Avrasya Araştırmaları Bülteni Nisan 2016 - Çavsam
Transkript
Avrasya Araştırmaları Bülteni Nisan 2016 - Çavsam
Bu çalışma, Çankırı Karatekin Üniversitesi Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırma Merkezince yürütülen araştırmacı yetiştirme programında görev alan öğrenciler tarafından hazırlanmaktadır. Her yazının sorumluluğu yazarlarına aittir. AVRASYA STRATEJİK UYGULAMA VE ARAŞTIRMA MERKEZİ Avrasya’daki hukuki, siyasi, ekonomik, sosyokültürel gelişmeleri takip ederek, Türkiye'nin bölge ülkeleriyle ikili ve çok taraflı ilişkilerine ve bu ilişkilerin tarihi, kültürel, siyasi, ekonomik, sosyolojik ve jeopolitik yapısına yönelik bilimsel araştırmalar yapmak ve uygulamalarda bulunmak amacıyla kurulan. Çankırı Karatekin Üniversitesi Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırma Merkezi, Yönetmeliğinin Resmî Gazete’nin 28021 sayı ve 10 Ağustos 2011 tarihli ilamıyla resmen faaliyetine başlamıştır. VİZYON ÇAVSAM’ın temel misyonu, Avrasya toplumları hakkında jeopolitik ve jeostratejik araştırmalar yaparak ulusal, bölgesel ve küresel düzeydeki konulara ışık tutan bir akademi ocağı olmaktır. Bu çerçevede, Avrasya ülkelerinin Türkiye ile ilişkilerini analiz etmek ve bu amaçla bu devletleri tanımak kurumun öne çıkan temel amaçlarındandır. Kurumumuz, Türkiye'nin Doğu-Batı ve KuzeyGüney geçişinin merkezinde olmasının sağladığı avantajla, yapacağı bilimsel çalışmalarda da Batı ile Doğu’yu, Kuzey ile Güney’i birleştirmeyi amaçlamaktadır. Kurumumuz, Avrasya bölgesinde her geçen gün artan sorunların bölgeyi yakından bilen ve araştıran, deneyim ve birikime sahip bilim adamı, araştırmacı ve uygulayıcıların çalışmalarını bir araya getirerek çözmeyi öngörmektedir. Kurumumuz, tarafsız, bilimsel ve evrensel bilgiye ulaşarak, bu bilgileri Türkiye’yi temsilen Avrasya bölgesindeki somut problemlerin çözümünde kullanmayı, böylece Türkiye’nin geleceğine katkıda bulunacak yerel ve uluslararası düzeydeki çalışmaları gerçekleştirmeyi hedeflenmektedir. MİSYON Avrasya Stratejik Uygulama ve Araştırmalar Merkezi’nin (ÇAVSAM) vizyonu, bilimsellik ve tarafsızlık prensiplerinden ödün vermeyen, ulusal ve uluslararası alanda saygı duyulan ve analizleri ile bilim adamlarına, akademisyenlere, siyasetçilere ve diplomatlara ilham veren güvenilir bir araştırma kurumu olmaktır. Kurumumuz, bilimsel araştırmanın, tartışmanın ve çoksesliliğin şekillendirdiği ve sürekli kendini yenileyen akademik anlayışa sahip bir kurum olmaktan taviz vermeyecektir. Kurumumuz, Avrasya’da tüm tarafların yakından tanıdığı, güvendiği ve işbirliği yaptığı çok yönlü bir araştırma ve düşünce kuruluşu olmayı amaçlamaktadır. Bu vizyon çerçevesinde evrensel bilgiden yararlanan, kurumsal dayanışmayla güçlenen ve temel çalışma prensiplerine bağlı kalan, alanında saygın bir strateji merkezi olmak temel hedefimizdir. YAYINLAR Kitaplar Arap Baharı Ve Türkiye Azerbaycan Dış Politiği Ve Türkiye Avrupa’nın Ötekisi Balkanlar Kazaklar Nasıl Ruslaştırılmaya Çalışıldı? Bağımsızlık Yolunda Kırgızistan Kafkasya Çatışmalarının Analizi ve Çözümler Suriye’de Tarihin Sonu Milletii Müselleha Süreli Yayınlar Avrasya Strateji sürecinde Maastricht Antlaşması ile ekonomik yönü ağır basan bu Avrupa bütünleşmesi adalet, içişleri, dış politika ve güvenlik politikası üzerine, Alman düşünür Immanuel Kant’ın 17.Yüzyılda ki söylemiyle bir nevi ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ inşasını ortaya çıkarmıştır. Böylece Avrupa’daki ekonomik, siyasi ve coğrafi bütünleşme tamamlanmak istenmiştir. Bu bütünleşme daha sonrasında hukuki anlamda bir AB Anayasa’sı olan 2007 Lizbon Antlaşmasıyla AB’yi hukuki bir yapıya büründürmüştür. Avrupa’da gelinen bu aşamada büyük bir yol kat edilmiş başarılı bir birlik oluşturulmuştur. Başarılı sayılabilecek bu birlik ekonomik entegrasyon anlamında, birlik ve birlik dışı ülkelerle karşılıklı bağımlılık ilkesiyle Gümrük Birliği, Ortak Pazar, Euro bölgesi, serbest ticaret bölgeleri oluşturarak hem birlik hem de dışında ciddi anlamda bir bağımlılık yaratmıştır. Gümrük Birliği’ne üye olan birlik üyesi olmayan Türkiye’de bu bağımlılık içerisinde yer almaktadır. Sonuç olarak, Avrupa Birliği bu entegrasyon çerçevesinde Avrupa’da 2. Dünya Savaşından sonra barış ve refah anlamında önemli katkılar sağlamıştır. Ekonomik anlamda önemli