64. Mehmet Avşar
Transkript
64. Mehmet Avşar
MEHMET AVŞAR Ardahan ilinin öne çıkan en önemli ailelerinden birisi olan Avşar ailesinin en büyüğü ve en fedakârı Mehmet Avşar amcamla beni birbirimize bağlayan iki bağ vardır: Bir yandan, her ikimiz de lise eğitimimizi Kabataş Erkek Lisesinde tamamlamışız. Kabataşlılar dünyanın neresine giderse gitsinler asla bu okula olan sevgi ve saygılarını unutmazlar ve birbirlerine karşı tarif edilmesi zor bir duyguyla bağlıdırlar. Diğer yandan Mehmet amcanın kızı Serap Hanım’la ağabeyim Selahattin Hun evlidirler. Bu arada Mehmet Avşar’ın sinema ve sanat dünyamızın gözdesi Hülyâ Avşar’ın öz amcası olduğunu da hatırlatmalıyım. Hayatım ve Ailem 1925 (1341) Ardahan’ın Hocivan Nahiyesine bağlı Hasköy’de dünyaya gelmişim. Bağlı olduğum Kürt aşireti halk arasında “Mala Hevşer” ya da “Pire Badi” olarak bilinir. Köken olarak Ortaasya Türklerinden olan ailemiz, İran üzerinden Anadolu’ya gelip yerleşmiş ve zamanla Kürtleşmiştir. ( Avşar Ailesinin soyağaçı ve Mala Hevşer’le ilgili tarihsel bilgiler için lütfen Orhan Avşar’la yapmış olduğum söyleşiye bakınız. Mücahit) Babam Sürmeli Bey Babam Sürmeli Bey, halk arasında “20 köyün ağası” olarak bilinirdi. Fakat bu ağalık, “astığı astık, kestiği kestik” anlamında değil daha çok, bu bölgenin idari sorumluluğunu üzerine almak ve toplumsal sorunlara adilane bir şekilde müdahale edip hakemlik rolü üstlenmesinden dolayı kendisine verilmişti. Babamın bunca yıl aradan sonra geriye baktığım zaman benim hafızamda canlı olarak kalan bir davranışı vardı ki, o yönüyle hep gurur duymuşumdur. Civar köylerde cami olmadığı için, özellikle Cuma günleri halk akın akın bizim köye gelirdi. Babam evin bahçesinde geniş sofralar hazırlatır; bu insanlara sıcak bir yemek ikram ederdi. Onların aç karnına köylerine geri dönmelerine gönlü razı olmazdı. Babam, hem saygın hem de sevecen bir kişiliğe sahip olması nedeniyle halk arasında ona “Apo” lakabı da verilmişti. Babam aynı zamanda çok başarılı bir halk hekimiydi. Kendi topladığı bitkilerden özel ilaçlar yapar, bunu hastalarına maddi bir karşılık beklemeden verirdi. Şarbon gibi hayvanlardan insanlara bulaşan tehlikeli hastalıkları nasıl tedavi ettiğine bizzat kendi gözlerimle şahit olmuştum. Babam üç evlilik yaptı. On bir çocuk sahibi oldu. 1979 yılında 95 yaşında vefat etti. Evdılleye Gulizer (Gülizar Hanım’ın oğlu Abdullah) Milli Mücadele yıllarında, Ermeni güçlerine karşı savaşmak üzere, Ardahan ve Kars bölgesindeki milis güçler Evdılleye Gulizer isimli bir kahramanın yönetimi altında toplanmışlar. Babası Ruslar tarafından şehit edilen Sürmeli Bey de milis kuvvetiyle Evdılleye Gulizer’e elinden gelen desteği sağlamış. Evdılleye Gulizer hakkında çıkmış çeşitli makale ve kitaplar vardır. Onun hakkında burada detaylı bilgi vermekten çok, yaşamının son günlerini yeniden anmadan geçemeyeceğim. Kars’a yakın bir yerde, Cılavuz’da, Evdılleye Gulizer, Ermeni güçlerince şehit edilir. Çatışma tüm şiddetiyle devam etmektedir. Eğer Evdılleye Gulizer’in öldüğü milis güçlerine yayılsa panik olacak. Annesi Gulizer Hanım, hiç bir şey olmamış gibi, oğlunun yerine komutayı ele alır. Böylece devam eden çatışmalar, düşman güçlerinin geri çekilmesiyle tam bir zaferle sonuçlanır. Okul Yıllarım İlkokulu Hasköy’de bitirdim. Amcam Haşim Avşar Ardahan şehir merkezine yerleşik olduğu için, ortaokulu onların evinde kalarak, kuzenim İbrahim’le beraber okudum. Türkçe öğretmenimiz iyi yürekli ve şefkatli bir hanımefendiydi. Tayini İstanbul’a çıkmıştı. Ayrılmadan önce Haşim amcamın yanına uğrayarak, “Bu iki delikanlı çok başarılı. Ne yapıp edin, bunları liseye gönderin. Eğer