1 TÜRK KÜLTÜR TARİHİ VİZE DERS NOTLARI
Transkript
1 TÜRK KÜLTÜR TARİHİ VİZE DERS NOTLARI
İki kavramı birbirinden farklı kabul edenlerin en sonunda vardıkları nokta kültürün milli bir ifade olmasına karşın, medeniyetin uluslararası bir karşılığı olduğu yönündedir. Konu üzerinde çokça tartışma söz konusu olduğundan ayrı ayrı bunların neler olduğu üzerinde durulmayacaktır. TÜRK KÜLTÜR TARİHİ VİZE DERS NOTLARI – I Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER NOT: Söz konusu ders notlarında aktarılan bilgiler, akademik bir çalışma kapsamında ele alınmamış, yalnızca ilgili dersi alan öğrencilerin derste anlatılan konuları takip edebilmeleri amacıyla çeşitli kaynaklardan yararlanılarak kısmi veya blok alıntılarla bir araya getirilmiş, bazı bilgiler de yorumlanmıştır. Bu nedenle aktarılan bilgilerin kaynakları metin içi veya dipnot atıflarıyla gösterilmemiş olup, ders notlarının oluşturulmasında yararlanılan kaynaklar notların sonunda tam künye olarak sunulmuştur! Ancak kültür ve medeniyetin aynı kavram olduğunu savunanlardan bir görüşü de burada zikretmek gerekecektir. Bu itibarla Tuncer Baykara, iki kavramın kökeninde bir fark olmadığını savunur. Özet olarak algıdaki fark nedeniyle iki kavramın birbirinden ayrı göründüğünü söyler. Eğer kültür bir yaşam biçiminin ifadesi olarak kabul edilir ise, insan hayatının 24 saati içerisindeki hemen her şey de kültür ifadesi olarak değerlendirilebilir demektir. Bu bakımdan yaklaşık ifadelerle bir günün üçte biri uykuyla geçen dilimi, üçte biri çalışmak, para kazanmak, üretmek ile geçen dilimi ve üçte birlik dinlenmeye ayrılan dilim kültür incelemeleri içerisinde değerlendirilebilir. Örneğin gün içerisinde uykuya ayrılan sürede insanın uyuduğu odanın şekli, içerisindeki eşyalar, üzerimize örttüğümüz nesneler üzerindeki desenler vs. gibi pek çok unsuru kültür içerisinde değerlendirebiliriz. GİRİŞ Ders kapsamında ele alınabilecek konuları belirleyebilmek adına öncelikle kültür kavramı üzerinde durmak yerinde olacaktır. En basit ve akılda kalacağı şekliyle kültür, bir halkın veya milletin hayat tarzıdır. Dolayısıyla bu tanım içerisine girebilecek her türlü unsur kültür tarihi içerisinde değerlendirilebilir. En basit şekliyle kültür kavramını aktardıktan sonra kavram üzerinde daha detaya inilebilir. Bu bağlamda kültür kelimesinin Latince asıllı olduğunu ve üretme, yetiştirme anlamına geldiğini söylemeliyiz. Ancak kelime bu anlamı ile çok fazla kullanılmamaktadır. Kültür kavramı ve içerisinde olabilecek unsurlardan sonra dersin kapsamı ve Türk tarihi ve kültürü ile ilgili olarak hangi kaynaklardan yararlanılabileceğine değinmeliyiz. Dersin başlangıcını Türk tarihinin başlangıcına kadar götürebilir, bitiş için ise bugün Türk dünyası olarak nitelendirilen her alandaki güncel duruma kadar getirebiliriz. Eldeki veriler ışığında bahsedebileceğimiz yaklaşık 5000 yıllık geniş kapsam içerisinde ilk dönemlerden itibaren Türk tarihi ve kültürünün kaynaklarını şu şekilde sıralamak mümkündür: Kültür kelimesi üzerine daha pek çok açıklama mevcut olmakla birlikte bu noktada verilen tanımlamalardan ziyade uzunca bir süredir kıymetli araştırmacıların, bilim insanlarının, düşünürlerin üzerinde çokça durdukları bir başka kavram ile kültür arasındaki ilişkiye değinelim. Başta ziya Gökalp olmak üzere, Mümtaz Turhan, Erol Güngör gibi kişilerce medeniyet ve kültür kavramları karşılaştırılmış, aralarında fark olup olmadığı üzerinde bilgiler aktarılmıştır. Bu bilgilerden yola çıkılarak kültür ve medeniyet kavramlarının farklı olduğu yönünde fikirler beyan edile gelmektedir. 1 Çin kaynakları (Çin hanedan yıllıkları) Kitabeler, Yazıtlar Arkeolojik Veriler Seyahat Notları Beşinci olarak, Türklerin diğer millet veya devletlerle nasıl bir ilişki içerisinde olduklarının tespiti gereklidir. Destanlar (Oğuz Kağan, Dede Korkut, Türeyiş, Göç, Alp Er Tunga vs.) Kutadgu Bilig, Divanü Lügat-it-Türk gibi eserler Araştırma Eserler Ders içerisinde ele alınabilecek konular ise; Türk kavramı, Sosyal Hayat, Siyasi ve İdari Yapı, İktisadi Hayat, Dini Hayat, Eğlence Hayatı gibi başlıklara ayrılacaktır ve bunların birbirleri ile olan ilişkilerine değinilecektir. 2. COĞRAFYA – KÜLTÜR İLİŞKİSİ Kültür, insanın yaşam tarzının ifadesi olduğuna göre, insanın yaşadığı coğrafya da kültürün şekillenmesinde rol oynayacak önemli etkenlerden biridir. Türk tarihinin ve kültürünün oluşumunda da aynı etkileşim sıkça karşımıza çıkmaktadır. Avrasya adı verilen geniş coğrafyanın bazı bölgelerinde yoğun olarak yaşayan Türk toplumu için ağır iklim şartları söz konusudur. Yaşanılan coğrafyanın genel ekseriyeti tarım ekonomileri ile çevrili olup, Türk yurtları daha çok hayvancılık üzerine ekonomik faaliyetlerin kurgulanabileceği bölgelerdir. Yalnız bu açıdan bile kendinde olmayan ve üretemediği, fakat gündelik hayatta ihtiyaç duyulan ürünlerin temin edilmesi zorunluluğu kapsamında farklı kültür çevreleriyle veya farklı topluluklarla, milletlerle, devletlerle ilişki içerisinde olunması gerekmektedir. Türklerin yaşadığı coğrafya etrafını yüksek dağların çevrelemesi ve okyanusa uzaklık nedeniyle ılıman iklimden mahrum, gecegündüz arasındaki ısı farklarının çok olduğu, tarım arazilerinin az olduğu, çöl özelliği taşıyan arazilerin bulunduğu, bitki örtüsündeki çeşitliliğin çok fazla olmadığı bölgelerdi. 