Değerli Okurlarımız, İnternet sitemizin bu bölümü, okulumuz
Transkript
Değerli Okurlarımız, İnternet sitemizin bu bölümü, okulumuz
Değerli Okurlarımız, İnternet sitemizin bu bölümü, okulumuz öğrencilerinden, edebiyatla yakından ilgili, değişik türlerde yetenek ve birikimlerini kâğıda döken hassas kalplerin okurlarıyla buluşması olarak değerlendiğimiz bir bölümdür. Eserlerini sizlerle paylaşmakla, kalplerinin kapılarını aralamış olan “şair “ ve “yazar” larımıza hak ettikleri alkışları, iyi bir okuyucu olarak vereceğinize inanıyorum. Onların heyecanlarına ortak olmak, duygu ve düşüncelerinizi paylaşmak için sitemizden ziyaretinizi, gönlünüzden “ sanatçılarımızı” eksik etmemenizi temenni ediyorum. Kendi adıma ve sizler adına emeklerini, eserlerini bizlere sunan, ince ruhlarında edebi bir yolculuğa davet eden tüm öğrencilerimize teşekkür ediyor, başarılarının devamını diliyorum. Raflarda kitaplarını göreceğim günlerin mutluğunu şimdiden yaşadığımı, ayrıca belirtmek istiyorum. Sözü fazla uzatmamak ve onlarla aynı heyecanı paylaşmak adına bir şiirimle onlara katılmak istiyorum. NÂME-İ AŞK Guruba karşı gözlerimde beliren buğusun Enginlere indirdiğim o dağların doruğusun Zapt edilmez kalbimin inatçı kabuğusun Destursuz gelen aşkın hayâsı ol da gel! Tozlu yollarda, boz bulanık bir siluetim Ruhundan yoksunsam eğer, sade bir etim Mahzun dizelerim, uzağında öksüz ve yetim Berceste beyitlerin saf mayası ol da gel! Mistik diyarlardan huşu ile akan Aşkı bin bir hal ile şu kalpte yakan Mana denizimin solgun hadikasından Çiçeklerin bitmeyen rayihası ol da gel! Fuzuli’nin aşk dolu mısralarından O eski zamanların kıssalarından El yazması sevdaların nüshalarından Zamane aşklarının manası ol da gel! Ölüm, ömür ipini kestiği vakit İbretlik kabrime eşkle bak da git! Aşk ehli gönüllerde biter mi akit? Şu mevta ruhumun Fatiha’sı ol da gel! Emine BAYINDIR Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni PEMBE FİL Bir varmış bir yokmuş… Bir zamanlar Kaf Dağı’nın ötesinde Anka Kuşu’nun kanatlarıyla örtülü gizli bir ormanda yaşayan bin bir çeşit hayvan ve çiçek varmış. İnsan nefsiyle kirlenmemiş bu sihirli ormanda pembe yavru bir fil yaşarmış. Bu fil, pembe olduğu için kendini diğer hayvanlardan üstün görürmüş. Arkadaşlarıyla oyun oynarken mızıkçılık yapar, büyüklerine saygısızca davranıp küçüklerini korkuturmuş. Günlerden bir gün yine oyun oynamak için dışarı çıkmış Pembe Fil. Her zaman arkadaşlarıyla oyun oynadığı yere varmış. Bir süre sonra diğer yavru hayvanlar da gelmişler. Ne oynayalım diye düşünmüşler ve saklambaçta karar kılmışlar; ama herkesin sırayla ebe olması gerekiyormuş. Bu durumdan hoşlanmayan Pembe Fil, her zamanki gibi mızıkçı tavrıyla “Hayır saklambaç oynamayalım, kör ebe oynayalım.” demiş. “Yine mızıkçılık yapıyorsun Pembe Fil, hep senin istediğini oynuyoruz zaten. Bu sefer bizim istediğimiz olacak, istersen sen oynama.” demiş Benekli Tavşan. Onların bu tutumuna şaşıran Pembe Fil içinden “Ebe olma sırası bana geldiğinde yine mızıkçılık yaparım,”diye geçirmiş ve çaresiz kabul etmiş saklambaç oynamayı. Bir süre sonra ebe olma sırası Pembe Fil’e gelmiş. Yine ukala bir tavırla: “Valla kusura bakmayın, benim gibi özel bir hayvan ebe olamaz.” demiş ve onların yanından ayrılmış. Eve dönüş yolunda yaşlı kaplumbağa teyzeyi görmüş. Hemen yanına gidip “Ne oldu kaplumbağa teyze? Yolda mı kaldın? Ha ha hah, şuna bak!” diyerek onunla alay etmiş. Onun bu densizliklerine alışık olan kaplumbağa teyze, yine de çok üzülmüş. Onun yanından da ayrılan Pembe Fil, ileride top oynayan tavşan Uzun Kulak’ı görmüş. Onunla da dalga geçmeden eve dönmek istemeyen Pembe Fil, soluğu Uzun Kulak’ın yanında almış. Uzun Kulak top sektirme yarışına katılacakmış. Bunu önceden bilen Pembe Fil, Uzun Kulak’ın arkasından yavaşça yaklaşıp: “Böö!”diye bağırmış. Korkudan Topu düşüren Uzun Kulak: “Yaptığını beğendin mi?” diye kızarak arkasına bakmadan oradan gitmiş. Pembe Fil ise yaptığının yanlış olduğunu aklına bile getirmeden kahkahalara boğulmuş. Tüm bu yaşananlardan büyük bir zevk duyan Pembe Fil mutlu mesut evine dönmüş. Annesi o sırada yemek hazırlıyormuş. Pembe Fil eve girince annesi: “Hoş geldin yavrum, neler yaptın bugün?” diye sormuş. Pembe Fil masadaki yemeklere bir göz attıktan sonra: “Of! niye soruyorsun ki? Zaten yine dünden kalma yemekler var.” diyerek annesini terslemiş ve odasına gitmiş. Ertesi gün uyandığında annesi evde yokmuş. Bu durumu önemsemeyen Pembe Fil dışarı çıkmış. Yine arkadaşlarıyla oyun oynadığı alana varmış. Beklemeye başlamış ama kimse gelmemiş. Bir süre sonra canı sıkılan Pembe Fil eve dönmeye karar vermiş. Ama bir tuhaflık varmış çünkü eve dönerken de kimseyi görmemiş. Pembe Fil bunları