’de olan ABD bunu istememektedirler. Öte yandan, Suudi Arabistan’ın ABD’ye yönelik endişeleri de bulunmaktadır. Nitekim, ABD, bölgedeki en önemli ve sadık müttefiklerinden birisi olan Mübarek’i kolaylıkla gözden çıkarmıştır. Bu Suudilerin ABD’ye karşı güvensizlik duymasına yol açmaktadır. Avrupa Birliği, bölgede meydana gelen halk hareketleri karşısında çoğu olayda olduğu gibi tek görüş ortaya koyamamıştır. Bundan dolayı da tek bir politika izleyememiştir. Libya müdahalesinde güç kullanımına ilişkin net bir tavır ortaya koyamayan AB, günümüzde çatışmaların sürdüğü Suriye üzerinde de nasıl bir tavır alınması gerektiği konusunda üyeleri arasında ciddi görüş ayrılıkları bulunmaktadır. Yaşadığı ciddi ekonomik krizle Birliğin varlığının sürekli tartışıldığı bir dönemde AB’nin uluslararası alanda etkin bir aktör olmasını beklemek pek gerçekçi değildir. Almanya kendi çıkarlarını Birliğin çıkarları önüne koyarak krizinden en az zararla çıkmak için çabalarken, Birliğin diğer önemli üyesi Fransa ise Ortadoğu’nun yeniden dizaynında söz sahibi olmak için bölgedeki gelişmelere aktif olarak taraf olmaktadır. Fransa, bölgede etkin rol alma girişimi doğrultusunda Tunus ve Cezayir’de istediği politikaları hayata geçirememiştir. Bu nedenle, Libya müdahalesinde en önde yer almıştır. Fransa’nın böyle hareket etmesinin bir diğer nedeni, dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin iç politikada zayıflayan konumunu güçlendirme düşüncesidir. Bölgedeki gelişmelerde aktif rol al(a)mayan bir AB’nin küresel platformlarda etkili bir aktör olabilmesi ve diğer küresel aktörlerle rekabet edebilmesi zordur. Rusya ve Çin, bölgede meydana gelen gelişmeler karşı ilk olarak “bekle-gör” politikası takip etmişlerdir.6 Libya müdahalesinde olduğu gibi uluslararası koalisyonların kurulmasına destek olmuşlardır. Buna karşın, müdahalelerin kapsamının olabildiğince daraltılarak devletlerin iç işlerine karışılmaması gerektiğini vurgulamışlardır. Fakat gerek Çin’in gerekse Rusya’nın da diğer aktörlerden farklı düşünmeyerek pragmatik davrandıkları Suriye konusunda net olarak ortaya çıkmıştır. Çin ve Rusya, bölgede meydana gelen ve ABD’yi zor durumda bırakma potansiyeli taşıyan gelişmelerden hoşnutturlar. Batı yanlısı rejimlerin iktidardan uzaklaştırılması bu iki gücün süreç sonunda ortaya çıkacak yeni yönetimler üzerinden bölgeye nüfuz etmesinin önünü açmaktadır. Bu da kuşkusuz iki büyük gücün arzu ettiği şeydir. 6 Tarık Oğuzlu, Ortadoğu’daki Halk Hareketleri ve Büyük Güçler”, Ortadoğu Analiz, ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 29, Mayıs 2011, s. 76. 228 Suriye, ABD ile Rusya arasında bir iktidar ve güç kavgası olmaya devam edecektir. Suriye, Rusya için birkaç açıdan önemlidir. Rusya’nın bölgedeki tek askeri üssü Suriye’dedir. Bundan da öte, Güney Kıbrıs’ta Rusya’nın önemli yatırımları bulunmaktadır. Kıbrıs adasının açıklarında önemli gaz ve petrol kaynaklarının olduğunun dillendirildiği bir süreçte Rusya’nın rolü daha iyi öngörülebilir. Rusya, Ortadoğu bölgesinden sürekli olarak dışlandığı yönünde bir algıya sahiptir. Suriye konusunda da geri adım atması Rusya’nın önemli aktör olma söylemlerine büyük zarar verecektir. Çin, ABD’ye karşı olumsuz bir algı beslemektedir. ABD, Ortadoğu’nun yeniden dizaynında Çin’in söz sahibi olmasını istemektedir. Fakat ABD’nin Ortadoğu’dan çektiği askeri gücünü AsyaPasifik’e yerleştirme çabaları Çin’de ABD’ye yönelik bir güvensizlik ortaya çıkartmaktadır. Nitekim, uluslararası rekabetin merkezinin Avrupa-Atlantik merkezinden Pasifik merkezine doğru kaydığı bir süreçte ABD’nin bu politikaları Çin’i endişelendirmektedir. Çin, bir tarafta ABD’nin bu karışıklıklar nedeniyle zor durumda kalmasını isterken, öte tarafta bölgede karışıklıkların büyümesini istememektedir. Bölgedeki karışıklıklar Ortadoğu’dan aldığı petrolün zarar görmesine neden olmaktadır. Rusya’nın Suriye’yi desteklemesi ve Đran’ın enerji konusunda verdiği garantiler Çin’in ABD karşısında yer almasında önemli faktörlerdir. Nitekim Çin Suriye konusunda uluslararası alanda Rusya ile ortak hareket etmektedir. Türkiye, Fransa, Đngiltere ve Almanya işbirliğinde Suriye’ye karşı tedbirler öneren bir karar tasarısı hazırlanmıştır. 15 Ekim’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde görüşülen tasarı üzerinde uzlaşılamamıştır. Çin ve Rusya’nın tasarıyı veto ettiği oylamada, Lübnan, Güney Afrika, Hindistan ve Brezilya çekimser oy kullanmışlardır. Çin ve Rusya, tasarıyı veto etmelerine karşın Esad yönetiminden reformların gerçekleştirilmesini istemişlerdir. Başka bir deyişle, Rusya ve Çin, çıkarlarının devamı için bölgede Esad’ın başta olduğu bir reform sürecinden yana tavır almıştır. Bu bağlamda, Esad rejiminin Rusya, Çin ve bölgede Hamas ve Hizbullah gibi caydırıcı kozları olan Đran’ın desteğini görmesi önemlidir. Bölgede meydana gelecek dönüşüm sonrasında baskıcı laik yönetimler tarafından bastırılan Đslamcı ve liberal grupların siyaset sahnesinde daha fazla etkin olması beklenmelidir. Nitekim, Tunus’ta devrim sonrası yapılan ilk seçimleri Đslamcılar kazanırken, Mısır’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ilk turunu kazanarak ikinci tura kalan Muhammed Mursi, Müslüman Kardeşler’in adayıdır. Đslamcıların dini temele koyarak siyaset yapmaları ortaya çıkacak rejimlerin bir süre sonra selefleriyle aynı niteliklere bürünmesine yol açacaktır. Mısır’da Đslamcı Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesi en çok Đsrail’i endişelendirecektir. Kuşkusuz, Đsrail’in kuşatılmışlık algısı daha da derinleşecektir. Öte yandan, ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile oluşacak güç boşluğunun Đran tarafından doldurulması, başka bir deyişle Irak’ın Đran etkisi altına girmesi Đsrail’i endişelendiren bir diğer faktördür. Türkiye ile ilişkileri hiç de iyi olmayan Đsrail için bu senaryolar ürkütücüdür. Bölgedeki değişim hareketlerinin Camp David düzenine tehdit oluşturacak bir mahiyet alması olasılığı Đsrail'i rahatsız etmektedir. Mısır'daki rejimin değişikliği neticesinde iki ülke arasındaki anlaşmaların geçersiz hale getirilmesi Đsrail'in millî güvenlik çıkarına aykırıdır. 229 Mısır’da ortaya çıkabilecek olumsuzluklardan kendilerini korumak isteyen Müslüman Kardeşler, ilk başta arka planda durmaya karar verdi. Buna karşın seçimlerden zaferle ayrılan Đhvan, zamanla diğer hareketleri tasfiye edecektir. Mısır’ın bölgede daha aktif bir rol oynaması için uğraşacaktır. Bu da bölgede bölgesel güç olma arzusunda olan Türkiye, Đran ve Suudi Arabistan gibi devletlerle mücadele içine girmesini zorunlu kılmaktadır. Bu, Türkiye, Đran ve Suudi Arabistan’ın günümüzde oynamaya çalıştıkları rolleri tamamen dönüştürücü bir etki yapacaktır. Đsrail için aynı durum Tunus söz konusu olduğunda da geçerlidir. Tunus’ta 20 yılı aşkın bir süredir Londra’da sürgünde bulunan ve devrimle beraber ülkesine dönen Raşid el-Gannuşi’nin liderliğini yaptığı el-Nahda hareketi Kasım 2011’de yapılan seçimlerde oyların %40’ına yakınını alarak seçimden birinci parti olarak çıkmıştır. El-Nahda hareketi 217 sandalyeli Tunus Parlamentosu’nda 89 sandalye kazanmıştır. Đran Ve Türkiye Arasinda Satranç Oyunu Bölgede meydana gelen gelişmeler, bölgenin iki önemli gücü olan Türkiye ve Đran’ın da bölgesel politikalarını etkilemiştir. Türkiye, Arap Baharı ile birlikte bölgede “komşularla sıfır sorun” politikasını izleyemez duruma gelmiştir. Arap Baharı, Türkiye’nin Irak, Đran ve Suriye’yle olan ilişkilerinde uygulamaya çalıştığı bu politika uygulanamaz hale getirmiştir. Öte taraftan, Arap Baharı, Türkiye’nin tarafını net olarak belirlemesine de yol açmıştır. Đran’ın nükleer programı üzerinden Batı ile gerginlikler yaşayan Türkiye, gelişmelerin etkisiyle Batı Bloğundan ayrı davran(a)madığını kabul eden adımlar atmıştır. Bunun en açık göstergesi Füze Savunma Sistemi’nin topraklarına konuşlandırılmasını kabul etmesidir. Muhtemeldir ki, Türkiye, Ortadoğu’da bu gelişmeler yaşanmasaydı ABD ile Đran’a yaptırımlar konusunda ciddi bir kriz yaşayacaktı. NATO üyesi bir ülkenin NATO yaptırımlarını uygulamaması büyük sorunlara yol açacaktı. Nitekim, Türkiye, Đran’dan aldığı petrolü azaltıp, Libya’dan petrol alımını arttırması bu yaptırımları uygulamaya başladığının en açık göstergesidir.7 Đran, gelişmeler Suriye’ye sıçramadan önce halk hareketlerine olumlu yaklaşmıştır. Đran, bu süreçte ABD’nin bölgedeki etkisinin kırılacağını ve bölgede Đslamcı yönetimlerin başa geleceğini ummuştur. Ancak olayların Suriye’ye sıçraması Đran’ı endişelendirmiştir. Đran, Suriye’deki ayaklanmaları Tahran-Şam-Hizbullah ittifakını yıkmaya çalışan Batı’nın bir komplosu olarak görmektedir. Nitekim, diğer ülkelerde ayaklanmalar hemen hemen aynı zamanda ortaya çıkmasına karşın Suriye’de gösterilerin üç ay sonra başlaması ve gösterilerin diğer ülkelerdekilerin aksine başkentte değil de taşrada ortaya çıkmasının bunun en açık göstergeleri olduğuna inanmaktadır. Bölgede Esad yönetiminden yana tavır alan Đran buna karşın Esad’ın gerekli 7 “Tüpraş Đran’dan Aldığı Petrolü Azaltıyor”, http://www.finansglobal.com/featured/tupras-irandan-aldigi-petrolu-azaltiyor/, (Erişim Tarihi 29 Mayıs 2012). 230 reformları hayata geçirmesi gerektiğini vurgulamıştır. Đran da çıkarları için Çin ve Rusya gibi Esad yönetiminin reform yolu ile iktidarda kalmasını sağlamaya çalışacaktır. Đran için en kötü senaryo Esad rejiminin düşmesi olacaktır. Bu durumda, Đran hem bölgedeki en önemli müttefikini kaybedecek hem de dış politika ve savunma stratejisinde kritik öneme sahip Hizbullah ile bağlantı noktasından mahrum kalacaktır. Bu nedenle Đran, Arap devrimlerinin etkili olduğu diğer ülkelerin aksine Suriye’deki muhalif harekete karşı ilgisiz kalmış ve dikkatini Suriye’de Esad rejiminin devamı ve istikrarın sağlanması üzerine yoğunlaştırmıştır.8 Esad rejiminin düşmesi Đran üzerinde uluslararası baskının da artmasına yol açacaktır. Đran’ın yönetiminin Suriye’ye destek vermesinin önemli bir nedeni de budur.9 Đranlı yetkilere göre Suriye’de istikrarsızlık bütün bölgede istikrarsızlığa yol açacaktır ve bölge dış güçlerin müdahalesine açılacaktır. Đran’da küçük bir grup, Esad rejimine koşulsuz destek vermek yerine muhalefetle de ilişkiye geçilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Aksi taktirde, Esad rejiminin düşmesi halinde Đran’ın bölgede etkisini yitireceğini belirtmektedirler. Đran yönetimi buna karşın Esad yönetimini desteklemeye devam etmiştir.10 Öte yandan, Đran rejiminin pragmatik nedenlerle Tunus ve Mısır’daki ayaklanmaları desteklemesi Đran’da ileride siyasi değişim konusunda ortaya çıkabilecek olaylar karşısında Đran’ı daha fazla baskıya maruz bırakacaktır. Suriye’de isyanın bastırılıp Esad rejiminin devam etmesi halinde Suriye tamamen Đran’ın etkisi altına girecektir. Bu durumda, Türkiye’nin Suriye ile eskisi gibi “dostane” ilişkilerini sürdürmesi çok zordur. Đran, Esad rejiminin kurtarılamayacağını anladığı anda Esad yönetiminden desteğini çekerek yeni yollar arayacaktır. Bu noktada, Đran, Suriye’de çıkarlarını korumak için muhalefetle ilişkiye girmeye çalışacaktır. Fakat, muhalefetle diyaloga girme noktasında şu ana kadar bir adım atmayan Đran’ın ilerleyen süreçte muhalefetle ilişki kurmak zorunda kalırsa işi hiç kolay olmayacaktır. En iyi senaryo olarak görülen, Suriye’de Esad yönetiminin gitmesi ve sonrasında ülkenin iç savaşa sürüklenmeden istikrarlı bir rejimin kurulması durumunda Đran’ın tavrı bu yönetime göre değişecektir. Bu noktada en belirleyici dinamik kurulacak yeni yönetimin genelde Batı’ya özelde Đsrail’e yönelik tutumu olacaktır. Đsrail ile iyi ilişkiler kurma yönünde adımlar atacak yeni yönetim muhtemelen Đran’ın çeşitli saldırılarına maruz kalacaktır. Yeni yönetimin Đsrail karşıtı olması durumunda ise en büyük desteği Đran’dan göreceği kuşkusuzdur. Esad yönetiminin düşmesi halinde ülkenin kanlı bir iç savaşa sürüklenmesi de büyük bir ihtimaldir. Muhalif Selefiler ile Alevi ve Şiiler arasında kanlı bir iç çatışma yaşanması muhtemeldir. Bu durumda Đran iç çatışmanın taraflarından bazılarına çıkarları doğrultusunda destek olacaktır. 8 Ali Bigdeli, “Iran’s Irreversible Path in Syria”, Iran Diplomacy, 9 Ağustos 2011, http://www.payvand.com/news/11/aug/1082.html (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012). 9 Kaveh L. Afrasiabi, “Iran-Syria Alliance on Uncertain Ground”, Asia Times, 21 Temmuz 2007. 10 Mahan Abedin, “Iran Banks All on Assad’s Survival”, Asia Times, 17 Ağustos 2011. 231 Suriye’de Đran etkisinin, Esad yönetimi düşse de, tam anlamıyla yok olacağını söyleyemeyiz. Ama önemli olan bu etkinin yok olup olmamasından öte bu etkinin yoğunluğudur. Sürekli olarak ABD ve Đsrail tarafından güvenlikleştirilen Đran, bu ülkelerden yönelebilecek bir saldırı tehdidi altındadır. Suriye’de yaşanan gelişmeler, Đran’a yönelik olası bir müdahaleyi geciktirici bir etki yapmaktadır. Müdahaleyi geciktiren diğer önemli faktör ABD’de Kasım 2012’de yapılacak olan seçimlerdir. Seçim yılında Obama yönetiminin Đran’a müdahale etmesi pek olasılık dahilinde görülmemektedir. Đran’a yönelik olası bir saldırı bu konjonktürde ancak Đsrail tarafından koordine edilebilir. ABD ise sadece kolaylaştırıcı rolünü oynayacaktır. Başka bir deyişle, Suriye’ye müdahalede ABD, ön planda olmayacaktır ve kolaylaştırıcı rolünden fazla bir sorumluluk almayacaktır. Đran’a yönelik olası bir müdahale, Esad rejiminin ömrünü uzun bir dönem uzatacaktır. Hatta Esad rejiminin iktidarda kalmasına bile yol açabilir. Suriye’ye müdahalede diğer küresel aktörler söz konusu maliyetin altına girmek istememektedirler. Türkiye-Đran ilişkileri Suriye’de yaşanan olaylar nedeniyle olumsuz etkilenmiştir. Türkiye, Batılı güçlerin yanında yer alarak Esad rejiminin karşısında yer alıp muhalif güçlere destek vermektedir. Đran ise Esad rejimin devamını desteklemektedir. Bu süreçte iki ülke arasında küçük çaplı gerginlikler yaşanmıştır. Đran, Esad yönetimine destek sağlamak için Dera’daki gösterilerin ortaya çıkmasıyla birlikte Suriye’ye hava yoluyla silah göndermeye başlamıştır.11 Bunun üzerine Türkiye’de müdahalede bulundu ve Đran kargo uçaklarından birini Diyarbakır Havaalanı’na indirip uçağa el koydu.12 Bu süreçte, Đran’ın önceliği bellidir. Bu nedenle tutumu da bellidir. Nükleer programını bir an önce tamamlamak ve Ortadoğu ülkelerindeki Şii nüfusu kendisine bağlayarak bir blok oluşturmak. Bunun için Suriye, Đran için vazgeçilmez bir müttefiktir. Şii Hilali’ni Suriye üzerinden Lübnan’a ulaştırma amacındadır. Böylece, kendisine yönelik herhangi bir silahlı saldırıya Lübnan’da Hizbullah ve Gazze’de Hamas aracılığıyla karşılık vermeyi planlamaktadır. Suriye, bu süreçte büyük güçler arasındaki güç mücadelelerinde adeta bir satranç tahtası haline gelmiştir. Suriye’yi diğer ülkelerden ayrı kılan önemli bir ayrıntı bu ülkede rejimin hala içeriden bir bölünme yaşamamış olmasıdır. Çatışmalar büyük ölçüde rejim yanlıları ve muhalifler arasında yaşanırken ülke gün geçtikçe bir iç savaşa sürüklenmektedir. Đnsani durumun dramatik hale geldiği ülkede dış müdahale de bu aşamada oldukça zor görünmektedir. Mevcut koşullarda Suriye’de sürecin uzun süreceğini söyleyebiliriz. Batı, Suriye’ye yönelik yaptırımlarını arttırma yoluna gidecektir. Esad, iktidarını korumak için bölgesel ve küresel kozlarını son ana kadar oynamaktan vazgeçmeyecektir. Esad yönetimi elindeki kozlarını kaybettiği durumda Kaddafi ile aynı sonu paylaşacaktır. 11 12 Yusuf El Şerif, “Sünni Kıyafeti Ankara’ya Dar!”, El Hayat Gazetesi, 24 Temmuz 2011. Canan Altıntaş ve Serdar Sunar, “Đran Uçağı Zorla Diyarbakır'a Đndirildi”, Radikal Gazetesi, 16 Mart 2011, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1043105&CategoryID=77, (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012). 232 Đki ülke arasındaki bir diğer rekabet alanı Irak’tır. Đran ve Türkiye, Irak üzerinde nüfuzlarını arttırma konusunda birbirleriyle mücadele etmektedirler. Bu mücadele ABD’nin askerilerini çekme kararından sonra çok daha belirgin hale gelmiştir. Irak’ta Türkiye’nin hızlı ekonomik yükselişi ve Irak’ın yeniden inşasında ve altyapısında oynamayı istediği etkin rol, Đran’ın Irak üzerindeki nüfuzunu törpüleyen bir etkendir. ABD, yönetimi Türkiye’nin Irak’ta artan bu rolünü Đran’a karşı ciddi bir alternatif olarak kullanabilir. Sonuç Yerine: Ortadoğu Nereye? Ortadoğu bölgesinde çok önemli bir dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşüm sürecinde, önemli olan girdilerin neleri nasıl dönüştürüp, hangi modellerin ve parametrelerin ne şekilde etkileneceğidir. Günümüzde bunların sonucunun ne olacağını tam olarak öngörmek imkansızdır. Fakat süreç, çok bilinmeyenli bir denklem gibi görünmesine karşın bazı pozisyonların neden alındığı kolay anlaşılabilir. Bölge meydana gelen gelişmeler hem bölgesel hem de küresel güçlerin bölgeye ilişkin algılamalarını ve politikalarını önemli ölçüde etkilemiştir. Bölge bir geçiş dönemi yaşamaktadır. Bu süreçte diğer aktörler kendi çıkarları doğrultusunda bölgedeki gelişmeler karşısında pozisyon almaktadırlar. Gerek bölgesel gerekse küresel aktörlerin bu yönde politikalar izlemesi nedeniyle geçiş süreçleri, içeride kanlı mezhepsel, siyasi ve etnik çatışmaları körükleyecektir. Tunus’ta bu süreç nispeten sakin geçmesine ve Mısır’da Mübarek ve Libya’da Kaddafi yönetimleri gitmiş olmasına karşın bu ülkelerde çatışmalar hala devam etmektedir. Suriye’deki durum ise çok daha karmaşıktır ve muhtemelen Esad yönetimi gitse de ülke kanlı bir iç savaşa sürüklenecektir. Suriye’de yaşanacak olası bir iç savaşın bölgesel etkilerinin olacağı kesindir. Bu, gerek ülkeyi gerekse bölgeyi istikrarsızlık, belirsizlik ve kaosa sürükler ve bölgede kutuplaşmaları daha da keskinleştirir ve hızlandırır. Suriye meselesinin çözülmesi için Rusya’nın devreye girmesi gerekmektedir. Bunun içinde Birleşmiş Milletler’in Rusya’yı ikna etmesi gerekmektedir. Bu da oldukça zordur. Suriye bölgesel konumu ve tarihsel özellikleri itibariyle kendi sınırlarının ötesinde anlamı olan bir ülkedir. Suriye’de meydana gelen her olay doğrudan Irak, Đsrail, Ürdün, Türkiye ve Lübnan üzerinde sonuçlar doğuracaktır. Suudi Arabistan bu gelişmelerden etkilendiği gün bütün dünya bir kaosa sürüklenir. Dünyayı o kaostan çıkarmak da pek kolay olmayacaktır. Bu nedenle, Suriye’nin geleceği hem bölgesel hem de küresel dengeler açısından büyük önem arz etmektedir. Mısır, Libya ve Tunus’ta Amerika yanlısı yönetimlerin iktidardan düşmeleri Đran’ın bölgesel manevra alanını artırmıştır. Buna karşın, bölgede meydana gelen gelişmelerin Đran’a sıçrama olasılığı da Đranlı yöneticilerce göz ardı edilmemektedir. Öte yandan, Suriye’de Esad rejiminin düşmesi Đran’ın bölgedeki manevra alanını oldukça sınırlayacaktır. Böyle bir durumda, Đran’ın Suriye üzerinden Hizbullah ve Hamas’ı kontrol etmesi zorlaşacak olan Đran’ın Şii Hilali’ni gerçekleştirebilmesi pek mümkün olmayacaktır. 233 Arap Baharı, Türkiye açısından yeni meydan okumaları beraberinde getirdi. Bölgesinde güçlü bir aktör olmak isteyen Türkiye, bunun için Ortadoğu’ya ilişkin kayda değer bir strateji ortaya koymalıdır. Çünkü bölgesel güç olmak demek bölgede bütün sorunlu meselelerde kilit konumda ve fikrine başvurulması zorunlu bir güç olmak demektir. Kuşkusuz Türkiye, ABD’nin Irak ve Afganistan’dan çekildiği bir süreçte ortaya çıkan güç boşluğunda daha etkin olacaktır. Ancak bu kendi siyasetinin başarısından veya kendi gücünden değil, coğrafyasının önemi ve NATO’daki üyeliğinden kaynaklanacaktır. Bu süreçte, Türkiye, laik, demokratik yapısıyla bölge ülkeleri için bir ilham kaynağıdır; bir model değildir. Türkiye’nin nevi şahsına münhasır bir tarihsel deneyimi vardır. Ama Türkiye’nin deneyimi Türkiye’ye hastır. Bölgedeki her ülkenin de kendisi has bir tarihsel deneyimi bulunmaktadır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ise bölgeye model olabilir. Türkiye’nin son dönemde bölge ülkeleriyle geliştirdiği dostane ilişkilere ve akrabalık bağlarına dayanarak bölgede geçiş reformlarına öncülük etmesinin beklenmesi ve sözün dinleneceğini düşünülmesi ise aşırı iyimserlik olur. Bölgede Đran ve Suriye kendilerini güvenli kılmak için mücadele ederken büyük güçler bölgeyi yeniden kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için çalışacaklardır. Bu süreç, bölgeye yönelik yeni dış güç müdahalelerine yol açabilir. Ancak Arap Baharı sonrası yeni siyasal gündemlerle ortaya çıkacak devletlerin hem kendi ülkelerinde hem de bölgelerinde istikrarlı yapılar kurup kuramayacakları ve bölge dışındaki güçlerin bu mesafeli duruşlarını muhafaza edip edemeyecekleri önemli bir soru işaretidir. KAYNAKÇA • Abedin, Mahan, “Iran Banks All on Assad’s Survival”, Asia Times, 17 Ağustos 2011. • Afrasiabi, Kaveh L., “Iran-Syria Alliance on Uncertain Ground”, Asia Times, 21 Temmuz 2007. • Altıntaş Canan, ve Sunar, Serdar, “Đran Uçağı Zorla Diyarbakır'a Đndirildi”, Radikal Gazetesi, 16 Mart 2011, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType= RadikalDetayV3&ArticleID=1043105&CategoryID=77, (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012). • Bigdeli, Ali, “Iran’s Irreversible Path in Syria”, Iran Diplomacy, 9 Ağustos 2011, http://www.payvand.com/news/11/aug/1082.html (Erişim Tarihi 1 Haziran 2012). • Chossudovsky, Michel, “The Protest Movement in Egypt: ‘Dictators’ Do not Dictate, They Obey Orders”, http://www.globalresearch.ca/index:php?context=va&aid=22993, (Erişim Tarihi 2 Haziran 2012). • Donovan, G. Murphy, “Democracy’s Hard Spring”, http://www.economist.com/node/18332630, (Erişim Tarihi 28 Mayıs 2012). 234 • Friedman, Lara, “Arap Baharı Ortadoğu’ya Nasıl Bir Hava Getirir?”, The Holllings Center for International Dialogue, 15 Nisan 2011. • Korotayev, Andrey V. ve Zinkina, Julia V., “Eygptian Revolution: A Demographic Structural Analysis”, Entelequia, Revista Interdisciplinar, No. 13, 2011. • Kuloğlu, Armağan, “Libya Harekatı, Gelişmeler ve Türkiye”, Ortadoğu Analiz, ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 28, Nisan 2011. • Oğuzlu, Tarık, “Ortadoğu’daki Halk Hareketleri ve Büyük Güçler”, Ortadoğu Analiz, ORSAM, Ankara, Cilt 3, Sayı 29, Mayıs 2011. • Şerif, Yusuf El, “Sünni Kıyafeti Ankara’ya Dar!”, El Hayat Gazetesi, 24 Temmuz 2011. • “Tüpraş Đran’dan Aldığı Petrolü Azaltıyor”, http://www.finansglobal.com/featured/tuprasirandan-aldigi-petrolu-azaltiyor/, (Erişim Tarihi 29 Mayıs 2012). 235 ARAP ÜLKELERĐNDEKĐ KĐTLE AYAKLANMALARININ TÜRK BASININA YANSIMASI Füsun Alver∗ Neslihan Yolcu∗∗ 1-Giriş Yirminci yüzyılın birinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve bölgede meydana gelen 1 diğer gelişmeler ile değişim sürecine giren Ortadoğu ülkeleri, sahip oldukları zengin petrol ve doğalgaz kaynakları nedeniyle ilk önce İngiltere ve Fransa’nın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise, Amerika Birleşik Devletlerinin (ABD) etkisi ve denetimi altına girmiştir. Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle ABD hükümetleri, ABD ordusunu bölgeye yerleştirerek ve bölge devletlerinin yöneticileri aracılığıyla denetimini güçlendirmeye çalışmıştır. Bölgedeki devletlerin totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıya sahip olmaları, yabancı devletlere ekonomik bağımlılığa karşı durulmasını güçleştirdiği gibi demokratik bir siyasal yapının kurulmasını da engellemiştir. Arap ülkelerinin totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıları, demokrasinin ve sivil toplum örgütlerinin gelişimine olanak tanımamıştır. 2 Arap ülkelerinde sınırlı olarak görülen siyasal ve toplumsal değişim amaçlı sosyal hareketler , ABD ve Avrupa Birliği (AB) ülkelerinin de etkisiyle bu ülkelerdeki Arap diasporası tarafından yönlendirilmeye çalışılmıştır. ∗ Prof. Dr .,Kocaeli Üniversitesi, Đletişim Fakültesi ∗∗ Araş. Gör., Kocaeli Üniversitesi, Đletişim Fakültesi 1 Arap ülkelerinde petrol çıkarma ve üretme faaliyetleri Birinci ve Đkinci Dünya Savaşı yıllarında sınırlı olarak gerçekleştirilmiş ancak Đkinci Dünya Savaşı’ndan sonra önem kazanmıştır. Bkz. Roger Owen ve Şevket Pamuk, Yirminci Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, Đstanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2002, s.307. 2 Sosyal hareket, toplumun giderek artan bir bölümünün davranışlarında, alternatif amaçları ya da araçları kullandığı dinamik bir süreci ifade etmektedir. Sosyal hareketler, toplumu derinden etkilemekte ve topluma dolaysız siyasi etkide bulunmaktadır. Sosyal hareketlerin çeşitli biçimleri vardır. Bunların arasında yurttaş hareketleri, toplumsal bir kuruma katılma, kurumların modernleştirilmesi ve demokratikleştirilmesi hareketleri ve öğrenci hareketleri belirtilebilir. Bkz. Hartmut Esser, Soziologie. Spezielle Grundlagen. Die Konstruktion der Gesellschaften, Cilt II, Franfurt am Main, Campus Verlag, 2000, s.104 v.d. 236 2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta üniversite mezunu işsiz bir gencin, içinde bulunduğu ekonomik durumu protesto etmek için kendini yakmasıyla başlayan ve Fas, Cezayir, Mısır, Libya, Ürdün ve Yemen’e kadar pek çok Arap ülkesine kadar yayılan kitle ayaklanmaları, Arap devletlerinin totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapılarını sarsmıştır. Ancak bazı Arap ülkelerinde siyasal ve sosyal değişim amaçlı sosyal hareketlerin 1980’li yılların başında ortaya çıktığını belirtmek gerekmektedir. Fas, 3 Tunus ve Cezayir’de , 1980’li yılların başında siyasal çoğulculuk sağlama çabaları başlamış; 1981 yılında resmi olarak kurulan İslami Eğilim Hareketi, geleneksel İslami ideolojinin revizyonunu öngörmüş ve sosyal demokrasi yönelimi ile yeni ekonomik ve sosyal koşullar oluşturmayı 4 amaçlamıştır . Kuzey Afrika’da köktenci olmamakla birlikte siyasal ve toplumsal değişimi amaçlayan sosyal hareketler, Soğuk Savaş ve 11 Eylül 2001’de ABD’ye yönelik terör saldırısı sonrasında batılı ülkelerden gelen baskılar nedeniyle de bir ölçüde artmış ancak Tunus’ta başlayan ayaklanmalara kadar gelişme kaydetmede çok yavaş bir seyir izlemiştir. Arap ülkelerinde kitle ayaklanmalarına farklı toplumsal kesimlerin katıldığı gözlenmiştir. Tunus’taki ayaklanmalarda gençler, işsizler, öğrenciler ve kadınlar yer almışlar, İslamcılar ise, Mısır’daki Müslüman kardeşlerden farklı olarak protestolara mesafeli durmuşlardır. Bu ülkede ayaklanmalar, Libya ve Suriye’den farklı olarak zayıf bir muhalefetin yönlendirmesi ile değil, kendiliğinden ortaya çıkmış ve bu nedenle siyasal iktidar 5 tarafından durdurulması daha zor olmuştur . Tunus gibi Mısır’da da ordu, toplumsal değişim hareketlerinin karşısında yer almamış ve geçtiğimiz ilkbaharda siyasal yapının reforma tabi tutulması için önemli adımlar atılmıştır. Libya’da ve Suriye’de ise, halkın bir bölümü, gerçekleştirileceğini umdukları siyasal ve ekonomik yapının değişimi için protesto eylemlerine destek verirken, bir bölümü siyasal iktidara destek vermiş ya da baskısı altında kalmıştır. Libya’da siyasal iktidarın muhalifleri, Kuzey Atlantik İttifakı’nın (NATO) desteği ile Devlet Başkanı Kaddafi’nin siyasal iktidarını sona erdirmeye çalışmaktadırlar. Suriye’de, farklı sosyal sınıfların ve siyasi eğilimlerin oluşturduğu muhalefet ittifakı, Devlet Başkanı Esad’ın 3 Cezayir’de Đslami bir demokrasinin kurulması için 1988-1992 yılları arasında çaba gösterilmiştir. Bkz. Reinhard Schulze, “Die arabiche Welt in den jüngsten Gegenwart 1986-2000”, Ulrich Haarmann (der.)., Geschichte der Arabischen Welt, München, Verlag C.H.Beck, 2004, s. 618. 4 Đslami yönelime sahip bir anlayışının gelişimine öncülük eden bu hareket, çokeşliliğin ret edilmesi, devletin şiddet gücünün tanınması ve Đslami hukuk konularında dikkatli bir yönelime sahip olmuştur. Bkz. Reinhard Schulze, age. s. 608. 5 Tunus’ta yapılan protestolarda Devlet Başkanı Bin Ali, radikal reformlar yapılacağının sözünü vermesine rağmen inandırıcı olamamış ve ordunun da etkisi ile siyasal iktidarını bırakmak zorunda kalmıştır. Fas Kralı Muhammed bir ölçüde inandırıcılık sağlayarak, siyasal ve ekonomik alanlarda reform sözü vermiştir. Mısır’da ise Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek, siyasal iktidarını bırakmak zorunda kalmış ve karar ve uygulamalarından dolayı yargı karşısına çıkarılmıştır. 237 siyasal yönetimine karşı ayaklanmıştır. Şii grupların ayaklanma çıkardıkları Yemen’in ise, bir iç savaşa sürüklenme olasılığı bulunmaktadır. ABD ve Suudi Arabistan, Yemen’de bir koalisyon hükümeti oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bir diğer Arap ülkesi olan Bahreyn’de ayaklanmalar ülke çapında yayılmış ve Monarşi’ye son verilmiştir. Benzer şekilde Ürdün’de sosyal, ekonomik ve siyasal alanlarda reform yapılması talebiyle ayaklanmalar ülke çapında yayılmış; genel grevler ilan edilmiştir. Kitle ayaklanmalarının ortaya çıktığı Arap ülkelerinin tümünün aynı yapıda olmamakla birlikte totaliter ya da yarı totaliter siyasal yönetim biçimine sahip oldukları görülmektedir. Totaliter siyasal yapılar, egemenliğin diktatörlük biçimini ifade etmektedir ve totaliter devletlerin tipik bazı özellikleri 6 bulunmaktadır . Bu siyasal yapılarda; güçler ayrımına, farklı siyasi görüşlere sahip siyasi partilere yer verilmemekte ve egemenlik diktatörün elinde bulunmaktadır. Yurttaşlık ve insan haklarının kabul görmemesi, düşünce, inanç, vicdan ve basın özgürlüğüne izin verilmemesi, istihbarat sisteminin yurttaşların özgür yaşamını denetim altında tutması, bu siyasal yapıların temel özellikleri arasında bulunmaktadır. Kolektivite bireyin önüne geçmekte, bireyin özel yaşamı ve düşünceleri, kitle iletişim araçları, propaganda ve eğitim sistemi ile biçimlendirilmeye çalışılarak, eleştirel bilinç ve düşünce köreltilmeye çalışılmaktadır. Kitle ayaklanmalarının ortaya çıktığı Arap ülkelerinin siyasal yapıları gibi ekonomik yapıları da bir ölçüde birbirine benzemektedir. Suriye, Yemen, Lübnan ve Ürdün gibi küçük ülkelerin petrol geliri yoktur. Lübnan ve Ürdün, İkinci Dünya Savaşı sonrasında siyasi ve jeopolitik sınırlandırmalar nedeniyle ticaret ve finans alanında gelişme sağlamaya çalışmıştır. Suriye ise, bu alandaki gelişmeleri uzaktan izlemiş ve içe dönük yapısını korumuştur. Yemen, önemli tarım kaynaklarına rağmen asıl gelirini yurt dışına giden işçi dövizlerinden sağlamıştır. 1970’li yılların ortalarından itibaren bölgede piyasa güçlerine dayanılması, özel sektörün teşvik edilmesi ve uluslar arası pazara yönelinmesini kapsayan uzun vadeli bir ekonomi programı uygulanmaya başlanmıştır. Bunun sonucunda bölgedeki ülkelerin çoğu içe dönük ekonomi stratejilerine son vermek ve ekonomilerini uluslararası piyasalara açacak şekilde yeniden düzenlemek zorunda kalmışlardır. Bölgedeki ülkelerin ekonomileri, savaşların etkisiyle de önemli güçlüklerle karşılaşmıştır; 1990’dan bu yana ise, bölgenin birçok kesimi Körfez 6 Hans-Joachim Lieber, “Zur Theorie totalitaerer Herrschaft”, Hans Joachim Lieber (der.)., Politische Theorien von der Antike bis zur Gegenwart, Bonn, Bundeszentrale für Politische Bildung, 1993,s. 883 v.d.; Heinz Pürer, Publizistik- und Kommunikationswissenschaft, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2003, s. 420 v.d. 238 Savaşı’nın yarattığı yıkımı iyileştirmeye çalışmaktadır. Petrol ihraç etmeyen Arap ülkeleri açısından en büyük sorun, bu ülkelerin kendi göreceli pazar avantajları çerçevesinde giderek daha acımasız rekabet koşullarına sahne olan dünya pazarlarına mal ve hizmet ihraç etmelerine olanak sağlayacak 7 boşlukları bulabilmeleridir . Zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip olan Arap ülkeleri ise, Kuzey Denizi, Orta Asya ve diğer petrol ülkeleri ile rekabet etmektedir; bu ülkeler, dünyanın en zengin kaynaklarına sahip olmalarına rağmen rant kapitalizmi, otoriter koşulları sorgulamaktan 8 ziyade sağlamlaştırmıştır . Bu çerçevede Arap ülkelerinde ortaya çıkan ve içinde laik, liberal, sol ve dini yönelime sahip grupların bulunduğu protesto eylemcilerinin siyasi bir hedefi bulunmakla birlikte eylemlerine ekonomik güçlüklerin de yön verdiği görülmektedir. 9 Yoksulluk, giderek yükselen işsizlik ve enflasyon oranları, temel gereksinim maddelerinin yokluğu ve küresel kapitalist ekonomik sistemin krizi ve ulusal ekonomiler üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, kitle ayaklanmalarının ekonomik nedenleri arasında yer almaktadır. Bunun yanında ayaklanmacılar; siyasal iktidarların yolsuzlukları, siyasal baskılara karşı durma, siyasal katılımın genişletilmesi, toplumsal dengenin sağlanması, etnik ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve siyasal rejimin bertaraf edilmesine kadar geniş bir alanda taleplerini ortaya koymuşlardır. Protestoların ortak yönü sosyal, 10 ekonomik ve siyasal talepleri bir araya getirmeleridir . Kitle ayaklanmaları, uzun vadede ekonomik yapının iyileştirilebileceği ve siyasal yapının demokratikleştirilebileceği doğrultusunda umut vermekle birlikte reformların kısa sürede gerçekleşmesi, bu ülkelerin sahip oldukları iç dinamikler ve dış çevrelerin yönlendirme ve etkilerinden dolayı pek olası görülmemektedir; çünkü bu ülkelerde demokratik siyasal kültürün gelişimi zaman gerektirmektedir. Bunun yanında jeopolitik ve stratejik 7 Roger Owen ve Şevket Pamuk age. s. 315,311,322 v.d. 8 Kai Hafez, “Asien”, Siegfried Weischenberg v.d. (der.)., Handbuch Journalismus und Medien, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2005, s.20. 9 Gençler arasında işsizlik oranı Mısır’da %11.4; Cezayir’de %21.5; Bahreyn’de %20.1; Katar’da %10.8; Lübnan’da %20.9; Fas’ta 18.3; Filistin’de %35.3 ve Suriye’de %19.5’tir. Bkz. Muriel Asseburg, “Die Verkrustung bricht auf. Proteste, Aufstaende, Revolten in der arabischen Welt”, Margret Johannsen v.d. (der.)., Friedensgutachten 2011, Berlin, LIT Verlag, 2011, s. 34. 10 Muriel Asseburg, age. s.47 v.d; Atef Ben Bouzid, Demokratisierung der arabischen Welt mit Hilfe der neuen Medien, Berlin,Universitaetsverlag der TU Berlin, 2011, s. 151 v.d.; Dorothea Heymann-Reder, Social Media Marketing: Erfolgreiche Strategien für Sie und Ihr Unternehmen, München, Addison-Wesley Verlag, 2011, s. 20. 239 konumları ve sahip oldukları zengin petrol ve doğalgaz kaynakları, ABD ve AB ülkelerinin ekonomik ve siyasal ilgilerinin bu bölgeye odaklanmasına neden olmakta, rekabet ve iktidar çatışmalarını beraberinde getirmektedir. Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, tüm dünyada 11 12 geleneksel kitle medyasında ve yeni medya içinde yer alan sosyal medyada geniş yer bulmuş ve dünya kamuoyunun ilgisini çekmiştir. Kitle medyası, farklı sosyal alanlardan veri toplamakta, veriyi kendi üretim ve sunum yasalarına göre işleyerek, habere dönüştürmekte ve siyasal, ekonomik ve sosyal gerçekliğin yeniden üretilmesinde ve tasarlanmasında etkili olmaktadır. Bu çerçevede Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle hareketlerinin, ülkemiz kitle medyasında içeriksel ve biçimsel olarak nasıl haberleştirildiği, topluma sunulduğu ve fikir oluşum sürecine etki eden köşe yazarları tarafından nasıl yorumlandığı önem kazanmaktadır. Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmalarının tarihsel, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel boyutları vardır. Kitle medyasının olayları haberleştirirken, gerçekliği deforme etmesi bir problem oluşturmaktadır. Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, kitle medyası tarafından ulusal ve uluslar arası ekonomi yapısının bağlamından sınırlandırılarak ve ağırlıklı olarak diktatör figürüne odaklanılarak, siyasal yapı ve demokrasi sorununa indirgenerek haberleştirilmektedir. Bunun yanında popüler gazetecilik yönelimine sahip olan kitle medyası, olayları nesnel olarak haberleştirmemekte ve sansasyonel olarak sunmaktadır. Bu çalışma; araştırmayı gerçekleştiren araştırmacıların iletişim bilimci olmaları nedeniyle Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmalarının siyasi bir analizinin yapılmasını değil, kitle iletişimi perspektifinden incelenmesini amaçlamaktadır. Arap devletlerinin totaliter ya da yarı totaliter 13 yapıları nedeniyle bu zamana kadar yapılan araştırmalarda bu ülkelerin kitle iletişim alanı, Otoriter Kitle İletişim Kuramı perspektifinden analiz edilmiştir. Ortaya çıkan değişim süreci ise, farklı bir kuramsal perspektif olan Entegratif Sosyal Kuramların göz önünde bulundurulabileceğini göstermektedir. Bu nedenle Arap ülkelerindeki kitle iletişim alanının, Otoriter Kitle İletişim 11 Geleneksel kitle medyası kavramı; gazete, dergi, meslek dergileri ve ilan gazetelerinin yanında kitap, televizyon, radyo ve sinemayı da ifade etmektedir. Bunların yanında reklam broşürleri ve afişler de geleneksel medya içinde yer almaktadır. Geleneksel kitle medyası, dolaysız olarak belirli bir hedef kitleye yönelmektedir. 12 Đlk önce radyo, televizyon ve videoyu ifade eden yeni medya kavramı, 1990 yılından itibaren elektronik, dijital ve etkileşime dayanan medyayı içerecek şekilde genişletilmiştir. Yeni medya, yeni ya da yenilenmiş teknoloji yardımıyla enformasyon elde edilmesine, işlenmesine, depolanmasına ve iletilmesine olanak sağlayan tüm yöntem ve araçları ifade etmektedir. Bkz. Dietrich Ratzke, Handbuch der Neuen Medien, Stuttgart, Deutsche Verlagsanstalt, 1982, s.46. 13 Jan Claudius Völkel, Die Vereinten Nationen im Spiegel führender arabischer Tageszeitungen, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2008; Bkz. Reinhard Schulze, age.; Hans-Joachim Lieber, age. 240 14 Kuramının yanında Entegratif Sosyal Kuramlar perspektifinden de analiz edilmesi yararlı olacaktır. Çalışmada kuramsal çerçevenin çizilmesinden sonra Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının Türkiye’de gazete haberlerine yansıması ve köşe yazarları tarafından ele alınışının içeriksel özelliklerinin incelenmesini amaçlanmaktadır. Bu çerçevede araştırmanın temel soruları şöyle belirlenmiştir: Yakın bir zamana kadar totaliter ya da yarı totaliter bir siyasal yapıya sahip olan ve bu yapıyı hala tamamen ortadan kaldıramamış Arap ülkelerindeki kitle iletişim alanını, Otoriter Kitle İletişim Kuramı ve Entegratif Sosyal Kuramların açıklama yetkinliği ve potansiyeli ne ölçüde vardır? 15 Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, araştırma objesi olarak seçilen gazetelere , gazetelerin yayın kimlikleri ve yayın politikaları çerçevesinde ne ölçüde, nasıl ve hangi bağlamlarda yer almaktadır? Gazetelerde temsil edilen haber aktörleri, ayaklanma olaylarını hangi bağlamda nedenselleştirmekte ve hangi çözüm önerilerini getirmektedirler? İnceleme kapsamına alınan gazetelerde köşe yazarları, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını, hangi bağlamlarda problemleştirmekte, nedenselleştirmekte ve çözüm önerileri formüle etmektedirler? 2- Otoriter Kitle İletişim Kuramı ve Entegratif Sosyal Kuramlar Perspektifinden Arap Ülkelerinde Yapı, Aktör ve Kitle Medyasının Karşılıklı Etki İlişkilerinin Analizi Arap ülkelerinde giderek yayılan kitle ayaklanmaları, totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapılarda sarsıntılara neden olmuş ve bazı diktatör yöneticilerin siyasal iktidarına son verilmesini beraberinde getirmiştir. Siyasal yapının güçlü, bireylerin ve kitle medyasının eylem alanlarının çok sınırlı olduğu Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmaları, bireylerin, toplumsal grupların ve kitle 14 Sistem Kuramı ve Eleştirel Eylem Kuramı perspektifinden gerçekleştirilen çalışmalarda, “sistem” ve “özne” ayrımının kesin sınırlarla birbirinden ayrılması, sosyal bilimler alanında sosyal olguların açıklanması krizine yol açmış ve geçen yüzyılda 90’lı yıllardan itibaren sistem ile özne ya da yapı ile eylem arasındaki ikiliği ortadan kaldırmayı amaçlayan Entegratif Sosyal Kuramlar perspektifinin geliştirilmesini beraberinde getirmiştir. Bkz. Niklas Luhmann, Soziale Systeme. Grundriss einer allgemeinen Theorie, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1984; Manfred Rühl, Journalismus und Gesellschaft. Bestandsaufnahme auf Theorieentwurf, Mainz, Hase & Kochler, 1980; Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, Cilt I ve II, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1981a, 1981b; Achim Baum, Journalistisches Handeln. Eine kommunikationstheoretisch begründete Kritik der Journalismusforschung, Opladen, Westdeutscher Verlag, 1994; Füsun Alver, Gazetecilik Bilimi ve Kuramları. Gazetecilik Kuram Tasarımlarını Türkiye’deki Gazetecilik Sistemi ve Uygulamalarıyla Sınama Denemesi, Đstanbul, Kalkedon Yayınları, 2011; Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri. Sosyal Analizde Eylem, Yapı ve Çelişki, çev. Ümit Tatlıcan, Đstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005; Anthony Giddens, Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları. Yorumcu Sosyolojinin Pozitif Eleştirisi, çev. Ümit Tatlıcan ve Bekir Balkız, Đstanbul, Paradigma Yayıncılık, 2003; Anthony Giddens, Üçüncü Yol ve Eleştirileri, çev. Süleyman Nihat Şad, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2001a; Anthony Giddens, Üçüncü Yol- Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, çev. Mehmet Özay, Đstanbul, Birey Yayınları, 2000. 15 Araştırmanın kapsamına ilişkin ayrıntılı bilgiler çalışmanın üçüncü bölümünde yer almaktadır. 241 medyasının, siyasal ve sosyal yapıya etki etme yeteneğine ve potansiyeline sahip olduğunu 16 göstermiştir. Arap ülkelerinde, kitle ayaklanmaları öncesinde, Otoriter Kitle İletişim Kuramının , kitle ayaklanmalarının devamı sürecinde ise, Entegratif Sosyal Kuramlar’ın 17 geleneksel ve yeni medyanın, bireylerin ve toplumsal grupların, siyasal ve sosyal yapıya etki etme potansiyelinin analiz edilmesinde yardımcı olabileceği düşünülmektedir. Bu çerçevede sosyolog Anthony Giddens’in Yapılaşma Kuramı (Strukturasyon), iletişim bilimci Christoph Neuberger’in 19 18 ise, sosyal sistemlere etki etme potansiyeline sahip bir gazetecilik sistemi tasarımı ile kitle medyasını yetkin kullanabilen ve içeriklerine etki etme potansiyeline sahip etkin alımlayıcı tasarımının incelenmesi önem kazanmaktadır. 2.1- Otoriter Kitle İletişimi Kuramı Perspektifinden Kitle Medyasının ve Aktörün Eylem Alanının Sınırlılığı Otoriter Kitle İletişimi Kuramı, devletlerin siyasal ve hukuki yapılarının, kitle iletişimi alanını ve iletişim politikalarını belirlediğini ve biçimlendirdiğini öngörmektedir. Kitle iletişim sürecinde kitle medyası ve birey edilgendir ve eylem alanı yok denecek kadar kısıtlıdır. Kitle iletişim alanında; düşünce ve iletişim özgürlüğü siyasi ve hukuki nedenlerle sınırlandırılmaktadır. Kitle iletişim araçlarının, siyasal iktidarın denetimi ve yönlendirmesi altında bulunduğu bu ülkelerde 16 Hans-Joachim Lieber age. s.883 v.d; Heinz Pürer, age. s. 420 v.d. 17 Entegratif Sosyal Kuramların referans çerçevesini; Sosyo-Kültürel Konstrüktivizm, Aktör-Yapı-Dinamik Kuram Tasarımı ve Yapılaşma Kuramı oluşturmaktadır. Bkz. Martin Löffelholz, “Theorien des Journalismus. Eine historische, metatheoretische und synoptische Einführung”, Martin Löffelholz (der.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2004, s. 57, 62; Anthony Giddens, age. 2005; age.2003; Christoph Neuberger, “Soziale Netzwerke im Internet. Kommunikationswissenschaftliche Einordnung und Forschungsüberblick”, Christoph Neuberger ve Volker Gehrau (der.)., StudiVZ. Diffusion, Nutzung und Wirkung eines sozialen Netzwerks im Internet, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2011, s.33-96; Christoph Neuberger, “Jetzt ist Trumpf. Beschleunigungstendenzen im Internetjournalismus”, Joachim Westerbarkey (der.)., End-Zeit-Kommunikation. Diskurse der Temporalitaet, Berlin, LIT Verlag, 2010, s. 203-221; Christoph Neuberger, “Internet, Journalismus und Öffentlichkeit. Analyse des Medienumbruchs”, Christian Nuernbergk ve Melanie Rischke (der.)., Journalismus im Internet: Profession - Partizipation – Technisierung, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2009, s.19-106; Christoph Neuberger, “Neue Medien als Herausforderung für die Journalismustheorie: Paradigmenwechsel in der Vermittlung öffentlicher Kommunikation”, Carsten Winter v.d. (der.)., Theorien der Kommunikations- und Medienwissenschaft. Grundlegende Diskussionen, Forschungsfelder und Theorieentwicklungen, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2008, s. 251-268; Christoph Neuberger, “Journalismus als systembezogene Akteurkonstellation”, Martin Löffelholz (der.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2004, s. 287-303. 18 Anthony Giddens, age. 2005; age. 2003. 19 Christoph Neuberger, age. 2011;2010;2009;2008 ve 2004. 242 enformasyon, tek yönlü olarak iletilmekte ve kitle medyasından siyasal propaganda aracı olarak yararlanılmaktadır. Totaliter siyasal yapılarda kitle medyası, egemenlerin yönetim ve mücadele aracı olarak kullanılmakta ve varolan politik ve moral değerlerle uyumlu içeriğe sahip olması gerekmektedir. Enformasyon, merkezi olarak örgütlenmiş kitle medyasından iletilmekte; basın açıklamaları hükümet, parti ya da devlet haber ajansları tarafından aktarılmaktadır. Basım ve yayın öncesinde ve sonrasında denetim yapılmakta, eleştirel yaklaşım, cezai sorumluluk getirebilmektedir. Özel mülkiyet sahipleri, gazetecilik alanında faaliyet gösterebilmekte ancak gazetecilik mesleğine giriş devlet tarafından düzenlemekte, denetlenmekte ve gazete çıkarmak için izin alma zorunluluğu 20 bulunmakta, kağıt ve basım araçları temin etmede devlete bağımlılık görülmektedir . Totaliter ya da yarı totaliter bir siyasi yapıya sahip olan Arap ülkelerinin 21 siyasal ve hukuki yapıları, kitle iletişim alanını belirlemekte, kitle medyası ve iletişim politikalarını biçimlendirmektedir. Arap ülkelerinin kitle iletişim alanı düzenlemeleri, totaliter siyasal yapıların tipik özelliklerini taşımaktadır. Arap kitle medyası, resmi kurumlar tarafından denetlenmekte; resmi kurumlar kendi konularını, istek ve değerlerini, amaçlarını ve ayrıntıları gündem oluşturma çerçevesinde kitle medyasına yerleştirmekte ve resmi düşünceyi yaymaktadırlar. Kitle medyası, siyasi iradenin isteğine göre faaliyette 22 bulunmakta, enformasyon ve fikir çeşitliliği sunmamaktadır . Totaliter ve yarı totaliter siyasal yapılarda, kitle iletişim araçlarının yanında bireylerin ve toplumsal grupların da özgürce düşünce iletme ve enformasyona erişme olanakları ve alanları çok sınırlandırılmakta ve sosyal alanlara etki etme potansiyelleri baskı altında tutulmaktadır. 20 Fred S.Siebert, Wilbur Schramm v.d., Four Theories of the Press, Urbana, University of Illinois Press, 1963, s.1-5; s.9; Siebert, Schramm ve Peterson bu çalışmalarında, siyasal yapı tarafından şekillendirilen dört farklı kitle iletişim kuramı geliştirmişlerdir. Bu kuramlar; 16 yüzyıl devletlerinin ve günümüzde gelişmekte olan ülkelerin kitle iletişim düzenini analiz eden Otoriter Kitle Đletişim Kuramı, 18.yüzyılda Đngiltere ve ABD’de gözlenen ve dördüncü güç olarak ifade edilen, ekonomik yönelimli ve enformasyon ve eğlence odaklı Liberal Kitle Đletişim Kuramı, 20. yüzyılda ABD’de liberal kitle iletişim düzenine bir tepki olarak gelişen ve toplumsal yararı, bireysel yarardan önde gören Sosyal Sorumluluk Kuramı ve SSCB’nin önderlik ettiği sosyalist siyasal yapıdaki ülkelerde görülen ve özel mülkiyette basına olanak tanımayan, komünist partinin denetimi ve yönetimi altında toplumun temsilini kabul eden Sosyalist Kitle Đletişim Kuramı’dır; Heinz Pürer age. s. 420 v.d. 21 Arap ülkelerinin 2010 Aralık ayında ortaya çıkan kitle ayaklanmalarının öncesinde sahip oldukları siyasal yapı ve kitle iletişim alanına ilişkin bilgi verilmesi yararlı görülmektedir. Kitle ayaklanmaları sürecinde ise, bu ülkelerde kaos sürmekte ve kitle medyası ve diğer sosyal alanların işleyişine ilişkin hukuksal düzenlemeler henüz gerçekleştirilmemiş bulunmaktadır. 22 Jan Claudius Völkel, age. s. 112. 243 Arap ülkelerinin politik, ekonomik, sosyal ve kültürel yapıları, birbirine benzemekle birlikte farklılık da göstermekte23 ve karmaşık bir yapıya sahip bulunmaktadır. Totaliter ya da yarı totaliter bir siyasal yapıya sahip olan bu ülkelerde geleneksel, neo feodal ve neo-liberal yapılar ve biçimsel olmayan siyasal, ekonomik ve toplumsal ilişkiler egemendir. Arap ülkelerinin kitle iletişim alanları birbirlerine benzemekle birlikte bazı farklılıklar da göstermektedir. Suudi Arabistan, Suriye ve Libya gibi totaliter siyasal yapıya sahip olan ülkelerde, siyasal iktidarın denetiminde ve yönlendirmesinde kitle iletişim alanı düzenlenmiş ve muhalif eylemlere hareket alanı bırakılmamıştır. 1980’li yıllardan itibaren Mısır, Cezayir, Fas ve Ürdün gibi yarı totaliter ülkelerde sınırlı olarak basın özgürlüğü elde edilebilmiştir. Mısır24, Cezayir, Fas ve Ürdün’de, kitle medya daha heterojen bir yapıya sahiptir ve eleştirel bir konum üstlenebilmekte, haberler göreceli olarak özgür üretilebilmektedir. Siyasal iktidar, basın üzerinde dolaylı yoldan baskı yapmaktadır25. Arap ülkelerinin ortak özellikleri ise, kitle medyasının merkezi olarak örgütlenmesi ve başkentlerde ya da metropollerde faaliyet göstermesi ve kırsal alanda alımlayıcının erişiminin sınırlı kalmasıdır. Özel mülkiyet altındaki kitle medyası, iki türlüdür; ya siyasi iktidara yakın durmakta ya da sınırlı muhalif yayın çizgisi izleyerek, göreceli olarak bağımsızlığını korumaya çalışmaktadır. Kitle medyası, reklamlar ile finanse edilmemektedir; devlet tarafından dolaysız ya da dolaylı olarak ya da özel kişiler tarafından finanse edilmektedir26. Totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapılara rağmen kitle iletişim teknolojisinin gelişimi ve uydular aracılığıyla yabancı televizyon kanallarının yayınlarının izlenebilmesi, küreselleşmenin ekonomik, siyasi ve kültürel etkileri, Arap toplumlarının dünyadaki gelişmelerden uzak kalmasına olanak tanımamakta ve bu ülkelerde de kitle medyası, uluslararasılaşma eğilimi göstermektedir27. 23 Arap ülkelerinde dil ve mezhep farklılıklarına rağmen din birliği vardır. Siyasal yapıları ise, bazı farklılıklar göstermektedir. 2003 yılına kadar Irak’ta totaliter bir rejim egemen olmuştur. Suriye’de yarı totaliter bir siyasal yapı vardır. Suudi Arabistan’da, Katar’da, Kuveyt’te, Umman’da ve Birleşik Arap Emirliklerinde mutlak monarşi egemendir. Mısır, Lübnan, Fas, Tunus ve Ürdün, mutlakiyet ile yönetilmesine rağmen bu ülkelerin bir kısmı liberalleşme ve demokratikleşme eğilimine sahiptir. Bkz. Jan Claudius Völkel, age. s.30. 24 Arap ülkelerinin kitle medyası üretim merkezleri içinde çok önemli bir konuma sahip olan Mısır, aynı zamanda diğer Arap ülkelerinin önemli program ithalatçısıdır. Televizyon programlarının yanında radyo programları ve sinema endüstrisi için program ihraç etmektedir.Bkz. Oliver Hahn ve Zahi Alawi, “Arabische Welt”, Barbara Thomaß (der.)., Mediensysteme im internationalen Vergleich, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2007, s.288. 25 Cezayir’de Liberte, El Watan ve Le Matin gibi gazetelerde yolsuzluk olayları irdelenebilmekte ve gazeteciler basın özgürlüğünün genişletilmesi için taleplerde bulunmaktadırlar. Mısır’da ise, gazetecilik eylem alanını sınırlandıran kitle medyası yasalarının değiştirilmesi talep edilmekte ve bu süreçte Dream TV gibi medya kuruluşlarının önemli rol oynadığı belirlenmektedir.Bkz. Hanspeter Mattes, Nahost Jahrbuch 2002. Politik, Wirtschaft und Gesellschaft in Nordafrika und dem Nahen und Mittleren Oste, Opladen, Leske+Budrich, 2004, s.39; Jan Claudius Völkel, age. s. 114. 26 Jan Claudius Völkel, age. s. 97; Oliver Hahn ve Zahi Alawi, age. s. 284. 244 Arap ülkelerinde kitle ayaklanmalarının yayılmasına kadar bu ülkelerde totaliter ve yarı totaliter siyasal yapıların belirlediği kitle iletişim alanını ve aktörün yapı karşısındaki edilgen konumunu açıklama yetkinliğine Otoriter Kitle İletişim Kuramı’nın sahip olduğu belirlenebilir. Bu kuram, Arap ülkelerindeki totaliter ve yarı totaliter siyasal yapıların, kitle iletişimi ve aktörün eylem alanını belirleyici etkisini ortaya koymakta ve siyasal yapı tarafından kitle medyasının etkileme ve yönlendirme aracı olarak kullanımının başarılı bir analizini yapmaktadır. Ancak kitle ayaklanmaları sonrasında ortaya çıkan gelişmeleri, kitle iletişim araçlarının, bireylerin, ve toplumsal grupların, siyasal ve sosyal alana etki etme potansiyelini analiz etmede yetersiz kalmaktadır. 2.2- Entegratif Sosyal Kuramlar Perspektifinden Yapı ve Aktörün Karşılıklı Etki ve Bağımlılık İlişkileri Arap ülkelerinde ortaya çıkan kitle ayaklanmalarıyla siyasal yapılar sarsıntı geçirmiş, kitle iletişim araçlarının, toplumsal grupların ve bireylerin sosyal alanları etkileme potansiyeli ortaya çıkmıştır. Gelişmeler, Arap ülkelerindeki yapı - aktör ilişkilerinin analiz edilmesinde, Entegratif Sosyal Kuramlar’ın yardımcı olabileceğini göstermektedir. Bu çerçevede Giddens’in 28 yapı ve aktör 29 etkileşimini ortaya koyan Yapılaşma Kuramının incelenmesi önem kazanmaktadır. Giddens , yapı kavramının, sistem kavramını gerektirdiğini söylemekte ve sistemin, yapıya, yapısal özelliklere sahip bulunduğunu belirtmektedir. Sosyal sistem kavramı ise, en genel anlamında, eylemin yeniden üretilmiş karşılıklı bağımlılığını ifade etmektedir. Sosyal sistemler, yapının aksine zaman-mekan içinde yer almakta ve toplumsal pratikler aracılığıyla inşa edilmektedir. Toplumsal etkileşim sistemleri olarak ifade edilen sosyal sistemler, bireyler veya gruplar arasındaki düzenli karşılıklı 30 bağımlılık ilişkilerini içermektedir. Benzer yapısal özellikler, nesne (toplum) kadar özne (aktör) için 27 Arap kitle medyası değişim içindedir; çünkü politik ve toplumsal çerçeve koşulları değişmektedir. 90’lı yıllardan itibaren kitle medyası kullanıcı sayısı artmıştır. Televizyon ve radyoda yeni program formatları kullanılmakta, dergiler ve günlük gazeteler, içeriksel olarak etkin şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Profesyonel ve eleştirel habercilik, geleneksel devlet kitle medyasını zorlamaktadır. Bkz. Jan Claudius Völkel, age. s. 118 v.d. 28 Anthony Giddens, age. 2005; age. 2003. 29 Anthony Giddens age. 2003, s.11; age. 2005, s. 207-217. 30 Aktör kavramı, sosyal bilimlerin temel kavramlarından biri olmasına rağmen tanımı üzerinde kesin bir uzlaşma sağlanamamıştır. Aktör kavramı bir bireyi ya da kolektifi ifade etmektedir. Birey olarak aktörler yani kişiler, kişisel nedenlerle ama başkalarının adına ya da başkalarını temsilen eylemde bulunabilmektedirler. Kolektif aktörler bireylerden veya örgütlerden oluşmakta ancak biçimsel olmayan örgütler olmadan kolektif eylem yeteneğini amaçlamaktadırlar. Bu nedenle kural olarak üyelikleri yoktur ve aidiyetin biçimsel olmayan biçimini kabul etmektedirler. Korporatif aktörler ise, eylem yeteneğine sahip olan, biçimsel olarak örgütlenmiş birden fazla kişiden oluşmaktadır. Korporatif aktörler, merkezileşmiştir yani üyeleri bireysel olarak eylem araçlarına sahip değildirler. Korporatif aktörler, üyelik biçimlerine sahip olan örgütlerdir. Bkz. Patrick Dongers, v.d., “Theorien und Theoretische Perspektiven”, Heinz Bonfadelli v.d. (der.)., Einführung in die Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, s.109 v.d. 245 de mevcuttur. Yapı ise, aynı anda kişilik ve toplumdan oluşmakta ancak ikisi de, eylemin niyetlenilmemiş sonuçları ve ifade edilmemiş koşullarının önemi nedeniyle, tek başına her şeyi açıklayamamaktadır. Bu nedenle yapı, eyleme bir engel olarak değil, aslında onun üretimiyle ilişkili bir şey olarak kavramsallaştırılmaktadır. Yapının eylemi ya da eylemin yapıyı belirlediğinden söz etmek anlamlı değildir. Bütün normlar hem kısıtlayıcı hem de mümkün kılıcıdır. Toplumsal yapılar ve insan eylemi birbirinden bağımsız olarak varolamaz; daha ziyade birbirlerine karşılıklı bağımlıdırlar ve iç içe geçmişlerdir. 31 Giddens , kural olarak insanların amaçlı ve kasıtlı eylemde bulunduklarını düşünmektedir. Ancak eylemlerin sonucunda amaçlı olmayan ve amaç edinilmeyen sonuçlar da ortaya çıkabilmektedir. Amaçlanmayan sonuçlar geriye bağlanma süreçleri nedeniyle daha sonraki eylemleri ve yapıları değiştirebilmektedir. Giddens aktörlerin, belirli bir durum veya sonuca sahip olabileceğini bildikleri ve bu bilginin onlar tarafından söz konusu durum veya sonuca ulaşmak amacıyla kullanıldığı herhangi bir edimi niyetli veya amaçlı edim olarak ifade etmektedir. İletişimsel niyet yani anlamın üretimi, etkileşimin sadece bir unsurudur; her etkileşim aynı zamanda bir ahlaki ilişki ve iktidar ilişkisidir. Etkileşimin üretimi üç temel unsuru içermektedir. Bunlar; etkileşimin anlamlı, ahlaki bir düzen ve iktidar ilişkilerinin işleyişi olarak kurulmasıdır. Etkileşimin üretimi ve yeniden üretimi, 32 dönüştürücü kapasite olarak iktidarı içermektedir . İktidar, diğer yapılaşma tarzlarında olduğu gibi, etkileşimle ikili ilişki içindedir. İktidar, etkileşim süreçleriyle kurumsal olarak ilişkilidir ve stratejik 33 davranışta sonuca ulaşmakta kullanılmaktadır . Düzenli pratikler olarak inşa edilen sosyal sistemlerde iktidar, toplumsal etkileşim sırasında özerklik ve bağımlılık ilişkilerinin yeniden üretilmesini içermektedir. Toplum çoğu kez her şeye muktedir görünmesine ve her yerde karşımıza çıkmasına rağmen, insanın gerek toplumu gerekse yönetim ve toplumsal yapıyı değiştirme yeteneği vardır. İnsan farkında olmak veya bilinçli davranmak kapasitesine sahip bulunmaktadır. Günümüz hükümetleri ne kadar güçlü görünseler bile varlıklarını sürdürmeleri için yönettikleri insanların desteğine gereksinimleri vardır; yasalara bağlıdırlar ve bu 31 Anthony Giddens age. 2003, s.106,157; 32 Anthony Giddens, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, çev. Tuncay Birkan, Đstanbul, Metis Yayınları, 2001b, s.139,223. 33 Anthony Giddens age. 2005,s. 236. 246 nedenle de eylemleri kısıtlıdır. Egemen sınıfın üyelerinin, hatta otorite konumundaki diğer kişilerin egemen sembol sistemlerini kabul ettirme dereceleri fazla abartılmamalıdır. Bazı durumlarda ve bazı açılardan, bir toplumun alt konumdakilerin toplumsal yeniden üretim koşulları üzerinde egemenlik kuranlardan daha fazla etkiye sahip oldukları öne sürülebilir. Bir aktör veya grubun toplumsal ilişkide iktidarı bir başkasınınkine göre en alt düzeyde olduğunda bile, iktidar ilişkileri her zaman iki 34 yönlüdür . Bu çerçevede iktidar ilişkileri bir yandan özerklik diğer yandan bağımlılık ilişkileridir. En özerk birey bir ölçüde diğerlerine ve yapıya bağımlıdır, en bağımlı aktör veya grup, ilişki içinde özerkliğini kısmen korumaktadır. Yapı ise, bireyi etkilediği ve sınırlandırdığı gibi kendisi de onun tarafından etkilenmekte ve sınırlandırılmaktadır. 2.3- Arap Ülkelerindeki Kitle Ayaklanmalarında Geleneksel ve Yeni Medyanın Sosyal Alanları Etkileme Potansiyeli ve Aktörün Eylem Yetkinliği Gazetecilik, batı ülkelerinde tarihsel süreç içinde ortaya çıkmış, kendisini yapılandırmış ve politika ve ekonomi gibi diğer sosyal alanlar 35 tarafından kabul görmüştür. Gazetecilik içinde nesneler, sosyal olayların gazetecilik kurallarına göre üretilen betimlemeleridir ve gazeteciliğin, toplumu gözlemlemesi ile ortaya konulmaktadır. Politika, ekonomi ve hukuk gibi sosyal alanlar, çevrelerine karşı göreceli özerklik geliştirmektedir. Gazetecilik de diğer sosyal alanlara karşı kendisini sınırlandırmakta ve kendi yasalarını oluşturmaktadır. Gazetecilik kendine özgü mantığı ve yasaları ile ayrımlanmakta; aktörlerin eylemleri, yapı bağlantıları içinde ve kendilerine özgü düşünce ve 36 eylemleri ile belirlenmektedir . Ancak sosyal alanların birbirlerini etkilemedikleri düşünülmemelidir. Gazetecilik, diğer sosyal alanları etkilediği ve onlar üzerinde baskı uyguladığı gibi kendisi de bu sosyal alanlar tarafından etkilenmekte ve baskıya maruz kalmaktadır. Bu nedenle özerkliğinin kuramsal olarak göreceli bir özerklik biçiminde kavranması gerekmektedir. 34 Anthony Giddens age. 2005,s. 216. 35 Sosyal alan, sosyal aktörlerin geçmişteki pratiklerine göre tarihsel olarak belirlidir.Bu nedenle sosyal alan, sosyal realitenin türsel bir tasarımını ortaya koyan bağımsız bir parçasıdır ve toplumun diğer alanlarından ayrılmaktadır. Sosyal alan kavramı için bkz.Pierre Bourdieu, Die feinen Unterschiede, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1970, s. 103. 36 Johannes Raabe, Die Beobachtung journalistischer Akteure, Wiesbaden,VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2005, s.188; Christopher Neuberger, age. 2004, s. 287 v.d. 247 Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren batı ülkelerinde, kitle medyasını diğer sosyal alanların etki ve yönlendirme çabalarının yanında kitle medyasının kendi içinde meydana gelen yoğunlaşma, ticarileşme ve yeni teknolojiye yönelim nedeniyle gazetecilik özerkliğinin, tehdit edildiği görülmektedir. Siyasal ve ekonomik alanların, gazeteciliğe etki ve baskı yapma çabaları, gazeteciliğin eylem alanını sınırlandırabilmekte ve haber üretim sürecinin nesnelliğine gölge düşürmektedir. Yazı işlerine yapılan baskılar ve uygulanan reklam ekonomisi, geleneksel gazetecilik normlarının giderek gerilemesine ve değişimine neden olmaktadır. Haberler ve çeşitli programlar, bir yandan politik halkla ilişkiler ve halkla ilişkiler çalışmaları diğer yandan ise, reklam ekonomisi tarafından 37 yönlendirilmektedir . Gazeteciliği siyasi yönlendirme çabaları ve kitle medyasının ekonomik yönelimi, nesnel ve toplumsal yararı amaçlayan habercilik anlayışına olanak sağlamadığı gibi alımlayıcının (okuyucu, izleyici ve dinleyici) da haberlerin içeriğine etki etmesini ve kendi ilgilerini eklemlemesini güçleştirmektedir. Bu süreçte iletişim teknolojisinin gelişimi ile yeni medya, geleneksel medyaya göre alımlayıcıya kendini ifade etmek için daha fazla olanak tanımaktadır. Yeni medya, geleneksel medyanın sahip olduğu enformasyon iletme tekelini kırmıştır; bireyler dünya çapında enformasyona erişebilmekte ve sohbet odaları aracılığıyla tartışma ortamlarına katılabilmektedir. Ağda değişimin tüm olanaklarını kapsayan ve yorum işlevine sahip olan ve ‘almak’ 38 ve ‘vermek’ ilkesine göre işleyen sosyal medya , bilginin ve enformasyonun demokratikleşmesini desteklemekte ve kullanıcıyı, tüketiciden üreticiye dönüştürmeyi amaçlamaktadır. Gönderici ile alımlayıcı arasında farklılık olmamasını, içeriklerin ortak üretimini, işlenmesini, paylaşımını ve 39 dağıtımını öngörmektedir . 