bir başarı örneği olup, bu çerçevede bölgesel bir bütünleşme modeli olarak gösterilmektedir. Ancak böyle büyük potansiyele sahip olan bu birliğin dönemler içerisin de bölgesel ve küresel çapta krizlerle başa çıkmakta zorluklar yaşamış olduğunu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu da AB’nin siyasi anlamda, ekonomide olduğu kadar başarılı olmadığının da örneğidir. Bu kapsamda Avrupa Birliği’nin, ‘Avrupa Birleşik Devletleri’ olabilme açısından zayıf kaldığı görülebilmektedir. AVRUPA BİRLİĞİ ENTEGRASYONU Kutay AKBABA Uluslararası İlişkiler 3. Sınıf öğrencisi Avrupa ülkeleri tarafından geçtiğimiz yüzyıllar boyunca bir arada kalabilmek için çabalar sarf edilmiş ancak; bir bütünleşme içerisine girilememiştir. Bu bütünleşme sürecinde en başarılı olan taraf kuşkusuz Avrupa Birliği’dir. Avrupa Birliği bu bütünleşme çerçevesinde siyasal, ekonomik ve coğrafi anlamda bir entegrasyon hedef almıştır. Bu çerçevede amaçlanan Avrupa bütünleşmesi sağlanabilmiştir. Avrupa Birliği tarihsel gelişimi açısından baktığımız zaman yukarıda bahsettiğimiz siyasal, ekonomik ve coğrafi anlamda bütünleşme içerisinde ilk olarak ekonomi faktöründen bahsedebiliriz. 1948-1951 yıllarında Marshall Planı çerçevesinde 16 ülke ABD’den önemli ekonomik yardımlar almıştır. 2. Dünya Savaşından sonra Almanya’nın da bu yardımı aldığını göz önünde bulundurursak, bu yardımla birlikte Alman sanayisi hızla gelişiyor ve daha önce 2 Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olmuş bu ülke, dünya için yeni bir tehdit olarak algılanıyordu. Almanya’yı biraz olsun dizginlemek amacıyla 1951 yılında Avrupa Kömür Çelik Topluluğu kurulmuştur. Bu Antlaşmayı 1957 Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu izlemiş, böylelikle ekonomik entegrasyon daha sağlam temellerle oturtulmuştur. Avrupa Birliği kimliği hızlı bir şekilde yayılmaya devam etmekte ve ekonomik bütünleşme daha kapsayıcı bir anlamda sürdürülmekteydi. Bu güne kadar kurulmuş olan bütün toplulukları birleştirerek, 1965 Füzyon Antlaşmasıyla Avrupa Topluluğunu oluşturmuştur. Bu anlaşmalar zincirini son olarak Avrupa Topluluğuna Avrupa Birliği adını veren 1992 yılında ki Maastricht Antlaşması izlemiştir. Bu antlaşmalar bütünü bir anlamda Avrupa’yı bir çatı altında toplamayı başarmıştır. Bütünleşme 2 SSCB’nin dağılmasıyla birlikte buzdolabından tekrar çıkarılarak “yeni büyük oyun” şeklinde adlandırıldığı görüşü mevcuttur. “Yeni büyük oyun” çerçevesindeki etkin olma mücadelesinde ise bir tarafta Rusya bir tarafta ABD ve AB vardır. Karadeniz bölgesi dün Osmanlı Devleti’nin arka bahçesi, Avrupa’nın sınırı, Sovyet nüfuz alanının ve Akdeniz dünyasının bir uzantısı olarak tanımlanmıştır. Nihayetinde bugün Soğuk Savaş sonrasında kurulan yeni dünya düzeniyle birlikte Rusya’nın arka bahçesi, ABD ve AB ihtiraslarının nüfuz alanı ve yine Akdeniz dünyasının bir uzantısı olarak karşımızda durmaktadır. KARADENİZ: BİR “ARKA BAHÇE” Emre TOKCAN Çankırı Karatekin Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf öğrencisi Karadeniz bölgesi, tarih boyunca jeopolitik açıdan çevresinde kurulan devletlerce önemini korumuş ve çeşitli etnik, dini ve kültürel özelliklere sahip uygarlıkların “yaşamsal çıkar alanı” olmuştur. Ayrıca bölge, Rusların güçlü bir devlet olarak ortaya çıkmasından itibaren adeta bir “arka bahçe” konumunda görülmüştür. Karadeniz bölgesine tarih gözlüklerimizle baktığımızda tek bir devletin sınırları içerisinde yer aldığı oldukça nadirdir. Günümüzde de coğrafi konumundan, ekonomik potansiyelinden ve güvenlik, enerji ve ulaşım koridoru olmasından dolayı küresel ve bölgesel güçler tarafından büyük ilgi görmektedir. Bu ilgi seçilmiş travmalar, dondurulmuş sorunlar, sınır sorunları, dini alandaki mücadele, yayılmacılık politikaları, bölge ülkelerinin çeşitli örgütler çevresindeki uyum sağlama çabalarının başarısızlığı gibi belli başlı sorunları beraberinde getirmiştir. Bölgedeki rekabet ortamı barış ve huzur dönemlerini genellikle bu nedenle kısa süreli kılmıştır. Uluslararası politikada hemen hemen her bölgeyi eş zamanlı ve karşılaştırmalı bir bakış açısıyla değerlendirebiliriz. Dün Karadeniz’de (18 Mayıs 1944 Sürgünü vb.), Afrika’da (Ruanda Katliamı vb.), Balkanlarda (Srebrenitsa Katliamı vb.) ve bugün Ortadoğu’da (Suriye vb.) meydana gelen olayların