yaşayadurdun, Pembe Fil’in annesi dahil bütün hayvanlar toplanmış Pembe Fil’in bu davranışları karşısında ne yapmalı diye düşünüyorlarmış. Düşünmüşler taşınmışlar ve sonunda kimsenin Pembe Fil ile konuşmamasına karar vermişler. Olanlardan habersiz evde canı sıkılan Pembe Fil, annesini bekliyormuş. Uzun bir bekleyişin ardından evin kapısı açılmış ve içeri annesi girmiş. Büyük bir heyecanla ayağa fırlamış Pembe Fil: “Neredeydin anne? Kimse yok, neler oluyor?” diye sormuş. Annesi ise bunu duymazdan gelerek mutfağa gitmiş. Bütün gece annesine ne sorduysa cevap alamayan Pembe Fil, olanları anlayamıyormuş. Ertesi gün annesinin tavırlarında değişiklik olmadığını fark eden Pembe Fil sessizce evden çıkmış. Durum dışarıda da farklı değilmiş. Dışarıda gördüğü kimse ya da arkadaşları da onunla konuşmamış. Günler haftalara dönüşürken Pembe Fil kendini iyice yalnız hissetmeye başlamış. Neden böyle olduğunu düşünüyor ama kendi yaptıkları aklına gelmiyormuş. Yine dışarı çıktığı bir gün düşüncelerle yürüyormuş. Bir süre yürüdükten sonra etrafına bakmış ve tanımadığı bir yerde olduğunu fark etmiş. Bir an telaşa kapılıp oraya buraya koşturmuş, yolu bulayım derken hepten kaybolmuş. İyice korkmaya başlayan Pembe Fil, bir ağacın altına oturmuş. Endişeli gözlerle etrafına bakarken “Hava da kararmaya başladı,”diye geçirmiş içinden. O kadar korkuyormuş ki en sonunda “Ne yapacağım ben?”diye ağlamaya başlamış. O sırada hemen yanından bir ses: “Neden ağlıyorsun?” diye sormuş. Yalnız olduğunu düşünen Pembe Fil şaşırmış ve etrafına bakınmış. Ama etrafında mavi bir gülden başka bir şey görememiş. “Buradayım.” demiş aynı ses. Pembe Fil çok şaşırmış çünkü konuşan Mavi Gül’müş. İlk şaşkınlığını üstünden atan Pembe Fil: “Ama sen konuşuyorsun?!”diye kekelemiş. “Elbette.”demiş Mavi Gül. Bir süre Mavi Gül’ü inceleyen Pembe Fil, onun güzelliğine hayran kalmış. “Senin rengin mavi. Daha önce bu renkte bir gül görmedim. Bu renge nasıl sahip oldun?”diye sormuş Pembe Fil. “Ben de hiç pembe bir fil görmedim. Sen nasıl bu renge sahip oldun?” diye sorusuna soruyla karşılık vermiş Mavi Gül. Pembe Fil ise yine o mızıkçı tavrıyla: “Önce ben sordum, yani önce sen cevap vermelisin.” demiş. “Nasıl pembe oldun?” diye ısrarla sorusunu yinelemiş Mavi Gül. Onun bu ısrarı karşısında “Ben böyle doğdum.” diye geçiştirmiş Pembe Fil, “Hadi şimdi sen söyle. Nasıl mavi oldun?”diye tekrar sormuş. Bir süre sessiz kalan Mavi Gül sonunda anlatmaya başlamış: “Ben bu diyardaki ilk gülüm. Hem güzelim hem çok güzel kokarım. Bu her zaman böyleydi. Ama bir süre sonra bunlar bana yetmedi ve yalnızlık çekmeye başladım. O kadar çok yalnız hissettim ki kendimi, sonunda sevgimi paylaşabileceğim birini aramaya başladım. Bu yüzden tohumlarımı toprağa bıraktım. Böylece aynı benim gibi hem güzel hem de mis kokulu bir gül doğdu. Onunla yalnızlığımı ve sevgimi paylaştım. Sonra başka tohumlardan başka güller doğdu. Bir süre her şey güzeldi ama sonra diğer güller kendileriyle övünmeye, yalnızca kendileriyle ilgilenmeye başladılar. Hem beni hem de güzelliklerini benden aldıklarını unuttular. Bense yine yalnız kaldım. Bu sefer yalnızlığım daha ağır gelmeye başladı. Sevgimi ve yalnızlığımı paylaşacak birini de bulamıyordum artık. Ve bir süre sonra güzel beyaz yapraklarım üzüntüden kırışmaya ve donmaya başladı. Diğer gülleri kendileriyle o kadar meşgullerdi ki benim ölmekte olduğumu fark etmediler. Yine çok hasta olduğum bir gün bir karartı belirdi gökyüzünde. Hepimiz şaşkınlıkla gökyüzüne baktık ve kanatları ipekten, rengarenk ve kocaman bir kuş gördük…” “Aman Allah’ım!”diye araya girdi Pembe Fil, “Yoksa…” “Evet,” diye sözlerine devam etti Mavi Gül, “Anka Kuşu idi o. Tam üzerimizden uçarken benim ölmekte olduğumu fark etti ve hemen yanıma geldi. Bir süre beni inceledikten sonra üzerine eğildi ve iki gözyaşı damlasını hediye etti bana. O gözyaşlarıyla yıkandıktan sonra yapraklarım kendime geldi ve maviye büründü. Anka Kuşu’nun bana gösterdiği bu ilgiyi kıskanan diğer güller burayı terk ettiler…” “Ama yine yalnız kaldın,”diye sordu Pembe Fil. “Hayır kalmadım. Çünkü Anka Kuşu ile karşılaştığım ve bana gözyaşlarını hediye ettiği o günden sonra onunla aramda özel bir bağ oluştu.” “Ama Anka Kuşu buraya her zaman gelemez ki. Nasıl konuşup yalnızlığını gidereceksin?”diye tekrar sormuş Pembe Fil. “İlla dilimle konuşmama gerek yok. Kalbimden geçirdiğim her şey Anka Kuşu’nun da kalbinde yankılanıyor. Böyle onunla konuşmuş oluyorum.” diye sözlerini bittirmiş Mavi Gül. Bunları büyük bir dikkatle dinleyen Pembe Fil bir süre konuşmamış. Sonra: “Biliyor musun ben de yalnızım. Şimdi de kayboldum.”demiş ve tekrar ağlamaya başlamış.