1. TEMEL PROBLEMLER Türk tarihi ve kültürü ile ilgili bugüne kadar yapılan çalışmalar içerisinde kimi zaman kaynak eksikliği, kimi zaman da yanlış algılamalar gibi sebeplerle birbirinden çok farklı bilgilere erişilebilmektedir. Türk tarihi ve kültürü ile ilgili olarak yapılacak araştırmalarda ortaya çıkacak problemlerin aşılabilmesi için bir takım yöntemler geliştirilmiştir. Son dönemlerde özellikle İslam öncesi dönem ile ilgili gerçekleştirdiği çalışmalarda bu konuya sıkça değinen Prof. Dr. Ahmet Taşağıl’a göre, Türk tarihinin en temel problemi bir gövde oluşturma ile ilgilidir. Türk tarihinin sağlam bir temele oturtulabilmesi beş başlıkta gerçekleşebilir. Bu kapsamda; Birinci olarak, Türk tarihinin başlangıcı ve bu çerçevede de Türk kelimesinin anlamı, ortaya çıkışı, ilk Türk yurdu gibi konular ele alınmalıdır. İkinci olarak, Türk göçleri tüm sebep ve sonuçlarıyla ele alınmalıdır. Üçüncü olarak, Türklerin boy teşkilatlanması sistematik olarak ortaya konulmalıdır. Bunun sosyal yapıdaki yeri üzerinde durulmalıdır. Dördüncü olarak, oluşturulacak gövde için model bir devlet tespit edilmelidir. Gece-gündüz arasındaki ısı farkı, kış mevsiminin çok ağır geçmesi gibi pek çok iklimsel zorluk, Türk tarihinde göç olgusunu ortaya çıkaran nedenler arasındadır. Ayrıca bu noktada siyasi rekabeti de unutmamak gerekecektir. Hayvancılığa dayalı ekonomi modelinin devam ettirilebilmesi için hayvan sürülerinin düzenli olarak otlatılabilmesi ve güvenliklerinin sağlanması gerekliydi. Göç olgusu da bu konu ile ilgili olarak karşımıza çıkmaktadır. Çin kaynaklarında da Türklerin göç kavramı ile bütünleşmesini gösterecek ifadeler yer almaktadır. Örneğin, Türkler için “otluk alanları ve suları takip ederek yaşarlar” şeklinde 2 ifade kullanılması göstermektedir. coğrafya ile kültürün şekillenmesi arasındaki bağı beslenebilmekte, soğuktan etkilenmemekteydi. Bozkır atlarının dayanıklılığı yerleşik kültürler tarafından bir talep de oluşturmaktaydı. Örneğin Türkler, Çin’e at satmakta karşılığında ise kendisinin üretemediği ipek, keten, dokuma kumaş, tahıl gibi ürünler almaktaydı. Bu durum da bozkır ekonomisi için oldukça önemli bir değer taşımaktaydı. Coğrafya-kültür ilişkisi kapsamında göçebe, konar-göçer, yerleşik gibi kavramlar da değerlendirilebilir. Bu noktada söz konusu kavramların detayına girilmeyecektir. Ancak Türk tarihi ve kültürü açısından konar-göçer yaşam tarzı çok büyük bir anlam taşımaktadır. Yukarıda sözünü ettiğimiz hayvan sürülerinin devamlılığı, gündelik hayatı devam ettirebilmek gibi çeşitli zorunluluklar, yine coğrafya-kültür ilişkisi kapsamında konar-göçer yaşam tarzının Türk kültürüne yerleşmesini sağlamıştır. En basit tanımıyla sıcak zamanların veya yazın yaylak adı verilen coğrafi mekanlarda, soğuk mevsimlerin veya kışın kışlak adı verilen coğrafi mekanlarda geçirilmesi konar-göçer yaşamın veya bozkır kültürü adı verilen kavramın temelini oluşturmaktadır. 3. TÜRK ADI Türk adının ortaya çıkışı, ilk kullanımı, anlamı gibi konularla ilgili olarak günümüze kadar çeşitli kabuller söz konusudur. İlk ortaya çıkışı ile ilgili net bir tarih ortaya koymak da oldukça güçtür. Türk tarihi ve kültürünün özellikle İslam öncesi dönemi için önemli olan Çin kaynaklarından yola çıkılarak Türk adının ilk kullanımları üzerinde söz söylemek mümkündür. Türk tarihi ve kültürü için bu göç basit bir yaylak-kışlak hayatı anlamına gelmez. Zira göç kavramı, Türkler için çok uzun mesafelerin kat edildiği ve büyük gruplarla gerçekleştirilen bir eylem olarak karşımıza çıkar. Yani yalnızca mevsime bağlı bir yer değiştirmeden söz etmiyoruz. Türk tarihinde bu şekilde büyük göçler söz konusudur. Türk tarihinin iki ana karakterinden biri olan bu göçler de iki temele dayanmaktadır. Birincisi, nüfusun artmasına bağlı olarak otlak alanların yetersiz kalışı, kuraklık, ağır kış şartları vs. gibi ekonomik sebepler; ikincisi Çin gibi başka kavimlerin baskısı nedeniyle ortaya çıkan siyasi sebeplerdir. Türk tarihi için ikinci önemli karakteristik özellik de toplumun sosyal yapısı ile ilgilidir. Sosyal yapıya aşağıda ayrıntısıyla değinilecektir, ancak Türk sosyal yapısı savunma, barınma, yiyecek elde etme gibi insanların birbirine olan ihtiyaçları sonucu ortaya çıkmış her zaman dinamik bir özellik içermektedir. Zira bu özelliğin kaybedilmesi, o kitlenin veya devletin ortadan kalkması anlamına gelmektedir. Muhtemel kullanımlardan birisi Türk adına karşılık gelebilecek bir Hun boyu veya Hun unvanı olarak Çin yıllıklarında geçen Chü-c’hü (veya T’u-chüeh) kavramıdır. Bu kavram Mete, Attila gibi Türk kağanlarının geldiği aile olarak geçmektedir. Yine Çin kaynaklarında Tü-küe şeklinde biz yazım söz konusudur. Söz konusu örnekler üzerinden ismin iki heceli kullanımdan tek heceye dönüştüğünü söylemek mümkündür. Türk adı Göktürk (Köktürk veya Kök Türk) devleti olarak bildiğimiz 552 yılında bağımsızlığını ilan eden siyasi yapı ile resmi bir kimlik de kazanmıştır. Çünkü o dönemde bu devlet Göktürk adıyla değil, Türk Devleti adıyla anılmaktaydı. Bu devlete ait yazıtlarda da bu ismin Törük veya Türük şeklinde kullanıldığı görülmektedir. Dolayısıyla iki heceli kullanımdan zamanla tek heceli kullanıma geçildiği daha muhtemeldir. Kavramın yaygınlaşması, Türk adıyla kurulan siyasi yapının sınırlarını genişletmesi, yukarıda bahsettiğimiz büyük göçler vs. gibi sebeplerle olmuştur. Böylelikle Türk adı hem Çin, Tibet, Kore gibi doğu kaynaklarında, hem de Bizans (Roma), Rus gibi doğu kaynaklarında kullanılmıştır. Türkiye adı da yine aynı şekilde bu yayılma sonucunda daha Osmanlı Devleti’nden önce ortaya çıkmış bir kavramdır. Kısaca özetlemek gerekirse Türkiye kavramı, 6. yüzyılda Orta Asya için, 9. ve 10. Göç olgusunun ve coğrafi şartların getirdiği zorunluluklar da Türk kültüründe atın önem kazanmasını sağlamıştır. Bozkır kültürü içerisinde yetişen atlar diğer bölgelerdekine göre güzel olmasa da dayanıklılık kapsamında eşsiz özellikler gösterebilmekteydi. Bozkır atları yiyeceklerini kar altından çıkarabilmekte, yiyecek bulamadığında ağaç kabuğu gibi farklı yollarla 3 yüzyıllarda İdil (Volga) nehrinden Orta Avrupa’ya kadar uzanan saha için, 11. ve 12. yüzyıllarda Mısır ve Suriye için, 