beslendiği kaynaklar ve sonucunda çıkar elde edecek olanlar hemen hemen aynı olabilmektedir. Bunun yanında uluslararası politikada zaman zaman bir bölge öne çıkarken diğer bölgeler arka planda kalabilmektedir. Örneğin, Karadeniz bölgesinin uluslararası politikanın gündeminde yer aldığı asıl dönemler SSCB öncesi ve sonrası dönemlerdir. Çünkü SSCB öncesinde bölgede Çarlık Rusya ile İngiltere arasında bir etkin olma mücadelesi vardı. Bir takım görüşler bu mücadeleyi “büyük oyun” olarak adlandırmıştır. SSCB’nin kurulmasıyla birlikte “büyük oyun”un tabiri caizse buzdolabına konulduğu ve DÜNDEN BUGÜNE ‘’SURİYE’’ Hüsna Encu Çankırı Karatekin Üniverstesi İktisadi Ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf Suriye ülke yapısı, konumu ve zenginlikleri bakımından her dönemde kendinden söz ettirmiş, ülke yapısı konumu ve zenginlikleri ile dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştır. Suriye coğrafi konumu farklı mezhep ve etnik grupları barındıran nüfus yapısı ve karmaşık dış politika bağlantıları nedeniyle Ortadoğu bölgesinin fay hattı olarak görülür. Rekabetin geçiş noktası olan ülkede yaşanan gelişmeler ülkenin önemini daha 3 da arttırmaktadır. Siyasi olmaktan ziyade coğrafi bir özellik taşıyan bölge Suriye idealini doğal sınırlarını gösterir. Aynı zamanda modern Suriye devletinin de coğrafyaya dayalı resmi politikalarının tarihi argümanı niteliğindedir. bulunmuştur. 10 Temmuz 2000 yılında babası Hafız Esad’ın ölümüyle yönetime %97 oy oranıyla devlet yönetiminin başına Beşer Esad geçmiştir. Böylece Hafız Esad’ın kendisinden sonra ülkeyi yönetecek oğlu için planladığı ‘Yumuşak Geçiş’ tamamlanmıştı. 2000 yılının Temmuz ayından itibaren ciddi planlı bir ekonomik reform programı ve ticari liberlizasyon politikası uygulamaya konulmuş, amaçlar belirlenmişti. Bu ekonomik reformların amacı özel bankacılık sistemi, menkul kıymetler borsasını kurma ve yeni kur politikaları ile ülkeye yabancı sermaye girişini hızlandırmak için ülke ekonomisini daha verimli hale getirmekti. 2001 yılı sonlarına doğru oluşan reform dalgası büyük oranda tersine döndü, demokratikleşme yönünde geri adımlar atılmaya başlandı. 11 Eylül’de gerçekleşen terör saldırılarından sonra ABD değişen güvenlik algılamasını tanımlarken bölgesel kaynaklı küresel teröre ve kitle imha silahlarına sahip serseri devletlerarasında Suriye’yi de saymış ve Suriye’yi kimyasal silah üretme, terörist grupları barındırma ve 2003’te gerçekleştirdiği Irak operasyonun da Irak’taki direnişçileri desteklemekle suçlamıştı. Bu ve bu Suriye; Ortadoğu’da Lübnan, İsrail, Ürdün, Irak, Türkiye ile komşu bir ülkedir. Akdeniz’e kıyısı vardır, başkenti Şam’dır. Geçmişten bugüne birçok devletin istilasına uğramıştır. Günümüzde de ülke üzerinde ki çekişmeler devam etmektedir. Suriye’deki bu çekişmelerin süreci Osmanlı devletine dayanmaktadır. Suriye 1517’de Osmanlı egemenliğine girmiş ve dört asır boyunca Osmanlılar tarafından yönetilmiştir. 1920 yılında Fransa-Suriye savaşı sonucunda Fransa yönetimine geçmiştir. Fransa yönetiminin uzun sürmemesiyle birlikte 1946’da bağımsızlığını ilan eden Suriye 1958’de Mısır devleti ile birlikte Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Bu cumhuriyet üç yıl sürebilmiş, iki ülke 1961 yılında çeşitli sebeplerden dolayı ayrılmıştır. 13 Kasım 1970’de Salan Cedid yönetimine karşı askeri bir darbe yaparak iktidarı Hafız Esad ele geçirmiştir. Yapılan referandumda oyların %92.2’sini alan Hafız Esad Suriye’nin ilk Nusayri kökenli devlet başkanı olmuştur. Suriye’de 1970-2000 yılları arasında çerçevesini ve merkezini Hafız Esad’ın belirlediği rejim, siyasal ve toplumsal dengeler üzerine kurulmuş, istikrarı yakalamış Esad usulü bir totalitarizm olarak da adlandırılabilir. 80’li yılların ortalarından itibaren petrol fiyatlarının düşmesi, yolsuzluk ve rüşvetlerin artması, ülkenin uluslararası platformda izole edilmesi, döviz sıkıntısı ve 1990’lı yıllarının başında Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu Bloku ülkelerinden gelen dış yardımların kesilmesiyle birlikte ülkede sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Ülkede yaşanan sorunları kendi ürettiği politikalarla çözmeye çalışan Hafız Esad, 2000 yılına kadar yani ölümüne kadar Suriye yönetiminin başında gibi nedenlerden sonra Suriye üzerindeki dış baskı giderek artmıştır. Mayıs 2004’te de ABD Suriye’ ye ambargo koyduğunu ilan etmiştir. 