37 Vinzenz Wyss v.d., “Journalismusforschung”, Heinz Bonfadelli v.d. (der.)., Einführung in die Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, s. 316 v.d. 38 Sosyal medya, kullanıcıların, diğer medya kullanıcılarıyla iletişime geçebildikleri ancak iletişimin sözlü iletilere değil de multimedya formatında fotoğraf, video, müzik ve oyun gibi dilsel işaretlere dayandığı dijital medyayı ifade etmektedir. Sosyal medyada içerikler, bireysel olarak şekillendirilebilmekte ve etkileşim esas olmaktadır. En önemli sosyal medya arasında Facebook, Linkedln ve XING, Twitter, Youtube, Bloglar, uzmanlık platformları, tüketici platformları, soru ve yanıt portalları yer almaktadır. Sosyal medyaya erişimde karşılaşılan engeller büyük değildir. Üretim sürecinin maliyeti göreceli olarak düşük ve karmaşık değildir. Đçeriklerin yayınlanması ve dağıtılması için gerekli olan araçlara erişim basittir. Geleneksel kitle medyasında ise, üretim için kapsamlı teknik donanıma gereksinim vardır ve üretim süreci karmaşıktır. Kitle medyası alanında üretim yapabilmek için uzmanlık bilgisine ve öğrenime gerek duyulmaktadır. Sosyal medyada ise, bu gereksinim daha azdır. Geleneksel medya günlük, haftalık ya da aylık gibi uzun sürelerde okuruna erişirken, sosyal medya dolaysız olarak erişebilmektedir. Basılmış veya yayınlanmış bir içeriğe artık müdahale söz konusu değilken, sosyal medya içeriğin değiştirilmesine, geliştirilmesine olanak tanımaktadır. Kitle medyası, çizgisel bir iletim anlayışına sahipken, sosyal medya eşzamanlılık içinde karşılıklı etkileşime olanak sağlamaktadır. Ancak her iki medya da küresel temsile olanak sağlamaktadır. Bkz. Dorothea Heymann-Reder age. s. 106. 39 Dorothea Heymann-Reder age. s. 20-22; Marcel Bernet, Social Media in der Medienarbeit: Online-PR im Zeitalter von Google, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010, s.9. 248 40 Neuberger , geleneksel medya ile yeni medyanın yapısını ve sahip oldukları potansiyelleri değerlendirmekte ve İnternet’in alımlayıcı için neleri değiştirdiğini belirlemeye çalışmaktadır. Geleneksel medya içinde yer alan gazete, radyo ve televizyonun sınırlı olarak karşılıklı etkileşime olanak sağladığını ve ağırlıklı olarak tek yönlü bir iletim aracı işlevi gördüklerini söylemektedir. Bununla birlikte geleneksel medya gücünü, erim alanının genişliğinden, temsil edilen elitlerden, toplumda sağladığı güvenilirlikten ve kurduğu otoritesinden almaktadır. Ancak geleneksel medya gibi yeni medyanın da sınırlılıkları vardır. Yeni medya, toplumsal kesimler arasında dijital uçurumun ve sosyal eşitsizliğin güçlenmesine, toplumda bölünmeye, homojen ilgi ve fikir gruplarının oluşması 41 42 ile kamusal alanın çökmesine yol açabilmektedir . Buna karşılık Neuberger , yeni medyanın, merkezi olarak denetlenmediğini; katılımcı ve eşitlikçi olduğunu ve ağlaşmaya olanak sağladığını düşünmektedir. Yeni medya, karşılıklı etkileşime olanak tanımakta, kamusal alana erişimi kolaylaştırmaktadır; çünkü bu alanda teknik, ekonomik, bilişsel ve hukuksal engeller, geleneksel medyaya göre daha az olmaktadır. Yeni medya kullanıcısı filitrelenmeden sayısız enformasyon kaynağına erişebilmektedir. Ancak alımlayıcı çok sayıda enformasyon içinden anlamlı bir seçim 43 yapmak zorunda kalmaktadır . Yeni medya içinde giderek önem kazanan sosyal medya, kamuoyu oluşumuna kendiliğinden ve aşağıdan yukarıya doğru olanak sunmaktadır. Bunun yanında sosyal medyanın fikir oluşturma, harekete geçirme, siyasal seçim kampanyalarında enformasyon kaynağı oluşturma gibi potansiyelleri de bulunmaktadır. Her katılımcıya açık olan sosyal medya özgür, eşit ve rasyonel tartışmalara olanak sağlamaktadır. Uzlaştırma potansiyelinin yanında politik-idari sisteme müdahaleyi olası hale 44 gelmektedir . Bilgisayara dayalı iletişim altyapısı, ortaya çıkan medya çeşitliliği ve medyanın hibrit karakteri, geleneksel iletişim formlarının kesin olarak çizilmiş sınırlarını ortadan kaldırmakta ve iletişimin çok sayıda yeni biçimine olanak tanımakta ve yeni medyanın siyasal enformasyon ağı 40 Christoph Neuberger, age. 2008, s.252; age.2010, s.210. 41 Christoph Neuberger, “Alles Content, oder was? Vom Unsichtbarwerden des Journalismus im Internet”, Ralf Hohlfeld v.d. (der.)., Innovationen im Journalismus: Forschung für die Praxis, Münster, LIT Verlag, 2002, s.34; age. 2010, s.210. 42 Christoph Neuberger, age. 2009, s.49,37,29 v.d 43 Christoph Neuberger, age. 2008, s.259 44 Christoph Neuberger, age. 2009, s.23 v.d;age. 2011, s.33 v.d. 249 olarak kullanılması önem kazanmaktadır. Siyasal enformasyon kaynağı olarak ağ; veri bankaları, sohbet odaları, Twitter gibi milyarlarca web sitesinden oluşmakta, online iletişim, siyasi kamuoyunun oluşumunda anahtar bir rol oynamakta, kamusal söyleme katılmaya olanak sunmakta 45 ve demokratik katılım online olarak gerçekleşmektedir . Bu çerçevede 2010 yılının Aralık ayından bu yana Arap ülkelerinde görülen kitle ayaklanmalarına iletişim ve kitle medyası teknolojisinin etkisi 46 tartışılmaktadır . Fas’tan, Tunus’a ve Malezya’ya kadar İslam dünyası, batı kökenli modern iletişim 47 teknolojisini kullanmaktadır . Bu süreçte yeni medyaya da büyük ilgi olduğu gözlemlenmektedir. Arap ülkelerinde geleneksel kitle medyası içinde kamuoyunun oluşumuna etki etme potansiyeline 48 sahip olan gazeteler , totaliter ve yarı totaliter siyasal yapıdan dolayı eleştirel bir yayın politikası izlemekte zorlanmışlardır. Bu ülkelerde televizyon öncelikli olarak eğlenme amaçlı kullanılmaktadır. 49 Televizyon ve radyodan sınırlı olarak bilgi edinmek için yararlanılmaktadır. İnternet’ten ise, bilgi edinmek amacıyla çok sınırlı olarak yararlanılmaktadır. İnternet Cafelerde gençler, daha çok sohbet 50 odalarında sohbet etmekte, video izlemekte ya da oyun oynamaktadırlar . Bununla birlikte devlet tekelinde bulunan televizyon kanallarının dışındaki televizyon kanalları, yeni enformasyon sunarak, 45 Martin Emmer ve Jens Wolling, “Online-Kommunikation und politische Öffentlichkeit”, Wolfgang Schweiger ve Klaus Beck (der.)., Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010a, s.39; Martin Emmer ve Marco Braeur, “Online Kommunikation politischer Akteure”, Wolfgang Schweiger ve Klaus Beck (der.)., Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010b, s. 311. 46 Mısır’da 11 Şubat 2011 tarihinde Hüsnü Mübarek’in yönetiminin sona ermesi, bazı çevreler tarafından Facebook Devrimi olarak kutlanmıştır. Bkz. Muriel Asseburg age.s.32 v.d.; Atef Ben Bouzid age. s.150 v.d. 47 Arap toplumunun en az yarısı bir mobil bir telefona sahip bulunmaktadır. Bkz. Muriel Asseburg, age. s. 50. 48 Al-Baath (Suriye), Ad Diyar (Lübnan), Al Fadjr (Cezayir), Aujourd’hui le Maroc (Fas), El Mawkif (Tunus) ve Al Dustur (Mısır) etkili gazeteler arasında yer almaktadır. 49 Arap ülkelerinde 2009 yılındaki Đnternet kullanım oranları; Bahreyn’de %53; Umman’da % 51.5; Fas’ta, %41.3; Katar’da % 40; Suudi Arabistan’da, %38; Kuveyt’te, % 36.9; Tunus’ta, %34.1; Filistin’de, %32.3;Ürdün’de, %26; Mısır’da, % 24.3; Yemen’de %10; Libya’da, %5.5 ve Irak’ta % 1.1’dir. 2010 yılında yapılan bir araştırma sonucuna göre ise, Arap halklarının ancak %24.9’unun onlinedır. Bkz. International Telecommunication Union 2010. http://www.itu.int/ITUD/ict/material/FactsFigures2010.pdf;aktaran: Muriel Asseburg, age.s. 48,49. 50 Atef Ben Bouzid, age. s. 151,158. 250 siyasal etki yaratabilmektedir. Ayrıca İslam dünyasında uydu aracılığıyla yüzlerce televizyon kanalı 51 izlenebilmekte, yeni ve istenilmesi halinde siyasi içerikli enformasyon edinilebilmektedir. Sosyal medya ise bilgi, enformasyon ve düşünce paylaşımını sınırlandıran siyasi yapı içinde giderek önem kazanmaktadır. Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarında, ilk protesto eylemleri Facebook ve Twitter gibi sosyal medya kullanıcıları arasında örgütlenmiştir. Yeni medya ve sosyal ağlar, ülkelerin farklı bölgeleri arasında olduğu gibi farklı ülkeler arasında iletişim kurulmasına olanak sağlamış ve kitlelerin ayaklanmalarına bir ölçüde etki etmiştir. Sosyal ağların anonimliği, karşılıklı etkileşime olanak sağlayan yapısı ve hızı, toplumun farklı kesimlerinin kendilerini ifade etmelerinin ve örgütlenmelerinin bir platformu olma işlevini görmüştür. Sosyal ağların sunduğu örgütlenme gücü, Arap toplumlarına, totaliter siyasal yapılara karşı mücadele etme ve siyasal ve sosyal yapılara etkide bulunma olanağı sağlamıştır. Geleneksel kitle medyası ve yeni medya, protesto eylemleri için dayanışma yaratılmasına etki etmiştir. Her ne kadar dünya toplumunda ve kitle medyasında, Arap ülkelerinde yeni medyanın, kitle ayaklanmalarındaki rolü daha sık vurgulanmış olsa bile geleneksel medyanın da belirgin bir rol oynadığı düşünülebilir. Bu çerçevede geleneksel kitle medyasının ve yeni medyanın, baskı altında tutulan kitleler üzerinde etki yarattığı ve toplumun demokratikleşme potansiyelini harekete geçirdiği belirlenebilir. Ancak tek başına geleneksel medyanın ya da Facebook ve Twitter gibi sosyal medyanın yol açtığı bir medya devriminden söz etmek olası değildir. Arap ülkelerinde kitle ayaklanmalarında en etkili olan faktörler, toplumun sosyo-ekonomik ve siyasal problemleri, bunların aşılması isteği, toplumsal sınıfların sahip oldukları ancak şimdiye kadar bastırıldığı için görülmeyen siyasal ve sosyal yapıya etki etme potansiyeli ve batılı devletlerden 52 alınan siyasi, askeri ve ekonomik destektir. Geleneksel ve sosyal medya ise, kitleleri harekete geçiren faktörlerden yalnızca biri olmuştur. Arap ülkeleri batılı ülkeler gibi demokratik çoğulcu bir siyasal yapıya ve siyasal kültüre sahip değildirler. Ancak bu, Arap ülkelerin halklarının totaliter bir siyasal yapıyı destekledikleri ve totaliter 51 Arap ülkelerinde El- Cezire, El- Manar, Hizbullah gibi siyasi yönelime sahip olan televizyon kanalları, Đslam dünyası üzerinde önemli bir etkiye sahip bulunmaktadır. Bkz. Atef Ben Bouzid, age. s. 158 v.d. 52 Bu süreçte ABD ve AB gibi batılı devletlerin NATO gücü, siyasal ve ekonomik yaptırımlarla Arap ülkelerinin siyasal, sosyal ve ekonomik yapılarına etki etme yetkinlikleri ve potansiyelleri de göz ardı edilmemelidir. 251 siyasal yapı içinde edilgen yaşamak istedikleri anlamına gelmemektedir. Bu çerçevede aktörü ve geleneksel ve yeni medyayı, yapı karşısında edilgen olarak tasarlamayan ve yapıya etki etme potansiyeline vurgu yapan Entegratif Sosyal Kuramlar’ın Arap ülkelerinde yaşanılan siyasal ve sosyal değişim sürecinde yapının aktörleri ve kitle medyasını, aktörlerin ve kitle medyasının ise, yapıyı etkileme yetkinliğinin ve potansiyelinin analiz edilmesi için kuramsal bir perspektif sunduğu belirlenebilir. Ancak bu kuramsal perspektif, henüz demokratik çoğulcu bir siyasal yapıya ve siyasal kültüre sahip olmayan Arap ülkelerinde aktörün ve kitle medyasının yapı ile olan karşılıklı etki ve bağımlılık ilişkilerini bir ölçüde analiz edebilmektedir. 3-Türk Basınında Arap Ülkelerindeki Kitle Ayaklanmalarına İlişkin Haber, Haber Aktörü ve Köşe Yazarlarının İletilerinin İçerik Analizi Çalışmanın bu bölümünde; araştırma objesi olarak seçilen gazetelerin haberlerinin, haber aktörlerinin ve köşe yazarlarının iletileri, niceliksel ve niteliksel içerik analizi ile incelenerek, geliştirilen varsayımlar, elde edilen bulgularla sınanarak, yorumlanacaktır. 3.1-Araştırmanın Amacı, Kapsamı ve Metodu Bu çalışmada, Aralık 2010’da gözlemlenen ve Ocak 2011 tarihinden itibaren Arap ülkelerinde giderek yayılan kitle ayaklanmalarının, 22 Aralık 2010 ile 22 Haziran 2011 tarihleri arasında 53 Cumhuriyet, Yeniçağ, Hürriyet ve Zaman gazetelerine yansıması, haberlerin biçimsel ve içeriksel özellikleriyle irdelenerek, bulgulanmaya çalışılacaktır. Çalışma kapsamına alınan gazeteler farklı yayın kimliğine ve politikasına sahip olduğu için kitle ayaklanmalarına yaklaşımları arasındaki farkın ortaya konulmasının anlamlı olacağı düşünülmektedir. Bunun yanında Arap, Batılı, Doğulu ve Türk haber aktörlerinin de kitle ayaklanmalarına yaklaşımının belirlenmesi yeniden üretilen siyasal ve sosyal gerçekliğin belirlenmesi açısından gerekli görülmektedir. Gazetelerin kitle ayaklanmalarına ilişkin haber iletilerinin analizinin yanında haber aktörlerinin ve köşe yazarlarının da iletilerinin analiz edilmesi konuya ilişkin bütünsel bir bakış açısının kazanılması için yararlı olacaktır. 53 Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları sona ermemiştir. Ancak çalışmanın bildiri olarak sunulabilmesi için bitirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle altı aylık bir zaman diliminin incelenmesi uygun görülmüştür. 252 Çalışmada araştırma nesnesi olarak Cumhuriyet, Yeniçağ, Hürriyet ve Zaman gazetelerinin seçilme nedeni, farklı yayın kimliği ve yayın politikalarının yanında farklı ve etkili medya grupları içinde yer almalarıdır. Sol-Kemalist bir yayın kimliğine sahip olan Cumhuriyet’in imtiyaz sahibi Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç’tir. Gazete, Cumhuriyet Vakfı’na bağlı Yeni Gün A.Ş., Çağ Pazarlama A.Ş., 54 Yeni Gün Holding A.Ş. ve Yapım-C A.Ş tarafından çıkarılmaktadır . Milliyetçi yayın kimliğine sahip olan Yeniçağ Gazetesinin sahibi Ahmet Çelik’tir. Genel yayın politikasının siyasal ve toplumsal açıdan muhafazakar, iktisadi açıdan ise, liberal bir çizgide olduğu görülen Hürriyet Gazetesi, Aydın Doğan’a aittir. Muhafazakar, liberal ve dini bir yönelime sahip olan Zaman Gazetesi ise, Feza Gazetecilik A.Ş’ne bağlıdır ve imtiyaz sahibi Ali Akbulut’dur. Çalışma kapsamında incelenen gazetelerin ortalama günlük satışları şöyledir: Cumhuriyet, 51.169; Yeniçağ, 51.820; Hürriyet, 439.839 ve Zaman, 55 784.670’dir . Araştırma objesi olarak seçilen gazetelerde konuyla ilgili haberlerin ve haber aktörlerinin iletilerinin analizinin yanında inceleme konusu kapsamına giren köşe yazıları da içerik analizine tabi tutulacaktır. Cumhuriyet Gazetesinden; Ahmet Tan, Ali Sirmen, Ataol Behramoğlu, Bekir Coşkun, Cüneyt Arcayürek, Deniz Kavukçuoğlu, Emre Kongar, Ergin Yıldızoğlu, Erol Manisalı, Güray Öz, Hikmet Çetinkaya, Hüseyin Baş, Işık Kansu, Kürşat Başar, Meriç Velidedeoğlu, Mine Kırıkkanat, Mustafa Balbay, Mustafa Sönmez, Mümtaz Soysal, Nilgün Cerrahoğlu, Oktay Akbal, Oktay Ekinci, Orhan Birgit, Orhan Bursalı, Özgen Acar, Öztin Akgüç, Perihan Ergun, Serdar Kızık, Süheyl Batum, Şükran Soner, Utku Çakırözer ve Ümit Zileli’nin Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları belirlenmiştir. Yeniçağ Gazetesinden; Agah Oktay Güner, Ahmet Gürsoy, Ahmet Ünal, Afet Ilgaz, Afşin Selim, Altemur Kılıç, Arslan Bulut, Armağan Kuloğlu, Behiç Kılıç, Esfender Korkmaz, Fatih Yıldırım, Hasan Demir, Haydar Çakmak, Hulki Cevizoğlu, Hüseyin Macit Yusuf, İsrafil Kumbasar, Kenan Akın, Kürşad Zorlu, Mustafa Erkal, Nuriye Atabey, Özcan Yeniçeri, Sabahattin Önkibar, Sadi Somuncuoğlu, Sami 54 Hıfzı Topuz, II. Mahmud’dan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Đstanbul, Remzi Kitabevi, 2003, s. 346; Mustafa Sönmez, Filler ve Çimenler. Medya ve Finans Sektöründe Doğan / Anti-Doğan Savaşı, Đstanbul, Đletişim Yayınları, 2003, s.254. 55 www.medyatava.com/tiraj.asp. 253 Yavrucuk, Savaş Süzal, Selcan Taşçı, Şuayip Özcan, Ümit Özdağ ve Yavuz Selim Demirağ’ın Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları belirlenmiştir. Hürriyet Gazetesinden; Ahmet Hakan, Cüneyt Ülsever, Ertuğrul Özkök, Fatih Çekirge, Faruk Bildirici, Ferai Tınç, Gila Benmayor, Hadi Uluengin, İsmet Berkan, Mehmet M. Yılmaz, Noyan Doğan, Özdemir İnce, Sedat Ergin, Soner Yalçın, Şükrü Küçükşahin, Tufan Türenç, Yalçın Bayer, Yalçın Doğan, Yılmaz Özdil ve Zeynep Göğüş’ün, Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları belirlenmiştir Zaman Gazetesinden; Abdülhamit Bilici, Abdullah Yılmaz, Ahmet Selim, Ali H. Aslan, Ali Bulaç, Ali Ünal, Atilla Yayla, A. Turan Alkan, Bejan Matur, Beşir Ayvazoğlu, Bülent Korucu, Eser Karakaş, Etyen Mahçupyan, Fehmi Koru, Fikret Ertan, Hüseyin Gülerce, İbrahim Öztürk, İhsan Dağı, Joost Lagendijk, Kadir Dikbaş, Kerim Balcı, Mehmet Kamış, Mustafa Ünal, Mümtaz’er Türköne, Nedim Hazar ve Şahin Alpay’ın Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin köşe yazıları yazdıkları belirlenmiştir. Araştırmada içerik analizi metodu kullanılacaktır. İçerik analizi, bir metnin açık içeriksel karakteristiklerinden yararlanarak, açık olmayan karakteristiklerinin ve bağlamının araştırılıp, sosyal 56 gerçekliğin ortaya çıkarılmasını amaçlayan bir yöntemdir . İçerik analizi yöntemi, çalışma sorununun ve araştırma amacının ortaya konulması, araştırma nesnelerinin seçilmesi, araştırma zamanının belirlenmesi, varsayımların oluşturulması, değişkenlerin somutlaştırılması, sınıflandırmaların yapılması, örneklemin tanımlanması, ön kodlama, kodlama ve sonuçların yorumlanması aşamalarını kapsamaktadır. 56 Klaus Merten, Inhaltsanalyse, Opladen, Westdeutscher Verlag GmbH, 1995, s.15. 254 3.2- Araştırmanın Varsayımları Çalışmada gazete haberlerinin iletileri, haber aktörlerinin iletileri ve köşe yazarlarının iletilerinin içerik analizine yönelik üç farklı kodlama çizelgesi geliştirildiği için her kodlama çizelgesinin varsayımları ayrı ayrı belirlenmiştir: 1-Araştırma kapsamına alınan gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin, gazetelerin yayın kimliği ve yayın politikasına göre, farklı fiziksel ve içeriksel özelliklere sahip olduğu varsayılmaktadır. 1.1-Fikir gazetesi özelliği gösteren Cumhuriyet, Yeniçağ ve Zaman gazetelerinde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının, siyasal bağlam ön plana çıkarılarak, ekonomik bağlam ise, sınırlı vurgulanarak, haberleştirildiği öngörülmektedir. 1.2- Hürriyet Gazetesi’nde Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının, gazetenin fikir ve popüler gazeteciliğe birlikte yönelimi nedeniyle siyasal bağlam ön plana çıkarılarak ve aynı zamanda sansasyonel habercilik anlayışıyla haberleştirildiği öngörülmektedir. 2-İnceleme kapsamına alınan gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin iletiler veren Arap 57 ve Batılı siyasi haber aktörlerinin iletilerinin, gazetelerin yayın kimliği ve yayın politikasına göre ve pozitif, negatif veya nötr değerlendirildiği varsayılmaktadır. 2.1-Cumhuriyet Gazetesi’nin Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap ve Batılı siyasi haber aktörlerine, yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu; ayaklanmacıların iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiği varsayılmaktadır. 57 Arap siyasi aktörler, kitle ayaklanmalarının çıktığı Arap ülkelerinin siyasi aktörleri olarak ele alınmaktadır. 255 2.2- Hürriyet Gazetesi’nin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap ve Batılı siyasi haber aktörlerine yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu; ayaklanmacıların ve Batılı siyasi haber aktörlerinin iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin iletilerinin negatif değerlendirdiği öngörülmektedir. 2.3-Yeniçağ Gazetesi’nin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap ve Batılı siyasi haber aktörlere, yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu; ayaklanmacıların iletilerinin nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiği varsayılmaktadır. 2.4- Zaman Gazetesi’nin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını destekleyen veya eleştiren Arap ve Batılı siyasi haber aktörlerine yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunduğu; ayaklanmacıların ve onları destekleyen Batılı siyasi haber aktörlerinin ve AKP Hükümeti temsilcilerinin iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirdiği öngörülmektedir. 3- Arap siyasi aktörleri ile Batılı 58 ve Çeçenistan, Çin, İran Küba, Peru, Rusya, Venezüella gibi 59 devletlerin siyasi aktörlerinin , Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ve batılı devletlerin askeri operasyonunu, farklı nedenselleştirdikleri ancak tümünün Arap ülkelerinin siyasal yapısına yönelik çözüm önerileri getirerek, ekonomik yapıyı büyük ölçüde göz ardı ettikleri öngörülmektedir. 3.1- Arap ülkelerinin siyasi iktidara sahip olan liderlerinin, ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ve Batılı devletlerin askeri operasyonunu negatif iletilerle değerlendirerek, ABD’nin, Arap ülkelerindeki ekonomik menfaatlerini gerçekleştirme istekleri çerçevesinde nedenselleştirdikleri ve ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri varsayılmaktadır. 3.2-Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına öncülük eden muhalif liderlerin, kitle ayaklanmalarını ve Batılı devletlerin askeri operasyonunu pozitif iletilerle değerlendirdikleri, kitle ayaklanmalarını totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıyı ve ekonomik koşulları vurgulayarak, nedenselleştirdikleri ve ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. 58 Türk siyasi aktörler, Batılı siyasi aktörler içinde değerlendirilmektedir. 59 Çin, Çeçenistan, Đran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella devletlerinin siyasi aktörlerinin Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarında, Batılı devletlerin izlediği politikaya eleştirel yaklaştıkları düşünülmekte ve onlar ayrı bir kategori olarak belirlenmektedir. 256 3.3-ABD ve AB ülkelerinin siyasi aktörlerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını pozitif iletilerle değerlendirerek, totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıyı vurgulayarak, nedenselleştirdikleri ve Arap ülkelerinin ulusal siyasal yapısına yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin askeri müdahalesini olumlayan iletiler verdikleri varsayılmaktadır. 3.4- Çeçenistan, Çin, İran Küba, Peru, Rusya, Venezüella siyasi aktörlerinin kitle ayaklanmalarını, ulusal siyasal yapıya odaklanarak nedenselleştirdikleri, ulusal ve uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin Arap ülkelerine askeri müdahalesini eleştiren ve onların bölgedeki petrol kaynaklarını denetleme çabaları ile nedenselleştiren iletiler verdikleri öngörülmektedir. 3.5- Türkiye’de siyasi iktidara sahip olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) Hükümeti temsilcileri ile muhalefetteki siyasi parti temsilcilerinin (CHP,MHP,BDP), Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını nedenselleştirmeleri ve çözüm önerileri formüle etmelerinin farklı yönelimlere sahip bulunduğu öngörülmektedir. 3.5.1- AKP Hükümeti temsilcilerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını, batılı devletlerin siyasi aktörlerine benzer şekilde pozitif iletilerle değerlendirerek, totaliter ya da yarı totaliter siyasal yapıyı vurgulayarak nedenselleştirdikleri, Arap ülkelerinin ulusal siyasal yapısına yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin askeri müdahalesini olumlayan iletiler verdikleri varsayılmaktadır. 3.5.2- Muhalefetteki siyasi parti temsilcilerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal yapı bağlamında nedenselleştirdikleri, Arap ülkelerinin ulusal siyasal yapısına yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri ve batılı devletlerin askeri müdahalesini ve Türkiye’nin dış politikasını eleştirdikleri öngörülmektedir. 4- İnceleme kapsamına alınan gazetelerde köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını farklı bağlamlarda problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve çözüm önerileri formüle ettikleri varsayılmaktadır. 4.1- Cumhuriyet Gazetesi’nin köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal ve ekonomik yapıyı ve uluslararası siyasal yapıyı vurgulayarak problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve ulusal siyasal ve ekonomik yapıya ve uluslararası siyasal yapıya yönelik 257 çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. Gazetenin köşe yazarlarının, Türkiye’nin dış politikası eleştirel değerlendirdikleri varsayılmaktadır. 4.2- Hürriyet Gazetesi’nin köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını totaliter ya da yarı totaliter ulusal siyasal yapıyı ve sosyal medyanın kitleleri örgütleme potansiyelini vurgulayarak, problemleştirdikleri ve nedenselleştirdikleri, ulusal siyasal yapıya ve uluslararası siyasal ve hukuk sistemine yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. Gazetenin köşe yazarlarının, Türkiye’nin dış politikasını eleştirel değerlendirdikleri varsayılmaktadır. 4.3- Yeniçağ Gazetesi’nin, köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını uluslararası siyasal yapı nedeniyle problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri öngörülmektedir. Gazetenin köşe yazarlarının, Türkiye’nin dış politikasını eleştirel değerlendirdikleri varsayılmaktadır. 4.4- Zaman Gazetesi’nin, köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını totaliter ya da yarı totaliter ulusal siyasal yapıyı ön plana çıkararak problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve ulusal ve uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri içinde Türkiye’nin yol gösterici rolüne vurgu yaptıkları ve Türk dış politikasını pozitif değerlendirdikleri öngörülmektedir. 3.3- Elde Edilen Bulgular ve Bulguların Yorumlanması Cumhuriyet, Yeniçağ, Hürriyet ve Zaman gazetelerinde Arap ülkelerinde meydana gelen kitle ayaklanmalarına ilişkin haber iletileri, haber aktörlerinin iletileri ve köşe yazılarının niceliksel ve 60 niteliksel içerik analizi sonucunda elde edilen bulgulara aşağıdaki tablolarda yer verilmiştir. 3.3.1-Gazete Yazı Türlerinden Haberlerin Niceliksel İçerik Analizi Aşağıda gazete yazı türlerinden haberlerin niceliksel içerik analizi sonucunda elde edilen bulgular ve yorumları yer almaktadır. 60 Tablolarda boş bırakılan sayı ve oranlar bölümleri, “sıfır” değeri taşımaktadır. 258 Gazetelere Göre Haberlerin Sayı ve Oranları Haber Cumhuriyet Sayı Oran % 538 22,5 Hürriyet Sayı Oran % 727 30,5 Yeniçağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % 499 21 627 26 Toplam Haber Sayısı Oran % 2391 100 Tablo1: Gazetelere Göre Haberlerin Sayı ve Oranları Gazetelere göre Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin sayıları ve oranları incelendiğinde; en yüksek oranda haberin sırasıyla Hürriyet, Zaman, Cumhuriyet ve Yeniçağ gazetelerinde üretildiği görülmektedir. Bulgular, gazetelerin içinde yalnızca Hürriyet’teki haber oranın %30.5’e yükseldiğini, diğer gazetelerdeki oranların ise, %20’nin üstünde belirlendiğini göstermektedir. 259 Haberlerin Ülkelere Göre Dağılımı Cumhuriyet Sayı Oran % Hürriyet Sayı Oran % Yeniçağ Sayı Zaman Oran % Sayı Oran % Genel olarak Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları 29 5 39 5 32 6 37 6 Bahreyn 16 3 14 2 17 3 20 3 Cezayir 6 1 4 1 10 2 5 1 Fas 1 6 1 4 1 Irak 5 1 3 4 1 7 1 İran 12 2 11 7 1 Katar 1 2 2 Kuveyt 2 Libya 210 39 343 47 179 36 221 35 Mısır 93 17 163 22 78 16 140 22 Suriye 64 12 70 10 64 13 79 13 S. Arabistan 5 1 5 1 4 1 7 1 Tunus 35 7 51 7 30 6 39 6 Umman 3 1 3 1 5 1 Ürdün 5 1 2 14 3 6 1 Yemen 53 10 22 3 56 11 48 8 Toplam 538 100 727 100 499 100 627 100 Tablo 2: Gazetelere Göre Haberlerin Ülkelere Dağılımı Sayı ve Oranları 260 Elde edilen bulgular; tüm gazetelerde, kitle ayaklanmalarının çıktığı Arap ülkeleri içinde en yüksek oranlarda Libya ve Mısır’a ilişkin haber yapıldığını göstermektedir. Cumhuriyet’te bu oran, Libya için %39, Mısır için %17’dir. Cumhuriyet’te en düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Cezayir, Irak, Suudi Arabistan, Umman ve Ürdün’dür. Hürriyet’te Libya %47, Mısır %22 oranlarında haberleştirilmiştir. Hürriyet’te en düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Cezayir ve Suudi Arabistan’dır. Yeniçağ’da Libya %36, Mısır %16 oranlarında haberleştirilmiştir. Yeniçağ’da en düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Fas, Irak, Suudi Arabistan ve Umman’dır. Zaman’da Libya %35, Mısır %22 oranlarında haberleştirilmiştir. Zaman’da en düşük oranda haberleştirilen ülkeler ise, %1 oranıyla Cezayir, Fas, Irak, İran, Suudi Arabistan, Umman ve Ürdün’dür. Tüm gazetelerde Libya ve Mısır’ın en fazla haberleştirilen ülkeler olmasının nedeni, enerji kaynakları zengin Libya’ya yönelik askeri operasyon ve Kaddaffi’nin direnme potansiyelidir. Benzer şekilde önemli Arap ülkelerinden Mısır’da yaşanan şiddetli ayaklanmalar ve Hüsnü Mübarek’in siyasal iktidarını bırakması, bu ülkenin en fazla haberleştirilen ikinci ülke olmasını beraberinde getirmiştir. Haberlerin Üretildiği Haber Organizasyonu Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Kendi üretimi 163 30 202 28 150 30 332 53 Yerli haber ajanslarının üretimi 26 5 38 5 27 5 29 5 Karma üretim 55 10 95 13 44 9 70 11 Yabancı haber ajanslarının üretimi 251 47 197 27 170 34 175 28 Belirlenemedi 43 8 195 27 108 22 21 3 Toplam 538 100 727 100 499 100 627 100 Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Tablo 3: Gazetelere Göre Haberlerin Üretildiği Haber Organizasyonu Elde edilen bulgular; Cumhuriyet ve Yeniçağ gazetelerinin ağırlıklı olarak yabancı haber ajanslarının haber üretiminden yararlandıklarını göstermektedir. Bu bulgu, haber üretiminde, büyük yabancı 261 haber ajanslarına bağımlılığı ortaya koymaktadır. Hürriyet ve özellikle Zaman gazetesinin ağırlıklı olarak kendi haber üretimlerini kullandıkları görülmektedir. Haberin üretildiğinin belirlenemediği haber oranı, Hürriyet ve Yeniçağ gazeteleri için yüksektir. Bu bulgu, etik bir sorun olarak Türk basınında, haberlerde, mahreç gösteriminin göz ardı edildiğini ortaya koymaktadır. 3 34 6 9 Bahrey n 3 2 13 3 4 2 10 Cezayir 6 2 1 1 3 Fas 1 Irak 5 1 3 12 3 11 İran 1 1 Katar İç Sayfalar Birinci Sayfa İç Sayfalar Oran % 5 Sayı Sayı 6 Oran % Oran % 22 Sayı Sayı 5 Oran % Oran % 7 Sayı Sayı Genel olarak Arap devletl erin-de kitle ayakla nma61 ları Zaman Oran % Oran % Birinci Sayfa İç Sayfalar Sayı Birinci Sayfa İç Sayfalar Yeniçağ Oran % Birinci Sayfa Hürriyet Sayı Haberin Yer Aldığı Sayfa Cumhuriyet 13 23 5 3 3 34 7 2 17 4 4 4 16 3 1 10 2 5 1 6 1 4 1 1 4 1 7 1 2 2 7 1 1 Kuveyt Libya 61 2 80 53 13 0 33 10 1 51 24 2 45 40 55 13 9 33 56 51 16 5 32 Bu haberlerde, ülke belirtilmemiştir. 262 Mısır 28 19 65 17 54 27 11 1 21 14 19 64 15 33 30 10 7 21 Suriye 15 10 49 13 13 7 57 11 7 10 57 13 4 4 75 14 S.Arabi s-tan 1 1 4 1 4 1 4 1 7 1 Tunus 9 6 28 7 40 7 28 7 32 6 Umma n 3 1 3 1 5 1 Ürdün 5 1 14 3 6 1 56 14 2 2 46 10 42 7 10 0 10 9 10 0 51 8 10 0 11 6 2 3 2 Yemen 5 3 48 12 5 3 17 3 Topla m 14 9 10 0 39 2 10 0 19 4 10 0 53 4 10 0 72 10 0 7 6 Tablo 4: Gazetelere Göre Haberlerin Yer Aldığı Sayfa Gazetelerin birinci sayfasında yer alan haberler, kamuoyunun gündemine etki etme potansiyeline sahip bulunmaktadır. Elde edilen bulgular; tüm gazetelerde birinci sayfadan en sık haberleştirilen devletlerin Libya ve Mısır olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet’te bu oran, Libya için %53, Mısır için %19’dur. Cumhuriyet’te birinci sayfadan en az haberleştirilen devletler ise, %1 oranıyla İran ve Suudi Arabistan’dır. Hürriyet’te birinci sayfadan en sık haberleştirilen devletlerden Libya %51, Mısır %27 oranına sahiptir. Birinci sayfadan en az haberleştirilen devletler ise, %1 oranıyla Cezayir ve %2 oranıyla Bahreyn’dir. Yeniçağ’da en sık haberleştirilen devletlerden Libya %40, Mısır %14 oranındadır. Birinci sayfadan en az haberleştirilen devletlerin oranı ise, Tunus için % 3 ve Suriye için %10’dur. Zaman’da ise, en sık haberleştirilen devletlerden Libya %51, Mısır, %30 oranına sahiptir. Birinci sayfadan en az haberleştirilen devletler ise, % 2 Yemen ve %4 oranıyla Bahreyn ve Suriye’dir. Enerji kaynakları zengin ve çatışmaların, denetimden çıktığı ülkelerdeki kitle ayaklanmalarının daha yoğun haberleştirildiği görülmüştür. 263 Haberlere 62 Ayrılan Sütun Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Bir sütun (kısa) 401 40.5 527 55 294 47.2 434 42.3 İki sütun (orta) 443 44.8 347 36 264 42.3 456 44.6 Üç ve üçten fazla sütun (uzun) 145 14.7 86 9 65 10.5 134 13.1 Toplam 989 100 960 100 623 100 1024 100 Tablo 5: Gazetelere Göre Haberlere Ayrılan Sütun Gazetelere göre kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin toplam sütun sayıları incelendiğinde; Cumhuriyet’te tüm haberlerin toplam 989 sütun, Hürriyet’te toplam 960 sütun, Yeniçağ’da toplam 623 sütun ve Zaman’da toplam 1024 sütun olarak yayınlandığı belirlenmektedir. Bulgulara göre, kitle ayaklanmalarına en kapsamlı alanı sırasıyla Zaman, Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ gazeteleri vermiştir. Haber Metninde Resim 63 Kullanımı Cumhuriyet Sayı Oran % Hürriyet Sayı Oran % Yeniçağ Sayı Oran % Zaman Sayı Oran % Resimli 280 52 580 80 323 65 371 59 Resimli değil 258 48 147 20 176 35 256 41 Toplam 538 100 727 100 499 100 627 100 Tablo 6: Gazetelere Göre Haber Metninde Resim Kullanımı Elde edilen bulgular, en yüksek oranda, %80 olarak, resim kullanımının Hürriyet’te gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Yeniçağ, Zaman ve Cumhuriyet gazetelerinin tümünde fotoğraf kullanımı, 62 Gazetelerin sayfa büyüklüğü ve düzenine göre, haberlere ayırdıkları sütunların uzunluğu ve genişliği birbirinden bir ölçüde farklılık göstermektedir. Bu nedenle standart sütun yoktur. 63 Resim kullanımı fotoğraf, enfo-grafik, karikatür ve karikatür gibi görsel materyallerin kullanımını kapsamaktadır. Çalışmada genel resim kullanımı belirtilecek, özel olarak da fotoğraf kullanımına yer verilecektir. 264 %50’nin üzerinde belirlenmektedir. Bu bulgular, günümüzde fikir gazetelerinin de görsel materyale yönelimine işaret etmektedir. Haber Metni Resminde Renk Kullanımı Cumhuriyet Sayı Oran % Hürriyet Sayı Yeniçağ Oran % Sayı Zaman Oran % Sayı Oran % Renkli 67 18 773 90 51 13 392 68 Renksiz 307 82 89 10 332 87 184 32 Toplam 374 100 862 100 383 100 576 100 Tablo 7: Gazetelere Göre Haber Metni Resminde Renk Kullanımı Resimlerde renk kullanımı irdelendiğinde; Hürriyet, %90 oranında renkli resim kullanmıştır. Hürriyet’te resimlerin çok iç içe ve zihinsel yorgunluk yaratacak bir düzenlemeyle sunulduğu düşünülmektedir. Hürriyet’in yüksek oranda ve renkli resme yer vermesi, gazetenin popüler gazeteciliğe yönelimine ilişkin birinci varsayımı doğrulayan bulgulardan biri olmaktadır. Fikir gazetesi olmasına rağmen Zaman’da renkli resim kullanım oranının yüksek olduğu görülmektedir. En az renksiz resim kullanan gazeteler ise, Yeniçağ ve Cumhuriyet’tir. Fotoğrafın Üretildiği Haber Organizasyonu Cumhuriyet Sayı Oran % Hürriyet Sayı Yeniçağ Oran % Sayı Zaman Oran % Sayı Oran % Kendi üretimi 28 6 61 7 23 6 65 11 Yerli haber ajansı üretimi 158 42 181 21 94 25 392 68 Karma üretim 35 9 45 5 12 3 74 13 18 3 Yabancı haber ajansının üretimi Belirlenemedi 153 41 575 67 254 66 27 5 Toplam 374 100 862 100 383 100 576 100 Tablo 8: Gazetelere Göre Fotoğrafın Üretildiği Haber Organizasyonu 265 En fazla oranda kendi fotoğrafını kullanan ve en fazla oranda yabancı haber ajansından yararlanan gazete Zaman, en az oranda kendi üretimi fotoğrafları kullanan gazeteler ise, Cumhuriyet ve Yeniçağ’dır. Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ gazetelerinin yabancı haber ajanslarının fotoğraflarını hiç kullanmadıkları belirlenmektedir. Fotoğrafın kaynağının belirlenemediği haber oranının ise, Hürriyet, Yeniçağ ve Cumhuriyet’te çok yüksek oranlarda, sırasıyla %67, %66 ve %41 olduğu görülmektedir. Bu oran Zaman’da, %5 ile düşüktür. Fotoğrafın İçerik Özelliği Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Kitle ayaklanması çıkan ülkelerde siyasi liderler 46 13 132 16 60 16 76 13 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerde muhalif liderler 15 4 40 5 13 3 28 5 AB üyesi ülkelerin siyasi liderleri 7 2 28 3 16 4 22 4 4 0,5 2 0,5 6 1 BM temsilcileri ABD siyasi liderleri 15 4 46 5 18 5 17 3 Türk hükümet lideri ve temsilcileri 40 11 80 9 30 8 90 16 Türkiye’deki muhalefet parti liderleri 9 2 19 2 25 7 8 1 Çin, Küba, Peru, Rusya, Venezüella siyasi liderleri 5 1 7 1 5 1 1 266 Afrika Birliği, Arap Birliği, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi, İslami Konferans Teşkilatı liderleri 6 1 4 1 4 0,5 AB üyesi ülkelerin askeri yetkilileri 2 0,5 3 0,5 10 2 0,5 NATO yetkilileri 3 1 10 1 4 1 5 ABD askeri yetkilileri 1 0,5 4 0,5 3 0,5 1 Türk askeri yetkilileri 1 0,5 3 0,5 2 0,5 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerde siyasi lider karşıtı protesto gösterileri 142 39 222 26 72 19 173 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerde siyasi lidere destek gösterileri 18 5 40 5 18 5 1 Askeri operasyonu eleştiri gösterisi 5 1 8 1 5 1 Savaş / çatışma fotoğrafları 20 5 64 7 15 4 44 8 Halkla karşı devletin şiddet kullanımı 25 6 52 5 33 9 34 6 Halkın şiddet kullanımı 8 2 27 3 40 10 22 4 Tahliye ve göç fotoğrafları 14 3 68 8 15 4 34 6 Toplam 374 100 862 100 383 100 576 100 30 267 Tablo 9: Gazetelere Göre Fotoğrafın İçerik Özelliği Elde edilen bulgular; tüm gazetelerin en yüksek oranda kitle ayaklanması çıkan ülkelerde siyasi lider karşıtı protesto gösterilerinin fotoğraflarına yer verdiğini ortaya koymaktadır. Bu oran en yüksek oranda Cumhuriyet’te, %39 olarak belirlenmektedir. Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ’ın ikinci olarak en yüksek oranda yer verdikleri fotoğraf ise, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin siyasi liderlerinin fotoğrafıdır. Bu oran en yüksek olarak %16 oranında Hürriyet ve Yeniçağ gazetelerinde belirlenmektedir. Zaman’ın ise, ikinci olarak en fazla oranda Türk hükümeti siyasi temsilcilerinin fotoğrafına yer verdiği belirlenmektedir. Cumhuriyet’te, en az fotoğraf kullanımının, %0.5 oranıyla ABD ve Türk askeri yetkililerine ait fotoğraflar olduğu görülmektedir. Hürriyet’te en az fotoğraf kullanımı %0.5 oranı ile BM temsilcileri, AB, ABD ve Türk askeri yetkililerin fotoğrafıdır. Yeniçağ’da benzer şekilde en az fotoğraflar, %0.5 oranıyla AB, ABD ve Türk askeri yetkililere aittir. Zaman’da en az fotoğraf kullanımının %0.5 oranla Afrika Birliği, Arap Birliği, Körfez Ülkeleri İşbirliği Konseyi, İslami Hürriyet Cumhuriyet Nesnel 21 1 2 5 Nesnel değil 8 4 1 Toplam 29 1 6 6 Nesnel 23 8 1 Nesnel değil 16 6 3 Toplam 39 1 4 4 3 1 0 1 2 2 1 5 1 2 13 9 74 5 1 2 3 1 1 71 19 1 3 3 4 1 21 0 93 6 4 5 3 5 1 12 8 82 3 0 2 3 1 0 21 5 81 4 0 3 1 1 34 3 16 3 7 0 Oran % Yemen Ürdün Umman Tunus S.Arabistan Suriye Mısır Libya Kuveyt Katar İran Irak Fas Cezayir Haberde Ana Başlığın İçerik Özelliği Kitle Ayaklanmaları Bahreyn Konferans Teşkilatı liderleri ve NATO yetkililerine aittir. 2 3 9 7 3 3 1 4 2 7 5 5 3 2 4 1 9 4 3 3 2 7 1 1 3 5 7 5 5 1 2 2 2 3 3 268 Yeniçağ Zaman Nesnel 12 1 1 5 4 1 1 70 41 2 2 3 1 7 1 6 3 2 4 5 Nesnel değil 20 6 5 2 3 1 10 9 37 4 2 1 1 3 2 8 2 4 5 5 Toplam 32 1 7 1 0 6 4 2 17 9 78 6 4 4 3 0 3 1 4 5 6 Nesnel 20 1 2 3 3 6 7 1 11 5 68 3 7 5 1 5 3 3 3 3 5 5 Nesnel değil 17 8 2 1 1 1 10 6 72 4 2 2 2 4 2 3 1 5 4 5 Toplam 37 2 0 5 4 7 2 22 1 14 0 7 9 7 3 9 5 6 4 8 7 Tablo 10: Gazetelere Göre Haberde Ana Başlığın İçerik Özelliği Gazetelere göre haberde ana başlığın içeriksel özelliği incelendiğinde; en yüksek oranda nesnel ana başlığa % 73 ile Cumhuriyet gazetesinin sahip olduğu görülmektedir. Onu, %55 ile Zaman gazetesi izlemektedir. En yüksek oranda nesnel olmayan ana başlık kullanan gazete ise, %57 oranıyla Hürriyet’tir. Onu, %55 oranıyla Yeniçağ izlemektedir. Haber ana başlığına örnekler aşağıda yer almaktadır: “Siviller ölüyor, AKP seyrediyor” (Yeniçağ, 11 Mayıs 2011). “ABD, Esad’ın İpini Çekmeye Kararlı” (Yeniçağ, 12 Mayıs 2011). 269 Dün Birkaç gün önce Belirlene medi Toplam 14 29 35 Bahrey n 13 3 16 Cezayir 6 6 Fas 1 1 Irak 5 5 3 İran 8 12 9 2 Katar 1 4 Birkaç gün önce Belirlene Toplam Dün 15 Zaman Dün Toplam Genel olarak kitle ayakla n-ması çıkan ülkeler Yeniçağ Birkaç gün önce Belirlene medi Toplam Birkaç gün önce Belirlene Hürriyet Dün Olayın Güncelliği Cumhuriyet 4 39 26 6 32 22 15 14 14 16 1 17 20 20 4 4 10 10 5 5 6 6 3 1 4 3 4 4 6 1 7 11 2 2 5 2 7 34 3 16 4 15 179 17 1 49 16 3 67 11 78 12 0 20 3 70 42 21 64 49 29 1 5 4 4 6 1 51 26 30 32 6 3 4 1 14 5 37 1 Kuveyt 18 3 27 21 0 30 7 32 88 5 93 15 7 6 Suriye 52 12 64 59 8 S. Arabistan 4 1 5 4 Tunus 32 3 35 45 Umma n 3 Ürdün 4 Libya Mısır 6 4 3 1 5 3 3 2 2 12 2 1 1 1 221 140 1 79 7 1 39 5 5 270 Yemen 44 9 53 20 2 Topla m 45 9 79 53 8 65 9 60 8 Oran % 85 15 91 8 1 22 47 8 1 56 38 10 72 7 42 9 67 3 499 48 8 13 5 86 14 78 22 48 3 626 Tablo 11: Gazetelere Göre Olayın Güncelliği Gazetelerin güncel olaya yönelimleri irdelendiğinde; Hürriyet’in %91 oranıyla, Yeniçağ’ın %86 oranıyla, Cumhuriyet’in %85 oranıyla belirlenmektedir. “dün” meydana gelen olaya ilişkin haber ürettiği Zaman’da ise bu oran, diğer gazetelere göre biraz daha düşük,%78 olarak görülmektedir. Elde edilen bulgular, basının yüksek oranda güncel haberlere yönelimli olduğunu göstermektedir. 3.3.2-Gazete Yazı Türlerinden Haberlerin Niteliksel İçerik Analizi Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Haberin Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Politika 338 62.8 403 55.4 304 60.9 372 59.3 Ekonomi 12 2.2 24 3 30 6 28 4 Toplumsal 31 5.8 53 6.6 21 4.1 39 6.7 Kültürel 271 Müttefik güçler ve NATO’nun askeri operasyonu 100 18.6 110 16 104 21 118 Şiddet 57 10.6 130 18 40 8 70 11 7 1 727 100 499 100 627 100 Birkaçı bir arada Toplam 538 100 19 Tablo 12: Haberin Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği Elde edilen bulgular; tüm gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerde en yüksek oranda ele alınan konunun politika olduğunu göstermektedir. Bu oran tüm gazetelerde %50’nin üzerinde yer almaktadır. Politik içerikli haberlere en yüksek oranda Cumhuriyet’te, biraz daha düşük bir oranda ise, Hürriyet’te rastlanmaktadır. İkinci olarak yüksek oranda haber yapılan konu ise, Cumhuriyet, Yeniçağ ve Zaman’da Müttefik Güçler ve NATO’nun askeri operasyonudur. Hürriyet’te ise, şiddet bağlamının önemli ölçüde haberleştirildiği ve gazetenin sansasyonel haber yönelimini ortaya koyarak, birinci varsayımın doğrulandığını göstermektedir. Şiddet bağlamı Cumhuriyet, Zaman ve Yeniçağ haberlerinde de bulunmaktadır. Kitle ayaklanmalarının toplumsal bağlamda bir ölçüde, en az oranda ise, ekonomi bağlamı çerçevesinde haberleştirildiği görülmektedir. Ekonomi bağlamını en yüksek oranda vurgulayan gazete Yeniçağ’dır. Bulgular, kitle ayaklanmalarının tüm gazetelerde ağırlıklı olarak politik bağlamda ve ekonomi bağlamının sınırlandırılarak haberleştirildiğini öngören birinci varsayımı büyük ölçüde doğrulamaktadır. 272 Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Politika İçerikli Haberler Sayı Oran % Sayı Oran % Kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası 109 32.3 125 31 Kitle ayaklanması çıkan devletin dış politikası 2 0.6 6 Kitle ayaklanması çıkan devletin, AB ülkeleri ve ABD ile tarihsel ilişkisi Sayı Oran % Sayı Oran % 85 27.9 113 30.4 1.5 2 0.6 2 0.5 3 0.8 ABD’nin iç ve dış politikası 22 6.5 28 6.9 36 11.9 13 3.5 AB’nin iç ve dış politikası 10 2.9 16 3.9 11 3.7 11 2.9 Türkiye’nin iç ve dış politika 32 9.6 46 11.4 35 11.5 52 13.9 5 1.3 3 0.9 10 2.7 168 41.8 120 39.5 161 43.3 6 1.5 4 1.3 Ortadoğu ilişkisi Kitle ayaklanması çıkan ülkenin siyasi lider karşıtı gösterileri 156 Kitle ayaklanması çıkan ülkenin siyasi liderine destek gösterileri 3 46.1 0.9 273 Birkaçı birarada 4 1.1 1 0.2 10 3.3 7 1.9 Toplam 338 100 403 100 304 100 372 100 Tablo 13: Politik İçerikli Haberler Politik içerikli haberlerin, tüm gazetelerde ağıtlıklı olarak siyasi lider karşıtı protesto gösterileri çerçevesinde haberleştirildiği belirlenmektedir. Bunu en yüksek oranda Cumhuriyet ve Zaman’da görmek mümkündür. Tüm gazetelerde kitle ayaklanmalarının ikinci olarak en yüksek oranda kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası çerçevesinde haberleştirildiği görülmektedir. Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman’da kitle ayaklanmalarının Türkiye’nin iç ve dış politikası bağlamında da haberleştirildiği belirlenmektedir. Yeniçağ’da ABD’nin iç ve dış politikası bağlamının da vurgulandığı belirlenmektedir. Aşağıda ABD politikasına ilişkin bir haber örneği yer almaktadır: “Çatışma ve gösterilerin tüm şiddetiyle sürdüğü Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da yönetimlerin değiştirilmesini hedefleyen ABD, bu ülkelerdeki muhalefet gruplarına sık sık desteğini açıklıyor, sırt sıvazlıyor, cesaret veriyor” (Beyaz Sarayın Kara Eli, Yeniçağ, 9 Mart 2011). Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Ekonomi İçerikli Haberler Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Kitle ayaklanması çıkan devletlerin işsizlik ve yoksulluk sorunları 5 41,7 4 21 5 16 7 25 Kitle ayaklanması çıkan devletlerde yolsuzluk ve rüşvet sorunu 1 8,3 2 8 2 7 274 Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderlerinin mal varlığı 2 16,7 8 33 1 3 2 7 2 8 2 7 10 36 3 11 2 7 2 7 28 100 AB ile ekonomik İlişkiler ABD ile ekonomik ilişkiler Türkiye ile ekonomik ilişkiler Diğer ülkelerle ekonomik ilişkiler ABD ve AB’nin kitle ayaklanması çıkan ülkenin petrol kaynaklarına ilgisi ABD ve AB’nin diktatör liderlere ekonomik yaptırımı 2 16,7 7 28 ABD ve AB’nin muhaliflere maddi yardımı 1 8,3 1 2 Petrol krizi 1 8,3 12 100 24 100 20 67 2 7 Birkaçı bir arada Toplam 30 100 Tablo 14: Ekonomi İçerikli Haberler 275 Aşağıda kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderlerinin mal varlığına ilişkin bir haber başlığı örneği yer almaktadır: “Kaddafi’nin 53 Milyarlık Açığı Çıktı” (Cumhuriyet, 28 Mayıs 2011). Elde edilen bulgular; Cumhuriyet’te, kitle ayaklanmalarını ekonomi bağlamında ele alan haberlerin ağırlıklı olarak kitle ayaklanması çıkan devletlerin işsizlik ve yoksulluk sorunları çerçevesinde olduğunu göstermektedir. Hürriyet’te siyasi liderlerin mal varlığı, Yeniçağ’da ABD ve AB’nin kitle ayaklanması çıkan ülkenin petrol kaynaklarına ilgisi, Zaman’da ise, Türkiye ile ekonomik ilişkiler bağlamında haberleştirildiği belirlenmektedir. Cumhuriyet, sol bir siyasal perspektiften işsizlik ve yoksulluk odaklı haberler yapmış, Hürriyet, siyasi liderlerin mal varlığını popüler gazetecilik yönelimi ile haberleştirmiştir. Zaman ise, hükümeti destekleyen liberal İslamcı yönelimi ile Türkiye ile ekonomik ilişkiler çerçevesinde pozitif bir yaklaşım göstermiştir. Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Toplumsal Konuları İçeren Haberler Sayı Oran % Sayı Oran % Din /mezhep çatışması 1 3.2 3 5.6 Tahliye 16 51.6 30 56.6 13 Göç 6 19.4 13 24.6 Adli yargılanmalar 8 25.8 7 13.2 Birkaçı birarada Sayı Oran % Sayı Oran % 3 7.7 61.9 25 64.1 3 14.3 4 10.3 4 19 7 17.9 1 4.8 21 100 39 100 Diğer Toplam 31 100 53 100 Tablo 15: Toplumsal Konuları İçeren Haberler 276 Gazetelerin kitle ayaklanmalarını toplumsal çerçevede ele aldıkları konular arasında en yüksek oranda iç kargaşa nedeniyle yaşanan tahliye konusunun haberleştirildiği görülmektedir. Bu oran en yüksek olarak Zaman’da %64.1 olarak belirlenmiştir. Onu Yeniçağ, Hürriyet ve Cumhuriyet gazeteleri izlemektedir. Bunun yanında yine iç kargaşa nedeniyle yaşanan göç haberleri ve tutuklanan siyasi liderlerin yargılanmasına ilişkin haberlere de yer verildiği görülmektedir. Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Müttefik Güçler ve NATO’nun Askeri Operasyonuna İlişkin Haberler Hürriyet Yeniçağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Genel bağlamda askeri operasyon 16 16 38 35 15 14 27 23 Askeri operasyonun nedenleri 21 21 18 16 27 26 20 17 Askeri operasyonun toplumsal etkisi 12 12 14 13 16 15 15 13 BM kararı doğrultusunda askeri operasyonun kapsamı 23 23 14 13 15 14 17 14 Türkiye’nin askeri operasyondaki rolü 15 15 18 16 14 13 23 20 Ateşkes 5 5 6 5 10 11 8 7 Operasyon karşıtı gösteriler 7 7 1 1 6 6 6 5 277 Operasyona destek gösterileri 1 1 1 1 1 1 2 1 100 100 110 100 104 100 118 100 Birkaçı bir arada Toplam Tablo 16: Müttefik Güçler ve NATO’nun Askeri Operasyonuna İlişkin Haberler Elde edilen bulgular; Müttefik Güçler ve NATO’nun askeri operasyonuna ilişkin haberler içinde Cumhuriyet’te ağırlıklı olarak BM kararı doğrultusunda askeri operasyonun kapsamı ve askeri operasyonun nedenlerine ilişkin haberler yapıldığını göstermektedir. Hürriyet’te, genel bağlamda askeri operasyon, askeri operasyonun nedenleri ve Türkiye’nin askeri operasyondaki rolüne odaklanılan haberler üretilmiştir. Yeniçağ’da, askeri operasyonun nedenleri ve toplumsal etkisine yönelik haberlere yer verilmiştir. Zaman ise, genel bağlamda askeri operasyon ve Türkiye’nin askeri operasyondaki rolünü vurgulayan haberler üretmiştir. Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Haberde Askeri Operasyonun Değerlendirilmesi Sayı Oran % Pozitif Hürriyet Sayı Oran % 8 7 Yeniçağ Sayı Oran % Zaman Sayı Oran % 25 21 Negatif 25 25 35 32 79 76 18 15 Nötr 65 65 67 61 25 24 63 54 Birkaçı birarada 4 4 Belirlenemedi 6 6 12 10 Toplam 100 100 118 100 110 100 104 100 Tablo 17: Haberde Askeri Operasyonun Değerlendirilmesi 278 Gazete haberlerinde Müttefik Güçler ve NATO’nun askeri operasyonunun Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazetelerinde ağırlıklı olarak tarafsız, Yeniçağ’da ise, ağırlıklı olarak negatif değerlendirildiği belirlenmiştir. Cumhuriyet ve Yeniçağ’da pozitif iletilere hiç rastlanılmamıştır. En yüksek oranda pozitif iletilere Batı’nın ve Türk hükümetinin Arap politikalarını olumlayan Zaman yer vermiştir. Aşağıda Libya’ya askeri operasyonun değerlendirilmesine yönelik ve şiddeti de içeren haber başlıklarına yer verilmektedir: “Libya’da, NATO Katliamı” (Yeniçağ, 2 Mayıs 2011). “NATO, Libya’da Öldürüyor, Yıkıyor” (Yeniçağ, 9 Haziran 2011). Cumhuriyet Hürriyet Yeniçağ Zaman Haberde Şiddetin Vurgulanması Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % 9 15,8 55 42 10 25 17 24 64 49,5 16 40 50 72 11 8,5 14 35 3 4 130 100 40 100 70 100 Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları İç savaş /çatışma Devletin ayaklanmacıla ra kaşı uyguladığı şiddet 46 80,7 Ayaklanmacıların uyguladığı şiddet 2 3,5 Diğer Toplam 57 100 279 Tablo 18: Haberde Şiddetin Vurgulanması Kitle ayaklanmalarında yaşanılan şiddete en fazla vurgu yapan gazetenin popüler gazeteciliğe yönelimine uygun olarak Hürriyet olduğu belirlenmektedir. En az vurgu yapan gazete ise, Yeniçağ’dır. Tüm gazeteler, şiddet içerikli haberlerin içinde en yüksek oranda devletin ayaklanmacılara kaşı uyguladığı şiddete yer vermişlerdir. En az oranda ise, ayaklanmacıların uyguladığı şiddete yer ayrılmıştır. Hürriyet’in yüksek oranda iç savaşa ve çatışmalara vurgu yaptığı belirlenmiştir. Aşağıda şiddete daha az vurgu yapan Yeniçağ’ın haberlerinden örnekler yer almaktadır: “Yemen’de Kan Durmuyor” (Yeniçağ, 13 Mayıs 2011, s.6). “Suriye’de Yine Kan Döküldü” (Yeniçağ, 7 Mayıs 2011). Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Haberde Kitle Ayaklanmasının Belirtilen Nedeni Hürriyet Yeni Çağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % 66 66,7 41 51 41 36 70 60 13 13,1 15 19 10 9 15 13 2 2 10 12,5 7 6 3 2 Halkın siyasi reform talebi Halkın ekonomik reform talebi Din / mezhep çatışması Geleneksel medyanın etkisi 280 Sosyal medyanın etkisi 2 3 3 8 1,5 10 ABD’nin ekonomik menfaati 30 26 AB ülkelerinin ekonomik menfaatleri 14 12 Büyük Ortadoğu Projesi 17 15 9 8 Birkaçı bir arada 15 15,2 6 7,5 1 0,5 13 11 Toplam 99 100 80 100 114 100 117 100 Tablo 19: Haberde Kitle Ayaklanmasının Belirtilen Nedeni Haberlerde kitle ayaklanmalarının nedenselleştirmelerini içeren örnekler aşağıda yer almaktadır: “Facebook’ta Örgütlendiler” (Hürriyet Gazetesi, 16 Ocak 2011). “Mübarek ve İki Oğlu Tutuklandı, Duyurusu Facebook’tan yapıldı” (Zaman Gazetesi, 14 Nisan 2011). Elde edilen bulgular, gazetelerde kitle ayaklanmasının belirtilen nedenleri içinde tüm gazetelerin en yüksek oranda halkın siyasi reform talebine vurgu yaptıkları görülmektedir. Cumhuriyet haberlerinde, halkın ekonomik reform taleplerine ve pek çok değişkene bir arada vurgu yapmıştır. Hürriyet ve Zaman, halkın ekonomik taleplerine, Yeniçağ, ABD’nin ekonomik menfaatlerine odaklı haberler üretmiştir. Yeniçağ’ın haberlerinde Batılı emperyalizmi eleştiren haberlere yer verdiği görülmüştür. 281 Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Haberde Kitle Ayaklanmalarının Değerlendirilmesi Hürriyet Yeni Çağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Pozitif 105 50 117 70 55 41 130 63 Negatif 14 6,7 70 52 Nötr 70 33,3 10 7 41 20 35 17 206 100 51 30 Birkaçı bir arada 21 10 210 100 Belirlenemedi Toplam 168 100 135 100 Tablo 20: Haberde Kitle Ayaklanmalarının Değerlendirilmesi Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazetelerinin haberlerinde kitle ayaklanmalarını, ağırlıklı olarak pozitif değerlendirdikleri görülmektedir. En yüksek oranda pozitif iletilere Hürriyet yer vermiştir. En yüksek oranda negatif iletilere ise, Yeniçağ yer vermiştir. Hürriyet ve Zaman’da negatif iletiye rastlanmamıştır. Nötr ileti oranının en yüksek olduğu gazete ise, Cumhuriyet’tir. 3.3.3- Haber Aktörlerinin İletilerinin Niceliksel İçerik Analizi Çalışmada; haber aktörlerinin iletilerinin niceliksel analizi kapsamında gazetelere göre temsil oranları ve Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları çerçevesinde en çok ele aldıkları konular belirlenmiştir. 282 Cumhuriyet Haberlerde Haber Aktörlerinin Temsili Hürriyet Yeni Çağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri 105 19,5 111 20,3 109 22,8 99 17,9 Kitle ayaklanması çıkan devletlerin askeri ve dini yetkilileri 6 1,1 17 3,1 10 2,1 7 1,3 Kitle ayaklanma çıkan devletlerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar 71 13,2 96 17,6 65 13,6 74 13,4 AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomi yetkilileri 122 22,7 63 11,5 91 19,0 127 22,9 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 61 11,3 87 15,9 62 12,9 45 8,1 Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 77 14,3 87 15,9 47 9,8 89 16,1 Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri 18 3,3 18 3,3 31 6,5 14 2,5 Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri 20 3,7 9 1,6 14 2,9 13 2,3 Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 35 6,5 44 8,1 35 7,3 47 8,5 Doğulu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 12 2,2 10 1,8 8 1,7 21 3,8 Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 1 0,2 1 0,2 4 0,7 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 4 0,7 2 0,4 1 0,2 Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim 6 1,1 1 0,2 12 2,2 6 1,3 2 0,4 283 uzmanları Diğer 538 Toplam 100 546 100 479 100 554 100 Tablo 21: Haberlerde Haber Aktörlerinin Temsili İnceleme kapsamına alınan gazetelerde, haberlerde haber aktörlerinin temsil oranları incelendiğinde; Cumhuriyet’te %22.7 ile en yüksek oranda AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomik yetkililerinin temsil edilmiş olduğu belirlenmiştir. İkinci olarak %19.5 ile kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, üçüncü olarak ise, %14.3 ile Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin temsil edildiği belirlenmiştir. Hürriyet’te %20.3 ile en yüksek oranda kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, %17.6 ile kitle ayaklanma çıkan devletlerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacıların, %15.9 ile ise, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri ile Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerin temsil edildiği görülmüştür. Yeniçağ’da %22.8 ile en yüksek oranda kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri, %19 ile AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomi yetkilileri, % 13.6 ile ise, kitle ayaklanması çıkan devletlerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar temsil edilmiştir. Zaman’da %22.9 ile en yüksek oranda AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomik yetkilileri, % 17.9 ile kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri, % 16.1 ile ise, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri temsil edilmiştir. Gazetelerde en az temsil edilen haber aktörleri ise, Cumhuriyet’te ve Hürriyet’te %0.2 ile batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları, Yeniçağ’da %0.2 ile Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları, Zaman’da %0.4 ile Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarıdır. Elde edilen bulgular, tüm gazetelerde, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını olumlayan ya da olumlamayan Arap ve Batılı devletlerin siyasi haber aktörlerinin, yakın oranlarda temsil edildiğini göstermektedir. Muhalif ayaklanmacıların ise, bir ölçüde daha sınırlı temsil edildiği belirlenmektedir. Bu bulgu, inceleme kapsamına alınan tüm gazetelerin Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını eleştiren veya destekleyen Arap ve Batılı devletlerin siyasi haber aktörlerine, yakın oranlarda kendilerini temsil etme olanağı sunulduğuna ilişkin ikinci varsayımı büyük ölçüde doğrulamakta ve tüm gazetelerin inceleme kapsamına alınan konu çerçevesinde temsilde dengelilik ilkesine büyük ölçüde uyduğunu göstermektedir. 284 71 Kitle ayaklan ması çıkan ülkeleri n 45 47 23 24 Toplam Birkaçı Birarada Şiddet Askeri Operasy on 18 7 6 1 1 5 29 10 10, 5 12 12, 5 6 6 Oran % 12 20 Sayı Kitle ayaklan ması çıkan ülkeleri n askeri ve dini yetkilil eri Oran % 2 Sayı 2 Oran % 6 Sayı 7 Oran % Oran % 67 Sayı Sayı 74 Oran % Oran % Kitle ayaklan ması çıkan devletl erin siyasi liderler i ve hüküm et yetkilil eri Sayı Sayı Kültürel Toplums al Ekonomi Oran % Politika Sayı Haber Aktörle rinin Dolaylı ve Dolaysı z Konu İçeriği 11 1 10 0 17 10 0 96 10 0 285 muhalif liderler i ve muhalif ayaklan macılar AB üyesi ülkeleri n siyasi, askeri ve ekono mi liderler i 54 43 10 8 ABD’li siyasi, askeri, ekono mi ve istihbar at yetkilil eri 40 46 8 9 Türk siyasi, askeri, ekono mi ve istihbar at yetkilil eri 36 40, 5 4 4,5 Türkiye 15 48 9 4 7 4,5 8 12 7 10 0 1 87 10 0 4 4,5 89 10 0 2 7 31 10 46 36 6 38 44 1 41 46 14 45 286 ’deki muhale fet parti temsilci leri 0 Çin, Çeçenis tan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezü ella’nın siyasi liderler i 3 15 Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütle ri 12 26 Doğu ve Ortado ğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan 8 38 5 11 17 85 20 42 7 33 8 17 20 10 0 2 4 47 10 0 6 29 21 10 0 287 hakları örgütle ri AB ülkeleri nin siyasi, askeri, ekono mi ve bilim uzmanl arı 6 10 0 ABD’li siyasi, askeri, ekono mi ve bilim uzmanl arı 5 83 1 17 Ortado ğulu siyasi, askeri, ekono mi ve bilim uzmanl arı 9 65 3 21 Türk siyasi, askeri, ekono mi ve bilim uzmanl arı 6 43 8 57 2 14 6 10 0 6 10 0 14 10 0 14 10 0 288 Toplam 32 5 47 57 8 15 2 23 0 35 35 5 24 3 68 6 10 0 Tablo 22: Haber Aktörlerinin Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği Elde edilen bulgular; Arap, Batılı ve Çin, İran, Peru, Rusya gibi diğer devletlerin haber aktörlerinin ele aldıkları tüm konular içinde en yüksek oranda politika ve askeri operasyonun sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Ekonomi konusunun ise, sınırlı olarak ele alındığı belirlenmektedir. Arap siyasi liderlerinin ve hükümet yetkililerinin ele aldıkları dolaylı ve dolaysız konular içinde politikanın oranının %67, ekonominin % 6, askeri operasyonun %18 olduğu görülmektedir. Askeri ve dini yetkililerin ele aldıkları politik konu oranının %71, askeri operasyon konusunun oranının ise, % 29 olduğu belirlenmektedir. Muhalif liderlerin ele aldıkları konular içinde politika %47, ekonomi %24, askeri operasyon ise, %10.5 oranındadır. AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin ele aldıkları politik konu oranının %43, ekonominin %8, askeri operasyonun % 36 olduğu belirlenmektedir. ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin ele aldıkları konular içinde politika %46, ekonomi %9, askeri operasyon % 44 oranına sahiptir. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin ele aldıkları konular içinde politika %40.5, ekonomi %4.5, askeri operasyon %46 oranındadır. Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin ele aldıkları konular içinde politika %48, askeri operasyon %45 oranındadır. Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderlerinin ele aldıkları konular içinde politikanın oranı %15, askeri operasyonun ise, %85 ’dir. Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin ele aldıkları konular içinde politika %26, ekonomi % 11 ve askeri operasyon %42 oranına sahiptir. Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin ele aldıkları konular içinde politika % 38, askeri operasyon %33 oranına sahiptir. AB ülkelerinin siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları konular içinde politika %100 oranında, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları konular içinde ise, %83 olarak belirlenmektedir. Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları konular içinde politika %65, askeri operasyon %21 oranına sahiptir. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ele aldıkları konular içinde politika % 43, askeri operasyon ise, %57 oranına sahiptir. 