12. yüzyıldan sonra da Anadolu için kullanılmıştır. Afganistan, Horasan, Kafkaslar ve Azerbaycan, Musul-Kerkük, Halep, Anadolu, Balkanlar, Kırım, Kazan gibi pek çok yer ve bölge Türklerin yaşam alanları olarak varlığını devam ettirmektedir. Bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılan Türk varlığı tespit edildiği kadarıyla Andronovo bölgesinden MÖ. 1700’lü yıllarda başlayan ilk göç hareketi ile yayılmaya başlamış ve milattan sonraki yıllarda da bu yayılma devam etmiştir. Türk adının anlamı konusunda da çeşitli görüşler hakimdir. Bu ileri sürülen varsayımlardan hangisinin kabul edilebileceği ise, yine Türklerin yaşam tarzını, sosyal yapısını bilmekle mümkün olacaktır. Buradan hareketle Türk adının anlamı ile ilgili ileri sürülenler arasından “töreli, düzenli, nizamlı” anlamını kabul edebiliriz. Çünkü yukarıda sosyal yapıya kısaca değinirken şartlar nedeniyle dinamik bir yapıya sahip olması gerektiğinden ve bu dinamikliğin kaybedilmesinin tarihten silinmek anlamına geldiğinden söz etmiştik. O halde Türk sosyal yapısı için belirli bir düzen içerisinde yaşamı devam ettirmek zorunluluk ise, Türk adının anlamının töreli, düzenli, nizamlı anlamına gelmesi kaçınılmaz olacaktır. En eski Türk yurdu ile ilgili olarak, yapılan arkeolojik çalışmalar sonucunda Altay Dağlarının kuzeyi ve Sayan Dağlarının güneybatısı arasındaki bölgenin en eski Türk Yurdu olabileceği saptanmıştır. Bir başka ifadeyle de Baykal Gölünün güney-batısındaki Yenisey-Orkun bölgesi olarak adlandırılan Ötüken’in en eski Türk yurdu olduğu yönünde güçlü veriler söz konusudur. Buna göre Minusinsk bölgesindeki Afanesyevo kültürü (MÖ. 2500-1700) ve onu takiben aynı bölgedeki Andronovo kültürü (MÖ. 1700-1200) olarak adlandırılan ve Proto-Türkler diye ifade edilen kültür çevresi en eski verileri ortaya koymaktadır. Anlam ile ilgili sıkça geçen bir başka kullanım da daha önce iki heceli kullanımdan tek heceli kullanıma geçilmesiyle açıklanmaktadır. Bu bağlamda Törük>Türük>Türk kullanımında türemek fiilinden “türemiş, var olmuş” anlamı ortaya konulmaktadır. Kaşgarlı Mahmed da Türk adını “olgunluk, kemale ermek” olarak açıklamaktadır. 5. TÜRK DİLİ Yeryüzünde konuşulan dillerle ilgili olarak dilin kökeni, doğuşu konularında bir takım teoriler ortaya atılmıştır. Kullanılan diller yapı, köken gibi pek çok unsur çerçevesinde birbirinden ayrılmaktadır. Bu farklılıklardan hareketle dillerin kökeni konusunda bir sınıflandırma yapılmıştır. Türk yazı dilinin ortaya çıkışı ile ilgili öne sürülen teori Altay dilleri teorisidir. Bu kapsamda Türk, Moğol, Tunguz, Kore, Japon dillerinin ortak bir kökten çıktığı ileri sürülmektedir. Günümüzde Türk adı, aynı dili konuşan, ortak geçmişlerinde belirli özellikler kazanmış insanların ortak adı olarak kullanılmaktadır. Üzerinde yaşadığımız topraklarda da Türk adının kullanımı ortak yaşam ile ilgili olup, bir etnik grubun ifadesi değildir. En eski Türkçe yazılı kaynaklar ile ilgili yakın dönemlere kadar Orhun Abideleri gösterilmekte idi. Ancak son dönemlerdeki çalışmalar ile en eski Türkçe yazılı örneklerin Orhun Yazıtlarından çok daha eskiye gittiğini göstermektedir. Bu kapsamda en eski Türkçe belge M.Ö. 5. yüzyıla tarihlenen ve Kazakistan’da Esik bölgesindeki bir kurgandan çıkarılmıştır. Buradaki kazıda bir tabağın altında iki 4. TÜRK YURDU Yukarıda Türklerin yaşadığı coğrafyaya bir bütün olarak Avrasya denildiğini ve doğu-batı yönlü büyük göçler nedeniyle çok geniş bir coğrafyada Türk varlığının bulunduğunu söylemiştik. Dolayısıyla bugün Yakutistan, Güney Sibirya-Altaylar, Moğolistan, Kansu-Ordos, Doğu Türkistan, Batı Türkistan, Kuzey 4 satırlık “Tigin 23’ünde öldü, Esik halkının başı sağolsun” şeklinde bulunan yazı Türk dili ile yazılmış en eski yazı olarak kabul edilmektedir. Türk sosyal hayatı belirli bir düzen içerisinde varlık bulmuştur. Bu düzeni sağlayan en başta gelen unsur da töre adı verilen yazısız kurallar olup, nesilden nesile aktarılabilen kanunlar bütünü şeklinde tanımlanmaktadır. Türk toplumu için en geçerli, en değerli şey de töre idi. Bu nedenle devleti dahi kaybetmeyi göze alan millet, asla törenin bozulmasına göz yumamaz durumdaydı. Çünkü ancak töreye sahip çıkılırsa yeni bir devlet kurulabilirdi. Aksi halde yıkılan devleti yeniden kurmak mümkün değildi. Bu sebepledir ki, “il (devlet) gider, törü (töre) kalır” yüzyıllarca benimsenin bir söz haline gelmiştir. Dilciler tarafından yapılan çalışmalar neticesinde eski Türkçe eserlerin Runik diye isimlendirilen Türk yazı sistemi ile yazıldığı bilinmektedir. Bu yazı sisteminde her bir harfin karşılığı bir sembolle belirtilmekte ve 38 harften oluşmaktadır. Harfler incelendiğinde doğada var olan, gündelik hayatta bir karşılığı olan nesnelere benzediği görülecektir. Bu yazı sistemi ile ortaya konulan eserlerden yazıt diyebileceğimiz ve Göktürk yazıtlarına benzeyen en eski örnek ise 687-692 yıllarına tarihlendirilen Çoyr Yazıtı’dır. Ancak gerek tarihsel bilgi, gerek Türk devlet teşkilatlanması, gerekse Türk sosyal hayatı ile ilgili en derli toplu bilgi veren örnekler Göktürk Yazıtları dediğimiz 735 tarihli Bilge Kağan, 732 tarihli Kültigin, 725-726 tarihli Tonyukuk yazıtıdır. Söz konusu yazıtlar en eski olmayıp, yukarıda sıralanan özellikler bakımından ilk olma özelliği taşımaktadır. Sosyal hayatı ve dolayısıyla devleti oluşturan bir takım unsurlar söz konusudur: Oguş (aile) – Urug (Aileler birliği) – Bod (Boy) – Bodun (Halk) – İl (Devlet) 6.1. Türk Sosyal Hayatında Aile Çok geniş sınırlara ulaşan Türk göçleri neticesinde farklı kültür çevrelerinin etkisiyle Türklerin kullandığı alfabe de değişiklik göstermiştir. Orhun Alfabesi dışında Arap, Fars, Kiril, Latin alfabeleri de zaman içerisinde kullanılır olmuştur. Söz konusu alfabelerle önemli