15 Mart 2011 de ilk öfke cuması gerçekleşmiştir. Derea’da halk sokağa çıktı ve rejime karşı ilk defa kitlesel eylem düzenlendi. Bu tarih Suriye’deki olayların başlangıcı olarak kabul edilir. Haziran 2011’de Suriye muhalefeti Türkiye’de toplandı. 30 kişiden oluşan bir komite kuruldu. 21 ağustos 2011’de dönemin Dış İşler Bakanı Ahmet Davutoğlu Esad ile görüş ve reform sözü aldı. Bu temas Türkiye ile Suriye rejimi arasındaki son yüz yüze görüşme oldu. 2012 yılında radikal gruplar ülkede güç kazanmaya başladı. Ocak ayında El-Nusra cephesi kuruldu. 20 Haziranda rejime bağlı güçler uluslararası hava sahasında seyretmekte olan bir 4 Türk jetini düşürdü. Türkiye angajman kurallarını değiştirerek saldırıya cevap verdi. Bu sırada Irak’ta doğan IŞID Suriye’de güçlendi. 2013 yılında Esad rejimi ile İsrail arasındaki ‘’Golon Tepeleri Krizi’’ baş gösterdi. Nisan ayında IŞID, Ebubekir Bağdadi liderliğinde Suriye’deki varlığını ilan etti. ABD’den ilk müdahale güçlenen IŞID birliklerinin Erbil’e yaklaşması sonucu oldu ve ABD Kuzey Irak’ta IŞID’e karşı hava saldırısı düzenledi. Bunun ardından çok geçmeden ikinci saldırı 2013’ün eylül ayında Fransa’dan geldi. IŞID birlikleri etkinliklerini Irak’a yönlendirdi ancak Halep’in Kuzeydoğusu, Rakka ve Deyn Ez Zor’un bir kısmı hala kontrolleri altında. Arin, Kobane, Cızire’de PYD yönetiminde. 2014 yılın ise çatışmadaki aktör sayısı arttı. 2015 yılına geldiğimizde ise çatışmanın mezhepçi boyutu ülkedeki dış ve çeşitli aktörlerin varlığı savaşı bir çıkmaza soktu. Netice itibari ile dört yıllık bir iç savaş sonrası Esad rejimi hala yönetime devam etmektedir. Suriye’de çıkan savaş her geçen gün içerisine yeni bir aktör alarak daha da kızışmaktadır. Suriye ayaklanması barışçıl gösterilerden kanlı bir iç savaşa dönüşmüş ve ülkeyi yaşanmaz bir hale sokmuştur. Son dönemlerde yaşanan gelişmeler ise içler acısıdır. Bir yandan ‘Arap Baharı’ denilen süreçte Arap ülkeleri iç siyasi çekişmeleri, hesaplaşmaları yaparken diğer yandan belki de hiç hesaba katılmayan onlarca insan yaşananlardan dolayı göç etmek zorunda kaldı. Bunu rakamlarla ifade edecek olursak bugün Suriye’den 7 milyon 600 bin kişi göç etti, 240 binden fazla kişide yaşamını yitirdi. Suriye üzerindeki çıkar senaryoları her geçen gün değişiyor ama bizim gördüğümüz manzara yine aynı; ülkesini terk edip yollara düşen, göç eden insanlar ve orada kalıp bir savaşa kurban edilen canlar. FİLİSTİN’İ BU KADAR PAYLAŞILMAZ KILAN ŞEY NEDİR ? M. Fatih DİNÇ Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası ilişkiler 2. Sınıf öğrencisi Filistin bölgesi beş bin yılı aşkın süredir yerleşimin olduğu insanlık tarihinde birçok medeniyetin kesişme noktası olmuş, hemen hemen her peygamberin yolunun düştüğü yahut ömürlerinin büyük kısımlarını burada geçirdikleri; Allahtan almış oldukları emir ve vahiyleri bütün insanlığa tebliğ ederken ikamet yeri olarak kendilerine seçtikleri bir bölge olmuştur. Jeopolitik konumu itibariyle Filistin bölgesinin Akdeniz’e kıyısı olması; bu bölgeyi kuzey Afrika Avrupa gibi kıtalarla irtibat halinde tuta gelmiştir. Güneyde Arap yarımadası ve Mısır, kuzeyde Suriye ve Anadolu, doğusunda Mezopotamya ile komşu olması Filistin bölgesini paylaşılmaz ve iktidarın ebedî olarak kurulamayacağı bir bölge haline getirmiştir. Özellikle İbrahim peygamberin soyundan gelen Yakup peygamber, Davut peygamber, Süleyman peygamber gibi insanların peygamberlik mesleğini icra etmekte Filistin bölgesini mesken edinmeleri; bu bölgeye kutsî bir anlam yüklemiş, bu kutsiyet İsa peygamberin Hristiyanlığı tebliğ için ömrünün büyük kısmını bu bölgede geçirmesiyle daha da artmıştır. Son olarak bu bölgenin İslam peygamberi Hz. Muhammed’in Miraç hadisesine konu olmasıyla bu kutsiyet doruk noktaya ulaşmış ve bölge tüm insanlığın gözbebeği haline gelmiştir. Filistin’in aynı zamanda Kenan diyarı, Yehuda, İsrail gibi isimlerle anılması; bu bölgenin paylaşılmaz oluşuyla ilişkilendirilebilir. Bu denli hassas bir bölge olan Filistin’e her göz 5 farklı bir nazarla bakmakta, her ten farklı bir hissiyat ile dokunmaktadır. Filistin bölgesi’nin hiç şüphesiz en önemli şehri Kudüstür. İsrailoğulları’nın barış şehri anlamına gelen Jeru-salem’i , Roma