289 Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri Haber Aktörlerinin İletilerinin Değerlendirilmesi Cumhuriyet Sayı Oran % Hürriyet Sayı Yeni Çağ Oran % Pozitif Sayı Oran % 9 8 Zaman Sayı Ora n% Negatif 37 35 68 61 26 24 41 41 Nötr 50 48 30 27 74 68 46 47 Belirleneme 18 -di 17 13 12 12 12 Toplam 105 100 111 100 109 100 99 100 Negatif 2 3 8 47 3 30 2 28, 5 Nötr 4 6 9 53 7 70 5 71, 5 6 100 17 100 10 100 7 100 Pozitif 15 21 35 36 8 12 38 51 Negatif 7 10 8 9 24 37 2 3 Nötr 37 52 53 55 33 51 26 35 Belirleneme 12 17 8 11 Birkaçı bir arada Kitle ayaklanma çıkan devletlerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar Ki.tle ayakl. çıkan devletlerin askeri ve dini yetkilileri Pozitif Birkaçı bir arada Belirleneme -di Toplam Birkaçı bir arada 290 -di Türkiye’dek i muhalefet parti temsilcileri Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri AB ülkelerinin siyasi, askeri ve ekonomi yetkilileri Toplam 71 100 Pozitif 96 100 11 17 65 100 74 100 Negatif 19 16 15 24 37 41 15 12 Nötr 75 61 37 59 45 49 110 87 2 1 Birkaçı bir arada Belirleneme 28 -di 23 Toplam 122 100 63 Negatif 12 20 Nötr 41 9 10 100 91 100 127 100 15 17 51 82 8 18 67 68 78 9 15 37 82 Belirleneme 8 -di 13 4 5 2 3 Toplam 100 87 100 62 100 45 100 29 33 63 71 26 29 Pozitif Birkaçı bir arada 61 Pozitif Negatif 18 23 20 23 22 47 Nötr 52 68 38 44 15 32 10 21 Birkaçı bir arada Belirleneme 7 -di 9 Toplam 77 100 87 100 47 100 89 100 2 11 4 22 5 16 3 21 4 29 Pozitif Negatif 291 Nötr 16 89 14 78 26 84 7 50 18 100 18 100 31 100 14 100 1 5 2 14 19 95 8 57 13 100 4 29 Birkaçı bir arada Belirleneme -di Doğulu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri Toplam Pozitif Negatif Nötr 9 100 Birkaçı bir arada Belirleneme -di 20 100 9 100 14 100 13 100 Negatif 5 14 6 14 16 46 5 11 Nötr 24 69 30 68 11 31 39 83 8 18 8 23 3 6 35 100 47 100 5 24 Toplam Pozitif Birkaçı bir arada Belirleneme 6 -di Toplam 35 17 100 44 100 Pozitif Negatif 1 8 2 20 3 37,5 Nötr 11 92 7 70 5 62,5 16 76 1 10 10 100 8 100 21 100 Birkaçı bir arada Belirleneme -di Toplam 12 100 292 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları Pozitif 1 100 Doğu ve Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 50 Negatif Nötr 1 100 2 50 1 100 4 100 8 67 4 33 Birkaçı bir arada Belirleneme -di Toplam Pozitif 1 100 2 50 2 50 2 100 4 100 2 100 1 100 Negatif Nötr Birkaçı bir arada Belirleneme -di Toplam Pozitif Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 2 1 100 Negatif Nötr Birkaçı bir arada Belirleneme -di 1 Toplam Pozitif 100 1 100 12 100 2 33 4 67 1 50 4 67 2 33 1 50 Negatif Nötr Birkaçı bir arada 293 Birkaçı bir arada Toplam 6 100 538 100 6 2 100 Pozitif Negatif Diğer Nötr Birkaçı bir arada Belirleneme -di Toplam Toplam 546 100 479 100 554 Tablo 23: Haber Aktörlerinin İletilerinin Değerlendirilmesi Aşağıda haber aktörlerinin değerlendirilmesine ilişkin haber örneği yer almaktadır: “Dokuz Canlı Kaddafi” (Hürriyet, 2 Mayıs 2011). Haber aktörlerinin iletilerinin haberler içinde nasıl değerlendirildiğine yönelik iletilerin içerik analizi, Cumhuriyet’te kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin iletilerinin %35 oranında negatif, %50 oranında ise, nötr; Hürriyet’te %61 oranında negatif, %27 oranında nötr; Yeniçağ’da %8 oranında pozitif, %24 oranında negatif ve %68 oranında nötr; Zaman’da %41 oranında negatif ve %47 oranında nötr değerlendirildiği belirlenmiştir.Cumhuriyet’te muhalif liderlerin ve muhalif ayaklanmacıların iletileri %21 pozitif, %37 nötr; Hürriyet’te %36 pozitif, %55 nötr, Yeniçağ’da %37 negatif, %51 nötr, Zaman’da %51 pozitif, %35 nötr değerlendirildiği görülmüştür. AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin iletileri, Cumhuriyet’te % 75 oranında nötr, Hürriyet’te %59 oranında nötr, Yeniçağ’da %41 oranında negatif ve %49 oranında nötr, Zaman’da %87 oranında nötr değerlendirilmiştir. ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 41 oranında nötr, Hürriyet’te % 78 oranında nötr, Yeniçağ’da %82 oranında negatif ve Zaman’da % 82 oranında nötr iletilerle değerlendirildiği belirlenmiştir. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 18 294 oranında negatif, %52 oranında nötr, Hürriyet’te % 33 oranında pozitif, %44 oranında negatif, Yeniçağ’da %47 oranında negatif, Zaman’da %71 oranında pozitif değerlendirildiği tespit edilmiştir. Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 16 oranında nötr, Hürriyet’te %78 oranında nötr, Yeniçağ’da %84 oranında nötr, Zaman’da ise, % 50 oranında nötr değerlendirildiği görülmüştür. Çin, Çeçenistan, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderlerinin iletilerinin Cumhuriyet’te % 95 oranında nötr, Hürriyet’te % 100 nötr, Yeniçağ’da %57 nötr ve Zaman’da %100 nötr değerlendirildikleri belirlenmiştir. Elde edilen bulgular; Cumhuriyet’in ayaklanmacıların iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiğine ilişkin ikinci varsayımı, büyük ölçüde doğrulamaktadır. Benzer şekilde Hürriyet’in ayaklanmacıların ve uluslararası siyasi haber aktörlerinin iletilerini pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin iletilerini negatif değerlendirdiğine ilişkin varsayım da büyük ölçüde doğrulanmaktadır. Yeniçağ’da ayaklanmacıların nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin ve Batılı siyasi aktörlerin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiğine ilişkin varsayım bir ölçüde doğrulanmıştır. Öngörülerden farklı olarak Arap ayaklanmacıların %37 oranında negatif iletilerle değerlendirildiği belirlenmiştir. Bunun yanında Yeniçağ’da Arap devletlerinin siyasi liderlerinin, bir ölçüde pozitif iletilerle değerlendirildiği de görülmüştür. Zaman’da ise, ayaklanmacıların ve onları destekleyen Batılı siyasi haber aktörlerinin ve AKP Hükümeti temsilcilerinin iletilerinin pozitif veya nötr, Arap devletlerinin siyasi liderlerinin iletilerinin negatif veya nötr değerlendirildiğine ilişkin varsayımın da büyük ölçüde doğrulandığı belirlenmiştir. 3.3.4- Haber Aktörlerinin İletilerinin Niteliksel İçerik Analizi Çalışma kapsamında haber aktörlerinin iletileri niteliksel içerik analizine tabi tutulmuş ve elde edilen bulgu ver yorumlarına aşağıda yer verilmiştir. Negatif Haber Aktörlerinin Kitle Nötr Pozitif 295 Ayaklanmalarını Değerlendirmeleri Toplam Sayı Oran % 72,5 62 100 47 15 100 100 69 100 47 100 47 100 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 43 100 43 100 Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 36 100 36 100 25 89 3 11 28 100 10 83 2 17 12 100 Sayı Oran % Sayı Oran % Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri 17 27,5 45 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri 8 53 7 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar 69 AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Sayı Oran % 296 Venezüella’nın siyasi liderleri Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 21 100 21 100 15 100 15 100 5 100 5 100 Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 2 100 2 100 Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 10 91 2 18 12 100 4 67 2 33 6 100 312 84 61 16 373 100 Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri AB ülkelerinin siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları Toplam Tablo 24: Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarını Değerlendirmeleri Aşağıda bir haber aktörü iletisine yer verilmektedir: 297 Muammer Kaddafi: “Beni Öldüremezsiniz. Namert Haçlılara sesleniyorum. Bana ulaşamayacağınız ve beni öldüremeyeceğiniz bir yerdeyim. Ben milyonların kalbinde yaşıyorum” (Yeniçağ, 15 Mayıs 2011). Elde edilen bulgular; kitle ayaklanmalarının, kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri 64 tarafından %72.5 oranında negatif değerlendirilirken, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri tarafından %53 oranında pozitif, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri, Batılı siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri, Doğulu ve Ortadoğulu uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri, batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ve ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları tarafından %100 oranında pozitif değerlendirildiğini göstermektedir. Kitle ayaklanmalarının Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri tarafından, %89, Çin, Çeçenistan, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri tarafından ise, % 83 oranında pozitif değerlendirildiği görülmektedir. Elde edilen bulgular, kitle ayaklanmalarının Arap ülkelerini siyasi aktörleri tarafından negatif ve Batılı siyasi aktörleri tarafından ise, pozitif iletilerle değerlendirildiğine ilişkin üçüncü varsayımın çok yüksek oranda doğrulandığını ortaya Toplam Birkaçı Bir Arada Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) AB Ülkelerinin Ekonomik Menfaatleri ABD’nin Ekonomik Menfaati Terör Ve Komplo Senaryosu Geleneksel Ve Sosyal Medyanın Etkisi Din / Mezhep Çatışması Halkın Ekonomik Reform Talebi Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarını Nedenselleştirmeleri Halkın Siyasi Reform Talebi koymaktadır. 64 Elde edilen bulgular, Suriye Devlet Başkanı Başer Esad, Đran Devlet Başkanı Mahmud Ahmedinejad ve S. Arabistan Kralı Abdullah’ın kendi ülkeleri dışındaki kitle ayaklanmalarını pozitif iletilerle değerlendirdiklerini göstermektedir. Kitle ayaklanmasını olumlayan askeri ve dini yetkililer ise, demokrasi ve özgürlük çerçevesinde konuya yaklaşmışlardır. Ayrıca Mısır Ordusu yetkililerinin pozitif iletileri yüksek oranda tespit edilmiştir. 298 2 5 40 23 3 7 2 3 2 1 5 Oran % Kitle ayakla nması çıkan ülkele rin muhal if liderle ri ve muhal if ayakla 3 Sayı 1 5 Oran % 2 4 0 Sayı 39 1 3 Oran % 5 1 5 Sayı Kitle ayakla nması çıkan ülkele rin askeri ve dini yetkili leri 5 Sayı Oran % 6 Oran % Oran % 2 Sayı Sayı 6 Oran % Oran % 2 Sayı Sayı 24 Oran % Oran % 8 Sayı Sayı Kitle ayakla nması çıkan devlet lerin siyasi liderle ri ve hükü met yetkili leri 1 3 2 6 3 3 10 0 1 8 1 3 10 0 1 4 2 3 6 2 10 0 299 nmacı lar AB üyesi ülkele rin siyasi, askeri ve ekono mi liderle ri 4 0 85 7 1 5 4 7 10 0 ABD’li siyasi, askeri , ekono mi ve istihb arat yetkili leri 4 2 98 1 2 4 3 10 0 Türk siyasi, askeri , ekono mi ve istihb arat yetkili leri 3 1 86 4 1 1 3 6 10 0 Türkiy e’deki muhal 2 3 82 2 8 10 0 1 3 2 7 3 1 1 300 efet parti temsil cileri Çin, Çeçen istan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venez üella’ nın siyasi liderle ri 8 80 Batılı ulusla r arası siyasi, askeri ve insan haklar ı örgütl eri 1 8 Doğu ve Ortad oğulu ulusla r arası siyasi, askeri ve insan 1 0 1 1 0 1 0 10 0 86 3 1 4 2 1 10 0 67 5 3 3 1 5 10 0 1 1 0 301 haklar ı örgütl eri Batılı siyasi, askeri , ekono mi ve bilim uzma nları 5 10 0 5 10 0 ABD’li siyasi, askeri , ekono mi ve bilim uzma nları 2 10 0 2 10 0 Ortad oğulu siyasi, askeri , ekono mi ve bilim uzma nları 7 58 1 2 10 0 Türk siyasi, askeri , ekono mi ve bilim uzma 4 67 6 10 0 3 2 5 2 1 7 2 3 3 302 nları Topl m 2 2 8 68 31 9 2 1 1 5 2 2 0 6 2 1 4 1 4 0 1 2 3 3 3 10 0 Tablo 25: Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarını Nedenselleştirmeleri Elde edilen bulgular; kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin %24, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin %39, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılarının %40, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin %85, ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %98, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %86, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin %82, Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın gibi devletlerin siyasi aktörlerinin %80, Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin % 86, Doğu ve Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının %58, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ise, % 67 oranında halkın siyasi reform taleplerine dayanarak, kitle ayaklanmalarını nedenselleştirdikleri belirlenmektedir. Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ile ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ise, %100 oranında halkın siyasi reform taleplerine dayanarak, kitle ayaklanmalarını nedenselleştirdikleri görülmektedir. Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin %6, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin %15 oranında kitle ayaklanmalarını halkın ekonomik reform talepleri ile nedenselleştirdikleri görülmektedir. Bunun yanında kitle ayaklanması çıkan ülkelerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, %40, askeri ve dini yetkililerinin ise, %23 oranında kitle ayaklanmalarını ABD’nin ekonomik menfaatlerine bağladıkları bulgulanmıştır. Bu bulgular, Arap siyasi liderlerinin kitle ayaklamalarını, ABD’nin, Arap ülkelerindeki ekonomik menfaatlerini gerçekleştirme istekleri çerçevesinde nedenselleştirdiklerini, muhalif ayaklanmacıların, Batılı liderlerin ve Türk hükümet ve siyasi parti temsilcilerinin ise, kitle ayaklanmalarını, ulusal siyasi yapıya dayandırdıklarına ilişkin üçüncü varsayımı büyük ölçüde doğrulamaktadır. 303 Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmaların a Yönelik Çözüm Önerileri Ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm Ulusal ekonomik yapıya yönelik çözüm Uluslararas ı siyasal yapıya yönelik çözüm Say ı Ora n % Say ı Ora n% Sayı Ora n% Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri 44 60 17 24 12 16 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri 11 100 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar 44 44 35 35 13 13 AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri 44 49 10 11 8 9 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat 37 71 5 10 Uluslararas ı ekonomik yapıya yönelik çözüm Sayı 4 Ora n% 4 Uluslararas ı yaptırıma yönelik çözüm Sayı Ora n% Toplam Say ı Ora n% 73 100 11 100 8 8 100 100 24 27 90 100 10 19 52 100 304 yetkilileri Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 50 59 5 6 Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri 9 64 5 36 Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri 5 62,5 Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 16 36 Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 11 46 5 21 Batılı siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 1 33 2 67 22 3 4 26 8 9 37,5 9 85 100 14 100 8 100 24 55 44 100 8 33 24 100 3 100 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 305 Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 5 38 8 62 13 100 Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 2 50 2 50 4 100 Toplam 279 54 75 14 521 100 81 16 4 1 82 15 Tablo 26: Haber Aktörlerinin Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Çözüm Önerileri Aşağıda haber aktörlerinin çözüm önerisi içeren iletilerine yer verilmektedir: Tayyip Erdoğan: “Kaddafi, tavsiyelerimizi dikkate almak yerine kanı, gözyaşını ve baskıyı ne yazık ki tercih etti. Kaddafi iktidarı bırakmalı, iktidarı ve yönetimi Libya halkına iade etmelidir” (Yeniçağ, 4 Mayıs 2011). Abdullah Gül: “Libya’da artık eski yönetime yer yok” (Zaman, 24 Mayıs 2011). Barack Obama: “Esad Ya Değişecek, Ya da Çekilecek” (Hürriyet, 26 Mayıs 2011). Haber aktörlerinin kitle ayaklanmalarına yönelik çözüm önerileri incelendiğinde; kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderlerinin ve hükümet yetkililerinin, %60 oranında ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerisi, %24 oranında ulusal ekonomik yapıya yönelik çözüm önerisi ve %16 oranında 306 uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerisi formüle ettikleri belirlenmiştir. Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin, %100 oranında ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerisi getirdikleri görülmüştür. Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar, %44 oranında ulusal siyasi yapıya, %35 oranında ulusal ekonomik yapıya, % 13 oranında uluslararası siyasi yapıya, % 8 oranında uluslararası yaptırıma yönelik çözüm önerileri getirmişlerdir. AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin %49 oranında ulusal siyasi yapıya, %11 oranında ulusal ekonomi yapısına, %9 oranında uluslararası siyasi yapıya, %4 oranında uluslararası ekonomi yapısına ve %27 oranında uluslararası yaptırıma vurgu yaptıkları belirlenmiştir. ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %71 oranında ulusal siyasi yapıya, %10 oranında ise, ulusal ekonomik yapıya yönelik çözüm içeren iletiler verdikleri görülmüştür.Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %59 oranında ulusal siyasi yapıya, %6 oranında ulusal ekonomi yapısına ve %26 oranında uluslararası siyasi yapıya yönelik çözüm önerdikleri belirlenmiştir. Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin %64 oranında ulusal siyasi yapıya, %36 oranında ise, ulusal ekonomi yapısına yönelik çözüm ürettikleri görülmüştür. Çin, Çeçenistan, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderlerinin %62.5 oranında ulusal siyasal yapıya, %37.5 oranında ise, uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm istedikleri belirlenmiştir. Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının ise %38 oranında ulusal siyasal yapıya ve %62 oranında uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerdikleri görülmüştür. Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının % 50 oranında ulusal ve uluslararası siyasi yapıya yönelik çözüm formüle ettikleri tespit edilmiştir. Elde edilen bulgular; Arap ülkelerinin siyasi liderlerinin, Batılı ve Türkiye’nin siyasi liderlerinin ve Türk muhalefet parti temsilcilerinin, Arap ülkelerinin siyasi yapısına yönelik çözüm önerileri formüle ettiklerine ve ekonomik yapının büyük ölçüde göz ardı edildiğine ilişkin varsayımın büyük ölçüde doğrulandığını göstermektedir. Bunun yanında Çin, Rusya, İran, Küba, Peru gibi devletlerin siyasi aktörlerinin, %62.5 oranında ulusal yapıya, %37.5oranında uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri içeren iletilerine yönelik üçüncü varsayımın da büyük ölçüde doğrulandığı belirlenmektedir. Haber Aktörlerinin Askeri Operasyonu Değerlendirmeleri Pozitif Negatif Nötr Toplam 307 Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri 20 100 20 100 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri 5 100 5 100 15 100 51 100 41 100 44 100 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar 11 73 4 27 AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri 44 86 5 10 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 38 93 3 7 Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 32 73 7 16 2 12,5 14 87,5 16 100 17 100 17 100 Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve 2 5 4 11 308 Venezüella’nın liderleri siyasi Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 25 92,5 2 7,5 27 100 4 57 3 43 7 100 Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 2 100 2 100 Türk siyasi, ekonomi ve uzmanları 8 100 8 100 90 37 253 100 Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri Batılı siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim ABD’li siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim Toplam askeri, bilim 156 61 7 2 Tablo 27: Haber Aktörlerinin Askeri Operasyonu Değerlendirmeleri Aşağıda haber aktörlerin askeri operasyonu değerlendirmelerini içeren iletileri yer almaktadır: Hugo Chavez: “Libya’ya askeri müdahale deliliktir. “Bu politika, belirli kişilerden çok komuta ve kontrolü hedef almayı içerir” (Yeniçağ, 2 Mayıs 2011). 309 Haber aktörlerinin askeri operasyonun değerlendirilmesine yönelik iletileri irdelendiğinde; ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerin %93, Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin %92.5, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomik liderlerinin %86, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderlerinin ve muhalif ayaklanmacıların ve Türk siyasi, askeri, ekonomik ve istihbarat yetkililerinin % 73 oranında pozitif ileti verdikleri belirlenmiştir. Buna karşılık kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkililerinin, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkililerinin, Çin, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella gibi devletlerin siyasi aktörlerinin, Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ve Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanlarının askeri operasyonu %100, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin ise, %87.5 oranında negatif değerlendikleri görülmüştür. Elde edilen bulgular; Arap ülkelerinin ve Çin, Rusya gibi devletlerin siyasi liderlerinin ve Türk muhalefet partileri temsilcilerinin askeri operasyonu negatif; Batılı ve Türk siyasi liderlerin ise, pozitif değerlendirdiklerine ilişkin varsayımın büyük ölçüde doğrulandığını ortaya koymaktadır. Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri 13 93 5 100 1 7 Oran % Toplam Sayı Oran % Askeri operasyon BOP kapsamındadır Sayı Oran % Askeri operasyon petrol amaçlıdır. Sayı Oran % Sayı Haber Aktörlerinin Askeri Operasyonu Nedenselleştirmeleri Askeri operasyon sivillerin korunması amaçlıdır 14 100 5 100 310 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar 11 73 AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri 44 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri 15 100 100 44 100 38 100 38 15 83 3 17 5 16 21 65 17 Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 4 27 18 100 32 100 100 17 100 6 19 25 92,5 2 7,5 27 100 4 57 3 43 7 100 311 Batılı siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim ABD’li siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 2 100 Türk siyasi, ekonomi ve uzmanları 6 75 2 76 34 9 Toplam 2 100 25 8 100 4 227 100 askeri, bilim 142 62 Tablo 28: Haber Aktörlerinin Askeri Operasyonu Nedenselleştirmeleri Haber aktörlerinin askeri operasyonu nedenselleştirmeleri incelendiğinde; kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacıların %73, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri ile ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %100, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin %83, Batılı uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin %92.5 oranında askeri operasyonu sivillerin korunması amaçlı olarak nedenselleştirdiği görülmektedir. Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri %93, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri %100, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcilerinin %65, Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri ve Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ise, %100 oranında askeri operasyonun petrol kaynaklarını denetleme amaçlı olduğunu belirtmektedirler. Bu bulgu, Çin, Çeçenistan, İran, Küba gibi devletlerin siyasi aktörlerinin, batılıların petrol kaynaklarını denetlemeyi amaçladıklarına yönelik ileti verdiklerini öngören üçüncü varsayımı çok büyük oranda doğrulamaktadır. Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri %7, Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri %19 ve Türk siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları ise, %25 oranında askeri operasyonu BOP 312 kapsamında değerlendiren ileti vermişlerdir. Elde edilen bulgular batılıların, askeri operasyonu nedenselleştirmek ve haklılaştırmak için sivilleri koruma odaklı iletilere yer verdiklerini, doğuluların ise, petrol kaynakların denetimini gerekçe olarak gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Türk hükümeti yetkililerinin iletileri, batılı siyasi aktörler ile paralellik gösterirken, Türk muhalefet parti temsilcilerinin iletilerinin, kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri ile Çin, Çeçenistan, İran, Küba gibi devletlerin siyasi aktörlerinin iletileri ile paralellik gösterdiği ve petrol kaynaklarının denetimine dikkat çektikleri belirlenmektedir. Pozitif Negatif Nötr Toplam Kitle ayaklanması çıkan devletlerin siyasi liderleri ve hükümet yetkilileri 4 44 5 56 9 Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin askeri ve dini yetkilileri Kitle ayaklanması çıkan ülkelerin muhalif liderleri ve muhalif ayaklanmacılar AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderleri Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Haber Aktörlerinin Türk Dış Politikasını Değerlendirmeleri 100 100 11 85 4 57 2 15 3 43 13 100 7 100 313 ABD’li siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 5 100 5 100 Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkilileri 13 100 13 100 3 20 15 100 Türkiye’deki muhalefet parti temsilcileri 12 80 Çin, Çeçenistan, İran, Küba, Peru, Rusya ve Venezüella’nın siyasi liderleri Batılı uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 100 2 100 2 100 Doğu ve Ortadoğulu uluslar arası siyasi, askeri ve insan hakları örgütleri 4 100 4 100 Batılı siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim 1 100 1 100 ABD’li siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim 2 100 2 100 4 100 4 100 Ortadoğulu siyasi, askeri, ekonomi ve bilim uzmanları 314 Türk siyasi, ekonomi ve uzmanları askeri, bilim Toplam 1 25 3 75 54 68 22 28 3 4 4 100 79 100 Tablo 29: Haber Aktörlerinin Türk Dış Politikasını Değerlendirmeleri Elde edilen bulgular, kitle ayaklanması çıkan ülkelerin siyasi liderlerinin ve hükümet temsilcilerinin Türk dış politikasını % 44 oranında pozitif, %56 oranında ise, negatif değerlendirdiklerini göstermektedir. Muhalif liderler ve muhalif ayaklanmacıların %85, AB üyesi ülkelerin siyasi, askeri ve ekonomi liderlerinin %57, ABD’li, Türk siyasi, askeri, ekonomi ve istihbarat yetkililerinin ve Batılı ve Doğulu uluslararası siyasi, askeri ve insan hakları örgütlerinin %100 oranında Türk dış politikasını pozitif değerlendirdikleri belirlenmektedir. Türk muhalefet parti temsilcilerinin ise, Türk dış politikasını %20 oranında pozitif, %80 oranında negatif değerlendirdikleri görülmektedir. Bu bulgu, Türkiye’de muhalefetteki siyasi parti temsilcilerinin, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları sürecinde Türkiye’nin dış politikasını eleştirdikleri yönündeki üçüncü varsayımı büyük ölçüde doğrulamaktadır. 3.3.5- Gazete Yazı Türlerinden Köşe Yazılarının Niceliksel İçerik Analizi Araştırma kapsamına alınan gazetelerde yer alan konuyla ilgili köşe yazıları, niceliksel ve niteliksel içerik analizine tabi tutulmuştur. Aşağıda köşe yazılarının, niceliksel içerik analizine ilişkin bulgular ve yorumlar yer almaktadır. Köşe Yazılarının Sayı ve Oranları Cumhuriye t Sayı Ora n Hürriyet Sayı Oran Yeni Çağ Sayı Oran Zaman Sayı Ora n Tüm Gazetel er Tüm Gazetel er Sayı Oran 315 % Arap ülkelerinde Kitle Ayaklanmal arı 176 32 % 118 % 127 22 % 125 23 23 % 546 100 Tablo 30: Köşe Yazılarının Sayı ve Oranları Araştırma kapsamı içinde yer alan tüm gazetelerde yayınlanan köşe yazısı sayısı 546’dır. % 32’lik oranla en fazla köşe yazısının Cumhuriyet Gazetesi’nde yer aldığı belirlenmiştir. Yeniçağ ve Zaman gazeteleri, % 23 oranında, Hürriyet ise % 22 oranında köşe yazısına yer vermiştir. Köşe Yazılarında Kitle Ayaklanmaları Genel olarak kitle ayaklanmaları Cumhuriyet Sayı 67 Hürriyet Yeniçağ Zaman Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % 38,1 35 30 67 53 44 35 1 1 Bahreyn Cezayir Fas Irak İran Katar Kuveyt Libya 53 30,1 44 37 35 28 37 30 Mısır 31 17,6 23 19 19 15 38 30 Suriye 9 5,1 6 5 1 1 3 2,5 316 S. Arabistan Tunus 16 9,1 10 9 4 3 3 2,5 176 100 118 100 127 100 125 100 Umman Ürdün Yemen Toplam Tablo 31: Köşe Yazılarında Kitle Ayaklanmaları Elde edilen bulgular, Cumhuriyet yazarları tarafından en fazla oranda ele alınan ülkelerin %30.1 ile Libya, %17.6 ile Mısır olduğunu göstermektedir. En az oranda ele alınan ülke %5.1 ile Suriye’dir. Hürriyet yazarları, %37 ile Libya, %19 ile Mısır’ı konu etmişlerdir. En az oranda ele alınan ülke %5 ile Suriye’dir. Yeniçağ yazarları, en fazla oranda %28 ile Libya’yı, %15 ile Mısır’ı incelemişlerdir. En az oranda ele alınan ülke %1 ile Irak ve Suriye’dir. Zaman yazarları ise, en fazla oranda %30 ile Libya ve Mısır’ı ele almışlardır. En az oranda ele alınan ülke %2.5 ile Suriye ve Tunus olmuştur. Bulgular, köşe yazarlarının en fazla yoğunlaştıkları ülkeler ile gazetelerin haberlerinde en fazla üzerinde durdukları ülkeler arasında paralellik olduğunu ortaya koymaktadır. Arap ülkelerindeki ayaklanmalarda Türk basının en fazla ilgisini Libya ve Mısır çekmiştir. Cumhuriyet Hürriyet Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Politika 99 56,4 69 58,5 80 63 79 63,2 Ekonomi 7 4 7 5,9 4 3,1 5 4 Toplumsal 1 0.9 7 5,9 6 4,8 Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Köşe Yazılarının Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği Yeni Çağ Zaman Kültürel 317 Askeri Operasyon 38 Şiddet 14 8,1 7 Birkaçı Birarada 17 9,8 Toplam 176 100 21,7 25 27 21,3 21 5,9 9 7,1 10 8 3 2,5 7 5,5 4 3 118 100 127 100 125 100 21,3 17 Tablo 32: Köşe Yazılarının Dolaylı ve Dolaysız Konu İçeriği Elde edilen bulgular; en fazla köşe yazısının Cumhuriyet’te en az köşe yazısının ise, Hürriyet’te yer aldığını göstermektedir. Tüm gazetelerin köşe yazarlarının en fazla oranda politika ve askeri operasyon konusunda yazdıkları belirlenmektedir. Zaman yazarları, diğerlerinden farklı olarak askeri operasyon konusuna daha az yer vermişlerdir. Cumhuriyet ve Hürriyet yazarları, ekonomik bağlamı sayısal olarak, eş sayıda irdelemişlerdir. Şiddet konusu ise, Cumhuriyet ve Zaman’ın köşe yazılarında en yüksek oranlarda ele alınmıştır. Cumhuriyet Hürriyet Sayı Oran % Sayı 19 19 15 Yeni Çağ Zaman Köşe Yazarlarının Politika İçerikli Yazıları Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası Kitle ayaklanması çıkan devletin dış politikası Oran % Sayı Oran % 7 21,7 2 Sayı Oran % 14 17,7 8,7 1 2,8 1,3 318 Kitle ayaklanması çıkan devletin, AB ülkeleri ve ABD ile tarihsel ilişkisi 6 AB ve ABD’nin iç ve dış Politikası 20 20 9 Türk iç politikası 24 24 8 Türk politikası 25 25 20 5 5 2 2,9 2 2,5 1 1,6 2 69 100 80 dış Ortadoğu ilişkisi 6 6 17,4 Birkaçı birada Toplam 12 99 100 13 11,6 29 6 7,6 12 15,2 9 11,4 35 44,3 2,5 3 3,8 100 79 100 7,5 24 9 29 30 11 36,5 Tablo 33: Köşe Yazarlarının Politika İçerikli Yazıları Tüm gazetelerin köşe yazarları, kitle ayaklanması çıkan Arap ülkelerini, yüksek oranda Türk dış politikası bağlamında irdelemişlerdir. Yeniçağ ve Cumhuriyet gazetelerinin, AB ve ABD’nin iç ve dış politikası bağlamında konuyu ele aldıkları belirlenmektedir. Cumhuriyet köşe yazarlarının, Türk iç politikası ve kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası bağlamında da Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını yorumladıkları, Hürriyet köşe yazarlarının, kitle ayaklanması çıkan devletin, AB ülkeleri ve ABD ile tarihsel ilişkisine vurgu yaptıkları, Zaman yazarlarının ise, ağırlıklı olarak Türk dış politikası, kitle ayaklanması çıkan devletin iç politikası ve AB ve ABD’nin iç ve dış politikası bağlamında kitle ayaklanmalarını yorumladıkları görülmektedir. Ortadoğu bağlamının ise, tüm gazete köşe yazarları tarafından az oranda, Zaman’da ise, hiç ele alınmadığı belirlenmektedir. Köşe Yazarlarının Ekonomi İçerikli Yazıları Cumhuriyet Hürriyet Sayı Sayı Oran % Yeni Çağ Oran % Sayı Zaman Oran % Sayı Oran % 319 Kitle ayaklanması çıkan ülkede işsizlik ve yoksulluk 3 Yolsuzluk rüşvet 2 42,2 28,5 3 75 2 33 1 17 2 33 ve 1 14,7 2 28,4 Diktatörlerin mal varlıkları Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Kitle ayaklanmasının Türkiye ekonomisine etkileri 5 71,5 Kitle ayaklanmasının Batı ve ABD ekonomisine etkileri Ortadoğu ekonomisine etkisi 14,7 Birkaçı birada 1 Toplam 7 100 7 100 1 25 1 17 4 100 5 100 Tablo 34: Köşe Yazarlarının Ekonomi İçerikli Yazıları Köşe yazarları, ekonomi konuları içinde en fazla oranda Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının Türkiye ekonomisine etkilerini ele almışlardır. Bu konunun en fazla Hürriyet ve Zaman gazeteleri 320 yazarları tarafından irdelendiği görülmektedir. Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının, en fazla oranda kitle ayaklanması çıkan ülkelerde işsizlik ve yoksulluk konusunu inceledikleri belirlenmektedir. Cumhuriyet yazarlarının, diğer gazetelerden farklı olarak kitle ayaklanmalarını Ortadoğu ülkeleri bağlamında da ele aldıkları görülmektedir. Yolsuzluk ve rüşvet konularının, Hürriyet ve Yeniçağ yazarları tarafından irdelenmediği belirlenmektedir. Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Köşe Yazarlarının Toplumsal İçerikli Yazıları Sayı Oran % Kitle ayaklanması çıkan ülkede tahliye konusu Kitle ayaklanması çıkan ülkelerde göç ve mülteci sorunu 1 100 Toplam 1 100 Hürriyet Sayı Oran % 7 7 Yeni Çağ Sayı Oran % Zaman Sayı Oran % 100 6 100 100 6 100 Tablo 35: Köşe Yazarlarının Toplumsal İçerikli Yazıları Elde edilen bulgular; toplumsal konulara tüm gazete köşe yazarlarının az oranda yer verdiklerini göstermektedir. Bu kapsamda; Cumhuriyet ve Zaman yazarları, sınırlı oranda, göç ve mülteci sorununu; Hürriyet yazarları, tahliye konusunu ele almışlardır. Cumhuriyet Hürriyet Yeni Çağ Zaman 321 Köşe Yazılarında Askeri Operasyon Genel bağlamda askeri operasyon Libya’ya yönelik askeri Askeri operasyonun nedenleri Askeri operasyonun toplumsal sonuçları Birkaçı arada Sayı Oran % Sayı Oran % 8 21 6 24 27 71 15 60 3 8 4 16 25 100 bir Toplam 38 100 Sayı Oran % Sayı Oran % 27 100 21 100 27 100 21 100 Tablo 36: Köşe Yazılarında Askeri Operasyon Tüm gazetelerin köşe yazarlarının en fazla irdeledikleri konular arasında Libya’ya askeri operasyon, tüm gazete yazarları tarafından en yüksek oranda askeri operasyonun nedenleri çerçevesinde ve Cumhuriyet ve Hürriyet yazarları tarafından genel bağlamda ele alınmıştır. Cumhuriyet Hürriyet Yeni Çağ Zaman Askeri Operasyonun Nedenselleştirilmesi Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % 322 Libya’ya askeri operasyon Askeri operasyon sivillerin korunması amaçlıdır 4 21 Askeri operasyon petrol amaçlıdır 27 90 12 63 19 70,3 Askeri müdahale BOP kapsamındadır 3 10 3 16 8 29,7 Toplam 30 100 19 100 27 %100 15 71 6 29 21 %100 Tablo 37: Askeri Operasyonun Nedenselleştirilmesi Tüm gazete yazarlarının Libya’ya yönelik askeri operasyonu ağırlıklı olarak petrol yönelimi çerçevesinde nedenselleştirdikleri belirlenmektedir. Zaman yazarları ise, askeri operasyonları ağırlıklı olarak sivillerin korunmasına odaklı nedenselleştirmektedir. Aşağıda bir köşe yazarının konuya ilişkin yorumundan paragraf örneği yer almaktadır: “İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne kadar büyük devletlerin Ortadoğu’ya yönelik operasyonlarına baktığımız zaman, bunların hiçbirinin demokrasi getirmediğini görürüz. Aksine savaş, ölüm ve bölünme getirmişlerdir. Süreç bugün de sürüyor” (Erol Manisalı, Ankara’nın Ortadoğu Politikası, Arap Uyanışı İle Engellendi mi?, Cumhuriyet, 2 Mayıs 2011). Cumhuriyet Hürriyet Yeni Çağ Zaman 323 Askeri Operasyonun Değerlendirilmesi Libya’ya askeri operasyon Sayı Oran % Olumlu Olumsuz 30 79 Tarafsız 8 21 Sayı Oran % 4 21 15 79 Birkaçı bir arada Toplam 38 100 19 100 Sayı Oran % 26 96 1 4 27 %100 Sayı Oran % 15 71,5 6 28,5 21 %100 Tablo 38: Askeri Operasyonun Değerlendirilmesi Elde edilen bulgular, Zaman yazarlarının ağırlıklı olarak Libya’ya yönelik askeri operasyonu olumlu değerlendirdiklerini göstermektedir. Bununla birlikte Zaman yazarlarının %30’a yakın oranda negatif ilerilerine de rastlanmıştır. Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının ise, olumlu yaklaşan hiçbir iletisine rastlanmamış, değerlendirme ağırlıklı olarak negatif yapılmıştır. Hürriyet yazarlarının askeri operasyonu, ağırlıklı olarak negatif değerlendirmelerine rağmen bir ölçüde pozitif değerlendiren iletilere de rastlanmıştır. 324 Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Köşe Yazarlarının Şiddete Vurgu Yapan Yazıları Hürriyet Yeni Çağ Zaman Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % 6 42,8 7 100 2 22,2 9 90 Müttefik Güçler ve NATO’nun sivil halka şiddet kullanımı 8 57,2 7 77,7 1 10 Toplam 14 100 9 100 10 100 Kitle ayaklanması çıkan devletin muhaliflere şiddet uygulaması Muhalif ayaklanmacı la-rın resmi otoritelere ve sivil halka şiddet uygulaması 7 100 Tablo 39: Köşe Yazılarının Şiddete Vurgu Yapan Yazıları Elde edilen bulgular; Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının ağırlıklı olarak Müttefik Güçler’in ve NATO’nun sivil halka şiddet kullanımını ele alırken, Hürriyet ve Zaman yazarlarının ağırlıklı olarak kitle ayaklanması çıkan devletin muhaliflere şiddet uygulamasını irdelediklerini göstermektedir. Muhalif ayaklanmacıların resmi otoritelere ve sivil halka şiddet uygulamasına yönelik iletiye ise, hiçbir gazete yazarı yer vermemiştir. 325 3.3.6- Gazete Yazı Türlerinden Köşe Yazılarının Niteliksel İçerik Analizi Aşağıda köşe yazılarının, niteliksel içerik analizine ilişkin bulgular ve yorumları yer almaktadır. Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarına Yaklaşımı Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Pozitif 55 51,5 49 76,6 20 23,8 75 96,1 Negatif 52 48,5 12 18,7 64 76,2 3 3,9 3 4,7 64 100 84 100 78 100 Cumhuriyet Nötr Toplam 107 100 Hürriyet Yeni Çağ Zaman Tablo 40: Köşe Yazılarının Kitle Ayaklanmalara Yaklaşımı Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman gazetelerinin yazarları, ağırlıklı olarak ayaklanmalara pozitif yaklaşmışlardır. Yeniçağ yazarlarının ise, ağırlıklı olarak negatif yaklaştıkları belirlenmiştir. Tarafsız iletilere en fazla oranda Hürriyet yazarlarının yazılarında rastlanmıştır. Köşe yazarlarının Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına pozitif yaklaşımları, bu ülkelerde demokratik sistemin inşa edilebileceğine yönelik iletileri içermektedir. Negatif iletiler ise, ayaklamalar sonucunda siyasal sistemde reform yapma ve ekonomiyi iyileştirme çabalarının başarılı olamayacağı ve yeni diktatörlüklerin kurulacağı ve huzursuzlukların baş göstereceği düşüncelerini içermektedir. 326 Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarını Nedenselleştirmeleri Sayı Hürriyet Yeni Çağ Zaman Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Halkın siyasal reform talebi 26 38 33 55 11 17.7 35 63.6 Halkın ekonomik reform talebi 17 25 3 5 5 8 2 3.7 Sosyal medyanın halkı örgütlemesi 8 12,3 20 33.3 4 6.5 15 27.2 BOP 12 17,6 3 5 35 56.5 2 3.7 Batılı devletlerin petrol kaynaklarını ele geçirme amacı 5 7,3 1 1.7 7 11.3 1 1.8 Toplam 68 100 60 100 62 100 55 100 Tablo 41: Kitlesel Ayaklanmaların Nedenselleştirilmesi Cumhuriyet, Hürriyet ve Zaman yazarlarının kitle ayaklanmalarını en yüksek oranda halkın siyasi reform talebi çerçevesinde açıkladığı görülmektedir. Buna karşılık Yeniçağ yazarları ağırlıklı olarak, BOP çerçevesinde nedenselleştirme yapmaktadır. Cumhuriyet yazarlarının halkın ekonomik taleplerine vurgu yaptıkları ve ayaklanmacıların işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk, demokratik hak ve özgürlük sorunlarına odaklandıkları belirlenmektedir. Hürriyet ve Zaman yazarlarının, kitle ayaklanmalarında sosyal medyanın örgütleme gücünün etkisini vurguladıkları belirlenmektedir. Batılı devletlerin petrol kaynaklarını ele geçirme amacı ise, Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarları tarafından vurgulanmaktadır. Zaman yazarlarının BOP’a ve Batılı devletlerin petrol kaynaklarını ele geçirme amacına az oranda vurgu yaptıkları görülmektedir. Elde edilen bulgular; Cumhuriyet yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal ve ekonomik yapıyı ve uluslararası siyasal yapıyı vurgulayarak, problemleştirdikleri ve 327 nedenselleştirdiklerine yönelik varsayımı tüm diğer iletiler içinde bu iletilerin en fazla oranda yer alması nedeniyle büyük ölçüde doğrulamaktadır. Hürriyet yazarlarının kitle ayaklanmalarını, ulusal siyasal yapıyı ve sosyal medyanın kitleleri örgütleme potansiyelini vurgulayarak, problemleştirdikleri ve nedenselleştirdiklerine yönelik varsayım da ulusal siyasi yapının daha yüksek oranda nedenselleştirilmesi, sosyal medyaya ise, bir ölçüde vurgu yapılması nedeniyle bir ölçüde doğrulanmaktadır. Yeniçağ yazarlarının, kitle ayaklanmalarını uluslar arası siyasal yapı nedeniyle problemleştirdikleri ve nedenselleştirdiklerini öngören varsayım da BOP’a dayalı yüksek oranlı nedenselleştirmeler ve halkın siyasi reform talebine yönelik diğer iletilere göre daha fazla oranda yer verilen vurgulamalar nedeniyle bir ölçüde doğrulanmaktadır. Zaman yazarlarının kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal yapıyı ön plana çıkararak, problemleştirdikleri ve nedenselleştirdiklerine yönelik varsayım da halkın siyasi reform talebine yönelik yüksek orandaki nedenselleştirmeler nedeniyle doğrulanmaktadır. Aşağıda köşe yazarlarının konuya ilişkin yorumlarından paragraf örnekleri yer almaktadır: “Ayaklanan mutsuz kitleleri birbirinden haberdar hale getiren Facebook ve Twitter gibi yeni iletişim imkanları olmuştur. Hiç kuşkusuz bu haberdarlık, ayaklanmaların çıkması, kitlelerin harekete geçmesi için tek başına yeterli değildir. Unutmamak gerekir ki ABD, Büyük Orta Doğu ve Kuzey Afrika projeleriyle bölge ülkelerinin yeniden dizyn edilmesine yönelik bir süreci uzun zaman önce başlatmıştı. Ayaklanmanın ilk başladığı yer olan Tunus’ta, Wikileaks belgeleriyle somutlanan yolsuzlukların, halkı sokağa döktüğü de bilinmektedir. Wikileaks belgelerinin, Küresel Güç tarafından Büyük Orta Doğu Projesinin aracı olarak kullanılmak üzere servis ediliyor olmadığı da söylenemez” (Özcan Yeniçeri, Ayaklanmanın Arka Planı, Yeniçağ, 31 Ocak 2011). Sosyal medyanın kitle ayaklanmalarına etkisi konusunda bir yorum Hürriyet yazarı İsmet Berkan tarafından yapılmıştır: “Tunus’ta, Mısır’da, Yemen’de olanlar ‘twitter devrimi’ midir bilmem ama bunların ünlü Kanadalı iletişim teorisyeni Marshall MacLuhan’ın meşhur tabiriyle ‘küresel köy’ devrimleri olduğuna kuşku yok. Kahire’nin Tahrir Meydanı’ndan canlı yayını izlediğinizde, El Cezire’nin Arapça’nın birleştiriciliğinden yararlanıp yaptığı yayınlara baktığınızda bunu çok net görüyorsunuz. Zaten isyan 328 dalgasının Arap aleminde yayılma istidadı göstermesinin en büyük sebebi El Cezire ve twitter” (Twitter Devrimleri mi?, Hürriyet, 4 Şubat 2011). Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını Batı’nın petrol kaynaklarını denetleme amacı çerçevesinde bir köşe yazısı ise, Yeniçağ yazarı Kenan Akın tarafından yazılmıştır: “Arap Baharı mı, İslam katliamı mı? Bugünlerde Tunus, Mısır, Libya,Suriye,Yemen ve Bahreyn üzerinde dolaşan kara bulutlar her ne kadar Arap Baharı yutturmasıyla lanse edilmeye çalışıldıysa da ne yazık ki, bir İslam katliamı sürdürüyorlar. Kardeşi, kardeşe vurduruyorlar… İslam ülkelerindeki eylem ve isyanların, her şeyden önce petrol kaynakları ve yollarının denetim altına alınmasının sağlanmasından ötürü çıkarıldığı görülüyor…” (Tarihi ve Kritik Bir Seçim, Yeniçağ, 9 Haziran 2011). Cumhuriyet Köşe Yazarlarına Göre Kitle Ayaklanmalarının Olası Sonuçları Siyasal reform Hürriyet Yeni Çağ Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % 6 14 3 21,5 2 9 26 87 1 3 Ekonomik reform Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Zaman İslami rejim tehdidi 27 63 3 21,5 1 5 Batı yanlısı yeni bir diktatörün gelmesi 5 11,5 3 21,5 15 68 1 7 İç savaş ve kaos Domino etkisi 5 11,5 4 28,5 4 18 3 10 Toplam 43 100 14 100 22 100 30 100 329 Tablo 42:Kitle Ayaklanmalarının Olası Sonuçları Cumhuriyet yazarlarının Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını olası sonuçlarını ağırlıklı olarak İslami bir rejimin kurulması olasılığı çerçevesinde inceledikleri görülmektedir. Hürriyet yazarlarının, ayaklanmaların giderek yayılması ve domino etkisi yaratması; Yeniçağ yazarlarının ağırlıklı olarak Batı yanlısı yeni bir diktatörün gelmesi, Zaman yazarlarının ise, ağırlıklı olarak siyasi reform yapılması çerçevesinde ele aldıkları belirlenmektedir. Ekonomik reform konusunun ise Zaman yazarları tarafından çok sınırlı, diğer gazete yazarları tarafından ise, hiç irdelenmediği ortaya çıkmaktadır. Cumhuriyet Arap ülkelerinde kitle ayaklanmaları Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Çözüm Önerileri Hürriyet Sayı Oran % Sayı Oran % Ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm 15 37 11 38,5 Ulusal ekonomik yapıya yönelik çözüm 12 29 Uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm 14 34 6 20,5 Uluslararası ekonomik yapıya yönelik çözüm 6 20,5 Uluslararası yaptırıma yönelik çözüm 6 20,5 29 100 Toplam 41 100 Yeni Çağ Sayı 3 3 Oran % 100 100 Zaman Sayı Oran % 20 32 39 62 4 6 63 100 Tablo 43: Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Çözüm Önerileri 330 Cumhuriyet ve Hürriyet yazarlarının ağırlıklı olarak ulusal siyasi yapıya yönelik çözüm önerisi formüle ettikleri; Zaman gazetesinin ise, uluslar arası siyasi yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettikleri belirlenmektedir. Cumhuriyet yazarlarının ulusal ekonomik yapıya ve uluslar arası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri de getirdikleri görülmektedir. Hürriyet yazarlarının da uluslar arası siyasi ve ekonomik yapıya ve yaptırıma vurgu yaptıkları ortaya çıkmaktadır. Yeniçağ yazarlarının az sayıdaki tüm iletilerinin uluslararası siyasi yapıya yönelik olduğu görülmektedir. Uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerilerinde Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının, kitle ayaklanmaları çıkan Arap ülkeleri için demokratik ve laik Kemalist Türkiye Modeli’ni çözüm önerisi olarak sundukları belirlenmektedir. Zaman yazarları ise, uluslar arası siyasi yapıya yönelik çözüm önerilerinde, Türkiye’yi ön plana çıkarmakta ve bölgede öncü rol üstlenmesini istemektedir. Çözüm önerisi olarak Batı ihraçlı ulus devlet odaklı ve baskıcı olduklarını ileri sürdükleri Kemalist Model’i değil, Ilımlı İslam Demokrasisi Modeli’ni formüle etmektedirler. Elde edilen bulgular; Cumhuriyet yazarlarının ulusal siyasal ve ekonomik yapıya ve uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettiklerini öngören varsayımın, tüm diğer iletiler içinde daha yüksek oranda yer alması nedeniyle doğrulandığını göstermektedir. Hürriyet yazarlarının ulusal siyasal yapıya ve uluslararası siyasal ve hukuksal yapıya yönelik çözüm önerileri getirmelerine yönelik varsayım, ulusal, uluslararası siyasi ve hukuki yapıya yönelik çözüm önerilerinin en fazla oranda yer alması nedeniyle büyük ölçüde doğrulanmaktadır. Ancak geliştirilen varsayımlardan farklı olarak Hürriyet yazarlarının ekonomik yapıya yönelik çözüm önerileri de formüle ettikleri belirlenmiştir. Yeniçağ yazarlarının, uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri formüle ettiklerine yönelik varsayım ise, bu gazete yazarlarının az sayıda ancak tek çözüm önerilerinin bu olması nedeniyle doğrulanmaktadır. Zaman yazarlarının, ulusal ve uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri geliştirdiklerine yönelik varsayım da uluslararası siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri için büyük ölçüde, ulusal siyasal yapıya yönelik çözüm önerileri için ise, düşük sayılamayacak bir oranda doğrulanmıştır. 331 Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Türk Dış Politikasına Yaklaşımı Cumhuriyet Sayı Oran % Pozitif Hürriyet Sayı Oran % 3 11 Negatif 44 94 22 78 Nötr 3 6 3 11 Toplam 47 100 28 100 Yeni Çağ Sayı Oran % Zaman Sayı Oran % 39 88,5 38 100 5 11,5 38 100 44 100 Tablo 44: Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarına Yönelik Türk Dış Politikasına Yaklaşımı Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ yazarlarının kitle ayaklanması çıkan Arap devletlerine yönelik Türk dış politikasını negatif değerlendirdikleri görülmektedir. Zaman yazarları ise, ağırlıklı olarak Türk dış politikasını pozitif değerlendirmektedir. Aşağıda köşe yazarlarının konuya ilişkin yorumlarından paragraf örnekleri yer almaktadır: “Türkiye haklar, özgürlükler ve eşitlikler temelinde demokratik değerlere dayalı yumuşak gücüyle ilham veren, uluslar arası sistemle uyumlu uzun vadeli yeni bir vizyon belirleyebildiği ölçüde bölgenin değişim dinamiğini yönlendiren güç olacak” (Ferai Tınç, En Kısa Ömürlü Vizyon, Hürriyet, 12 Haziran 2011). Türk dış politikasının eleştirilmesini içeren bir köşe yazısı Cumhuriyet yazarı Mümtaz Soysal tarafından yazılmıştır: “NATO’nun ne işi varmış Libya’da dedikten iki gün sonra yüzseksen derece çark edip, Batı dünyasının o ülkeye uygulanmasını istediği abluka için hatırı sayılır bir deniz gücü göndererek ve İzmir’deki üssü 332 ev yıkan, oğul öldüren, gemi batıran hava operasyonlarına açarak Türkiye’nin hangi çıkarına hizmet edilmektedir?” (Kaddafi’ye nankörlüğün Anlamı, Cumhuriyet, 25 Mayıs 2011). Cumhuriyet Türk iye’nin İç Politikası Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarıyla Bağlantılı Olarak Türkiye’nin İç ve Dış Politikasını Değerlendirmeleri Hürriyet Yeni Çağ Sayı Oran % Sayı Oran % Sayı Oran % Türkiye’de dikta-törlüğe geçilmektedir 16 66,5 7 87,5 8 89 Türkiye’de ılımlı İslam demokrasisine geçilmektedir 5 21 1 11 Türkiye’de demokratik siyasal sisteme geçilmektedir AKP hükümeti kitle ayaklanmalarınd an ders almalıdır 3 12,5 1 Sayı Oran % 4 44,5 5 55,5 9 100 12,5 Kemalist elitistler kitle ayaklanmalarınd an ders almalıdır Türkiye’n in Dış Zaman Toplam 24 100 8 100 Dış politika belirsiz ve başarısızdır 14 56 10 50 9 100 333 ABD güdümlü dış politika izlenmektedir 7 28 3 15 28 96,5 Emperyalist ülkelerle işbirliği yapılmaktadır 4 16 1 5 1 3,5 Dış politika planlı ve başarılıdır. 3 15 24 68,5 Türkiye, bölgede aktif rol üstlenmektedir 3 15 11 31,5 20 100 35 100 Toplam 25 100 29 100 Tablo 45: Köşe Yazarlarının Kitle Ayaklanmalarıyla Bağlantılı Olarak Türkiye’nin İç ve Dış Politikasını Değerlendirmeleri Gazete yazarlarının Türkiye’nin iç politikasına yönelik değerlendirmeleri incelendiğinde; Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ yazarlarının ağırlıklı olarak Türkiye’de diktatörlük sistemine geçildiğini düşündükleri ve argüman olarak 2007 yılında düzenlenen Cumhuriyet mitinglerinin, işçilerin protestolarının ve gösteri haklarının engellenmesini, protesto hakkını kullananlara şiddet uygulanmasını gösterdikleri görülmektedir. Bunun yanında Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarları, Türkiye’de ılımlı İslami demokrasiye geçildiğine dair ileti vermektedirler. Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ yazarları, Türkiye’de demokratik siyasal sisteme geçildiğine dair hiçbir iletiye yer vermemişlerdir. Zaman yazarları ise, Türkiye’de diktatörlük sistemine geçildiğine dair hiçbir iletiye yer vermemiş, Kemalist elitistlerin, kitle ayaklanmalarından ders almalarını önermişlerdir. Gazete yazarlarının Türkiye’nin dış politikasına yönelik değerlendirmeleri incelendiğinde ise; Cumhuriyet ve Hürriyet yazarlarının Türk dış politikasını başarısız buldukları, ABD güdümlü dış politika izlenmesini eleştirdikleri belirlenmektedir. Yeniçağ yazarlarının da ağırlıklı olarak ABD güdümlü dış politika izlenmesini eleştirdikleri görülmektedir. Bunun yanında Cumhuriyet, Hürriyet ve Yeniçağ yazarlarının emperyalist ülkelerle işbirliği yapıldığını vurguladıkları ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanı olarak Türk dış politikasına yön vermesini eleştirdikleri 334 belirlenmektedir. Zaman yazarları ise, Türkiye’nin başarılı dış politikasına, arabuluculuk rolüne ve bölgede siyasi bir model oluşturmasına vurgu yapmaktadırlar. Aşağıda köşe yazarlarının konuya ilişkin yorumlarından paragraf örnekleri yer almaktadır: “Eğer Raşid Gannuşi’nin Nahda’sı dipteki değişim talebini perçeminden yakalayabilirse, yakın ve orta vadede Tunus'ta ‘tek parti Kemalist dönem’ kapanıp, ‘AK Partili Türkiye modeli’ başlamış olacaktır. Bugün olmasa da yarın Tunus ve Arap ülkelerinin girdikleri güzergâhta önlerine çıkan ilk durak AK Parti tecrübesidir” (Ali Bulaç, Tunus ve Diğerleri, Zaman, 20 Ocak 2011). Konuyla ilgili bir diğer yorum Cumhuriyet yazarı Hikmet Çetinkaya tarafından yapılmıştır: “Yoksul halkların Tunus’ta başlayan, oradan Yemen ve Cezayir’e sıçrayan başkaldırısı, Mısır’da laik demokratik bir sosyal hukuk devletine dönüşür mü? Arap ülkelerine baktığınızda yoksulluğun bir yaşam biçimi olduğunu, dinsel öğelerin ağır bastığını görürsünüz. Arap ülkelerinde demokrasi yoktur; bazılarında “kısmen” laiklik vardır. Demokrasi laiklik temeli üzerinde yükselir ve ivme kazanır. Demokrasi gökten zembille inmez. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet rejimi, toplumsal yaşamın en temel taşı olan laiklik üzerine kuruldu” (Demokrasi Gökten Zembille İnmez, Cumhuriyet, 3 Şubat 2011). Hükümetin dış politikasını eleştiren bir köşe yazısı ise, Yeniçağ yazarı Afet Ilgaz tarafından yapılmıştır: “Hükümet Libya meselesinde tuhaf bir duruma düştü. Önce ‘NATO’nun ne işi varmış orada’ diyerek yiğitlik sergiledi. Sonra Haçlıların taarruzunun ‘meşru’ olduğunu iddia etti. Başbakan otuz beş kere, mübalağa değil tam otuz beş yerde “Amerika’nın bir projesi var. Genişletilmiş Orta Doğu ve Kuzey Afrika Projesi. Biz bunun eş başkanlarından biriyiz. Bunu yapıyoruz’ diye övünüyordu. Suriye, Sionizmin Büyük Kürdistan planının içindedir. Başkan Esad da ayrılıkçılara fırsat vermiyor. Bir yanda Haçlılar, bir yanda yeni paktlar denemekte olan ülkeler Hindistan ve Çin, son ağız değiştirmesiyle 335 Rusya, İran, Güney Afrika, Güney Amerika ülkeleri. Dünya üçüncü paylaşım savaşına gidiyor da Türkiye’nin bu savaşta yeri ne?” (Dünya 3. Paylaşım Savaşı’na Giriyor, Yeniçağ, 23 Mart 2011). Hükümetin dış politikasını olumlayan köşe yazılarına da yer verilmiştir. Bunlardan biri Şahin Alpay tarafından kaleme alınmıştır: “Türkiye’nin Arap Baharı’nın ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadığı gibi, bu ülkelerde gerçekleşmesi hiç kolay değil ama kaçınılmaz olan demokratik istikrarın yerleşmesinde büyük katkı yapacağını söylemek kehanet olmaz. Zira Türkiye’nin Arap dünyasıyla kurduğu ilişkiler, esas olarak bu ülkelerin otoriter rejimleriyle değil halklarıyla kurduğu kalıcı ilişkilerdir” (Şahin Alpay, Arap Baharı Ankara’yı Yenilgiye mi Uğrattı?, Zaman, 14 Mayıs 2011). Köşe yazılarının niceliksel ve niteliksel içerik analizi sonucunda elde edilen bulgular, inceleme kapsamına alınan gazetelerde köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını farklı bağlamlarda problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve çözüm önerileri formüle ettiklerini ortaya koymuştur. Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarlarının, kitle ayaklanmalarını benzer nedenlere dayandırdıkları ve çözüm önerileri formüle etmede yakın bir yaklaşım içinde oldukları belirlenmiştir. Hürriyet yazarlarının, Cumhuriyet ve Yeniçağ yazarları gibi kitle ayaklanmalarını ulusal ve uluslararası siyasi yapı odaklı nedenselleştirdiği ancak uluslararası hukuka ve sosyal medyanın etkisine biraz abartarak vurgu yaptığı görülmüştür. Her üç gazetenin de köşe yazarları Türkiye’nin izlediği dış politikayı olumsuz değerlendirmişlerdir. Zaman yazarlarının ise, kitle ayaklanmalarını ulusal siyasal yapı odaklı nedenselleştirdiği ancak uluslararası siyasal yapı odaklı çözüm önerilerinde bulunduğu görülmüştür. Zaman yazarları, izlenen Türk dış politikasını büyük ölçüde pozitif değerlendirmekte ve Türkiye’nin bölgedeki rolünü bir ölçüde abartarak, vurgulamaktadır. Elde edilen bulgular; köşe yazarlarının, Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarını farklı bağlamlarda problemleştirdikleri, nedenselleştirdikleri ve çözüm önerileri formüle ettikleri doğrultusunda geliştirilen varsayımın büyük ölçüde doğrulandığını göstermektedir. 4-Sonuç 336 Farklı ideolojik yaklaşımlardan kaynaklanan ve farklı yönelimlere sahip bulunan Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarının ortak yönü eylemcilerin, yüzyıllardır kendilerinden esirgenen demokratik bir siyasal yapının kurulması ve ekonomik refah düzeyinin yükseltilmesi talepleridir. Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları, Vladimir İ. Lenin’in 1917’de Rusya’da gerçekleştirdiği devrim modeli ya da 1980’li yıllarda Polonya’da sendikacı Lech Walesa’nın yönlendirdiği kitle ayaklanmalarıyla bir benzerlik göstermemektedir. Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları, sosyal hareketlerin, yeni politik örgütlenmeleri ve sosyal reformları beraberinde getirdiği Güney Amerika Ülkeleri Modelinden de uzak görünmektedir. Bu ülkelerdeki kitle ayaklanmalarının karakterini belirlemek kolay değildir. Arap ülkelerinin kendilerine özgü siyasal, ekonomik, toplumsal yapıları ve Batılı devletlerin bu ülkelere yönelik siyasetleri ve ekonomi politikaları, kitle ayaklanmalarının karmaşık nedenlerini oluşturmaktadır. Ancak kitle hareketlerinin, kimler tarafından yönlendirildiği, denetlendiği, geleneksel ve yeni medyanın bu sürece etkisi, uluslararası etkilerin hangi düzeyde olduğu ve kurulacak siyasi yapıların ne ölçüde demokratik olabileceği sorularının yanıtlanması kolay değildir. Arap ülkelerinde kitle medyası ile siyasal alan arasındaki ilişkiler, baskı ve denetim tarafından belirlenmiştir. Siyasal kültürün de şekillendirdiği gazetecilik meslek kültürü içinde kitle medyası, toplumu bilgilendirme ve aydınlatma işlevini yerine getirememiştir. Kitle medyasının toplumu bilgilendirme ve aydınlatma işlevini yerine getirebilmesi için geniş okur kitlelerin bulunduğu bir toplumda yeterli sayıda üretilmesi ve tüketilmesi gerekmektedir. Ancak Arap ülkelerinde geleneksel medyanın üretimi ve tüketimi kısıtlıdır ve kitle medyasının ve aktörlerin, yapıya etki etme potansiyelleri sınırlandırılmaktadır. Bu nedenle jeo-politik değişimleri beraberinde getirebileceği öngörülen ayaklanmalarda, geleneksel kitle medyasının ve yeni medyanın, kitleleri harekete geçirici bir potansiyele sahip olduğu ve yeni medyanın ve sosyal medyanın, kitlelerin enformasyon edinme özgürlüğünü biraz daha genişleteceği öngörülmektedir. Ancak aktör tarafından gerçekleştirilen eylem ile örgüt tarafından belirlenen yapı arasındaki etkileşimi araştırmalarının odak noktasına yerleştiren, edilgen birey yerine etkin ve yaratıcı birey tasarımı yapan ve bireyin zaman içinde, varolan yapıları daha iyileriyle değiştirebilecek potansiyele ve özgürlüğe sahip olduğunu öngören Giddens’in 65 Yapılaşma Kuramı’nın, kitle ayaklanmalarının görülmediği Arap ülkelerinde, bireyin ve geleneksel ve yeni medyanın yapıya etkisinin açıklanması için sınırlı da olsa bir perspektif sunduğu kabul edilebilir. Ancak yeni bir siyasal ve toplumsal yapının oluşturulmasının zaman gerektirdiği ve Otoriter Kitle İletişimi Kuramı’nın, Arap ülkelerindeki yapıyı analiz etme yetkinliğini ortaya çıkan gelişmelere rağmen sürdürdüğü göz ardı edilmemelidir. Bununla birlikte tüm Arap ülkelerindeki kitle iletişim alanını açıklayabilecek yetkinliğe sahip bir kitle iletişim kuramı henüz geliştirilememiştir. 65 Giddens, age. 2005; age. 2003. 337 Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmaları, Türk basınında geniş yer almıştır. Türk basınında Arap ülkelerindeki kitle ayaklanmalarına ilişkin haberlerin içerik analizi, gazetelerin yayın kimliği ve yayın politikası çerçevesinde ürettikleri haberler ile köşe yazarlarının yaklaşımları arasında büyük ölçüde paralellik olduğunu göstermektedir. Bunun yanında basın gibi Batılı ve Doğulu haber aktörleri de kitle ayaklanmalarını, siyasal sistem ve diktatör yöneticiler sorununa indirgeme eğilimine sahiptir. Haber aktörleri, Batılı devletlerin askeri operasyonuna odaklanmakta ve Arap ülkelerinin ekonomik yapıdan kaynaklanan sorunlarını göz ardı etmektedirler. Gelecekte Arap ülkelerinde kurulacak olan siyasal yapının demokrasiye uygunluğu kuşkulu bile olsa, geniş kitlelerin siyasal ve toplumsal yapıyı değiştirme potansiyeli, haberler ve köşe yazıları içinde belirlenmekte ve Arap toplumlarının demokratikleşebileceğine yönelik az da olsa umut vermektedir. Kaynakça Achim Baum, Journalistisches Handeln. Eine kommunikationstheoretisch begründete Kritik der Journalismusforschung, Opladen, Westdeutscher Verlag, 1994. Anthony Giddens, Üçüncü Yol- Sosyal Demokrasinin Yeniden Dirilişi, trans. Mehmet Özay, Istanbul, Birey Yayınları, 2000. Anthony Giddens, Üçüncü Yol ve Eleştirileri, trans. Süleyman Nihat Şad, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2001a. Anthony Giddens, Siyaset, Sosyoloji ve Toplumsal Teori, trans. Tuncay Birkan, Istanbul, Metis Yayınları, 2001b. Anthony Giddens, Sosyolojik Yöntemin Yeni Kuralları. Yorumcu Sosyolojinin Pozitif Eleştirisi, trans. Ümit Tatlıcan and Bekir Balkız, Istanbul, Paradigma Yayıncılık, 2003. Anthony Giddens, Sosyal Teorinin Temel Problemleri. Sosyal Analizde Eylem, Yapı ve Çelişki, trans. Ümit Tatlıcan, Istanbul, Paradigma Yayıncılık, 2005. 338 Atef Ben Bouzid, Demokratisierung der arabischen Welt mit Hilfe der neuen Medien, Berlin,Universitaetsverlag der TU Berlin, 2011. Christoph Neuberger, “Alles Content, oder was? Vom Unsichtbarwerden des Journalismus im Internet”, Ralf Hohlfeld et al. (eds.)., Innovationen im Journalismus: Forschung für die Praxis, Münster, LIT Verlag, 2002, p. 25-70. Christoph Neuberger,“Journalismus als systembezogene Akteurkonstellation”, Martin Löffelholz (eds.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2004, p. 287-303. Christoph Neuberger, “Neue Medien als Herausforderung für die Journalismustheorie: Paradigmenwechsel in der Vermittlung öffentlicher Kommunikation”, Carsten Winter et al. (eds.)., Theorien der Kommunikations- und Medienwissenschaft. Grundlegende Diskussionen, Forschungsfelder und Theorieentwicklungen, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2008, p. 251- 268. Christoph Neuberger, “Internet, Journalismus und Öffentlichkeit. Analyse des Medienumbruchs”, Christian Nuernbergk and Melanie Rischke (eds.)., Journalismus im Internet: Profession - Partizipation – Technisierung, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2009, p.19-106. Christoph Neuberger, “Jetzt ist Trumpf. Beschleunigungstendenzen im Internetjournalismus”, Joachim Westerbarkey (eds.)., End-Zeit-Kommunikation. Diskurse der Temporalitaet, Berlin, LIT Verlag, 2010, p. 203-221. Christoph Neuberger, “Soziale Netzwerke im Internet. Kommunikationswissenschaftliche Einordnung und Forschungsüberblick”, Christoph Neuberger and Volker Gehrau (eds.)., StudiVZ. Diffusion, Nutzung und Wirkung eines sozialen Netzwerks im Internet, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2011, p.33-96. Dietrich Ratzke, Handbuch der Neuen Medien, Stuttgart, Deutsche Verlagsanstalt, 1982. Dorothea Heymann-Reder, Social Media Marketing: Erfolgreiche Strategien für Sie und Ihr Unternehmen, München, Addison-Wesley Verlag, 2011. Fred S.Siebert, Wilbur Schramm v.d., Four Theories of the Press, Urbana, University of Illinois Press,1963. Füsun Alver, Gazetecilik Bilimi ve Kuramları. Gazetecilik Kuram Tasarımlarını Türkiye’deki Gazetecilik Sistemi ve Uygulamalarıyla Sınama Denemesi, Istanbul, Kalkedon Yayınları, 2011. 339 Hans-Joachim Lieber, “Zur Theorie totalitaerer Herrschaft”, Hans Joachim Lieber (eds.)., Politische Theorien von der Antike bis zur Gegenwart, Bonn, Bundeszentrale für Politische Bildung, 1993, p.881- 931. Hanspeter Mattes, Nahost Jahrbuch 2002. Politik, Wirtschaft und Gesellschaft in Nordafrika und dem Nahen und Mittleren Osten, Opladen, Leske+Budrich, 2004. Hartmut Esser, Soziologie. Spezielle Grundlagen. Die Konstruktion der Gesellschaften, Cilt II, Franfurt am Main, Campus Verlag, 2000. Heinz Pürer, Publizistik- und Kommunikationswissenschaft, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2003. Hıfzı Topuz, II. Mahmud’dan Holdinglere Türk Basın Tarihi, Istanbul, Remzi Kitabevi, 2003. Jan Claudius Völkel, Die Vereinten Nationen im Spiegel führender arabischer Tageszeitungen, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2008. Johannes Raabe, Die Beobachtung journalistischer Akteure, Wiesbaden,VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2005. Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, Cilt I, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1981a. Jürgen Habermas, Theorie des kommunikativen Handelns, Cilt II, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1981b. Kai Hafez, “Asien”, Siegfried Weischenberg et al. (eds.)., Handbuch Journalismus und Medien, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2005, p.20-21. Klaus Merten, Inhaltsanalyse, Opladen, Westdeutscher Verlag GmbH, 1995. Manfred Rühl, Journalismus und Gesellschaft. Bestandsaufnahme auf Theorieentwurf, Mainz, Hase & Kochler, 1980. 340 Marcel Bernet, Social Media in der Medienarbeit: Online-PR im Zeitalter von Google, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010. Martin Emmer and Jens Wolling, “Online-Kommunikation und politische Öffentlichkeit”, Wolfgang Schweiger and Klaus Beck (eds.). Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010a, p.36-58. Martin Emmer and Marco Braeur, “Online Kommunikation politischer Akteure”, Wolfgang Schweiger and Klaus Beck (eds.)., Handbuch Online-Kommunikation, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2010b, p. 311-337. Martin Löffelholz, “Theorien des Journalismus. Eine historische, metatheoretische und synoptische Einführung”, Martin Löffelholz (eds.)., Theorien des Journalismus, Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften, 2004, p. 17-63. Muriel Asseburg, “Die Verkrustung bricht auf. Proteste, Aufstaende, Revolten in der arabischen Welt”, Margret Johannsen et al. (eds.)., Friedensgutachten 2011, Berlin, LIT Verlag, 2011, p. 32-47. Mustafa Sönmez, Filler ve Çimenler. Medya ve Finans Sektöründe Doğan / Anti-Doğan Savaşı, Istanbul, Iletişim Yayınları, 2003. Niklas Luhmann, Soziale Systeme. Grundriss einer allgemeinen Theorie, Frankfurt am Suhrkamp Verlag, 1984. Main, Oliver Hahn and Zahi Alawi, “Arabische Welt”, Barbara Thomaß (eds.)., Mediensysteme im internationalen Vergleich, Konstanz, UVK Verlagsgesellschaft mbH., 2007, p. 279-298. Patrick Dongers, et al., “Theorien und Theoretische Perspektiven”, Heinz Bonfadelli et al. (eds.)., Einführung in die Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, p.105-146. Pierre Bourdieu, Die feinen Unterschiede, Frankfurt am Main, Suhrkamp Verlag, 1970. Reinhard Schulze, “Die arabiche Welt in den jüngsten Gegenwart 1986-2000”, Ulrich Haarmann (eds.)., Geschichte der Arabischen Welt, München, Verlag C.H.Beck, 2004, p. 605-636. Roger Owen and Şevket Pamuk, Yirminci Yüzyılda Ortadoğu Ekonomileri Tarihi, Istanbul, Sabancı Üniversitesi Yayınları, 2002. Vinzenz Wyss et.al., “Journalismusforschung”, Heinz Bonfadelli et al. (eds.)., Einführung in die Publizistikwissenschaft, Bern, Stuttgart, Wien, Haupt Verlag, 2005, p. 297-330. 341 İnternet Kaynağı www.medyatava.com/tiraj.asp./ (Accessed 01 September 2011), p.1. Gazeteler Cumhuriyet Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011. Hürriyet Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011. Yeniçağ Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011. Zaman Gazetesi, 22 Aralık 2010 – 22 Haziran 2011. TÜRK DĐZĐLERĐNĐN VE TÜRK MARKALARININ ORTADOĞU’DA “YUMUŞAK GÜÇ” ETKĐSĐ Elgiz Yilmaz*, Nebahat Akgün Çomak** ÖZET 2006 yılından bu yana Ortadoğu televizyonlarında hızla yayılan Türk dizileri Türk markalarına olan ilgiyi de artırmaktadır. Cezayir’den Mısır’a, Irak’tan Ürdün’e, Đran’dan Lübnan’a, Katar’dan Suriye’ye kadar birçok ülkede yayınlanan diziler Türkiye’nin imajına ve Türk ekonomisine önemli katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, diziler, Ortadoğu halkının Türk siyasetine, toplumuna, 342 yaşam tarzına ve kültürüne olan ilgisini daha da çekici hale getirmiştir. Kendilerine yakın gördükleri Türk halkının dizi içeriklerinde yansıtılan “geleneği reddetmeyen modern hayat”ı bölge halkında önemli ve kalıcı etkiler yaratmaktadır. Bu çalışmamızda, Ortadoğu’ya ihraç edilen “Gümüş”, “Ihlamurlar Altında”, “Binbir Gece”, “Asmalı Konak”, “Aşk-ı Memnu” “Asi”, “Annem”, “Arka Sokaklar”, “Bıçak Sırtı”, “Elveda Derken”, “Kınalı Kar”, “Kavak Yelleri”, “Menekşe ile Halil”, “Yaprak Dökümü” gibi Türk dizilerinin, ülkemiz için Arap ülkelerinde nasıl bir “yumuşak güç” unsuru oluşturduğu incelenmiştir. Bu doğrultuda yumuşak güç kavramı ve bileşenlerinin teorik çerçevesi çizilmiş, ardından Ortadoğu’da izlenen Türk dizilerinin bölge halkının Türkiye algısına ve Türkiye markalarına etkileri araştırma verileriyle desteklenerek, bu etkiye yönelik geleneksel ve sosyal medyada yer alan söylemlerin söylem analizi kapsamında örtük okumaları yapılmıştır. __________________________________________________ *.Doç.Dr., Galatasaray Üniversitesi Đletişim Fakültesi ** Yrd.Doç.Dr., Galatasaray Üniversitesi Đletişim Fakültesi Giriş Uluslararası etkileşimler daha ziyade dünyanın siyasal güç ve merkezleri tarafından belirlendiğinden askeri ve politik dengelerin yanı sıra ekonomik ve kültürel değerler de ilişkilerin oluşturulmasına katkı sağlamaktadır. Medya bu noktada etkin bir kamuoyu oluşturma aracı ve siyasi baskı mekanizması olarak toplumlar arası ilişkilerde kuşkusuz önemli konumdadır. 2006 yılından bu yana Ortadoğu televizyonlarında hızla yayılan Türk dizileri Türk markalarına olan ilgiyi de artırmaktadır. Cezayir’den Mısır’a, Irak’tan Ürdün’e, Đran’dan Lübnan’a, Katar’dan Suriye’ye kadar birçok ülkede yayınlanan diziler Türkiye’nin imajına ve Türk ekonomisine önemli katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, diziler, Ortadoğu halkının Türk siyasetine, toplumuna, yaşam tarzına ve kültürüne olan ilgisini daha da çekici hale getirmiştir. Kendilerine yakın gördükleri Türk halkının dizi içeriklerinde yansıtılan “geleneği reddetmeyen modern hayat”ı bölge halkında önemli ve kalıcı etkiler yaratmaktadır. 343 Bu çalışmamızda, Ortadoğu’ya ihraç edilen “Gümüş”, “Ihlamurlar Altında”, “Binbir Gece”, “Asmalı Konak”, “Aşk-ı Memnu” “Asi”, “Annem”, “Arka Sokaklar”, “Bıçak Sırtı”, “Elveda Derken”, “Kınalı Kar”, “Kavak Yelleri”, “Menekşe ile Halil”, “Yaprak Dökümü” gibi Türk dizilerinin, ülkemiz için Arap ülkelerinde nasıl bir “yumuşak güç” unsuru oluşturduğu incelenmiştir. Bu doğrultuda yumuşak güç kavramı ve bileşenlerinin teorik çerçevesi çizilmiş, ardından Ortadoğu’da izlenen Türk dizilerinin bölge halkının Türkiye algısına ve Türkiye markalarına etkileri araştırma verileriyle desteklenerek değerlendirilmiştir. 1. Yumuşak Güç Kavramı ve Bileşenleri Günümüz uluslar arası ilişkilerinde, devletlerin artık sadece diğer hükümetleri veya uluslar arası örgütleri değil, yabancı kamuoylarını da hedefleyen politikalar geliştirmek zorunda oldukları bir döneme girilmiştir. Bugün çok sayıda devlet, yabancı kamuoylarının gözünde olumlu imaj yaratmak amacıyla aktif iletişim ve diplomasi çalışmaları yürütmektedir. Ulusal çıkarlar ve amaçlar göz önüne alındığında bu çalışmalar, Türkiye’nin de hiçbir şekilde ihmal edemeyeceği bir alandır. Anholt-Gfk Roper Nation Brands Index’e göre bir ülkenin başkaları tarafından algılanışının ticari başarısı, ithalat/ihracat ve turizm alanındaki atılımları ve aynı zamanda diğer uluslarla kurduğu diplomatik ve kültürel ilişkilerde kritik önem taşımaktadır. Bir ülkenin algılanış biçiminde ise önemli olan faktörler sırasıyla; - Đhracat: Her ülkenin ürün ve hizmetlerinin uluslar arası kamuoyunda nasıl algılandığının göstergesidir. Uluslar arası tüketicilerin menşe ülke ürünlerine karşı gösterdikleri ilgi veya çekimserliklerinin derecesini kapsamaktadır. - Yönetim: Ulusal yönetimlerin kamuoyu nezdinde yeterlilik ve tarafsızlıkları ile ilgili görüşlerinin ölçümlenmesidir. Bireylerin ülkelerin yönetimleri hakkındaki inanışları, görüşleridir ve aynı zamanda ülkelerin demokrasi, çevre, yoksulluk gibi global konulara gösterdikleri sorumluluğun algılanış biçimidir. - Kültür ve miras: Her ulusun kültürel mirasıyla ilgili global algı ve günümüzdeki kültürel yapısının (filmler, müzik, sanat, spor, edebiyat… vb.) değerlendirilişidir. - Bireyler: Bir ülkede yaşayanların diğerleri tarafından eğitimleri, yeterlilikleri, açıklıkları, yardım severlikleri veya ayrımcılıkları gibi alanlarda algılanışıdır. - Turizm: Bir ülkeyi ziyaret etmeye değer olan doğal, tarihi ve benzeri güzelliklerin toplamıdır. 344 - Yatırım ve göç: Bir ülkenin diğer ülke vatandaşlarınca yaşamak, eğitim almak veya çalışmak için tercih edilir olması ve o ülkenin ekonomik, sosyal durumunun algılanışıdır1. Bir ülkenin ihracatta, turizmde, eğitim, çalışma ve o ülkede yaşama arzusunun oluşumunda marka haline gelmesi aslında o ülkenin tüm bu alanlarda gelişmişliği, refah düzeyi, yönetim yapısı ve uluslar arası diplomasideki gücüyle ilintilidir. Ülkelerin uluslararası politikada stratejilerini ve taktiklerini incelerken aslında bir uluslar arası ilişkiler yaklaşımı olan yumuşak güç (soft power) ve sert güç (hard power) kavramlarına değinmek yerinde olacaktır. Đlk olarak 1990 yılında ABD’li siyaset bilimci Joseph Nye’ın “Bound to Lead: The Changing Nature of American Power” isimli kitabında kullandığı yumuşak güç kavramı, bir ülkenin dış politikada askeri müdahale, zorlayıcı diplomasi, ekonomik yaptırımlar gibi sert güç tanımlamasının içerisinde yer alan eylemlerde bulunmaktansa çekim gücüyle hedeflerine ulaşmasını tanımlamaktadır2. Yumuşak güç ilgi ve çekim yaratır; Joseph Nye’a göre güç istenilen sonucu elde etmek için diğerlerini etkileme /etkileyebilme becerisidir. Yumuşak güç insanları zorlamak yerine onlarla işbirliği yapar3. Yumuşak güç kullanırken manevi değerlere daha çok vurgu yapılır. Kültür, ideoloji, uluslararası kurumlar gibi olgular yumuşak güç kaynakları arasındadır. Bu yaklaşım, bir ülkenin dünya siyasetinde istediği sonuçları elde etmesine yol açarak, değerlerine hayran olan ve kendisini örnek alan ülkelerin ortaya çıkmasına imkân sağlar. Bu tanımlamalar ışığında, Türkiye’nin Ortadoğu politikalarında yumuşak gücü ön plana çıkardığını söyleyebilir ve şöyle örneklendirebiliriz4: - Türkiye, nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir toplumla Batı’nın siyasal değerlerinin bir arada yaşayabildiğini göstermesi açısından örnek oluşturmaktadır. 1 GfK Custom Research North America, “The Anholt-GfK Roper Nation Brands Index, http://www.gfkamerica.com/practice_areas/roper_pam/placebranding/nbi/index.en.html (Erişim tarihi: 15.12.2010). 2 Ernest J. Wilson III, “Hard Power, Soft Power, Smart Power”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, 2008, No.616, s. 114. 3 J.S.Nye Jr., “Soft Power”, Foreign Policy, s.154. 4 http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkiyenin-orta-doguda-yumusak-gucu-turk-dizileri-ornegi-75353.html (erişim tarihi: 26.09.2011) 345 - Nüfusunun büyük bölümü Müslüman olan bir ülkenin Avrupa Birliği üyelik müzakerelerine başlaması Arap ülkeleri için rol model oluşturmuştur. - Türkiye Ortadoğu’ya yaklaşımı ile, bölgede yaşanan muhalif hareketler sonrasında başlayan yeni dönemde bölge halkında heyecan yaratmıştır. Hatta Fransa gibi Avrupa’da söz sahibi ülke liderlerinde ilgi uyandırmıştır. - Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik arabulucu ve kolaylaştırıcı dış politika yaklaşımı, Türk dizilerinde temsil edilen hayatın ilgi uyandırması yabancı sermaye teşvikini desteklemiştir. 2. Ortadoğu’da Đzlenen Türk Dizilerinin Ülke Algısına Etkileri Kültür, ideoloji, uluslararası kurumlar gibi olgular yumuşak güç kaynakları arasında gösterildiği günümüz yeni diplomasi anlayışı, kültüre ve kültür öğelerine, sivil topluma daha da fazla önem vermeye başlamıştır. Fikirler, bilgi paylaşımı, sanat, yaşam biçimleri, değerler, inançlar, gelenekler ve kültür alışverişi gerek bölgesel gerekse de iç çatışmaların barışçıl çözümünde ve istikrarın sağlanmasında öne çıkan diplomatik ve siyasi bir araçtır. Son yıllarda Ortadoğu ülkelerinde büyük ilgi gören Türk dizileri Türkiye’nin yumuşak gücünün kültür boyutuna yeni bir bakış açışı kazandırmıştır. Film, televizyon programları gibi kitle iletişim ürünleri; ilgili ülkenin kültürünü tanıtmak, yaygınlaşmasını sağlamak, bu ürünleri izleyen yabancı ülkeler nezdinde ülkenizin algısını ölçmek, ne kadar benimsediğini ve takip edildiğini değerlendirmek için önemli bir kanaldır. 2.1. Ortadoğu’ya Đhraç Edilen Türk Dizilerinin Durum Analizi 2006 yılından bu yana Ortadoğu televizyonlarında hızla yayılan Türk dizileri Türk markalarına olan ilgiyi de artırmaktadır. Cezayir’den Mısır’a, Irak’tan Ürdün’e, Đran’dan Lübnan’a, Katar’dan Suriye’ye kadar birçok ülkede yayınlanan diziler Türkiye’nin imajına ve Türk ekonomisine önemli katkı sağlamıştır. Bunun yanı sıra, diziler, Ortadoğu halkının Türk siyasetine, toplumuna, yaşam tarzına ve kültürüne olan ilgisini daha da çekici hale getirmiştir. Kendilerine yakın gördükleri Türk halkının dizi içeriklerinde yansıtılan “geleneği reddetmeyen modern hayat”ı bölge halkında önemli ve kalıcı etkiler yaratmaktadır. 346 5 yıldır Arap ülkelerine dizi, film ve belgesel olmak üzere toplam 68 yapım satılmıştır5. Yirmi iki Arap ülkesine yayın yapan ve Ortadoğu’nun en büyük televizyon kanalı olan Dubai merkezli MBC, önce deneme yayını yaptığı Türk dizilerini gördükleri ilgi üzerine Kanal D ile anlaşma imzalayarak 25 Türk dizisinin daha yayın hakkını satın almıştır. Bu kanalda yayınlanan dizi ve filmler şöyle; Çocuklar Duymasın, Kurtlar Vadisi, Binbir Gece, Asmalı Konak, Deli Yürek, Kınalı Kar, Çemberimde Gül Oya, Ihlamurlar Altında, Gümüş, Elveda derken, Kırık Kanatlar, Yersiz Yurtsuz ve Babam ve Oğlum… Bu yapımlar arasında MBC’ye en çok kazandıran dizi “Ihlamurlar Altında” oldu. 18 farklı kanalda yayınlanan dizi, MBC’ye 9 milyon 500 bin dolar kazandırmıştır6. Arap ülkelerinde yayınlanan bu diziler sayesinde Türk televizyon kanalları ve yapımcılar önemli gelir elde ederek Türkiye’nin hizmet ihracatı seviyesine de katkıda bulunmuşlardır. Günümüzde Ortadoğu ülkelerinde yayınlanan yabancı programların yaklaşık %60’ını Türk dizileri oluşturmaktadır7. Bu gelişmelerin iktisadi ve kültürel somut sonuçlarını göz önünde bulunduran devlet yetkilileri, Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın ihracat destekleri kapsamında Arap ülkelerinde gösterilen, Türkiye’nin imajına ve Türk markası kullanımına katkı sağlayacak dizilere tanıtım teşviki vermeyi düşündüklerini açıklamıştır8. Aynı şekilde, Türkiye Đşadamları ve Sanayiciler Konfederasyonu (TUSKON) ile ticaret anlaşması imzalayan Amman Ticaret Odası Başkanı Riad Saifi, Türk dizilerinin Ürdün’de de çok popüler hale geldiğini belirtmiş ve dizilerde kullanılan Türk tekstil ve mücevher markalarının Ürdün’de satılabilmesi için girişimlerde bulunmuştur9. 2.2. Ortadoğu’da Türkiye Algısı Türkiye, günümüzde Ortadoğu’da sadece siyasi ve ekonomik olarak değil ayrıca kültürel olarak da daha aktif bir rol oynamaktadır. Bölgede yayınlanan Türk dizilerinin ülkemiz açısından yarattığı etkilerin bazı somut sonuçlarını şöyle açıklayabiliriz: 5 Vatan Gazetesi, “2006 yılından bu yana Ortadoğu ülkelerine dizi pazarlayan Türk televizyonları rekor kırıyor”, 19.11.2009. 6 Vatan Gazetesi, op cit. 7 Hürriyet Gazetesi, “Diziler ihracat rekoru kırdı”, 26.09.2011. 8 Marketing Türkiye, “Türk dizilerine tanıtım teşviki”, 26.09.2011. 9 Hürriyet Gazetesi, “Türk dizileri Ortadoğu’da ticari ilişkileri patlattı”, 12.12.2010. 347 Dizilerde yansıtılan Türk yaşam tarzı, Türkiye coğrafyasından kareler Ortadoğulu turistlerin seyahat amacıyla da ülkemizi tercih etmelerini sağlamıştır. 2007 ve 2009 yılları arasında araştırma yapılan ülkelerden Türkiye’ye gelen kişi sayısında %25 ile %55 arası bir artış görülmektedir. 2009 yılından itibaren Türkiye Ürdün, Lübnan, Suriye ile karşılıklı, Suudi Arabistan ile tek taraflı olarak vize uygulamasını da kaldırmıştır10. Bu dört ülkeden Türkiye’ye gelen kişilerin oranları Temmuz 2009 ve Temmuz 2010 ile karşılaştırıldığında dizilerin ve yeni diplomatik yaklaşımın etkileri daha iyi anlaşılabilmektedir. Buna göre Ürdün’den gelen sayısı %32, Lübnan’dan gelen sayısı %88, Suriye’den gelen sayısı %133 ve Suudi Arabistan’dan gelen sayısı da %59 artmıştır11. Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) Dış Politika Programı tarafından 25 Ağustos - 27 Eylül 2010 tarihleri arasında sekiz Ortadoğu ülkesinde (Mısır, Ürdün, Lübnan, Filistin, Suudi Arabistan, Suriye, Irak ve Đran) toplam 2,267 kişi ile telefon ve yüz yüze görüşme yöntemiyle gerçekleştirilen “Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010” başlıklı araştırma sonuçları oldukça umut verici ve ilgi çekicidir. Elde edilen sonuçlar Türkiye’ye duyulan sempati oranının dikkate değer derecede arttığını ve bu durumun kalıcı olabileceğini göstermektedir. Çalışmanın ortaya çıkardığı diğer bir önemli sonuç; Türkiye’nin bölgedeki ekonomik varlığının toplumsal bir farkındalık yaratmış olmasıdır. Henüz Türkiye bölgenin ekonomik lideri olarak görülmese de, önümüzdeki dönemde ekonomi alanında beklentiler yüksektir. Çünkü Türkiye Suudi Arabistan’ın ardından % 14 ile bölgenin ikinci büyük ekonomik gücü olarak algılanmaktadır12. Günümüzde Türkiye’nin dizi sektörü Ortadoğu’da 50 milyon dolarlık bir ihracat hacmine sahiptir13. Araştırmada Türkiye’nin görünürlüğünün sadece siyaset ve ekonomiyle sınırlı kalmadığı, Arapça dublajlı dizi, film ve belgesel gibi yapımlar sayesinde kültür alanında da etkili olmaya başladığı vurgulanmaktadır. Türk dizilerinde, Türk oyuncuları ve markalarının isimlerinin bilinme oranlarının yüksek olması kültürel alandaki farkındalığın en temel göstergelerinden biridir. Açık uçlu olarak sorulmuş olan bu sorulara cevap verenler bölge genelinde 15’ten fazla farklı Türkiye yapımı 10 Detaylı bilgi için bkz. http://www.kultur.gov.tr/TR/belge/1-63767/sinir-giris-cikis-istatistikleri.html 11 Dış Politika Programı Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010, M. Akgün, S. Gündoğar, J. Levack, G. Perçinoğlu, TESEV Yayınları, 2011, Đstanbul, s.16. 12 Đbid. s.5. 13 Turkish Soap Operas Total $50 Million in Exports. Hurriyet Daily News. 16 Ocak 2011. 348 dizinin ve sanatçı ya da dizi oyuncusunun adını hatırlamaktadır14. Ayrıca Türkiye yapımı dizilerin seyredilme oranının %78 olması vurucu bir sonuçtur15. Bu oranın Türkiye’nin yumuşak gücüne ilişkin önemli bir veri olduğunu öne sürebiliriz. Ülke bazında bakıldığında Türk dizilerini izlemiş olanların özellikle Irak (%89) ve Suriye’de (%85) yüksek olduğu görülmektedir16. Türk dizilerinde kullanılan Türk markalarına ilişkin anket sonuçlarına göre Türk ürünleri bölgede tanınmaktadır. Araştırmaya katılanların %76’sı şu ana kadar Türkiye menşeli bir ürün kullandığını belirtmiştir17. Veriler aynı zamanda Türk ürünlerinin Irak ve Đran’da önemli bir pazar payına sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Şöyle ki; Irak’ta araştırmaya katılanların %87’si, Đran’dakilerin ise %83’ü şu ana kadar bir Türk ürünü kullanmıştır. Suudi Arabistan’da ve Mısır’da Türk ürünleri diğer ülkelere göre daha az kullanılmıştır. Suudi Arabistan ve Mısır’da araştırmaya katılanların %68’i Türk ürünlerini kullanmışlardır18. Hangi çeşit Türk ürününü kullandıkları sorulduğunda ise, katılımcılar tekstil, gıda ürünleri, elektronik ev eşyası ve dayanıklı tüketim ürünleri cevaplarını vermişlerdir. Türkiye’nin Ortadoğu’nun sekiz ülkesinde nasıl algılandığını ölçmek amacıyla yapılan araştırma sonuçları bölgede yüksek sayılabilecek bir düzeyde Türkiye bilinirliği olduğunu göstermekte ve dış ilişkiler politikalarında bu ülkelerin Türkiye’ye yönelik eğilimleri konusunda da ipuçları vermektedir. 3. Türk Dizilerinin Ortadoğu’da Đzlenmesine Yönelik Geleneksel ve Sosyal Medyada Yer Alan Söylemler Çalışmamızın bu bölümünde, Türk dizilerinin Ortadoğu ülkelerinde yarattığı etkiye yönelik geleneksel ve sosyal medyada yer alan söylemlerin söylem analizi kapsamında örtük okumaları yapılmıştır. Bu yöntem ile diziler hakkında medyada kurgulanan dilin bir söylem oluşturmasından 14 Dış Politika Programı Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010, M. Akgün, S. Gündoğar, J. Levack, G. Perçinoğlu, TESEV Yayınları, 2011, Đstanbul, s. 16. 15 Đbid. s.6. 16 Đbid. s.16. 17 Đbid. s. 21. 18 Đbid. 349 yola çıkılarak kitle iletişim araçlarınca iletilen mesajlar yumuşak güç bileşenlerine göre kültür, turizm, dil, ekonomi, din, marka ve reklam, dış politika, yabancı basın kategorilerine ayrıştırılmıştır. Çalışmamıza dahil ettiğimiz Türk dizilerinin Ortadoğu’da izlenmesine yönelik geleneksel ve sosyal medyada en sık rastlanan söylemler şunlardır: “Ortadoğu’da Türkiye” “Ortadoğu’nun Dallas’ı.” “Ortadoğu’nun Dallas’ı Türk dizileri.” “Türk dizileri Ortadoğu ülkelerine yayıldı. “Türk dizileri kapıyı açtı.” “Türk dizileri Ortadoğu’da mobilyacıların yüzünü güldürüyor.” “Türk dizileri Ortadoğu’dan sonra Balkanlar’da.” “Türk dizileri Ortadoğu’da Türk ürünlerine ilgiyi arttırdı.” “Türkiye’nin Ortadoğu’da yumuşak gücü Türk dizileridir.” “Dizileri izleyenler Türkiye’ye koşuyor.” “Dünyada Türk dizileri rüzgarı.” “Ortadoğu’da Türk dizilerine ilgi arttı.” “Gümüş adlı dizi Nur ismiyle yayınlandı.” “Kıvanç Tatlıtuğ’ya Mohannad adı verildi.” “Türk dizileri Ortadoğu’da büyük sükse yaptı.” “Araplar’ın Brezilya’sı olduk.” “Türkiye’yi rol model görüyorlar.” “Diziler aracılığıyla, Arap turistler tatil için Đstanbul’a geliyorlar.” “Arap turistler tatil için Đstanbul’u tercih ediyorlar.” “Kurtlar Vadisi’ndeki Çakır’ın adı Şakir oldu.” 350 “Türkiye Ortadoğu’da güçleniyor.” “Türk dizileri Ortadoğu’da bahar estiriyor.” “Türk dizilerini izleyen Đstanbul’a koşuyor.” “Dizilerde, boğaz, yalılar, camiler, köprüler, kız kulesi gibi manzaralar ilgiyi artırıyor.” “Yabancı basında Ortadoğu’daki Türk dizileri.” “ Türk dizileri ihracat rekoru kırdı.” “Türk dizileri Ortadoğu’yu fethetti.” “Türk dizileri ürünlere ilgiyi artırdı.” “Türk dizileri elli milyon dolar getirdi.” “Kültür ihracatı yapıyoruz.” “Türk dizileri Ortadoğu’yu değiştiriyor.” “Türk dizileri yurt dışında para basıyor.” “Ortadoğu sokakları dizi afişleri ile dolu.” “Türk dizileri döviz basıyor.” “Ortadoğu’daki Türkiye algısı.” “Türk dizileri Ortadoğu’yu sallıyor.” “Türk dizilerinin yarattığı devrim.” “Diziler Araplar’ı Türkiye’ye çekti.” “Türk dizileri Ortadoğu’da büyük bir olay.” “Narenciyeyi Ortadoğu’ya Türk dizileri taşıyacak.” “Türk dizilerinin yurt dışı rekoru.” “Türk dizileri Brezilya’nın tahtına oturuyor.” “Türk sanayisi değil dizi sektörümüz rekor kırıyor.” “Ortadoğu ülkelerinde yayınlanan Türk dizileri sağlık turizmini artırdı.” 351 Çalışmamıza dahil ettiğimiz yukarıdaki söylemler yumuşak güç bileşenlerine göre kültür, turizm, dil, ekonomi, din, marka ve reklam, dış politika, yabancı basın başlıkları altındaki kategoriler tablolaştırılarak örtük okumaları yapılmıştır. Kültür AÇIK ANLAM ÖRTÜK ANLAM 352 “Ortadoğu’da Türk Dizileri neden bu kadar çok “Türk dizilerinin, Ortadoğu’da bu kadar çok tuttu.” “Kültür ihracatı yapıyoruz.” tutmasının sebebi kültürdür. Ortadoğu ve Türkiye arasında birçok ortak nokta bulunmaktadır. Bunlar arasında en önemlisi dindir. Dini unsurların aynı olması, dizilerin izlenirliğini etkilemiştir. Bir diğer önemli nokta ise; Türk diline birçok Arapça ve Farsça sözcükler ve sözcük öbekleri geçmiştir. Ortadoğu’da yer alan ülkelerin kendilerine özgü bir kültürel yapıları bulunmaktadır. Kültürel yapılar arasında özellikle; örfler, adetler, gelenekler ve görenekler arasında farklılıklar görülse bile, Ortadoğu ile Türkiye arasındaki en önemli ortak nokta dindir. Din, kültürlerde önemli bir yere sahiptir. Toplumların birbirlerinden etkilenmesinde, din önemli bir rol oynar. Turizm 353 AÇIK ANLAM ÖRTÜK ANLAM “Arap turistlerin Đstanbul’u tercih etmeleri.” “Türk dizileri aracılığıyla, Arap ülkelerinden “Dizilerde, boğaz, yalılar, camiler, kız kulesi, köprüler, türbeler, …gibi Đstanbul’ ilgiyi artırıyor.” “Dizileri izleyenler Türkiyeye koşuyor.” “Diziler sayesinde Arap turistler tatil için Đstanbul’u tercih ettiler.” “Diziler Arapllar’ı Türkiye’ye çekti.” binlerce turist; (Đstanbul Boğazı, Kapalışarşı, Kız Kulesi, Boğazdaki Yalılar, Ayasofya, Camiler, “Ortaköy Camisi, Sultanahmet Camisi, Süleymaniye Camisi,…” Adalar,..gibi) tatil için Đstanbul’u tercih etmişlerdir. Dizilerde, özellikle geçiş fonlarında yer alan, Đstanbul’un en güzel fotoğraf görüntülerine yer vermesi, dizileri daha da beğenilir kılmış ve Türk turizmine katkı sağlamıştır. Arap turistler, en çok Adalar’ı (daha çok Büyük Ada, Heybeli Ada, Burgaz Ada tercih edilen adalardır.) etmektedirler. Arap turistler, sadece tercih “Gümüş” dizisinin çekildiği yalıyı ziyaret etmek için gelmişlerdir. Đstanbul, mekânın içinde mekânı ya da mekânı mekânın içinde yaşamanın en güzel ve en mistik bir şehirdir. Şehirler toplumun aynasıdır ve dolayısıyla da, şehirlerle özdeşleşen mistik unsurlar vardır. Şehirlerin mistisizmini oluşturan, o şehrin, efsaneleri, masalları, destanları, yazarları, şairleri, “Dizilerde boğazı, camileri ve yalıları görenler mimarlarını, Đstanbul’a koşuyor.” Dolayısıyla ressamlarını da, bütün dizilerde söyleyebiliriz. Đstanbul’un fotoğrafik manzara görüntüleri arasında; Boğaz “boğazın sularının altında binlerce gizem 354 saklanmaktadır ve boğaz dünyada, iki kıtayı birleştiren tek örnektir. Camiler, Ayasofya, boğazın üzerinde süzülen Kız Kulesi, çarşılar, türbeler, kahvehaneler, taş lahitler, iskeleler, mezarlıklar “özellikle; Aşiyan mezarlığı” Semtler; “Đstiklal Caddesi, Üsküdar, Emirgan, Çamlıca,Kandilli,Sarıyer,Tophane, Şehzadebaşı, Eminönü, Kocamustafapaşa, Eyüp,Erenköy,…gibi” yalılar, köşkler, evler,hamamlar, eski konaklar, surlar,…gibi) eski arka tahta planda gösterilmektedir. Đstanbul, 355 Dil AÇIK ANLAM “Dizilerdeki ÖRTÜK ANLAM karakterlerin Arapça isimlerdir.” “Polat isimlerinin çoğu Dizilerdeki karakterlerin isimlerinin çoğu Arapça Alemdar karakteri ve Farsça kökenlidir. Ortak isimler arasında Murat, Çakır karakteri Şakir olarak değiştirildi.” “Gümüş” adlı Türk dizisi “Nur” ismiyle yayınlandı.” “Kıvanç Tatlıtuğ”ya “Mohannad” adı verildi.” “Ahmet, Mustafa, Hatice, Fatma, Ayşe, Nur, Havva, Bihter, Behlül, Zehra, Elif, Firdevs, Hürrem, Nihal, Nihat, Hilal, Yakup, Đbrahim, Şükran, Peyker, Beşir, Yusuf, Züleyha, …gibi. Ayrıca, günlük konuşmalarda sıklıkla kullanılan sözcükler arasında; Alimallâh, Allah-ekber, Aliyülâlâ Evvel-Ahir Bismillâh Đnşallâh, Maşallâh, Estağfurullâh Hayırdır, Selam, Selamün aleyküm, Merhaba Teşekkür Şükür Sübhanallâh 356 Ekonomi AÇIK ANLAM ÖRTÜK ANLAM ilişkileri “Suriye’nin Şam kentinde, Türk dizilerinin patlattı.” “Türk dizileri, Türk markalı ürünlerin etkisiyle mutfak, mobilya, halı ve kilim alanında satışını arttırdı.” MOBĐTEX fuarı büyük ilgi görmüştür. Türk “Türk dizileri Ortadoğu’da ticari “Türk Sanayisi değil dizi sektörümüz rekor kırıyor.” dizilerinde yer alan yerel markaların beğenilmesi ve ilgi görmesi , Türk markalı ürünlerin satışını artırmıştır. “Türk dizileri, Ortadoğu’da Türk ürünlerine ilgiyi artırdı.” Dizilerde yer alan, perdeler, koltuklar, yatak odasında bulunan puf, nevresim takımları yeni bir pazarlama aracı olmuşlardır. Bu dizilerle “Türk dizileri ihracat rekoru kırdı.” beraber yeni bir dekorasyon akımı oluşturmuştur. “Ortadoğu’da Türk dizileri ticareti patlattı.” Din AÇIK ANLAM “Türk dizilerinde ÖRTÜK ANLAM arka görünmesi, ezan sesleri.” planda camilerin Ortadoğu’da yayınlanan, Türk dizilerinde, dini unsurların kullanılması ilgiyi artırmıştır. Şöyle ki; Camiler, Namaz Mevlit okunması, Dualar, Ramazan ayı ve Ramazan Bayramı, Kurban ve Kurban Bayramı, Hac rituelleri, Mezarlıklar, Türbeler, Ölüm rituelleri 357 Marka ve Reklam AÇIK ANLAM ÖRTÜK ANLAM “Ortadoğu sokakları dizi afişleri ile doldu.” Diziler aracılığıyla, reklam kampanyaları için çok büyük harcamalar yapmak yerine, markalar dizilerde, ürün sponsoru olarak reklamlarını yapmışlardır. Dolayısıyla da, geleneksel medya olarak, diğer bir söyleyişle bir “Kitle Đletişim Aracı” olan “Televizyon” un gücü ve etkisi, bununla beraber televizyon dizilerinin, daha doğrusu dizi sektörünün ne kadar önemli bir reklam mecrasına dönüştüğünü görmekteyiz. Günümüzde, sponsorluk anlaşması artık bütün dizilerde yer almaktadır. Böylece de sponsor olan firma, kendi izleyicilere, reklamını dizi beğendikleri aracılığıyla ürünleri nereden bulabilecekleri bilgisini de vermiş olmaktadır. Dizilere sponsor olan firma, markasını tanıtarak tüketiciye daha çabuk ulaşmaktadır. Diziye olan ilgi, sponsor olan firma markasını öne çıkarmakta ve ilgiyi artırmaktadır. Bu durumda gösteriyor ki, reklam kampanyalarına harcanan milyarlardan daha etkili ve daha çok satışı artırmaktadır. “Ortadoğu’da yayınlanan, Türk dizilerinde bir çok marka yer almaktadır. Dolayısıyla da, dizilerde oyuncular aracılığıyla yer verilen markaların imajını güçlendirmeye yaramıştır. Çünkü, tüketiciler ya da izleyiciler, dizilerdeki oyuncuları beğendikleri zaman o markalara ya da ürünlere yönelmişler ve bir moda oluşturmuşlardır. Özellikle, markaların adı söylenmeden, Hürrem yüzüğü, Bihter kolyesi ve Bihter çizmesi, Behlül yüzüğü ve Behlül tişörtleri, beyaz keten gömlekleri, V yaka kazakları, Fred Perry marka 358 tişörtleri gibi söylemler yaratılmıştır. Ayrıca, dizi oyuncularının kullandığı çantalar, saatler, takılar, giydikleri tişörtler, kazaklar, ayakkabı ve çizmeler, spor ayakkabılar, küresel markaların adlarının tekrar gündeme gelmesine etken olmuştur.(Burberry, Lacoste, Calvin Klein Jeans, GStar, DKNY, Tommy Hilfiger, Just Cavalli, Guess, Ferre, D&G, Beymen Business, Boyner,…gibi). Bu bağlamda, Türk dizileri marka imajlarına katkı sağlamışlardır. Dizi izleyicileri, dizi oyuncularıyla aynı marka kıyafetleri ya da aksesuarları kullanmak, onlarla aynı statüde yer alabilmek için satışların artmasında etken rol oynamışlardır. 359 Dış Politika AÇIK ANLAM ÖRTÜK ANLAM “Türkiye Ortadoğu’da güçleniyor.” Türkiye, diziler aracılığıyla Ortadoğu’da rol “Türk dizileri Ortadoğu’yu değiştiriyor.” model oluşturmuştur. Diziler, televizyon ekranlarında yayınlandığı günden itibaren, hem Türkiye’de hem de Ortadoğu ve Balkanlarda her kültürden izleyiciyi kendisine çekmiştir. Dolayısıyla da, büyük bir başarı sağlamıştır. Türk dizilerinde, geleneksel ailenin yanı sıra modern aileye yer verilmiştir. Dizi oyuncularının giydiği kıyafetler ve taktıkları aksesuarlar ve kullanılan makyaj malzemeleri , izleyiciler arasında aranan ve kullanılan markalar olmuşlardır. 360 Yabancı Basın AÇIK ANLAM “Ortadoğu’nun ÖRTÜK ANLAM Dallas’ı.” Dallas’ı Türk dizileri.” “Ortadoğu’nun “Amerikan haber dergisi “News week, Ortadoğu’da izlenen Türk dizileri hakkında bir makale yayınlamıştır. kültürlerarası 1980’lerde dizisine yakınlığa izlenme benzettiler. Dergi bu bağlamıştır. rekorları kıran Makalenin ilginin Dünya’da “Dallas” yazarı Owen Matthews, yazısında, dizilerin hayran ya da hedef kitlesi kadınlardır izlenirlikleri demektedir. televizyonun Bu gücüne dizilerin güzel bir örnektir. Makaleye göre; “Ortadoğulu kadınlar, açık bir Müslüman toplumu olan Türkiye’deki kadınların modernliği nasıl taşıdığını izlemekten hoşlanıyor.” Demektedir ve ayrıca makalede Türk kadınlarının sadece anne değil kariyer yapan kadın imajını da taşımalarıdır. Bununla beraber dizilerde, Arap toplumlarında tabu olan, kürtaj, alkol kullanımı, zina gibi konuların geçmesi de ilgiyi çekmektedir. (http://magazin.milliyet.com.tr,2011) 361 KAYNAKÇA Dış Politika Programı Ortadoğu’da Türkiye Algısı 2010, M. Akgün, S. Gündoğar, J. Levack, G. Perçinoğlu, TESEV Yayınları, 2011, Đstanbul. GfK Custom Research North America, “The Anholt-GfK Roper Nation Brands Index, http://www.gfkamerica.com/practice_areas/roper_pam/placebranding/nbi/index.en.html (Erişim tarihi: 15.12.2010). Hürriyet Gazetesi, “Diziler ihracat rekoru kırdı”, 26.09.2011. Hürriyet Gazetesi, “Türk dizileri Ortadoğu’da ticari ilişkileri patlattı”, 12.12.2010. Marketing Türkiye, “Türk dizilerine tanıtım teşviki”, 26.09.2011. NYE, J.S. Jr., “Soft Power”, Foreign Policy, s.154. Turkish Soap Operas Total $50 Million in Exports. Hurriyet Daily News. 16 Ocak 2011. Vatan Gazetesi, “2006 yılından bu yana Ortadoğu ülkelerine dizi pazarlayan Türk televizyonları rekor kırıyor”, 19.11.2009. WILSON III, Ernest J., “Hard Power, Soft Power, Smart Power”, The ANNALS of the American Academy of Political and Social Science, 2008, No.616, s. 114. 362 Türk Televizyon Kanalları (Atv, CNN Türk, Flash TV, Fox, Habertürk, Haber 7, Kanal a, Kanal 1, Kanal 7, Kanal D, Kanal B, Kanal Türk, NTV, Samanyolu, Show TV, Sky Türk, Star, TGRT, TNT, TV 8, TRT 1, TRT 2, TRT Türk) Ulusal Gazeteler (Akşam, Birgün, Bugün, Dünden Bugüne Tercüman, Dünya, Evrensel, Güneş, Hürriyet, Milliyet, Posta, Radikal, Sabah, Star, Takvim, Tercüman, Türkiye, Vatan, Yeni Asya, Yeniçağ, Yeni Şafak, Zaman) Đnternet Siteleri http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkiyenin-orta-doguda-yumusak-gucu-turk-dizileriornegi-75353.html (erişim tarihi: 26.09.2011) Bighaber.com/2011. Haber.gazetevatan.com/2011. Netteyim.com/2011. Video.tr.msn.com/2011. www.radikal.com.tr/2011. www.dizimizi.com/2011. www.ekoayrinti.com/2011. www.milliyet.com.tr/2011. www.sabah.com.tr/2011. www.hürriyet.com.tr/2011. 363 www.televizyondizisi.com/2011. www.haber7.com/2011. www.habersarayi.com/2011. www.byturco.com/2011. www.haberkamu.com/2011. www.dizifilm.com/2011. www.netdizi.net/2011. www.sonhaberler.gen.tr/2011. www.stargazete.com/2011. 364 ARAP BAHARININ ÜRDÜN BASININDA YANSIMASI: THE JORDAN TIMES ÖRNEĞI Mehmet Kaya∗ F. Sinem Siklon∗∗ Giriş Son birkaç aydır Ortadoğu ve Kuzey Afrika çeşitli ayaklanmalara tanıklık etmiştir. Bu ayaklanmalara Batı dünyasında “Arap Baharı” adı verilmiştir. Arap baharı tüm dünyayı etkileyen ve şaşırtan bir olaylar dizisidir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun birçok Arap ülkesinde görülmekte olup devam eden bir süreçtir. Bu ülkeler arasında Tunus, Mısır, Yemen, Suriye ve Libya Arap baharının etkilerini derinden yaşamaktadırlar. Ayaklanmaların nedeni genel olarak ekonomik geri kalmışlık işsizlik, diktatörlük yönetimi, yoksulluk ve fiyat artışları verilebilir. Birçok ülkede Sovyet Rusya zamanında kalma yarı sosyalist diktatörlükler yıkılırken, birçoğunda yıkılmak üzeredir. Ortaya çıkan halk hareketlerinde temel neden diktatörlükler olarak belirtilmektedir ancak diktatörlüklerin yanında halkın yaşadığı ekonomik sıkıntılar da bu ayaklanmaları ortaya çıkaran nedenlerden olmuştur. Bu hareketlenmeyi yaşayan Ortadoğu ülkelerinden biri de Ürdün’dür. Ürdün; Arap Baharı hareketlenmesini Şubat 2011’de mevcut hükümeti görevden alarak ve birtakım reformlar yapma yoluna giderek atlatmaya çalışmıştır. Bu bağlamda, çalışmamızda, Arap baharının nedenlerine değinmekle birlikte The Jordan Times gazetesinden yola çıkarak siyasi değişimin Ürdün’deki yansımaları incelenmiştir. 1-Arap Baharına Giden Süreç : Arap Baharı, daha önceden eşi benzeri görülmemiş bir şekilde Tunus, Cezayir, Mısır, Libya, Bahreyn, Ürdün ve Yemen'de büyük çaplı, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Suriye, Irak, Lübnan ve Fas’ta küçük çaplı olmak üzere tüm Arap Dünyasını sarsan mitingler, protestolar ve halk ayaklanmaları serisidir.1 Kuzey Afrika ve Ortadoğu topraklarında gerçekleşen ve 18 Aralık 2010 ∗ Yrd.Doç.Dr., Niğde Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Öğretim Üyesi ∗∗ 1 Kocaeli Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Halkla Đlişkiler Ana Bilim Dalı Doktora Öğrencisi http://www.cfr.org/publication/23908/arab_worlds_unprecedented_protests.html 365 tarihinden itibaren devam eden ayaklanmalar ve protestolar, protestocuların tamamının Arap olmamasına rağmen, “Arap Baharı”, zaman zaman “Arap Baharı ve Kışı”, “Arap Uyanışı”, “ Arap Ayaklanması2” olarak tanımlanmaktadır.3 Protestolar Arap Dünyasında başta gelen işsizlik, gıda enflasyonu, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğünün kısıtlılığı, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları gibi pek çok sorun sonucunda önce Tunus'da Muhammed Bouzazi'nin kendini yakmasıyla başlamıştır. Ardından benzer sorunlar yaşayan ülkelerde domino taşı etkisi göstererek yayılmıştır. Bu ülkeler; Cezayir, Lubnan, Ürdün, Moritanya, Sudan, Umman, Yemen, Suudi Arabistan, Mısır, Suriye, Libya, Irak, Bahreyn ve Kuveyt’tir. Adı geçen ülkelerin bazılarında olaylar protesto düzeyinde kalırken, Suriye, Libya gibi bazı ülkelerde protestoların durumu iç savaş/sivil savaşa kadar ulaşmıştır. Ancak, olaylardan en somut sonuçları Mısır ve Tunus ortaya çıkmaktadır. Đktidardaki Hüsnü Mübarek ve Zeynel Abidin Bin Ali iktidardan düşmüşlerdir. Tunus ve Mısır’da kısa surede net sonuçlar elde edilmesinin ana sebebi, halk hareketlerinin yaşandığı diğer ülkelerde protestocuların dışında bir de hükümet yanlısı grup varken, sözü geçen bu iki ülkede ise olayların tüm halk kesimlerinin desteğiyle topyekûn yapılmış olmasıdır.4 “Arap Baharı”, “Arap Uyanışı” ya da “Arap Ayaklanması” olarak isimlendirilen protesto gösterilerinin ana nedenleri şöyle sıralanabilir: Bölge halklarını gösterilere, protestolara hatta ayaklanmalara götüren ana nedenler ülkelerdeki diktatörlük ve mutlak monarşi yönetimleri, insan hakları ihlalleri, yönetimlerdeki bozulmalar, ekonomik gerileme, işsizlik, aşırı yoksulluk, gıda fiyatlarındaki artış, yaşam standartlarında ve gelir dağılımındaki eşitsizlik olarak gösterilebilir.5 Bunların yanında bölge ülke gençlerinin eğitim seviyelerinin artması ve bu eğitimli genç nüfusun yönetimden memnuniyetsizliği ve hükümetin halkın reform isteklerine duyarsız kalması da protestoların nedenlerine ek olarak gösterilebilir.6 2 ---, “Democracy’s Hard Spring”30.09.2011, http://www.economist.com/node/18332630 3 G. Murphy Donovan, “Arab Awakening?”, http://www.americanthinker.com/2011/05/arab_awakening.html, 30.09.2011 4 ĐlhanSağsen,http://docs.google.com/viewer?a=v&q=cache:ZbYSbjqexdsJ:www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/20 1183_13inceleme.pdf+%C4%B0lhan+Sa%C4%9Fsen&hl=tr&gl=tr&pid=bl&srcid=ADGEESjKeHwp0U78hphvnBjGdNel8z7 zXQYQrHzWg6ORGhTjm6H6bPuGbFkMwyybUy4nRoL8da848tWfzroyn3Lm4t4l7YLRGTtIuxD5TSiR83FVwzN_j4Vla8ry m7ZVf40a2AwhSZE&sig=AHIEtbSKhXfbxdpjniXs8eJBUslAGDpWlg 5 Andrey V. Korotayev, Julia V. Zinkina, “Egyptian Revolution: A Demographic Structural Analysis”, Entelequia, Revista Interdisciplinar, No:13, 2011, s. 140-145 6 Ammar Maleki, “Uprising in the region, and Ignored Indicators”, http://www.payvand.com/news/11/feb/1080.html, 12.09.2011 366 Arap Baharı’nın arka planında yukarıda sayılan nedenlerden başka halk arasında zengin, fakir uçurumunun olması, kentleşmenin getirdiği sorunlar ve Arap ekonomisinin de IMF ve Dünya Bankası kurbanı olması da sayılabilir. Zengin ve fakir halkın arasında geniş bir uçurumun olması Arap Baharına giden süreçte belki de en önemli etkenlerden biridir. Arap dünyasının nüfusunun çoğunluğuna sahip olan deniz kıyısı ülkeleri, Mısır, Suriye,Tunus ve Fas ancak kendi iç piyasa ihtiyaçları için yetecek kadar petrole sahiptir.7 Önemli petrol ve gaz rezervine sahip ülke liderleri çok iyi olanaklarda yaşarken, halk köhne evlerde veya gecekondularda yaşamaktadır. Diğer bir arka plan etkisi de kent nüfusunun hızlı artışıdır. 1987 verilerine göre Kahire’nin nüfusu 4 milyon iken, yirmi yılda 21 milyona çıkmıştır.8 Zenginlik hayalleriyle kentlere göç eden kırsal kesimdekiler, şehirlere göç ettiklerinde hayallerindeki zenginliği bulamayıp, çok az şeyle yetinmek zorunda kalmışlardır. Kentlere göçenler zenginlikleri görmekte, ancak bundan hiçbir şekilde pay alamamaktadırlar. Đmkânlara kavuşanlar ise mahrum kalanların öfkesini artırmaktadırlar. Yeni gelişip büyüyen kentler bilinen Arap dünyasına yabancı bir görünüm kazandırmıştır. Kent merkezlerinin gelişip büyümesiyle birlikte zengin ve fakir halkın arasındaki uçurum iyice açığa çıkmıştır. Yoksul kesimin aradaki uçurumun farkına varmaya başlamasıyla Arap Baharının ayak sesleri duyulmaya başlamıştır. Arap Baharının yaklaştığını haber veren bir diğer olgu ise Arap ekonomisindeki çöküştür. Birleşmiş Milletler, Arap ekonomisi hakkında yayınladığı bir raporda en büyük problemin yükselme göstergesi belirtmeyen tükenmiş bir ekonominin varlığı olduğu belirtilmektedir.9 Arap ekonomisi, ödemeler dengesi açığı, kamu hizmetlerinin yetersizliği, zayıf ve adil olmayan vergilendirme sistemi, liderlerin övündüğü ama genelde halka faydası olmayan projeler ve şişirilmiş bütçelerle atıl durumdaydı. 10 Arap ekonomisi tipik bir üçüncü dünya ekonomisi olarak tarif edilmiştir. büyüyen servetin ülkeler arasında ve ülke içinde orantısız dağılımı, genç kitleleri toplum düzenini ve hükümetlerin meşruiyetini sorgulamaya yöneltmesi de Arap Baharına giden süreçlerden biri olmuştur. 2-Arap Baharındaki Etkenler : 7 Turan Kışlakçı, Arap Baharı, Đstanbul: Mana Yay., Eylül 2011, s. 71 8 tog.org.tr/tog.org/images/EE%20Basvuru%20Formu%202011.doc 9 www.freedomflotillafacts.com/uploads/bm-raporu-tr.pdf 10 Kışlakçı, a.g.e., s.73 367 Arap Baharı olarak isimlendirilen siyasi değişimdeki ülke halklarını isyana sürükleyen etkenler dört ana grupta toplanabilir. Bunlar siyasi nedenler, toplumsal nedenler, ekonomik nedenler ve son olarak dış etkenlerdir. Siyasi nedenleri incelendiğinde siyasi söylem ile eylem arasında bir uçurum olduğu gözl önüne serilebilmektedir. Bir diğer neden ise bazı bölgelerin sorunlarının görmezden gelinmesidir. Yönetime gelen iktidarlar başkent ve diğer büyük şehirler dışında kalan bölgelerde yaşanan ekonomik ve toplumsal sorunlara çözüm bulmakta yetersiz kaldıkları gibi, kendi kabilelerine ait şehirleri ve bölgeleri ihya etmişlerdir. Siyasal nedenler içindeki bir başka yan neden ise gençlerin siyasetten uzak tutulması olarak gösterilebilir. Tunus siyasi partilerinin, siyasal ve sosyal hayatta etkili ve aktif bir rol üstlenememesi, gençlerin menfaatini temsil edememesi ve hükümetin genel politika gündemine taşıyamamasından dolayı partilerin gücü azalmış, gençlerin menfaatlerini ve sorunlarını ifade edemez olmuştur.11 Bu durumda partiler anlamsız ve etkisiz kaldıklarından; genç kuşakların siyaset yoluyla mevcut durumu değiştirmeleri de imkânsızlaşmıştır. Siyasal nedenlerden en önemlilerinden biri ise liderlerin ömür boyu iktidarda kalma mücadeleleridir. Arap dünyasında iktidar, 40 yıldır belli ailelerin kontrolünde bulunmaktadır. Demokrasi ve cumhuriyet ile yönetildiğini belirten ülkelerde de devlet başkanları uzun yıllar iktidarda kalmak için anayasalarında devamlı değişiklik yapmışlardır. Diğer önemli bir yan neden de reformların geciktirilmesidir. Arap ülkelerinde, diktatörler, krallıklar ve askeri rejimler yıllar geçmesine rağmen ülkede söz verdikleri reform için bir adım dahi atmamışlardır. Diktatörler, yıllardır olağanüstü hal yasaları çerçevesinde şiddetten beslenerek iktidarlarını devam etmektedirler. Arap Baharının en etkin görüldüğü ülkeler olan Suriye, Mısır, Libya ve Tunus’ta 40 yıldır olağanüstü hal uygulanmaktadır. Reformların geciktirilmesinin yanında babadan oğla intikal eden iktidarlar da siyasal nedenler içinde yer almaktadır. Adı geçen Arap ülkelerinde diktatörler yıllardır, yerlerine ehil olsun olmasın, yaşı büyük olsun olmasın oğullarını varis olarak bıraktılar. Siyasal nedenler arasında seçimlerin adaletli olmayışı, muhalefet ile mücadele, gösterilere sert müdahalede bulunulması, tek parti iktidarında çok partili sistem ve işadamlarının siyasette etkin olması sayılabilir. Siyasal nedenlerden sonra Arap Baharının toplumsal nedenlerine de göz atmakta fayda vardır. Değişimin toplumsal nedenlerinde işsizlik ilk sırada gelmektedir. Đş alanlarının daralması ve işsizliğin yaygınlaşması karşısında biriken öfkeler, gelecek endişesiyle birleştiğinde tehlike daha da büyümektedir. Tunus’ta gerçekleşen gösteriler daha çok üniversite mezunu gençlerin işsiz kalmalarından ötürüdür. Diğer bir toplumsal neden ise toplumsal haksızlıktır. Halkın isyana sürüklenmesindeki neden nüfuz sahibi ya da iktidar sahibi ailelerin ülkenin ekonomik geleceğini ellerine geçirdiklerinin farkında olmalarıdır. Toplumsal haksızlıktan sonra gelen bir diğer etken Arap 11 Kışlakçı, a.g.e., s.95 368 ülkelerinde rüşvetin yaygınlaşmasıdır. Arap ülkelerinde toplumda bir bozulma ve çürüme göze çarpmaktadır. Bu durum kendini son Mısır seçimlerinde göstermiştir. Rüşvetin yaygınlaşmasından sonraki en önemli neden idari ve ekonomik yolsuzluklardır. Arap ülkelerinde bütün türleriyle yolsuzluk her zaman vatandaşla olan ilişkinin en önemli parçasıdır. Yolsuzluk, toplumda bir tür kansere dönüşmüş durumdadır. Orta tabakanın zayıflayarak yok olması toplumsal nedenlerin güçlü yan sebeplerindendir. Son yıllarda Mısır, Cezayir, Yemen ve Tunus’ta hayat pahalılığı nedeniyle sadece dar gelirliler zarar görmemiş, büyük şehirlerin orta tabakaları da çökmüştür. Đktidardakilerin muhaliflere işkenceyi ve zulmü artırması nedenlerden birisidir. Arap ülkelerinde iktidardakilere muhalif olunmasına asla izin verilmemektedir. Sosyal adaletin yokluğu ise toplumsal nedenler içinde sınıflayacağımız son maddelerden biridir. Sosyal adaletin yokluğundan Arap ülkelerindeki, halk ayaklanmalarının akasında yatan en önemlilerinden biri olarak sıralanabilir. Tunus’taki kalkınma politikalarının toplumsal rahatsızlıkların kaynağı olduğu düşünülmektedir.12 Arap Baharındaki diğer iki etken ise, ekonomik etkenler ve dış nedenlerdir. Ekonomik nedenler içinde sayılabilecek IMF ve Dünya Bankası’nın baskılarıyla Tunus, Suriye ve Mısır ekonomisi halkın yaşam standartlarını daha da aşağılara çekmiştir. Vergiler artmış, kamu harcamaları kısılmış, istihdam ise daraltılmıştır. Sosyal devlet ise geriye çekildiğinden yaşam şartları daha da ağırlaşmıştır. Dış etkenleri ise uluslararası ve bölgesel değişimler, medya ve iletişim düzeyinde devrim, uluslararası sivil toplum örgütlerinin rolü, Irak ve Filistin’deki işgalin sertleşmesi olarak dört ana başlık altında incelenebilir. Uluslararası ve bölgesel değişimler irdelendiğinde Arap ülkelerinin dünyada ve bölgede yaşayan değişimlere kendilerini uyduramamaları, protestoları tetikleyen unsurlardan birdir. Đnsanların yurtdışında tanık oldukları özgürlüğü ülkelerinde görememeleri onları değişim tarafında yer almaya itmiştir. Đsyanın yayılmasında en önemli unsur olan bilgi, medya ve iletişim düzeyinde devrim siyasi korkuyu kaldırmaya ve Arap kamuoyundaki sessizliğini kırmaya etki eden faktörler arasındadır. Dünya teknolojik olarak kendini yeniden yapılandırmaya çalışırken, Arap dünyasında halk ayaklanmaları patlak vermiştir. Herkes bu ayaklanmalara odaklanmışken ve bunu açıklamaya çalışırken kaçırılan bir nokta vardır: Geçmişte bir değişimle koltuk sahibi olanlar, yeni değişimi okuyamamalarından kaynaklanan bir çöküntüyü yaşamışlardır. 12 Kışlakçı, a.g.e.,s.107 369 Tunus’taki ayaklanmada Twitter daha çok kullanıldığı için devrime “Twitter Devrimi” denilmiştir. Mısır’da ise gençlerin Facebook’a olan ilgisi nedeniyle devrim Sevrebook/Devrim Kitabı olarak adlandırılmıştır. Suriye, Libya ve Yemen’de ise Youtube ön plandadır. Zira cep telefonları ile çekilen görüntüler uydu üzerinden anında Youtube’a yüklenip dünyaya aktarılmaktadır. Diğer yandan uydu televizyon kanalları da ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmiştir. Bugün Arap dünyasında yayın yapan onlarca uydu kanalı bulunmaktadır.13 Uluslar arası sivil toplum örgütlerinin rolü, faaliyetleri, eylemleri, yönetim karşıtı raporlar ve bültenlerle daha da belirginleşmiştir. Bunlar, halk ve kınama yürüyüşlerine destek veren ve hayal kırıklığını halk gösterilerine dönüştüren en önemli parçalardan birini teşkil etmektedir. Dış nedenler olarak adlandırdığımız nedenlerin son belirgin yan maddesi ise Irak ve Filistin’deki işgalin sertleşmesidir. Arap ülkelerinin Irak ve Filistin’de yaşanan işgallere sessiz kalması halkların öfkesini arttırmıştır. 3-Ürdün ve Arap Baharı: Ürdün, resmi adıyla Ürdün Haşimi Krallığı, çoğunluğu Arap olan altı buçuk milyona yakın nüfusu, alt ve orta gelir seviyesine sahip orta ölçekli ekonomisi, atanmışlardan oluşan senatosu ve seçilmişlerden oluşan parlamentosundan müteşekkil iki meclisli siyasal yapısıyla, gelişmekte olan bir ülke ve anayasal bir monarşidir. Ortadoğu siyasetine yön veren bir ülke olmamakla birlikte, bölgede büyüklüğüyle doğru orantılı olmayan bir rol oynamaktadır. Pek çok kolonyal dönem sonrası ülke gibi yapay sınırlar içerisinde bir ulus-devlet yaratma sorunuyla mücadele etmiş olan Ürdün, kıt doğal kaynaklarına ve dış yardıma olan bağımlılığına rağmen jeopolitik önemi çerçevesinde varlığını sürdürmeyi başarmıştır. Özellikle 1991 Madrid Konferansıyla başlayan Ortadoğu Barış Süreci’nde kilit rol oynamıştır. 1994 yılında Đsrail’le imzaladığı barış anlaşmasından sonra Ortadoğu’da Mısır’dan sonra Đsrail’i tanıyan ve barış imzalayan ikinci Arap ülkesi olmuştur. Bugün ülke nüfusunun yarısının Filistinli olduğu düşünüldüğünde Ortadoğu barış sürecinin kalbinde yer alan Filistin-Đsrail sorununda sadece bir aktör değil, sorunun adeta parçası konumundadır. Tüm bunların yanı sıra, Ürdün’ü ve Ürdün’deki dönüşüm sürecini anlamak, 1990’lı yıllarla birlikte Ortadoğu’da başlayan 13 Kışlakçı, a.g.e., s.79 370 liberalleşme süreçlerini değerlendirmek açısından da son derece önemlidir. Ortadoğu coğrafyasında yer alan ülkeler her ne kadar genellemelere direnen, kendine has özellikler sergileseler de devlet yapısı, rejim, ülke-bölge-dünya siyaseti etkileşiminde benzer özellikler gösterebilmektedir. Tunus’ta devlet başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin toplumsal hareketlerin artmasıyla iktidarı bırakması sonrası diğer Ortadoğu ülkelerinde de bu yönde muhalefet hareketleri yeniden canlanmaya başlamıştır. Bu anlamda son dönemde sık sık gündeme gelen ülkelerden biri de Ürdün’dür. 1946 yılında Đngiliz mandasının sona ermesiyle Kral Abdullah’ın başına geçtiği Ürdün kısıtlı doğal kaynakları ve insan gücüne karşılık bulunduğu konum itibariyle Ortadoğu’da bölgesel gelişmeler bakımından öne çıkan bir ülkedir. Diğer yandan ekonomik gelişimi ve siyasi istikrarı açısından dış güçlere önemli ölçüde bağımlıdır. 1970’lerden sonra Đngiliz etkisinden giderek ABD’nin yörüngesine doğru kayan Ürdün yarı-monarşi politik yapısını büyük ölçüde ABD’nin desteğine bağlı olarak sürdürmüştür. Çeşitli dönemlerde kabil çatışmalarından Arap milliyetçisi ayaklanmalara ve ArapĐsrail çatışması dolayısıyla Filistinli mülteciler sorunu da dahil olmak üzere çeşitli toplumsal krizlere karşın Ürdün yönetimi bir ölçüde tavizler vererek iktidarını sürdürmeyi başarmıştır. Ürdün’de toplumsal muhalefetin ana aktörü Ürdün Müslüman Kardeşler örgütüdür. 1945 yılında kurulmasına karşın 1980’lere kadar ciddi bir güç olarak ortaya çıkamamış fakat 1992 yılında Đslami Hareket Cephesi’ni kurmuş ve 1993 yılında yapılan ilk seçimlerde 16 milletvekili çıkararak dikkate değer bir çıkış yapmıştır. Öte yandan Đslami Hareket Cephesi 1997’de ve nihayet 2010 yılında yapılan seçimlerde seçimi boykot etmiştir. Müslüman Kardeşler Ürdün rejimine Đslami değerler yönünde muhalefet etmekle beraber, hükümete yönelik en önemli argümanı ekonomik darboğaz ve kötü yönetimdir. Đslami Hareket Cephesi’nin lideri Hamam Saeed’in Tunus olaylarından hemen önce yaptığı açıklamalarda, özellikle temel tüketim maddelerindeki fiyat artışlarına dikkat çekerek, bu durumun toplumsal güvenliği tehdit ettiğini belirtmesi bu anlamda önemlidir. Saeed ayrıca ifade özgürlüğünün önündeki engeller, muhalefetin taleplerine ilgisizlik ve halkın temel isteklerini karşılamama hali sürdükçe toplumsal kızgınlığın daha da artacağını eklemiştir. Bu açıklamalardan sonra parlamento binasının hemen önünde üç bini aşkın Ürdünlü oturma eylemi yapmıştır. Đslamcılardan sendikacılara ve sol hareketlere kadar çeşitli politik örgütlenmeler bu eyleme katılmışlar ve Ürdün halkının da tıpkı Tunus halkının yaşadığı ekonomik sıkıntıları yaşadığını savunmuşlardır. Eylemciler Başbakan Samir Rifai’den halkın sesine kulak vermesini ve yolsuzlukları engelleyecek politikaları uygulamasını istemişlerdir. 18 Ocak 2011 tarihinde Đslami Hareket Cephesi yaptığı açıklama ile mevcut hükümetin istifasını ve Avam Kamarası’nın (the Lower House) 371 dağıtılmasını talep etmiştir. Cephe buna karşılık bir milli mutabakat hükümetinin kurulmasının toplumsal barışı yeniden sağlamanın tek yolu olduğunu savunmuştur. Đslami Hareket Cephesi başta olmak üzere Arap Dünyasındaki Đslami muhalefet odakları Tunus olaylarının etkisiyle giderek daha fazla ekonomik sıkıntılara ve rejimlerin halkın temel ihtiyaçlarını karşılamadaki yetersizliklerine vurgu yapmaktadırlar. Halkın yeniden alevlenen tepkisini daha geniş bir politik gündemle birleştirmeye ve mevcut iktidarların meşruiyetini sorgulatmaya çalışmaktadırlar. Ürdün örneğinde görüldüğü gibi bu şekilde sendikaları ve sol hareketleri mevcut rejime karşı mücadelede yanlarına çekebilmekte halkın geniş kesimlerine ulaşma fırsatı yakalamaktadırlar. Demokratik seçim süreçleri ve ifade özgürlüğü gibi siyasi sürecin işleyişine dönük talepler çeşitlenmekte ve ekonomik istekler ön plana çıkmaktadır. Toplumsal muhalefetin ana kaynağı temel tüketim maddelerinin fiyatlarındaki artış ve sosyal desteklerin azalmasıyla birlikte ilk elde örgütlü olmayan geniş halk kitlelerine yayılmıştır. Tunus olaylarında Đslami muhalefetin doğrudan protesto hareketlerinin başına geçemeyişi bu açıdan önemli bir göstergedir. Ürdün’de ise Müslüman Kardeşler iktidarın halkın ekonomik taleplerini karşılamadaki yetersizliklerini toplumsal muhalefeti mobilize etmek için dikkate değer bir araç olarak görmektedir. Tunus olayları Ürdün’de hem muhalefet ve hem de iktidar odakları bağlamında ekonomik sıkıntıları öne çıkaracak biçimde etki yapmıştır. Kitlelerin artan hareketliliği ve verili politik organizasyonları aşabilecek şekilde eyleme geçme potansiyelleri toplumsal muhalefet odaklarını geleneksel retoriklerini geliştirmeye ve geniş halk kitlelerinin geçim sıkıntılarını ön plana almaya zorlamaktadır. Bu türde bir muhalefet geleneksel politik katılım mekanizmalarının iyileştirilmesi taleplerine nazaran mevcut rejimler açısından çok daha büyük bir tehlike arz etmektedir. Daha da ötesi ekonomik memnuniyetsizlik politik katılım sıkıntılarıyla birleşmekte mevcut rejimleri daha radikal tavırlar almaya itmektedir. 372 FRANCE’s IMPERIAL OBJECTIVES AND THE FRAGMENTATION OF SYRIA IN THE 1920’s A. Fildis∗ Abstract: When the Allied powers advanced into Syria, the political divisions of the country followed the lines of the provincial administrative divisions of the Ottoman Empire, and in the late Ottoman period territorial borders of Syria were virtually nonexistent. Soon after the Allied Power’s occupation the southern part, Palestine, was assigned to Great Britain, and the other, Syria and the Lebanon, was assigned to France. The process of political radicalization was initiated during the era of the French Mandate; the French legacy to Syria was almost a guarantee of political instability. The creation of Greater Lebanon destined the Lebanese to an unstable political system which is based on sectarian rivalries. The purpose of this study is to examine France’s imperial objectives and the fragmentation of Greater Syria; at the same time examining France’s implementation of colonial tradition of ruling by division policy in 1920s which has planted the seeds of today’s problems in Syria. Keywords: French Imperialism, Colonial Tradition, Divide and Rule, World War I, Syria ∗ Dr.,ACRES, Beacon Collage of East Sussex, United Kingdom 373 THE POSSIBLE CONSEQUENCES FOR AFGHANISTAN LIKE A TRANSITING COUNTRY IN REGARD TO THE TAPI PIPELINE CONSTRUCTION: THE ESCALATION OF THE CONFLICT OR THE RECONSTRUCTION EFFORT? Ekaterina Batueva∗ Conflicts in regards to the natural resources have been known for ages: people have been fighting for land, water, forests, oil, gas, etc. to develop their states, wealth and life being. The 21st century is not an exception, where armed conflicts and even wars for resources become our new reality in the world, which has a tendency for the resources’ scarcity. Oil and natural gas are concerned to be one of the most valuable traded resources and fairly one of the most conflict-prone. “Great games” among the world’s biggest companies, governments, elites and military in searching new resources’ reserves and afterwards in controlling profitable fields lead to the escalation of conflicts and wars. On December 11th 2010 the four countries (Turkmenistan, Afghanistan, India, and Pakistan) signed a protocol, which approves the TAPI pipeline construction, which would run through some of the most dangerous parts of Afghanistan. The pipeline construction can lead to a wide variety of consequences. On one hand, it has a possibility to revive cross-border trade, create positive political environment and lead to a great regional collaboration. On the other hands there is the security issue due to Afghanistan like a transiting country, and moreover, increasing tensions with Iran, which can lead to the escalation of conflicts inside the whole region (the TAPI pipeline in fact has blocked the construction of the IPI(Iran, Pakistan, India) or “peace pipeline”). The research is based on the political reviews, NGO’s reports, interviews with journalists and experts. Gained information will be filtered through the prism of historical and geopolitical agenda, and lead afterwards to formulated author’s opinion about the stated question. The research examines the natural resources’ state in the region, particularly the situation with natural gas and pipelines; main importers and exporters are highlighted. As a part of the research there is an overview of the two pipeline projects – IPI and TAPI – in terms of original inceptions, routes, costs, main actors and future perspectives of use. More precisely is reviewed the TAPI pipeline in connection with current geopolitical situation, trade relations, existing and possible conflicts. On the basis of the research made, the author will answer the stated question what this project can more possible bring – either the prosperity of the whole region or the revival and further hardening of conflicts. The author is interested to find out the possible results of the project for Afghanistan like a main transiting country, which is in a war-torn condition nowadays, to answer the main statement – ∗ Junior Analyst, University of Economics, Prag 374 can this project help in the reconstruction process or it is more probable to harden today’s state of the country. 