“Ağlama.”diye teselli etmeye başlamış Mavi Gül ve “Hem neden yalnız olasın? Ailen ya da arkadaşların yok mu?”diye sormuş. “Var ama hiçbiri benimle konuşmuyor.”diyerek hem başından geçenleri anlatmış hem ağlamaya devam etmiş Pembe Fil. Onun anlattıklarını düşünen Mavi Gül: “Peki neden böyle davrandıklarını biliyor musun?”diye sormuş. “Hayır ben onlara bir şey yapmadım ama hiçbiri benimle konuşmuyor.”diye yanıtlamış Pembe Fil. Onun bu cevabı karşısında iç geçiren Mavi Gül: “Belki de hata sendedir,”demiş.“Nasıl yani?”diye sormuş Pembe Fil. “Baksana anlattıklarına. Ona buna sataşıp üzmüşsün, dalga geçmişsin falan filan. Bunlar hiç iyi şeyler değildir Pembe Fil. Mesela arkadaşlarınla oyun oynarken mızıkçılık yapmışsın. Önce oyunu oynamak istememişsin sonra ebe olmamışsın.Oysa bir tek senin isteklerin olmaz.Herkesin istekleri vardır.Ama sen arkadaşlarının isteklerine kulak vermemişsin.Sonra da ebe olma sırası sana geldiğinde “Benim gibi özel bir hayvan ebe olamaz,”diye böbürlenip arkadaşlarının kalbini kırmışsın.Aynı şekilde kaplumbağanın yaşlılığıyla dalga geçmişsin.Oysa bu hayatta nefes alan herkes özeldir.Bunun dış görünüşle ilgisi yoktur.Önemli olan kalplerdeki sevgidir.İşte birini özel kılanda budur.Ve anladığım kadarıyla senin bu davranışların karşısında sana ders vermek için böyle yapmışlar.Yani seni seviyorlar ve hala yalnız kalmış değilsin.”demiş Mavi Gül. Hatasını yeni yeni anlayan Pembe Fil mahcup bir tavırla başını eğmiş ve: “Haklısın galiba.Hiç böyle düşünmemiştim.Galiba kendi isteklerimi ön planda tutup kişileri dış görünüşleriyle yargılayıp onları üzdüm,kalplerini kırdım.Peki ama bu durumu nasıl düzelteceğim?”demiş.Mavi Gül yine bir iç geçirmeyle: “Çok basit aslında.Yapman gereken üç şey var:Özür dilemek,benliğinden kurtulmak ve diğerlerinin isteklerine kulak vermek.”demiş.Pembe Fil ise başını evet anlamında sallamış ve: “Ama kayboldum.” demiş çaresizlikle.”Mavi Gül’ün: “Merak etme her şeyin bir çaresi var.”demesiyle bir kanat sesi duyulmuş.Arkasına bakan Pembe Fil gözlerine inanamamış.Çünkü karşısında duran Anka Kuşu imiş. “Seni eve götürmek için burada.”diye açıklama yapmış Mavi Gül, “Hadi şimdi evine git ve yapman gerekeni yap.” Pembe Fil buna hem sevinmiş hem üzülmüş. Evet, eve gitmek istiyormuş ama Mavi Gül’ü yalnız bırakmak istemiyormuş. Sanki onun aklından geçenleri okuyan Mavi Gül dalından bir yaprak düşürmüş ve: “Al bunu. Bu sende olduğu sürece aramızda özel bir bağ olacak.”demiş. Yaprağı alan Pembe Fil gözünde yaşlarla Mavi Gül’e teşekkür ettikten sonra usulca yerde oturan Anka Kuşu’nun sırtına tırmanmış ve eve doğru uçmaya başlamış… Hava karardığından ve Pembe Fil hala eve dönmediğinden herkes telaşla onu arıyormuş. Bütün hayvanlar meydanda toplanmışlar. Pembe Fil’in annesinin ise gözleri ağlamaktan şişmiş. İşte tam o sırada gökyüzünde bir gölge belirmiş.Herkes ne olduğunu anlamaya çalışırken Anka Kuşu yere inmiş.Kimse şaşkınlıktan ne yapacağını bilememiş.Anka Kuşu yere çökmüş ve Pembe Fil hızlı adımlarla annesine doğru yürümeye başlamış.O ana kadar öylece kalakalan hayvanlar Pembe Fil’i görünce “Pembe Fil geldi!”diye sevinç çığlıkları atmışlar.Birkaç saat kutlama yapıldıktan sonra herkes evine dağılmış.O gece iyi bir uyku çeken Pembe Fil ertesi gün herkesi meydanda toplamış.Herkes geldikten sonra Pembe Fil konuşmaya başlamış: “Açıkçası söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum.Ama uzatmaya da niyetim yok.Haftalardır benimle konuşmuyorsunuz.Düne kadar bunun nedenini anlayamamıştım.Ama artık biliyorum ve sizden özür diliyorum.Bencillik ve ukalalık ettim.Beni affeder misiniz bilmiyorum ama aynı hataları tekrarlamayacağıma söz veriyorum.” Bir süre kimseden ses çıkmamış.En sonunda arkalardan biri: “Bugün top onayacağız,istersen gel.” demiş.Bunu söyleyen yavru Aslan Kral imiş.Buna sevinen Pembe Fil: “Tabi gelirim.”demiş.Sonra yaşlı kaplumbağa teyze: “Çok yavaşım.Önce bana evime kadar eşlik eder misin?”diye sormuş.Mutluluğu kat kat artan Pembe Fil bunu da memnuniyetle kabul etmiş.Herkesin gönlünü alıp sarıldıktan sonra bir köşede duran annesine bakmış.Gözünde yaşlar yüzünde mutlu bir ifadeyle ona bakıyormuş.Pembe Fil’in ona baktığını görünce gülümsemiş.Pembe Fil’de annesine gülümsemiş ve kalbinde Mavi Gül’ün “Aferin sana,”dediğini hissederken annesine doğru yürümeye başlamış. Berre Zeynep UÇAN 11 J PAMUKLAR YAĞMAZ OLDU Soğuk bir şubat günüydü. İnsanlar, gökyüzünden düşen tanelere aldırış etmiyorlardı. Alışılagelmiş bir şeydi onlar için. Neyi anımsatıyordu bu yağan taneler? Hangi hüznün, hangi insanın hayallerinden düşen incilerdi? Haberleri var mıydı? Bu tanelere apayrı dünyalardan bakan, hayallerinde, hislerinde bu tanelerin varlığıyla yaşayanlar vardı. Bu kış gününde, insanlar sıcak