İmparatoru Herot’un Aeliya Kapitolina’sı, Selahattin Eyyübi’nin Kudüs’ü, ve Osmanlı’nın Kudüs-ü Şerifi Filistin bölgesini tanımak isteyenlere rehberlik eder mahiyettedir. Bugün bile binlerce yıllık taş evlerin ve dar sokakların arasında gezinirken İsa peygamberin yürüdüğü yekpare taşlardan oluşan sokaklara yolunuz düşebilir, sahabelerden Ömer efendimizin bastığı basamaklara basarak cami ya da kilise bahçelerine girebilirsiniz. Medeniyet zenginliğine zenginlik katan Beytülmakdis sütunları ise kıskandırıcı bir üslupla ziyaretçilerinin kulağına “Miraç günü siz yoktunuz fakat biz burada şahittik” diye fısıldamaktadır usulca.. Kudüs’ün yanı sıra Hayfa, El Halil, Beytüllahim , Eriha, Halhul, Yafa, Ramallah gibi şehirler Filistin bölgesini oluşturan ve Kudüs’ü gölgede bırakmayacak nispette Filistin bölgesi için önem teşkil eden şehirlerdir. Lut Kavminin helak oluşuna şahit Eriha, Meleklerin Lut Kavmini helak etmekle görevlendirilip bu emri İbrahim peygambere tebliğ etmek için uğradıkları Halhul, Yusuf peygamber, İshak peygamber, İbrahim peygamber gibi kimselerin kabirlerini bünyesinde bulunduran El Halil, Haçlıların Filistin’in anahtarı olarak gördükleri Yafa gibi şehirler Filistin bölgesini çok daha hususi ve anlamlı hale getirmektedir. 638 yılına kadar ki tarihi süreçte Filistin bölgesi çeşitli milletlerin ve dini yönetimlerin elinde bulunmuştur. Bununla birlikte adaletsiz ve merhametsiz yönetim anlayışı, Filistin’de yaşayan milletleri açlık, sürgün, güven problemi gibi sorunlarla karşı karşıya bırakarak bölgede ki huzur ve istikrarı sağlamakta başarılı olamamıştır. Filistin, savaşlarla çatışma ve yağmalarla dolu tarihinde en huzurlu dönemi İslam medeniyetinin bölgeye hâkim olduğu dönemde yaşamıştır. İslam yönetimi Filistin halklarına hangi dinden olursa olsun özgürlük ve serbestlik tanımış. Her dine bu topraklarda özgürce yaşam fırsatı vermiştir.1400 yıllık İslam hakimiyeti 20. Yüzyıl başlarından itibaren yerini önce Hristiyanlara daha sonrasında ise Yahudilere bırakmıştır. Binlerce yıldır paradoks şeklinde Filistin yönetimini sırasıyla eline alan dinler ve milletler bugün büyük bir ümit ile sıranın tekrar kendilerine gelmesini beklemekte dersek yanılmış olmayız. Sonuç itibariyle şunu söyleyebiliriz ki binlerce yıldır devam eden bölge üzerinde hakimiyet kurma ve siyasi iktidar olma mücadelesi hiç şüphesiz bugünden sonra da devam edecektir. Çünkü bu hakimiyet dünya nezdinde bölgeye hakim olacak gücün askeri, siyasi ve manevi üstünlüğünün de takdis edilmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca dünyada ki semavi dinler bu bölge içerisinde kendisine ait bir kısım kutsallar barındırdığı için mensuplarının ilgi ve alakasını da buraya çekmektedir. PEHLEVİ DÖNEMİNDE GÜNEY AZERBAYCAN TÜRKLERİ Koray Kara, Çankırı Karatekin Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi 2. Sınıf öğrencisi Rusya ve İran arasında 16 yıl süren savaşın sonunda 10 Şubat 1828'de iki devlet arasında imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Azerbaycan ikiye bölünmüştür. Aras Nehri sınır olarak kabul edilirken nehrin kuzeyi Çarlık Rusya'sına, güneyi ise Kaçar Hanedanı idaresindeki İran'a bırakılmıştır. Kaçar Hanedanlığı uzun yıllar İran'a hâkim oldu. 1925 yılına gelindiğinde İngilizlerin de desteğini alan Pehlevi Hanedanı Kaçar hâkimiyetine son vermiştir. İran'da Güney Azerbaycan Türkleri kesin olmayan verilere göre 35 milyon nüfusa sahiptirler. Şii mezhebine mensupturlar. Tebriz, Hoy, Erdebil, Urmiye, Selmas, Maku, Meraga ve Astara belli başlı Türk yerleşim yerleridir. 6 açısından bazı eğilimler ortaya çıkmıştır. Kimi Türk düşünürler İran kimliğini benimseyip endi kimliklerinin yok olmasına göz yummuşlardır. Bazı aydınlar aynı anda hem İran kimliğini benimseyip hem de aynı anda Azerbaycan kimliğini benimsemişler, rejime karşı direnebilmenin yolunu burada bulmuşlardır. Bir diğer grup ise ayrı bir Azerbaycan devleti kurma fikri gütmüşlerdir. Fakat Tebriz’de bulunan Türklerin lider kadroları İran üst kimliğini taşıyarak kendi öz kültür ve geleneklerini koruma yoluna gitmiştir. Öte yandan Güney Azerbaycan Türklerinin ve Farsların Şii mezhep inancına sahip olmalarına rağmen rejimin Farslaştırma politikası içerisinde mezhebe atıfta bulunulmamıştır. Güney Azerbaycan Türkleri de mezheplerin aynı