375 THE ARAB MIDDLE EAST AFTER POPULAR UPRISINGS; CHALLENGES AHEAD (THE CASE OF EGYPT) Hassan Ahmadian∗ Abstract After several months of popular uprisings, the Arab Middle East is finding its way out of chaos towards stable democratic governance. But still, there remain challenges facing the process of democratic transition, encountering the Arab nations’ aspirations. The purpose of this article is to evaluate the challenges that are facing democratizing Arab countries and their consequences on the transitional period in the Arab World, taking Egypt as a case study. The main question of this article is what are the main challenges facing democratizing Arab countries? The answer (or hypothesis) is that the triangle of the losers in the democratization process, cultural and economic obstacles and the meddling of foreign states and actors, is the crux of the most dangerous and challenging problems facing democratic transition in the Arab World. The author will try to identify the problems that each of these elements would pose to democratization in the Arab world. Keywords Middle East, Arab Uprisings, Egypt, Democratization, Transitional Period. ∗ PhD student of Regional Studies, University of Tehran 376 Introduction Such terms as values and practices, and any other concept that refers to the inability or reluctance of Arabs in the Middle East to attain democratic rule and to accept and practice the rule of law and democratic values and governance, have undoubtedly and convincingly been exposed to many practical and analytical criticisms since the beginning of the ‘Arab Spring’ and especially after the fall of the Tunisian President Ben-Ali followed by his Egyptian counterpart Mubarak. The political literature on the Middle East has developed such terms particularly after the third wave of democratization, in which democratic transitions proceeded in many regions all around the globe, including Africa, Eastern Asia, East Europe and Latin America, but barely affected the Arab Middle East. It seems now, after the sweeping Arab Springs’ winds, that Arab exceptionalism is over. Popular uprisings in the Arab Middle East, beginning from Tunisia in December 2010, have affected almost all Arab countries, albeit with different range of intensity and popularity. The ouster of some Arab rulers and the wide-spread slogan of “the nation wants to ouster the regime” (Asha’b yorid esqat annedham) have made it clear that Arab peoples are determined to attain their objectives and to take their first steps toward democratic governance, in which the ouster of the dictator comes first. In democratization literature, the first move towards the process is believed to be the end of the non-democratic rule. But what comes next is much more important. The second step on the path to democratization is the establishment of new democratic institutions developing democracy both in terms of spreading values and enhancing practices. This transitional period is the most important and most challenging one in the democratization process. For, the main outcomes of the dictatorships' collapse starts appearing, causing tremendous and sometimes unbearable challenges to the newly established regime. What are these challenges and how can they affect the nations’ movement toward democratic rule? This is the main question for which the author has proposed the answer (hypothesis): the triangle of the losers in the democratization process, cultural and economic obstacles and the meddling of foreign states and actors, is the crux of the most dangerous and challenging problems facing democratic transition in the Arab World. In other word, there are both internal and external sources of challenges facing the democratizing Arab countries: The role of the losers in transition and other challenges in the dynamics leading to democracy internally, and the pressures and constraints posed externally. After a new regime passes these challenges, it can experience the last stage which is consolidation. As Linz and Stepan (1996: 3) put it: a democratic transition is complete when sufficient agreement has been reached about political procedures to produce an elected government, when a government comes to power that is the direct result of a free and popular vote, when this government de facto has the authority to generate new policies, and when the executive, legislative and judicial power generated by the new democracy does not have to share power with other bodies de jure. On this basis, the article contains three sections, each focusing on one of the aforementioned challenges and their 377 dimensions in the Arab countries that experience democratization after popular uprisings, taking Egypt as an example. Losers (and Winners) Undermining the old order and replacing it with a new one that differs in many aspects, any comprehensive and wide change creates a challenging and totally new situation in which some newcomers may gain privileges in the political and economic terms, making it hard for them to leave their privileges for the sake of democracy in the new regime. In other words, even pro-democracy figures and activists who seem to be benefiting from leading the transitional period, may turn the new regime into another authoritarian one when in power. Winners may pose some kinds of challenges to democratization process, but these are pretty insignificant in comparison to those posed by the losers, because the winners’ capture on power could come under control by the supervision and pressure of the civil society institutions and the popular moves in public space. As such, the main threat to new democracies remains within the losers’ hands. Losers are those who are in an inferior social, political or economic position under the new democratic or democratizing regime compared to their previous privileges under the past authoritarian rule. These may include political figures and activists, business elites, the military and all other groups and parties that have lost some or all of their privileges by the fall of the authoritarian regime. They have the potential to not only boycott the new regime and cause serious damages to its function, but to work with other malcontents to overthrow the establishing democracy. While these elites may not possess the resources to directly overthrow the regime, they can sow the seeds of discord, undermining the regime or allying with a group that does possess the power to depose the government, such as the military. (Pevehouse, 2005: 31) This potential makes it possible for the losers to launch a counterrevolution. Furthermore, even peoples who contributed to overthrow the old regime, may, after a while, turn their back to the new regime as a result of its weakness and the instability such weakness may cause internally and externally. Whether or not it achieves its immediate aim of pushing out the authoritarian regime, the popular upsurge eventually leaves in its wake “many dashed hopes and frustrated actors.” (Diamond, 1992: 16) This may result in gaps among democratic elites who are managing the transitional period, making them even weaker in the face of the losers of democratization and their possible allies. From this point, Samuel Huntington argues that to form a government is not the only important thing about a country, nor even probably the most important thing. The distinction between order and anarchy is more fundamental than the distinction between democracy and dictatorship. (Huntington, 1991: 28) And this is exactly the point that may turn the contributors to the democratic regime’s establishment into its enemies. In Egyptian case, the overthrow of Mubarak and subsequent dramatic changes have had their winners and losers as Stephen Walt lists them (Walt, 2011). Obviously, the new regime will differ in many aspects from the old one, but what direction may it take? In this regard, Nathan J. Brown, an 378 expert on Egyptian affairs, points out that it is clear that real change of some kind will take place. But the shape of the transition has not yet been defined. A more democratic, pluralistic, participatory, public-spirited, and responsive political system is a real possibility. But so is a kinder, gentler, presidentially-dominated, liberalized authoritarianism. (Brown, 2011) Shaping the new regime, the transitional period may witness confrontations among winners and losers as well as possible changes in their attitudes toward the new order. Winners and losers of Egyptian developments exist both at home and abroad. I will address the internal ones in this section. Considering the fact that many Egyptian democratic and liberal figures who are appearing as possible leaders in the new era have nationalist or communist roots in its recent history, their commitment to democracy and its protection in the face of challenges threatening its maintenance, may not endure very much. An observer analyses the post-Mubarak era by pointing to 10 things that may happen in it, amongst which are ‘real nationalism’ and ‘real Arabism’ (Khouri, 2011) It is obvious that with the facts mentioned above, such tendencies in the new Egypt have the potential to ruin the new democratic regime exactly as they did in the wake of 1952 coup d'etat. Muslim Brotherhood (Ikhwan El-Muslimin) and other ideologically-motivated groups pose similar threats as well. As in the early days after the ouster of Mubarak, many internal and external experts have been discussing the possibility of the ‘revolution’ being ‘hijacked’ by the Muslim Brothers. The main losers are those politicians who lost their hold on power, particularly the National Democratic Party (NDP) and all its members, at least for the short term. They lost their power de jure, but still possess powerful influence affecting political and economic elites de facto. Therefore, even if they cannot pose any direct threat to the new regime, they can take actions against it through their allies and other losers. That includes business elites and the military. Taking into account the fact that since 1952 almost all Egyptian politicians were ex-military commanders and generals, they still possess influence over the military elites, and as losers, they have the potential to try to form an alliance against the new regime. But they have two problems in this regard: first the protesters’ awareness and their readiness to encounter any attempt against their achievements, as vividly shown in every Friday since February 2011. Second problem is Egyptian military’s close ties to the United States both professionally and financially. Therefore, political losers may have only one chance to attract the military’s cooperation: they may try to worsen and deepen confrontations emerging within the youth protest movement on the one hand and the military represented by the Supreme Council of the Armed Forces (SCAF) known as the Military Council on the other. Only in such conditions the Military Council may crack down protests and stand up to external criticisms and pressures on the grounds of maintaining stability and saving public properties as it did against the Coptic protesters in October 2011. Although this scenario remains far-fetched, political losers did, and it seems that will do, their best to intensify protestersMilitary tensions and confrontations, making it come true. The focus up to now has been, and correctly so, on the remarkable bravery and steadfastness of the hundreds of thousands (or more likely millions) of people who have faced physical injury and 379 death by demonstrating in Cairo, Alexandria and elsewhere. They are the ones who have changed Egypt, but in so doing they have also allowed others who will also have a role to play, to come out into the open and demand structural changes. These major businessmen will be key to what kind of new Egypt emerges. (Goldberg, 2011) In fact, these are the other dangerous losers of democratization process; business elites who have lost lots of their previous privileges under the past regime and are seeking to protect their remained interests. Many of them are well-known politicians such as Ahmad Ezz who were close to Mubarak. The people Mubarak listened to in his later years were mostly men in their seventies, with similar small-town roots and careers in military and security service. Many had made fortunes for themselves, their families, and friends by cornering markets, monopolizing licenses, and buying vast tracts of state land for resale in lucrative parcels, often using sweetheart loans from state banks demanding no collateral. (Rodenbeck, 2011) Many of these ex-military business elites have fled the country, others are in jail for their close ties with the former regime and their indirect contribution to the crackdown of the protesters, but some are still holding their grounds. The main challenges posed by business elites are those committed by the under-attack businessmen who lost many of their privileges. They may resort to two different ways in order to encounter the new-comers to power and the new democratic regime. First they may seek to form an alliance with other losers (politicians, some of the military elites and security forces) in order to launch a counter-revolution. Second they may try to financially influence some of the winners, causing divisions among them, and enhancing their own maneuvering and bargaining powers as well as using their financial and economic powers to shape or at least contribute to the shaping of the new politics and economics of Egypt. Both political and business elites considered as ‘losers’ may use the public frustration with the economic and social challenges facing the new regime in order to advance their agenda. These problems can also change the neutral business elites’ attitude towards the new regime. Lack of protection for property rights, poor economic policy and performance, or excessive regulation can spur economic elites to not only withhold support from a regime, but actively work against it. In addition, business elites may decide that they do not want to “share the stage with a wide range of other political interests” and may desire to return to the “comfort and shelter” of authoritarian rule. (Whitehead 1989: 85 quoted from Pevehouse, 2005: 31) This is when they may double other threats by forging an alliance with other losers against the new regime. Cultural and Economical Obstacles Political culture has long been considered as an indicator to study political phenomena such as political systems, parties, uprisings, participation and so on. Political culture is the environmental factor around which political and societal changes take place, and which shapes or contribute to the shaping of the change. Considering the twentieth century, although one cannot point to any political culture as a prerequisite to democracy or any other kind of political systems, it gives a helpful indicator to foresee the direction a changing society may move toward. As Almond and Verba in their 380 leading work The Civic Culture suggest, political culture is those values that strengthen or weaken a particular system of political institutions, or a particular distribution of political orientations’ patterns toward the political system. (See Almond and Verba, 1989: 12-13) Therefore, political culture is a worthy source to predict the possible future of changes taking place in any society. It is political culture that tells us how democratic values and culturally accepted rule of law leaves no space for a dictator to emerge or a coup to take place in a society like the Great Britain or the United States, and how the tribal deanship-based culture in Saudi Arabia is reflected at the political level inside the kingdom and in its relations with Arab countries, and how the accountability Japanese culture characterized with, results in resignation or even committing suicide by the highest ranks of political and business elites for only a mistake forgivable in many other countries. That’s the effect and influence of culture over politics and that is why political culture is one reliable although changing source to predict the future of democratizing countries. Notwithstanding using this source as a tool of explanation, one should avoid the trap of dogmatic theories such as the ‘Arab exceptionalism’ or the ‘incompatibility’ of Islam with democratic form of government. In the twentieth century, Egypt experienced numerous changes. It has witnessed the overthrow of the monarchy, the rise of nationalist semi-leftist ‘free officers,’ the six-day war and its catastrophic results, Camp David accords with Israel, assassination of Anwar Al-Sadat and the rise of Mubarak who governed for almost three decades before being overthrown by a popular uprising forcing him to step aside on February 11th 2011. Neither of these changes was a bottom-up process in which people institutionally played the central role. All of them – except the ouster of Mubarak - were the rulers’ decisions for which he was not responsible and accountable. All the aforementioned developments in addition to the economic hardship getting worse in the recent decades after Sadat’s ‘open doors’ economic policy, left the Egyptians politically passive citizens, preoccupied with their daily life and the bread for which they used to rise up. The frustration of Egyptians after the Camp David accords, gave birth to several radical Islamist and nationalist groupings whose main objective was to fight the ’infidel’ or ‘traitor to the Arab cause.’ Despite the brutal force used to silence them, they continued their struggle. In the 1990s the last organized fighters gave up their arms joining the rest of Egyptians, completing their passivity. However, in the last decade many former nationalist, leftist and Islamist figures and parties publicly committed themselves to democracy. But to what extent their commitment may endure and what are the guaranties that they will not turn their back to democracy once in power? If recent decades and years are of any guidance, Egyptians get frustrated quickly and easily but they move slowly and hard. These facts may give rise to chances for opportunists to take advantage of the transitional period. Another challenge is the weak party system in Egypt. A consensus exists among political scientists that parties and competitive party systems are central to democracy and essential agents of democratization. (Burnell, 2001: 188) Egyptians are very suspicious about their parties and politicians who use these parties as means of their power seeking efforts. That is a huge obstacle facing 381 democratization in Egypt and other Arab countries rooted in their recent history that shapes their today’s common conscience and political culture. Economy has its own effect on the political life, both separately and in accordance with other factors. The main economic challenge to Egypt as a democratizing state is its rentier or semi-rentier economic structure. The rent enables the state to embark on large public expenditures without resorting to taxation. (Beblawi and Luciani, 1987: 432) Although Egypt is not an oil-rich country and its rentier character derives from the fact that the Suez Canal revenues in addition to deliveries by its workers from outside the country especially from the Persian Gulf Arab states, addicted its economy to these rents ruining the representation-taxation ties among ruling elites on the one hand and the ruled on the other. The government in such a state would seek to buy loyalty by redistributing the rent and ‘direct redistribution of rents will not contribute to greater democracy in the rentier state, but, in fact, will stultify it.” (see Yates, 1996 :36) No matter which figure or party will take power from the Military Council after upcoming elections, they will face tremendous challenges in the economic scene. Skyrocketing unemployment rates especially among the youth, unbearable inflation rates, poverty, corruption and all other huge problems Egyptian economy faces, make it impossible for a government to overcome this problem in the short term. Additionally, such a government will lead a transitional country in which, unlike the old regime, it does not have total authority to force its policies into action. That is exactly the greatest economic challenge facing a democratic Egypt in the short run. For, if the new regime fails to meet its economic challenges, social frustration and uneasiness would give a windfall opportunity to waverider populists to take over and to divert the transitional period into another sort of authoritarian rule as they did in Eastern Europe. Egypt has all manner of resources for development. The problems of corruption and mismanagement have nonetheless led to poor performance under successive administrations and to severe deterioration of the country’s international status. (El-Naggar, 2009 :49) As I have written before the overthrow of Mubarak, the economic plight of huge majority of Egyptian youth and the spread of social crimes and gaps, have stimulated widespread discontent, placing Egypt on a volcano any time to explode. (Ahmadian, 2010: 13) Despite the potential Egypt has for development, these problems have not been solved and are unsolvable at least in the short term. These problems need patience to be addressed; a commodity missing in today’s Egypt. That is a huge challenge facing Egyptian democracy. Foreign Meddling Foreign meddling and intervention has long been a devastating factor in emerging and new democracies. In the past, whenever the United States or other powerful actors disliked the popular mandate of a democratically-elected government, they would simply prod an amicably-minded military leader to take action. That usually meant removing the government from office, by force if needed. The spread of democratic norms and practices around the world since 1990 has made blatant 382 interventions in the affairs of democratically-elected government much less appealing. There is a normative constraint on undermining democratic institutions. (Marinov, 2011: 4) Democracy by force has been the title best describing U.S. democracy promotion agenda since the end of the Cold War (See Hippel, 2004), but fortunately it has faded away as a result of its catastrophic outcomes in Iraq and Afghanistan on the one hand and criticisms faced U.S. policies in this regard at home and abroad on the other. But does that mean that foreign meddling in such cases is something from the past and that it does not happen these days? Unfortunately the answer is no. Recent history of democratization tells us that as long as there is a space to intervene in a weak democracy or democratizing country, foreigners may do so by taking sides in domestic confrontations and rivalries and by assisting favored persons or groups financially and via media means. Meddling to this extent is not something destructing for democratic transition and consolidation, but it would do so if the emerging democracy is dependent on foreign assistance. In such a case, foreign meddlers may condition the achievement of such assistance on certain requirements the emerging democracy should live up to. Such interventions may backfire in a consolidated democracy but in new democracies such issues may undermine democratic institutions by reducing their effect and therefore standing at odds with the consolidation of an institution-based democracy. This is exactly when foreign meddling may destroy any hope of the democratizing country to become a consolidated democracy. Egypt has been a subject of foreign meddling and even direct intervention in its recent history. The Great Britain turned Egypt into a protectorate in the dawn of the First World War. Egyptian struggle for independence continued until 1956 war of Suez in which Egypt faced an alliance including France and Israel in addition to the Great Britain. Egyptian resistance in the battle and its political triumph afterward ended the last British existence on its soil. (For more information see Pearson, 2003; Varble, 2003) But foreign meddling in Egyptian affairs continued to this day. In recent decades especially since the signing of the Camp David accords, Egypt became a donation-receiving country, and the U.S. has been the biggest provider of foreign aid to Cairo. The basis of U.S. assistance to the country is the Egyptian-Israeli peace treaty of 1979, which promised aid to Egypt in return for maintaining the agreement. The U.S. largely views Egypt as a moderating force in the Arab world and a key mediator in the Israeli-Palestinian conflict. (Al-Arian, 2011) Since 1979, Egypt has been the second largest recipient of U.S. foreign assistance, receiving an annual average of close to $2 billion in economic and military aid. In the past, Congress has earmarked aid to Egypt in annual foreign operations legislation with an accompanying statement calling on Egypt to undertake further economic reforms in addition to reforms taken in previous years. (Sharp, 2009) It is obvious that foreign aid is of instrumental value for the donor and therefore a soft way to carry out political, economic and military pressures. That gives the U.S. a prerogative to meddle in Egyptian affairs even after Mubarak’s overthrow. For the most part, this task of reform in the Middle East must fall to the peoples of the region. No one can make democracy, liberalism or secularism take root in these societies without their 383 own search, efforts, and achievements. (Zakaria, 2004: 150-1) That is why foreigners who are talking about the necessity of democracy and liberalism in Egypt should not take sides in its internal affairs for the sake of democracy. Looking back, people did not like their repressive regimes and hated the U.S. as the supporter of those brutal regimes. So, taking sides and supporting whoever as democrat or liberal would result in nothing but discrediting them in Egyptian eyes and enhancing Egyptian hatred against the meddlers, and for that reason such a policy would be counterproductive. Conclusion There are three sets of challenges facing democratizing Arab countries. The first is that of losers and, to a lesser extent, the winners of the democratization process. The winners’ threat comes from the fact that they may turn blind eyes to democracy once in power, while losers threat derives from their attempts to undermine the emerging democracy and restoring the old regime under which they have enjoyed special privileges. The second are cultural and economic challenges. Despite the dogmatic nature of concepts such as Arab exceptionalism and Islam’s incompatibility with democracy, they shed some light on the cultural obstacles to democracy in the Arab Middle East. Passive Egyptians in the face of government’s brutality and their elites’ divergence from Nationalist and Leftist ideologies to democracy and liberalism as well as Egyptians’ weak faith in their parties and party system, rooted in their political culture outlook, are the most serious cultural challenges to democracy in Egypt and other Arab countries. Rentirism and other huge economic challenges such as poverty, unemployment, corruption and so on are the main economic challenges to democratic success in the democratizing Arab countries. The third main challenge to Arab democracy is foreign interference in the affairs of emerging democracies. Such meddling would harm democratic transition through taking sides and financing clients in internal struggles and competition, which would leave devastating effect on democratic processes to take roots in the Arab world. It also may harm democratic transition by discrediting democrats in voters’ eyes by supporting them. These are the main external challenges that Arab countries should overcome in order to become consolidated democracies. 384 Notes - Ahmadian, Hassan (2010), “Succession Crisis in Egypt: Dimensions and Probable Consequences,” Center for Strategic Research, Strategic paper, No. 306, April. [Persian] - Al-Arian, Leila (2011), “US to reconsider aid to Egypt,” Aljazeera, January 30. (http://english.aljazeera.net/news/middleeast/2011/01/20111291519413 0323.html) - Almond, Gabriel A. and Verba, Sidney (1989), The Civic Culture: Political Attitudes and Democracy in Five Nations, CA: Sage Publications. - Beblawi, Hazem and Luciani, Giacomo (eds) (1987), The Rentier State, Nation, State and Integration in the Arab World; v. 2, London and NY: Croom Helm. - Brown, Nathan J. (2011), “The struggle to define the Egyptian revolution,” Foreign Policy, February 17. (http://mideast.foreignpolicy.com/posts/2011/02/17/the_struggle_to_define_the_egyptian_re volution) - Burnell, Peter (2001), “Promoting Parties and Party Systems in New Democracies: Is There Anything the ‘International Community’ Can Do?” in Challenges to Democracy: Ideas, Involvement and Institutions, Keith Dowding, James Hughes and Helen Margetts (eds), NY: Palgrave McMillan, pp. 188-204. - Diamond, Larry (1992), “Civil Society and the Struggle for Democracy,” in The Democratic Revolution: Struggles for Freedom and Popularism in the Developing World, Edited by Larry Diamond, NY: Freedom House, pp. 1-27. - El-Naggar, Ahmad E. (2009), “Economic policy: from state control to decay and corruption,” in Egypt: The Moment of Change, Rabab El-Mahdi and Philip Marfleet (eds), London: Zed Books Ltd. - Goldberg, Ellis (2011), “Egyptian businessmen eye the future,” Foreign Policy, February. (http://mideast.foreignpolicy.com/posts/2011/02/10/egyptian_businessmen_eye_the_future) - Hippel, Karin von (2004), Democracy by Force: US Military Intervention in the Post-Cold War World, NY: Cambridge University Press, Second Edition. - Huntington, Samuel (1991), The Third Wave: Democratization in the Twentieth Century, Norman and London: University of Oklahoma Press. - Khouri, Rami G. (2011), “The Arab world gets real on democracy,” The Daily Star, February 14. (http://www.dailystar.com.lb/Opinion/Columnist/Feb/14/The-Arab-world-gets-real-on- democracy.ashx#axzz1akX15mlW) - Linz, Juan Joze and Stepan, Alfred C. (996), Problems of Democratic Transition and consolidation: southern Europe, South America, and Post-communist Europe, Baltimore: John Hopkins University Press. - Marinov, Nikolay (2011), “Foreign Meddlers and Local Democrats: Voter Attitudes in the Shadow of Intervention,” Nikolay Marinov Research, Department of Political Science, Yale University, June 17. (http://www.nikolaymarinov.com/wp-content/files/whoislebanonv2.pdf) 385 - Pearson, Jonathan (2003), Sir Anthony Eden and the Suez Crisis: Reluctant Gamble, London: Palgrave McMilan. - Pevehouse, Jon C. (2005), Democracy from Above: Regional Organizations and Democratization, NY: Cambridge University Press. - Rodenbeck, Max (2011), “Volcano of Rage,” The New York Review of Books, February 14. (http://www.nybooks.com/articles/archives/2011/mar/24/volcano-rage/) - Zakaria, Fareed (2004), The Future of Freedom: Illiberal Democracy at Home and Abroad, NY: W. W. Norton & Company. - Sharp, Jeremy M. (2009), “U.S. Foreign Assistance to the Middle East: Historical Background, Recent Trends, and the FY2010 Request,” Congressional Research Service, July 17. (http://pdf.usaid.gov/pdf_docs/PCAAB954.pdf) - Varble, Derek (2003), The Suez Crisis 1956, Oxford: Osprey Publishing. - Walt, Stephen M. (2011), “Winners and Losers in the Egyptian Uprising,” Foreign Policy, February 14. (http://walt.foreignpolicy.com/posts/2011/02/10/winners_and_losers_in_the_egyptian_uprisi ng) - Whitehead, Laurence (1989), “The Consolidation of Fragile Democracies: A Discussion with Illustrations.” In Democracy in the Americas, ed. R. Pastor, 79–95, New York: Holmes and Meier. - Yates, Douglas A. (1996), The Rentier State in Africa: Oil Rent, Dependency and Neocolonialism in the Republic of Gabon, Terntion, NJ: Africa World Press. - 386 FREEDOM AND/OR ISLAM? THE ROLE OF ISLAMIST MOVEMENTS IN THE ARAB SPRING. A CASE STUDY ON THE EGYPTIAN MUSLIM BROTHERHOOD László Csicsmann∗ Abstract In Western academic and non-academic circles it was widely believed that moderate Islamist movements have played a significant role in the popular uprising, which started in Tunisia last year. Other experts have pointed out that on the streets of Cairo or Tunis not the slogan „Al-Islam huwa alhall” (Islam is the solution) was present, but freedom, democracy and justice borrowed from the Western political dictionary. Asef Bayat labelled the uprisings as „post-Islamist revolutions” proving that every segment of the society was represented in the events, which led to the ousting of former Middle Eastern dictators. Islamist movements are the most popular political and social organization in the Arab world. However they have undergone serious transformation in the 21st century as they face with new challenges such as incorporating values, which were previously foreign to them (role of religious minority or the women participation in politics). Generation difference is a major factor in the ideological debates within these organizations. Young members are part of the blogsphere where they discuss the future of their countries and they share information about the mistreatment by the government authorities. The aim of this paper is to show the dilemma of political participation of Islamist movements during the Arab Spring with a special focus on Egypt. The Egyptian Muslim Brotherhood has issued a political platform in 2007 in which the organization has laid down their desired political principles. After the fall of Hosni Mubarak, the spiritual guide of the Ikhwan announced the establishment of a political party called as Freedom and Justice Party. The new party will participate in the parliamentary elections, however won’t nominate a candidate for the presidency, showing the self-restraint of Islamists. The paper analyses the complexity of internal politics in Egypt showing how the Muslim Brotherhood responds to the dynamic changes of the Egyptian political system. The article wants to draw conclusion on a more general level about the political integration of Islamist movements arguing that freedom and Islam are not incompatible terms. ∗ Assistant professor, PhD, Institute for International Studies, Vice-dean for International affairs of the Faculty of Social Sciences, Corvinus University of Budapest 387 ORTA DOĞU’DAKĐ DOMĐNO ETKĐSĐ: SURĐYE ÖRNEĞĐ Ekrem Yaşar Akçay* Ömer Engin Çelenay** Özet Gerek kavram olarak gerekse coğrafi anlamda tam anlamıyla bir tanımı yapılamayan Orta Doğu, dünya tarihinde önemli bir konuma sahiptir. Dünya tarihindeki en eski medeniyetlerin kurulduğu Orta Doğu, aynı zamanda üç büyük dine (Đslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilik) de ev sahipliği yapmaktadır. Jeostratejik, jeopolitik, jeoekonomik, sosyal ve kültürel vb. pek çok nedenden dolayı, tarih boyunca pek çok devletin hegemonya için kontrol etmek istediği Orta Doğu; pek çok çatışmanın ve savaşın da merkez noktası olmuştur. Son zamanlarda küreselleşmenin etkisiyle Orta Doğu bir değişim ve dönüşüm tecrübesi yaşamaktadır. Bölge halklarının diktatör liderlerine karşı ayaklanmalarıyla başlayan bu değişim ve dönüşüm sürecinde Suriye de özel bir konumda bulunmaktadır. Çünkü Suriye bölgedeki değişim ve dönüşümü başarabilecek kapasiteye sahiptir. Orta Doğu’daki bu değişimi ve dönüşümü anlamak için Orta Doğu’yu ve Suriye’yi tüm yönleriyle analiz etmemiz gerekmektedir. Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Dünya Tarihi, Değişim ve Dönüşüm, Küreselleşme, Suriye. THE DOMINO EFFECT IN THE MIDDLE EAST: SYRIA CASE ABSTRACT The Middle East which has not been defined completely both conceptional and geographical has an important situation in the world history. The oldest civilizations of the world history were founded in this region and at the same time the region is the house owner of three great religions (Islamism, Christianity and Judaism). Because of geostrategic, geopolitic, geoeconomic, social and cultural etc. reasons, lots of states wanted to control the Middle East for their hegemonic aims and * Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı ** Arş. Gör., Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı 388 also the region became the center point of plenty of conflicts and wars throughout the world history. Recently, the Middle East is experiencing an alternation and transformation by the effects of globalisation. In the process of this alternation and tranformation which began with rebellions against dictator leaders by the region people; Syria also has an important position. Because, Syria has capacity to achieve this alternation and transformation process of the Middle East. And so, we have analysis all aspects of the Middle East and Syria to understand this process of alternation and transformation in the Middle East. Key Words: The Middle East, World History, Alternation and Transformation, Globalisation, Syria. Giriş Hem kavram hem coğrafi alan hem de etnik, siyasi v.b. yapılar olarak adeta bir çelişkiler yumağı halini alan Ortadoğu, uluslararası sistemde çok önemli bir yerde bulunmaktadır. Kavramsal olarak bölge Ortadoğu adını almadan önce, Şark, Yakındoğu gibi adlarla ifade edilmiştir. Batı merkezli bu kavramsallaştırmaya göre, Avrupa dünyanın merkezi olarak kabul edilmiş ve diğer bölgeler merkeze uzaklıklarına göre yakın, orta ve uzak şeklinde isimlendirilmiştir.1 Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra artık iyice kullanılmaya başlayan Ortadoğu kavramı, ilk defa 1902 yılında Amerikalı denizci ve jeopolitikçi Alfred Thayer Mahan tarafından National Rewiev’de yayınlanan The Persian Gulf and International Relations başlıklı yazısında Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi tarif etmek için kullanılmıştır.2 Daha sonra, A. Hamilton 1909’da Problems of The Middle East isimli kitabında Ortadoğu kavramını Avrupa’ya taşımış, bunun dışında 1911’de Hindistan’daki Kral naibi Lord Curzon resmi konuşmalarında ve belgelerde Hindistan’a yakın yerleri tanımlamak için Ortadoğu kavramını kullanmıştır.3 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Đngilizlerin bölge için kullandıkları Ortadoğu Komutanlığı (Middle East Command) ile yaygınlaşan ve resmiyet kazanan kavram, farklı kullanımlar ve kapsam değişikliği yaşamıştır. Savaş sonrasında Đngiliz Hükümeti, Sömürgeler Bakanlığı bünyesinde Ortadoğu Bölümü adında bir teşkilat kurarak Filistin, Irak ve Mavera-i Ürdün’ü buraya bağlamıştır.4 Daha sonra Đngiltere’deki Coğrafi Adlar Daimi Komisyonu, Yakındoğu’yu sadece Balkanları kapsayan şekilde tanımlarken Ortadoğu’yu da Türkiye, Mısır, Arap Yarımadası, Körfez Bölgesi, Đran ve Irak’ı içine alacak şekilde yapılandırmıştır. 5Yani Đstanbul Boğazı’ndan Hindistan’ın doğu 1 Davut Dursun, “Ortadoğu neresi? Sübjektif bir kavramın anlam çerçevesi ve tarihi”, Stradigma, Sayı 10, Kasım 2003, http://www.stradigma.com/index.php?sayfa=yazdir_makale&no=7, (08.08.2011). 2 Erkun Arık, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Ortadoğu Politikası’nda Türkiye’nin Önemi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Ana Bilim Dalı, 2010, s. 5. 3 Roderic H. Davison, “Where is The Middle East”, Foreign Affairs, Vol. 38, 1960, s. 668.; Erdal, Şimşek, Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, Kum Saati Yayınları, Đstanbul, Kum Saati Yayınları, 2005, s. 10-11. 4 Burak Başak, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Bölgeye Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı, 2008, s. 5. 5 Başak, a.g.t., s. 6. 389 kıyılarına kadar uzanan bölge Ortadoğu ismini almıştır.6 Bazı kaynaklar da ise ırk unsuru ön plana atılarak Arapların hakim unsur olduğu bölgeleri anlatmak için Ortadoğu kavramı kullanılmış ve Türkiye, Afganistan ve Đran gibi ülkeler kavram dışında tutulmuştur.7 Davutoğlu ise Ortadoğu’yu coğrafi bir tanım olmaktan çok kültürel niteliği ön planda olan bir kavram olarak tanımlamıştır. Buna göre, Ortadoğu, en dar şekliyle Mısır’dan Đran’a uzanan Nil ve Mezopotamya havzalarının arasını kapsarken en geniş şekliyle Atlantik’ten Ganj Havzası’na kadar uzanan bir coğrafi alanı kapsamaktadır. Ona göre, bu bölge, jeokültürel olarak Đslam kimliğini, petrolü, bozkır ve çöl iklimini, Avrasya’yı çevreleyen kenar kuşağın merkez hattını ifade etmektedir.8 Bütün bu farklı tanımlamalar değerlendirildiğinde, Ortadoğu, dar anlamda Türkiye, Đran, Mezopotamya, Arap Yarımadası, Körfez ülkeleri ve Mısır’ı içine almış geniş anlamda ise bu ülkeler arasına Libya, Sudan, Eritre, Cibuti ve Afganistan dahil edilmiştir. Hatta, Orta Asya ve Kafkasya’nın da kavramın coğrafi alanına dahil edilip genişletildiği de görülmektedir.9 Kavramsal ve coğrafi olarak hayli karmaşık olan bölge, etnik, kültürel ve dini yapı olarak da karmalık bir durumdadır.10 Tarih boyunca medeniyetlerin kavşak noktası olan bölgede, temel olarak Samiler, Hint-Avrupa Grubu ve Turan Grubu olmak üzere 3 ana etnik grup vardır.11 Samiler, Ortadoğu’nun en geniş etnik grubudur. Bu grup, Araplar ve Đbraniler olmak üzere 2’ye ayrılır. Süryaniler, Akadlar, Babiller, Asuriler bu gruptadır. Bölgede Arap nüfus çoğunluktadır. Arap olmayanlar ise Türkiye, Đran ve Đsraildir.12 Hint-Avrupa grubunda Đranlılar, Ermeniler, Kürtler ve Rumlar yer alır ve Đran ağırlıktadır. Turan grubunda ise Türkler bulunmaktadır. Türkler Türkiye’de çoğunluktayken Suriye, Đran ve Irak’ta ise azınlıktadır.13 Böylesi karmaşık bir yapı, Arapça, Đbranice gibi farklı dillerin, farklı kültürlerin ve Musevilik, Müslümanlık, Hıristiyanlık gibi faklı dinlerin ortaya çıkmasına da neden olmuştur.14 Jeopolitik açıdan bakıldığında, Heartlandı merkez alan bir tanımlama yapıldığında Ortadoğu, kara jeopolitiği açısından kilit noktadadır. Ayrıca, Ortadoğu’nun tarihe yön veren semavi dinlerin doğum yeri olması, yazının ve kentleşmenin ilk görüldüğü yerler olması, enerji kaynakları bakımından zengin olması, üç kıtayı birbirine bağlayan deniz ve kara yollarına sahip olması, ipek, şeker, narenciye, kağıt, barut, pusula gibi Uzakdoğu mallarının Ortadoğu kanalıyla Avrupa’ya 6 Şimşek, a.g.e., s. 21. 7 Davut Dursun, Ortadoğu Neresi?, Đstanbul, Đnsan Yayınları, 1995, s. 16. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Đstanbul, Küre Yayınları, 2001, s. 324. 8 9 Gamze Güngörmüş Kona, “Ortadoğu’da Güvenlik Algılaması ve Dahili Risk Faktörlerinin Etkisi”, Akdeniz Üniversitesi, ĐĐBF Dergisi, Sayı 8, 2004, Antalya, s. 114. 10 Bernard Lewis, Ortadoğu Đki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selen Y. Kölay (çev.), 7. Baskı, Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2010, s. 33. 11 Aslıhan Arslantürk Şimşek, Ortadoğu’da Kimlik Sorunu ve Kıptiler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2010, s.34. 12 a.g.t., s. 33. 13 a.g.t., s. 34. 14 Ömer Turan, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Đstanbul, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları, 2003, s. 18-19. 390 taşınması, Süveyş Kanalı’nın açılması ve hava yollarının ortaya çıkması onun önemini daha fazla artırmış ve tarih boyunca bölgeyi çatışmaların merkezine oturtmuştur.15 19. yüzyılda jeopolitik önemiyle dikkat çeken Ortadoğu, 20. yüzyılda petrolle –Ortadoğu’da petrolün ilk kullanımı Sümer, Asur ve Babillere kadar gider.- önemini bir kat daha artırmıştır.16 Dünya petrolünün üçte ikisini barındıran Ortadoğu, bölgeye hakim olmak isteyen büyük güçlerin çatışmalarına sahne olmuştur.17 Ortadoğu, sahip olduğu bu özellikler ve yaşanan çatışmalarla hep bir değişim ve dönüşüm süreci geçirmiştir. Günümüzde halk hareketleri şeklinde yeni bir değişim ve dönüşün süreci geçirmeye başlayan Ortadoğu, yeni bir yapılanmaya doğru gitmektedir. ABD’de yayınlanan Wikileaks belgeleri sonrasında ilk önce Tunus’ta daha sonra Mısır, Libya gibi ülkelere domino etkisiyle sıçrayan bu süreçte en büyük yaralardan birini de Suriye almaktadır. Çalışmamız da Ortadoğu’daki yeni dönüşümü Suriye örneği ile ele almaya çalışacaktır. I. Ortadoğu’nun Tarihsel Kökeni ve Yaşanan Son Domino Ortadoğu, şehir ve devletlerin ilk kurulduğu, önemli yerleşim merkezlerinden biridir. Tarihte, Sümer, Akad, Babil, Pers, Roma, Emevi, Abbasi ve Osmanlı Devleti egemenliğinde altında kalan Ortadoğu, 18. yüzyıl ortalarında başlayan Avrupa sömürgeciliğinin etkisi altına girmiştir. Bu dönemde, bölgeyi elinde bulunduran Osmanlı Devleti’nin bölge üzerindeki egemenliği Đngiltere tarafından uzunca bir süre desteklenmiştir. Bunun nedenleri Đngiltere’nin Fransa ile olan rekabeti ve Rusya’nın güneye inmesini engellemektir. Öyle ki 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesi sonucunda Đngiltere’nin imparatorluk yolu kesilince 1799’da Osmanlı ile ittifak yapılmış ve 1801’de Fransa Mısır’dan çıkartılmıştır.18 Zaman içinde Đngiltere ve Fransa’nın rekabeti içine çekilen Osmanlı bölgede Mehmet Ali Paşa isyanı ve sonrasında yaşananlar yüzünden zor durumda kalmıştır. Yani bu dönemde bölge Osmanlı’dan çok Đngiltere, Fransa ve zaman içinde Đtalya’nın arasında paylaşılan bir bölge olmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında –bundan önce Mayıs 1916’da Sykes-Picot Antlaşması ile Rusya’nın da onayı alınarak bölge Đngiltere ve Fransa arasında paylaşılmıştır- Đngiliz ve Fransız hakimiyetine girmiştir.19 Özellikle 1935 yılında Đtalya’nın Habeşistan’ı işgal etmesinden sonra güvenlik endişesi yaşayan Ortadoğu’da, II. Dünya Savaşı sonrasında Đngiltere ve Fransa’nın etkisi azalarak bölge ABDSSCB arasındaki güç mücadelesine sahne olmuştur.20 15 Davutoğlu, a.g.e., s. 353.; Oral Sander, Siyasi Tarih (1918-1994), Ankara, Đmge Kitabevi, 2003, s. 73. 16 Halime Gökçe, “Petrolün Kanlı Tarihi”, Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 124, 2003, s. 1. Harpal Brar and Ella Rule, Ortadoğu ve Emperyalizm-I, Evren Mardan (çev.), Đstanbul, Papirüs Yayınevi, 2004, s. 11-13.; Ömer Taşlı, Ortadoğu’da Süper Güçlerin Etkileri, Đstanbul, Fikir Yayınları, 1991, s. 23.; Beril Dedeoğlu, Ortadoğu Üzerine Notlar, Đstanbul, Derin Yayınları, 2002, s. 3. 18 Dedeoğlu, a.g.e., s. 11. 17 19 Ulaş Bayraktaroğlu, Ortadoğu’da Yeniden Yapılanma Sürecinde Kültür-Đktidar Đlişkileri (2003 Irak Savaşı Sonrası), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2009, s. 83-84. 20 a.g.t., s. 49. 391 1948 yılında Đsrail’in kurulmasıyla bölgede Arap-Đsrail Savaşları meydana gelmiş ve bölge bugün dahi çözüme kavuşturulamayan Đsrail-Filistin sorununa sahne olmuştur. Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte, ABD liderliğindeki tek kutuplu yapılanmada da 1991 Körfez Savaşı, 1998 Çöl Tilkisi Operasyonu gibi müdahaleler neticesinde sorunlar devam etmiştir.21 Ortadoğu, yaşanan bu gelişmelerle bir değişim ve dönüşüm süreci geçirirken, 11 Eylül 2001’de ABD’de yaşanan terör saldırıları nedeniyle yeni bir sürece doğru gitmeye başlamıştır. Yaşanan bu olay sonrasında ABD ve Batı dünyası uluslararası terörizme savaş açmış, ABD Önleyici Savaş Doktrini ya da Bush Doktrini adı verilen yeni politikasıyla terörizme ne şekilde olursa olsun bulaşan her devleti şer ekseni ilan ederek onlara savaş açmıştır.22 Bu yeni politika ile ABD, öncelikle 11 Eylül olaylarını üstlenen El-Kaide ve Usame Bin Ladin’i hedef göstererek, merkezinin bulunduğu Afganistan’ı işgal etmiştir. Sonrasında ise, terörizmi destekleyen, kimyasal silah yapan Irak’ı demokrasi getirmek adına işgal etmiş ve bölgede üstünlük kurmaya çalışmıştır.23 Afganistan ve Irak işgali ile yeni bir yapılanmaya, değişim ve dönüşüm sürecine giren Ortadoğu Bölgesi’nde, ABD, Irak’ı tam anlamıyla kontrol edemeyince sıkıntılar, karşı isyanlar yaşamaya başlamış, içeride ve dışarıda yoğun baskı ile karşı karşıya kalıp, bölgedeki çıkarlarına da tam anlamıyla ulaşamayınca, etnik ve dini kimlikleri kışkırtarak bölgedeki varlıklarını meşru bir zemine oturtmaya kısaca, içeriden böl ve etkisizleştir politikasına yönelmiştir.24 Yakın zamanda, halk hareketleriyle başlayan olaylar da bu yeni politikanın yeni bir boyutu gibi görünmektedir. Đlk önce Tunus’ta ve sonra Mısır, Libya, Suriye gibi devletlerde başlayan isyanlar, bir domino etkisiyle hızla bölgeye yayılmaktadır.25 Tunus’ta 23 yıldır diktatörlüğünü sürdüren Zeynel Abidin bin Ali’ye karşı başlayan ayaklanma sonrasında bin Ali, ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.26 Tunus’ta fitili ateşlenen bu isyanlar silsilesi daha sonra Mısır’ın 30 yıllık lideri Hüsnü Mübarek’i tahtından etmiştir. Bu isyanlar 21 a.g.t., s. 86-89. 22 Birol Akgün, 11 Eylül Sonrasında Dünya, ABD ve Türkiye, 1. Baskı, Konya, Tablet Kitabevi, 2006, s. 11.; Hasan Bülent Kahraman, ABD Bu 11Eylülü Çok Sevdi, 1. Baskı, Đstanbul, Agora Kitaplığı, 2006, s. 12-13.;Ümit Özdağ, “Terörizm, Küresel Güvenlik ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 19, 2001, s. 7-12. 23 Umut Uzer, “Medeniyetler Çatışması”, Uluslararası Đlişkiler Giriş, Kavram ve Teoriler, Haydar Çakmak (ed.), 1. Baskı, Ankara, Platin Yayınları, 2007, s. 304-305. 24 Bayraktaroğlu, a.g.t., s. 94. 25 Đbrahim Yalçın, “Ortadoğu’da Kaynayan Kazan ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlike”, http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1135:ortadouda-kaynayan-kazanve&catid=36:konuk-yazlar, (10.08.2011).; Pınar Arıkan Sinkaya, “Ortadoğu’daki Halk Hareketlerinin Đran’a Yansımaları”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 27, Mart 2011, s. 30-37. 26 Murat Çemrek ve Amine Yazıcı, “Tunus, Mısır ve Libya: Bu Su Hiç Durulmaz”, http://www.sde.org.tr/haberler/1400/tunusmisir-ve-libya-bu-su-hic-durmaz.aspx, (27.08.2011). 392 bir domino ya da çığ etkisi yaratarak katlana katlana Irak, Bahreyn, Yemen, Lübnan gibi pek çok yerde ortaya çıkmıştır.27 Suudi Arabistan Kralı gibi bazı liderler, isyanlardan yara almadan ya da en az hasarla kurtulmak için ülke içinde halkın yararına bazı eylemlerde bulunsa da isyan artarak, tıpkı bir t-sunami gibi bölgedeki bütün düzeni alt üst etmiştir. Libya’yı da etkisi altına alan bu t-sunami, diğer ülkelerdekinin tersine bir seyir alarak isyancılar ve Libya lideri Muammer Kaddafi arasında adeta bir düello halini almış ve ülkedeki bu durum bir iç savaşa neden olunca BM’nin 1970 ve daha sonra 1973 sayılı kararlarıyla önce BM güçlerinin daha sonra BM’nin verdiği yetkiyle NATO’nun müdahalesinin beraberinde getirmiştir.28 Bölgede başlayan bu hareketlenmeyi pek çok nedenle açıklamak mümkündür. Ancak daha iyi anlamak ve analiz etmek için Đç Etkenler ve Dış Etkenler olmak üzere 2’li bir yapıyla açıklamak daha uygun olacaktır. A. Đç Etkenler Đç Etkenlerin başında küreselleşmenin –tam olarak herkesin üzerinde anlaştığı bir tanımı yapılamasa da dünyanın küçülmesi, tek dünya toplumu, bilgi ve teknolojinin yoğun biçimde kullanılması anlamlarını taşımaktadır- getirdiği ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişmeleri saymak mümkündür.29 Bölge halkı iletişim (facebook, uydu kanalları v.b.) ve ulaşım araçlarının ucuz, yaygın, hızlı biçimde kullanılması sonucunda tüm dünyada olup bitenleri kolaylıkla öğrenebilmektedir. Basın özgürlüğünün30 oldukça gerilerde olduğu bölge ülkelerinde, buna rağmen insanlar interneti ve diğer araçları kullanarak bir şekilde istediği her şeyi elde etmektedir.31 Đkinci iç etken olarak bölge halkının değişimini saymak mümkündür. Tarihsel süreçte bakıldığında bilinen Ortadoğu halkı, ekonomik gücü zayıf, yönetene bağımlı, halkın birbirlerine güven duygusu az olan hatta olmayan sessiz insanlardır.32 Bölgedeki yeni nesil halk ise küreselleşmenin yarattığı imkanlarla dikta rejimlere başkaldırabilen, yeni, öfkeli, demokrat, laik ve kendi iradesini kullanabilme yetisine sahip insanlardır. Hal böyle olunca, bölgenin yeni nesil halkı, 27 http://blog.milliyet.com.tr/Ortadogu_daki_isyanlar_ve_yoksulluk/Blog/?BlogNo=291142, (27.08.2011).; Gamze Çoşkun, “Ortadoğu’da Yıkılan Fildişi Kuleler ve Artan Dış Müdahale”, http://www.usakgundem.com/yazar/2029/ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-y%C4%B1k%C4%B1lan-fildi%C5%9Fi-kulelerve-artan-d%C4%B1%C5%9F-m%C3%BCdahale.html, (27.08.2011).;Muharrem Sağır,”Ortadoğu’da Sırça Köşkler Yıkılırken”, http://www.usakgundem.com/yorum/372/ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-s%C4%B1r%C3%A7a-k%C3%B6%C5%9Fklery%C4%B1k%C4%B1l%C4%B1rken.html, (28.08.2011). 28 a.g.m., http://www.sde.org.tr/haberler/1400/tunus-misir-ve-libya-bu-su-hic-durmaz.aspx, (27.08.2011). 29 “Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları Neyin Habercisidir”, http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011). 30 Basın özgürlüğü indeksinde 195 ülke içinde Tunus 186., Mısır 130. Sıradadır. Çisil Okant, ” Gamze Çoşkun: Ortadoğu Halkları Yapabileceklerinin Farkına Vardı”, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1946, (12.08.2011). 31 a.g.m., http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1946, (12.08.2011). 32 Ali Semin, “Yeni Ortadoğu Modelinin Kuzey Irak’a Yansımaları”, http://www.bilgesam.com/tr/index.php/imagegallery/components/com_sectionex/themes/default/analizler/analizlerkafkaslar/images/stories/index.php?option=com_content&view=category&id=77&Itemid=150, (12.08.2011). 393 bölge sorunlarına çare bulamayan yönetimlerine baş kaldırmaya başlamış ve daha özgür, daha bağımsız ve demokrat rejimlerle yaşama eğilimine girmiştir.33 Üçüncü iç etken ise kapitalist üretim sisteminin bölgeye girip gelişmesidir. Son zamanlarda petrol üretim ve ticareti aracılığıyla gelişen kapitalist üretim sistemi ile köylülük parçalanmaya, aşiretler başkalaşmaya başlamış, yeni sosyal sınıflar ortaya çıkmış, ticaret sermayesinin gelişmesi ve bürokrasi sayesinde de bir orta sınıf oluşmuştur.34 Đletişim ve ulaşım teknolojisindeki imkanlarının geliştiğini de hesaba katarsak, bölgede burjuva karakteri baskın toplumlar oluşmuş ve ortaya çıkan yeni toplumlar da eski tip cemaatleri ve onların ilişkilerini bir kenara iterek yeni politik ve ekonomik düşünceler ortaya çıkarmışlardır.35 Son iç etken olarak bölgede var olan ve hala çözülemeyen sorunları saymak mümkündür. Mevcut dikta rejimlerinin bölgede çözemedikleri ekonomik istikrarsızlık, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi sorunlar zamanla diktatörlerin iktidarını sallamaya başlamıştır36 Bütün bu unsurlar değerlendirildiğinde, yakın zamanda bölgede ortaya çıkan olaylar, bölgede birikmiş olan negatif enerjinin uygun ortam bulmasıyla patlamasının bir ürünüdür.37 B. Dış Etkenler Dış etken olarak sayılabilecek unsurlardan birincisi, Ortadoğu’da bulunan ya da bölgede çıkarı olan temel güç odakları arasındaki rekabettir. Bu rekabet de daha çok bölgedeki petrolden kaynaklanmaktadır. Bugün dünyanın mevcut petrol rezervlerinin %85’i Ortadoğu’da bulunmaktadır. Petrol, enerji kaynağı olarak kullanılmasının yanı sıra, pek çok sanayi ürününde de hammadde olarak kullanılmaktadır. Bu yüzden, bölgedeki mevcut rezervlere sahip olmak, onların üzerinde hakimiyet kurmak, dünyadaki sanayi üretimi üzerindeki hegemonyayı da sağlamaktadır.38 Đkinci dış etken ise petroldür. Hem bir enerji kaynağı hem de bir sanayi ürünü olarak kullanılabilen petrol, mevcut teknolojinin kullanımı açısından önemli bir durumdadır. Bu teknolojiye sahip olmak, dördüncü dış etken olarak karşımıza çıkan egemenliğe sahip olmak anlamına gelmektedir. 39 iktidara ve Petrolün yanında doğal gaz gibi alternatif enerji kaynaklarının bulunması, petrol gibi fosil yakıtların küresel ısınma sorununu artırdığı ve petrolün 33 a.g.m., http://www.bilgesam.com/tr/index.php/image-gallery/components/com_sectionex/themes/default/analizler/analizlerkafkaslar/images/stories/index.php?option=com_content&view=category&id=77&Itemid=150, (12.08.2011). 34 “Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları Neyin Habercisidir”, http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011). 35 a.g.m., http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011). 36 Tamer Ağca, “Tunus Ortadoğu’ya Domino Etkisi Yaparsa”, http://www.haber365.com/Haber/Tunus_Ortadoguya_Domino_Etkisi_Yaparsa/, (13.08.2011). 37 Mahir Kaynak, “Ortadaoğu’daki Ayaklanmalar ABD Organizasyonu mu?”, http://www.muhalifgazete.com/7267-Ortadogudaki-ayaklanmalar-ABD-organizasyonu-mu.htm, (13.08.2011). 38 George Lenczowski, Oil and State in The Middle East, New York, Cornell University Press, 1962, p. 12-50. 39 Bayraktaroğlu, a.g.t., s. 90. 394 mutlaka bir gün sona ereceğinin bilinmesine rağmen, hala yaygın biçimde kullanılması, temel güç odaklarının iktidarı ve egemenlik alanlarını kaybetmeme isteğinde yatmaktadır.40 Bu sebeplerden ötürü, bölge üzerinde bir rekabet söz konusudur. Bu rekabette temel güç odakları, zaman zaman yerel direnişlerle de karşılaşmışlardır. Bu yerel direnişler, bazen güç odaklarını karşı karşıya getirmiştir. Mesela, bölgedeki enerji kaynakları üzerinde ABD-AB ve RusyaÇin grupları rekabet halinde bulunmaktadır. Amaçları, petrol akışının kendi kontrollerinde sürdürülmesi olan bu güçler arasında Rusya-Çin grubu, bölgede daha dominant ve Basra Körfezi’nin ağırlıklı kontrolüne sahip Đran’a bağımlı durumda olduklarından Đran’ı desteklemektedirler. Bu durumda ise, ABD, Đran ile karşı karşıya gelmektedir.41 Bütün bu anlatılanlara ekleyebileceğimiz beşinci dış etken de, bölgede çıkarı olan güç odaklarının, bölge üzerinde bir hakimiyet kurma çabası içinde olmalarıdır. Bu sayede, kontrolü eline alan güç, hem alternatif petrol alanları ortaya çıkaracak ve mevcut alanlara olan bağımlılığı azaltacak (ABD’nin Irak işgaliyle, Irak petrolü karşısında Suudi Arabistan ve OPEC’e bağımlılığın azaltılması hedeflenmiştir.) hem de bölgede çıkarı olan diğer güçleri rahatça kontrol edebilecektir. Yani söz konusu güç, bölgede hem siyasi, hem ekonomik hem de askeri güç olarak varlığını sürdürecektir. Bölgede kontrolü elinde bulunduran güç (temel dinamiğin ABD olduğu su götürmez bir gerçek olduğuna göre) bunun yanında bölgeye kendi ekonomik (kapitalizm), siyasi (demokratik rejim), v.b. sistemini de rahatça sokabilecek ve sistemi bölgeye entegre ederek bölgeyi kendileri için bir hammadde ve Pazar alanı haline getirebilecektir. Ancak bu güç için bölgedeki en büyük problemlerden biri, bölgedeki dikta rejim olacaktır. Bu durum, altıncı dış etken olarak bölgeye hakim olmak isteyen güçlerin dikta rejimleri istememeleri sonucunu doğurmaktadır. Çünkü dikta rejimi, bölgeyi dışa kapalı, kendi doğrultusunda, katı, zorba ve baskıcı bir şekilde yönettiğinden, çatışma dahil her türlü kararı çoğunu halkının çekeceği, kendisinin doğrudan zarar görmeyeceği bir şekilde alacağından dışarıdan büyük güçlerin entegre etmeye çalışacağı sistem ve enerji akışının kontrolü çıkmaza girecektir.42 Bunun için bölgedeki dikta rejimlerin kaldırılıp bölgeye demokrasinin getirilmesi gerekmektedir. Dış etken olarak, son zamanlarda Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan dominonun sebebi de budur. Burada küreselleşme olgusunu da hesaba katarsak ve onu şüpheci kesimin tanımladığı gibi emperyalizmin şekil değiştirmiş yeni hali olarak tanımlamak mümkündür.43 Enerji kaynaklarının kontrolü, kapitalist ve demokratik sistemin bölgeye entegre edilmek istenmesi dışında, Ortadoğu’nun jeopolitik ve jeostratejik anlamdaki önemi de, bölgeyi büyük güçler için vazgeçilmez kılan yedinci dış etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Heartlandı merkez alan bir tanımlama yapıldığında Ortadoğu, kara jeopolitiği açısından kilit noktadadır. Ayrıca, Ortadoğu’nun 40 a.g.t., s. 91. 41 a.g.t., s. 92. 42 Kemal Đnat ve Ali Balcı, “Dış Politika: Geleneksel’den Post-Modern’e Teorik Perspektifler”, Uluslararası Politikayı Anlamak, Zeynep Dağı (der.), Đstanbul,Alfa Yayınları, 2007, s. 255. 43 Samir Amin, Liberal Virüs, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004, s. 213-214. 395 tarihe yön veren semavi dinlerin doğum yeri olması, yazının ve kentleşmenin ilk görüldüğü yerler olması, enerji kaynakları bakımından zengin olması, üç kıtayı birbirine bağlayan deniz ve kara yollarına sahip olması, ipek, şeker, narenciye, kağıt, barut, pusula gibi Uzakdoğu mallarının Ortadoğu kanalıyla Avrupa’ya taşınması, Süveyş Kanalı’nın açılması ve hava yollarının ortaya çıkması onun önemini daha fazla artırmış ve tarih boyunca bölgeyi çatışmaların merkezine oturtmuştur.44 Bölge, bu özellikleri yüzünden tarih boyunca güçlerin rekabetiyle, kaosla, çatışmayla karşı karşıya kalmıştır.45 II. Suriye Tarihi Resmi adı Suriye Arap Cumhuriyeti olan Suriye Devleti, Arap Yarımadasının kuzeybatısında yer almak, doğusunda Irak, güneyinde Ürdün ve Đsrail, kuzeyinde Türkiye, güneybatısında Lübnan ile komşudur. Batısında ise Akdeniz bulunmaktadır.46 Tarih boyunca, Kenanlılar, Đbraniler, Aramiler, Asurlar, Babiller, Persler, Yunanlılar, Romalılar, Bizans, Araplar, Selçuklular, Haçlılar ve Osmanlılar tarafından yönetilmişlerdir. Başkenti Şam 1260 yılında Memlüklülerin başkenti olmuş, 1400 yılında Timur tarafından saldırıya uğrayıp yok edilmiştir. 1517 yılında Osmanlı idaresine giren Suriye47, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı yönetiminden çıkmış ve 1920’den 1946 yılına kadar Fransa’nın idaresinde kalıştır.48 Bu yıllar arasında Fransızlar Suriye’yi böl ve yönet politikasına dayanarak yönetmişlerdir. Bu çerçevede, Suriye’nin tarihsel parçası olan Lübnan 1 Eylül 1920’de bağımsız olmuş ardından Şam ve Halep merkezli devletler kurulmuştur.49 1922 yılında iki devlet birleştirilerek Suriye federasyonu kurulmuş ve 1925 yılında devlet Suriye adını almıştır.50 Đkinci Dünya Savaşı sonrasında Lübnan dışındaki diğer devletlerin bileşmesi ile 1946 yılındaki bağımsızlığından sonra, 1949 yılında yapılan seçimlerle Şükrü el-Kuwatli devlet başkanı olmuş ancak sonra bir darbe ile görevden uzaklaştırılmıştır. Daha sonra Suriye, 1958 yılında Mısırla Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Ancak bu birliktelik kısa sürmüş ve iki ülke 1961 yılında ayrılmıştır.51 Altı Gün Savaşı’nda Golan Tepelerini kaybeden Suriye, Đsrail ile hala bu sorun yüzünden sıkıntı yaşamaktadır. Savaştan 1970’te, Hafız Esad askeri darbe ile yönetimi ele geçirmiş ve Suriye, 44 Davutoğlu, a.g.e., s. 353.; Sander, a.g.e., Ankara, Đmge Kitabevi, 2003, s. 73. 45 Bayraktaroğlu, a.g.t., s. 105. 46 Đstanbul Ticaret Odası Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Şubesi, Suriye Ülke Raporu, Đstanbul, 2007, s. 2. 47 Hüseyin Şeyhanlıoğlu, “Suriye Nereye Gidiyor”, http://israelkurd.com/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=330:israil-kuerd&catid=38:politics, (10.10.2011). 48 http://www.ntvmsnbc.com/id/25197352/, (08.10.2011).; Đsmet Kayaoğlu, “Đslam Ülkelerinin Yakın Tarihi”, Ankara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, Ankara, 1975, s. 199-218. 49 Ömer Osman Umar, “Suriye’de Fransız Emperyalizmi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 1, Elazığ, 2002, s. 279-310. 50 Muzaffer Ercan Yılmaz, “Suriye: Süreklilik ve Değişimin Çatışması”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 30, Haziran 2011, s. 16. 51 Yılmaz, a.g.m., s. 16. 396 1970’lerden itibaren Esad ailesinin iktidarlığına geçmiştir.52 1970’lerden 2000’lere kadar Hafız Esad tarafından yönetilen Suriye’de 1973 yılında kabul edilen anayasa ile yönetim şekli “sosyalist halk demokrasisis” olarak kabul edilmekte ve devlet başkanına geniş yetkiler vermektedir. Hafıs Esad’ın 2000 yılında ölmesi ile 2000 yılından itibaren Beşar Esad tarafından yönetilmektedir.53 Genel olarak bakıldığında Suriye’de, Osmanlı dönemi de dahil olmak üzere bir Suriye kimliği bulunmamaktadır. Fransız mandası döneminde ülkenin farklı siyasi birimlere bölünmesi de bir Suriyeli kimliğinin oluşmasını engellemiştir. Bununla birlikte, bağımsızlığını kazandıktan sonra da yaşanan istikrarsızlıklar nedeniyle bir kimlik oluşamamıştır. 1970’li yıllarda iktidara gelen Esad ailesi de bir ulus yaratma yerine meşruiyeti kendi güç unsurlarına dayandırmışlardır. Ayrıca zaman zaman ülke içinde nüfusun diğer kesimleri arasında yaşanan çatışmalar da bir ulus kimliğinin oluşmasına engel olmuştur. Böylesi kırılgan bir yapı içinde yeni nesil bu tür çatışma ve rekabet ortamını bir kenara bırakarak demokratik bir dönüşümün zamanı geldiğini fark etmişlerdir. Bu da, ortaya çıkan isyanlarla kendini göstermeye başlamıştır.54 III. Domino Etkisi ve Suriye Tunus’ta başlayan ve hızla tüm bölgeye yayılan isyan dalgası, son olarak Suriye’ye yansımıştır. Olaylar, tıpkı Tunus’taki gibi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Hasale bölgesinde bir kişinin kendisini yakmasıyla başlamıştır. Daha sonra olaylar, Rakka şehrinde protesto gösterileri başlamış ve olaylar Şubat ayının başında başkent Şam’a sıçramıştır.55 Bu gösterilerde 1963 yılından beri süren olağanüstü hal uygulamalarının kaldırılması, insan hakları, özgürlük gibi talepler dile getirilmiştir. Đstenilen çoğunluğun ve etkinin sağlanamadığı gösterilerden sonra 17 Şubatta bir polisin esnafı dövmesiyle bir hareketlenme olmuştur. Ancak bu gösterilerde de Esad yönetimi değil polis hedef seçilmiştir.56 Mart ayı ile birlikte gösteriler daha da artmış ve olaylar yavaş yavaş rejim aleyhine de olmaya başlamıştır. Öyle ki halk artık sadece Esad rejimini devirmek değil, aynı zamanda demokratik anlamda bir dönüşüm için de ayaklanmaktadır. Yani halk artık bir uyanmaya geçmiş ve o bilindik Ortadoğu halkı olmaktan çıkmıştır. Halk artık, dikta rejimi yerine demokrasiyi, diktatör yerine demokrat, seçimle gelip gitmeyi de amaç edinmiş bir lider, özgürlük, insan haklarına dayalı bir yönetimi istemektedir.57 52 http://www.internews.org/regions/mena/amr/syria.pdf, (11.10.2011). 