yuvalarında sevdikleriyle vakit geçirirken, ürkek bir kuş gibi yürüyen küçük bir çocuk, sokağın köşesinde belirmişti. Küçük ayakları, bütün acımasızlığıyla ona meydan okuyan betonun üzerinde ilerlemekteydi. Minicik yanaklarında büyük manalar vardı, yüzündeki çizgiler gittikçe derinleşiyordu. Yavaş yavaş gökyüzünden süzülen bembeyaz pamuklar yere ne kadar güzel düşüyordu! Sokakta ilerlerken kenardaki, tek katlı evlerin, kirli duvarlarında gördüğü çatlaklar; her üşüdüğünde mor renge bürünen parmaklarını, dokundukça bıçak kesiği gibi açılan ellerini anımsatıyordu. Zayıf, çelimsiz vücudunun bütün yükünü ayaklarına vermişti. Bir kedi yavrusunun çöp yığınlarının bulunduğu yükseklikten sırtüstü düşerken, aniden toparlanıp dörtayağının üstünde durması merakını o yöne çekmişti. “Minik kedicik! Kim bilir ne kadar üşümüştür? “ diye geçirdi içinden. Kedicik ağlıyordu, iniltisi kulaklarına kadar gelmişti. Karnı mı acıkmıştı yoksa? Minicik elleriyle sımsıkı tutup, bu sabah bin bir zorlukla bulduğu; göğsüne bastırdığı ekmeğe baktı, çaresizdi. Başını öne eğdi, yürüdü… Bahar mevsiminde gördüğü yemyeşil ağaçların dallarını şimdi beyaz pamuklar çepeçevre sarmıştı. Her ne kadar güzel gözükse de, yeryüzüne her ne kadar süzüle süzüle düşse de; ayaklarını donduran, başının tepesinde nokta nokta beliren pamuk taneleri canını acıtıyordu. Karşıdan gelen bir kadın gördü. Kadın, bir hayli uzaktaydı. Orta boylu, acele acele ilerleyen kadının sırtında; kalın bir kürk vardı. Başını himaye altına alan bere ona daha da hoş bir görünüm veriyordu. Dudakları, ayağında giydiği büyük, kırmızı çizmeleriyle eşdeğer renkteydi. Ona doğru yaklaşırken gözlerinin içine baktı; yüreğinden fırlayıp gökyüzüne kanatlanan kuşunun, yükseklere uçarken üşüyüp, kalbinin titrediğini, kırılgan vücudunun heyecandan eridiğini hissediyordu. Sevgi doluydu gözleri… Dün, bir cadde köşesinde birkaç kâğıt parçası bulmuştu. Yazılar yazıyordu ön sayfalarda, okuyamamıştı. Kâğıdın arka tarafında bulunan resme bakmakla yetinmişti. Resimde; küçük bir çocuğun elinden tutan bir bayan vardı. Bu resim, darmadağınık duygularını tekrardan harekete geçirmişti. Resmi ani bir hareketle sağ cebinden çıkardı. Tekrar tekrar baktı; resimdeki kadının gözleri ışıl ışıldı, elinden tuttuğu çocuğun da… O ışığı ondan başka gören var mıydı? Bu kâğıt parçaları; ayaklar altında ezilip yıpranmıştı. Hâlbuki ne kadar değerliydi onun için. Yollarda, caddelerde, sokaklarda; her gün, her gece yürüyen insanlar neden onu görmüyorlardı? Pamuklar şiddetini artırmıştı. Ruhunun derinliklerine işleyen, nehir gibi çağlayan, gözlerindeki küçük yağmurlar; usulca süzülüp, ayaklarının altındaki kocaman dünyasına inci misali yağıyordu. Pembemsi, güzel yüzünün üzerinde tane tane ıslaklıklar beliren kadın; bir vitrin camının hemen yanı başında bulunan durakta durmuştu, bekliyordu. Aralarında on beş-yirmi adım kadar vardı. Bütün kalbiyle tasdiklediği duyguları, kadına hayran hayran bakmasına sebep oluyordu, ellerine baktı; eldivenler vardı, ama: “Eldivenlerin altındaki eller; en az resimdeki kadar yumuşaktır, beyazdır, sıcacıktır” diye düşündü. Kadının gözlerindeki ışıltıyla resimdeki aynıydı. Sahi, kimse neden onu sevmiyordu? Neden bahar aylarında, parklarda, yemyeşil ağaçlar arasında; kendisi gibi küçük çocuklara sarılan, çocukların ellerini tutup ısrarlar üzerine pembe şekerlerden alan, başını okşayanlar yoktu? Çocuklar hep inatçılık yapıyorlardı. Onları bu kadar seven, ilgilenen, her zaman yanlarında olan bu fedakâr kadınlara neden bunu çok görüyorlardı? Onun elini tutan, onu seven, ona sarılan böyle bir kadın olsa onu üzer miydi hiç? Ondan ayrılıp parktaki tahterevallide vakit geçirip, kaydıraktan kayar mıydı? Hayır! Yanındaki kadına sarılır, onu hiç bırakmazdı, ondan hiç ayrılmazdı. Aslında yağan bu beyaz pamuklar onun kâbusuydu. Hiçbir zaman pamukların gelişini anlayamamıştı zaten. İlk olarak onları çiçeklerin yapraklarında görürdü. Ardından da, sapsarı güneşin bahar aylarında, sıcak günlerde ısıttığı; serçelerin, güvercinlerin, martıların ötüşleri eşliğinde yeryüzüne düştüğünü görürdü hep. Pamuklar geldiğinde bütün sesler, yeryüzünü, hayallerini saran güzel kokulu çiçekler kalmazdı. Her şey kaybolurdu. Serçeler, yerdeki kırıntıları minik gagalarıyla yemek için, pır pır uçup yere konmazdı. Hava sıcak olsa serçelerin üzerine giderdi; sevmek için, onları okşamak, avuçlarının içine alırken zarifçe tutup incitmemek için... Ama serçeler her defasında ondan kaçardı. Üzülürdü; bir serçeyi avuçlarına alıp onu sımsıkı göğsüne bastıracağı günün hayaliyle yaşardı. Acaba ona da sarılmak, sevmek, göğsüne bastırmak, ısıtmak isteyenler var mıydı? İstanbul’da pamukların gelişiyle insanlar da artık