yardıma ihtiyacınız olursa işte adresim” demişti. Ortaokulu bitirdiğimiz yılın sonbaharı, Haşim amca, beni ve İbrahim’i Kars tren istasyonundan İstanbul’a doğru yolcu etti. Dokuz günlük bir yolculuktan sonra Haydarpaşa tren garına vardık. İki taşralı genç olarak, çekingen ve şaşkın davranışlarla, sorup soruşturduk, Türkçe hocamızın evini bulduk. Hocamız bizi kapıda karşısında görünce, sevinçten üzerimize atıldı, “Oğullarım gelmiş!” diye bir çığlık attı. Eşi hakim olarak görev yapan değerli bir insandı. O da yanımıza gelip bizi oğlu gibi güzel duygularla karşılayıp, içeri davet etti. İstanbul Milli Eğitim Müdürü, Türkçe hocamızın akrabası olduğu için şanslı sayılırdık. Yeni öğrenim dönemi başlayalı birkaç hafta olduğu için bizi kabul edecek okul bulmakta önceleri zorlandık ama en sonunda Kabataş Erkek Lisesi, yatakları bizim almamız koşuluyla kaydımızı yapacağını söyledi. Türkçe hocamızın yardımıyla, Kapalı Çarşı’dan aldığımız yatakları bir arabaya yükleyip lisenin yolunu tuttuk. Bizim için yeni bir dönem başlamıştı. “Arkadaşlar, kabahat benim” Türk edebiyatının ve şiirinin tanınmış ismi Faruk Nafız Çamlıbel bizim edebiyat hocamızdı. Bir Atatürk hayranı olan Çamlıbel, fırsat buldukça Milli Mücadele yıllarını anlatır, Mustafa Kemal’in olağanüstü zekâ ve becerisini överek konuşmasını tamamlardı. Hocamızın bu içten ve coşkulu konuşmaları biz genç dimağlar üzerinde oldukça etkili olurdu. O günden beri Mustafa Kemal’e olan hayranlığım ve bağlılığım hiçbir zaman sarsılmadan devam etti. Bir gün Faruk N. Çamlıbel, alışagelen söylevlerinden birini veriyordu. Arka sıralarda oturan, Malatya’nın Hekimhan ilçesinden Bektaş isimli arkadaş, hocamızın konuşmasına müdahale edip, yarı alaylı bir ifadeyle,”Hocam Mustafa Kemal’i bunca övmenize ne gerek var. Mustafa Kemal bostilin (Beau Stil) biriydi” dedi. “Bostil”, “iyi giyinen, fiyakalı” anlamındaydı. Fakat o yıllarda bu söz, açıkça hakaret anlamındaydı. Faruk Nafiz Çamlıbel, Bektaş’ın düzeysiz müdahalesinin üzerinde yaratmış olduğu infial ve üzüntü nedeniyle olsa gerek, hemen bayılıverdi. Koşup hocamızı ellerimizle yakaladık. Sınıf mümessili, Zihni Küçümen – sonraki yıllar çok başarılı bir tiyatro sanatçısı oldu- koşturup bir sürahi su getirdi. Sürahiyi hocamızın yüzüne doğru boşaltıverdi. Hocamız gözlerini açıp şaşkın bir şekilde bize baktı, sonra da olup biteni hatırlayıp, kendisine bir çeki düzen verdi. Faruk Nafiz Çamlıbel, etrafını alan bizlere, “Arkadaşlar kabahat benim! Demek ki ben sizlere Mustafa Kemal’i tam olarak anlatamadım. Sizlerden ricam, bu arkadaşınızı yönetime ihbar etmeyin” dedi. Hocamızın bu büyük sözleri hepimizi duygulandırmış, ona olan saygımız daha da artmıştı. Ancak, Zihni Küçümen, nasıl olduysa, duygularına yenik düşüp, okul idaresini bu olaydan haberdar edince, Bektaş’ı okuldan sürdüler. Gıda Marketi İşletmeciliği Liseyi bitirdikten sonra Kars’a döndüm. Kardeşlerimin en büyüğü olduğum için, ailemin bana ihtiyacı vardı. Gönlü buruk bir şekilde, yüksek okul hayatımdan vazgeçip, Kars merkezde bir gıda marketi açarak iş hayatına atıldım. Annemi ve kardeşlerimi yanıma alıp, hep birlikte çalışıyor ve kardeşlerimin okul hayatlarında başarılı olmaları için gereken her fedakârlığı gösteriyordum. Fevzi, Tıp Fakültesinden; Celâl da, Ankara Ticari İlimler Akademisinden mezun oldular. 1948 yılına Kars’ın tanınmış tüccarlarından Bahri Yeltekin’in kızı Feride Hanım’la nişanlandım. 1949 yılında evlendim. Dört çocuk babasıyım. Çocuklarımın eğitimi nedeniyle 1972 yılında Ankara’ya taşındım. Halen, Tunus Caddesi üzerindeki “Bülten Gıda Pazarı”nı işletmekteyim. “Ulan Tilki...” Ailemin geçim kaynağı hayvancılık olduğu için yaz aylarında yaylaya çıkardık. Köyle yayla arası 5-6 saatlik bir yürüyüş mesafesiydi. 