yazılı eserler ortaya konulmuştur. Divanü Lügat-it-Türk, Kutadgu Bilig, Atabetü’l-Hakayık gibi Türk tarihine ve kültürüne kaynaklık eden pek çok yazılı eser söz konusudur. Bugün Avrasya coğrafyası içerisinde yaşayan Türkler, bu alfabeleri kullanmaktadır. Yukarıda sıralanan beş unsurun herhangi biri olmadan devletin tesis edilmesi mümkün değildi. Bu bakımdan birini diğerinden ayırmak imkansızdır ve her biri diğerinin tamamlayıcısı görevindedir. Bu yapı içerisinde toplumun temelini oluşturması bakımından her birinin ve dolayısıyla mükemmeli yakalayabilmek anlamındaki devletin temelini de aile oluşturmaktaydı. Yeni nesillerin yetiştirilmesinde ailenin rolü son derece önemliydi. Zira iyi bir devlet adamına dahi, eğitiminin en önemli kısmı ailesi tarafından verilmiştir. Kültürel devamlılık için aile son derece önemli görülmektedir. Bu nedenle toplumun çekirdeği aile olarak kabul edilmiştir. 6. TÜRKLERDE SOSYAL YAPI Türk toplumunda aileye verilen önemi gösteren en önemli unsurlardan birisi akrabalık adlarının çokluğudur. Yeryüzündeki hemen hiçbir millette akrabalık bağını anlatan bu kadar çok kavram kullanılmamaktadır. Türk aile yapısı içerisinde kadın ve erkek birbirine eşdeğer sayılıyordu. Erkek egemen bir toplum görüntüsünün oluşması, erkeğin üstünlüğü kadının onu yüceltmesinden kaynaklanmaktaydı. Ancak kadın, aile içi dengeyi kuran taraf olması kadının rolünün çok önemli olmasını beraberinde getirmiştir. Sınıfsal tabakaların yer almadığı Türk toplum yapısı, yerleşmiş ve köklü bir geçmişe sahiptir. Bozkır kültürü denilen çevre içerisinde önemli bir yere sahip olan sosyal hayat, bu köklü yapısı ile devletin de temelini teşkil ediyordu. Bir sınıflandırma yapılamamakla birlikte idare edenler ak kamag bodun (ak kemikli halk) ve yönetilenler de kara kamag bodun (kara kemikli halk) olarak anılmaktaydı. 5 Zaman zaman çok eşliliğin daha çok benimsendiği Türk aile yapısından söz edilse de, bu durum sosyal hayatı tam algılayamamakla ilgilidir. Zira Türk aile tipi tek eşlilik üzerine kuruludur. Diğer evlilikler kadının kimseye muhtaç bırakılmaması gereği veya zorunluluğu nedeniyle gerçekleşmekte, dolayısıyla bu noktada evlilik içerisindeki karı-koca ilişkisi tam olarak gerçekleşmemektedir. hanum bebekleri yetmesün. Ocağına bunçulayın avrat gelmesün. Geldük ol kim tolduran topdur. Depidinçe yerinden öri turdı, elin yüzin yumadan obanın ol uçından bu uçına, bu uçundan ol uçuna çarpıştırdı, kov kovladı. Din dinledi. Öyledençe gezdi. Öyleden sonra ivüne geldi. gördi kim, oğrı köpek yike tana ivünü birbirüne katmış tavuk kümesine sığır tamına dönmiş, komşularına çağırır ki, kız Zeliha, Zübeyde, Ürüveyde, Çan kız, Çan Paşa, Ayna Melek, Kutlu Melek ölmeye yitmeye gitmemişdüm, yatacak yirüm yine bu harab olası yir idü. Nolaydı benüm ivüme bir lahza bakaydinuz. Konşu hakkı Tanrı hakkı diyü söylerler. Bunun kibisünün hanum bebekleri yetmesün. Ocağına bunun kipi avrat gelmesün. Geldük ol kim nice söylesen bayagıdur. Öte yazıdan yabandan bir ulu konuk gelse, ir adam ivde olsa, ana dise ki: Tur ekmek getür yiyelüm, bu da yisün dese, pişmiş etmeğün bakası olmaz, yimek gerekdür, avrat aydur: Neyleyim bu yıkılacak ivde un yok, elek yok deve değirmenden gelmedi dir. Ne gelürse benüm sağrıma gelsün diyü elin götine urur. Yönün anaru sağrısın erine döndürür, bin söyler isen birisini koymaz erün sözünü kulağına koymaz. Ol Nuh Peygamberin eşeği aslıdur. Andan dahı sizi hanum Allah saklasun. Ocağınıza bunçulayın avrat gelmesün.” Türk ailesinde ataerkil bir yapı olmakla birlikte, ailenin anaerkil olabileceği de zaman zaman öne sürülmektedir. Özellikle Çin kaynaklarında destansı ifadelere atıfla dişi kurda gönderme yapılarak bu öne sürülmektedir. Ancak ailedeki kadın-erkek eşitliği daha ön plandadır. Zira kadın kocası yokken, erkeğin bütün görevlerini yapmakla yükümlüdür. Buradan hareketle devlet yönetiminde de kağandan sonraki ilk kişi olarak kadın (katun) kabul edilmektedir. Kadın-erkek eşitliği Göktürk kitabelerinde de vurgulanmıştır: “Tanrı Türk bodunu yok olmasın diye babam İlteriş Kağan ve anam İlbilge Hatunu gönderdi.” Erken dönemlerden beri Türk sosyal hayatında iki tip kadın da sembolize edilmektedir. Özellikle Dede Korkut Destanı’nda ideal sevgili profili olarak alp tipi kadın tasvir edilir. Aynı zamanda İdeal eş ve anne olan kadın da destanda tasvir edilmektedir. Dede Korkut’ta kadın ile ilgili dört gruptan söz edilmekte, her bir grup örneklerle de açıklanmaktadır: 6.2. Türk Sosyal Hayatında Urug (Avul) Urug terimi, aileler birliği anlamına gelmektedir. Bir bakıma akrabaların bütünü şeklinde düşünülebilir. Bu terim için özellikle Anadolu’da kullanılan avul kelimesi eş anlamlı sayılabilir. Türk kültürü içerisinde yer edinen urugsıratmak deyimi de urug kelimesinden kelmektedir. Urugsıratmak, eski Türkçede soyunu kurutmak anlamında kullanılmakta olup, bugün kullanılan “ocağına incir ağacı dikmek” deyimi doğrudan bu eski deyimi yansıtmaktadır. “Karılar dört dürlüdür; birisi solduran sopdur, birisi tolduran topdur, birisi ivün tayağı oldur ki yazıdan yabandan ive bir konuk gelse, ir adam ivde olmasa, ol anı yidirür, içürür, ağırlar, azizler gönderir. Ol Ayişe Fatıma soyudur hanum. Anun bebeklerü yetsün. Ocağına bunculayın avrat gelsün. Geldük ol kim solduran sopdur: Sadabança yiründen örü turur, elin yüzün yumadan tokuz bazlanbaç ilen bir külek yoğurt gözler, toyunça tıka basa yir. Elin böğrüne urur aydur: Bu evi harab olası ire varaldan berü daha karnım toymadı, yüzüm gülmedi, ayağım paşmak yüzüm yaşmak görmedi, dir. Ah ne olaydı bu öleydi, birine dahi varayidüm. Umarımdan yahşi uyar olayidi, dir. Anun kibisünün 6.3. Türk Sosyal Hayatında Bod (Boy) Urugların yani akrabaların bir araya gelmesiyle oluşan sistemdir. Boy teşkilatlanması bir bakıma devlet işleyişinin, askeri yapının da dayandığı nokta olarak kabul edilebilir. Çünkü söz konusu teşkilatlanma bu yapı üzerine kurgulanmıştır. 