gezmiyorlardı. Sadece; o, pamuklar ve gövdesine bağlanan dinamitler kalırdı. Şehir sessizleşirdi, karanlıklaşırdı. Boğaz’ın üzerini de; çoğu zaman, huzur verici olarak görünen bir beyazlık kaplardı. Kimi zaman simsiyah bulutlar; kimi zamansa gökyüzünde tunç rengi sabahlar görülürdü. Henüz, lalelerin üzerine pamuklar düşmemişken; toplu halde, beyaz, kahverengi, siyah, çeşit çeşit desenlerle süslü kanatlıların; rakamlar, harfler, şekiller yaparak gökyüzünü düğün havası içine çevirişlerini seyrederdi. Şişmiş parmaklarının ucuyla tuttuğu resim, düşünce ve hayallerini tazelemişti. Vücudunun hiçbir yerini hissetmiyordu. Artık soğuk işlemiyordu narin vücudunun derinliklerine. Kadın, onu görmemişti; ellerini birbirine bağlamış, başını omuzlarının biraz içine doğru çekmiş, büzülmüş bekliyordu. Dalmıştı; onu seyrediyordu. Her baktığında kalbindeki kafese kapatılmış kuşu, kurtulmak için çırpınıyordu. Üşüyordu, bayana her baktığında gözlerindeki güneş vücudunu sarıyor, ısıtıyordu. Keşke resimdeki çocuk gibi onun ellerini de tutsaydı, öpseydi, koklasaydı, onun da başını okşasaydı. Hayali bile ne kadar güzeldi! Soluk renkli dudakları gerildi, küçük gamzesi belirdi; bir an tebessüm etmişti. Sonra gözleri bir müddet boşlukta dolaştı, ardından kendi ellerini buldu. Resimdeki çocuğun ellerinden farklıydı. Belki de ellerini; böyle renksiz, çirkin gözüktüğü için kimse tutmuyordu, ısıtmıyordu. Gözlerini engin maviliklere dikti. Pamuklar düşerken, insanların sımsıcak yuvalarındaki, yüzlerindeki mutluluğu hayalinde canlandırmaya çalıştı bir an. Kadın, başını onun bulunduğu yöne doğru çevirdi. Heyecanlanmıştı. Elindeki ekmeği daha da sıkarak güç aldı. Ne kadar yürüyecek hali kalmasa da, gücünü topladı, cesaretlendi, kadının bulunduğu vitrin camına doğru ağır adımlarla yaklaştı. Gözleri istek dışı vitrin camından içeriye baktı. Kırmızı bir araba, vitrin camını boydan boya kaplayan bir tren ve çeşit çeşit renklerde ismini bilmediği bir sürü oyuncak vardı. Ama onun gözü vitrinin arka tarafında bulunan küçük bir çocuğun elinin tutmuş bir adam ve kadının küçük heykeline ilişti. Kadın, büyük bir şaşkınlıkla onu izliyordu. Küçük çocuk dayanamamıştı, dizlerinin üstüne çöktü. Elindeki ekmek parçası yuvarlanarak, betonda kendine bir yer edindi. Sırtüstü yuvarlanacaktı ki, kadın, onu kavradı. Gözlerini açmakta zorluk çekiyordu artık, yorgundu, halsizdi. Kadın, ağlıyordu, yüzüne düşen sımsıcak damlaları hissetti; yüreğindeki buzları eriten o sıcacık inciler... Onu kucaklayan, dizlerinin üzerine yatıran, eliyle başının arka kısmını tutan bir meleğin gözlerindeydi. Gözlerinin içi gülüyordu, özgürdü artık; onu da kucaklayan, seven biri vardı. Her zaman yeryüzüne düşen beyaz pamukları kendine benzetirdi. O da bu pamuklar gibi soğukta düşer, bahar aylarında kaybolurdu; neşelenirdi. Yeryüzü, belki de insanların kalbiydi. İnsanlar, sıcak günlerde pamuklara özlem duyardı. Oysa o pamuk hep karşılarındaydı. Sokakta, yollarda ona bakarlardı; görmezlerdi. Soğuk günler geldiğinde ise; o, tıpkı pamuklar gibi insanların pencere kenarlarından izlediği, kimselerin görmediği, ıssız, tenha yerlere yağardı. Fakat kimse yağan bu pamukları ellerine alıp asıl evlerine; kalplerine götürmezlerdi. Çünkü onların gözlerinde bazen görülen korkunç, acımasız ışık ellerinde tuttuğu pamukları eritirdi. Hoş, artık ne önemi vardı ki bunların? Gördüğü her kadını annesine benzeten küçük pamuk, artık bir defa da olsa, ona dokunan, onu seven, onu ısıtan bir güneşin; özlem duyduğu annenin kolları arasındaydı. Artık serçelerin, yeryüzünün, çiçeklerin, oyuncakların, insanların, parkların; hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin önemi yoktu. O, gökyüzüne, annesine kavuşmuştu. Sevinçliydi, içi içine sığmıyordu. Gökyüzünü anlatan gözlerinden, eşi benzeri bulunmayan yağmurlar döken kadının yüzüne kocaman bir tebessümle baktı. Her zaman söylemek istediği, fakat hiçbir zaman söyleyecek kimse bulamadığı o tarifsiz sözleri, son kelimelerini fısıldadı: “Seni seviyorum anne!” Bahar yaklaşmıştı. Kollarını; başlarında zümrütten taç olan iki beyaz güvercin kavramıştı. Yükselirken, hassas bedenini, melek yüzlü bayanın kucağında görüyordu. Gökyüzünden, bu acı dolu dünyaya ufak bir pamuk tanesi olarak yağmıştı. Düştüğü noktada bıraktığı iz, ufacık bir görüntüden ibaretti. Belki de bu sefer, dünyada pamuk olarak geçirdiği ömrünün acılarını hatırlamayacak; başka iklimlerin, eşi benzeri bulunmayan maviliklerinden başka bir surete bürünerek düşecekti. Hüseyin Üsame KOZ ŞEHR-İ İSTANBUL En çok bu şehirden gitmek zor. Dalgalar halinde gelen yalnızlığından, apartman camlarının yansıttığı o parlak renklerinden kopmuş olmak… Gecenin bir köründe sızdığın o