53 http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=17405752, (08.10.2011).; Salam Kawakibi, “Political Islam in Syria”, CEPS Working Documents, No. 270, June, 2007, s. 1. 54 Yılmaz, a.g.m., s. 18. 55 Orhan Oytun, “Ortadoğu’da Đsyan Dalgasının Son Durağı Suriye”, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye, (09.10.2011). 56 Oytun, a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragisuriye, (09.10.2011). 57 a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye, (09.10.2011). 397 Halk ayrıca ekonomik anlamda daha rahat, yaşam standartları yüksek –Suriye’nin kişi başına düşen milli geliri 3000 $’dır- kapitalist düzene entegre olmuş bir, halkın yönetime katılımını sağlayacak, rüşvet ve yolsuzluğun engellendiği, siyasi özgürlüklerin genişletildiği, adil bir düzen istemektedir.58 Suriye’de yaşanan bu olaylarda, küreselleşmenin nimetleri olan iletişim teknolojileri kullanılmıştır. Halk isteklerini yerine getirmek için gerekli olan örgütlenmeyi sosyal paylaşım siteleri sayesinde yani internetle sağlamıştır.59 Bununla birlikte bölgede çıkarları nedeniyle dikta rejimleri istemeyen dış güçlerin de Suriye’de etkili olduğu görülmektedir. Esad rejimi dışlayan ve yalnız bırakan Batılı güçler, Libya gibi Esad rejimi devirmek için çaba sarf etseler de, Rusya ve Çin yüzünden gerekli hukuki zemini yakalamamıştır. Bu iş yapma amacı bölgede kapitalist sistemin de işleyeceği demokratik bir düzeni sağlamanın yanında ekonomik sebepler de bulunmaktadır. Uzunca bir süredir, Suriye’nin artık ihtiyaçlarını Batı’dan değil Türkiye’den sağlıyor olmaları bunun en önemli göstergesidir.60 Sonuç Tunus’ta başlayan ve hızla yayılan Arap Baharı tüm bölgeyi hatta dünyayı etkilemiş durumdadır. Olayların son olarak yaşandığı yer olan Suriye de kilit bir konumdadır. Genel olarak bakıldığında Suriye’de isyan eden isyancılar, Tunus ve Mısır’ı örnek almışlardır. Ancak Suriye için durum biraz farklıdır. Tunus ve Mısır’daki yönetimler, halk desteğinden çok Batı ile işbirliğine dayalı bir durumdadırlar. Đsyanlar başlayıp, Batı da bu yönetimlere olan desteklerini de çektiklerinde sıkıntıya girmişlerdir. Bunun sonucunda son bir koz olarak halkı güç kullanarak susturmaya çalışsalar da başarısız olmuşlardır. Oysa Suriye yönetimi ordu ve bürokraside önemli görevler alan Nusayrilerin desteğini almıştır. Olası bir yönetim değişikliğinde Sünnilerin çoğunluğunda bir yönetimin gelmesinden endişe ettiklerinden Esad yönetimine sadakatleri devam edecektir. Bununla birlikte, ülkede devlete ve Esad yönetimine sadık olan pek çok istihbarat birimi vardır. Bunların yanında uluslararası platformda işbirliğinin gerektiği ölçüde Batının yanında yer alan ama Suriye’ye de bariz destek olan Rusya unsuru Suriye için önem arz etmektedir. Đki ülke zaten tarihsel olarak bir yakınlık içindedirler. Rusya, Suriye’deki olayları kendisinin de yaşadığı bir iç sorun olarak algıladığı gibi bunları uluslararası barış ve güvenliğe bir tehdit unsuru olarak da 58 a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye, (09.10.2011). 59 a.g.m., http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-son-duragi-suriye, (09.10.2011). 60 Melik Aşık, “Suriye’ye Doğru”, Milliyet Gazetesi, (10.08.2011). 398 görmemektedir. Ayrıca olası bir Batı müdahalesinin de emperyal kaygılar taşıyacağından endişe etmektedir. Böyle bir ortamda Suriye’ye BM’den ağır bir yaptırım ya da askeri bir müdahale zor görünmektedir. Burada önemli olan, yaşanan olaylarda Suriye’deki halkın değiştiği ve halkın demokrasi, siyasi özgürlük, insan hakları, ekonomik refah, gelir düzeyi ve yaşam standartlarının artırılması gibi nedenlerle ayaklanmasıdır.61 Ayaklanan isyancıların genç ve eğitimli kişilerden –okuyan genç nesil sürekli olarak yönetimin kontrolü altında tutulmuştur- oluşması bir diğer önemli gelişmedir.62 Aynı zamanda halkın kitle iletişim araçlarını kullanarak bu tür girişimlerde bulunması, örgütlenmesi, onların küreselleşmenin nimetlerinden faydalandığını da göstermektedir. Đsyancılar, örgütlenmelerini sosyal paylaşım siteleri üzerinden sağlamışlardır. Bununla birlikte, Batı’nın artık dikta rejim istememesi ve bu tür rejimlere karşı isyancıları desteklediği görülmektedir.63 BM düzeyinde yaptırımlar, müdahaleler yapması ya da yapmaya çabalaması bunun en büyük göstergesidir. Dikta rejimlerin gitmesiyle her anlamda dışa kapalı olan ya da diktatöre göre şekillenen ülkelerde demokrasinin gelmesiyle özgürlüklerin artacağı ve ülkenin açık hale geleceği düşünüldüğünde, bu bölgenin kapitalist sisteme eklemlenmesi daha kolay olacaktır. Ayrıca, halkın yönetime katıldığı, seçimlerin yapıldığı, seçimle gelip seçimle giden liderlerin olduğu, ekonomik anlamda kapitalist sisteme entegre olmuş bir ülkede ve dolayısıyla bölgede istikrarı sağlamak, Batı’nın bölgedeki çıkarlarını gerçekleştirmek ve politikalarını eyleme geçirmek – bölgedeki enerji kaynaklarının güvenli ve istikrarlı bir şekilde Batı’ya aktarılması- dikta rejimine göre daha kolay olacaktır. Bu nedenlerden ötürü Suriye’nin yaşayacağı değişimi en çok ABD istemektedir. Jeostratejik açıdan Libya kadar geniş enerji kaynağına sahip olmasa da Suriye, bölge güvenliği açısından önemli bir yerdedir. Ayrıca, Hizbullah ve Hamas’ı desteklemesi ve Lübnan ve Filistin sorununa karşı ABD karşıtı bir politika izlemesi, çözüme giden yolları olumsuz etkilemektedir. Bu yüzden Suriye’nin sınırlandırılması, ABD yanlısı bir yönetimle değişmesi, ABD için stratejik bir hedeftir.64 61 Türel Yılmaz Şahin, “Suriye Olayları ve Türkiye”, http://www.kozanbilgi.net/forum-oku-33158suriye_olaylari_ve_turkiye.html, (10.10.2011). 62 Bahadır Dinçer, “Suriye Meselesi, Açık Sınırları Đfşa Ediyor”, http://www.usakgundem.com/yazar/2174/suriye-meselesia%C3%A7%C4%B1k-s%C4%B1rlar%C4%B1-%C4%B0f%C5%9Fa-ediyor-2-.html, (10.10.2011). 63 Veysel Ayhan, “Cisr El Şukur ve Hama Katliamları: Suriye Ne Yapmak Đstiyor”, http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/76-veysel-ayhan-tum-yazilari/1803-cisr-el-sukur-ve-hama-katliamlari, (11.10.2011). 64 Serdar Erdurmaz, “Libya ve Suriye’de ABD Tarafından Uygulanan Đki Faklı Yaklaşım”, http://www.turksam.org/tr/a2422.html, (10.10.2011). 399 Kaynakça Kitaplar Akgün, Birol, 11 Eylül Sonrasından Dünya, ABD ve Türkiye, 1. Baskı, Konya, Tablet Kitabevi, 2006, s. 11. Amin, Samin, Liberal Virüs, Ankara, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2004, s. 213-214. Brar, Harpal and Rule, Ella, Ortadoğu ve Emperyalizm-I, Evren Mardan (çev.), Đstanbul, Papirüs Yayınevi, 2004, s. 11-13. Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, Đstanbul, Küre Yayınları, 2001, 324-353. Dedeoğlu, Beril, Ortadoğu Üzerine Notlar, Đstanbul, Derin Yayınları, 2002, s. 3. Dursun, Davut, Ortadoğu Neresi?, Đstanbul, Đnsan Yayınları, 1995, s. 16. Kahraman, Hasan Bülent, ABD Bu 11 Eylülü Çok Sevdi, 1. Baskı, Đstanbul, Agora Kitaplığı, 2006, s. 12-13. Lenczowski, George, Oil and State in The Middle East, New York, Cornell University Press, 1962, p. 12-50. Lewis, Bernard, Ortadoğu Đki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi, Selen Y. Kölay (çev.), 7. Baskı, Ankara, Arkadaş Yayınevi, 2010, s. 33. Sander, Oral, Siyasi Tarih (1918-1994), 11. Baskı, Ankara, Đmge Kitabevi, 2003, s. 73. Şimşek, Erdal, Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, Đstanbul, Kum Saati Yayınları, 2005, s. 10-11. Taşlı, Ömer, Ortadoğu’da Süper Güçlerin Etkileri, Đstanbul, Fikir Yayınları, 1991, s. 23. Turan, Ömer, Medeniyetlerin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Đstanbul, Yeni Şafak Gazetesi Yayınları, 2003, s. 18-19. Makaleler Davison, Roderic H., “Where is The Middle East”, Foreign Affairs, Vol. 38, 1960, p. 10-11. Gökçe, Halime, “Petrolün Kanlı Tarihi”, Gerçek Hayat Dergisi, Sayı 124, 2003, s. 1. Đnat, Kemal ve Balcı, Ali “Dış Politika: Geleneksel’den Post-Modern’e Teorik Perspektifler”, Uluslararası Politikayı Anlamak, Zeynep Dağı (der.), Đstanbul,Alfa Yayınları, 2007, s. 255. Kawakibi, Salam, “Political Islam in Syria”, CEPS Working Documents, No. 270, June, 2007, s. 1. Kayaoğlu, Đsmet, “Đslam Ülkelerinin Yakın Tarihi”, Ankara Üniversitesi Đlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt 10, Sayı 1, Ankara, 1975, s. 199-218. Kona, Gamze Güngörmüş, “Ortadoğu’da Güvenlik Algılaması ve Dahili Risk Faktörlerinin Etkisi”, Akdeniz Üniversitesi, ĐĐBF Dergisi, Sayı 8, Antalya, 2004, s. 114. Özdağ, Ümit, “Terörizm, Küresel Güvenlik ve Türkiye”, Stratejik Analiz, Cilt 2, Sayı 19, 2001, s. 712. 400 Sinkaya, Pınar Arıkan, “Ortadoğu’daki Halk Hareketlerinin Đran’a Yansımaları”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 27, Mart 2011, 30-37. Umar, Ömer Osman, “Suriye’de Fransız Emperyalizmi”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 12, Sayı 1, Elazığ, 2002, s. 279-310. Uzer, Umut, “Medeniyetler Çatışması”, Haydar Çakmak (ed.), Uluslararası Đlişkiler Giriş, Kavram ve Teoriler, 1. Baskı, Ankara, Platin Yayınları, 2007, 304-305. Yılmaz, Muzaffer Ercan, “Suriye: Süreklilik ve Değişimin Çatışması”, Ortadoğu Analiz, Cilt 3, Sayı 30, Haziran 2011, s. 16. Tezler Arık, Erkun, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Ortadoğu Politikası’nda Türkiye’nin Önemi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara, Atılım Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Avrupa Birliği Ana Bilim Dalı, 2010, s. 5. Başak, Burak, Avrupa Birliği’nin Ortadoğu Politikası ve Bölgeye Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kocaeli, Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası Đlişkiler Ana Bilim Dalı, 2008, s. 5-6. Bayraktaroğlu, Ulaş, Ortadoğu’da Yeniden Yapılanma Sürecinde Kültür-Đktidar Đlişkileri (2003 Irak Savaşı Sonrası), Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2009, s. 83-122. Şimşek, Aslıhan Arslantürk, Ortadoğu’da Kimlik Sorunu ve Kıptiler, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Đstanbul, Marmara Üniversitesi, Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü, Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi Ana Bilim Dalı, 2010, s. 34. Đnternet Kaynakları Dursun, Davut, “Ortadoğu neresi? Sübjektif bir kavramın anlam çerçevesi ve tarihi”, Stradigma, Sayı 10, Kasım 2003, http://www.stradigma.com/index.php?sayfa=yazdir_makale&no=7, (08.08.2011). Yalçın, Đbrahim, “Ortadoğu’da Kaynayan Kazan ve Türkiye’yi Bekleyen Tehlike”, http://enginerkiner.org/index.php?option=com_content&view=article&id=1135:ortadouda-kaynayankazan-ve&catid=36:konuk-yazlar, (10.08.2011). Okant, Çişil, ” Gamze Çoşkun: Ortadoğu Halkları Yapabileceklerinin Farkına Vardı”, http://www.usak.org.tr/makale.asp?id=1946, (12.08.2011). “Kuzey Afrika’daki ve Ortadoğu’daki Halk Ayaklanmaları Neyin Habercisidir”, http://www.diyalektikbakis.com/neyin_habercisi.html, (12.08.2011). Semin, Ali, “Yeni Ortadoğu Modelinin Kuzey Irak’a Yansımaları”, http://www.bilgesam.com/tr/index.php/imagegallery/components/com_sectionex/themes/default/analizler/analizlerkafkaslar/images/stories/index.php?option=com_content&view=category&id=77&Itemid=150, (12.08.2011). 401 Kaynak, Mahir, “Ortadaoğu’daki Ayaklanmalar ABD Organizasyonu mu?”, http://www.muhalifgazete.com/7267-Ortadogu-daki-ayaklanmalar-ABD-organizasyonu-mu.htm, (13.08.2011). Ağca, Tamer, “Tunus Ortadoğu’ya Domino Etkisi Yaparsa”, http://www.haber365.com/Haber/Tunus_Ortadoguya_Domino_Etkisi_Yaparsa/, (13.08.2011). Çemrek, Murat ve Yazıcı, Amine, “Tunus, Mısır ve Libya: Bu Su Hiç Durulmaz”, http://www.sde.org.tr/haberler/1400/tunus-misir-ve-libya-bu-su-hic-durmaz.aspx, (27.08.2011). http://blog.milliyet.com.tr/Ortadogu_daki_isyanlar_ve_yoksulluk/Blog/?BlogNo=291142, (27.08.2011). Çoşkun, Gamze, “Ortadoğu’da Yıkılan Fildişi Kuleler ve Artan Dış Müdahale”, http://www.usakgundem.com/yazar/2029/ortado%C4%9Fu%E2%80%99day%C4%B1k%C4%B1lan-fildi%C5%9Fi-kuleler-ve-artan-d%C4%B1%C5%9Fm%C3%BCdahale.html, (27.08.2011). Sağır, Muharrem, ”Ortadoğu’da Sırça Köşkler Yıkılırken”, http://www.usakgundem.com/yorum/372/ortado%C4%9Fu%E2%80%99da-s%C4%B1r%C3%A7ak%C3%B6%C5%9Fkler-y%C4%B1k%C4%B1l%C4%B1rken.html, (28.08.2011). http://www.ntvmsnbc.com/id/25197352/, (08.10.2011). http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/ShowNew.aspx?id=17405752, (08.10.2011). Oytun, Orhan, “Ortadoğu’da Đsyan Dalgasının Son Durağı Suriye”, http://www.tuicakademi.org/index.php/kategoriler/ortadogu/1124-ortadoguda-isyan-dalgasinin-sonduragi-suriye, (09.10.2011). Şahin, Türel Yılmaz, “Suriye Olayları ve Türkiye”, http://www.kozanbilgi.net/forum-oku-33158suriye_olaylari_ve_turkiye.html, (10.10.2011). Dinçer, Bahadır, “Suriye Meselesi, Açık Sınırları Đfşa Ediyor”, http://www.usakgundem.com/yazar/2174/suriye-meselesi-a%C3%A7%C4%B1ks%C4%B1rlar%C4%B1-%C4%B0f%C5%9Fa-ediyor-2-.html, (10.10.2011). Erdurmaz, Serdar, “Libya ve Suriye’de ABD Tarafından Uygulanan Đki Faklı Yaklaşım”, http://www.turksam.org/tr/a2422.html, (10.10.2011). Şeyhanlıoğlu, Hüseyin, “Suriye Nereye Gidiyor”, http://israelkurd.com/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=330:israilkuerd&catid=38:politics, (10.10.2011). 402 Ayhan, Veysel, “Cisr El Şukur ve Hama Katliamları: Suriye Ne Yapmak Đstiyor”, http://www.tuicakademi.org/index.php/yazarlar1/76-veysel-ayhan-tum-yazilari/1803-cisr-el-sukur-vehama-katliamlari, (11.10.2011). http://www.internews.org/regions/mena/amr/syria.pdf, (11.10.2011). ORTADOĞU DEĞĐŞĐM SÜRECĐNDE YEMEN’DEKĐ SĐYASĐ YAPI Faruk Bozgöz∗ Özet Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde önemli bir rol oynayan Yemen, son zamanlarda Arap Devrimi olarak başlayıp Arap Baharı ya da Arap Reform Hareketleri olarak sürmekte olan Ortadoğu’daki değişim hareketlerinde de büyük rol oynamaya namzet ülke konumundadır. Gerek körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’ın güvenliği gerekse de Sünni Şii çekişmesi bağlamında Zeydiye Mezhebinin günümüz Đslam Dünyası’nın yeniden şekillenmesinde üstleneceği rol; stratejistlerin ve sosyal bilimcilerin farkına varamadıkları bir kapalılığı bünyesinde barındırmaktadır. Düşünsel bağlamda akılcı mutezilî-zeydî fikirlerin modern çağda radikal Đslamî akımlarla kesişmesi analistleri de aciz bırakan bir sonucu beraberinde getirmektedir. Hadramawt bölgesi, Sa’dâ bölgesindeki silahlı Hûtî Hareketi, siyasî ve sosyal proğramları ile Đhvan-ı Müslimîn (Müslüman Kardeşler)’e benzeyen ez-Zindânî önderliğindeki el-Islâh (Reform) partisi, her evde 3-5 silah bulunmasının doğal karşılandığı silahlandırılmış bir toplum, Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih yönetimindeki Hizbu’lMu’temer partisinin kabile ve aşiretler nazarında meşruiyetini kaybetmesi gibi hususlar bu bildirimizde ele alıp tartışacağımız önemli siyasi unsurlardır. Anahtar Kelimeler: Yemen, Hûtiler, Ortadoğu, Arap Baharı, Sa’dâ Bölgesi, Siyaset, Asabiye Giriş “Dünyada insanların en bahtsızı ve en çilelisi; ∗ Doç. Dr. Dicle Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Doğu Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Öğretim Üyesi 403 ya arslanın sırtına binen ya da Yemen’i yönetendir.” Yemenli şair Đbrahim el-Hadrânî1 Bernard Lewis'e göre bir millet, "ortak bir dille, ortak ataya, tarihe ve kadere inanç sayesinde bir arada tutulan bir grup insandır. Zorunlu olmamakla beraber bu insanlar genellikle kendi toprakları üzerinde ikamet eder ve genellikle egemen devlet sahibidirler. Eğer böyle değilse; beraberce kendi egemen bağımsızlıkları için çaba harcarlar."2 Bu tanım, modern çağdaki Arap ülkeleri ve yönetimlerini tam da özetleyen bir tanımdır. Zoraki “Bir arada tutulmaya çalışılan”, Osmanlı çöküşü sonrasında kurulmuş olan çağdaş Arap devletlerindeki, kuruluş aşamalarında tasarlanan sosyal, kültürel ve siyasî alanlardaki argümanların artık toplumu birarada tutmaya veya toplumun devletlerine olan bağlılıklarına yetmemeye başlaması; Arap Devletleri’nde bir “asabiye” krizi yaşanmaya başlandığının göstergesidir. Yukarıdaki tanımda vurgulanan ortak dil, ata, tarih ve kadere inanmışlık unsurları da artık Arap devletlerinin halkları ile barışık siyasî sistemler olmaktan çıkıp yeni arayışların eşiğine geldiğini göstermektedir. Ancak burada akla gelen soru; bu süreç geçicidir, acaba Arap halkları bu geçiş sürecinden sonra yeniden kendi kültürel kodlarında var olan unsurları temel alarak yeni oluşumlara gidebilecek midir? Çağdaş dünyanın modern değerlerini, insan haklarını kendi coğrafyalarında hakim kılabilecekler midir? Sati’ el-Huserî’ye göre, üç duygu; siyasî topluluğu yaratır: Milliyetçilik, Toprağa Bağlı Vatanperverlik ve Devlete Bağlılık. Ondokuzuncu yüzyılın başından bu yana oluşturulmaya çalışılan Arap devletlerinde de; milliyetçilik, vatanperverlik ve devlete bağlılık en önemli unsurlar olmuş ve aktif rol oynamıştır: Modern insan için anavatan, yurttaşlarının yaşadığı yerdir, devletin onun sadakati üzerindeki iddiası ulusun iradesinin tecessüm etmesi üzerinde temellenir.3 Bugünkü halk hareketlerinin başlangıcını oluşturan Tunus olayları ve gösterilerinde sloganlaşmış olan ve sonra da tüm Arap Baharı’nda haykırılmaya başlanan “Đrâdetu’l-Hayat / Yaşama Đsteği” şiirinin mısralarında 1 Đbrahim el-Hadrânî, 1917-2007 yılları arasında yaşamış Yemenli bir şairdir. Demar şehrinde doğmuş, eğitimini Sana’a’da tamamlamış, çeşitli gazete ve dergi editörlüğü yapmış, Dışişleri, Kültür Bakanlıklarında çeşitli görevler üstlenmiş, ayrıca Yemen Radyo ve televizyonunda da proğramlar yapmıştır. Bkz: “eş-Şairu’l-Kebîr Đbrahim el-Hadrânî”, http://www.m3n.net/vb/showthread.php?t=1608; Şiirin orjinali şu şekildedir: ووحشي إذا امتھنا صعب القياد ّ شعبي حمى ﷲ شعبي إن شرس تبغي بھا ﷲ أو ترضي بھا الوطنا فال ترم حكمه إال لتضحيّة ّ من يمتطي الليث أو من يحكم اليمنا فأتعس الناس في الدنيا وأنكدھم 2 Bernard Lewis, The Multiple Identities of the Middle East, New York, 1998, s. 7, 142. 3 Satı’ el-Huserî, Ârâ ve Ahâdîs fi’l-Vataniyye ve’l-Kavmiyye, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, Beyrut, 1985, s. 3. 404 dile getirilen ruh hali; sanki Arap coğrafyasında şimdiye kadar oluşturulmuş rejimlerin halkları yaşamayacak şekilde bunalttığının bir dışavurumu gibidir4. El-Huserî, Đngiliz ve Fransız düşünürlerinin, bir millet olmayı isteyen herhangi bir grubun millet olduğu yolundaki düşüncesine tamamen karşı çıkar ve “millet gerçekten var olan birşeydir: Bir insan istese de istemese de ya Araptır ya da Arap değildir.” der. Bu anlamda Renan'ın meşhur ulus tanımına da eleştiriler getirir.5 Ona göre milleti oluşturan en önemli unsur, başka bir ifade ile asabiye; geçmişte ortaklaşa büyük gururları paylaşmış olmak, şimdide ortak bir iradeye sahip olarak birlikte büyük işler yapmaya çalışmak ve gelecekte de büyük işler yapma arzusu taşımaktır. Düşünce tarihinde, siyasal egemenlikle toplum psikolojisi, toplumdaki birlik ve dayanışma dinamiği arasındaki etkili ilişkiye ilk kez dikkat çeken bilim adamı Đbni Haldun, Đslam dünyasındaki tarih ve devlet felsefesini bir asabiyet diyalektiğine dayandırır. Öyle ki ona göre, her yeni düşünce ve inanca karşı insanların doğasında bulunan olumsuz tepki gösterme eğilimi, zora başvurma biçiminde eyleme dönüşme istidadındadır. Dolayısıyla bir egemenliğin, hatta peygamberlik veya herhangi bir ideolojinin başarıya ulaşması öncelikle asabiyet ruhunun gücüne bağlıdır.6 Halduncu görüşe göre; devletler gibi “dinler ve şeriatlar” bile asabiyet desteğiyle kurulur, gelişir bu destekten yoksun kalınca da yıkılırlar. Asabiyet en ilkel şekliyle beşerin doğasında bulunan saldırı ve düşmanlık eğilimlerine karşı yine aynı doğadan gelen, akraba vb. yakınlara acıma duygusunun doğurduğu dayanışma eğilimidir. Gerçekte soy birliğinden başka bir deyişle organik yakınlıktan kaynaklanan, dolayısıyla en ileri derecesiyle ilkel (bedevi) topluluklarda bulunan asabiyet; toplumların yerleşik ve uygar (hadarî) 4 Şiirin tamamı çok uzundur. Ancak bizim konumuza ışık tutacak olan bölümü şu beyitlerdir: Birgün halk hayatı isterse, kaderin buna cevap vermesi, gecenin gündüze dönmesi, prangaların kırılması kaçınılmazdır. Her kimi yaşam arzusu kucaklamazsa hayatın ortasında toz duman olur gider. Ezip geçecek yokluk darbesine karşı yaşama sevincinin kendisini sarmadığı kimselere yazıklar olsun. Đşte kainat bana bunları söylemekte ve kainatın gizli ruhu bana bunları fısıldamaktadır. يب ال َقـدَر َ أرا َد ْال َح َيـاةَ َفال بُ ﱠد أنْ يَ ْست َِج َ ًإذا ال ّشعْبُ يَوْ َما َوال بُ ﱠد لل َق ْي ِد أَنْ َيـ ْنك َِسـر َوال بُـ ﱠد ِللﱠيـْ ِل أنْ َي ْن َج ِلــي ُ َْو َمنْ َل ْم يُ َعا ِن ْقهُ َشو ـر في َجوﱢ ھَـا َوا ْن َد َثـر َ ق ْال َح َيـا ِة َت َب ﱠخ صر َ ِْمن ِ ص ْف َعـ ِة ال َعـدَم ال ُم ْن َت ُ َف َو ْي ٌل ِل َمنْ لَ ْم َت ُش ْقـهُ ْال َح َياة َو َح ّد َثنـي رُوحُـ َھا ال ُم ْس َت ِتر ْ كَذلِكَ َقا َل ُ ـي الكَا ِئن َات َ ـت ِل Bkz: Ebu’l-Kâsım eş-Şâbbî, Divan, Beyrut, 2005, s. 70; Nimât Ahmed Fuâd, Şuarau Selâs, Kahire 1987, s. 184. 5 Satı’ el-Huserî, Ârâ ve Ahâdîs fi’l-Vataniyye ve’l-Kavmiyye, Merkezu Dirâsâti’l-Vahdeti’l-Arabiyye, Beyrut, 1985, s. 46 vd. 6 Günümüz Arap toplum yapısını iyi tanımak için Đbn Haldun’un düşünce ve eserlerini yakından tanımak gerekir. Yazarın kısaca hayatı; 27 mayıs 1332 Tunus’ta doğdu. Asıl adı Abdurrahman, babasının adı Muhammed’dir. Genellikle dedesi Haldun’un adıyla Đbni Haldun (Haldun oğlu) diye tanınmıştır. Güney Arabistan’ın veya günümüz Yemen Cumhuriyeti’nin Hadramawt yöresinden, önce 1362’de Đspanya’ya, oradan da Kuzey Afrika’ya göçerek Tunus’a yerleşmiş; bilim, düşünce, edebiyat ve siyasetle yakından ilgilenmiş olan eski ve soylu bir ailenin çocuğudur. Çok iyi eğitim alan Đbn Haldun, yirmi yaşındayken, Tunus’un yönetimini elinde bulunduran Beni Hafs hanedanından Sultan Ebu lshak’ın kâtipliğine getirilmiş ve bundan sonra Arap toplumunu çok yakından tanıyacağı çalkantılı siyasal yaşamı başlamış, bunu, Biskra, Fas, Gırnata, Bicaye, Tlemsen gibi merkezlerdeki benzer görevleri izlemiştir. Endülüs’ün Gırnata Emiri Ebu Abdullah Muhammed’in hizmetine girmiş daha sonra oradan ayrılarak Kuzey Afrika’ya dönmüş ve burada çok istediği haciplik (başvezirlik) görevini yürütmüş; bir yandan da öğretim faaliyetlerini sürdürmüştür. 1366’daki yönetim değişikliği üzerine görevden ayrılarak kabileler arasında dolaşmaya başlamış; muhtemelen, yazımını tasarladığı Mukaddime için veriler toplamak üzere, Bedevi yaşam tarzını incelemiştir. 303/1406 yılında Kahire’de vefat etmiştir. Bkz: Muhammed el-Hıdr, Hayatu Đbn-i Haldun, Kahire 1342, s. 1-50. 405 yaşama geçmeleri oranında gücünü kaybeder. Çünkü bu durumda çeşitli nesepler arasındaki homojenliğin zayıflaması ve giderek ortadan kalkması soy birliğini olumsuz yönde etkileyecektir. Nitekim en güçlü asabiyet, birbirine en yakın akrabalar (en-nesebü’l-hassa) arasında bulunur ve nesep uzak akrabaya (en-nesebü’l-âmme) yayıldıkça asabiyet de zayıflar. Đbni Haldun kendi dönemine kadar Đslam kültür ve uygarlığının egemen olduğu ülkelerdeki hanedan, kabile ve ulusların tarihi üzerinde yaptığı objektif inceleme ve tahlilleri sonucunda ilkel yaşamdan uygar yaşama; aile, aşiret, kabile birliklerinden devlet yapısına; kaba kuvvet döneminden hukuk devletine geçişin her aşamasında rol oynayan temel faktörün asabiyet dinamizmi olduğu sonucuna varmaktadır7. A. Yemen’de Kabileler Aşiret ve kabile yapısı, Yemen toplumsal hayatında temel bileşendir. Bu yüzden Yemen toplumunu kabile toplumu olarak adlandırmak mümkündür. Yemen’deki toplam kabile sayısı 200 civarındadır. Bunlardan 168 tanesi kuzey bölgesinde; geri kalanları ise güney bölgesindedirler. Genellikle dağlık bölgelerde yaşamaktadırlar8. Arap kabile tarihleri incelenirken (Đlmu’l-Ensab) pekçok Arap kabilesinin kökenlerinin Yemen kabilelerinden neşet ettiği tespiti yapılır. Kabile köken araştırmalarında soyun Yemen kabilelerine dayandırılması bir ayrıcalıktır9. Yemen şeyhleri, imâm unvanıyla bir veya birkaç kabileyi dinî ve siyâsî olarak idare ederler. Bunlardan bâzılarının halk üzerindeki nüfuzu daha fazla olup, kendilerine birkaç şeyh tâbi olduğu için Şeyhu’l-Meşayih unvanını taşırlar. “Arabistan’da, hele Yemen’de ünvan ve lâkabların, münasebet ve dostlukların kıymeti çoktur.10” Genelde bu büyük şeyhler Sana’a’da ikamet ederler. Ancak siyâsî anlaşmazlıklar ve krizler çıktığı zaman kendi kabileleri ve güvendikleri kabilelerle saklanabilecekleri ve savaşabilecekleri dağlık bölgelere çekilirler. Bunların başında Sa’da bölgesi gelir. Yemen tarihi boyunca kurulmuş olan üç tane Zeydî devletin kuruluş sürecinde bu bölge merkez olarak kullanılmıştır. Bu şehylerin hepsinin bağlandığı kişi Sünni devlet başkanının alternatifi olan Đmamet kurumu ve Đmam’dır. Ancak bu imamlık anlayışı Şiâ’daki imamlık anlayışından farklılık arzeder. Şeyhler halktan fitre ve zekât gibi vergiler alırlar. Çoğu zengin olduklarından etrafındakiler üzerinde iktisâdi bir baskı kurarak, onları istedikleri gibi istihdam ederler. Siyâsî mânadaki bu şeyhlik, babadan oğula geçer. Yemendeki kabilelerin sınıflandırılması en büyük kabileye (ed-Dâ’î el-Âmm) nispetle yapılmaktadır. Buna göre Yemen kabilelerini büyüklüklerini esas alarak altı kısımda tasnif edebiliriz: 7 Bkz: Muhammed Abid el-Câbirî, el-Asabiyye ve’d-Devle, Beyrut, 1992, s. 16-251. 8 Yemen toplumundaki kabilenin rolü ile ilgili daha geniş bilgi için bkz: Fadl Ebu Ganem, Adil eş-Şerbecî, Hasen Alî Muclî, “el-Kabîle fi’l-Yemen”, el-Mevsûatu’l-Yemeniyye, Muessesetu’l-Afif es-Sekâfiyye, IV.c., Sana’a, 2003, III., s. 2368-2376. 9 Ferac Necm, el-Kabîle ve’l-Đslam ve’d-Devlet, Tawalt, 2002, s. 21-29. 10 Mahmud Nedim Bey, Arabistan’da Bir Ömür; Son Yemen Valisinin Hatıraları, Đstanbul, 2001, s. 12. 406 1. Bekîl Kabilesi: Bekîl kabilesi Kuzey Yemen’deki en büyük kabilelerden birisi ve San’a, Amrân, Sa’de, el-Cevf ve Me’rib illerindeki nüfusun üçte ikisini oluştururlar. Ayrıca Đbb, Hacce ve Mahvît illerinde de büyük oranda nüfusa sahiptirler. Bekîl kabilesinin tümü Zeydî mezhebine mensuptur. Bu kabile aslında Hâşid kabilesinin bir kolu olan büyük Hemedân kabîlesinin bir alt kolu mesabesindedir. Gerçi kabilelerin aralarındaki akrabalıkları ayrık otu gibidir. Birbirine o kadar sarmaş dolaştır ki hangi kolun hangi kolla akrabalık ve bağları olduğunu çok net bir şekilde ayrıştırmak oldukça güçtür. Arap toplumlardaki sosyal hareketlilikleri iyi kavrayabilmek ve sosyolojik tahlillere gidebilmek için klasik Arap kültüründeki ilmu’n-nesebi (soykütüğü bilimini) bilmek faydalı olur. Bu kabile ile Hâşid kabilesi arasında devlete karşı konumlanma biçiminden tutun, Yemen’deki muhalefet, Đslâmî gruplar ve sol gruplarla ilişkilere varana kadar kıyasıya bir çekişme yaşanmaktadır. Aslında bu çekişmenin tarihi suikaste kurban giden eski Yemen başkanı Đbrahîm el-Hamdî’nin11 öldürülmesine kadar gider. Hâşid kabilesi taraftarları ve bugünkü Ali Abdullah Salih hükümeti, Bekîl kabilesi mensuplarını; Rafizî, Đran güdümündekiler ve Đmamet rejimini geri isteyenler gibi suçlamalarla itham etmektedirler. Bekîl kabilesi taraftarları ise Hâşid kabilesi mensuplarını rejimin kapısında dilenenler, yardakçılık yapanlar, Yemenlilerin atalarından tevarus aldıkları Zeydî mezhebi mensuplarını Suudi Arabistan’dan aldıkları maddi desteklerle sünnileştirdikleri, selefîleştirdikleri, eğitim kurumlarını bilerek sünni doktrine uygun müfredatlarla dizayn ettikleri gibi suçlamalarda bulunmaktadırlar. Bekîl kabilesinin arazileri kuzeyde Sana’a’dan başlar, doğuda el-Cevf vilayeti ve batı tarafta da Tihame’den itibaren Sa’da bölgesine kadar uzanır. Bu kabileye bağlı bilinen diğer kabileler ise Erhab, el-Hıdâ, Ens, el-Haymeteyn, Benî Matar, Dehm, Bert, Zu Muhammed ve Zu Huseyin’dir. Kabile şehyleri ise Abdulvehhab Sinan’dır. Sana’da ise bu kabilenin uzantısı olan Erhab kabilesi açıkça hükümete karşı tavrını koymuş ve zaman zaman da silahlı çatışmalara girmektedir. 2. Hâşid Kabilesi: Hâşid kabilesinin mevcut rejimle siyasal bağı çok güçlüdür. Bu kabilenin devletle ilişkisi, Đmamet rejiminin yıkılıp yerine Cumhuriyet rejiminin kuruluş aşamasındaki o geçiş döneminde (1962 yılında), ordu saflarına katılarak destek veren ilk kabîle olması hasebiyle büyük 11 Đbrahim Muhammed Hamdi (1943- 11 Aralık 1977), Yemen’de Đmamet rejimi yıkıldıktan sonra Yemen Arap Cumhuriyeti’nin 13 Haziran 1974-11 Aralık 1977 yılına kadar olan 3. Cumhurbaşkanıdır. Yemen’in Đbb vilayetinde doğmuş Hava Harp Okulu’nda eğitim görmüştür. Babası 1948-1962 yılları arasında Yemen hakimi olarak görev yapmış saygın bir kimsedir. Halk arasında, yönetimde olduğu sırada Yemen’in hızla geliştiği, körfez ülkeleriyle bile yarışır bir hale geldiği, diğer Arap ülkelerinde çalışan Yemenlilerin hak ve hukukunu savunduğu şeklinde intibalar vardır. Döneminde dikkat çeken önemli hususlardan birisi Suudî Arabistan’ın bölgedeki siyasetinden bağımsız bir siyaset izlemesidir. Bir diğer husus ise, Yemen devletindeki kabile etkinliklerini en aza indirmiş olmasıdır. 1975 nisanında Lübnan’da iç savaş çıkınca hemen Arap Zirvesi’ni acil toplantıya çağırmış ve özel bir Arap askerî birlik kurarak Lübnan’a müdahale etme fikrini teklif etmiştir. Daha sonra Güney Yemen’le birleşme fikrini dillendirmiş ve yeni kurulacak birleşik Yemen’de sosyalist anlayışın devlete hakim olma düşüncesini dillendirmiştir. Suikasta gitme sebebinin bu fikirleri olduğu söylenir. Zaten suikaste uğraması da Kuzeyli bir devlet başkanının Güney Yemen’e olan ilk ziyaret sonrasında olmuştur. Suikastte Suudî Arabistan ve Abdullah Ahmer’in yanısıra o zaman Babu’l-Mendeb’de bir askeri birliğin başında bulunan bugünkü Ali Abdullah Salih’inde parmağının olduğu iddia edilir. Ayrıca kabile şeyhleri de sosyalizme olan meyilinden dolayı kendisini kafirlikle suçlamaktaydılar. Bkz: “er-Reis eş-Şehid Đbrahim Muhammed Hamdi”, http://www.alhamdi.net/President/speech/element.php?IBLOCK_ID=44&SECTION_ID=196&ELEMENT_ID=1369 407 önem arzeder12. Eski Yemen Cumhurbaşkanı Đbrahim el-Hamdî’ye düzenlenen suikastta parmağı olduğu bilinen bir gerçektir. Bu suikasttan sonra kabilenin hükümetteki nüfuzu artmıştır. Nüfuzunun artmasında Suud-i Arabistan yönetiminin mali ve siyasî desteğini yanına aldığı söylenmektedir. Ayrıca bu kabilenin Suud-i Arabistan güdümünde Zeydîleri sünnileştirme operasyonunu sürdürdüğü şeklinde suçlamalarda bulunmaktadır. Bu kabile çatısı altında, Ali Abdullah Salih rejimi ile sıkı irtibat içerisinde olan diğer şeyhler ise Beytu’l-Ahmer, Cebel-i Yezîd, Erhab ve Iyâl-i Serîh şeyhleridir.13 Yemen’de bulunan kabilelerden Bekîl ve Hâşid kabileleri en çok politize olmuş olanlardır. Bu iki büyük kabile dışındaki kabile ve aşiretler ise, siyasî olaylarda bunlar kadar etkili değildirler. Bu iki kabîlenin nüfuz alanlarının bu kadar geniş olmasında sahip oldukları arazilerin genişliği ve verimliliği de büyük rol oynamaktadır. Zira, Yemen’de en verimli araziler bunların kontrolleri altında bulunmaktadır.14 Diğer kabilelere gelince, bu şartlarda bu kabilelerin hiçbir zaman etkili olmayacakları anlamına gelmez, zirâ; her kabîle diğer kabilelere üstün gelip hükümranlık alanını geliştirecek şartları kollar. Neseb bağı kabileler arasında vehmîdir ve güç unsuruna göre çok değişkendir (sanal). Şartlar oluşmadığı zaman, kendi hallerinde ve etkinlik alanları da kendi mıntıkalarındadır. Bu yüzden onların sadece isimlerini zikretmekle yetineceğiz. 3. Muzhıc Kabilesi: 4. Hımyer Kabilesi: 5. Kinde Kabilesi: 6. es-Sekaldî Kabilesi: Bu kabile, coğrafî olarak Yemen’in tam ortasındaki ed-Dâli’ bölgesinde konuşlanmıştır. Başkent Sana’a’dan Aden ve Hudeyde’ye giden kara yolları bunların nüfuz alanına giren bölgelerden geçer ve siyasî gerginlikler artınca bu bölgeden geçen yollar kesilir. Bu kabile 1967 yılında Đngilizlere karşı verdiği yaman mücadele ile tanınır ve bireyleri cesur, yiğit ve savaşçı olarak bilinirler. Kabilenin tanınmış en belirgin simaları Şeyh Muhammed Mukbil es-Sekaldî, Ahmed Mani’, Kasim Mus’id ve Yahya Muhammed es-Sekaldî’dir. Yemen kabileleri büyük bir ekonomik ve sosyal güce sahiptirler. Bu yüzden siyasî kararların alınmasında devleti etki altına almaktadırlar. Özellikle de kabilelerin devletin resmî ordusuna nispetle daha iyi silah donanmalarına sahip olmaları ellerini güçlendirmekte ve kabilelere geniş bir hareket alanı sağlamaktadır. Örneğin; Sana’a’da merkezi hükümetin hakimiyet kurabildiğini ancak, San’a 12 Bkz: Abdullah el-Beraddûnî, el-Yemen el-Cumhûrî, Sana’a, 2007, s.32. 13 Bkz: Muhammed ez-Zâhirî, “el-Kabîletu hiye ehemmu kiyânin fâilin fi’l-muctema”, Aralık, 2010, http://bakeel.net/articles.php?id=40 14 Bkz: Abdu’l-Melik el-Acerî, “en-Nizâmu’l-Đctimâî el-Kabelî ve Eseruhu ale’d-Devri’s-Siyâsî ve’l-Hadârî li’z-Zeydiyye fi’lYemen” , 408 dışına çıkınca bu hakimiyeti kaybettiklerini ve ordunun etkinliğinin yok denecek kadar azaldığını gözlemleriz. San’a şehrini meşhur Nukûm dağları çevreler. Bu dağların öte yakasındaki eteklerinde başta Benî Matar kabilesi olmak üzere birçok kabile yerleşmiştir. Bu kabileler Sana’a’daki hükümetlere desteğini çektikleri zaman, başkentin ve devletin diğer bölgelerle olan ilişkilerini kontrol altlarına alabilmekteler15. Kabileler arası rekabet her zaman olagelmiştir. Modern dönemdeki bu rekabet ortamı merkezi hükümetle olan ilişkileri de şekillendirmektedir. Yemen Araştırma merkezleri Yemendeki kalkınma, hizmet ve yatırım sektörlerindeki kabilelerin hükümetten pay kapma savaşının devleti işletemez hale getirdiğini belirtmektedirler. Bunun başlıca sebebi Devletbaşkanı Ali Abdullah Salih’in iktidara geldiği 1978 yılından beri sırtını bu kabilelere dayamış olması ve iktidardaki gücünün meşruiyetini onlardan alması fikrinde yatmaktadır. Ali Abdullah Salih iktidarı süresince, kabilelerle çatışmayı ve onlarla ters düşmeyi hiçbir zaman göze alamamıştır. Hatta kimi başarılarının arkasında kabilelerin kendisine verdikleri açık destekte yatmaktadır. Örneğin; iki Yemen’in birleşmesi sürecinde, Güney Yemen’deki sol grupların direnişini, Bekil ve Hâşid kabilelerinin gerekirse hükümet yanında onlara karşı silah kullanabilecekleri beyanı sonrasında kırabilmiştir. Ancak 1990 yılındaki iki Yemen’in birleşmesinden sonra ve 1994’te patlak veren ve Vahdet Savaşı olarak adlandırılan savaştan sonra, kabilelerin devlet üzerindeki nüfuzları giderek azalmaya başlamıştır. Meclis başkanı elAhmer’in vefatından sonra ise Ali Abdullah Salih kabilelerden aldığı desteği tamamen kaybetmiştir. Salih yönetiminde nüfuzunu kaybeden kabileler Şubat 2011’de başlayan protestolarla tekrar sahneye çıkmış ve Başkan Salih’in de mensubu olduğu16 Haşid ve Bekil kabileleri muhalefet saflarına geçerek muhalefet hareketlerine destek vermiştir. Bu iki kabile üzerinde en büyük etkinliğe sahip olan 35 yaşındaki Şeyh Hüseyin Abdullah el-Ahmer, yönetimdeki Hizbu’l-Mu’temer eş-Şa’bî partisine olan desteğini açıkça çektiğini ilan ederek istifa etmiştir. Bununla da yetinmeyerek muhalefet hareketlerini desteklemeye başlamış ve rejime muhalif olanların saflarına katılmıştır. Kabilelerin Yemen’deki siyasî partilerle bağlantılarına ve hükümet üzerindeki nüfuzlarına başka bir örnek ise; 13 Eylül 1990 yılında vefat eden eski meclis başkanı Şeyh Abdullah bin Hüseyin el-Ahmer’in Hizbu’t-Tecemmu el-Yemenî li’l-Đslah partisine önderlik ederek birkaç defa seçimlere girmesi ve her seferinde de seçilerek Yemen Meclis Başkanlığı görevine Ali Abdullah Salih’in partisinin desteğini de alarak gelmiş olmasıdır. Đktidar partisinin en büyük rakibi olan muhalefet partisi Đslah’ın milletvekili olarak meclise girmesine rağmen el-Ahmer’in her seçilişinden sonra Ali Abdullah Salih’in partisi el-Mu’temer’in de oylarını ve desteğini alarak meclis başkanı seçilmesi Başkan Salih’in siyasî dengeleri gözettiğinin ve kabilelerin gücüne nasıl boyun eğdiğinin en bariz 15 Bkz: Fadl Ebu Ganem, Adil eş-Şerbecî, Hasen Alî Muclî, “el-Kabîle fi’l-Yemen”, el-Mevsûatu’l-Yemeniyye, Muessesetu’lAfif es-Sekâfiyye, IV.c., Sana’a, 2003, III., s. 2368-2376. 16 Ali Abdullah Salih, Hâşid kabilesinin alt kolu olan el-Usaymât el-Hemedânî kabilesine mensuptur. Bkz: “es-Sîra ez-Zâtiyye li Ali Abdullah Salih” http://www.hdrmut.net/vb/t289383.html , (11 Ocak 2011). 409 örneğidir. Zirâ; el-Ahmer Hâşid kabilesinin şeyhi ve aynı zamanda da Đhvan-ı Müslimîn’in Yemen kolu sayılabilecek Yemen’deki güçlü Đslâmi partilerin de en büyük lideri idi. Diğer taraftan bu kabilelerin, son yıllarda, Yemen’deki yabancıları kaçırıp serbest bırakmak için Yemen hükümeti ile pazarlıklar yaparak maddi menfaatlar elde ettikten sonra ellerindeki yabancı rehineleri serbest bırakma yoluna gitmeleri de devlet üzerinde kurdukları otoritenin ilginç bir örneğidir. Böylesi olaylar karşında hükümetin tutumu; uluslar arası imajını kaybetmeme ve kabileleri tamamıyla karşısına alamama adına bu pazarlıklara açık olmak şeklindedir.17 B. Yemen’in Yakın Dönem Kısa Siyâsî Tarihi Yemen’in yakın tarihine bugünkü siyasî olayları ilgilendiren boyutları gözönünde bulundurarak kısaca göz attığımızda Osmanlılar dönemi de dahil büyük bir çekişme, iç karışıklık ve istikrarsızlık görürüz. Bunda Yemen’in kabile/aşiret yapısına dayanan sosyal dokusu ve gerilla savaşına uygun coğrafi yapısı önemli rol oynar. Osmanlılar 1517'den sonra Yemen'e girmişler, Yemen şehirlerini tek tek ele geçirerek 1538'de de Tahiriler yönetimine son vermişlerdir. Yemen'in Osmanlıların eline geçmesinden sonra da buradaki Zeydi imamların dini otoriteleri devam etmiştir. Zeydî mezhebinde belirgin bir şekilde öne çıkan “el-Hurûc ale’l-Đmam / Đmam’a veya yöneticiye karşı ayaklanma” dinî anlayışından Osmanlı yönetimi de nasibini almış, hatta Osmanlının hızlı toprak kaybına ve yıkılışının hızlanmasına neden olmuştur. Günümüz Yemenindeki muhalefet hareketlerinin sistematize olarak siyasallaşması sürecinin başlangıcını Osmanlı dönemi ile ilintilendirsek yanılmış olmayız. 18. yüzyılın sonlarına doğru Portekizli, Fransız ve Đngiliz sömürgeciler Yemen'i ele geçirmek için bazı saldırılarda bulunmuşlardı. Ancak Osmanlı güçleri bunlara pek fırsat vermemiş, bunun üzerine Đngilizler 19. yüzyılın başlarından itibaren Aden Körfezi'nde deniz güçlerini artırmışlar, 1839'da da Aden'i işgal etmişlerdir. Burayı üs edinen Đngilizler daha sonra Güney Yemen olarak bilinen bölgeyi işgal etmişlerdir. Türkiye Lozan anlaşmasında Kuzey Yemen'in bağımsızlığını ve Güney Yemen'in Đngiliz işgaline geçmesini resmen tanımış, Kuzey Yemen'in bağımsız olmasından sonra yönetim Zeydî imamlara geçmiştir. Osmanlı Devleti'nin Yemen üzerindeki hâkimiyetinin son bulduğu tarihte Zeydilerin dini lideri olan Đmam Yahya 24 Şubat 1924'te kendisini Yemen kralı ilan etmiştir. Onun yönetimi 14 Şubat 1948'de öldürülmesine kadar sürdü18. Yemen’i işgal etmek amacıyla gelen Portekiz, Fransız ve Đngilizler buralarda kendilerine dost kabileler edinmişler ve bunları silahlanmışlardır. Osmanlılarda bölgeden çekilirken ellerindeki Osmanlı ordusuna ait silah ve mühimmatları işgalci güçlere karşı direnişe geçen Đmam Yahya’ya bırakmıştır. Bu yüzden Yemen 17 Bkz: “el-Kabailu’l-Yemeniyye”, 03/03/2011 http://aljazeera.net/portal/templates/Postings/PocketPcDetailedPage.aspx?GUID=%7B148B2E18-1099-46E2-9E38A63225486015%7D&No=1, 18 Bkz: Abdullah el-Beraddûnî, el-Yemen el-Cumhûrî, Sana’a, 2007, s.32-37. 410 halkı sürekli silahlanmaya devam etmiş ve güçlü bir merkezi hükümette kurulamayınca kabileler elindeki bu silahları bir türlü kontrolü altına alamamıştır. Öldürülmesinden sonra saltanata oğlu Ahmed geçti. Onun 18 Eylül 1962'de saltanattan çekilmesi üzerine yerine oğlu Seyfulislâm geçti. Seyfulislâm sadece dokuz gün tahtta kalabildi ve 27 Eylül 1962'de gerçekleştirilen darbeyle tahttan indirilerek cumhuriyet rejimi ilan edildi ve Abdüssellâl cumhurbaşkanı yapıldı. Ancak bu olay ülkeyi bir iç savaşa soktu ve bu iç savaş Đmam Seyfulislâm'ın 1967'de saltanattan tamamen feragat etmesine kadar sürdü. 5 Kasım 1967'de Kadı Abdurrahman Đryani cumhurbaşkanı seçildi. Onun yönetimi 1974 Haziran'ına kadar sürdü. Yerine Đbrahim Hamdani geçti ve 6 Şubat 1978'e kadar görevde kaldı. 6 Şubat 1978'de hâlen bu görevi yürütmekte olan Ali Abdullah Salih cumhurbaşkanlığına geçti. Arap dünyasının ilk komünist devleti olan Güney Yemen'in adı 30 Kasım 1970'de Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti olarak değiştirildi. Sâlim Rubai Ali de devlet başkanı oldu. Devlet başkanlığına 1978'de Ali Nasır Muhammed getirildi. Aynı yılın Aralık ayında Sosyalist Parti genel sekreteri Abdülfettah Đsmail devlet başkan oldu. 1980'de Ali Nasır Muhammed yeniden devlet başkanı oldu. 12 Ocak 1986'da komünistler arasında bir silahlı çatışma çıktı ve Ali Nasır Muhammed'in taraftarları yenilgiye uğratıldı. Bu olaylardan sonra Haydar Ebu Bekir el-Attas devlet başkanı, Ali Sâlim el-Beyd'de iktidarı elinde tutan Sosyalist Parti'nin genel sekreteri oldu. Đki Yemen Nisan 1990'da bir birleşme anlaşması imzaladı ve bu anlaşma uyarınca 22 Mayıs 1990'da birleşme gerçekleştirildi. Anlaşma 22 Kasım 1992'ye kadarki sürenin geçiş süresi olarak kabul edilmesini, bu sürenin bitiminde seçim yapılmasını ve geçiş dönemi sonrası idari mekanizmasının bu seçim sonuçlarına göre belirlenmesini öngörüyordu. Geçiş döneminde birleşik Yemen'in cumhurbaşkanı Kuzey Yemen cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih, cumhurbaşkanı yardımcısı Güney Yemen Sosyalist Parti lideri Ali Sâlim el-Beyd, başbakanı da Güney Yemen cumhurbaşkanı Haydar Ebu Bekir el-Attas olacaktı. Ancak Sosyalist Parti geçiş dönemi sonunda yapılacak seçimlerde bir başarı elde edemeyeceğini anlayınca seçimin ertelenmesini ve kendisine seçim sonrası için bazı garantiler verilmesini istedi. Yapılan gizli görüşmeler sonunda seçimler 27 Nisan 1993'e ertelendiyse de Sosyalist Parti istediği garantileri alamadı. Seçimlerde de önemli bir başarı gösteremeyince parti lideri Ali Sâlim el-Beyd Kuzeyli yöneticileri çeşitli şekillerde itham etmeye başladı ve çok geçmeden başkent San'a'yı terk ederek Aden'e yerleşti. Bu olayları izleyen ithamlar 20 Şubat 1994'te silahlı çatışmaya dönüştü ve Yemen yeni bir iç savaşın içine sürüklenmiş oldu. Güney Yemen tarafı 12 Mayıs 1994'te Kuzey'den ayrıldığını bildirerek bağımsızlığını ilan ettiyse de Kuzey Yemen yöneticileri bunu kabul etmeyerek isyancı Güney Yemen birliklerinin mevzilerine yönelik saldırılarını şiddetlendirdiler. Temmuz 1994 411 başlarında da Güney Yemen'in başkenti Aden'i ele geçirerek bütün Yemen'i yönetimleri altına aldılar. Böylelikle Kuzey Yemen ve Güney Yemen tek Yemen Cumhuriyeti adı altında birleşmiştir.19 Bugün Yemen Cumhuriyeti ülkeyi; 21 il olarak idarî taksimata tabi tutmuştur. C. Sünnîlik/Şiîlik ya da Hilafet/Đmamet Anlayışının Siyasî Tezahürleri Đslam Siyasî Kültür Tarihi'nde, klasikleşmiş bulunan Kadı Maverdi'nin çalışmasının, yaşadığı döneme kadar Hilafet üzerine yapılan bütün müzakereleri gözönünde bulundurarak sünni doktrini çerçevesinde hilafet teorisini kodifiye edip son şekliyle ortaya koyduğu kabul edilir20. Tarihte, Đslam toplumlarının genelde ümmet, özelde de şeriat kavramlarının muhtevası üzerine kurulması, tarihsel gelişiminin de ilâhî olarak yönlendiriliyor olarak kabul edilmesi ve ümmetin hak üzere sürekliliğinin icmanın güvenilir otoritesiyle teminat altına alınmış olması, sünni doktrinin esasıdır. Bu sebeple, siyasi yapının meşruluğunu her nesile yeniden göstermek kamu vicdanının koruyucuları olan hukukçuların görevlerinden birisidir. Onların görüş açılarına göre bu mesele, esasen kurum olarak şeriatın üstünlüğünün sembolü olan hilafet konusuna bağlıdır. Birbiriyle oldukça bağdaşık bu iki sorun, büyük oranda temel iddiası "Sünnî toplumun yanlış halifelere bağlılık sunarak Đslam'ın gerçek çizgisinden ayrıldığı ve bunun sonucunda günah içerisinde yaşadığı" şeklindeki düşünceleri ile ortaya çıkmış olan rakip Şia ve Haricî grupların polemikleri hatta kimi zaman da sünni doktrine bağlı mezhepler arasındaki polemikler sonucu ortaya çıkmıştır21. Bu saldırıları karşılamak gayesiyle, hukukçuların gayretleri mecburen güncel konumu aklamaya yönelmiştir. Đslam toplumlarında, genellikle mezhepler ortaya çıktıkları ilk dönemlerinde günümüzdeki sivil toplum kuruluşları misyonunda muhalefet görevini üstlenerek, resmi devlet ideolojilerine muhalif bir misyon üstlenerek faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Đslam tarihindeki bellibaşlı mezhepler, önce muhalefetle kamuoyu nezdinde kendilerini kabul ettirmişler, sonra da resmi otoritelerle uzlaşma yoluna giderek devlet yönetimlerinde etkin söz sahibi olmuşlardır. Mesela Đslam uygarlık tarihindeki Şuubiye isyanlarını buna örnek verebiliriz. Şuubiye isyanları olarak tarihte yerini almış, bürokratların Arap karşıtı polemikleri 10. yüzyılın ilk yarısında zirveye ulaşmıştı. O zamanlarda entellektüellerin ve bürokratların bu tavırları şuubi terimi ile isimlendiriliyordu, ama bu ismin onlara taraftarlarınca mı yoksa rakiplerince mi verildiği kesin değil gibi duruyor, terimin kendisi yeni değildi, tam zıddına, sıklıkla olduğu gibi eski bir terimin yeni bir kullanım için değiştirilmiş haliydi. Orijinal şuubiye, dini tabanda, hiç bir kabile veya ırkın üstünlük mirası olmadığı doktrinini ortaya koyan ve özelde Kureyş'in Hilafet'te kalıtsal hakka sahip olduğu fikrine karşı çıkan Haricilerdir. Aslında “Hepsi 19 Yemen’in yakın tarihi için Bkz: Muhammed Abduh vd., el-Yemen fî Mieti Aam, Sana’a, 2002, 372 s. 20 Hamilton A. R. Gibb, Đslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, Endülüs Yayınları, Đstanbul, 1991, s. 157. 21 Metin Bozan, “Đmamiyye’de Đmamet Nazariyesi’nin Teşekkül Süreci, (Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2004, s. 99 vd. 412 kureyşten oniki imam”22 rivayeti ile Şiiler de burada -özellikle Đmamiyye-, imametin Kureyş’ten olması gerekliliğini23 12 iki imama tahsis ederler24. Harici şuubiler Arapların üstü kapalı herhangi bir üstünlüğüne saldırırken, aynı şekilde herhangi bir Đranlı üslünlüğünü de reddediyorlardı; fakat onuncu yüzyıl şuubileri Đranlıların yada bir diğer Arap olmayan ırkın, Araplardan üstün olduğunu iddia ediyor ve iddialarını sosyal ve kültürel olan, ama, dini olmayan delillerle savunuyorlardı25. Şia grupları arasında, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e en yakın ve en mutedil olan grup Zeydîlerdir. Bunlar, imamları nübüvvet derecesine yükseltmemişler, hatta onları Peygamberlere yakın bir mertebeye dahi yükseltmemişlerdir. Onların da diğer insanlar gibi olduklarını, ancak Peygamber'den sonra gelen en faziletli insanlar olduklarını kabul etmişlerdir. Peygamber'in ashabından kimseyi tekfir etmemişler, özellikle de üçüncü halife Ali'nin kendilerine biat ettiği ve imamlıklarını kabul ettiği sahabelere saygı göstermişlerdir. Zâlim Sultana Đsyan (Huruç ale's-Sultan) Meselesi: Yemen’de Zeydiye mezhebine mensup kimselerin tereddütsüz devlete başkaldırılarında etkin unsur “Zalim Sultana Đsyan edilebileceği, hatta, aynı dönemde iki Đmam’ın / devlet başkanının olabileceğine” dair mezhepsel düşünceleridir. Müslümanların zâlim ya da Şeriat'in sınırlarını aşan bir yöneticiye karşı ayaklanmalarının caiz olup olmadığı konusu Sünni ve Şiî mezhepler arasında tarih boyunca hep polemik konusu olmuştur. Bu konuda Sünnîlerin kendi aralarında da ihtilafları vardır. Ehl-i Hadis'in büyük bir kısmı zalim yöneticinin zulmüne karşı sesini yükseltmeye, düşündüklerini onun nezdinde söylemeye cevaz veriyorlar, ancak meşru hakları gaspetse, zalimce kan dökse ve hudutları aşsa bile ona karşı ayaklanmanın caiz olmadığını savunuyorlardı. Ancak Ebu Hanife'ye göre zalimin hilafeti temelde yanlıştır, desteklenemez. Yıkılması gerekiyor. Ona karşı isyan etmek halkın sadece hakkı değil, görevidir de. Böyle bir isyan sadece caiz değil aynı zamanda zorunludur. Ancak, zâlim ya da mütecaviz halifenin yerine, âdil ve faziletli bir yöneticinin getirilmesi ön şartını koşar. Ayrıca, insanların ölmesi ve iktidarın yitirilmesi şeklindeki bir kötü sonucun önlenmesi için gereken her tedbir alınmış olması gerekir. D- Yemen’de Hûtîler 22 Bkz. es-Sadûk, Muhammed b. Ali b. Hüseyin Ebî Ca’fer Đbn Bâbeveyh el-Kummî (381/991), Uyûnu Ahbârı Rızâ, thk. Müessesetu’l-Đmam Humeynî, Meşhed 1413. s. 170. 23 Bu rivayet, Hz. Peygamber’e nispet edilen bir hadistir. Hadis Sünnilerin temel hadis kitaplarında da geçmektedir. Bkz. Ahmed Đbn Hanbel, Ebû Abdillah eş-Şeybânî (241/855), Müsned, Mısır trz., V, 86, 87; Buhârî, Ebû Abdillah Muhammed b. Đsmail (256/870), es-Sahîh, Đstanbul 1981, VIII, 127 (93. Ahkâm, 51); Müslim b. Haccâc, Ebu’l-Hüseyin el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî (261/874), es-Sahîh, thk. Mahmut Fuâd Abdulbakî, Đstanbul 1981, III, 1452 (5. Đmâre, 5-10). 24 Bu hususta değerlendirmeler için bkz. Murtazâ, Şerif Ebi’l-Kâsım Ali b. Hüseyn el-Mûsevî (432/1044), eş-Şâfi fi’l-Đmame, thk. es-Seyyid Abdu’z-Zehrâ el-Hüseynî el-Hatîb, Tahran, 1987, III, 183. 25 Bkz. Hamilton A. R. Gibb, Đslam Medeniyeti Üzerine Araştırmalar, s. 81-82; Corci Zeydan, Medeniyet-i-Đslâmiyye Tarihi, IV, s. 257-258; Mustafa Kılıçlı, Arap Edebiyatında Şuûbiye, Đşaret Yayınları, Đstanbul, 1991, s. 71-88. 413 Yemen’deki Hûtîlerle ilgili basında çıkan haberler, uzun bir süre kamuoyunu meşgul ettikten sonra unutulmaya yüz tutmuştu. Ancak son dönemdeki Tunus ve Mısır halk ayaklanmaları sonrasında değişim sırasının artık Yemen’e geldiği belli olunca bu ülkedeki tüm siyasî güçlerin bir şekilde bu değişimlerde rejimin yanında veya karşısında rol alacağı gerçeği gözleri ister istemez Hûtîlere de çevirmiştir. Zirâ; Hûtîlerin devlete karşı olan muhalefetleri uzun yıllara dayanmaktadır. Hatta geçen yıllarda Hutîlerin 6. savaşları kamuoyunu uzun süre meşgul etmiştir. Yemen’deki değişim rüzgarlarında Hûtîlerin önemli bir rol oynayacağı gerçeği kaçınılmaz gözükmektedir. Hûtîlerle ilgili sağlıklı değerlendirmeler yapmak için Yemen tarihini, sosyal, dini ve siyasi yapısını bilmek gerekir. Bu anlamda sözü uzatmayacağız, ancak, tarih boyunca Zeydîliğin Yemen’deki rolünü iyi bilmek ve bu mezhebin siyâsî tutumlarını iyi kavramak günümüz Yemen’indeki siyasi reflekslerin nasıl olacağını bilmek açısından büyük önem arzetmektedir. Hûtîlerle ilgili basında çıkan haberlerin çoğu insanların akıllarını karıştırmakta, özellikle Türkiye’deki değerlendirmeler yüzeysel ve gerçekleri yansıtmamaktadır. Kimdir bu Hûtîler? Ne zaman ortaya çıkmışlardır? Neleri hedeflemektedirler? Niçin Yemen hükümeti ile savaşa tutuşmuşlardır? Ortaya çıkışlarında ve oynadıkları rolde Yemen dışındaki güçlerin etkisi var mıdır? Bunu cevapları bize, 2009 yılında Lübnan’da çıkan en-Nehar gazetesinin, hareketin lideri Abdulmelik Bedreddin el-Hûtî ile yaptığı bir röportajdan alınan şu bölüm verecektir: “6. savaşın tekrarlanmasındaki sebepler arasında; yönetimin halkını koyun sürüsü olarak görmesi, onlara yasal haklarını vermemesi, acımasız ve sert muamelelerde bulunması, dinde olmayan ya da kanun ile anayasanın tanımadığı bir çok şeyi halka dayatması yer almaktadır. Yönetim bunları halkının onur ve çıkarları aleyhinde, siyasi ve maddi istekleri gerçekleşebilsin diye dayatmaktadır. Buna bir de şu anki Ali Abdullah Salih yönetimin kapı açtığı dış müdahale eklenmektedir. Yönetim çoğunlukla yalan iddialarla uluslar arası ve bölgesel güçleri bizimle korkutmaya çalışmaktadır. Amerika ve Suudî Arabistan’a radikal Đslam’a karşı onların yerine savaşıyormuş görüntüsü verdi. Bunu onların desteklerini ve yardımlarını kazanmak amacıyla, iktidarda daha uzun yıllar kalmak amacıyla yapmıştır. Kesin ve gerçek emeller hatta bu makamların nüfuzlarını dayatmak için uygulamakta oldukları projeler de Amerika, Đsrail ve Arabistan’ın durumunda olduğu gibi- bizim savaşımızı başlatmamızı zorunlu kılmıştır. Bu sebebin, yönetimi kuzey eyaletlerinde yaşayan halkına karşı zalimane, tehlikeli ve felaket kararı almaya sevk etmede önemli rolü vardır.”26 Yemen tarihi incelendiğinde Zeydî hareketlerin Yemen’de kurulan yönetimlerde asırlar boyu çok önemli roller üstlendiği bilinmektedir. Modern dönemdeki Yemen’in yakın tarihine bakıldığında 26 Bkz: “Hivar maa Abdilmelik el-Hûtî”, http://www.annahar.com/media/images/Tue_pix/arab/p10-01-23871.jpg http://www.manaar.com/vb/archive/index.php/t-22120.html (12 Aralık 2009) 414 ise Zeydilerin, cumhuriyet öncesi Đmamet yönetiminde topluma yön veren en önemli dînî-siyasî güç olduğunu ve 1962 yılında gerçekleşen ve “Sevrutu’l-Yemen / Yemen Devrimi” olarak nitelendirilen çağdaş Yemen’in kuruluşundan sonra iktidardaki rollerinin gitgide azaldığını görürüz. Đslam Mezhepler Tarihi alanındaki araştırmalar; Yemen’deki Zeydîye’nin; Đran, Irak ve Lübnan’da yayılmış olan 12 imam anlayışına sahip Şiî mezheple olan bağlarını ve farklılıklarını ortaya koyar. Burada dikkat çekilmesi gereken hususlar; mevcut yönetimin Şia’nın Temelleri, Şiâ’nın nüfuz alanları ve etkinliği, Şia’nın Tehlikesi ve Yemen’in Şiîlik karşısındaki toplumsal ve siyasî olarak konumu ve tutumu. Araştırmacıların genel olarak dile getirdikleri gibi Yemen Zeydîleri; gerek akaid noktasında olsun gerekse de muamelatta olsun Şiâ’dan daha çok Sünniliğe yakın bir çizgide bulunmaktadır. Ancak bu genelleşmiş tespitte gözden kaçırılan önemli bir husus; benzerliğin daha çok ilahiyat geleneğinde “muamelât / pratik uygulamalar” diye nitelendirilen noktalarda olduğu, siyâsi ve düşünsel olarak ise daha çok mutezile/murcie/şiî ağırlıklı bir anlayışa sahip olduklarıdır. Kendilerindeki “Hurûc ale’l-imam / yöneticiye karşı çıkma” fikri mezheplerinin nasıl siyasî bir kimliğe bürünmüş olduklarının bir göstergesidir. Son zamanlarda, Yemen’in, özellikle de Zeydî Đmamlar Devletlerinin kuruldukları bölge olan Sa’da’da mukim olan Hûtîlerin dünya gündemine oturması ve bizimde bu süreçte Yemen’de bulunuyor olmamız böyle bir konu hakkında bildiri hazırlamamıza uygun şartları oluşturdu. Sa’da, Yemen’in başkenti Sana’a’ya 242 kilometre uzaklıkta olan dağlık bir bölgedir. Çetin coğrafî şartları, zorlu savaşlar için adeta biçilmiş bir kaftandır. Bölgenin, Suudi Arabistan’a ve körfez ülkelerine olan yakınlığı ve dolayısı ile jeo-stratejik önemi, gelecekte Yemen’in Afganistan gibi bitmeyecek bir karışıklık ve iç savaşa sürüklenmesiyle zengin Arap ülkelerinin geleceklerini tehdit edecek bir savaş ve çatışma alanına dönmesini kaçınılmaz gibi göstermektedir. Zira; Çağdaş Yemen tarihi göz önünde bulundurulduğunda, 1962 yılından beri Sa’da bölgesinde Zeydî düşünceye mensup kimseler tarafından altı ayaklanmaya şahit olunmuştur. Tarih boyunca bölgede kurulan Zeydî devletler de düşünüldüğünde, dünyanın yedinci genç nüfus artışı, medeniyetin imkânlarından asgari derecede faydalanan kabileleri ve gerilla savaşlarına uygun jeolojik yapısı ile bölgeyi mevcut Arap rejimleri açısından istikrarsız hale getirebilecek bir potansiyel gözlemlenmektedir. Genelde Yemen, özelde Sa’da’daki bu kabilelerin tarih içerisinde bu bölgedeki devletlerin kuruluş ve yıkılışlarında nasıl bir rol oynadıklarını görmek açısından tarihten günümüze uzanan Zeydî hareketlere iyi vakıf olmak siyasî açıdan büyük önem arz etmektedir. E- Yemen’de Siyâsî Partiler Aşağıda Yemen’deki siyasi partilerin isimleri sıralanmıştır. Ancak bunlardan en önemlisi; Ali Abdullah Salih’in önderliğindeki Hizbu’l-Mu’temar eş-Şa’bî Partisi ile Đhvân-ı Müslimîn’in devamı sayılabilecek Hizbu’t-Tecemmu’l-Yemenî li’l-Đslâh (Reformist Yemen Birleşik Partisi)’dir. Sol partilerin çoğunluğu Güney Yemen kökenlidir. Başka bir araştırmada bunlarla ilgili ayrıntılı bilgi sunulacağı için sadece partilerin adlarını sıralamakla yetineceğiz. 415 1. Hizbu’l-Mu’temar eş-Şa’bî27 2. Hizbu’t-Tecemmu’l-Yemenî li’l-Đslâh (Reformist Yemen Birleşik Partisi) 3. El-Hizbu’l-Đştirâkî el-Yemenî (Yemen Sosyalist Partisi) 4. Et-Tanzîmu’l-Vahdevî eş-Şa’bî en-Nâsırî (Nasırcı Halk Birlik Örgütü) 5. Hizbu Rabitati Ebnâi’l-Yemen (Yemenlileri Birleştirme Partisi) 6.Hizbu’l-Ba’si’l-Arabîyyi’l-Đştirâkî (Sosyalist Arap Diriliş Partisi) 7.Đttihadu’l-Kuva’ş-Şa’biyye (Halk Güçleri Birliği) 8.Hizbu’l-Hakk (Hak Partisi, Parti Đşleri Komisyonu tarafından feshedildilmiştir.) 9.Et-Tecemmu’u’l-Vahdevî el-Yemenî (Birlik Taraftarı Yemen Topluluğu) 10.Hizbu’l-Hadr el-Yemenî (Yemen Hıdr Partisi) 11.El-Hizbu’n-Nasırî el-Yemenî (Yemen Nasırcı Parti) 12.Tanzîmu’t-Tashîh eş-Şa’bî en-Nâsırî (Nasırcı Halkçı Düzeltme Partisi) 13.Hizbu Cebheti’t-Tahrîr (Özgürleştirme Cephesi Partisi) 14.El-Hizbu’l-Kavmî el-Đctimâî (Sosyal Milliyetçi Parti) 15.El-Cebhetu’l-Vataniyyetu’d-Demoratiyye (Millî Demokratik Cephe) 16.Hizbu’t-Tahrîru’ş-Şa’bi’l-Vahdevî (Birlik Yanlısı Halk Kurtuluş Partisi) 17.Hizbu’l-Vahdeti’ş-Şa’biyyeti’l-Yemenî (Yemen Halkçı Birlik Partisi) 18.Hizbu’ş-Şa’bi’d-Dîmukratî (Demokratik Halk Partisi) 19.Et-Tanzîmu’s-Septmberî ed-Dîmukratî (Demokratik Eylülcü Parti) 20.El-Đttihâdu’d-Dîmukrâtî li’l-Kuvâ’ş-Şa’biyye (Halk Kuvvetleri Demokratik Birliği) 21.Hizbu’r-Râbitati’l-Yemeniyye (Yemenli Birleşme Partisi) 22.Hizbu’t-Hahrîr el-Đslâmî (Đslâmî Özgürleştirme Partisi) Yemen’de gerek sosyalist hareketler olsun gerekse de dînî hareketler olsun milliyetçi söylemlerden uzak kalamamaktadırlar. Genelde Arap dünyasında özelde de Yemen’deki siyasî partilerin Arap Milliyetçiliği bağlamında kullandıkları bazı terimler ve Arapça orjinal karşılıkları şunlardır: el-Kavmiyyetu’l-Arabiyye (Arap milliyetçiliği), el-Uruba (Arapçılık), el-Vahdetu’lArabiyye (Arap Birliği), el-Đttihâdu’l-Arabî (Arap Birliği,), el-Đklimiye (Bölgecilik) ve el-Vataniye (Devlet Vatanseverliği), el-Vatanu’l-Arabî (Arap Vatanı). Bu terimler, Arap liderlerinin söylevlerinde, radyo ve gazete başmakalelerinde, siyasal kitap ve broşürlerde yer alan Arapça metinlerde sürekli kullanılırlar. Fakat bu metinlerin herhangi birinde Pan-Arapçılığın doğrudan karşılığı olan elUrubetu’ş-Şâmile’yi bulmak çok zordur. F. Hadramavt 27 Geniş bilgi için bkz: http://www.almotamar.net. 416 Güney Yemen’in doğusundaki bir vadi olan ve efsenevi Şibam, Terîm ve Seyuun şehirlerini kapsayan Hadramavt bölgesi, önemini, sadece Seyyid (Hz. Muhammed’in soyundan gelen) aileler tarafından yönetilen bir eğitim merkezi olmasından değil, bunun yanında Hint Oksyanusu boyunca yayılmış Hadrami diasporasından da almaktadır. Yemen’in diğer bölgelerine nispetle müreffeh sayılacak Hadramavt’in geleneksel refahı, tarımdan ziyade diasporasının gönderdiği paraya dayanmaktadır. Bu bölge Suudî Arabistana kadar uzanan vadisi ve Hint okyanusu kanalı ile Güneydoğu asyaya açılan meşhur Mukellâ şehrindeki ticarî limanı ile de Yemen için büyük öneme sahiptir28. Bu bölge insanının genelde Şafiî mezhepten olması, Yemen’in tümüne yayılmış (tahminlere göre Sana’a’da; %80) Gat çiğneme oranının yok denecek kadar az olması da diğer bir önemli husustur. Yetişmiş insanı, Gat çiğneme oranının düşüklüğü, Suudî Arabistan, Körfez ülkeleri ile ticarî ve dinî ilimlerdeki sıkı ilişkileri ile Yemen’in geleceğinde önemli role sahip olacak bir bölgedir. Sonuç Ve Değerlendirme Yemen gibi stratejik öneme sahip bir bölgedeki değişim istekleri, doğal olarak, Arap Baharı ile ilintili gözükmektedir. Ancak Yemen’in yakın tarihi incelendiğinde ve diğer Arap devletlerinin yakın tarihleri ile karşılaştırıldığında dinginliği ve sukûneti hiç yaşayamamış siyasî tablolar çıkar karşımıza. Dünya savaşları ve Osmanlı sonrası Arap toplumları için tasarlanan modern ve milli devletler inşa etme politikalarının Yemen’deki sürecinin oldukça farklı tezahür ettiğini görürüz. Kuzey-Güney/Kapitalist-Sosyalist, Zeydî-Sünnî/Đmamet-Hilafet kontrastlarının günümüz siyasî ve sosyal olaylarında önemli olacağı muhakkaktır. Geçmişte Yemen’de kurulan siyasî otoritelerin mevcudiyetlerini muhafazada karşılaştıkları problemlere benzer problemleri günümüz dünyasındaki Yemen’de yaşamaktadır. Coğrafî konumu itibarıyle yüksek dağlar üzerinde doğal bir kale görünümündeki başkent Sana’a iktidarların çatışma arenası olmaya bugünde devam etmektedir. Tarihte kurulan Zeydî devletlerde kimi zaman, imamsız bir asır bulunabildiği gibi, tam aksine aynı zamanda birkaç imamın bulunduğu dönemlerin de olduğu gibi bugün de Yemen aynı sancılarla çalkalanmaktadır. Geçmişte, Zeydiye mezhebindeki; “Đmama karşı çıkan, selefini yerinden uzaklaştırabilirse, bunun azli ve feragati meşru kabul edilir” ilkesi ile kanlı savaşlara yol açacak siyasî bir tutum benimsenmiş, bu yüzden de Yemen’in Sa’da bölgesi tarih boyunca hep savaşlara sahne olmuştur. Bugün de acaba dünkü gibi; “Bir asırda imamet için gerekli vasıflara sahip bir imama rastlanamıyor ve bir imam çıkarılamıyorsa; bu durumda sadece cihad ve ilim imamına tabi olmak yeterlidir” görüşüne sığınarak Zeydiye mezhebi taraftarları kendi zaviyelerine çekilerek meydanı başkalarına mı terkedecekler? Yoksa her evde üçbeş silahın bulunduğu, mezheplerin kabilecilikle sarmaş dolaş 28 Bkz: Ulrike Freitag, “Hadhrami Migration in the 19th and 20th Centuries,” Journal of the British-Yemeni Society (Aralık 1999); Linda Boxberger, On the Edge of Empire: Hadhramawt, Emigration, and the Indian Ocean, 1880s-1930s (Albany, NY: State University of New York Press, 2002); Engseng Ho, The Graves of Tarim: Genealogy and Mobility Across the Indian Ocean (Berkeley: University of California Press, 2006); age., “Empire Through Diasporic Eyes: A View from the Other Boat,” Comparative Studies in Society and History, Vol. 46, No. 2 (Kasım 2004), s. 210-237. 417 olduğu, radikal akımların her zaman kendilerine taraftar bulabildiği, kadınlarının % 35’inin, erkeklerinin %65inin okuma yazma bilmediği, dünyanın 7. sıradaki en genç nüfusuna sahip bir ülke iç savaşa mı sürüklenecek? Zeydiye mezhebindeki ictihad kapısının hiçbir zaman kapanmadığı inancı sebebiyle Đslam dünyasının düşünsel çıkmaza girdiği dönemlerde bile kendilerinde böyle bir sıkıntı ve problem yaşanmamıştır. Acaba bu dönemdeki problemleri tüm Yemenlilerin dilinden düşürmedikleri “el-Đman yemânî, ve’l-Hikme Yemeniyye / Đnanç ve yönetim bilgeliği Yemen’e aittir.” Peygamber sözünün gereğini yerine getirerek akıllarını ve bilgeliklerine mi sığınacaklar? Yoksa şiddet ve kabile asabiyesine mi? Günümüzde bu kadar çok müntesibinin olmasına rağmen, Zeydiye ekolünün zenginliğini ve farklılıklarını aktaracak modern eğitim kurumları ve üniversitelerin olmaması, yetkisiz kişiler tarafından eğitimlerin sürdürülmesi bölgedeki siyasî problemleri artırıcı bir rol oynamaktadır. Pek çok konuda Şia ve Sünni mezhepleri arasında bir yol izleyen böylesi bir ekolün, Đslam dünyasına katacağı düşünsel zenginlik konunun ciddiyetini ve ehemmiyetini artırmaktadır. Ali Abdullah Salih’in son dönemdeki siyâsî söylemlerine bakıldığında; Amerika, Avrupa, Suûdî Arabistan ve körfez ülkelerine hitaben “Bizi desteklemezseniz Yemen’de el-Kaide hükümran olur.” tehdidi artık inandırıcı gelmemekte ve el-Kaide görünümlü bazı eylemlerinde kendi adamları tarafından yaptırıldığı iddia edilmektedir. Bu bağlamda Suudî Arabistan’dan 112 gün tedavî amaçlı kaldıktan sonraki dönüşünde Meclisu’l-A’yan önünde yaptığı konuşmada; “Hani dünyanın hertarafında el-Kaide’ye karşı arama, tarama faaliyetlerini yürüten Avrupa,Amerika ve CIA nerede? Şu Hasabe’deki el-Kaidecileri, radikalleri mi bulup yakalayamıyorlar?”29 diye feveran etmekte ve tamamen çaresizliğini ortaya koymaktadır. 