6 Bod yapısının başındaki kişi boy beyi, en bilge, en yiğit kişi olup, boyun hukukunu koruyan, savunan, boya tabi herkesin ekonomik kalkınmasını sağlamak zorunda olan kişi demektir. Zaten bu görevleri yerine getirmediğinde beyliği kendisinden alınmaktaydı. Her boyun bilge kişilerden oluşan bir meclisi söz konusu olup, bir boyun beyinin kim olacağına orada karar verilmekteydi. Boya tabi olanlar için bey baba anlamına gelmekte, bey için boya tabi olanlar da oğul gibi görülmekteydi. teşkilatlanmasını iyi analiz edebilmek, devlet teşkilatlanmasını da çözümleyebilmek anlamını taşımaktadır. Kağana yönetme gücü de Tanrı tarafından verilir buna da kut denirdi. Türk kağanı Türklerin cihan hakimiyeti görüşü doğrultusunda bütün insanlığın da hükümdarı olarak algılanıyordu. Bir kişinin kağan olabilmesi için karizma sahibi olması gerekirdi. Karizma sahibi olabilmesi için de bilgili olmak, adaletten şaşmamak, halka güven vermek gibi pek çok özelliğe sahip olmayı gerektiriyordu. Her boyun belirli bir arazisi, sürüsü, yaylak-kışlak mekanı, kendi askeri bulunmaktaydı. Tüm bunlar adına tamga (damga) denen işaretler ve ongun denilen, bir hayvanı sembol alan işaretler vasıtasıyla diğer boylarla karışmadan varlığını sürdürmekteydi. Her Türk boyu bu işaretlerin hangi boya ait olduğunu bilirdi. Kağan milletin iskanı ve teşkilatlanmasından sorumluydu. Devlete bağlı boy ve kavimlere yönetici tayin etmeli, bunu da adaletle yerine getirmeliydi. Türk töresini düzenlemeli ve yaymalıydı. Kağan bunlardan birini yerine getirmediğinde töreye karşı çıkmış sayılabilir ve bu nedenle kağanlığını yitirebilirdi. Kağan millete ve devlet yönetiminde kurultay adı verilen meclise karşı da sorumlu idi. Töreyi düzenleme işini de tek başına yapamaz, kurultaydan onay almak zorundaydı. 6.4. Türk Sosyal Hayatında Bodun (Halk) Boyların birleşmesi ile ortaya çıkan yapıya verilen addır. Bugün halk şeklinde kullandığımız kelimenin karşılığının bodun olduğunu söyleyebiliriz. Bu yapı içerisinde bir devlet teşkilatlanması söz konusu değildir. Ancak devlet olabilmenin gereklerinden biri de bodun sahibi olabilmektir. Eski Türkçe’de halk anlamında kün kelimesi de kullanılmaktaydı. İl veya devlet olabilmenin belirli şartları söz konusudur. Bu kapsamda ilk şart bağımsız olmaktır. Toprak sahibi olmak bir başka şarttır. Devlet için şartlardan birisi de halkın var olması idi. Ayrıca toprak kutsal sayılmaktaydı. Bu noktada “il gider, töre kalır” sözündeki ilin yani devletin elden gitmesinin nasıl kabullenildiği sorusu akla gelebilir. Sözün açıklığa kavuşması Türk sosyal hayatının tam olarak bilinmesiyle mümkün olacaktır. Daha önce söylediğimiz üzere Türkler uzun mesafeler kat edebilen konar-göçer bir yaşam modeli tasarlamış ve benimsemişti. Özellikle dış baskılar, mücadeleler nedeniyle devlet yıkılabilir, toprak her ne kadar kutsal olsa da bu mücadele sırasında elden gidebilir bir pozisyondaydı. Ancak töreye bağlılık devam ettiği sürece yeni devlet kurulabilir saylıyordu. Çünkü ancak töreye bağlı kalındığında aileden başlayan ve en son devletin oluşumuna izin verebilen bir sosyal hayat yapısı kurgulanabilirdi. Bu nedenle töre sahibi olmak devletin kuruluşu için dördüncü bir şart olarak Bağımsız yaşama düşüncesine sahip olan bodunlar kimi zaman devlet içerisinde çatışmaya da sebep olmaktaydı. Bu duruma en iyi örnekler Göktürk ve Uygur dönemlerinde sıkça yaşanmıştır. 6.5. Türk Sosyal Hayatında İl (Devlet) Boylar ve bodunların bir araya gelmesiyle oluşabilecek yapı devlet olarak adlandırılmaktaydı. Bir bakıma toplumsal hayatın en mükemmele erişmiş şeklini devlet teşkil etmekteydi. Bu yapıyı idare eden kişi de kağan olarak adlandırılıyordu. Bir bakıma boyların başında bulunan boy beylerinin çok daha büyük sorumluluklarla devlet idaresinin başa geçmiş şekli olarak değerlendirilebilir. Bu bakımdan Türk tarihinin temel problemleri içerisinde boy 7 karşımıza çıkar. Buradan hareketle Türklerin günümüze kadar neden bu kadar çok devlet kurduğu sorusu da biraz açıklığa kavuşmuş olacaktır. İnsanların sürekli dinamik olmasını zorunlu kılan böyle bir yaşam tarzı içerisinde de devlet anlayışının gerçekçilik üzerine kurulması kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla yukarıdaki satırlarda herkes için geçerli olan gök-yer-insan üçlüsü üzerine bir devlet anlayışı söz konusudur. Ayrıca Türk devletinin herkes için var olduğu anlayışını da çıkarmak mümkündür ki, bu da “Türk cihan hakimiyetidir” diyebiliriz. Yani söz konusu devlet anlayışı evrenseldir. Çünkü Bumin ve İstemi kağanlar insanoğlunun üzerine tahta çıkmıştır. 7.TÜRKLERDE DEVLET ANLAYIŞI Devlet teşkilatlanması ve yönetimi Türk sosyal hayatı ile bütünleşmiş bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda Türk sosyal hayatına dair bir takım bilgiler aktarılırken, aslında aileden başlayan ve sonunda devlete ulaşan toplumsal bir teşkilatlanmadan da bahsetmiş olduk. Sıkça vurguladığımız üzere, sosyal hayat içerisindeki hemen her unsurun devlet anlayışı ve teşkilatlanması içerisinde de yer alabildiğini belirtmemiz gerekir. Dolayısıyla devlet yapısını anlayabilmenin birinci şartı sosyal hayatı anlamaktan geçmektedir. Yukarıdaki satırlara ek olarak yine devlet anlayışı için yazıtlarda şu bilgiler geçer: “Tanrı irade ettiği için, kendi devletim (talihim) var olduğu için; ondan sonra Tanrı irade ettiği için, devletim var olduğu için, kısmetim var olduğu için”2 Buradaki anlatım bir kişinin kağan olabilmesi için bir takım unsurlara sahip olması gerektiğini göstermektedir. Herşeyden önce kişi kağan olabilmesi için Tanrıdan yetki (yarlık) almış