duvar dibine iyi bak. Çünkü; unutulmaması gereken karanlığın yalnızlığına orası kavuşturur. Bilmediğini öğretir bu şehir, sokak sokak kapıları başka uygarlığa, olgunluğa açılır. Kişilik sahibidir ve asırlardır kimseyi yarı yolda bırakmamıştır. Her şeyi sevdirebilir de her şeyden vazgeçirebilir de. Yaşatır krallar gibi bazen, bazen de soldurur bir gül gibi, başını yerden kaldırmak zordur. Yağmurunda ıslanırken sahillerinden birinde yürüdüğünde anlarsın. Yaprakların yolları esir aldığı bir günde Kız Kulesi’ni izlerken bile burada yaşamayı öğrenebilirsin. Vapurda sana eşlik etmekten çekinmeyen o güzel martılara simit atarken düşünmeyi öğrenebilirsin, mesela. Mevsimlerin en tatlı rüzgarları arasında gün gelir koşarsın gün gelir beklemekten sıkılırısn. Rüyanı korkutan siyah yağmurlar bekçisidir sokakların. Farklılıkların melodisi işlenmiştir kaldırımların köşelerine, yalnız bankların yalnızlığına. Vakti geldiğinde, ölüm marşıyla yürürken koyu umutsuz sokaklarından birinde, arkana bakmadan terketmeyi bilirsin. Düşünmeden edemezsin, sevgili de ayrı dert. Üzülürsün ama bunu yenmeyi öğrenirsin. En iyi dostunun kendin olduğunu anlarsın. Her şeyi öğretir bu şehir insana. Ama her şeyi öğrenene kadar çok yanılır, yalnız kalırsın. Bir bahar günü herkese farklı doğabilir bu şehirde. Söz konusu canım İstanbul olunca, kubbede hoş sedalar bırakan üstad Nedim’nin şu müstesna beyitiyle kapanış yapmak uygun olur sanıyorum: Bu şehr-i Stanbûl ki bi- misl ü bahâdır Bir sengine yek pâre acem mülkü fedadır Furkan ÇİNTOSUN 11E GEL DE SULARLA SON BULSUN YANGINLAR Yorgun adımlarımın tozunu yellendiriyor aşk. Gözlerimin kayığında ağlamaklı haykırışlar Anla ki nehir gözlü yar! Seni iç yalnızlığımdan daha çok seviyorum Pusulu bir göğe düşüyor gövdemin raksı Sen içimde gülümsüyorsan Ebediyen üşür şarkılar. Ecel gelmiş kapıma Hüzünlü bir ömür yatar musallada Uçurumlara mı damlasın gözyaşım? Vakitsiz sızılar büyürken bedenimde Kaç bahar bekleyeceğim gelmeni? Daha ne kadar öleceğim ayakta? Sana geldim üşüyen ruhumla Gel de sularla son bulsun yangınlar. Bilmelisin ki yar, Minik bir kar tanesisin yanaklarımda Özlemin darağaçlarına çıksak da birlikte Sana sarılışlarla bitsem de bir geçitte Ruhumun eşkâlini çizmişim yüreğime Umudum örümcek ağlarına dolansa da… Seni beklerim hayatımın bir ucunda Kuşatsa da dört bir yanımı yangınlar. Gözlerimin derinliklerinde bir hazan Her gün bir yaprak kopan sayfadan Sırlar bile çiçek açtı olmazlığında Güneş yeniledi kendini Barındıracak yer bulamadım düşlerime İtme beni uçurumlara yar… Üşüdüm yokluğunun damarlarında, Gel kabrimi nurunla donat Gel sessizliğe ersin umutlar… Seda ÇAKMAK ŞİMDİ SEN YOKSUN YA Bazen bir şeyleri yıkasım geliyor. Her gece susup , hıçkırıklarımı dinleyen duvarları mesela. Ve ben duvarlarla konuşuyorum. Ama duvarlar benimle konuşmuyor. Yetim bir çocuğun baba vuslatı kadar imkansızsın bana. Sevmek mi? Yok, daha başka bir şey bu. Belki bir ihtimal, bir umut... Dipsiz sokakların, kör edici karanlıklarında arıyorum seni Elim kolum bağlı. Prangaya vurulmuşum, ellerim kelepçede. Beni senden götüren bu İstanbul sanki hücrelere kilitliyor beni. Ben mahkum, sana muhtaç... Elimden gelmiyor hiç bir şey. Ellerini istiyorum ellerimde. Geçmişim kadar acıtan, yıkık dökük duvarlar kadar soğuk ellerini... Tutamıyorum hiçbir yanı. Tutunamıyorum, ne sana ne de seninle biten hayallerime. Uyuyamıyorum rahatça, ölümler dürtüyor beni. Şimdi çıkıp bağırsam ''dön'' diye, Kimsesiz sokakların kimsesiz köpekleri güler halime. Dokunamadım diye bir kere ellerine, Duvarlarda nasır tutmuş ellerim üşüdü her gece. Gelmeyişin kanattı yüreği. Bu kadar acıtmamalıydı, bu kadar sevmemeliydim seni, Ve sen bu kadar gitmemeliydin benden. Şilan CEYLAN NEHRİMDE HÜZÜNLÜ BİR BAŞAK Duygularımdaki nemliliğin tanecikleriyle aylardır, Ben de sırılsıklamım şimdi. Kalbimde bitmeyen bir yağmurun, Şırıltılı sesi var. Cümlelerim vasıfsız ihtiyarların mağdurluğu, İçimdeki hazinem, aşkına sobelenen Bir tutkunun, kaçağın adımlarını atıyor şimdi. Yüreğine inciler yüklediğim iki oda bir salon, Bir yüreğe ceviz kabuğundan yapılmış Bir sandalla uzanıyorum odalarına… Geride kalan eskimiş bir kentte sayıyorum, Kalbimin, delirtircesine çarpıştırdığı atışlarını Bir sonbahar yatıyor uzanmış içimde, Saçlarımda solmuş mevsim, Boş veren gençliğim. Yağmurlu bir girdabın serabı gibi, Seninle üşüyorum sevdanın sokaklarında… Bir eylül serinliğinde korkularını bırakmıştın kapıma, Elleri çamurlara bulaşmış bir çocuktum senden önce. Yüreğimdeki mevsim kokularını hapsederken tutsaklığıma, Ezik bir papatya bahçesinin tam orta yerinde, Seni bekliyorum belki de… Kalbimin dar sokaklarından, kulelerinden geçerek buldun beni. Dudaklarındaki