olmasına rağmen asimile olmayarak kimliklerini korumuşlardır. Ortak mezhep anlayışı iki toplumu birbirine yakınlaştırmamıştır. Pehlevî hükümetinin 1979 Devrimi ile yıkılmasının ardından Şii inancına dayalı Teokratik yönetime sahip İran İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu tarihten sonra da İran hükümeti tarafından Güney Azerbaycan Türklerine karşı baskı ve şiddet devam etmiştir. Pehlevi hanedanından kalma Farslaştırma uygulamalarına devam edilmiştir. Netice itibariyle Pehlevî döneminde başlayan Türkleri asimile etme politikasına karşın Güney Azerbaycan Türkleri genel olarak kimliklerini koruma yoluna gitmiş, dil, kültür ve geleneklerini muhafaza etmiştir. Bazı aydınların Türk kimliğini tasfiye yoluna gitmesine rağmen halk nezdinde bu başarılı olmamıştır. Güney Azerbaycan Türkleri kendilerinde, bazı aydınların da öncülük etmesiyle milliyetçilik vasıflarını uyandırmışlardır. Hanedanın başında koyu bir Fars milliyetçisi olan Rıza Şah vardı. Merkeziyetçi bir politika izleyen Rıza Şah İran Milleti yaratmak amacıyla ülkedeki Fars olmayanlara karşı asimilasyon politikası izlemiştir. İran’da yaklaşık 35 milyon nüfusa sahip olan Türkler bu politikadan en çok etkilenenler olmuştur. 1930 yılında Farsça resmi dil ilan edilmiş, daha sonra Farsça olmayan coğrafi ve tarihsel yer isimleri değiştirilmeye başlanmıştır. Türk bölgelerinde olan okullara karşı ceza kasası kanunu uygulanarak Türkçe konuşulmasına karşı resmen savaş açılmış, Türkçe konuşanlara para cezası verilmiş; üstelik bu cezalardan gelen parayla Fars dilinin geliştirilmesi konusunda harcanmıştır. İran yönetiminin bu politikalarına karşılık Güney Azerbaycan Türkleri siyasi alanda kendi kimliklerini ifade edebilecekleri bir ortam arayışına gitmiştir. Bu arayış içine 1945-1946 yıllarında Güney Azerbaycan’da yerel hükümet kurulmuştur. Azerbaycan Demokrat Partisi’nin (ADP) öncülük ettiği bu yerel hükümet kendi eyalet meclislerine sahip olmayı, Azeri Türkçesinin kullanılıp öğretilmesini, coğrafi isimlerin Türkçeleştirilmesini ve ekonomik özgürlüklerin tanınmasını amaçlamıştır. Fakat bu deneyim genel olarak başarısız olmuştur. Dönemin seçkin aydınları arsında yer alan Cafer Pişevari ADP’nin liderliğini üstlenmiştir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Tahran yönetimi bu yerel hükümete son vererek Güney Azerbaycan’ı tekrar kendisine bağlamıştır. Pehlevî yönetiminin Farslaştırma politikasına karşılık bölgede yaşayan Türklerde kendi kimliklerini koruma 7 SURİYE’DE Kİ İÇ SAVAŞTA RUSYA’NIN ROLÜ Başak Ceren ŞIK Çankırı Karatekin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf Öğrencisi Ayrıca siyasi oluşumların yanında, silahlı oluşumlarda vardır. Özgür Suriye Ordusu, Suriye Kurtuluş Ordusu, Liwaa Al-Umma, Halkçı Koruma Birlikleri, Suriye Türkmen Ordusu bu oluşumlara örnektir. Ülke artık ikiye bölünmüş durumdadır. Muhaliflerin yeteri kadar askeri teçhizatının olmaması üstünlük sağlansa dahi rejimin daha güçlü olması bu üstünlüğü kaybettiriyor. Sorun insanlık adına ve barışın sağlanması adına yapılan müdahalelerle daha da büyüdü ve artık tüm komşularını tehdit eden ve sistemi etkileyen bir sorun haline geldi. Rejime destek veren ve iç savaşın daha da büyümesine neden olan Rusya’nın Suriye’de ki rolüne bakacak olursak; 1- Rusya, Suriye’deki silah ithalatında yüzde 71 paya sahip; bu nedenle rejimin düşmesi durumunda Rusya, Suriye üzerindeki stratejik üstünlüğünü, bölgedeki varlığını ve silah pazarıyla birlikte Suriye ordusu üzerindeki kontrolünü de kaybetmiş olacaktır. 2- Rusya’nın Ortadoğu’daki Tek Askeri Üssü Suriye’de; Şam rejiminin yıkılması, Rusya’nın bölgede var olan tek üssünü kaybetmesi anlamına gelmektedir. 3- Doğal gaz rekabeti; Suriye üzerinden Basra Körfezinden Avrupa’ya döşenmesi planlanan doğalgaz boru hattı Rusya için sorun oluşturmaktadır. Burada Katar önemli bir konumdadır çünkü Katar’ın amacı alternatif enerji kaynakları arayışında olan Avrupa’nın doğalgaz piyasalarını elde etmektir. Katar, Avrupa’ya ihraç etmeyi düşündüğü doğalgazı Suriye üzerinden gerçekleştirmeyi planlamakta Rusya’nın amacı ise bunu engellemektir. 