olmalıdır. Ancak Kağan olabilmek için bu yeterli değildir. Daha doğrusu Tanrı herkese bu yetkiyi (yarlık) vermemektedir. Kağan olacak kişinin talihi, kısmeti (ülüg) de olmalıdır. Tanrı ancak bütün bunlara sahip olan kişiye kağan yani yönetici olma iznini vermektedir. Tanrının verdiği bu izin de kut ile ifade edilmekteydi. Ayrıca kağan olacak kişi, Türk soylu olmalı, bilge ve alp (savaşçı) kişi olmalı, erdemli kişi olmalı, herkes tarafından bilinen yani ün sahibi kişi olmalıydı. Türk tarihin ve kültürünün en önemli kaynaklarından sayılan eski Türk yazıtlarına baktığımızda devlet anlayışının hangi temele oturtulduğunu görmek mümkündür: “Yukarıda mavi gök, aşağıda yağız yer yaratıldığında, ikisinin arasına insan oğlu yaratılmış. İnsanoğlunun üzerine atalarım Bumin ve İstemi Kağan tahta çıkmışlar. Oturduktan sonra Türk milletinin devletini ve töresini idare etmiş ve düzene koymuşlar”1 Bu satırlarda göğün ve yerin yaratıldığından, daha sonra insanın var olduğundan ve en son Bumin ve İstemi kağanların tahta çıktığından söz edilmektedir. Dolayısıyla devlet anlayışı bir nevi gerçekçilik üzerine kurgulanmıştır diyebiliriz. Zaten daha önce de anlattığımız üzere zor iklim ve coğrafya koşulları ile dış baskılar vs. gibi pek çok neden sosyal hayat içerisinde göç unsurunu kaçınılmaz hale getirmiş, konar-göçer bir yapı benimsenmişti. Daha önceki satırlarda geçtiği üzere, Kağan olan kişi devleti idare etmeli, töreyi de düzene koymalı idi. Buradan hareketle kağanın mutlak surette töreye riayet etmesi gerektiğini söyleyebiliriz. Zaten töreye uyulmadığında kağanlık yani yönetme hakkı, yetkisi, yani kut da kişiden alınmaktaydı. Töre aslında Türk sosyal hayatının, devlet anlayışının, askeri teşkilatlanmanın devamlılığı için gerekli olan 1 Üze kök tengri, asra yağız yer kılındıkta, ikin ara kişi oğlı kılınmış. Kişi oğlında üze eçüm apam Bumin Kagan İstemi Kagan olurmış. Olurupan, Türk budunung ilin törüsün tuta birmiş, iti birmiş 2 Tanrı yarlıkadukın üçün, özim kutum bar üçün; anta kisre Tengri yarlıkaduk üçün, kutım bar üçün, ülügim bar üçün 8 bütün kurallardı. Töre dediğimiz anayasa hükmündeki kurallar da dört unsur üzerine kurulmuştu: Ele aldığımız konular içerisinde sıkça başvurduğumuz kaynaklardan Türk yazıtlarına ve Çin kaynaklarına baktığımızda devlet teşkilatlanmasını bize aktaracak pek çok bilgiye rastlamaktayız. Buna göre yönleri temele alan iki tür teşkilat yapısı karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan biri yüzün güneye dönülerek oluşturulduğu teşkilatlanmadır. Bu teşkilat yapısı daha çok Hunlarda ve sonradan da Cengiz’in kurduğu imparatorlukta karşımıza çıkar. Buna göre, yüz güneye dönülür, böylelikle güney ön, kuzey arka, doğu sol, batı da sağ olan bir teşkilat yapısı söz konusudur. Her yöne yöneticiler atanmaktadır. Aşağıda şeması çizilmeye çalışılan ikinci model ise Göktürklerden itibaren pek çok Türk devleti tarafından benimsenen modeldir ve buna dair eski Türk yazıtlarında da bir aktarım söz konusudur: Könilik (adalet), Tüzlük (eşitlik), Uzluk (iyilik, faydalılık), Kişilik (insanlık, hoşgörü) Yazılı olmayan bu kuralların da daha çocukluğundan yani aileden başlamak üzere kişiye aktarıldığına sosyal hayat bahsinde değinmiştik. Töreyi uygulamakla yükümlü olan kağan, devletini de bu töreye göre düzenlemeli, halkın refahını sağlamalı, devletlerarası ilişkilere dikkat etmeli, herkese eşit davranmalıydı. Türklerde devlet anlayışını bu şekilde özetledikten sonra kurulan devletin nasıl bir düzen ile teşkilatlandığına değinmek gerekecektir. Tıpkı devlet anlayışında olduğu gibi, devlet teşkilatlanması da sosyal hayat ile uyum içerisinde gerçekleşmekteydi. Sosyal hayatın önemli unsurlarından biri olan göç unsuru ve konar-göçer yaşam tarzına en uygun olabilecek bir devlet teşkilatlanması söz konusu olup, bu da askeri yapı ile bütünlük göstermekteydi. “Yukarıda Tanrı, aşağıda yer buyurduğu için gözünün görmediği, kulağının işitmediği yerlere milletimi ileri gün doğusuna, beri gün ortasına, geri gün batısına, yukarı gece ortasına kadar götürdüm”3 Daha çok kabul edilen ve uygulanan bu devlet teşkilatlanmasında yüz doğuya dönülmekte, böylelikle doğu ön, batı arka, kuzey sol ve güney da sağ şeklinde bir yapı karşımıza çıkmaktadır. Bir öncekinde olduğu gibi her yöne yöneticiler atanmaktadır. Örneğin doğu ve batıya atanan yöneticilere tigin unvanının verildiğini ve Kültigin adının buradan geldiğini biliyoruz. Yukarıda kağanın bütün insanoğlu için var olduğuna yani Türk devletinin evrenselliğine değinmiştik. Söz konusu durum, Türk kağanının Bizans İmparatoruna gönderdiği mektupta “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar her yeri fethedebilirim” şeklinde karşımıza çıkar. Kağan bir başka devletin yöneticisine bu sözleri söylemekle devletin sınırlarını da bir bakıma ortadan kaldırmış olmaktadır. Dolayısıyla devlet teşkilatlanması da sınırları ortadan kaldırılan bu devlet anlayışına uygun bir model olmak durumundadır. Kaynaklar incelendiğinde Türklerde devlet teşkilatlanmasının yönler üzerine kurgulandığı, böylelikle kağanı merkeze alan teşkilat yapısında her noktaya yetişme arzusu olduğu görülmektedir. Sosyal hayat içerisinde bahsettiğimiz boy teşkilatlanması de bu devlet teşkilatlanmasının temeli niteliğindedir. 