29 Bkz: “Reîsu’l-Cumhûriyye Yestakbilu”, http://www.moi.gov.ye/NewsDetails.aspx?NewsID=10944. 418 ĐRAN’IN DIŞ POLĐTĐKA VĐZYONU VE JEOPOLĐTĐK HEDEFLERĐ Atilla Sandıklı∗ Bilgehan Emeklier1∗∗∗ Özet 1979’dan bugüne dek Đran dış politikasının sistemsel nedenlerin de etkisiyle bir “arayış” içinde olduğu söylenebilir. Humeyni döneminde ABD’den uzaklaşarak Batı’dan kopan Đran, devrim ihracı stratejisiyle bölgesel lider olma hedefi çerçevesinde Basra Körfezi ve Ortadoğu’ya yönelmiştir. Rafsancani ve Hatemi ile birlikte uluslararası sisteme entegre olmak amacıyla ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerini revize etmeye çalışmıştır. Ancak Ahmedinecad döneminde ABD ve AB ile ilişkiler tekrar bir kriz sürecine girmiş ve Batı eksenine alternatif olarak Doğu eksenini dış politikasının öncelikli hedefi konumuna getirmiştir. Anahtar Kelimeler: Đran, Dış Politika, Humeyni, Rafsancani, Hatemi, Ahmedinecad. Iran’s Foreign and Geopolitical Vision Abstract It could be stated that since 1979 Iran’s foreign policy has been in “quest” of its course partly because of the system-level effects. Under Khomeini, Iran has distanced itself from the United States and severed its ties with the West. In order to be a regional leader through its strategy of exporting revolution, Tehran turned to the Persian Gulf and Middle East. Rafsanjani and Khatami have tried to revise the relations with the US and Western world for the purpose of integrating Iran into the international system. However, during the Ahmadinejad administration relations with the US and ∗ Doç. Dr., BĐLGESAM Başkanı. ∗∗ BĐLGESAM Güvenlik Araştırmaları Uzmanı, Galatasaray Üniversitesi Uluslararası Đlişkiler Doktora Öğrencisi. 419 European Union have plunged into crisis again. With Ahmadinejad in power, Iran headed towards the Eastern axis as its primary foreign policy objective as an alternative to the Western axis. Key Words: Iran, Foreign Policy, Khomeini, Rafsanjani, Khatami, Ahmadinejad. Giriş Kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin %10’unu2 ve kanıtlanmış dünya doğalgaz rezervlerinin %16’sını3 elinde bulunduran Đran, zengin jeoekonomik kaynaklara sahiptir. Dünya enerji kaynaklarının ana merkezi olarak kabul edilen Orta Asya, Hazar Denizi Havzası ve Ortadoğu üçgeninin tam ortasında yer alan coğrafi konumuyla da son derece stratejik bir noktada bulunmaktadır. Jeoekonomik faktörler ve jeostratejik konum, Đran jeopolitiğini belirleyen çok boyutlu değişkenlerden ikisi olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca dinsel-mezhepsel kimliğiyle Şii jeopolitiğinde önemli bir rol oynayan Đran, dış politika vizyonuna jeokültürel faktörleri de eklemlemeye çalışmakta ve tüm bu değişkenler Đran’ın uluslararası sistemdeki önemini daha da artırmaktadır. Đran, jeopolitik özellikleri nedeniyle geçmişte olduğu gibi günümüzde de uluslararası güç mücadelesinin ekseninde yer almaktadır. Bu doğrultuda Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve 11 Eylül saldırıları gibi sistemik olaylar ve bu olayların uluslararası yapıda meydana getirdiği değişimdönüşümler, Đran’daki karar alma mekanizmasının politika yapımını ve tercihlerini diğer ülkelere nazaran daha fazla etkileyebilmektir. Đran’ın dış politika yapım süreci, bu sistemik faktörlere bağımlı olarak şekillenmektedir. Sözkonusu sistemsel değişkenlerin yanısıra Đran’ın toplumsal dinamikleri de dış politika karar alma sürecinde “çarpan etkisi”ne sahiptir. Bu bağlamda Đran’ın kendine özgü kurumsal, siyasi ve sosyolojik yapısı, dış politika vizyonu ve hedeflerinin oluşturulmasında önemli rol oynamaktadır. Başka bir ifadeyle her devlet modelinde gözlemlenen ve genelde karşılıklı bağımlılık olgusu çerçevesinde tezahür eden iç-dış politika etkileşimi, Đran’da daha ziyade iç politikanın ağır bastığı asimetrik bir ilişki modelinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Đran’da iç politika aktörlerinin ve unsurlarının dış politika gündemini tek taraflı olarak etkileyebildiği bu asimetrik ilişkiyi açıklayan bir örnek, Rehberlik makamı veya Velayet-i Fakih kurumudur. 1979 Devrimi’yle ortaya çıkan Rehberlik makamı, Đran dış politikasının ana hatlarını 2 Đran, kanıtlanmış dünya petrol rezervleri sıralamasında Suudi Arabistan ve Kanada’dan sonra 3’üncü sırada yer almaktadır; Shayerah Ilias, “Iran’s Economic Conditions: U.S. Policy Issues”, CRS Report for Congress, Congressional Research Service 75700, s. 12 ve 2010 yılı CIA verileri, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/rankorder/2178rank.html Đran, OPEC 2010 verilerine göre ise Venezuela ve Suudi Arabistan’dan sonra kanıtlanmış petrol rezervlerinde 3’üncü sıradadır; OPEC Annual Statistical Bulletin 2010/2011 s. 22., http://www.opec.org/opec_web/en/publications/202.htm 3 Đran, kanıtlanmış dünya doğalgaz rezervleri sıralamasında ise Rusya’dan sonra 2’nci sırada yer almaktadır; Shayerah Ilias, a.g.e, s. 13; OPEC Annual Statistical Bulletin 2010/2011, s. 23 http://www.opec.org/opec_web/en/publications/202.htm ve BP Statistical Review of World Energy June 2009, s. 22, http://www.bp.com/liveassets/bp_internet/globalbp/globalbp_uk_english/reports_and_publications 420 belirlemektedir. Oligarşik mollalar rejiminde dini liderler, karar alma mekanizmasının ağırlık merkezini teşkil etmektedir. Dini rejimin güvenliğini korumaya yönelik hassasiyetlerin önplana çıktığı bu politik sistemde dini liderlerin ardından ikincil öneme sahip olan ve Đran dış politikasına yön veren bir diğer kurumsal yapı ise cumhurbaşkanlığı makamıdır. Dini liderlerle birlikte Đran’da dış politika stratejisinin oluşturulmasında cumhurbaşkanlarının kişisel özellikleri, siyasi anlayışları ve dünya görüşleri önem arz etmektedir. Dolayısıyla Đran dış politika stratejisi aynı zamanda cumhurbaşkanlarına bağımlı bir değişken olarak ortaya çıkmaktadır. Bu makalede, Đran dış politika mekanizmasının ve karar alma sürecinin önemli yapıtaşlarından biri olan lider değişkenininden hareketle, 1979’dan günümüze kadar geçen dönemde Đran’ın dış politika vizyonu ve jeopolitik hedefleri açıklanmaya çalışılacaktır. Çalışmanın sorunsalı, sözkonusu dönemde Đran’ın dış politika anlayışında meydana gelen “süreklilik”, “kırılma” ve “kopuş” unsurlarının neler olduğunun ortaya konmasıdır. Bu çerçevede çalışmada karşılaştırmalı bir metodoloji izlenerek Đran dış politikası Humeyni, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad dönemleri kapsamında incelenmiştir. Sözkonusu dönemsel kategorizasyon ve karşılaştırmalı analiz yapılırken, sistemsel değişkenler göz önünde bulundurularak analiz birimi olarak devlet ve analiz düzeyi olarak da birey ele alınmıştır. Tarihi ve Politik-psikolojik Arkaplan Đran Đslam Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar izlediği dış politika vizyonunu anlamlandırabilmek ve yaşanan süreklilik, kırılma ve kopuşları ortaya koyabilmek için Đran’ın tarihi arkaplanına kısaca değinmek gerekir. Zira Đran’ın özellikle son iki yüzyılda yaşadığı tarihsel tecrübeler, devrimden Ahmedinecad yönetimine kadar geçen süreçte oluşturulan dış politika vizyonu ve hedeflerinin düşünsel, psikolojik ve politik altyapısını meydana getirmektedir. Jeopolitik konumu nedeniyle genellikle “kilit ülke”4 şeklinde kavramsallaştırılan Đran, 19. yüzyılda Đngiltere ile Rusya arasında yaşanan “Büyük Oyun”un önemli sahnelerinden biri haline gelmiş; 1907 yılında imzalanan Đngiliz-Rus Anlaşması’yla nüfuz alanlarına ayrılarak paylaşılmıştır. Bu anlaşmaya göre üç bölgeye ayrılan Đran’ın kuzeyi Rus nüfuz bölgesi, Hindistan’a bitişik olan güneyi Đngiliz nüfuz bölgesi olarak belirlenirken, kuzey ve güney arasındaki bölge ise Đngiltere ile Rusya arasında tampon bölge olarak kabul edilmiştir.5 Đran, I. ve II. Dünya Savaşları’nda tarafsızlığını ilan etmesine karşın bir kez daha Đngilizler ve Ruslar tarafından işgal edilmiştir. II. Dünya Savaşı sırasında Tahran tarafsız bölge olmak üzere Kuzey Đran Rusların, diğer bölgeler ise Đngilizlerin işgali 4 Đran sadece coğrafi konumuyla değil, aynı zamanda Şii dinsel kimliği nedeniyle de Müslüman dünyasının “kilit ülkesi” ve/veya “eksen devleti” (pivotal state) olarak nitelendirilebilir. Sahip olduğu bu jeopolitik ve jeokültürel konum sebebiyle Đran’ın eksen devlet biçiminde kavramsallaştırıldığı bir çalışma için bkz. Robert S. Chase, Emily B. Hill, Paul Kennedy, “Pivotal States and U.S. Strategy”, Foreign Affairs, Vol: 75, No:1, January-February 1996, s. 33-51. 5 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983, s. 35-36. 421 altına girmiştir.6 1942 yılında imzalanan ittifak antlaşmasıyla bu işgallerden kurtulmayı başaran Đran, Soğuk Savaş döneminde bir başka meydan okumayla karşılaşmış ve iki kutuplu “Yeni Oyun”un hegemonik aktörleri ABD ile SSCB liderliğindeki bloklararası mücadelenin kesişim alanında yer alarak, Doğu ve Batı Blokları arasında denge kurmaya çalışmıştır. Köklü devlet geleneği ve tarihi zenginliğine rağmen Đran’ın 19. ve 20. yüzyıl boyunca büyük güçlerin jeopolitik mücadele alanına dönüşmesi ve işgallere uğraması, Đran dış politika karar alıcılarının psikolojik parametrelerinin şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Özellikle de Đngilizler ve Ruslar tarafından I. ve II. Dünya Savaşları’nda işgal edilmesi, Đran stratejik zihniyeti ve psikolojik hafızasının “işgal sendromu” ekseninde biçimlenmesini beraberinde getirmiş ve Đran dış politika anlayışının güvenlik ikilemi üzerine inşa edilmesine neden olmuştur.7 Nitekim Humeyni’den Ahmedinecad’a kadar geçen süreçte Đran’ın toprak bütünlüğüne ve bağımsızlığına yapılan vurgu, varlığını devamlı tehdit altında algılama, etrafının sürekli düşmanlar tarafından çevrili olduğunu düşünme, kendini güvensiz, yalnız ve istikrarsız hissetme ve ihtiyatlı bir dış politika takip etme gibi politik-psikolojik tavır alış ve sendromlar, Đran’ın geçmişte yaşadığı işgallerin en somut izdüşümleri olarak Đran dış politikasının süreklilik unsurunu oluşturmuştur. Bu açıdan değerlendirildiğinde Ahmedinecad yönetiminin sert siyasal söylemleri ve uluslararası baskılara rağmen devam eden nükleer çalışmaları, tehdit algılamalarının getirdiği “işgal korkusu” eksenli bir psikolojinin dış politika yapım sürecine tezahürü olarak yorumlanabilir. Humeyni Dönemi Đran Dış Politikası (1979-1989) Đran, Pehlevi Hanedanlığı’nın (1925-1979) iktidarda bulunduğu ve Soğuk Savaşın başladığı dönemde Batı odaklı bir dış politika izlemeye yönelmiş ve SSCB’ye karşı Batı Bloğu içinde yer almıştır. Ancak Batı Bloğundan gelecek olası bir tehdide karşı Sovyetlerle de ilişkilerini koparmamıştır. Bloklararası rekabetin yoğun yaşandığı bu uluslararası konjonktürde Batı ile Doğu arasında denge politikası izlemeye çalışan Đran, sınır komşusu SSCB ve tarihi düşmanı Đngiltere’ye karşı ABD ile yakın ilişkiler kurarak dış politikasını yine de “Batı’ya yönelik olma” stratejisi üzerine kurgulamıştır. Muhammed Rıza Şah, denge politikasının bir izdüşümü olarak SSCB ile ilişkilerini tamamen ihmal etmese de ABD’nin SSCB’yi çevreleme politikasında ve Basra Körfezi’nin güvenliğinde stratejik bir aktör olarak rol almıştır. Bu bağlamda Batı’yla ilişkilerini geliştiren Đran, özellikle de 1972-1978 yıllarında ABD’nin fiili müttefiki haline gelmiştir. Đran, Şah yönetiminin Batı odaklı dış politika vizyonunun pratik yansıması olarak 1957’de ABD’yle yaptığı anlaşma sonucunda nükleer programını başlatma kararı almış ve 1967’de ABD’nin sağladığı 5 mega-wattlık nükleer araştırma reaktörünün çalışmasıyla nükleer faaliyetlerini fiilen 6 Fahir Armaoğlu, a.g.e, s. 378-379. 7 Jennifer Knepper, “Nuclear Weapons and Iranian Strategic Culture”, Comparative Strategy, No. 27, 2008, s. 455. 422 başlatmıştır.8 Washington yönetimi, 1979’a kadar Đran’ın konvansiyonel silahlanmasına verdiği desteğin yanısıra nükleer programını başlatmasında büyük rol oynamış; hazırladığı projeler ve kuruluşunda yardım ettiği nükleer tesislerle Fransa, Almanya ve Belçika gibi Batılı ülkelerle birlikte Đran’ın nükleer çalışmalarında aktif görev almıştır. Konvansiyonel silahlanma ve nükleer program konusunda Batı tarafından desteklenen Đran, Soğuk Savaş’ın başından 1979’a dek Basra Körfezi, Ortadoğu ve Avrasya coğrafyasında SSCB ve Doğu Bloğuna karşı “cephe ülke” işlevi görmüş; ABD ve Batı Bloğunun bölgedeki “karakolu” rolünü üstlenmiştir.9 Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle Şah yönetiminin iç politikasına olduğu kadar dış politikasına da bir tepki olarak kurulan dini rejimin yeni dış politika stratejisi “Batı karşıtlığı” üzerine inşa edilmiştir. Anayasal monarşiyi kaldırarak iç ve dış politikada Şah döneminden bir kopuşu simgeleyen dini rejim, ABD’den giderek uzaklaşmış ve Batı dünyasıyla ilişkilerini koparma noktasına getirmiştir. Yeni rejimin daha ilk günlerinde Đranlı öğrencilerin Tahran’daki Amerikan Büyükelçiliği’ni basmalarıyla 4 Kasım 1979’da başlayan ve 21 Ocak 1981’de sona eren 444 günlük “rehineler krizi”, Đran’ın değişen dış politika vizyonunun Batı karşıtlığı ekseninde kurgulandığını gösteren önemli bir örnek olmuştur. Şah yönetiminin ABD ile kurduğu yakın ilişkilerden ve Batı odaklı dış politika anlayışından büyük rahatsızlık duyan Humeyni’nin yeni tehdit listesinde ABD “Büyük Şeytan”10, SSCB “Küçük Şeytan” ve Đsrail de “Siyonist Şeytan” olarak yerlerini almışlardır. Tehdit eksenli oluşturulan realist dış politika anlayışından hareketle Humeyni dönemi Đran dış politikasının dayandığı iki temel parametreden birisi “Batı karşıtlığı” iken, diğeri “Đslam kimliği” olmuştur.11 Oluşturulan tehdit kategorizasyonunda “Şeytan” metaforuna yapılan vurgu, Humeyni rejiminin dini kimliğini gösterir niteliktedir. Humeyni, “iyi” ve “kötü” arasındaki ezeli rekabeti Đran Đslam Cumhuriyeti dış politikasının temeline konumlandırmış; konstrüktif bir rol yükleyerek Đslami öğeleri de içeren kültürel 8 Nihat Ali Özcan, Özgür Özdamar, “Iran’s Nuclear Program and The Future of US-Iranian Relations”, Middle East Policy, Vol. 26, No.1, 2009, s. 122. Đran’ın nükleer çalışmaları hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Yavuz Cankara, Yeni Oyun: Đran’ın Nükleer Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2005. 9 ABD’nin Đran’a silah satımı 1950-1971 döneminde 1,2 milyar dolar civarındayken, Carter Doktrini’nin uygulanmasıyla birlikte 1971-1976 yılları arasında 12 milyar dolara çıkmıştır. Bu konu ve Đran’daki Amerikan askeri-sivil uzmanların sayıları hakkında detaylı bilgi için bkz. Tayyar Arı, Basra Körfezi’nde Güç Dengesi (1978-1991), Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa, 1992, s. 73-74. 10 Humeyni, ABD’yi “Büyük Şeytan” olarak nitelemiş; Đran’da yanlış giden herşeyin ardında dış güçlerin bulunduğunu ve ABD’nin tüm kötülüklerin kaynağı olduğunu vurgulamıştır. Ona göre ABD, Đran’a en büyük yaşamsal tehdidi teşkil etmektedir. Humeyni’nin bu ideolojisi çerçevesinde Đran ve ABD, “iyi” ve “kötü” arasında kozmik bir çatışma içindedir; Jennifer Knepper, a.g.e, s. 456. 11 Mehmet Durmuş, “Şah’tan Hatemi’ye Đran Dış Politikası”, http://www.turksam.org/tr/a653.html 423 mitleri politika yapımında sembolleştirmiş ve iç-dış düşmanlarını nitelemek için söylemlerinde “Şeytan” kelimesine sıkça yer vermiştir.12 Öte yandan Humeyni’nin kurduğu dini rejimi yayma isteği, dış politika enstrümanı olarak “devrim ihracı”nı gündeme getirmiştir. Humeyni’nin devrimden önce 1 Aralık 1978 tarihli bildirisinde kullandığı “Đslam’ı korumak için kanınızı feda ediniz ve bu kutsal Muharrem ayında tiran ve asalakları deviriniz”13 cümlesi, hem Körfez ülkelerini hem de Türkiye gibi diğer bölge ülkelerini tedirgin etmiştir.14 Böylece Farsi ve Şii kimliği ile bölge ülkelerinden farklı bir jeokültürel yapıya sahip olan Đran, bu yeni devrimci kimliği nedeniyle daha da ötekileşerek bölge coğrafyasında iyice yalnızlaşmaya başlamıştır. Bu düzlemde Đran’ın devrimi yayma düşüncesi; bölgesel ve bölge-dışı aktörlerdeki Đran algısını değiştirmiş, sadece düşünsel ve söylemsel düzeyde kalsa da bir dış politika aracı olarak “bozucu girdi” niteliğine bürünerek devrim sonrasında Đran’ın küresel ve bölgesel ölçekte dışlanmasına sebep olmuştur.15 Đran Đslam Cumhuriyeti’nin yeni dış politikasını meydana getiren devrim ihracı konseptinin kısa, orta ve uzun vadede üç temel amacı olduğu söylenebilir. Şah yönetiminden kopuşu ifade eden bu dış politika anlayışına göre Đran; kısa vadede Đslam Cumhuriyeti’ni savunmayı, başka bir ifadeyle yeni rejimi korumayı, orta vadede devletin bölgesel güvenliğini sağlamayı, uzun vadede ise Đslami değerlerin hâkim olacağı bir dünya düzeni kurmayı amaçlamıştır. Humeyni’nin evrensel bir nitelik taşıyan uzun dönemdeki hedefi, Đran liderliğinde “Đslami bir dünya düzeni” oluşturabilmekti. Ona göre sadece belli bir ülkeye ait olmayan ve tüm insanlığın yararına bir sistem sunan Đslam dini, bütün insanların mutlak adalet içinde yaşamalarını temin edecek derinliğe sahipti.16 Humeyni, Đslami dünya düzeninin evrenselliğini ve Đslam’ın adalet boyutunu “Đslam ne bir ülkeye, ne birçok ülkeye, ne bir gruba, ne de sadece Müslümanlara aittir. Đslam tüm insanlık içindir. Đslam dini, tüm insanlığı adalet şemsiyesi altına taşımayı amaçlamaktadır” cümlesiyle dile getirmiştir.17 Humeyni bu eleştirel bakış açısıyla dünyanın “ezenler” (zalimler) ve “ezilenler” (mazlumlar) olmak üzere iki kampa bölündüğünü ve Körfez devletlerinin izledikleri politikalarla ABD ve SSCB’nin önderliğini yaptığı ezenler kampına hizmet ettiğini savunmuş, bu nedenle de Körfez ülkelerini “Mini Şeytanlar” olarak nitelemiştir. Buradan hareketle 1979 Devrimi aracılığıyla 12 Ahmad Sadeghi, “Genealogy of Iranian Foreign Policy: Identity, Culture and History”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 4, Fall 2008, s. 14-15. 13 Oral Sander, Siyasi Tarih: 1918-1994, Đmge Kitabevi, Ankara, 2009, s. 554. 14 Türkiye’nin Đran Devrimi’ne bakış açısı ve Humeyni dönemi Đran-Türkiye ilişkileri hakkında bkz. Gökhan Çetinsaya, “TürkĐran Đlişkileri”, içinde: Türk Dış Politikasının Analizi, Editör: Faruk Sönmezoğlu, Der Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 222-228. 15 Mehmet Durmuş, a.g.m. 16 Tayyar Arı, a.g.e, s. 174, 178-179. 17 R. K. Ramazani, “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy”, Middle East Journal, Vol. 58, No. 4, Autumn 2004, s. 555. 424 görevlerinin ahir zamanda gelecek olan Mehdi’nin (On ikinci Đmam) en son aşamada gerçekleştireceği “Đslami dünya düzeni”ne hazırlık niteliği taşıdığını belirtmiştir. Humeyni, Đran Devrimi’nin nihai amaç olan Đslami dünya düzenine ulaşmak için bir geçiş dönemi olduğunu ifade etmiş ve On ikinci Đmam gelinceye kadar bütün Đslam devletlerinin fakihler tarafından yönetilmesi gerektiğini öne sürmüştür.18 Humeyni’nin din eksenli dünya tasarımı, Đran’ın revizyonist politikalarının temelini oluşturarak Batı ülkelerinde olduğu kadar bölge ülkeleri arasında da rahatsızlık yaratmıştır. Humeyni’nin “ezenler” ve “ezilenler” biçiminde yaptığı ayrımla mevcut uluslararası sistemi adaletsiz olarak betimlemesi ve uluslararası adaleti tesis etmede Şiiliğin rolünü önplana çıkarması, devrim ihracı düşüncesine dayanan revizyonist dış politika stratejisinin Şii coğrafyası ve kimliği üzerinden hareket ettiğini göstermektedir. Zira Irak’ta %60-65, Bahreyn’de %70, Lübnan’da %35, Kuveyt’te %24-30, Katar’da %16-20, Birleşik Arap Emirlikleri’nde %16-18, Suriye’de %10-16 (Nusayri) ve Suudi Arabistan’da %5-8 Şii nüfus olduğu19 göz önüne alınırsa, Şii jeopolitiği aracılığıyla Đran’ın bölgede etki alanı oluşturma kapasitesinin bulunduğu anlaşılmaktadır. Bir başka deyişle Đran, Şii jeopolitiğini kontrol altına alarak Basra Körfezi ve Ortadoğu havzalarındaki hâkimiyet alanını ve hareket serbestîsini genişletebilme potansiyeline sahiptir. Đran, sözkonusu dış politika idealleri ve stratejilerini gerçekleştirebilmek için öncelikle Musaddık dönemindeki gibi bağlantısızlık ve/veya tarafsızlık politikası takip etmeye çalışmıştır. Nitekim devrimin klasik retoriğini ifade eden “ne Doğu ne Batı” sloganı, bağlantısızlık ve/veya tarafsızlık politikası üzerine kurgulanan bu dış politika anlayışının söylem boyutundaki somut izdüşümlerinden biridir. Bu idealist bakış açısı, Humeyni dönemi Đran dış politikasında sistemin süper güçleri SSCB ve ABD ile mesafeli bir ilişki kurulmasına neden olmuştur.20 Aynı zamanda bu söylem, Soğuk Savaş boyunca ABD ve Batı’ya dönük politikalar izleyen Đran’ın zihinsel yılgınlığını ve psikolojik yorgunluğunu da ortaya koyması bakımından önem taşımaktadır. Özetle Humeyni liderliğindeki Đran’ın 1980’lerdeki dış politika ilkelerini ve ana parametrelerini şu şekilde sıralamak mümkündür: i- Mutlak tarafsızlık, ii- Uluslararası güç blokları ve ittifaklardan uzak durmak, iii- Genelde üçüncü dünya ülkeleriyle yakın siyasi ve iktisadi ilişkiler kurmak, iv- Dini esas alan dış politikası ve devrim ihracı stratejisiyle bölgeye yeni bir düzen 18 Tayyar Arı, a.g.e, s. 174, 177-178. 19 Mehmet Şahin, “Şii Jeopolitiği: Đran için Fırsatlar ve Engeller”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 1, Sayı: 1, 2006, s. 40; Serkan Taflıoğlu, “Đran, Silahlı Đslami Hareketler ve Barış Süreci”, Avrasya Dosyası, Đsrail Özel Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 1, Đlkbahar 1999, s. 49 ve CIA Factbook, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/ Ayrıca Azerbaycan’da %74, Afganistan’da %19, Pakistan’da %20, Tacikistan’da %5 ve Hindistan’da %1 oranında Şii nüfus bulunmaktadır; Mehmet Şahin, a.g.e, s. 40. Dünya genelindeki Şii nüfus, tüm Müslüman nüfusun %10-13’nü oluşturmaktadır. Bu oran 154 ile 200 milyon arasında bir nüfusa tekabül etmektedir; Emin Salihi, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler ve ‘Şii Hilali’ Söylemi”, Bilge Strateji, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar 2011, s. 186. 20 Humeyni, kurduğu dini rejimi Batı ve Doğu toplumlarındaki yönetim modellerinden üstün tutmuş ve bu yaklaşımını “ne Doğu ne Batı” sloganı ile somutlaştırmıştır; R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Contending Orientations”, Middle East Journal, Vol. 43, No. 2, Spring 1989, s. 208. 425 vermek.21 Đran, ihraç stratejisiyle devrimi diğer bölge ülkelerine yayarak hem Đslam dünyasının en güçlü devleti hem de bölgenin egemen ya da lider gücü olma hedefine ulaşabilecekti. Buradan hareketle anti-emperyalist ve üçüncü dünyacı bir söylem stratejisi üzerine kurgulanan Đran Đslam Cumhuriyeti erken dönem dış politikasının, Batı’dan askeri ve politik bağlarını kopararak bölgede güç kazanmaya yöneldiği söylenebilir.22 Rafsancani Dönemi Đran Dış Politikasında Yaşanan Kırılma (1989-1997) Đran Đslam Cumhuriyeti’nin kurulmasından bir yıl sonra başlayan ve 1988’e kadar süren ĐranIrak Savaşı bir yandan Humeyni’nin dış politika hedeflerini gerçekleştirmesini engellerken, bir yandan Đran’ın ekonomik, teknolojik, askeri ve demografik yapısının zayıflamasına neden olmuştur. Savaş, ülkenin maddi ve manevi unsurlarını olumsuz etkileyerek gerek karar alıcıları gerek askeri kadroyu gerekse de toplumu fiziksel ve psikolojik olarak yıpratmıştır. Bir devletin gücünün nicel (ekonomi, teknolojik gelişim, savunma/askeri sanayi, nüfus vs.) ve nitel (tarih, moral, etik değerler, psikoloji, zihniyet vs.) unsurların bileşiminden oluştuğu düşünülürse,23 sekiz yıl çok zor koşullar altında bir savaş yaşayan Đran’ın bu savaştan ne derece güç kaybederek çıktığı daha kolay anlaşılabilir. Bu denli uzun bir savaş döneminden çıkan Đran, savaşın ardından Irak’a nazaran daha avantajlı bir konum elde etmesine rağmen savaşta güç kaybeden birçok devlet gibi statüko politikası izlemeye başlamış; çatışmacı tavrını bırakarak dış politikasını işbirliği ve uzlaşı zemininde yürütmeye özen göstermiştir. Savaş sonrasındaki koşullar, savaşın hemen ardından 1989’da cumhurbaşkanı olan Rafsancani’nin sahip olduğu dış politika vizyonuyla birleşince Đran dış politikası realist paradigmadan uzaklaşarak daha ılımlı ve liberal bir kimliğe bürünmeye başlamıştır.24 Bu perspektiften değerlendirildiğinde Rafsancani önderliğindeki yönetici elitin takip ettiği dış politika anlayışının; ideoloji, güvenlik ve çatışmayı önplana çıkaran Humeyni’nin dış politika anlayışından uzaklaşarak Đran dış politikasında paradigma kaymasına yol açtığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle Rafsancani dönemi Đran dış politikası, gerek kuram-söylem boyutunda gerekse de uygulama boyutunda kırılma yaşamıştır. Đran dış politikasında yaşanan bu paradigma değişimi, dönemin uluslararası konjonktürünün yanısıra Rafsancani’nin Humeyni’ye göre nispeten ılımlı ve liberal olan kimliğinden de kaynaklanmıştır. 21 Gökhan Çetinsaya, “Rafsancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, içinde: Türkiye’nin Komşuları, Derleyenler: Mustafa Türkeş, Đlhan Uzgel, Đmge Kitabevi, Ankara, 2002, s. 296-297. 22 Adam Tarock, “Iran-Western Europe Relations on the Mend”, British Journal of Middle Eastern Studies, 26(1), 1999, s. 43. 23 Ulusal güç kavramı, gücün özellikleri ve gücü oluşturan nitel-nicel unsurlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Tayyar Arı, Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 169-177. Ayrıca gücün farklı bir kavramsallaştırması ve güç denklemi için bkz. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, Đstanbul, 2001, s. 17-41. 24 Henry Sokolski, Patrick Clawson, “Getting Ready For A Nuclear-Ready Iran”, Strategic Studies Institute, US Army War College, 2005, http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/ 426 Savaş sonrasında enerjisinin büyük kısmını iç politika ve yeniden yapılanma konularına ayıran Rafsancani’nin iç politikadaki öncelikli hedefleri ülkenin yeniden imarını gerçekleştirmek, ekonomik-iktisadi kalkınmayı sağlamak, askeri sistemi yeniden yapılandırmak iken; dış politikadaki birincil hedefi yapıcı diplomasiyi tesis etmek olmuştur. Humeyni dönemindeki devrimci kimliği nedeniyle Đran’ın gerek bölgesel gerekse de küresel düzeyde yalnızlaşması ve ötekileşmesi,25 Rafsancani’yi dış politikada uluslararası sisteme entegre olma amacına yöneltmiştir. Ülkenin iç ve dış politikada yeniden yapılanmasını ifade eden bu değişim-dönüşüm süreci, Đran’da 1989 sonrası dönemin “Đkinci Cumhuriyet” olarak nitelendirilmesini beraberinde getirmiştir.26 Đran’ı tecrit edilmişlikten, dışlanmışlıktan ve yalnızlıktan kurtarıp uluslararası sisteme dâhil etmek isteyen Rafsancani, yapıcı diplomasi stratejisini uygulamaya koyarak aktif bir dış politika izlemeye çalışmış; bu politikanın bir tezahürü olarak bölge ülkeleri arasında yaşanan sorunların çözümünde arabulucu rolü oynamaya özen göstermiştir. Humeyni’nin çatışmacı, radikal söylem ve uygulamalarından işbirliği ve uzlaşma sürecine dayalı bir dış politika stratejisine yönelen bu yaklaşım, Humeyni dönemi Đran dış politikasından kırılma teşkil etmesi bakımından önem taşımaktadır. Đran’ı uluslararası sisteme yeniden adapte etmeyi hedefleyen Rafsancani yönetimi, pragmatist ve rasyonel eğilimleriyle Đran dış politikasına ılımlı bir kimlik kazandırmak istemiş; uluslararası sistemin değişip dönüşen yapısı da Rafsancani’nin bu dış politika vizyonu ve hedefleri doğrultusunda kolaylaştırıcı bir işlev görmüştür. Bu dönemde meydana gelen iki önemli olayın sistemsel ve bölgesel etkileri -Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Kuveyt Krizi- Đran’ın yeniden yapılanma ve uluslararası sisteme entegre olma isteğine pratik bir zemin hazırlamıştır. Zira Saddam Hüseyin’in Kuveyt’e girmesiyle ortaya çıkan kriz, Batı’nın baskıları ve ABD’nin Körfez Harekâtı neticesinde Irak’ın Kuveyt’ten çıkmasıyla sonuçlanmış; bu durum Irak’ın bir yandan Batı ile ilişkilerini bozarken, diğer yandan da uluslararası saygınlığını kaybetmesine neden olmuştur.27 Kuveyt krizinin alt-sistemsel etkileri, Đran’ın tarihi rakibi ve komşusu Irak karşısındaki hareket serbestîsini genişletirken, bölgedeki güç dengesini de Đran lehine değiştirmiştir.28 Böylece Đran’ın 1990 sonrasında bölgesel güç olma umudu ve motivasyonu daha da artmıştır. 25 Đran-Irak Savaşı’nda Batılı devletler ile Rusya’nın Irak’ı politik ve askeri açıdan desteklemesi ve diplomatik düzlemde BM’nin savaşa erken müdahale edememesi gibi etkenler, Đran’ın içinde bulunduğu uluslararası yalnızlığı idrak etmesine ve aynı zamanda bir kez daha uluslararası aktörlere ilişkin hayal kırıklığı yaşamasına neden olmuştur; Adam Tarock, a.g.e, s. 43. 26 Gökhan Çetinsaya, “Rafsancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, a.g.e, s. 299-300. 27 Irak, 1979 Đran Devrimi’nden sonra uluslararası aktörler tarafından Đran’ın devrim ihracı tehdidine ve kökten dinciliğe karşı bir tampon olarak görülmüş ve bu doğrultuda askeri ve politik açıdan desteklenmiştir. 28 Irak ile Kuveyt arasındaki kriz ve I. Körfez Savaşı hakkında kapsamlı bilgi için bkz. Tayyar Arı, Basra Körfezi’nde Güç Dengesi (1978-1991), s. 259-279. 427 Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu yapısını sonlandıran SSCB’nin dağılması, beraberinde getirdiği risk ve fırsatlarla sistemik bir etki yaratmıştır. Mikro boyutta Ortadoğu ve Körfez coğrafyasında, makro boyuttaysa dünya jeopolitiğinde tüm aktörler ortaya çıkan yeni güç dengesinde farklı roller üstlenebilmek amacıyla dış politika vizyonlarını gözden geçirmek zorunda kalmışlardır. Đran açısından SSCB’nin parçalanmasının getirdiği en önemli risk unsuru, Sovyetler Birliği haritasında meydana gelen değişim ve bu değişimin izdüşümü olarak yeni jeopolitik aktörlerin küresel ve bölgesel oyuna dâhil olmasıdır. Bu bağlamda SSCB’den ayrılan Ermenistan, Azerbaycan ve Türkmenistan gibi aktörlerin Đran’a komşu olmaları, bu devletlerin gelecekteki muhtemel davranış ve tutumları konusunda Đran’ı oldukça kaygılandırmıştır. %51 oranında Fars kimliğine sahip Đran’ın %24’ü Azeri olmak üzere %49’unun farklı etnik kimliklerden oluştuğu göz önünde bulundurulursa,29 bu yeni bölge jeopolitiğinin Đran toplumsal yapısında hassasiyete neden olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle SSCB’nin dağılmasıyla meydana gelen bölgesel jeopolitiğin Đran’ın sosyolojik yapısı üzerinde aşınma etkisi yarattığını ifade etmek mümkündür. Diğer yandan Soğuk Savaş konjonktürünün sona ermesi ve SSCB’nin dağılması, birçok devlete olduğu gibi Đran’a da birtakım avantaj ve fırsatlar sunmuştur. Öncelikle, iki süper güçten biri olan SSCB’nin ortadan kalkmasıyla Ortadoğu, Orta Asya, Avrasya ve Kafkasya gibi dünyanın önde gelen stratejik coğrafyalarında jeopolitik bir boşluk meydana gelmiş; bu jeopolitik güç boşluğu, sözkonusu coğrafyaların kesişim hattında jeostratejik bir konuma sahip olan Đran’a bölgede etkin bir aktör olma fırsatı tanımıştır. Haritaların yeniden şekillendiği bu dönemde Rafsancani, Đran dış politikasını açılım stratejisi üzerine kurgulamış ve böylelikle Humeyni’nin devrim retoriği olan “ne Doğu ne Batı” yaklaşımından “hem Kuzey hem Güney” yaklaşımına geçmiştir.30 Đran, çok boyutlu bu yeni strateji çerçevesinde Sovyetler’den kopan Orta Asya devletlerinin ortaya çıkışını uluslararası yalnızlığını kırabilmek için büyük bir fırsat olarak algılamış ve Orta Asya’yı yeni dış politika stratejisini uygulamaya geçirebileceği “temiz bir sayfa” olarak değerlendirmiştir.31 Benzer şekilde Rafsancani yönetimindeki Đran, Humeyni döneminde ABD ve Avrupa ile bozulan ilişkilerini düzeltmek istemiş ve bu kapsamda Türkiye ile de ilişkilerini geliştirmiştir. Böylece Đran Batı’ya açılan bir kapı olan Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumundan faydalanmayı hedeflemiştir.32 Türkiye üzerinden Batı, Orta Asya devletleri üzerinden Doğu derinliğini artırmak isteyen Đran, Kuzey ve Güney hattındaki manevra alanını genişletebilmek için de bir yandan Kafkasya 29 %89’u Şii ve %9’u Sünni’lerden oluşan Đran’ın etnik yapısı %51 Farsi, %24 Azeri, %8 Gilaki ve Mazandarani, %7 Kürt, %3 Arap, %2 Lur, %2 Beluci ve %2 Türkmenlerden oluşmaktadır; CIA Factbook https://www.cia.gov/library/publications/theworld-factbook/ 30 Bu konuda detaylı bir analiz için bkz. R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Both North and South”, Middle East Policy, Vol. 46, No. 3, Summer 1992, s. 393-412. 31 Atay Akdevilioğlu, “Đran’ın Orta Asya, http://www.stradigma.com/turkce/kasim2003/makale_04.html 32 Afganistan ve Azerbaycan Politikası”, Rafsancani dönemindeki Đran-Türkiye ilişkileri için bkz. Gökhan Çetinsaya, “Türk–Đran Đlişkileri”, a.g.e, s. 228-232. 428 politikasını “Azerbaycan ve Ermenistan’a eşit mesafede durma” stratejisi üzerine kurgulamış, öte yandan Körfez ülkeleriyle ilişkilerini gözden geçirerek Basra’daki güvenliğini “Körfez ülkeleriyle dostluk” politikasına dayandırmaya özen göstermiştir.33 Kafkas ve Körfez politikalarına paralel olarak Kuzey-Güney perspektifini genişletmek amacıyla Rusya, Pakistan ve Hindistan ile ilişkilerine de önem vermiştir. Đran, sözkonusu açılım stratejisi ve sürecinin türevi olarak bölge devletlerine eşit uzaklıkta durmaya dikkat etmiş ve bölge devletleri arasındaki sorunlarda arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışarak bölge coğrafyasında yapıcı ve aktif bir tutum sergilemiştir. Böylesi bir dış politika zihniyetinin pratiği olarak da 1993-1994 yıllarında Azerbaycan ve Ermenistan arasında ortaya çıkan Dağlık-Karabağ sorununda iki devlete de eşit mesafede yaklaşarak sorunun çözümünde arabuluculuk işlevi görmeye çalışmış; 1992-1997 yılları arasında Tacikistan’da yaşanan iç savaşın neden olduğu kaosu önlemek amacıyla Rusya ile birlikte hareket ederek Đslami muhalif güçlere destek vermekten kaçınmış; Pakistan ile Hindistan arasındaki Keşmir sorununa rağmen Hindistan ile ekonomik, siyasal ve sosyal ilişkilerini sürdürmüştür.34 Görüldüğü üzere sözkonusu yapıcı ve arabulucu politika, aynı zamanda 1979-1989 dönemi dış politikasında sıkılıkla kullanılan dini söylem ve temalardan uzaklaşıldığının da göstergesi olmuştur. Kısacası bir yandan Soğuk Savaş döneminin sona ermesiyle uluslararası sistemde meydana gelen değişim-dönüşüm, diğer yandan Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak’ın bölgede pasifize edilmesi gibi alt-sistemsel faktörler Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin ılımlı karakteri ve siyasi vizyonuyla örtüşünce Đran 1989-1997 yıllarında yumuşak güç odaklı bir dış politika izlemeye başlamıştır. Bu bağlamda Rafsancani, başta komşuları olmak üzere bütün ülkelerle iyi ilişkiler kurmak istemiş, bunu yaparken de Rusya’yı rahatsız etmemek ve SSCB’den ayrılan devletlerin ABD’nin nüfuz alanına girmesini engellemek için çaba sarf etmiştir.35 Humeyni ile Hatemi dönemleri arasında bir köprü işlevi gören Rafsancani’nin en önemli dış politika hamlelerinden biri de “hem Doğu hem Batı, hem Kuzey hem Güney” şeklinde özetlenebilecek bir açılım stratejisini ve sürecini başlatmak olmuştur. Bütün bu stratejik ve politik manevraların hedefi ise Đran’ı uluslararası sisteme entegre ederek ülkenin yalnızlığını kırmak ve Đran’ın bölge coğrafyasında lider güç olmasını sağlamaktır. Hatemi Dönemi Đran Dış Politikasında Yumuşama (1997-2005) 33 Rafsancani’nin göreve gelmesiyle birlikte uygulamaya koyduğu iki reform programından biri yeniden ekonomik yapılanmaya gidilmesiyken, diğeri Đran’ın bölgesel ve uluslararası yalnızlığından kurtulmasıydı. Bu politikanın ilk adımı olarak Rafsancani, Körfez monarşileriyle ilişkileri sıkılaştırmayı ve yeniden inşa etmeyi denemiştir. Özellikle Irak’ın Kuveyt’i işgali, Đran’ın Körfez ülkeleriyle ilişkilerinin normalleşmesinde Rafsancani yönetimine önemli bir fırsat sunmuştur. Nitekim Irak, Basra Körfezi ülkelerinin tehdit algılamasında Đran’ın yerini almıştır; Ziba Moshaver, “Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy: Implications for Iran–EU Relations “, The Review of International Affairs, Vol. 3, No. 2, Winter 2003, s. 289. 34 Mehmet Durmuş, a.g.m. 35 Mehmet Durmuş, a.g.m. 429 Rafsancani, Đran’ın siyasi vizyonunun değişimi konusunda kısmen başarılı olsa da gerek içsel -ülkedeki muhafazakâr yapının muhalefeti ve mollaların tavrı- gerekse de dışsal faktörler -ABD ve AB ülkelerinin tutumları- nedeniyle iç ve dış politikada istediği reformların birçoğunu gerçekleştirememiştir. 1993’den itibaren ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik ortaya koyduğu Đran ile Irak’ı bölgeden soyutlamayı hedefleyen “ikili çevreleme” (dual containment) doktrini36 ve Mikonos davasının37 1997’de Đran aleyhine karara bağlanması neticesinde başta Almanya olmak üzere AB ülkelerinin Đran’daki büyükelçilerini geri çekmesiyle başlayan diplomatik kriz, özellikle ikinci döneminde (1993-1997) Rafsancani’nin dış politikadaki başarısızlığının önemli nedenlerinden olmuştur. Üstelik ABD yönetiminin 1979 Devrimi’nden itibaren devam ettirdiği ekonomik-ticari ambargoyu 1995-1996 yıllarında özel sektörü de kapsayacak şekilde genişletmesi,38 Đran’ın uluslararası sistemdeki politik ve ekonomik tecrit edilmişliğini pekiştirmiş ve Rafsancani’nin dış politika hedeflerine ulaşmasını engellemiştir. Bu açıdan düşünüldüğünde reformist çizgide yer alan Hatemi’nin Mayıs 1997’de yapılan seçimlerde oyların %70’ini alarak cumhurbaşkanı seçilmesi, Đran açısından bir dönüm noktası olmuştur. Zira Hatemi’nin öznelliği, Rafsancani’nin başlattığı reformist ve pragmatik politikaları kuramsal düzlemde de zenginleştirmesidir. Bu bağlamda Hatemi, iç politikada “Đslami demokrasi” kavramsallaştırmasıyla Đslami rejimi ve demokrasiyi birleştirmeyi amaçlamış, dış politikada ise uluslararası topluma ve dünya ekonomisine entegrasyonu hedefleyerek Humeyni döneminin izolasyon politikalarından daha da uzaklaşmıştır.39 Bir başka ifadeyle Hatemi’nin iç ve dış politika hedeflerini özetleyen söylem “yurtta demokrasi, cihanda barış” olmuştur.40 Pragmatizm konusunda Rafsancani çizgisinin bir ileri aşamasını temsil eden Hatemi, Rafsancani’nin iç ve dış politikada düşünsel ve kısmen de pratik zeminde gerçekleştirdiği kırılmayı kopuşa dönüştürmeye çalışmıştır. Yeni bir başlangıç yapmak isteyen Hatemi’nin öncelikli dış politika hedefleri; ulusal ve uluslararası güvenliği sağlamak,41 barışı tesis etmek ve küresel ekonomi-politik sistemle bütünleşerek 36 Tayyar Arı, “Washington’un Ortadoğu Politikası Yeni mi?”, www.tayyarari.com/download/eskiyazi/abdninortadogupol.doc ve Gökhan Çetinsaya, “Rafsancancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, a.g.e, s. 316. Ayrıca bkz. Tayyar Arı, “Đran Eski Dost Yeni Düşman”, 2023, Yıl: 4, Sayı: 47, s. 4-12. 37 Mikonos (Mykonos) davası, Đranlı üç Kürt muhalifin 1992 yılında Berlin’de Mikonos adlı bir Yunan restoranında öldürülmesinin ardından suikastın arkasında Đran istihbarat servisinin olduğu gerekçesiyle açılan davanın adıdır. Bu konuda bkz. Robert Olson, Türkiye-Đran Đlişkileri: 1979-2004, çev: Kezban Acar, Babil Yayıncılık, Ankara, 2005, s. 38-39. 38 Gökhan Çetinsaya, “Rafsancani’den Hatemi’ye Đran Dış Politikasına Bakışlar”, a.g.e, s. 317. 39 R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Independence, Freedom and The Islamic Republic”, içinde: Iran’s Foreign Policy: From Khatami To Ahmadinejad, Edited by: Anoushiravan Ehteshami and Mahjaob Zweiri, Ithaca Press, 2008, s. 9. 40 R. K. Ramazani, “The Shifting Premise of Iran’s Foreign Policy: Towards a Democratic Peace?”, Middle East Journal, Vol. 52, No. 2, Spring 1998, s. 178. 41 Devletlerin ulusal ve uluslararası güvenlik konsepti; kendi sınırları, yakın komşuları/bölgesi ve küresel sistem olarak içten dışa üç halka ile kavramsallaştırılabilmektedir. Birinci, ikinci ve üçüncü halka güvenlik biçiminde de ifade edilebilen bu kavramsallaştırma için bkz. Beril Dedeoğlu, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, Đstanbul, 2003, s. 53-54. 430 Đran’ı içinde bulunduğu uluslararası yalnızlıktan kurtarmak olmuştur. Bu çerçevede iki dönem görevde bulunduğu 1997-2005 yılları arasında başta sınır komşuları olmak üzere bütün devletlerle ilişkilerini güven verici bir eksene yerleştirmek istemiş, Đran jeopolitiğinin odak noktasının hem mikro hem de makro düzlemde barış ve istikrarı temin etmek olduğunu belirtmiştir.42 Bölge ülkelerinin Đran’ı potansiyel bir tehdit olarak algılamalarını değiştirebilmek için barışçıl ve uzlaşmacı bir kimlik inşa etmeye yönelen Hatemi, bölgesel ve küresel ilişkilerini işbirliği ve dayanışma olguları çerçevesinde şekillendirmeye özen göstererek liberal-pragmatist bir dış politika yaklaşımı sergilemiştir. Buradan hareketle dış politika anlayışını i- itibar, akılcılık ve ihtiyat, ii- dış politikada ılımlı bir tavır, iii- medeniyetlerarası diyalog şeklinde açıklanabilecek üç temel parametreye dayandırmıştır.43 Bir başka anlatımla Hatemi’nin detente (yumuşama) biçiminde özetlenebilecek dış politika anlayışı, özünde Rafsancani dönemi Đran dış politika yaklaşımının biraz daha geliştirilerek devam ettirilmesi anlamına gelmektedir. Böylesi bir politik duruşun fikrî arkaplanını meydana getiren “Medeniyetlerarası Hoşgörü” düşüncesi ise Hatemi’nin bizzat ortaya koyduğu teorik bakış açısının özgünlüğünü göstermesi bakımından önemlidir.44 Hatemi, Amerikan dış politikasının kuramsal perspektifini oluşturan düşün adamlarından Huntington’un 1993’te ortaya koyduğu ve Soğuk Savaş sonrası uluslararası sistemin medeniyetlerarası çatışmaya dayanacağını öngören “Medeniyetler Çatışması” tezinin aksine diyalog eksenli bir anlayışla farklı medeniyet havzaları arasındaki ilişkilerin işbirliği ve uzlaşmaya dönüşebileceğinin altını çizmiştir. Realist kuramın bir izdüşümü şeklinde yorumlanabilecek medeniyetlerarası çatışma tezi yerine medeniyetlerarası diyalog ve hoşgörüyü önceleyen Hatemi, 1998 yılında CNN ile yaptığı mülakatta bu teorik bakış açısına yer vermiştir. ABD ile Đran arasındaki düşmanlığın ortadan kaldırılmasını vurguladığı konuşmasında güvensizlik üzerine kurulan ilişkilerin değiştirilmesi gerektiğini belirterek ABD ile uzlaşı, diyalog ve barış sürecini bir an önce başlatmak istediğini ifade etmiştir.45 Mülakatın devamında Amerikan halkından “Büyük Amerikan Halkı” olarak bahseden Hatemi’nin bu tavrı, söylemsel boyutta Đran’ın devrim sonrasında ABD’ye karşı geleneksel tutumunda önemli bir kırılma noktası olmuştur.46 42 Tayyar Arı, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 403. 43 Shahriar Sabet-Saeidi, “Iranian-European Relations: A Strategic Partnership?”, içinde: Iran’s Foreign Policy: From Khatami To Ahmadinejad, s. 61. 44 Hatemi, Batı düşüncesine yaratıcı bir biçimde atıfta bulunan felsefi yazılarında Đslam-dışı dünyaya açık bir portre çizmiş ve BM 2001-2002 toplantısında “Medeniyetlerarası Diyalog” kavramsallaştırmasını resmi bir çağrıya dönüştürmüştür; Fred Halliday, “Iran and the Middle East: Foreign Policy and Domestic Change”, Middle East Report, No. 220, 2001, s. 44. Sözkonusu konuşma metni için bkz. http://www.unesco.org/dialogue/en/khatami.htm 45 Suzanne Maloney, Iran’s Long Reach, United States Institute of Peace Press, Washington, 2008, s. 8-9. 46 Shahriar Sabet-Saeidi, “Iranian-European Relations: A Strategic Partnership?”, içinde: Iran’s Foreign Policy: From Khatami To Ahmadinejad, s. 62. 431 Aynı şekilde Hatemi, Civilization dergisi için yazdığı A Call for Dialogue başlıklı makalesinde medeniyetlerarası diyaloğun kurulmasıyla medeniyetlerarası çatışmanın hoşgörü ve güven ilişkilerine dönüşebileceğini vurgulamıştır.47 Bu dönüşümün sağlanabilmesi için söylemsel boyutta Đran’ı Doğu ve Batı medeniyetlerinin kesişimine yerleştirerek karşılıklı diyaloğun kurulmasında ülkesini “merkez ülke” şeklinde konumlandırmış ve Rafsancani’den itibaren devam eden jeopolitik açılıma jeokültürel bir perspektif eklemleyerek Đran’ın dış politika parametrelerini çok boyutlu hale getirmek istemiştir. Đran’a medeniyetlerarası köprü misyonu kazandırmaya çalışan siyasi elit, böylece Đran dış politikasını jeopolitik, jeokültürel ve jeostratejik üçlü sacayağına oturtarak dış politikaya kuramsal çerçevede paradigma zenginliği kazandırmaya çalışmıştır. Hatemi, bu kuramsal çerçeveden hareketle Avrupa ülkeleriyle politik, diplomatik, ekonomik ve ticari ilişkilerini işbirliği ve uzlaşı zemininde geliştirmek için çaba harcamıştır. Öyle ki, AB ülkelerinin Nisan 1997’de Mikonos davasının karara bağlanması sonucunda suçlu bulunan Đran ile diplomatik ilişkilerini dondurduğu ve Đran’daki büyükelçilerini geri çektiği bir dönemde, Hatemi yönetimi AB ülkeleriyle yeniden diplomatik temaslar kurmayı başarmıştır. Dönemin Dışişleri Bakanı Kemal Harazi’nin Avrupa ülkeleriyle yaptığı üst düzey görüşmeler ve ikili toplantılar neticesinde önce Finlandiya, Đsveç, Danimarka, Belçika, Hollanda, Đtalya, Avusturya, Đspanya, Đngiltere, Yunanistan ve Đrlanda, sonra da Almanya ve Fransa Büyükelçileri Tahran’a geri dönmüştür. Đran yönetimi Büyükelçi krizinin ardından bu kez “tarihi düşmanı” Đngiltere ile yoğun diplomatik ilişkiler kurmuş ve Bakan Harazi Londra’yı ziyaret etmiştir. Hatemi liderliğindeki Đran, AB ile başlattığı bu yoğun ve başarılı diplomatik sürece enerji alanında yaptığı ticari anlaşmaları da eklemiş, 1999 yılında Đtalyan ENI ve Fransız ELF petrol şirketleriyle 998 milyon dolarlık petrol anlaşması imzalamıştır.48 Đran, Batı’yla yakınlaşmasının yanısıra Birleşmiş Milletler (BM), Ekonomik Đşbirliği Teşkilatı (EĐT) ve Đslam Konferansı Örgütü (ĐKÖ) gibi uluslararası kurumlarda önemli roller alarak bir taraftan dünya ekonomisine ve uluslararası sisteme entegre olmayı, diğer taraftan da bölge ülkelerinde güven ve istikrar tesis etmeyi amaçlamıştır. Özellikle de Hatemi’nin dört yıllık başarılı ĐKÖ Başkanlığı, Arap-Đslam dünyasıyla arasındaki tansiyonun düşürülmesi açısından Đran’a önemli bir fırsat vermiştir. Keza bu dönemde Đran, ĐKÖ üyesi ülkelerle ikili ilişkilerini geliştirmiş ve Aralık 1997’de Tahran’da gerçekleştirilen ĐKÖ’nün 8. Zirve Konferansı’nda dış politikasının yeni parametrelerini açıklama ve bu konuda bölge ülkelerini ikna etme imkânı bulmuştur. Bununla birlikte dini lider Ali Hamaney de Đran’ın bölge ülkeleri tarafından askeri ve ideolojik tehdit unsuru olarak algılanmasını istemediklerini net bir şekilde dile getirmiştir. 47 Marc Lynch, “The Dialogue of Civilisations and International Public Spheres”, Millennium, Vol. 29, No. 2, 2000, s. 327. Hatemi’nin sözkonusu makalesi için bkz. Seyyed Mohammad Khatami, “A Call For Dialogue”, Civilization, Vol. 6, Issue 3, Jun/Jul99. 48 Shahriar Sabet-Saeidi, a.g.e, s. 62-64. 432 Bu diplomatik yaklaşımın somut adımları olarak Hatemi, 1999 yılında Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkelerini ziyaret ederken Ali Hamaney de Suudi Kralı’nın özel davetlisi olarak Şubat 2000’de hac vazifesi için Arabistan’a gitmiştir.49 Benzer şekilde Đran ile Suudi Arabistan arasında 2001 yılında imzalanan güvenlik paktı, ikili ilişkilerde yeni bir sayfa açıldığını gösteren bir başka diplomatik adım olmuştur.50 Sözkonusu pakt sonradan her ne kadar başarıya ulaşamasa da hem Suudi Arabistan’ın güveninin bir göstergesi olması, hem de Hatemi liderliğindeki Đran’ın dış politikada uyguladığı “mekik diplomasisi”nin güvenlik boyutunu örneklendirmesi bakımından önemlidir. Hatemi döneminde Đran-Türkiye ilişkileri de Đran’ın yakın coğrafyada güven ortamı oluşturma stratejisine paralel bir seyir izlemiş, iki ülke arasındaki ilişkiler devrim sonrasındaki gergin ve gerilimli niteliğinden sıyrılarak istikrarlı bir çizgiye kavuşmuştur. Đran ile Türkiye arasındaki bu dış politika çizgisinde Đran’ın 1999 yılından itibaren PKK konusunda Türkiye ile yaptığı işbirliği katalizör işlevi görmüş ve ikili ilişkilerdeki bu olumlu atmosfer bilhassa Hatemi’nin ikinci döneminde (20012005) gerçekleşmiştir.51 Türkiye ve Körfez devletleriyle kurduğu politik-diplomatik ilişkilerin yanısıra Rusya ve Çin ile de ilişkilerini özellikle nükleer enerji alanında geliştiren Đran, böylece dış politikasının jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik unsurlarını Doğu, Batı, Kuzey ve Güney coğrafyalarına yayma imkânı bulmuştur. Ancak uluslararası sistemde bir dönüm noktası olarak kabul edilen 11 Eylül saldırıları sonucunda Bush yönetimindeki neo-muhafazakârların, terörizme destek verdiklerini öne sürerek “şer ekseni” adı altında oluşturdukları tehdit listesine Đran’ı da eklemeleri, Hatemi’nin medeniyetler diyaloğu çerçevesinde meydana getirdiği liberal-pragmatist dış politika vizyonuna ket vurmuştur. ABD’nin terörizmle mücadele etme gerekçesiyle ortaya koyduğu “önleyici/önalıcı müdahale” (preemptive strike) doktrini kapsamında önce Afganistan’a sonra da Irak’a girmesi, 11 Eylül sonrası dönemde yeni uluslararası konjonktürün neo-realist paradigma çerçevesinde şekillenmesine neden olmuş ve sistemin çatışmacı kimliğini önplana çıkarmıştır. ABD’nin “ya bizdensiniz ya da karşı taraftan” söylemiyle özetlenebilecek kamplaştırıcı ve baskıcı yeni dış politika konsepti, Đran’ı ötekileştirerek küresel sistemden daha da tecrit etmeye yönelmiş ve Washington yönetimi nükleer silah ürettiği gerekçesiyle Đran’ı suçlayarak “istenmeyen devlet” ilan etmiştir. Bush yönetiminin, Đran nükleer programının barışçıl olmadığı yönünde özellikle 2003 yılından itibaren Hatemi yönetimi üzerinde oluşturduğu baskılar, Đran’ın Hatemi döneminde Batı dünyasıyla yeniden gelişmeye başlayan ilişkilerini kopma noktasına getirmiş; bu tarihten sonra ABD bölgeye yönelik dış politika vizyonunda “Đran’ı çevreleme ve yalnızlaştırma” stratejisini devreye sokmuştur. 49 Tayyar Arı, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, s. 403-404. 50 Shahriar Sabet-Saeidi, a.g.e, s. 62. 51 Gökhan Çetinsaya, “Ahmedinecad, Nükleer Kriz ve Türkiye”, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=199583&title=prof-dr-gokhan-cetinsayabrahmedinecad-nukleer-kriz-veturkiye&haberSayfa=1 Ayrıca bkz. Gökhan Çetinsaya, “Nükleer Kriz Eşiğinde Đran ve Türkiye”, http://www.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=11579&q=nukleer-kriz-esiginde-iran-ve-turkiye 433 Bu gelişmeler karşısında Hatemi, Batılı devletlerle diyaloğu devam ettirmeye çalışarak nükleer sorunun diplomatik araçlar yoluyla çözümü konusunda ABD’nin tecrit politikalarına karşı çıkan AB ülkeleriyle ilişki içinde olmaya özen göstermiştir. Batı dünyasıyla uzlaşma zeminini kaybetmek istemeyen Hatemi, bu yaklaşımının göstergesi olarak nükleer tesislerini Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu gözlemcilerine ve uluslararası denetime açmıştır. ABD ve Avrupa’nın eleştiri ve baskılarına rağmen Rusya ve Çin’in Đran nükleer projelerine destek vermesi, Đran’ın zamanla Doğu’ya yönelmesini beraberinde getirmiş, böylece Hatemi’nin Batı dünyasıyla işbirliği yönündeki çabaları Đran dış politikasının Batı boyutunu kaybetmesine engel olamamıştır. Dolayısıyla Hatemi’nin önemle üzerinde durduğu Batı ile diyalog ve uluslararası sisteme ekonomik-politik adaptasyon süreci kesintiye uğramış, Đran dış politikası Hatemi’nin cumhurbaşkanlığının son yıllarında ve özellikle de Ahmedinecad döneminde eksen kayması yaşamıştır. Kısacası Hatemi dönemi Đran dış politikasının stratejik hedeflerini şu şekilde özetlemek mümkündür: i- Ülkeyi uluslararası topluma entegre etmek, ii- ABD ve Avrupa ile ilişkileri revize etmek, iii- Başta Suudi Arabistan olmak üzere Körfez ülkeleriyle uzlaşma sağlamak, iv- Türkiye ve diğer komşu devletler ile yakınlaşmak, v- Nükleer enerji sorununda Fransa, Almanya ve Đngiltere ile müzakereler yapmak, vi- Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’yla işbirliğinde bulunmak, vii- Çin ve Rusya ile yapıcı ilişkiler kurmak.52 Hatemi, 2001’den sonra değişen-dönüşen küresel sistemin etkilerine kadar bu hedeflerin önemli bir kısmını gerçekleştirmiş olsa da cumhurbaşkanlığının ikinci döneminde Batı ile ilişkilerin artarak devamı ve sisteme uyum sağlama konularındaki hedeflerinde kopma yaşamıştır. Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası (2005-…) Đran dış politikasında Rafsancani ile başlayan ve Hatemi yönetimiyle doruk noktasına ulaşan liberal-pragmatist anlayış, Ahmedinecad’ın 2005 yılında cumhurbaşkanlığına gelmesiyle kırılmaya uğramıştır. Zira genç kuşak devrimci-radikal muhafazakâr akımın lideri olan Ahmedinecad, Rafsancani ve Hatemi önderliğindeki ılımlı-liberal muhafazakâr çizgiden farklı bir siyasi duruşu temsil etmektedir. Ahmedinecad aynı zamanda Humeyni’nin liderlik yaptığı ilk kuşak geleneksel muhafazakârlardan farklı bir ekolün temsilcisi olmakla birlikte53 dini rejime bağlılık ve rejimin dini karakterini vurgulama noktasında Humeyni çizgisine yakın bir siyaset izlemektedir. Ahmedinecad 52 R. K. Ramazani, R. K. Ramazani, “Iran’s Foreign Policy: Independence, Freedom and The Islamic Republic”, a.g.e, s. 10. 53 Đran siyasal yaşamında muhafazakârların iç ayrışmalarını geleneksel, ılımlı (liberal) ve devrimci (radikal) olmak üzere üç gruba ayırmak mümkündür. Đlk kuşağı temsil eden geleneksel muhafazakâr akım, muhafazakâr bloğun en etkin ve nüfuzlu akımı olmakla birlikte yaşlı din adamlarının kontrolü altındadır. Örneğin, Đran Devrimi’ni gerçekleştiren Humeyni geleneksel muhafazakâr akımın önemli isimlerindendi. Ilımlı muhafazakâr akım ise geleneksel muhafazakârlardan ayrılarak kendine özgü bir siyaset anlayışı oluşturan akımdır. Rafsancani ile özdeşleşen ılımlı muhafazakârların Đran siyasetindeki bir diğer temsilcisi de Hatemi’dir. Son olarak devrimci (radikal) muhafazakâr akım ise geleneksel akım üzerinde ortaya çıkan, fakat genç kuşağı temsil eden akımdır. Geleneksel muhafazakârlardan ayrılarak yeni ve farklı bir oluşum meydana getiren radikal muhafazakârların önemli isimlerinin başında Ahmedinecad gelmektedir; bkz. Arif Keskin, “Devrim Đçinde Yeni Bir Devrim Arayışı: Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakâr Akım”, Stratejik Analiz, Sayı: 69, Ocak 2006, s. 59-60. 434 yönetimi bilhassa dış politikadaki radikal tutumu, ABD ve Đsrail karşıtlığı, nükleer görüşmeler konusundaki uzlaşmaz tavrı, dini değer ve motiflere vurgu yapması nedeniyle Humeyni dönemini hatırlatmaktadır. Đki devlet adamının da dünya görüşleri birbirine benzemesine rağmen Ahmedinecad yönetimi dış politika anlayışının Humeyni döneminden temel farkı, dış politika hedefleri arasında devrim ihracı boyutunu önplana çıkarmamasıdır. Bu da Ahmedinecad’ın ilk döneminde (2005-2009) Đran’ın bölgedeki diğer Müslüman ülkeler ile iyi ilişkiler kurabilmesine katkı sağlamıştır.54 Ahmedinecad’ın Đran Đslam Cumhuriyeti’nin din adamı sınıfına mensup (ruhban) olmayan ilk cumhurbaşkanı olması ve onun döneminde ılımlı-uzlaşmacı dış politika yaklaşımından giderek uzaklaşılması birbiriyle çelişkili bir görünüm arz etmekte ve aradaki bağıntının açıklanması zorlaşmaktadır.55 Bu durumu sadece Ahmedinecad’ın kişisel özelliklerine ve siyasete dair bakış açısına bağlamak indirgemeci bir yaklaşımı beraberinde getirir. Zira Ahmedinecad’ın iktidara gelmesinde ve cumhurbaşkanı olduktan sonra Đran dış politikasının Rafsancani ve Hatemi çizgisinden uzaklaşarak Humeyni anlayışına yönelmesinde uluslararası sistemde meydana gelen kırılmalar da büyük rol oynamıştır. Bu perspektiften bakıldığında 11 Eylül olaylarının sistemik etkileri, Ahmedinecad ekibini iktidara hazırlayan ve taşıyan temel değişkenler arasındadır. Çünkü daha önce de belirtildiği gibi uluslararası ilişkilerde paradigma dönüşümüne neden olan 11 Eylül saldırılarının hemen ardından başta ABD olmak üzere birçok devlet, yeni dış politika parametrelerini tehdit odaklı oluşturmaya ve güvenlik anlayışına dayalı davranış modellerine yönelmeye başlamıştır. Güvenlik ikilemi ekseninde oluşan bu yeni uluslararası oyunda Evanjelist grubun desteğini alan neo-muhafazakâr Bush yönetiminin uygulamaya koyduğu sert güç politikaları, Hüccetiye grubunun desteklediği56 radikal muhafazakâr Ahmedinecad’ı iktidara taşıyan öncül faktörlerden biri 54 Arif Keskin, “Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası: Saldırganlığın Rasyonelleşmesi”, Stratejik Analiz, Sayı: 70, Şubat 2006, s. 76; ve Arif Keskin, “Đran, Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakârların Doğuş Süreci”, http://www.turksam.org/metsamor/a1304.html 55 Đran özelinde yorumlanan bu paradoksallık şu şekilde açıklanabilir: Ahmedinecad’a kadar Đran Đslam Cumhuriyeti devlet başkanları -Humeyni’yi kurucu devlet başkanı varsayarak- dini rütbeleri olan ruhban sınıfından kişilerdi. Humeyni’den sonra gelen Rafsancani ve Hatemi her ne kadar teokrasiyi temsil etseler de dış politika bağlamında ılımlı ve nispeten liberal bir yaklaşıma sahiptiler. Buna karşın Đran’ın din adamı kimliğine sahip olmayan ilk cumhurbaşkanı Ahmedinecad dış politikada daha sert, katı ve kamplaştırıcı bir politika izlemektedir. Onu bu şekilde davranmaya iten faktörün, çağdaş Şii siyaset teorisindeki “devlet başkanının din bilimlerinde otorite olması gerektiği” savı olduğu söylenebilir. Ahmedinecad’ın bu noktada meşruiyetinin tartışılmasını önlemek ve hem ruhban sınıfını yanına alabilmek ya da en azından karşısına almamak hem de halkı ulusal bir ideoloji çatısı altında birleştirebilmek amacıyla bu yönde bir dış politika izlediğini belirtmek mümkündür. Nitekim ABD ve Đsrail karşıtı radikal söylemleri de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ancak bu analizden “ruhban sınıfının politikada daha katı bir tavır takınması gerektiği” gibi bir çıkarımda da bulunulmamalıdır. 56 Hüccetiye grubu Đran siyasetinde söz sahibi olan dini bir örgütlenmedir. Hüccetiye grubu, diğer adıyla “Şii Kıyamet Cemiyeti”, “dünyayı kurtaracak kişinin (ki bu kişi kayıp Đmam Mehdi’dir) gelmesi ve yeni bir düzen kurulabilmesi için yeterince kan akmadığı” öğretisi üzerine kurulan ve kaostan düzen çıkacağına inanan bir örgüttür. Ahmedinecad’ın arkasındaki güçlerden birinin de Hüccetiye grubu lideri Misbah Yezdi olduğu ve 2005 yılındaki seçimlerden önce Yezdi’nin Ahmedinecad’ı desteklediği belirtilmektedir. Nitekim Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanı seçildikten hemen sonra teamülleri bozup ilk toplantısını başkent Tahran yerine örgütün kalesi olan Meşhed’de yapması ve ilk ziyaretini dini lider Ali Hamaney yerine Yezdi’ye gerçekleştirerek onun elini öpmesi, sözkonusu savları güçlendiren örneklerdir; bu konu ve Hüccetiye grubu hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. “Ahmedinecad’ın Ardındaki Güç: Misbah Yezdi”, http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/17313/ahmedinejadin-ardindaki-guc-misbah-yezdi.html 435 olmuştur. ABD’nin 2001’de Afganistan, 2003’de de Irak’a girerek Đran’ı Doğu-Batı ekseninde çevrelemesi, neo-con’ların sıranın Đran’a geldiği şeklinde yorumlanan radikal söylemleriyle birleşince Đran’da politik-psikolojik kuşatılmışlık sorunsalı yeniden gündeme gelmiştir. Keza ABD’nin bu çatışmacı tavrı, tarihte birçok kez işgale uğrayan Đran halkı üzerinde derin bir psikolojik baskı oluşturmuş ve seçmen kitlesini Ahmedinecad’a yönlendirmiştir. Dolayısıyla diyalektik bir mantıkla yorumlandığında ABD yönetimindeki sertlik yanlısı Evanjelist ve neo-muhafazakâr grubun, Hüccetiye’nin desteğindeki Ahmedinecad yönetimine iktidar yolunu açtığını söylemek mümkündür. Üstelik Ahmedinecad’ın cumhurbaşkanlığının ilk döneminde gerek Đran’ın izlediği ABD ve Đsrail karşıtı politikalar, gerekse de ABD ve Đsrail’in izlediği Đran karşıtı politikalar, Hüccetiye grubu ile Evanjelistlerin ortak paydada buluştuklarını göstermektedir. Hüccetiye grubunun da etkisiyle Đran dış politikasının, Mehdeviyet (Mehdilik ve/veya Đmamiyet düşüncesi) kuramı çerçevesinde şekillendiği ifade edilebilir. Başka bir deyişle Mehdeviyet, Ahmedinecad dönemi Đran dış politikasının teorik boyutunu oluşturan ana unsurlardan biridir. Ahmedinecad ve ekibinin dış politika zihniyetinde önemli bir rol oynayan Mehdeviyet kuramı, “Şiilerin kayıp olarak bildikleri On ikinci Đmamın (Đmam Mehdi) yeryüzüne geri döneceği ve Müslümanlara dünya hâkimiyetini sunacağı” tezine dayanan bir düşünce sistematiğidir. Buradan hareketle Ahmedinecad’ın, hükümetini Đmam Mehdi’nin gelişini hazırlayan bir hükümet olarak gördüğüne dair yorum ve analizler bulunmaktadır.57 Bu doğrultuda Ahmedinecad’ın, “dünyanın sonuna doğru Mesih’in geleceği” inancına sahip Evanjelistler etkisindeki ABD’ye karşı sert söylemlerinin arkaplanını, sözkonusu düşünsel çekişmenin oluşturduğu söylenebilir. Đran dış politikasının Mehdeviyet kuramı etkisinde biçimlendiği savına bir başka örnek ise Ahmedinecad’ın Đsrail karşıtı radikal söylemleridir. Sadece Ahmedinecad’a özgü olmayan ve Đran karar alma mekanizmasına Humeyni döneminden miras kalan Đsrail karşıtlığı, geleneksel bir siyaset anlayışı olarak Đran dış politika stratejisindeki süreklilik unsurlarından birini teşkil etmektedir. Đran’ın devlet politikası olan Đsrail karşıtı söylemler, Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde kesintiye uğramasına rağmen Ahmedinecad yönetimiyle birlikte etkisini artırmış ve dış politika gündemini belirleyen temel öğelerden biri haline gelmiştir. Dolayısıyla Ahmedinecad’ın radikal Đsrail eleştirileri, uluslararası politikayı ideolojik biçimde yorumlamasının ağırlık merkezini oluşturmakta ve Đran’ın dış politika eksenine ABD’nin yanısıra Đsrail karşıtlığını yerleştirdiğini göstermektedir. Bu çerçevede Ahmedinecad’ın göreve gelir gelmez yaptığı “Đsrail haritadan silinmelidir”, “Yahudi soykırımı -Đsrail Devleti’nin kurulması amacıyla- tarihin abartılı bir projesidir”, “Đsrail Devleti Alaska’ya taşınmalıdır” gibi açıklamalar bu düşünüş biçimini yansıtmaktadır.58 Eylemsel 57 Arif Keskin, “Devrim Đçinde Yeni Bir Devrim Arayışı: Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakâr Akım”, a.g.e, s. 60-61. 58 Bülent Aras, “Ahmedinecad Başkanlığında Đran’da Siyasal Đktidarın Haritasını Çıkarmak”, içinde: Satranç Tahtasında Đran: Nükleer Program, Kenan Dağcı ve Atilla Sandıklı (Editörler), Tasam Yayınları, Đstanbul, 2007, s. 29-30. 