4- Radikal İslam tehdidi; Rusya, IŞID terörünün kendi ulusal ve bölgesel güvenlik çıkarlarını artık doğrudan tehdit etmeye başladığı konusunda ikna olmuş durumdadır. Moskova, Suriye’de iktidarın radikal İslami grupların eline geçmesi durumunda, kaçınılmaz olarak Rusya’nın Kuzey Kafkaslarda radikal hareketlerinin tekrar artacağını dolayısıyla da sonraki hedefin Rusya Arap Baharı olarak isimlendirilen süreçle birlikte 30 yıllık Hüsnü Mübarek iktidarının devrilmesi birçok bölge halkını etkiledi. Bu tarihi devrim domino etkisiyle Mısır’ı, Bahreyn’i, Libya’yı, Fas’ı etkiledi ve hatta Kaddafi’nin ölümüne bile neden oldu. Halk hareketlerinin büyük devrimlere yol açtığı bu dönemde Suriye’de Dera şehrinde iki bayan doktor telefonla konuşurken; “Hüsnü Mübarek düşmüş, darısı bizim başımıza...” şeklinde niyetlerini dile getirdiler. Bu telefon görüşmesinin dinlenmesiyle bu bayanlar tutuklandı ve cezalandırıldı. Bu cezayı haksızlık olarak nitelendiren aile bireylerinden protesto eylemleri yaptılar ve tutuklananlar oldu. Bu durumdan şikâyetçi olan Dera’da ki aşiret reisi çocukların bırakılmasını Dera istihbaratına rica etti. Bu kabul edilmeyince ertesi gün 1000 kişi sokağa döküldü ve olanlar protesto edilmeye başlandı. Bu protestolar zamanla büyümeye başladı ve Beşşar Esed’in şiddet kullanmasından sonra Suriye’de ki isyan Esad’ın gitmesini isteyen bir halk ayaklanmasına dönüştü. 26 Ocak 2011’de Suriye’de ilk ayaklanma başladı. 15 Mart’ta ülkenin güneyindeki Dera kentinde sokağa dökülen kalabalığın üzerine ateş açıldı. Esed rejiminin şiddetin boyutunu arttırmasıyla halk kendi aralarında birleşerek rejime karşı bir muhalefet oluşturdu. 4 ana muhalif oluşum baş gösterdi. İslamcı, Bağımsız, Kürt, Türkmen Muhalifler ve bunların tamamı Beşar Esad karşıtıdır. Libya, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkeler ise bu oluşumlara destek vermektedir. Rusya, İran ve Çin ise rejimin yanında durmaktadır. ABD, Fransa ve Birleşik Krallık muhaliflere ev sahipliği yapmaktadır. 8 olacağını düşünmeye başlamıştır. destek olarak her anlamda Suriye rejimi için kurtarıcı rolündedir. Eğer Suriye’de Batının desteklediği bir yönetim başa gelirse ya da Batı’nın istediği olursa Rusya’nın burada etkisi son bulacak ayrıca diğer Ortadoğu ülkeleri ile de bağlantısı son bulmuş olacaktır. Rusya Batının ve radikal İslamcı grupların Esad’ı devirmesini istememektedir çünkü bu Rusya’nın bölgedeki çıkarlarına uymamaktadır. Ama yine de Esad’a yönelik uluslararası pozisyonun giderek katılaşması halinde, Moskova uluslararası arenada bazı taleplerine (örneğin füze kalkanı ve Dünya Ticaret Örgütü üyeliği) karşı alacağı tavizlere göre Esad’dan desteğini çekebilme ihtimali de söz konusu olmaktadır. 5- Uluslararası Prestij; Moskova, Suriye’de iktidarın radikal İslami grupların eline geçmesi durumunda, kaçınılmaz olarak Rusya’nın Kuzey Kafkaslarda radikal hareketlerinin tekrar artacağını dolayısıyla da sonraki hedefin Rusya olacağını düşünmektedir. 6- Suriye’nin Parçalı Muhalefeti ve Esad’ın gücü; Rusya’nın Suriye’de Esad rejiminin yanında olmasının nedeni Suriye muhalif güçlerinin zayıf, parçalı, çok merkezli, ortak hedeften ve Libya’da olduğu gibi NATO desteğinden yoksun olmasına karşın, Baas rejiminin daha organize ve ağır silahlara sahip, zafere ulaşmasının daha olası olması etkili olmaktadır . 7- Rusya, Libya Senaryosunun tekrarlanmasını istememektedir. Rusya, Libya’daki senaryonun Suriye’de de tekrarlanmasına ve dışarıdan askeri güç müdahalesine kesinlikle karşı durmaktadır. NATO’nun Libya’ya yönelik harekâtını Başbakan Vladimir Putin “Haçlı Seferleri’ne benzetmiş ve Libya’daki totaliter rejimi eleştirmişti. Rusya Esad’ı desteklemekte aynı zamanda Esad’ın söz verdiği reformları yapmasını, kan dökülmemesini istediğini de dile getirmektedir. 8- Rusya’nın Suriye ile ilişkileri, aslında Sovyetler Birliği döneminden gelen yakın ilişkilerin devamı şeklindedir. 