3 Üze Tengri asra yağız yer yarlıkaduk üçün közin körmedük kulkakın eşidmedük budunumın ilgerü kün togusıkına, birgerü kün ortasıka, kurıgaru kün batısıkına, yırgaru tün ortasıka kötürdim 9 Devlet işlerinin görüşüldüğü, gereken durumlarda törenin düzenlendiği kurultaylarda her boyun yöneticisi, önde gelen askeri rütbedekiler, en bilge kişiler yer almaktaydı. Ancak bu kişiler toplantılarda belirli bir protokol düzeni içerisinde yerini almaktaydı. Bu durum da orun (mevki) ve ülüş (pay) ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu iki kavrama oldukça dikkat edilmekteydi, çünkü toplantıda herkesin birbirine denk yerde oturması, herkesin bulunduğu mevkiyi bilmesi önemli görülmekteydi. Zaten devlet teşkilatlanmasında da bu durum karşımıza çıkmaktadır. Boy teşkilatlanması kısmında 24 Oğuz boyundan söz etmiştik. İşte bu 24 boyun dizilişi de orun ve ülüş ile açıklanmaktadır ki, Oğuz Kağan Destanı’nda bunun karşılığı açıkça görülmektedir. Destanda anlatıldığına göre, en büyük çadır olan altın çadırın başköşesine kağan oturmuş, bu çadırın girişine de Irkıl Hoca gelecekte vezir olsun diye oturtulmuştur. Her boy için kesilen kurbanın başı kağana ikram edilmiş, boyun kısmı ise Irkıl hocaya ikram edilmiştir. Burada kağan devletin başı olarak görüldüğünden, 24 Oğuz boyu için kesilen her bir kurbanın başı kağana ikram edilmektedir. Bir bakıma her boy bu ikram ile kağanı da tanımış olur. Vezire boynun ikram edilmesi, kağanın yapması gerekenleri söylemesi gerekliliği ile alakalıdır. Yani başı boyun kumanda edecektir. Dolayısıyla boyun vezirliği işaret etmektedir. Destanda altın çadırın sağ tarafına Bozoklar, sol tarafına da Üçokların oturduğu bir düzenden söz edilmektedir. Bu düzen içerisinde Bozoklardan Günhan’ın en büyük oğlu Kayı’ya Kayı boyu için kesilen kurbanın sağ tarafının en kıymetli yeri ikram edilmiştir. Aynı ikram sol tarafta oturanlar için de yapılır ve bütün boylara bu şekilde bir dağıtım yapılmaktadır. Dolayısıyla kesilen kurbandan sunulan ikram vasıtası ile toplumda herkes bulunduğu yeri öğrenmiş olur. İşte bu dağılımdan hareketle aşağıdaki tablo ortaya çıkmaktadır. Bu teşkilat yapısında her yöne bir rengin adı da verilmektedir ki, biz bunu ordu teşkilatlanmasında atlı birliklerin orduda durduğu mevkide de görmekteyiz. Devlet teşkilatlanmasında önemli noktalardan birisi de kurultay adı verilen toplantılardır. Bir tür danışma meclisi olan bu büyük toplantılarda devletin işleyişine dair her türlü konu konuşulmakta, gerektiğinde töre de düzenlenmekteydi. İlkbahar, yaz, sonbahar gibi çeşitli zamanlarda yapılan kurultaylara Türk halkı davet edilmekte, burada çeşitli eğlenceler düzenlenmekteydi. Kurbanlar kesilmekte, halkın karnı doyurulmaktaydı. Dolayısıyla kurultaylara ne kadar çok kişi katılırsa kağan da gücünü o kadar pekiştirmiş sayılırdı. Kağanların tahta çıkışı da yine bu toplantılarla gerçekleşmekteydi. Örneğin kağanın tahta çıkışı ile ilgili kurultaylarda yapılan ritüellerden birisi de kağan olacak kişinin boynuna bir ip geçirilerek kaç yıl kağanlık yapacağı sorulmaktaydı. Aslında bu ritüel, kağanlığın yaşam ile ölüm arasında ince bir çizgi olduğu mesajının verilmesi, yani töreye aykırı hareket edildiğinde bu ipin tekrar kağanın boynuna geçirilebileceği ve hayatını kaybedebileceği mesajının verilmesi bakımından önem taşımaktadır. 10 kişidir. Bu özelliği ile şaman bir çeşit şifacı gibidir. Hastalanan kişinin vücudundan çıkan ruhu bulup, onu geri getiren ve iyileşmesini sağlayabilen kişidir. Şaman bu işi bir takım ritüellerle gerçekleştirmektedir. Kimi zaman ateş etrafında dönmekte, bazen de ağaç gibi yüksek bir yere tırmanarak bir takım sesler çıkarmakta, elinde bulunan şaman davuluna vurarak bir ayin gerçekleştirmektedir. Şaman adlı kişi bu ritüel sırasında ruhun uçuşu anlamında extase halinde kendinden geçmektedir. İsteyen herkesin şaman olması mümkün değildir yani öğrenilecek bir iş veya hareket değildir. Şamanlık bir kişiye nesil aktarımı ile geçmektedir. Ölen bir şamanın ruhu kendi soyundan olan birine musallat olmakta ve o kişiyi şaman olmaya zorlamaktadır. Bu şekilde gelen şamanlığın kabul edilmemesinin kişiyi delirttiğine inanılmaktadır. 8. ESKİ TÜRK DİNİ Şamanın ayin sırasında elinde tuttuğu ve çaldığı davul da kıymetli sayılmaktadır ve çeşitli anlamlara gelmektedir. Şaman karada gezerken davulu at, tokmağı ise kamçı rolündedir. Şaman suda gezerken davulu tekne, tokmak ise kürek rolündedir. Şamanın havada olduğu sırada davulu kuş rolünü üstlenmektedir. Şaman davulunun üzerinde de gökyüzünü, insanları ve yer altını sembolize eden bir takım figürler yer almaktadır. Eski Türk dini ile ilgili olarak geçmişten beri süregelen araştırmalar konunun anlaşılmasında bazı problemleri beraberinde getirmiştir. Konu ile ilgili mevcut problemlerden birisi de terminoloji meselesi ve bu doğrultuda genele yayılan anlayış ile ilgilidir. Eski Türk dini ile ilgili olarak özellikle batı kaynaklı çalışmalardan yola çıkmak suretiyle ortaya konulan ve genel kabul gören Şamanizm’dir. Eski Türk dininin Şamanizm mi, yoksa başka bir inanç sistemi mi olduğu konusunun aydınlatılabilmesi için bir takım kavramların açıklanması zorunluluk arz etmektedir. Bütün bu açıklamalar neticesinde şaman kelimesinden türetilen şamanizmin özünde tanrılar ve ruhlarla iletişime geçme, kötülüklerden kurtulma, korkuları yenme gibi amacın olduğunu söylemek mümkündür. Şaman ile ilgili bütün bu özellikler şamanizmin bir dinden ziyade bir çeşit ritüel biçimi olabileceğini göstermektedir ki, semavi dinler de dahil her dinin içerisinde buna benzer uygulamaları bugün de görmek mümkündür. Dolayısıyla Şamanizm, şamanın belirli sonuçlar elde etmek için gerçekleştirdiği eylemler bütünüdür denilebilir. Bu haliyle bir din olarak da algılanamaz. Şaman kelimesi, büyü yapan; gelecekten haber verdiğine inanılan kişi; kahin anlamlarına gelmektedir. Bu kişinin yer aldığı inanç sisteminde evren, gök, yer yüzü ve yer altı olmak üzere üç bölüme ayrılmakta, şaman adlı kişi de gökte Bay Ülgen ve karanlıklar dünyası denilen yer altındaki Erlik adı verilen kötü ruhlarla iletişim kurabilmektedir. Şaman ateş üzerinde hakimiyet kuran, hastalanan ruhlara şifa veren, ölülerin arzularını yerine getiren, dertlilerin