436 boyuttaysa Đran’ın Đsrail-Lübnan Savaşı’nda (2006) Lübnan’daki Hizbullah Örgütü’nü destekleyerek Đsrail Ordusu’na karşı yaptığı örtülü operasyonları örnek göstermek mümkündür. Benzer şekilde Filistin’de Hamas’a yapılan maddi ve manevi destekler de Ahmedinecad yönetiminin Đsrail karşıtlığının eylemsel-operasyonel yönüne işaret etmektedir. Görüldüğü üzere Ahmedinecad yönetiminin sözkonusu dış politika anlayışı bir yandan ABD ve Đsrail karşıtlığı temelinde gelişirken, diğer yandan da Evanjelist grubun “Mesihçi” yaklaşımına özdeş bir nitelik taşımaktadır. Öyle ki, “Mesih’in bir an önce dünyaya gelmesinin sağlanmasını” savunan Evanjelistler ile “Mehdi’nin bir an önce dünyaya gelmesinin sağlanmasını” savunan Hüccetiye grubunun birbirlerinin tezlerinden beslendiği söylenebilir.59 Farklı dünya görüşlerine sahip bu grupların kesişim noktası ise “sert güç” politikasıdır. Zira her iki grubun da temel felsefesini, “dünyada kaos ne kadar artarsa, Mesih’in veya Mehdi’nin dünyaya gelmesinin zamanı da o kadar yakınlaşır” inancı oluşturmaktadır ki; iki gruba göre de dünyadaki mevcut kaos ortamı, Mesih ya da Mehdi’nin gelmesi için henüz uygun bir zemin teşkil etmemektedir.60 Her iki grubun da düşünce sistematikleri göz önünde bulundurulduğunda öngördükleri temel stratejinin, “suni olarak kaosun artırılması yoluyla bekledikleri Mesih ya da Mehdi’nin gelişini kolaylaştıracak uygun bir ortamın hazırlanması” olduğu söylenebilir. Kısacası iki grubun da yaptığı radikal açıklamaların ve izlediği sert politikaların temelini “Mesih’çi” ve “Mehdi’ci” dünya görüşleri oluşturmaktadır. Evanjelistler ve Hüccetiye grubunu ortak noktada buluşturan ve realist teorinin “gücün caydırıcılığı” prensibine dayanan sert güç anlayışı, iki devletin dış politikalarını da “kriz yönetimi”ne odaklamıştır. Bu çerçevede ise “krizi aşmanın yolu, yeni bir kriz oluşturmak ve bu krizi tırmandırmak” şeklinde özetlenebilecek davranış ve söylemler, her iki ülkenin dış politika ajandalarının gündem maddesi haline gelmiştir. Dolayısıyla gerek Bush yönetiminin Đran’ı uluslararası sistemden tecrit etmeye yönelik sert söylem ve uygulamaları, gerekse de Ahmedinecad yönetiminin nükleer çalışmaların devam edeceğine dair tavizsiz söylem ve eylemleri, gücün caydırıcılığı savına dayalı realist dış politika yaklaşımının izdüşümleri biçiminde yorumlanabilir.61 Öte yandan Humeyni’nin uluslararası sistemi “ezenler” ve “ezilenler” dikotomisi üzerinden tanımlamasına benzer şekilde Ahmedinecad da devletleri “sömürenler” ve “sömürülenler” şeklindeki kategorik bir ayrıma dayandırmakta ve mevcut uluslararası yapıyı sözkonusu ikilem üzerinden değerlendirmektedir.62 Bu çerçevede Ahmedinecad’ın zihinsel dünyası bir tarafta Đran gibi haksızlığa 59 Barış Adıbelli, “Đran’ın Avrasya Açılımı”, http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=33950 60 Barış Adıbelli, a.g.m. 61 Bu konuda bkz. Arif Keskin, “Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası: Saldırganlığın Rasyonelleşmesi”, s. 73; ve Arif Keskin, “Đran, Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakârların Doğuş Süreci”, http://www.turksam.org/metsamor/a1304.html 62 Humeyni’den Ahmedinecad’a Đran Đslam Cumhuriyeti’nin üç temel sacayağını; üçüncü dünyacılık, Đslami kimlik ve devrimci nitelik oluşturmaktadır. Đran dış politikası realist paradigma ve türevleriyle özdeştirilmekle beraber farklı perspektiflerle de incelenebilmektedir. Đran dış politikasını eleştirel teori ve teorinin temel kavramlarından olan “özgürleşme” kavramıyla 437 uğrayan devletlerin, diğer tarafta ise ABD ve Đsrail gibi haksızlık yapan müttefiklerin yer aldığı “siyah-beyaz” bir düşünce sistemini içermektedir. Sözkonusu zihinsel kurguda Đran’ın hedefi ise sömürü düzenini devam ettirmek isteyen ve kendi emperyal çıkarları için diğer ülkelere haksızlık eden devletlerin bu statükocu davranış modellerini engellemektir.63 Ahmedinecad yönetiminin adalet/hakkaniyet eksenli yapısal çelişki üzerine kurguladığı bu dış politika anlayışı, Mehdeviyet kuramının dini öğeleri ve motifleriyle örtüşünce Đran’ın “ezilmiş halklar” temasına yaptığı vurgu önplana çıkmaktadır. “Ezilmiş halklar” vurgusu Đran dış politikasına iki boyutlu perspektifte yansımaktadır. Birinci boyutu, Ahmedinecad’ın özellikle Đsrail karşıtlığı üzerinden kullandığı dini motif ve söylemler aracılığıyla Sünni Müslüman dünyasıyla ortak paydada buluşması ve Müslüman ülkelerin çok fazla kullanmadıkları bu temayı işleyerek konstrüktif bir yaklaşımla halklar nezdinde Đslam dünyasının liderliğini yapmak istemesidir. “Sömürülenler” ya da “ezilmiş halklar” vurgusu üzerinden hareket eden Ahmedinecad böylece “Şiiliğin, Đslam düşünce sisteminin ‘sol’ yorumu olduğu” savını daha fazla önplana çıkarmakta; biraz da Ali Şeriati çizgisine kayarak Bolivarcı sosyalist Hugo Chavez ile aynı siyasi platformda buluşabilmektedir.64 Đkinci boyutu ise az gelişmiş ülkeler veya üçüncü dünya ülkelerine, başka bir ifadeyle yoksul Güney coğrafyasına yapılan açılımdır. Bu bağlamda Ahmedinecad’ın Afrika ve Güney Amerika ülkelerine yaptığı ziyaretler kısa sürede mekik diplomasisine dönüşmüş, “merkez-çevre” kuramlarında çevre olarak nitelendirilen ülkeler Ahmedinecad döneminde Đran jeopolitiğinin merkezine yerleştirilmiştir. Nitekim Ahmedinecad’ın, cumhurbaşkanlığının ilk döneminde çıktığı yurtdışı ziyaretlerinden sadece birini Avrupa’ya yapması ve buna karşın birçoğunu Latin Amerika ve Afrika ülkelerine gerçekleştirmesi, bu ülkelerin Đran jeostratejisinde oynadığı merkezi rolü göstermektedir. Güney jeopolitiğine yapılan bu açılım ekseninde Latin Amerika ülkelerinden çok sayıda davet alan Ahmedinecad, bu ülkelerden özellikle Honduras, Küba ve Venezuela’yı tercih etmiş ve sözkonusu gezilerde oldukça sıcak karşılanmıştır. Benzer şekilde, ülke içi muhalefet tarafından uluslararası saygınlığı ve itibarı olmadığı gerekçesiyle çokça eleştirilmesine rağmen sık sık Afrika gezilerine çıkmış ve seyahatlerini daha ziyade Sierra Leone, Zambiya, Komor Adaları, Kenya, Tanzanya ve Senegal üzerinde yoğunlaştırmıştır.65 Đran Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour’un şu sözleri, Đran’ın uluslararası sistemdeki sıkışmışlık ve yalnızlığını azaltma misyonunu da içinde barındıran Afrika ve Latin Amerika’ya yapılan stratejik açılımı özetler niteliktedir: inceleyen bir çalışma için bkz. S. J. Dehghani Firouz Abadi, “Emancipating Foreign Policy: Critical Theory and Islamic Republic of Iran's Foreign Policy”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3: 1-26, Summer 2008. 63 Bülent Aras, a.g.m, s. 30. 64 Barış Adıbelli, a.g.m. 65 Hamed Mafi, “Ahmedinecad’ın Dış Politikası Yerlerde Sürünüyor”, Đran Gazetesi Đtimad, 14 Kasım 2009, http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=&ArticleID=965738&CategoryID=99 438 “Đran’ın dış politikası bağımsız veya adaletsizliğe uğramış ülkelere yönelik derin ve çok boyutlu bir politikadır. Latin Amerika’da ve Afrika’da bu ülkelerden çokça görmek mümkündür. Đran Đslam Cumhuriyeti, siyasi ve ekonomik çeşitli alanlarda işbirliği için yüksek potansiyel ve kapasiteye sahip bu tür ülkelerle ilişkilerini her gün artırmaya çalışmaktadır ve bu yolda başarılı da olmuştur…”66 Ahmedinecad yönetimi, Đran jeopolitiğine kazandırdığı bu kıtalararası derinliğin yanısıra Doğu eksenini de ihmal etmemiş ve Avrasya politikalarına yönelik olarak Rusya ile ilişkilerini, özellikle Amerikan hegemonyasına karşı güçlendirmeye çalışmıştır. Ahmedinecad’ın, 15 Eylül 2005 tarihinde New York’ta gerçekleştirilen BM Güvenlik Konseyi’nin 60. Genel Kurul toplantısında Putin ile yaptığı görüşmede “Güçlü bir Rusya Đran’ın en iyi dostudur. Güçlü bir Đran ise Rusya’nın en iyi ortaklarından birisidir” sözleri,67 gelişen Đran-Rusya ilişkilerinin seyrini belirlemiş; bu söylemsel perspektif bilhassa nükleer enerji alanındaki işbirliğinde somutlaşmıştır. Rusya ile birlikte Çin’in de desteğini alan Đran, böylece Doğu politikalarına Güney Asya derinliğini eklemlemiş; eğitiminin bir kısmını Hindistan’da tamamlayan dönemin Dışişleri Bakanı Muttaki bölge üzerindeki bilgi ve deneyimlerini sözkonusu coğrafyada iyi ilişkilere dönüştürmeyi başarabilmiştir. Ayrıca Đran, enerji kaynaklarının çeşitliliği ve enerji yollarının güvenliği çerçevesinde genelde Orta Asya devletleri özelde de Hazar’a kıyı devletler -özellikle de Türkmenistan- ile ilişkilerini sorunsuz götürmeye özen göstermiştir. Böylece Çin ve Hindistan aracılığıyla Güney Asya, Orta Asya devletleri ve Rusya vasıtasıyla da Avrasya politikalarını şekillendirmeye çalışan Đran, ABD karşıtı dış politika anlayışını Doğu jeopolitiğinde çok boyutlu bir düzleme taşımak istemiştir. Nitekim Đran’ın, Batı dünyasına alternatif olarak örgütlendiği öne sürülen Şangay Đşbirliği Örgütü’ne gözlemci ülke statüsünde katılması da (5 Temmuz 2005) böylesi bir jeopolitik yaklaşıma işaret etmektedir. Benzer şekilde Doğu ekseni politikalarının bir türevi olarak Ortadoğu coğrafyasına yönelen Đran karar alma mekanizması, Basra Körfezi’nin güvenliğini Körfez ülkeleriyle iyi ilişkiler zemininde gerçekleştirmeye özen göstermiş;68 bölgede etkin bir özne olan Türkiye ile ilişkilerine bu çerçevede özel önem vermiştir. Ahmedinecad yönetiminin Türkiye ile uyumlu bir biçimde PKK’nın Đran’daki uzantısı PJAK’a yaptığı operasyonlar, Irak’ın bölünmesine karşı duruşu ve bu doğrultuda Irak’ın 66 “Đran Đslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour: Đran-Türkiye Đşbirliği Bölgesel Sorunları Çözebilir”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 2, Sayı: 14, Şubat 2010, s. 88. Hosseinpour ayrıca, Đran Đslam Cumhuriyeti dış politikasının üç temel ilke ve öğeye dayandığını belirtmektedir. Buna göre “bağımsızlık”, “özgürlük” ve “Đslam Cumhuriyeti” Đran dış politikasını üç temel ilkesini oluştururken; “izzet”, “hikmet” ve “maslahat” da üç temel öğesini meydana getirmektedir; aynı yerde, s. 87. 67 Fatih Özbay, “Realpolitik, Pragmatizm, Ulusal Çıkarlar ve Nükleer Program Ekseninde Dünden Bugüne Rusya-Đran Đlişkileri”, içinde: Satranç Tahtasında Đran: Nükleer Program, s. 174. 68 Ahmedinecad, 2007 yılında düzenlenen 17. Basra Körfezi Konferansı’nda yeni bölgesel güvenlik yapısının oluşturulması ve bölge ülkeleri arasında koordinasyon ve işbirliğinin sağlanması noktasında Đran karar alma mekanizmasının isteğini ortaya koymuştur; Saeed Taeb, Hossein Khalili, “Security Building Priorities in Persian Gulf: An Approach to National Security Policy of Iran”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3, Summer 2008, s. 43. 439 kuzeyinde Türkiye ile birlikte hareket etmesi, Türkiye’nin Đran nükleer krizinde arabulucu rolü üstlenmesi ve Filistin konusunda Türkiye ile izlediği ortak tavır alış, Đran-Türkiye ilişkilerinin dostane ve stratejik bir şekilde geliştiğini gösteren belli başlı örnekler olmuştur. Üstelik 2009 yılının komşu iki ülke tarafından “Türkiye-Đran Kültür Yılı” ilan edilmesi ve bu amaçla birçok ortak kültürel etkinliğin düzenlenmesi, Türkiye-Đran sınır bölgesinde organize sanayi sitesi ve serbest ticaret bölgesi kurulmasına yönelik hazırlanan projelerin hayata geçirilmeye çalışılması gibi sosyo-ekonomik ve kültürel faaliyetler de iki ülke arasındaki yakınlaşmayı gösteren girişimler olarak değerlendirilebilir.69 Đki ülke arasında yaşanan bu çok boyutlu gelişmelerde Türk dış politikasının “komşularla sıfır sorun” anlayışı üzerine kurgulanmasının yanısıra daha önce Türkiye’de büyükelçilik yapan dönemin Đran Dışişleri Bakanı Muttaki’nin Türkiye’yi yakından tanımasının ve Türkiye’nin komşularına yönelik olumlu dış politika zihniyetini iyi bilmesinin de önemli bir rol oynadığını belirtmek yerinde olacaktır. Ancak son dönemde yaşanan Suriye krizi, Đran-Türkiye ilişkilerinin olumlu seyrine ket vurmuştur. Öte yandan Ahmedinecad döneminde Đran’ın ABD ve Avrupa ülkeleri ile ilişkileri nükleer gerginlik ekseninde şekillenmiş, fakat Đran karar alma mekanizması bu gerginliği nükleer çalışmalarını destekleyen Rusya ve Çin’in de katkısıyla bugüne dek kontrol altında tutmayı başarabilmiştir. Ancak nükleer faaliyetlerin devam etmesi nedeniyle Batı’yla ilişkilerin bozulması, Ahmedinecad yönetimini Batı eksenine alternatif politikalar izlemeye sevketmiş ve bu kapsamda Đran, Güney ve Doğu coğrafyalarına açılımlar yaparak dış politikasına jeopolitik bir derinlik kazandırmak istemiştir. “Batı’dan Doğu’ya yönelme” şeklinde tanımlanabilecek bu dış politika stratejisiyle Doğu jeopolitiğindeki hareket serbestîsini görece artıran Đran, böylelikle gelenekselleşmiş bölgesel güç ve lider olma hedefini koruma imkânı bulmuştur. 2010 yılının son günlerinde Tunus’ta başlayan, artan bir ivme ve domino etkisiyle kısa sürede Mısır, Libya, Yemen, Bahreyn ve Suriye gibi diğer bölge ülkelerine yayılan halk hareketleri de aynı zamanda Đran’ın başta Basra Körfezi olmak üzere bölge jeopolitiğinde hâkim güç olma motivasyonunu pekiştirmiştir. Bu motivasyonu, Tahran yönetiminin Arap dünyasında gerçekleşen halk ayaklanmalarına ilişkin bakış açısında gözlemlemek mümkündür. Zira “Arap Baharı” olarak adlandırılan bu halk ayaklanmaları Ahmedinecad yönetimi ve dini lider Ayetullah Ali Hamaney’e göre “Batı Yanlısı” ve “diktatör” rejimlere karşı gerçekleşmektedir. Đran yönetimi “Đslami Uyanış” olarak algıladığı bu değişim-dönüşümü, Đran’ın tarihi belleğinde ve toplumsal hafızasında derin izler bırakan 1979 Devrimi’yle özdeşleştirmektedir. Đran yönetimine göre Humeyni liderliğindeki Đran halkının Batı yanlısı Şah yönetimini devirmesi gibi Arap Baharı’ndaki halk hareketleri de ABD ve Đsrail yanlısı rejimleri devirmeye yöneliktir. Dolayısıyla Đran, Arap dünyasındaki bu toplumsal hareketleri 1979 Devrimi’ne benzetmekte ve sözkonusu ayaklanmaları “Arap Devrimleri” olarak nitelendirmektedir. Bu nedenle Đran’ın Tunus, Mısır, Libya, Bahreyn ve Yemen’deki halk ayaklanmalarına ve muhalif 69 “Đran Đslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour: Đran-Türkiye Đşbirliği Bölgesel Sorunları Çözebilir”, a.g.e, s. 86-88. 440 gruplara verdiği destek, bu ayaklanmaları kendi devriminin türevleri ve devamı niteliğinde değerlendirmesinin stratejik bir sonucu olarak yorumlanabilir. Diğer yandan Ahmedinecad yönetiminin Arap jeopolitiğindeki toplumsal ayaklanmaları 1979 Devrimi’yle ilişkilendirerek anlamlandırması, Humeyni dönemindeki devrim/rejim ihracı stratejisini referans aldığı yönündeki yorumları beraberinde getirmektedir. Humeyni’den miras kalan bölgesel liderlik hedefi kapsamında Ahmedinecad yönetiminin, bölge ülkelerinde kurulacak yeni yönetimlere “Đran modelini” örnek göstermesi ve Şii kuşağında bu yöndeki girişimleri desteklemesi olasıdır. Nitekim Ahmedinecad yönetiminin Arap ülkelerindeki rejim karşıtı hareketleri desteklemesine karşın Suriye’deki halk ayaklanmasına ve muhalefete destek vermemesinin ortaya çıkardığı paradoksal durum,70 Đran’ın bölge jeopolitiğinde Şii hilalini etkin bir biçimde yönlendirmek istemesinin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.71 Tahran yönetimi Şii hilalindeki en yakın müttefiki Suriye’yi kaybetmek istememektedir. Zira Suriye’de laik-sosyalist Baas rejimi bulunmasına karşın Đran’ın Esad yönetimi ve Suriye’deki egemen güç Nusayriler ile işbirliği içinde olması,72 Şii hilali ekseninde tasarlanan Đran dış politikasının süreklilik boyutunu göstermesi bakımından önemlidir. Kısacası bölgesel denklemin yeniden kurulduğu bu belirsizlik ortamında Ahmedinecad yönetiminin, Şii hilalinin Đran jeopolitiğindeki merkezi konumunu korumaya ve güçlendirmeye çalışacağı söylenebilir. Çünkü bölgesel jeopolitik dönüşümlere neden olabilecek potansiyele sahip sözkonusu “geçiş süreci” de Đran’ın bölgesel politikalarını Şii eksenli kurgulamasına imkân vermektedir. Başka bir ifadeyle Đran’ın uygulayacağı bölgesel enstrümanların zaman ve mekân açısından uygun bir zemine sahip olduğu belirtilebilir. Üstelik Irak’ta Şii odaklı iktidarın bulunması, bölgedeki istikrarsızlığın petrol fiyatlarını artırması, Đran nükleer programının uluslararası gündemden uzaklaşması ve ABD askerlerinin Irak ve Afganistan’dan çekilmesiyle Đran’ın kuşatılmışlık ve 70 Đran karar alıcıları Arap dünyasındaki toplumsal hareketleri tabandan gelen “halk devrimleri” olarak algılarken, Suriye’deki toplumsal hareketleri ise CIA ve MOSSAD gibi istihbarat örgütlerinin planladığı ve organize ettiği “halk isyanları” olarak değerlendirmektedir. Nitekim dini lider Ali Hamaney Ortadoğu’daki halk hareketlerini yorumladığı bir konuşmasında “Đslami niteliği bulunan ABD ve Đsrail karşıtı halk devrimleri” ile “ABD ve Đsrail tarafından desteklenen halk isyanları” arasında bir ayrıma gitmiştir: “Bizim düşümüz açık; her nerede Đslami, halkçı ve Amerikan karşıtı bir hareket varsa onu destekleriz… Eğer bir yerde bir hareket Amerika ve Siyonistler tarafından kışkırtılmışsa onu desteklemeyiz. Her nerede Amerika ve Siyonistler bir ülkeyi işgal etmek ve bir rejimi devirmek üzere sahneye çıkarsa biz karşı tarafta yer alırız…” Bayram Sinkaya, “Đran-Suriye Đlişkileri ve Suriye’de Halk Đsyanı”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 33, Eylül 2011, s. 44. Görüldüğü gibi Ali Hamaney doğrudan Suriye’ye atıfta bulunmasa da konuşmasından Suriye’deki halk hareketlerini kastettiği anlaşılmaktadır. 71 Şii hilalinin bölge jeopolitiğindeki etkisi hakkında bkz. Emin Salihi, a.g.e, s. 183-202 ve Atilla Sandıklı, Emin Salihi, “Đran, Şii Hilali ve Arap Baharı”, Rapor No: 35, Đstanbul, 2011, http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/iransiihilali.pdf 72 Şiilik mezhebinin alt kollarından en önemlileri Caferi (Đmamiye), Đsmaili, Zeydi ve Nusayri kollarıdır. Đran’da hâkim olan Caferilik iken, Suriye’deki Şiiler ise Nusayriler olarak adlandırılır. Nusayriler bazı kaynaklarda %12 bazı kaynaklarda ise %1016 arasında değişen nüfus oranıyla Suriye’de Sünnilerden sonraki en kalabalık grubu oluşturmaktadırlar. Nusayri kökenli ilk devlet başkanı olan Hafız Esad’ın 1970’te yönetime gelmesiyle Nusayriler Suriye yönetimine hâkim olmuşlardır. Esad, iktidarını güçlendirmek ve devam ettirmek amacıyla devletin stratejik kurumlarına Nusayri kökenli kişileri getirmiştir. Bu çerçevede Nusayrileri özel kuvvetler, güvenlik ve istihbarat birimlerinde görevlendirmiş ve Esad’a doğrudan bağlı olan Nusayrilerin hâkim olduğu bu birimler Esad’ın yıllar boyu süren iktidarının asıl dayanak noktası olmuştur; bu konuda bkz. Ayşegül Sever, “Bağımsızlıktan Bugüne Suriye: Baas Partisi Esad Dönemi ve Sonrası”, Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Fulya Atacan (Yayına Hazırlayan), Bağlam Yayınları, Đstanbul, 2004, s. 193- 218. 441 sıkışmışlık psikolojisinin azalacak olması göz önünde bulundurulduğunda Tahran yönetiminin bölgedeki manevra alanını genişleteceği düşünülebilir. Buna karşın Đran’ın izlediği Şii politikasının Şii-Sünni çatışma riskini içermesi, Suriye krizinde olduğu gibi bölgedeki değişim-dönüşüm sürecinin Đran ve Türkiye’yi karşı karşıya getirmesi ve bölgedeki toplumsal hareketlerin Đran muhalefetinin elini güçlendirmesi gibi Đran dış politika yapımı için “bozucu girdiler” oluşturan birtakım faktörler, Đran’ın hareket serbestîsini sınırlandırabilir. Sonuç Đran dış politikası, sistemsel nedenlerin de etkisiyle 1979’dan günümüze bir “arayış” içinde olmuştur. Humeyni döneminde ABD’den uzaklaşarak Batı’dan kopan Đran, devrim ihracı stratejisiyle bölgesel lider olma hedefi çerçevesinde Basra Körfezi ve Ortadoğu’ya yönelmiştir. Rafsancani ve Hatemi ile birlikte uluslararası sisteme entegre olma amacıyla ABD ve Batı dünyasıyla ilişkilerini revize etmeye çalışmıştır. Ancak Ahmedinecad döneminde ABD ve AB ile ilişkiler tekrar bir kriz sürecine girmiş ve Tahran bu dönemde Batı eksenine alternatif olarak Doğu eksenini dış politikasının önceliği haline getirmiştir. Đran dış politika vizyonunda Doğu ve Batı eksenleri arasında yaşanan bu gelgitlerin ve stratejik yön arayışlarının 1990 sonrası değişip-dönüşen uluslararası sistemle ilintili olduğu söylenebilir. Zira Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve iki kutuplu sistemin statik yapısının ortadan kalkmasıyla oluşmaya başlayan yeni uluslararası sistem dinamik bir nitelik kazanmış, çok yönlü ve çok boyutlu bu dinamizm diğer devletleri olduğu gibi Đran’ı da stratejik ve taktiksel arayışlara yönlendirmiştir. Dolayısıyla Humeyni, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad dönemlerinde oluşturulmaya çalışılan farklı dış politika konseptleri bu yönüyle özellikle sistem değişkenine bağlı olarak şekillenmiştir. Öte yandan Đran’ın oligarşik rejimi ve iç politik yapısının bir çıktısı olarak birey değişkeni (devlet başkanı, cumhurbaşkanı, dini lider gibi) de dış politika yapımında önemli rol oynamakta ve Đran’da göreve gelen cumhurbaşkanlarının siyasi bakış açılarına göre Đran dış politikasında süreklilik ve kırılmalar yaşanabilmektedir. Yapısal-sistemsel değişkenlerle birlikte birey değişkeninin etkisini Humeyni, Rafsancani, Hatemi ve Ahmedinecad dönemlerinde net bir biçimde gözlemlemek mümkündür. Buna karşın 1979 Devrimi’yle Đran dış politikasında büyük bir kopuş meydana gelmesine rağmen devrim sonrasında kopuştan ziyade önemli kırılmaların yaşandığı görülmektedir. 442 Đran dış politikasında devrimle ortaya çıkan bu kopuşun, anayasal monarşiden dini oligarşik rejime geçişteki siyasi rejim değişiminden, başka bir ifadeyle iç politik faktörlerden kaynaklandığı söylenebilir. Özetlemek gerekirse 1979’dan günümüze Đran Đslam Cumhuriyeti’nin dış politikasında kopuş olarak sayılabilecek değişimler yaşanmamasına karşın kırılmaların fazlaca olduğunu belirtmek mümkündür. Ilımlı-liberal muhafazakârlar Rafsancani ve Hatemi dönemlerindeki dış politikanın geleneksel muhafazakâr Humeyni döneminden farklılaşması, radikal-devrimci muhafazakâr Ahmedinecad dönemindeki dış politika yaklaşımının Rafsancani ve Hatemi dönemlerinden ziyade Humeyni çizgisine -farklılıklar olmakla beraber- yakınlaşması sözkonusu kırılmalara örnek olarak gösterilebilir. Dolayısıyla 1979’dan beri Đran dış politikasında meydana gelen değişim-dönüşümler ve stratejik arayışlar bu yönüyle birey düzeyindeki aktörlerden kaynaklanan içsel değişkenlere bağımlı olarak gelişmiştir. Diğer taraftan bu değişim ve kırılmaların yanısıra Đran dış politikasında birey faktöründen bağımsız olarak gelişen süreklilik unsurlarından bahsetmek gerekir. Zira kırılmaların daha ziyade dış politika stratejilerine ve taktiksel hamlelere, sürekliliklerin ise dış politika hedefleri ekseninde oluşturulan orta ve uzun vadeli devlet politikalarına yönelik gerçekleştiği söylenebilir. Bu açıdan değerlendirildiğinde medeniyetlerarası diyalog tezi çerçevesinde Batı ile uzlaşı ve diyalog sürecini önceleyen ve dış politikada ılımlı tavır ve söylemler sergileyen Hatemi’nin bu liberal yaklaşımına tezat biçimde önceki dönemlere göre askeri harcamalara daha fazla kaynak aktarması,73 Đran dış politikasının pragmatizmini göstermesi bakımından önemlidir. Hatemi’nin bu pragmatizmi Đran dış politikasındaki süreklilik boyutunda düşünüldüğünde anlam kazanmaktadır. Benzer şekilde Şah döneminden beri sürdürülen nükleer çalışmalar ve Humeyni döneminden bu yana devam ettirilen Đsrail karşıtı siyaset de Đran dış politika zihniyetinin süreklilik öğeleri arasında öne çıkan belli başlı örneklerdir. Đran’ın devlet politikalarını meydana getiren bu süreklilik unsurlarından bir diğeri, belki de en önemlisi bölgesinde lider konuma sahip küresel bir aktör olma hedefidir. Humeyni’den Rafsancani’ye, Hatemi’den Ahmedinecad’a uzanan çizgide dini lider ve cumhurbaşkanlarının öncelikli hedefi, Đran’ı Ortadoğu coğrafyasının lider devleti konumuna taşıyabilmek olmuştur. Bugünkü jeopolitik hedefi de bu olmasına rağmen Đran gerek iç dinamiklerindeki sosyo-ekonomik sorunlar (gelir dağılımı, işsizlik vs.), gerekse de dış politikasında önplana çıkardığı etno-dinsel kimliğin manevra alanını Şii coğrafyasına odaklaması nedeniyle sözkonusu hedefini gerçekleştirememektedir. Böylelikle Đran, çevresinde görece güçlü olan bir orta boy jeopolitik bölge 73 Bilgehan Alagöz, “Değişen Orta Doğu Kavramı ve Đran”, içinde: Büyük Orta Doğu Projesi: Yeni Oluşumlar ve Değişen Dengeler, editörler: Atilla Sandıklı, Kenan Dağcı, Tasam Yayınları, Đstanbul, 2006, s. 270. 443 aktörü olarak rol oynamaktadır.74 Ancak kısa ve orta menzilli füzelere sahip olan Đran’ın, uzun menzilli balistik füzeler ve nükleer silahlar üretmesi durumunda jeopolitik hedeflerini gerçekleştirmek amacıyla bugünkünden daha dinamik ve ofansif bir dış politika takip edebileceği ve bölge ülkeleri üzerindeki etkisini artırabileceği söylenebilir. Üstelik Ortadoğu alt-sisteminde önemli bir dönüşüme neden olan Arap Baharı, risk unsurları taşıdığı gibi Đran’ın süreklilik arzeden hedeflerini gerçekleştirmesinde Đran’a farklı dış politika enstrümanları ve fırsatları sunmaktadır. Kaynakça Abadi, S. J. Dehghani Firouz, “Emancipating Foreign Policy: Critical Theory and Islamic Republic of Iran's Foreign Policy”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3: 1-26, Summer 2008. Arı, Tayyar, Basra Körfezi’nde Güç Dengesi (1978-1991), Uludağ Üniversitesi Basımevi, Bursa, 1992. Arı, Tayyar, “Đran Eski Dost Yeni Düşman”, 2023, Yıl: 4, Sayı: 47. Arı, Tayyar, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004. Arı, Tayyar, Uluslararası Đlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, Đstanbul, 2004. Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, Türkiye Đş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1983. Atacan, Fulya (Yayına Hazırlayan), Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Bağlam Yayınları, Đstanbul, 2004. Cankara, Yavuz, Yeni Oyun: Đran’ın Nükleer Politikası, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, Đstanbul, 2005. Chase, Robert S., Hill, Emily B. and Kennedy, Paul, “Pivotal States and U.S. Strategy”, Foreign Affairs, Vol. 75, No. 1, January-February 1996. Dağcı, Kenan ve Sandıklı, Atilla (Editörler), Satranç Tahtasında Đran: Nükleer Program, Tasam Yayınları, Đstanbul, 2007. 74 Yalçın Sarıkaya, “2009 Đran Seçim http://karasam.giresun.edu.tr/fileadmin/user_upload/raporlar/002.pdf Krizi: Đç ve Bölgesel Analiz”, 444 Dağcı, Kenan ve Sandıklı, Atilla (Editörler), Büyük Orta Doğu Projesi: Yeni Oluşumlar ve Değişen Dengeler, Tasam Yayınları, Đstanbul, 2006. Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, Đstanbul, 2001. Dedeoğlu, Beril, Uluslararası Güvenlik ve Strateji, Derin Yayınları, Đstanbul, 2003. Ehteshami, Anoushiravan and Zweiri, Mahjaob, Iran’s Foreign Policy: From Khatami To Ahmadinejad, Ithaca Press, 2008. Halliday, Fred, “Iran and the Middle East: Foreign Policy and Domestic Change”, Middle East Report, No. 220, 2001. Ilias, Shayerah, “Iran’s Economic Conditions: U.S. Policy Issues”, CRS Report for Congress, Congressional Research Service 7-5700. “Đran Đslam Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi Bahman Hosseinpour: Đran-Türkiye Đşbirliği Bölgesel Sorunları Çözebilir”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 2, Sayı: 14, Şubat 2010. Keskin, Arif, “Ahmedinecad Dönemi Đran Dış Politikası: Saldırganlığın Rasyonelleşmesi”, Stratejik Analiz, Sayı: 70, Şubat 2006. Keskin, Arif, “Devrim Đçinde Yeni Bir Devrim Arayışı: Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakâr Akım”, Stratejik Analiz, Sayı: 69, Ocak 2006. Khatami, Seyyed Mohammad, “A Call For Dialogue”, Civilization; Vol. 6, Issue 3, Jun/Jul99. Knepper, Jennifer, “Nuclear Weapons and Iranian Strategic Culture”, Comparative Strategy, No. 27, 2008. Lynch, Marc, “The Dialogue of Civilisations and International Public Spheres”, Millennium, Vol. 29, No. 2, 2000. Maloney, Suzanne, Iran’s Long Reach, United States Institute of Peace Press, Washington, 2008. Moshaver, Ziba, “Revolution, Theocratic Leadership and Iran’s Foreign Policy: Implications for Iran–EU Relations “, The Review of International Affairs, Vol. 3, No. 2, Winter 2003. Olson, Robert, Türkiye-Đran Đlişkileri: 1979-2004, Çeviren: Kezban Acar, Babil Yayıncılık, Ankara, 2005. 445 Özcan, Nihat Ali and Özdamar, Özgür, “Iran’s Nuclear Program And The Future of USIranian Relations”, Middle East Policy, Vol. 26, No. 1, 2009. Ramazani, R. K., “Ideology and Pragmatism in Iran’s Foreign Policy”, Middle East Journal, Vol. 58, No. 4, Autumn 2004. Ramazani, R. K., “Iran’s Foreign Policy: Both North and South”, Middle East Policy, Vol. 46, No. 3, Summer 1992. Ramazani, R. K., “Iran’s Foreign Policy: Contending Orientations”, Middle East Journal, Vol. 43, No. 2, Spring 1989. Ramazani, R. K., “The Shifting Premise of Iran’s Foreign Policy: Towards a Democratic Peace?”, Middle East Journal, Vol. 52, No. 2, Spring 1998. Sadeghi, Ahmad, “Genealogy of Iranian Foreign Policy: Identity, Culture and History”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 4, Fall 2008. Salihi, Emin, “Ortadoğu’da Oluşan Yeni Dengeler ve ‘Şii Hilali’ Söylemi”, Bilge Strateji, Cilt: 2, Sayı: 4, Bahar 2011. Sander, Oral, Siyasi Tarih: 1918-1994, Đmge Kitabevi, Ankara, 2009. Sinkaya, Bayram, “Đran-Suriye Đlişkileri ve Suriye’de Halk Đsyanı”, Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 33, Eylül 2011. Sönmezoğlu, Faruk (Editör), Türk Dış Politikasının Analizi, Der Yayınları, Đstanbul, 2004. Şahin, Mehmet, “Şii Jeopolitiği: Đran için Fırsatlar ve Engeller”, Akademik Orta Doğu, Cilt: 1, Sayı: 1, 2006. Taeb, Saeed and Khalili, Hossein, “Security Building Priorities in Persian Gulf: An Approach to National Security Policy of Iran”, The Iranian Journal of International Affairs, Vol. XX, No. 3, Summer 2008. Taflıoğlu, Serkan, “Đran, Silahlı Đslami Hareketler ve Barış Süreci”, Avrasya Dosyası, Đsrail Özel Sayısı, Cilt: 5, Sayı: 1, Đlkbahar 1999. Tarock, Adam, “Iran-Western Europe Relations on the Mend”, British Journal of Middle Eastern Studies, 26(1), 1999. 446 Türkeş, Mustafa ve Uzgel, Đlhan (Derleyenler), Türkiye’nin Komşuları, Đmge Kitabevi, Ankara, 2002. Đnternet Kaynakları Adıbelli, Barış, “Đran’ın Avrasya Açılımı”, http://www.cumhuriyet.com.tr/?im=yhs&hn=33950 Akdevilioğlu, Atay, “Đran’ın Orta Asya, Afganistan ve Azerbaycan Politikası”, http://www.stradigma.com/turkce/kasim2003/makale_04.html Arı, Tayyar, “Washington’un Ortadoğu Politikası Yeni mi?”, www.tayyarari.com/download/eskiyazi/abdninortadogupol.doc BP,http://www.bp.com/liveassets/bp_internet/globalbp/globalbp_uk_english/reports_and_pu blications CIA Factbook, https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/ Çetinsaya, Gökhan, “Ahmedinecad, Nükleer Kriz ve Türkiye”, http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=199583&title=prof-dr-gokhan-cetinsayabrahmedinecadnukleer-kriz-ve-turkiye&haberSayfa=1 Çetinsaya, Gökhan, “Nükleer Kriz Eşiğinde Đran ve Türkiye”, http://www.setav.org/public/HaberDetay.aspx?Dil=tr&hid=11579&q=nukleer-kriz-esiginde-iran-veturkiye Durmuş, Mehmet, “Şahtan Hatemi’ye Đran Dış Politikası”, http://www.turksam.org/tr/a653.html http://www.diplomatikgozlem.com/TR/belge/1-7313/ahmedinejadin-ardindaki-guc-misbahyezdi.html http://www.unesco.org/dialogue/en/khatami.htm Keskin, Arif, “Đran, Ahmedinecad ve Radikal Muhafazakârların Doğuş Süreci”, http://www.turksam.org/metsamor/a1304.html Mafi, Hamed, “Ahmedinecad’ın Dış Politikası Yerlerde Sürünüyor”, Đran Gazetesi Đtimad, 14 Kasım 2009, 447 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=&ArticleID=965738& CategoryID=99 OPEC, http://www.opec.org/opec_web/en/publications/202.htm Sandıklı Atilla ve Salihi, Emin, “Đran, Şii Hilali ve Arap Baharı”, Rapor No: 35, Đstanbul, http://www.bilgesam.org/tr/images/stories/rapor/iransiihilali.pdf 2011, Sarıkaya, Yalçın, “2009 Đran Seçim Krizi: Đç ve Bölgesel Analiz”, http://karasam.giresun.edu.tr/fileadmin/user_upload/raporlar/002.pdf Sokolski, Henry and Clawson, Patrick, “Getting Ready For A Nuclear-Ready Iran”, Strategic Studies Institute, US Army War College, 2005, http://www.strategicstudiesinstitute.army.mil/ 448 SOĞUK SAVAŞ SONRASI TÜRKĐYE-AMERĐKA ĐLĐŞKĐLERĐNDEKĐ STRATEJĐK ORTAKLIK TARTIŞMALARINDA ĐRAN FAKTÖRÜ Buket Önal* Giriş Coğrafi bütünlük, kültür birliği veya yakınlığı düşünüldüğünde Orta Doğu dediğimiz bölgeyi Türkiye, Đran, Basra Körfezi, Arap Yarımadası, Mısır ve Kıbrıs’ı kapsayan coğrafya olarak tanımlayabiliriz. Bu coğrafya, çeşitli uygarlıkların doğduğu; Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının birleştiği bir bölge olmasının yanında boğazlar vasıtasıyla Karadeniz’i Akdeniz’e, Süveyş Kanalı ile de her iki denizi Hint Okyanusu’na bağlayan stratejik bir konuma da sahiptir. Bu durum nedeniyle Orta Doğu soğuk savaş dönemi kadar soğuk savaş sonrası da stratejik önemini korumuş ve karışıklık ve çatışmaların da hiç eksik olmadığı bir bölge olmaya devam etmiştir.1 Bu dönemde dünya enerji kaynaklarının kontrol altına alınması Amerika’nın temel politikası halini almış ve bu kaynakların sorunsuz ve kesintisiz şekilde çıkartılması, işlenmesi ve uygun fiyatlarla satılması bu politikanın ana konuları olmuştur. Bu anlamda Kafkasya ve Orta Asya gibi Orta Doğu da Amerika’nın ilgi alanı olmaya devam etmiştir. Bu bölgelerde güç dengesinin kendi lehine oluşturulması bu politikanın başarısı için önem arz ettiğinden Amerika’nın bölge devletleriyle ilişkisi de bu yönde gelişmiştir.2 Bunun yanında bölgeye yönelik Amerika’nın değişmez politikaları arasında; Đsrail’in varlığının sürdürülmesi, Radikal Đslam’ın etkisinin azaltılması, Irak ve Đran’ın çevrelenmesi ve bölge ülkelerinin kitle imha silahlarına sahip olmamaları da yer almaktadır.3 Türkiye’nin ise soğuk savaş sonrası Orta Doğu politikası bir süre mevcut durumun korunması ve Orta Doğu problemlerinden uzak kalmak şeklinde gelişmiş ve izlenen politika Batı’nın ve Amerika’nın çıkarları ve kaygıları çerçevesinde şekillenmeye devam etmiştir. 1999 sonrası bu dar ve tek boyutlu politikalardan uzaklaşarak ülkenin çıkarlarını gözeten çok boyutlu politikalar izlenmeye başlanmıştır.4 Bölge politikalarının Batı’nın politikalarından biraz daha bağımsız gelişmesi stratejik ortaklık olarak tanımlanan Amerika ile ilişkilerde sorun yaratsa da Amerika’yı da endişeye düşürmeyecek bir denge politikası öncelikli hedef olmuştur. Bu dönemde bölge politikalarında Amerika ile ilişkilerde sorun yaratan konulardan biri Đran olmuş ve olmaya da devam etmektedir. *Yrd.Doç.Dr., Kocaeli Üniversitesi, Đ.Đ.B.F, Uluslararası Đlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi 1 Servet Cömert, “Jeopolitik ve Türkiye’nin Yer Aldığı Yeni Jeopolitik Ortam”, Jeopolitik, Yıl.1, Sayı.1 (Kış 2002), s.32 2 Ali Ayata, “Orta Doğu Perspektifinden Türkiye-ABD Đlişkilerinin Yeni Boyutu”, Akademik Bakış, Sayı.22 (Ekim-KasımAralık 2010) (Çevrimiçi) http://www.akademikbakis.org/22/08.pdf (19 Ekim 2011) 3 Hasan Köni, “ABD’nin Đslam Politikası”, Avrasya Dosyası (ABD ÖZEL), Cilt.6, Sayı.2, Yaz 2000, s.19 4 Nasuh Uslu, Türk Dış Politikası Yol Ayrımında, Đstanbul: Anka Yayınları, 2006, s.246 449 I- Stratejik Ortaklık Kavramı Ve Soğuk Savaş Sonrası Türkiye-Amerika Đlişkilerinde “Stratejik Ortaklık”In Temini Sorunu: Uluslararası politikada ortaklık, ikili ilişkilerin işbirliği veya ittifak ötesine taşınmasıdır. Bunun için de ilişkilerin uzun vadeli olarak güvene dayanması gerekir. Ancak ortaklıklar tek başına stratejik bir anlam taşımazlar. Çünkü burada amaç uluslararası ilişkilere kalıcı bir düzen yerleştirmektir. Bu yüzden de ortaklık kavramı bütünleştirici bir anlam içerir.5 Stratejik ortaklık ise; iki ülkenin ortak bir tehdide karşı askeri, istihbari ve siyasi alanlarda ortak hareket ettiği ittifak biçimidir. Bu tür bir ittifak, genellikle askeri bir tehdide ya da bir bölgedeki yeni bir stratejik dizilime tepki olarak, başta ortak askeri tatbikatlar, teknoloji paylaşımı ve istihbarat paylaşımı olmak üzere, birçok alanda işbirliğini gerektirir.6 Bu anlamda stratejik ortaklıkta taraflar arasında bölge veya uluslararası düzenle ilgili daha köklü hedef veya çıkarlar öngörülmektedir. Bu ortaklık, karşılıklı bağımlılık ve devlet dışı aktörler tarafından beslenir ve süreklilik esastır. Stratejik ortaklıkta ilişkiler partiler üstü bir nitelik gösterir. Đlişkiler devletten devlete olma özelliğini çoktan aşmış; kamuoyu, medya ve sivil toplum ve düşünce eliti gibi birçok kanaldan beslenir hale gelmiştir. Her iki taraftaki iktidarın hareket alanı son derece sınırlıdır. Bu bakımdan stratejik ortaklığı klasik ittifak mantığından çok daha geniş anlamda düşünmek gerekir.7 Stratejik ortaklıkta iki tarafın kısa vadeli çıkarları yerine uzun vadeli çıkarlarının gözetilmesi esastır. Çünkü iki tarafın uzun vadeli olarak ortak hareket etmesi aynı zamanda uluslararası politikadaki belirsizliklere karşı bir kalkan işlevi görür.8 Bütün bu tanımlamaları düşündüğümüzde soğuk savaş sonrası dönemde Türkiye ile Amerika arasında bir stratejik ortaklığın varlığından bahsedebilir miyiz önce onu tartışmak gerekmektedir. A- Soğuk Savaş Sonrası Amerikan Dış Politikasının Ana Hatları Ve Türkiye-Amerika Đlişkilerine Yansıması Soğuk savaş sonrasında Amerika’da iktidara gelen Demokrat Parti adayı Clinton’ın ana amacı, son derece sınırlı olan imkânların dış meseleler yerine ülke içi meselelere harcanmasıydı. Ülke içi en önemli mesele de gittikçe kötüleşen ekonomiydi.9 Bu sorunu çözmek için 1993 yılında Kongre’den geçen bir ekonomi programı uygulanmaya başlandı. “Ekonomik hesap çağı” olarak 5 Gülten Sümer, “Stratejik Đşbirliği ve Stratejik Ortaklık Kavramlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış”, Ege Akademik Bakış,10(1), 2010, s.675 6 Nuh Yılmaz, “Stratejik Ortaklıktan Model Ortaklığa: Türkiye’nin Bağımsız Dış Politikasının Etkileri”, Türk Dış Politikası Yıllığı 2010,ss.552-553 (Çevrimiçi) http://nuhyilmaz.files.wordpress.com/2011/10/stratejik-ortakliktan-model-ortakliga-nuhyilmaz.pdf (20 Ekim 2011) 7 Sümer,op.cit, s.679 8 Đbid, s.680 9 Dougles Brinkley, “Democratic Enlargement: The Clinton Doctrine”, Foreign Policy, No.106, Spring 1997, s.112 450 görülen bu yeni dönemde daha az maliyetli politikalar izlenirken, dış meselelere ayrılan bütçe de oldukça azaltıldı. Bu bütçe kısıtlamalarıyla dış politikanın tesisi niceliksel anlamda da kademeli olarak azaltılmıştır.10 Bunu Türkiye özelinde görecek olursak; Türkiye’de konuşlandırılmış olan Amerikan askeri personelinin sayısı yarı yarıya azaltılırken, 12 askeri üssün 8’i kapatılmış ya da Türk Kuvvetlerine devredilmiştir.11 Bu stratejinin bir diğer sonucu da Amerikan dış yardım politikalarının hızla değişmesi olmuştur. Bunda Clinton’ın deyimiyle Amerika’nın ulusal ihtiyaçlarının soğuk savaş boyunca geniş şekilde ihmal edilmiş olması ve bu nedenle Amerikan yardımlarının yeniden gözden geçirilme ihtiyacının doğması etkili olmuştur. Bu düzenlemeyle Amerikan yardımları soğuk savaşta “komünizmin yaygınlaşmasını önleme” amacıyla verilirken artık “sürdürülebilir kalkınma”yı ve “demokrasiyi desteklemek, insan hakları ve barışı sağlamak” amacıyla verilecekti. Amerika, böylece dış yardım konusunda bazı ülkeleri “yardıma ihtiyaç duymayan ülkeler” listesine alarak bu ülkelere yapılan yardımlarda kısıtlamalara gitmiştir.12 Dış yardım konusundaki bu politika değişikliği Türkiye’yi de etkiliyor ve Türkiye, Amerika’nın öncelikli yardıma ihtiyaç duymayan ülkeler listesinde yer alıyordu. Bu gelişmeyle Türkiye’ye yapılan askeri yardımların hibe kısmı kaldırılmış ve kredili kısmı da Kıbrıs’taki çözümsüzlük ve ülkedeki insan hakları ihlalleri bahane edilerek ya azaltılmış ya da askıya alınmıştır. Bu dönemde ayrıca, Türkiye’nin tüm itirazlarına rağmen, Türkiye ve Yunanistan’a tahsis edilen askeri yardımlarda 7/ 10 oranına devam edilmiştir.13 Bunun dışında yeni başkanın dış politika öncelikleri arasında yer alan ve Amerika’nın güvenliği ve refahı için önemli olduğuna inandığı demokrasi ve insan hakları meseleleri de iki ülke arasındaki ilişkilerde sorun yaratan bir diğer gelişmeydi. Türkiye’nin insan hakları konusundaki kötü karnesi bu dönemde hem Amerikan yönetimi hem de Kongrenin Türkiye’ye yönelik eleştirilerinde artışa neden olmuştur.14 Ancak Richard Hoolbrook’un da belirttiği gibi “dış politika başkanın peşini bırakmazdı”. Öyle de oldu. Kısa bir süre sonra Balkanlardaki gelişmeler ve AB’nin bu konudaki başarısızlığı, Orta 10 1993’te 32 milyar dolar olan bu bütçe 1996’da 17 milyar dolara kadar düşürülmüştü. Charles A. Schmittz, “It’s Time To Streamline Foreign Relations”, USA Today, Vol.124, Iss.2612, May 1996, ss.12-15 11 Mahmut Bali Aykan, “Turkish Perspectives on Turkish-US Relations Concerning Persian Gulf Security in the Post Cold War Era: 1989-1995”, Middle East Journal, Vol.50, No.3, Summer 1996, s.346 12 Curt Tarnoff and Larry Nowels, “Foreign Aid: An Introductory Owerview of U.S Programs and Policy”, Report for Congress (Updated April 6, 2001), s.1-2 13 Lale Sarıibrahimoğlu, “Ankara’da ABD Yardımı Rahatsızlığı”, Cumhuriyet, 12 Kasım 1993, s.8; A Country Study:Turkey, Library of Congress (Çevrimiçi) http://lcweb2/loc.gov/frd/cs/trtoc.html (26 Nisan 2003) 14 Obrad Kesic, “American-Turkish Relations at a Crossroads”, Mediterranean Quarterly, Vol.6, No.1, Winter 1995, s.108 451 Doğu’daki Irak sorununun devamı ve Đsrail’in güvenliği meselesi, Kafkasya ve Orta Asya’da beliren milliyetçilik hareketleri yanında artan yeni olanaklar Amerika’nın yeniden uluslararası politikanın içinde aktif bir şekilde yer almasına neden olurken, Türkiye de bu bölgelere olan yakınlığı sayesinde Amerika nezdinde stratejik önemine tekrar kavuşuyordu. Clinton da “demokratik, laik, istikrarlı ve Batı’yı esas alan bir Türkiye, Amerika’nın Bosna’da, Orta Asya ve Orta Doğu’da istikrar sağlama ve Irak ve Đran’ı sınırlandırma girişimlerine destek oldu. Batı ile devamlılık arz eden bağları ve dünyanın en hassas bölgelerinden birinde stratejik hedeflerimize verdiği destek hayati önem taşımaktadır” diyerek Türkiye ile yakın işbirliği içinde olunacağının sinyallerini veriyordu.15 Böylece 1997 yılında iki ülke arasındaki ilişkiler bölgesel işbirliği, ekonomi ve ticaret, enerji, Kıbrıs, savunma ve güvenlik işbirliği konularını kapsayacak şekilde genişletilmiş ve 1999 yılında da Clinton tarafından “stratejik ortaklık” olarak tanımlanmıştır. Ancak stratejik ortaklığa ve ilişkilerdeki yumuşamaya rağmen ekonomik ve askeri yardımlarda bir iyileşme görülmemiş ve bu yardımlara çeşitli şartlar getirilmiştir. Bu dönemde insan hakları, Kürt ve Ermeni meselesi ile Irak ve Đran konusu ikili ilişkiler de sorun olmaya devam etmiştir.16 2000’den itibaren Başkan seçilen Cumhuriyetçi Parti adayı Bush’un iktidarının daha başlarında yaşanan 11 Eylül olayları sonrasında ikili ilişkiler “terörizmle mücadelede Türkiye’nin rolü” etrafında yeniden şekillenmiş ve Đstanbul’da yaşanan terörist saldırılarından sonra iki ülke istihbarat konusunda daha sıkı işbirliği içine girmiştir.17 Amerika’nın Afganistan müdahalesine tam destek veren Türkiye, Irak müdahalesi gündeme geldiğinde daha temkinli davranmıştır. Müdahale öncesi ve sonrasında yaşananlar iki ülke arasındaki ilişkileri zora sokarken, aynı zamanda stratejik ortaklığın her iki ülkede sorgulanmasına neden olmuştur.18 Saddam’ın devrilmesi ile Türkiye’nin Kürt Devleti oluşturulacağına yönelik endişelerini arttırırken, Süleymaniye olayı da Türk kamuoyunda oluşan Amerikan karşıtlığını perçinlemiştir. Her iki ülke yönetimi bu sorunların büyümemesi için girişimlerde bulunsa da bahsedilemeyeceği açıktır. iki ülke arasında stratejik ortaklığın tesisinden bu dönemde 19 15 A National Security Strategy for a New Century (May 1997) (Çevrimiçi) http://clinton2.nara.gov/WH/EOP/NSC/Strategy/ (5 Ocak 2004) 16 “Türk-Amerikan Đlişkileri” (Amerika’nın Sesi Radyosu), Dış Basın ve Türkiye, Bülten No.242, 26 Aralık 1997; “Remarks Following Discussions with President Suleyman Demirel of Turkey and Exchange with Reporters in Ankara” (November 15, 1999), Public Papers of Presidents, s.2090 17 “Türkiye’ye Yapılan Saldırılar Đslam Đle Batı Arasındaki Köprüyü Yıkma Çabasıdır” (The New York Times), Dış Basında Türkiye (24 Kasım 2004) T.C Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon genel Müdürlüğü yayınları 18 Barak A. Salmon, “Strategic Partner sor Estranged Allies: Turkey, the United States, and Operation Iraqi Freedom”, Strategic Insights, Volume II, Issue 7 (July 2003) http://kms1.isn.ethz.ch/serviceengine/Files/ISN/34203/.../salmoniJul03.pdf 19 Enis Berberoğlu, “Gizli Gündem Kürtler”, Radikal, 14 Ocak 2002, s.7;”Meclis Savaşı Reddetti”, Radikal, 2 Mart 2003, s.1; “Hatanızı Kabul Edin”, Akşam, 7 Mayıs 2003, s.15 452 2000’li yılların ortalarından itibaren ikili ilişkilerde iyileşmeler görülmeye başlanıyor ve iki taraf arasında 5 Temmuz 2006’da imzalanan “Türk-Amerikan Stratejik Ortaklığını Đleriye Götürmek Đçin Ortak Vizyon ve Yapılandırılmış Diyalog” belgesi ile de ikili ilişkilerin stratejik ortaklık olduğu en azından kâğıt üzerinde tanımlanmış oluyordu.20 Ancak bu ilişkilerin gerçekten de stratejik ortaklık düzeyinde olabildiğini söylemek pek de doğru değil gibi görünüyor. Stratejik ortaklığın sürdürülebilmesi için her iki tarafın dış politika önceliklerinde bir çatışmanın bulunmaması gerekmektedir. Bu düşünüldüğünde iki ülkenin önceliklerinin tam da paralellik arz etmediği aşikârdır. Ayrıca böyle bir ortaklığın gerektirdiği güç dengesinin de hiçbir zaman gerçekleşmediğini de görüyoruz.21 Bu ilişkilerin stratejik ortaklık temelinde olmadığının örneklerinden biri de iki ülke tarafından izlenen Đran politikalarındaki farklılıklardır. II- Türkiye-Amerika Đlişkilerinde Đran Faktörü: Sahip olduğu coğrafi konum itibariyle Avrasya anakarasının en “kilit” bölgelerinden birisine yerleşmiş bir ülke olan Đran, tarih boyunca bölgesel ve küresel ekonomik ve siyasi politikaların merkezinde yer almıştır. Gerçekten de bu ülke, Kafkasya, Orta Asya, Güney Asya, Basra Körfezi ve Ortadoğu ile sınırlara sahip bir ülkedir ve bu bölgelerle aynı anda ve kolaylıkla etkileşim kurulabilecek bir konumda yer almaktadır.22 Đran’da tespit edilen petrol rezervlerinin zenginliği ve daha sonraları keşfedilen zengin doğal gaz rezervleri bu ülkenin stratejik önemini daha da artırmıştır. Nitekim bugün Đran’ın dünya petrol ve doğal gaz rezervlerini elinde bulunduran üçüncü büyük ülke (Suudi Arabistan ve Kanada’nın ardından) olduğu bilinmektedir. Bunun yanında Đran, OPEC’in en büyük ikinci ihracatçısı ve küresel olarak da en büyük dördüncü ham petrol ihracatçısıdır.23 Bu özelliklerinin dışında Đran’ın bu kaynakların uluslararası pazarlara ulaşım yollarını kontrol ettiğini de görüyoruz. Hürmüz Boğazı’na yakın olması körfez petrollerinin ulaşım ağına yakın olması anlamına gelirken gerek Hazar Bölgesi enerji kaynaklarının, gerek kendi enerji kaynaklarının ve gerekse Ortadoğu’daki enerji kaynaklarının Çin ve Hindistan’a uzatılması ve Türkmenistan enerji kaynaklarının Basra körfezine uzatılması gibi projeler de Đran’ın önemini ortaya çıkartıyor.24 20 “Bu belgeyle, iki devlet arasındaki Transatlantik ilişkilerinin güçlendirilmesi, PKK terörüne karşı ortak mücadele edilmesi, enerji güvenliğinin sağlanması, dinler arasında diyaloğun güçlendirilmesi, Orta Doğu’da barış istikrar ve demokrasinin yaşama geçirilmesi gibi konularda görüş birliğine varmışlardır.” Sümer, op.cit, ss. 691-692 21 Đbid 22 Bayram Sinkaya, “Devrimden Günümüze Đran Dış Politikası’nın Dönüşümü,” Mülkiyeliler Birliği Dergisi, cilt 247, sayı 5-6 (Nisan ve Mayıs 2005), s.1 23 Bezen Balamir Coşkun, Đran’ın Enerji Kaynakları ve Küresel Enerji Jeopolitiği, Zirve Üniversitesi, Orta Doğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (OSAM) Stratejik Analiz Serisi 2010/1 (Mayıs 2010), s.13 24 Atilla Sandıklı, Đran'ın Jeopolitiği, ABD ve Türkiye, BĐLGESAM (Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi), 17 Mart 2008 http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=106:rann-jeopolitii-abd-vetuerkiye&catid=77:ortadogu-analizler&Itemid=150 (Çevrimiçi) (28.10.2011) 453 Đran’ın devrim ihracı üzerinden açılım yapmak ve Fars milliyetçiliği ile Şiiliği de kullanarak etkisini ve ağırlığını arttırmak istemesi de diğer bir unsurdur. Çünkü Đran’ın bu ihracı gerçekleştirmek istediği bölgelerin başında büyük güçlerin de etkinlik savaşına girdikleri Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya yer almaktadır.25 Bütün bunlar düşünüldüğünde Amerika’nın da Đran’a kayıtsız kalmayacağı açıktır. Bu durum Đran’ın sınır komşusu olan Türkiye ile ilişkilerine de yansıyacaktır. Soğuk savaş sonrası Amerika’nın Đran politikasında köklü bir değişiklik olmadığını görüyoruz. Bu dönemde de Đran, Amerika’nın Irak’la birlikte “ikili çevreleme” politikalarının bir parçası olmaya devam etmiştir.26 Đran’ın Amerika tarafından çevrelenmesi, Türkiye açısından da önemliydi. Çünkü bölgede Türkiye’nin en önemli rakibi olan Đran, aynı zamanda hem Türkiye’nin terörizmle savaşında, hem de Kafkaslardaki özellikle enerji politikalarının yürütülmesinde çok büyük engeldi. Ancak Amerika’nın Đran’ı izole etme çabalarına rağmen bu pek de başarılı olamamış, bu durum Türkiye’nin Đran politikalarında köklü bir değişiklik yapmasına neden olmuştur. Türkiye, sorunlu ilişkilere rağmen Đran’la güvenlik, enerji politikası ve Kürt meselesine yönelik politikalarında işbirliği içinde olup, bir sorun yaratmasına engel olmaya çalışmıştır.27 1993 yılından itibaren Đran’la ilişkilerde gelişmelerin yaşandığını görüyoruz. Nitekim Türkiye’ye gelen Đran Đçişleri Bakanı Abdullah Nuri de terörizm konusunda iki ülke arasında işbirliğine hazır olduklarını söylüyordu. Ancak ziyareti sırasında Uğur Mumcu’nun öldürülmesi üzerine olumsuz olayların gelişmemesi için Nuri, ziyaretini yarıda keserek ülkesine geri döndü. Bundan sonraki ilişkiler Đran’ın Türkiye’deki yasa dışı örgüt bağlantısı ve siyasi cinayetlerde parmağının olup olmadığı üzerine yoğunlaştı.28 Türkiye’nin temkinli yaklaşımlarına rağmen ikili ilişkiler yara aldı ve Đran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Hasan Đbrahim Habibi Türkiye ziyaretini iptal ederken, Tahran’da yapılacak olan Türkiye-Đran Güvenlik Komitesi’nin toplantısı da ertelendi.29 Ancak Haziran ayından itibaren ilişkilerde tekrar yumuşama yaşanmaya başlanmış ve Tahran’daki Suriye-Türkiye ve Đran Dışişleri Bakanlarının katıldığı ve terörizmle mücadele konulu toplantıda üç ülke de bölgedeki barış, istikrar ve huzur için terörizmle ortak mücadele kararı almıştır. Ancak zaman 25 Đbid 26 “ABD bu dönem boyunca “ılımlı” ve “radikal” gruplar arasında bir fark gözetmeyerek, Đran’ı terörist örgütlere destek olmak, kitle imha silahları imal etmeye çalışmak ve despotik bir rejimi idame ettirmekle suçlamıştır. Đran’a yönelik yaptırımlar yasasının neticesinde yabancı sermaye girişi ve teknoloji transferi engellenmiş, böylece Đran ekonomisinin düzelmesinin önüne geçilmiştir. Ayrıca, Đran ile iyi ilişkiler kurmaya niyetli diğer ülkeler üzerinde ABD’nin Đran’a yönelik yaptırım politikalarının caydırıcı etkisi olmuştur”.Sinkaya, op.cit, s.13 27 “Türkiye ile Đran arasında, PKK’nın ve radikal dinci grupların Türkiye’deki faaliyetlerinin Đran tarafından destekleniyor olması ve iki ülke arasında Kafkasya ve Orta Asya’da model ülke olma ve bölge petrollerinin sevkiyatı konusunda rekabeti dolayısıyla problemli bir ilişki vardı”. Ed. Zalmay Khalilzad, Ian O. Lesser, F. Stephen Larrabe, Türk-Batı Đlişkilerinin Geleceği: Stratejik Bir Plana Doğru, Çev: Işık Kuşçu, Ankara: Stratejik Araştırmalar Merkezi Yayınları, 2001, s.85 28 “Implication of Iran in Murder of Journalists”, Keesing’s Record of World Events, Vol.39, Number.2, February 1993, s.39339 29 Ayın Tarihi (11 Şubat 1993), T.C Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayınları, Nisan-MayısHaziran 1993, s.85-86 454 zaman Đran’ın PKK kamplarını barındırdığı ve bu örgüte destek verdiği yönünde tartışmalar yapılmaya da devam edilmiş ve karşılıklı temaslarda bu konu öncelik kazanmıştır.30 Đki ülke arasındaki uzun görüşmeler sonrası 2 Aralık 1993 tarihinde bir Güvenlik Đşbirliği Protokolü imzalanırken, Đran Dışişleri Bakanı Ali Akbar Vellayati ve Đran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Hasan Đbrahim Habibi’nin 19-22 Aralık 1993 tarihlerindeki Türkiye ziyaretinde de PKK’nın sınır ötesi faaliyetlerine yönelik ortak hareket edileceği konusunda görüş birliğine varılmıştır.31 Bu ülkeyle en yakın ve çarpıcı gelişmeler özellikle Erbakan iktidarı sırasında olmuştur. Nitekim bu dönemde Đran’ın radikal Đslam’ı dış politika aracı olarak kullanması ve terörizmi desteklemesine yönelik eleştirilerine rağmen Erbakan, Başkan Clinton’ın Đran’a yönelik yaptırım yasası (D’Amato Yasası) çerçevesinde bu ülkeye dış yatırımları durdurmasından kısa bir süre sonra Đran’la 23 milyon dolarlık bir “Doğal Gaz Alım-Satım Anlaşması”nı 12 Ağustos 1996’da Tahran’da imzaladı. Bu anlaşmada Türkiye’nin Đran’dan 1999 yılında 3 milyar metreküp ile başlayarak, 2001-2004 yıllarında 5 ile 9 milyar metreküp ve 2005-2020 yıllarında ise 10 milyar metreküpe ulaşan miktarlarda doğal gaz satın alması öngörülüyordu.32 Gerçekten de Erbakan iktidarı Đran’la ilişkilerde bir dönüm noktasıdır diyebiliriz. Erbakan, iktidara gelir gelmez gelişmekte olan Đslam ülkeleri arasında işbirliği geliştirilmesine yönelik D-8 (Developing-8) adıyla bir girişim oluşturmak amacıyla çalışmalara başlamıştır. Bu girişimde kurucu üyeler arasında Đran da yer alıyordu. Bu yüzden Erbakan, ilk yurtdışı gezisini Đran’a yaptı ve bu geziler üst düzey bürokrasisinin karşılıklı ziyaretleriyle devam etti. Bu ziyaretler sonunda bir dizi iktisadi anlaşma ve protokol imzalandı. Erbakan, bu dış gezilerine Đran dışında Amerika’nın teröristler listesine aldığı diğer devletlerle devam edince Amerika ile ilişkiler kopma noktasına kadar geldi.33 Ayrıca Türkiye’nin Đran’ı uluslararası terörizmi destekleyen bir ülke olarak kınayan BM kararına ret oyu vermesi de diğer bir rahatsızlık nedeniydi.34 Ancak bu ilişkiden Amerika kadar, Türk askeri bürokrasisi de rahatsızdı. Özellikle Türkiye’deki Radikal Đslamcı hareketinin artışı ve siyasi cinayetlerde Đran’ın bağlantısı olduğu ve bu ülkenin PKK’yı desteklemeye devam ettiğine yönelik iddialar ile birlikte Türkiye’deki Đran’da kutlanan Kudüs gününe benzer bir anma gününde Đran Büyükelçisi Muhammed Bagheri’nin Türkiye30 Ayın Tarihi (8 Haziran 1993), T.C Başbakanlık Basın-Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü Yayınları, Nisan-MayısHaziran 1993, s.209 31 “Anti-Terrorism Aggrement with Iran”, Keesing’s Record of World Events, Vol.39, Number.12, December 1993, s.39790 32 Türkiye-Đran Ekonomik ve Ticari Đlişkileri (Çevrimiçi) http://www.foreigntrade.gov.tr/DUNYA/RAPOR/IRAN/trky.htm (1 Mayıs 2006) 33 “Türkiye Başbakanı’nın Seyahatleri Batı’da Dikkat Çekiyor” (New York Times), Dış Basında Türkiye (04.10.1996), T.C Başbakanlık Basın-yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü yayınları (Çevrimiçi) http://www.byegm.gov.tr/YAYINLARIMIZ/DISBASIN/DIS.HTM (25 Ocak 2004) 34 Meliha B. Altunışık, “Güvenlik Kıskacında Türkiye-Orta Doğu Đlişkileri”, Ed. Gencer Özcan, Şule Kut, En Uzun Onyıl: Türkiye’nin Ulusal Güvenlik ve Dış Politika Gündeminde Doksanlı Yıllar, 2.bs., Đstanbul: Büke Yayınları, 2000, s.335 455 Đsrail ilişkilerini kınayan bir konuşma yapması (Sincan olayı) iç politikada gerginliği arttıran gelişmeler oldu.35 Bu gerginlik iki ülke ilişkilerine de yansımış ve karşılıklı büyükelçiler ülkelerine geri çağrılmıştır.36 Đç politikadaki bu gelişmeler dış politika ile de birleşince 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulunun askeri kanadı tarafından bir bildiri yayınlanarak bölücü ve irticai faaliyetlere dikkat çekiliyor ve bundan duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu.37 Bu gelişmeler üzerine hükümetle askerler arasındaki tansiyon artarak devam etmiştir.38 Krizin artması ve ordunun rahatsızlığı üzerine Amerika devreye girerek Türkiye’de demokratik-laik düzenin devamını savunduklarını tekrarlamıştır.39 20 Haziran’da hükümeti kurma görevi Mesut Yılmaz’a verilirken Erbakan hükümeti resmen son buluyordu.40 Đran’da 23 Mayıs 1997 tarihinde Seyyid Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanı seçilmesi ve Türkiye’deki Anasol-D hükümetinin bölge merkezli bir dış politika izlemesi ile ilişkilerde bir nebze iyileşme yaşanmıştır. Özellikle Hatemi’nin düşmanlığı ve güvensizliği tahrik edici politikalardan kaçınarak içinde Türkiye’nin de yer aldığı bir dizi ülkeyle ilişkilerini olumlu yönde geliştirmek yönündeki çabaları bunun gelişmesinde önemli bir etken olmuştur diyebiliriz. Đran’ı BM’de temsil eden ve başarısı tartışılmayan Kemal Harrazi’nin dışişleri bakanlığına getirilmesi de bu politikanın bir belirtisiydi.41 Đyileşen ilişkilere paralel olarak boş olan büyükelçiliklere yeni atamalar yapıldı ve özellikle terör konusunda karşılıklı görüşmelere başlandı.42 Amerika ise iktidara gelen Hatemi’nin ılımlı politikalarına rağmen Đran karşıtı politikalarına devam etmiştir. Ocak 1998’de Ankara’yı ziyaret eden Amerikan Ticaret Bakanı, Washington’un bu konuda ödünler vermeyeceğini ve Đran’ı yalnızlığa düşürme politikasını sürdüreceğini belirtiyordu.43 Amerika’nın tüm itirazlarına ve 35 Bu olay üzerine Sincan belediye Başkanı da tutuklandı. “Başkan Tutuklandı”, Akşam, 14 Şubat 1997, s.7 36 “Elçi Krizi Tırmanıyor”, Akşam, 28 Şubat 1997, s.8 37 “Failure of Censure Motion”, Keesing’s Record of World Events, Vol.43, Number.2, February 1997, s.41511 38 “Increased Tension Between Military and Government”, Keesing’s Record of World Events, Vol.43, Number.4, April 1997, s.41603 39 Yasemin Çongar, “ABD’den laiklik Uyarısı”, Milliyet, 13 Şubat 1997, s.16 40 “Resignation of Erbakan- Formation of New Government”, Keesing’s Record of World Events, Vol.43, Number.6, June 1997, s.41702 41 Tayyar Arı, Irak, Đran ve ABD: Önleyici Savaş, Petrol ve Hegemonya, Đstanbul: Alfa Yayınları,2004, s.104; Turgut Demirtepe, “ Tahran’da Değişim Sürecinde Đktidar Mücadelesi”, Avrasya Dosyası (Đran Özel), Cilt.5, Sayı.3, Sonbahar, 1999, s.8-13 42 Dışişleri Güncesi (Aralık 1998), s.186 43 “Türkiye ile Đran Arasında Diplomatik Đlişkiler Kuruldu” (Rusya’nın Sesi Radyosu), Dış Basın ve Türkiye, Bülten No.42, 06 Mart 1998 456 anlaşmanın yürütülmemesine yönelik tüm çabalarına rağmen BOTAŞ, Đran gazının Türkiye’ye nakledilmesi için gerekli boru hatları inşasına bu dönemde başlamıştır.44 Ancak gene de Đran’ın Türkiye’de Radikal Đslam’ı ve PKK’yı desteklediğine dair şüpheler her zaman ikili ilişkilerde bir endişe yaratmıştır.45 Nitekim 2000 yılında Đran Dışişleri Bakanının Türkiye ziyareti sırasında Cumhurbaşkanı Demirel, “Đki ülke arasındaki sınır güvenliği meselesinin Türkiye için endişe kaynağı olduğu, bunun için de mevcut güvenlik işbirliği mekanizmasının etkin biçimde çalıştırılmasına önem verildiğini” söyleyerek Đran’dan bu konuda hassasiyet beslediklerini tekrarlıyordu.46 Ancak bu ziyaretin gerçekleştiği günlerde başlatılan Hizbullah operasyonu ve sonrasında Umut operasyonu Đran’a karşı duyulan endişelerin artmasına neden olmuştur.47 Hatemi’nin ılımlı politikaları yanında 2000 yılındaki Đran’daki seçimlerde parlamentoda liberallerin galip gelmesi ile Clinton’ın Đran politikasında da yumuşamalar olmuş ve bu dönemden sonra Amerika; Đran’a ilaç, gıda gibi zaruri ihtiyaçları ambargo kapsamından çıkarmıştır. Clinton, Đran’ın hala bir tehlike olduğunu düşünse de Đran’daki bu olumlu gelişmelere de uzak durulmayacağının da farkındaydı.48 Đkili ilişkilerde az da olsa bu iyileşmelerin yaşandığı dönemde Başkan seçilen Bush ile Amerika; Đran’ı Irak ve Kuzey Kore ile birlikte şer ekseni olarak görmeye ve bir tehdit olarak adlandırmaya devam etmiştir. Bu politika 11 Eylül sonrası daha da şiddetlenecekti. Öyle de oldu. Afganistan ve sonrasındaki Irak müdahaleleri sonrası çifte çevreleme politikasında tek ülke olarak kalan Đran, Amerika için terörü destekleyen, kitle imha silahlarının peşinde koşan ve halkına baskı uygulayan bir ülkeydi.49 Ayrıca Amerika, Đran’ın El Kaide ile bağlantısı olduğunu da iddia ediyordu.50 Amerika, Đran’ın Irak gibi nükleer silah programı yürüttüğünü ve bu ülkenin Uluslararası Atom Enerjisi Ajansıyla(IAEA) işbirliği içinde çalışması için zorlanması gerektiğini söylüyordu. Bu gelişmeler üzerine 2003 Şubat ayından itibaren IAEA yetkilileri Đran’ı ziyaret ederek bu konuda çalışmalara başlamışlardır. IAEA Genel Direktörü El Baradei tarafından Đran’ın nükleer programına ilişkin olarak hazırlanan rapor 24 Şubat 2004’te yayınlanmış ve bu raporda Đran’ın barışçıl amaçlarla nükleer teknolojiye sahip olduğu yönündeki açıklamalar Amerika tarafından tatmin edici 44 “Đran-Türkiye gaz Boru Hattında Đlerleme” (Iran Daily), Dış Basın ve Türkiye, Bülten No.115, 30 Haziran 1998 45 “Đran’la Gerginlik”, Akşam, 25 Şubat 1997, s.10 46 Dışişleri Güncesi (Ocak 2000), s.77 47 “Hezbollah Operation”, Keesing’s Record of World Events, Vol.46, Number.2, February 2000, s.43430 48 “ Improvement in Relations with USA”, Keesing’s Record of World Events, Vol.46, Number.9, September 2000, s.43771 49 President Delivers State of the Union (January 28, 2003) (Çevrimiçi) http://www.whitehouse.gov/news/releases/2003/20030128-19.html (5 Mayıs 2005) 50 “Bush: 11 Eylül ile Đran Arasındaki bağlantıyı Đncelemeyi Sürdüreceğiz”, Zaman, 20 Temmuz 2004, s.12 457 bulunmamıştır.51 Bush, Haziran 2004’te Türkiye’de yaptığı konuşmada da Irak’taki demokrasinin yükselişinin Tahran ve Şam’a bir mesaj olması gerektiğini ve Amerika’nın Orta Doğu politikalarının aynı hızla devam edeceğini belirtiyordu.52 Đran’da yaşanan deprem sonrası Amerika, Đran’a yardımda bulunsa da bunun ilişkilerde bir yumuşama anlamına gelmemesi gerektiği bizzat Bush’un ağzından söylenmiştir.53 Amerika’nın Đran’la yaşadığı sorunlu ilişkilere rağmen Türkiye ile ilişkiler artan şekilde gelişmekteydi. 11 Eylül sonrası terörizmle mücadeleye yönelik ortak güvenlik mekanizmalarının öneminin arttığı bir dönemde Türkiye de bölgesinde komşularıyla mümkün olduğunca sorunsuz ve güvenlik temelli ilişkiler geliştirmek arzusundaydı. Đran’da Hatemi’nin diyalog ve gerginliği giderme politikalarının da yardımıyla bu ülkeyle ilişkilerde iyileşme yaşanmış ve Đran, topraklarında Türkiye’nin güvenlik çıkarına