2005 yılında Putin’in başa gelmesine kadar olan döneme kadar ilişkiler donmuş durumdaydı ama Putin ile ilişkiler tekrar yakınlaşmaya başladı. Rusya Suriye’ye destek vererek Ortadoğu da güvenilir bir müttefik kazandı. SURİYE KRİZİNDE İRAN’IN ROLÜ Emrullah DEMİR Çankırı Karatekin Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler 2. Sınıf Öğrencisi. Ortadoğu’da 2011 yılında ortaya çıkan Arap baharı süreci Suriye’yi de etkilemiştir. Esed rejimi halkın reform taleplerini dikkate almamış hatta kitlesel gösterileri şiddete başvurarak durdurmayı tercih etmiştir. Arap Baharını “İslami Uyanış” olarak değerlendirip destekleyen İran Suriye’de ortaya çıkan bu durum karşısında tutumunu değiştirmiş ve Esed rejiminin mücadelesinde en büyük destekçisi olmuştur. Bu desteğin arka planında ideolojik ve tarihsel etkenlerin dışında İran’ın Ortadoğu stratejisi olan Şii Hilal’i projesinde Suriye’nin merkez konumunda olması önemlidir çünkü İran’ın bu projesi Irak, Lübnan, Suriye ve Körfez Şiilerini kapsamaktadır. Sonuç olarak Rusya’nın Suriye bölgesinde ki çıkarlarına günümüzde en iyi yanıt veren yönetim Esad yönetimidir. Rusya, Suriye rejiminin Batı ile iyi ilişkiler kuramamasından dolayı Suriye’ye 9 İran Suriye’ye askeri, ekonomik ve siyasi destek vermektedir. Askeri olarak gerekli mühimmat ve silahı tedarik etmektedir. Ayrıca silah sistemleri ve Esed rejimine teknik destek sağlamaktadır. Esed rejimi siyasi krizin yanında hızla bir ekonomik çöküntüye sürüklenmektedir. Uluslararası alanda yoğun ekonomik ambargo altında olan Suriye’nin yardımına bu konuda İran yetişmektedir. Enerji konusunda zor durumda olan Suriye elektrik enerjisini Türkiye yerine İran’dan alacağını açıkladı. Ayrıca iki ülke arasında 2011’de imzalanıp 2012’de yürürlüğe giren bir Serbest Ticaret Anlaşması bulunmaktadır. Bu da Esed rejimini rahatlatmaktadır. Bazı kaynaklara göre de İran Suriye’ye 3 milyon dolarlık bir para yardımı sağlamıştır. Siyasi olarak ise Suriye’nin yalnızlaşmasını önlemekte ve rejime destek sağlamaktadır. TÜRK DIŞ POLİTİKASININ TEMELLERİ Yaşadığımız çağ, hızlı değişimlerin çağıdır. Buna bağlı olarak dış politika konuları da daha karmaşık ve çetrefil bir nitelik kazanmıştır. Dünyamızda yaşanan bu değişimin ve gelişmelerin hızına ayak uydurarak gerekli adımları zamanında atabilmek, bugün karar vericilerin önündeki en önemli sınama ve görevdir. Böyle bir ortamda gelişmeler; uluslararası yasallık, karşılıklı ekonomik bağımlılık, insan haklarına saygı, sürdürülebilir bir çevre politikası ile farklı dini ve etnik kökene mensup kişiler arasında uyumun kalıcı barış, istikrar ve refahın tesisi bakımından önümüzdeki dönemin en önemli ihtiyaçları olduğunu bizlere göstermekte; uluslararası dinamiklerin küresel barış ufkuyla ve doğru araçlarla tahlil edilmesini zorunlu kılmaktadır. Bu olağanüstü değişim süreci, farklı dış politika dinamiklerinin önemli kesişme noktalarından birinde yer alan Türkiye’nin temel dış politika konularını da şekillendirmektedir. Günümüzde küreselleşmenin yarattığı birçok fırsat çerçevesinde kalıcı barış umudunun daha canlı olması gerekirken, klasik güvenlik sorunlarının yanı sıra sıkça karşımıza çıkan terörizm, kitle imha silahlarının yayılması tehlikesi, sınır ötesi suç şebekelerinin faaliyetleri ve yasadışı göç gibi sorunlar bu ümidimizi gölgelemektedir. Türkiye’nin birçok açıdan merkezinde bulunduğu Afro-Avrasya coğrafyasın da bu fırsat ve risklerin en yoğun etkileşim içinde bulunduğu alan konumundadır. Hal böyle olunca, Türkiye’nin bölgede kararlı ve yapıcı bir dış siyaset takip etmesi daha da önemli hale gelmiştir. Zira tarih bize doğru adımların atılması ve mevcut potansiyelin layıkıyla değerlendirilmesi halinde bölgemizde barış içinde büyük medeniyetlerin yükseldiğini, ancak yapılacak yanlışların bedelinin ise tüm dünya için çok ağır olabildiğini göstermiştir. Bölgedeki etkisini kullanarak müttefiklerini Suriye’ye destek vermeye çağırmaktadır. Bunun en güzel örneği ise İran’dan sonra Esed rejimine en büyük desteğin Hizbullah ve Irak’tan gelmiş olmasıdır. Ayrıca İran’a Esed rejimi devrilirse rejim değişikliği sırasının kendisine geleceği düşüncesiyle Esed rejimini desteklemektedir. Suriye krizi çerçevesinde İran ile Türkiye ilişkileri de büyük bir değişime uğramıştır. Her iki ülke Suriye krizinde farklı politikalar izlemektedirler. Türkiye İran’ın etki alanını genişleterek Şii kuşağına liderlik etmesi ve mezhepsel bir kutuplaşmadan endişe duymaktadır. İran ise Türkiye’yi ABD ve Batı ile işbirliği yapmakla ve Suriye’nin içişlerine karışmakla suçlamaktadır. Ayrıca İran Türkiye’yi bir rakip olarak görmekte ve Esed rejiminin çökmesiyle bu ülkenin İran yerine Türkiye’nin etki alanına gireceği yönünde endişelenmektedir. Tüm bu nedenlerden dolayı Esed rejimini desteklemektedir. Yazının devamı için bakınız… http://www.mfa.gov.tr/dis-politika-genel.tr.mfa 10