şikayetlerini dinleyen, yer altındaki tanrıların yanına giderek aracılık yapan Eski Türk dininin Şamanizm olduğunu ileri süren çalışmalarda yapılan temel hata da yukarıda açıklamaya çalışılan hususların tespiti noktasındadır. Bütün bunlardan önce şaman kelimesinin Türkçe bir kelime olmadığını, Mançu11 Tunguz dilinden geldiğini ve kelimenin yalnızca onlar tarafından kullanıldığını söylemek gerekir. Kelimenin genele yayılması ise 19. yüzyılda yapılan çalışmalar ile gerçekleşmiş, Şamanizm kavramı da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Ayrıca Eski Türk dininin Şamanizm olduğunu doğrulayacak şekilde ne eski Türk yazıtlarında ne de başka Türkçe kaynaklarda şaman kavramına rastlanılmamaktadır. Burada şu soru akla gelecektir ve eski Türk dininin Şamanizm olmadığını doğrulayacaktır: “Eğer eski Türk dini şamanizm ise, neden eski Türkçe kaynaklarda şaman kelimesi tek bir yerde bile kullanılmamıştır?”. Bugüne kadar aktardığımız konular içerisinde geçen bütün kavramlara eski Türk yazıtlarında bir karşılık bulmuş ve aktarmıştık. Ancak yine aynı kaynaklara bakarak bu terimi göremediğimizden eski Türk dininin Şamanizm olmadığını sonucuna ulaşmamız kaçınılmaz olacaktır. törenler ve zamanı belli olmayan, tesadüfi olaylar sonucu yapılan, örneğin yog adı verilen cenaze törenleri gibi törenlerdir. Yanlış algılamalar nedeniyle Türklerin tabiat güçlerine tapındığı gibi açıklamalar yapılmaktadır ki, bu da son derece yanlıştır. Çünkü söz konusu olan bir tapınma değil, saygı göstermedir. Özellikle bozkır kültürü denilen yaşam biçimi veya yaşanılan coğrafya düşünüldüğünde tabiat güçlerine saygı kaçınılmaz olmaktadır. Coğrafyanın, iklim şartlarının sosyal hayatı nasıl şekillendirdiğine yukarıda değinmiştik. Eski Türk inancında yaşam belirli bir denge olarak algılanmakta Tanrı da bu dengeyi sağlayan varlık olarak görülmekteydi. Kaynaklarda adına kam veya baksı denilen din adamları söz konusudur. Sözünü ettiğimiz bu denge bozulduğunda bu din adamlarına başvurulmaktaydı. Kamların da şamanlar gibi ritüeller gerçekleştirdiklerini görmüyoruz. Dengenin değişmesi insanların adaklar sunmasına neden olmaktaydı. Kanlı ve kansız denilen iki tür adak söz konusuydu. Kanlı adaklar, beyaz atlar koyun, keçi gibi hayvanların kurban edilmesi ile; kansız adalar da kurbanın kesilmeden doğaya serbest bırakılması sonucu gerçekleşirdi. Bu şekilde salınan hayvanlara da iduk/ıduk adı verilirdi. Söz konusu kaynaklara ve Çin kaynakları gibi döneme ışık tutan başka kaynaklara bakıldığında Şamanizm adı verilen sistem içerisinde olduğu gibi eski Türk dininde insan biçimli ruh tasvirinin olmadığını görmekteyiz. Eski Türk dininde atalar kültü yer almaktadır. Bu da kişinin ruhunun öldükten sonra bir şekilde yaşadığına inanılması ile ilgilidir. Bu nedenle kişi öldüğünde kurgan adı verilen mezarlara bir takım eşyaları ile birlikte gömülür. Bu mezarlara saygı ise son derece önemlidir. Hatta Attila’nın 442 tarihli Balkan seferi Hun büyüklerinin mezarlarının Hıristiyanlarca tahrip edilmesi, yağmalanması neticesinde gerçekleşmiştir. Adına balbal denilen mezar taşları da eski Türk inanç sisteminde yer almaktadır. Eğer ölen kişi önemli bir şahsiyet veya savaşçı ise kişinin hayattayken öldürdüğü düşman sayısı kadar mezarına balbal dikilebilirdi. Şamanizm diye ithaf edilen ritüellerden farklı olarak eski Türk dininde Tanrı iktidarın da sahibidir. Hatırlanacağı üzere “Tanrı yarlık (izin verdiği için” kağan tahta oturmuştu. Aslında burada tek tanrıyı işaret eden bir kullanım da vardır. Şaman ritüelindeki gibi tanrılar söz konusu değildir. Kaynaklarda Tanrıya benzer bir başka varlığın tasvir edilmemesi, tek tanrılı bir inanç sistemini ifade etmektedir. Eski Türk dinini karşılamak üzere bugün kullanılan Gök Tanrı veya Kök Tengri adı da eski Türk yazıtlarından alınan bir isimdir. Yazıtlarda bir nevi karşılığı bulunduğundan inanç sistemi bu isimle adlandırılmıştır. Yakın dönemlerde özellikle Moğolistan’da yürütülen çalışmalarda Türklere ait kurganlarda üzerindeki boyalar oldukça canlı bir takım sembolleri ortaya koymuştur. Bu sembollerden yola çıkılarak eski Türk inanç sisteminde totemciliğin olabileceği varsayımı ortaya konulmaktadır. Ancak şu anda bu varsayımı doğrulayacak başka herhangi bir bilgi söz konusu olmayıp, ilerleyen zamanda bu konu da aydınlığa kavuşacaktır. Sonuç olarak Şamanizm kavramının eski Türk inanç sistemini yansıtmadığını, ancak her dinin içerisinde olduğu gibi eski Türk inanç sistemi içerisinde de bir takım şamanik unsurların yer aldığını söylemek mümkündür. Eski Türk inanç sistemi yılın belirli zamanlarında törenlerin yapıldığı bir sistemdir. Bu törenler de zamanı belli olan ilkbahar, yaz, sonbaharda yapılan 12 Ancak her dinin içerisinde görülebilen bu türden küçük deliller herhangi bir inanç sistemini adlandırmaya yeterli olamayacağı ortadadır. YARARLANILAN KAYNAKLAR Ahmet Taşağıl, Kök Tengri’nin Çocukları, Bilge Kültür Sanat Yay., İstanbul 2013. Bahaeddin Ögel, Türklerde Devlet Anlayışı (13. Yüzyıl Sonlarına Kadar), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1982. ------------------, İslamiyetten Önce Türk Kültür Tarihi Orta Asya Kaynak ve Buluntularına Göre, TTK Yay., Ankara 2014. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, TDK Yay., Ankara 1994. Peter B. Golden, Dünya Tarihinde Orta Asya, çev.: Yahya Kemal Taştan, Ötüken Yay., 2015. Saadettin Gömeç, “Şamanizm ve Eski Türk Dini”, PAÜ Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 4 (1998), s. 38-50. ---------------------, Türk Kültürünün Ana Hatları, Akçağ Yay., Ankara 2006. Tuncer Baykara, Türk Kültür Tarihine Bakışlar, AKM Yay., Ankara 2009. Wilhelm Radlof, Türklük ve Şamanlık, ed.: Ö. Andaç Uğurlu, çev.: A. Temir vd., Örgün Yayınevi, İstanbul 2008. 13