10-12 yaşlarında bir çocuk olarak, annem sık sık beni öteberi almam için köye gönderirdi. Yine bir gün kendi halimde yürüyerek köye doğru yol alıyordum. Önüme çıkan küçük bir dereyi, içindeki taşların üzerine basarak, bazen de zıplamak zorunda kalarak geçmeye çalışıyordum. Tam o sırada karşımda bir tilki belirdi. Başını kaldırmış kararlı bir şekilde bana bakıyordu. Korkuya kapıldım. Dereyi o noktadan geçmekten vazgeçip, başka bir geçiş noktası bulmak umuduyla koşarak oradan uzaklaştım. Uygun bir yer bulunca tekrar taşların üzerine basarak ve zıplayarak dereyi geçmeye hazırlanıyordum ki bir de ne göreyim; aynı tilki, meydan okur havada başını kaldırmış bana bakıyordu. Korkum daha da fazlalaştı. Gözümü ondan ayırmadan ağır adımlarla dere boyunca ilerlemeye başladım. O da sanki beni taklit eder gibi gayet yumuşak adımlarla ve kuyruğunu sallayarak derenin obür kıyısında yürümeye başladı. Ben koşmaya başlayınca o da koşuyor, ben durunca o duruyordu. Oturur gibi yapınca o da oturuyordu. Elime taş alıp atmak istediğim zaman, “Sakın o hatayı yapma!” der gibi sırıtarak bana bakıyordu. Dereyi geçmekten vazgeçip yayla yerine, Zoma’ya doğru bir koşu tutturdum. Celâl Avşar’ın evliliği (Türk sinema ve sanat dünyasının Divâ’sı Hülyâ Avşar, Celâl Avşar’ın kızıdır. Herşey, Kars’ın Çıldır ilçesinde başlayan masum bir aşkla başlar. O yıllar, kardeşlerine kol kanat germiş olan Mehmet Avşar da, bu aşkın en önemli tanığıdır. Mücahit) Kars’da gıda marketi iştletiyordum. Bir gün genç ve güzel bir kız marketten içeri girdi. “Mehmet Avşar siz misiniz?” diye sordu. “Evet, hanımefendi!” dedim. Uzak bir yerden geldiği ve buralara yabancı olduğu her halinden belli olan genç kız, tedirginlik dolu bir sesle, “İsmim Emral. Hemşireyim. Tayinim Kars’ın Çıldır ilçesindeki hastaneye çıktı. O hastanenin başhekimi Dr. Fevzi Bey’in sizin kardeşiniz olduğunu öğrendim. Oraya gitmem için bana yardım eder misiniz?” dedi. Yol yorgunluğu üzerinde olan Emral Hanım’ı bir hafta kadar Kars’taki evimde misafir ettim. Sonra da, Çıldır’a doğru yolcu ettim. Diğer kardeşim Celâl, Ankara Ticari İlimler Akademisi’nde öğrenciydi. O yaz, okulu kapanınca, Kars’a gelip bana işlerimde yardımcı oldu. Sonbahar yaklaşmıştı. Yüksek okulların öğrenim dönemi başlamak üzereydi. Celâl’in, Ankara’ya dönmek için hazırlıklarını yaptığı bir gün, ona, “Gitmeden önce, Çıldır’daki ağabeyini ziyaret et!” dedim. Çıldır’a giden Celâl, hastane başhekimi olan ağabeyisi, Dr. Fevzi’yi ziyarete gittiğinde, orada, hemşire Emral Hanım’la karşılaşmış; daha ilk görüşte âşık olmuş. Celâl, Ankara’ya döndükten sonra Emral Hanım’la yazışarak bu âşkını devam ettirdi. Bir gün bana önce mektup yazdı sonra da telefon açarak, Emral Hanım’la evlenmek istediğini söyledi. Bu evliliğe aile büyüğü olarak karşı geldim. Bizim ne de olsa bir aşiret terbiyemiz vardı. Evimize gelin gelecek bir kızın ailesini tanımamız, soyu sopu hakkında bilgi edinmemiz şarttı. Aslen Alanyalı olan Emral Hanım’ın tayini Antalya’ya çıkmıştı. Okulunu bitiren Celâl’in askerlik yeri de Antalya olunca, iki sevgili tekrar buluşma fırsatı buldular. Celâl’in, kendisini ziyarete gelen kardeşi Yavuz’la bana gönderdiği mesaj çok netti: “Ne pahasına olursa olsun, Emral’le evleneceğim!” Düğünlerini Ankara’da yaptık. Kızları Hülyâ, çok akıllı ve güzel bir kızdı. Liseyi bitirdikten sonra, Hatay eşrafından Ziraat Mühendisi bir gençle evlendi. Hülyâ, boşandıktan sonra, Türkiye Güzellik yarışmasına katıldı. Bundan sonrasını siz benden daha iyi biliyorsunuz.