şifa, ellerindeki iksirlerle, Ve yüreğinin odacıklarındaki hayatla çaldın kapılarımı sen… Nehrimdeki hüzünlü bir başak, Dalgın gözlerimin koridorlarında bir kadın sevdası Gecemin derinliklerinde portre resminle, Bir ırmak yürüyor sana doğru şimdi. Bir gün çizeceksin beyaz günlüğüne beni de, Beni anmaktan usandığında, Serçelerin papatya taşıdığı kentte, Her sonbaharın yeşili özlemediği bir labirentte Beni kazıyabilme kolaylığı içerisinde, İman edeceksin seni sevdiğime… Seda ÇAKMAK ÇANAKKALE (Çanakkale Şehitlerine İthafen) Nur saçan çeşmin ahmer bir havaya uyandı: “Yenilmez denen ordu sularıma dayandı!” Bir avuç gönüllüdür çelik ve zırha rakip; Bir paresine bin can verilen nara talip Küfürden, zulmetmekten korkmaz bi-çare kâfir Göklerin himayesi altında Seddülbahir! Ateş parçasına denk arsız top atışları; Sen, nurunla ısıttın dondurucu kışları Hazırlanın, atiye seferberliğimiz var! Elhamdülillah! Sana kavuşacağım ey yar! Eli silah tutan ins, haydi, budur tek kanun; Ebediyet vakti geldi, ey, ey Darülfünun! Ne korku, ne keder, ne de dönüşünüz yoktur; Seni durduran ancak hediye gelen oktur Sahip ki, seni sevdiği için katına aldı Bu vatan ne zalime ne de soysuza kaldı! Ey beyaz kebuterler! Tarihe yazın bunu; Kükremiş bir aslandır korkusuz Arıburnu! Can evinden vuruldu kardeşim, varlıkta ah; Yenilir mi göklerden kanatlanan karargâh? Ebabil’lere eşit yücelik abidesi Keskin bakışlı kartal, Bigalı müfrezesi! Nar püsküren çeşmini, mahzun, semaya daldır Ey kızıl kuşum, yerden kaldır başını, kaldır! Yerin ve göğün kanla paklandığı bir gündü Ahire ve evvele yazılan gün bugündü Uykusuz, kör, riyakâr; onlarca geminin sesi Diğer yanda namusun ve şerefin matemi Aydınlık kayıp, sanki karanlığa esirdir Düşmanda beliren o tebessüm, hoyrat kirdir Zafere yüzer gibi -şu gelin alaylarıKadehler tepelerde, sanki bayram ayları… Avuçların sahibe açıldığı o anlar Her an kusmaya hazır, büyük, melun sırtlanlar İmtihandır, bilirim, bulunmaz dilde ahın; Sinendeki o şavktan başka yoktur silahın Varlığın tüm edvara, cihana emsal olmuş Çehren Firdevs’e, Arş’a asılan timsal olmuş Hak ve adalet için aşılmazları aştın; Cennetten bir ırmaksın, sen ki, Hakk’a ulaştın! Hoyrat kurşunların başları mermine değer Vicdan, edep, bi-çare; olana boyun eğer Göklerden sicim sicim yağar güllesi, topu; Kim kimdir, nedir, belli değildir soyu, sopu! Kalın, siyah zincirden örülmüştür örgüler Şimşektir göğüslere saplanan kör süngüler Haka düşünce Rab ’be kavuşsa da pak eşin Korku salar kalplere çeşmindeki ateşin Üst üste sıralanmış binlerce ins yığını Gören gözler çözer mi âdemin manasını? İnsanlık tarihine kara lekedir izler Zalime ateş, sana gül bahçesi denizler! Toprakla sarmaş dolaş olan kan, kemik, ettir Rab’ binin nazarında hasmına felakettir Cehennem çukuruna uğurlanırken leşler Düşünmezler ölümden sonrasını kalleşler… Evvelden yolcusudur mücella bir seferin Billur kanı toprağa berekettir neferin Uzuvlar gür sel gibi akar dağdan, sulardan Haberi yok sırtlanın ebedi uykulardan Fırtınalar esiyor kutsalın, mabedinde; Kudretli gözükenden künde üstüne künde! Birkaç neferin kalmış sayısız âdeminden Bir mucize beklenir fezanın hakeminden... Simsiyah bulutlar mı sarmış mahzun yârini; Beyaz yıldız iletsin Rahman’a ahvalini Küduru libas diye giyme nazenin gülüm; Hürce nidanı haykır göklerde ey bülbülüm! Basamaz toprağına melun, kirli ayaklar Sen olmadan belirmez ufuklarda şafaklar! Bırak zalimin gaddar başını sema ezsin; Sen namusunu birkaç soysuza çiğnetmezsin! “Ey Rabbim! Seni anan ve çağıran analar; Sineme, şefkat denen leal-i pakı salar Siyah ve hoyrat zincir, sarmış ayaklarımı; Yolcuysam da, indirmem göklerden aklarımı… Hak uğrunda vurulsun başım, asla gam yemem Üç beş zalimin ardında kölelik edemem Mazlumdur sırdaşım, tüm âdemlerdir sevgilim; Başka bir çıkar yol yok, budur hakikat ilim Dünyevi hayaller için şerefimi satmam Kökten kesilse de kolum harama uzatmam Cadde başını tutmuş kelbe yoldaş olamam Ben, hak bahçesindeki narin gülü yolamam Asırları yeniden yazar dağlar aşarım Dokunmayın! ‘Ezelden hür doğdum, hür yaşarım!’ Kubbeme küfreden başları ezer geçerim Mahremime uzanacak elleri keserim Olur da bir gün hak uğruna kesilir başım; Ağırdır, toprak göğe çekilse kalkmaz naşım! Kâinatın tam göğsünde taht kurmuştur erim Âdemi Rahman’dan geldiği için severim Zincirler vurulsa yaşayamam, kudururum Adalet için zaman deneni durdururum! Sen için çarpışanı haktan ayırma ya Rab; Umudu sana bağlı millet olmasın harab!” Göğün gürültüsü ki, sanki kıyamet gibi Hak’tan bize verilen yüce alamet gibi İniyor göklerden bir bir sayısız süvari; Ruhlarla donanmış bir güç yayıyor havari Kaldır kollarını ey Seyyit! Zafer yakındır Zulme boyun eğecek olan -Haşa!- halkındır Çıtırtılar geliyor Arş’ın lal tepesinden; Bir şefkattir yayılır Nebi’nin cübbesinden… Lokmalar ki şahidi olsun nurdan aşının; Hak uğrunda toprakta çiçek açan başının! Namus ve şeref yayar fezadaki mabedi Başın Kâbe’den başka bir yöne eğilmedi! Yârisin, cevherisin kat kat yanan âlemin Asilliğe adanmış ruh; kırılmaz kalemin! Allah u Ekber! Gitmez lisanından nağmeler Yeri göğü sindirir “Allah birdir!” demeler… Bir yanda Cibril, diğer yanda namzed Azrail Üfle sura, dağılsın yer ve gök ey İsrafil! Düşmanı çevreleyen onlarca beyaz atlı; Kalplere korku salan on bin yeşil kanatlı Mahşerin görüntüsü yayılır, azam eda; Şimdi uyanmak vakti ey lazeval şüheda! Neferim “Ebedi yok olsun zalim!” deseydi Kopardı kıyamet, Hak merhamet etmeseydi! Cihanın ezberinde, bir gücü ki, lalenin; Sahibiyiz imkânsız denilen bir güllenin Kadehler parçalanıp, zaferin hayal olmuş; Kudretli sırtlanların diplerde zeval olmuş! Yaşananları Rahman bilir ancak ve ancak; Kimsin ki sahibine tersçe kafa tutacak? O günün ihtişamı gönlümde yara oldu Gururu bayrağıma, hüznü edvara oldu Tutup da Gök kubbeyi yerinden söküversem Silkeleyip ecramı al makberine serpsem Zatın ki; vecd dolusu nazarların sahibi Güle tutulan narin bülbülün ahı gibi Yazamam sinemdeki yaresini, edanın; Anlatamam halini dirilen şühedanın Ahir de sensin evvel de kudretli Mehmed’im Kapı komşundur yârim, nazenin Muhammed’im! Hüseyin Üsame KOZ BİR ESARET ROMANI “ SERGÜZEŞT” Sami Paşazade Sezai'ye ait olan bu Tanzimat dönemi eserini okumakla okumamak arasında kalmıştım aslında. Romanın dili beni korkutmuştu, önyargılıydım diyelim. Adını sıklıkla duyduğum eseri, merakıma yenik düşerek okuma kararı aldım. Daha ilk sayfasında roman bana kararımın doğruluğunu muştuladı. Şöyle ki o dönemi daha iyi hissedip anlayabilmek için, dönemin yetiştirdiği yazarın izlenimlerini duymak bambaşka bir tecrübe. Sergüzeşt de bir Tanzimat dönemi kitabı olarak bana o dönemin zihniyeti, yaşam tarzı ve sosyal hayatı hakkında istediğim tüm bilgileri altın tepside sunuverdi. Kitabın yapısı, şekil özellikleri günümüz kitaplarından biraz farklıdır. Anlamlı ve kaliteli tümcelerle donatılmış bir eser. Okurken kaliteyi gerçekten hissettim ve böyle bir eseri okuduğum için mutlu oldum. Tanzimat dönemi dil ve anlatımıyla ilgili bir düşüncem oldu. Dili günümüz Türkçesi olmasa da hepimizin anlayabileceği bir akıcılığa sahip bir eserdir. Yazar betimlemelere bol bol yer vermiş, olayların gözümüzde canlanmasını arzulamış ve başarmıştır. Bence romanda öğreticilik payı büyük olmalıdır. Roman dediğin, yaşattığı okuma zevkinin yanında dimağı da şenlendirmeli. İşte bu özelliği taşıyan Sergüzeşt, değerli bir eser olarak yerini almıştır benim gözümde. Yazar dönem hakkında birçok bilgi vermiş. Esaret konusunu ele alarak bir paşazade ile cariyenin uygun görülmeyen aşkını anlatmıştır. Bu aşk üzerinden öğütler de verir. Kalıplaşmış sözler de olsa bunlar, eserde öyle yerinde ve doğru kullanılmış ki... Ayrıca “esaret” duygusunun insanı ne denli çaresizliğe, umutsuzluğa düşürdüğü vurgulanmış; bu hal “yaşamdan vazgeçiş” ile neticelenmiştir. Gerçekliği doğrudan yansıtan bu eser, ait olduğu dönemden ve yaşanmış olaylardan kesitler sunar. Mesela şu an yaşadığımız dönemde Tanzimat dönemini anlatan bir roman yazılsa ne kadar gerçeklik payı olabilir ya da eserde ne kadar alabiliriz o dönemin kokusunu? Günümüzde yaşayan bir yazar Tanzimat Dönemini ne kadar gerçekçi anlatabilir? O yazar yalnızca yaşadığı dönemin zihniyetini, toplumsal hayatını ve siyasi yaşamı okuyucuya yansıtabilir. Sami Paşazade Sezai yaşadığı dönemi; insan, özellikle de kadın açısından değerlendirmiştir. Yazar sözlerini büyük bir içtenlikle, yapmacıksız, samimi bir şekilde söylemiştir. Ve bu nedenle ben de kitabı okurken hiç sıkılmadım, aksine merak duygum hep uyanıktı. Romanda beğenmediğim tek şey; hayal unsurunun yetersiz olması. Hayal ürünü paragraflara pek fazla yer vermemiştir. Her şey o kadar gerçekçiydi ki, betimlemelerde bile hayalden çok gerçeği duyumsadım. Yazar, hayalle renklenmiş birkaç bölümü esirgemeseydi beni daha fazla etkileyebilirdi. Eser romantizmden realizme geçişin izlerini taşımaktadır. Sanırım bu durum, kendimce eksikliğini hissettiğim yönü açıklar nitelikte. Yazar gerçeklerle yüzleşme, tanışma zamanı dercesine bir eser ortaya koymuştur. Ve bu eser Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Ortaöğretim kurumları için hazırlanan Yüz Temel arasında yer almaktadır. Eserin yüz temel arasına niçin alındığını, ancak eseri okuduğunuzda idrak edeceğinizi düşünüyorum. Kitapseverlere güncel kitapların yanı sıra Sergüzeşt gibi müstesna eserleri okumalarını şiddetle tavsiye ediyorum. KÜBRA ATEŞ