DİN ALLAH`A KARŞI SAMİMİ OLMAKTIR.
Transkript
DİN ALLAH`A KARŞI SAMİMİ OLMAKTIR.
DİN ALLAH’A KARŞI SAMİMİ OLMAKTIR. “Kulumun en sevdiğim ibadeti, bana karşı ihlaslı ve samimi olmasıdır.” (Hadis-i Şerif) 1 içindekiler Konya İl Müftülüğü Kültür Yayınları Şükrü ÖZBUĞDAY / .. İnsanın Gerçek Anlamda Kul Olması İhlâs Ve Samimiyete Bağlıdır Sayı: 6 Yıl: 2013 Prof. Dr. Ahmet Önkal / .. Sahâbe-i Kirâm Ve Samimiyet Yayın Yönetmeni Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ / .. İman Ve Amelde Samimiyet Şükrü ÖZBUĞDAY İl Müftüsü Yayın Koordinatörü ve Editör Dr. Hamza KÜÇÜK Prof. Dr. Ahmet YAMAN / .. Samimiyet Sınavı Prof. Dr. Ali AKPINAR / .. İhlâs Ve Samimiyet İl Müftü Yrd. Prof.Dr. M. Ali KAPAR / .. Peygamberimizin Hayatından Samimiyet Örnekleri Yayın Kurulu Prof. Dr. Hülya Küçük / .. Tasavvuf Literatüründe Kullukta Samimiyet/ İhlas Ve Sıdk (Sultan Veled’in İntihânâme’si Örneği) Dr. Hamza KÜÇÜK Yusuf ARIKAN Adem BAHÇIVAN Tashih Dr. Hamza KÜÇÜK Selma ARICI Ümmü Gülsüm PARLAK Yayın Türü Yıllık, Yerel Süreli Yayın Grafik Tasarım Baskı - Cilt Damla Ofset A.Ş. Büsan Organize San. Kosgeb Cad. 10631 Sk. No: 4 Karatay/KONYA Tel: (0332) 345 00 10 www.damlaofset.com.tr Sertifika No: 14972 NİSAN 2014 Prof. Dr. Adil YAVUZ / .. Müslümanlığın Özü, Samimiyettir Yrd. Doç. Dr. Ali ÇİFTCİ / .. İnfak Ve Samimiyet Yrd. Doç. Dr. Muhammet Vehbi DERELİ / .. Samimiyet, Dini Allah’a Has Kılmaktır Yrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINAR / .. Din Samimi Olmaktır Dr. Ali PEKCAN / .. Âlemlere Rahmet Hz. Peygamberin Dilindensamimi Yakarış Örnekleri Rıfat ORAL / .. Toplumsal Samimiyetin Oluşum Sürecinde Komşuluk Hakları Aysel SERTÇAKAR / .. İman Ve Samimiyet Yasemin ÇELEBİL / .. Allah Ve Resulü’nün İstediği Samimi Genç Şeyma YILDIRIM / .. Öncü Ve Samimi Bir Gençlik Dağıtım Konya İl Müftülüğü 350 61 58 Yazıların hukuki ve bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir. 2 “ editör M üslümanların bu dünya hayatında huzur ve mutluluk içerisinde yaşamlarını sürdürmeleri, günlerine ve geleceklerine umutla bakabilmeleri, dindarlıklarını doğru bir eksene oturtabilmeleri, sağlıklı bir aile ve toplum inşa edebilmeleri belli değerleri hayata geçirmeleriyle yakından ilgilidir. Dr. Hamza KÜÇÜK İl Müftü Yrd. ” Hayatımızın her alanında önemli bir yere sahip olan “Samimiyet”, bir anlamda eylem- söylem, zahir–batın bütünlüğünün sağlanmasıdır. Bu kavramın anlam dünyamızda ihlas, doğruluk, dürüstlük, güven, sadakat gibi kavramlarla da çok yakın bir bağı ve bağlantısı vardır. İnancın, kulluğun ve itaatin sadece Allah’a özgü kılınması, bütün ibadetlerin her türlü riya, gösteriş ve çıkardan uzak olarak sadece Allah rızası için yapılması anlamına gelen ihlas ve samimiyet dinin özü, dindarlığın hülasasıdır. Samimiyetin olmadığı yerde dinden ve dindarlıktan bahsedilemez. Bu gerçeği, Yüce Allah’a ihlas ve samimiyetle kulluk etmeyi emreden ayet-i kerime ile (Beyyine,5) Peygamber Efendimizin “Din samimi olmaktır”(Müslim, Kitabu’l-İman,23) hadis-i şerifi gayet veciz bir şekilde ortaya koymaktadır. Samimiyet, inanç ve ibadetlerimizde olduğu kadar, insanlarla olan ilişkilerimizde de önemli ölçüde belirleyicidir. Müslümanın Müslümana karşı samimi, içten ve gönülden davranması sağlıklı ve manevi bakımdan güçlü bir toplum oluşturmanın önemli bir unsurudur. Zira Müslümanın en önemli vasıflarından olan güvenilirlik, ancak samimi davranışlarla ve sağlıklı ilişkilerle oluşturulabilir. Aile ve akraba ortamında, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde, iş ve ticaret hayatında kısacası hayatın her alanında insanlara karşı samimi davranmak ahlaki bir erdemdir. Bu erdemi kazanmanın en kısa yolu da her işte Allah rızasını ön plânda tutmak ve O’nun her an görüp gözettiğini akıldan çıkarmamaktır. İnsanları değerlendirmede ve eşyaya bakışta bu yaklaşım esas alınırsa dünyevi çıkar ve hırsların körüklediği pek çok olumsuzluk kolayca bertaraf edilebilecektir. Samimiyetten uzak söz ve davranışların Allah katında hiçbir değeri olmadığı gibi bu tür eylemler, insanın diğer insanlar nazarında da itibar ve güven kaybetmesine yol açmaktadır. Bu itibarla; samimiyetin zıddı olan riyakârlık ve ikiyüzlülük imanla bağdaşmayan münafıklık alameti olarak kabul edilmiştir. Diğer yandan, Müslümanların Allah’a iman ve kulluk, Kur’an ve Sünnete tabi olma, Peygamber Efendimizi örnek alma, toplumsal görevleri yerine getirme, sınıf ve statü farkı gözetmeksizin bütün Müslümanların ve hatta bütün insanların haklarına riayet etme gibi hususlarda ciddi bir samimiyet sınavına tabi tutulduklarını gösteren birçok dini referans bulunmaktadır. Bu itibarla Konya İl Müftülüğü, 2014 yılı Kutlu Doğum Haftası kutlama programları çerçevesinde hazırlamayı bir gelenek haline getirdiği eserlerin yedincisinde, “Hz. Peygamber, Din ve Samimiyet” konusunu çeşitli yönleriyle ele almaktadır. Bu eserde; İnsanın gerçek anlamda kul olmasının, ihlas ve samimiyete bağlı olmasından, Hz. Peygamber ve sahabenin hayatından Samimiyet örneklerine; İman ve ameldeki samimiyetten, Tasavvuftaki ihlas ve sıdk yaklaşımının Sultan Veled’in İntihânâme’sindeki örnekliğine; Toplumsal samimiyetin oluşum sürecinde komşuluk haklarından, Hz. Peygamberin dilinden samimi dua örneklerine; İnfakta samimiyetten, samimi gençlik inşasına kadar bir dizi değerlendirmelerin, neler olduğunu bulacaksınız. Kutlu Doğumların, manevi dünyamızın aydınlanmasında ışık olması temennisiyle, eserin hazırlanmasında katkılarını esirgemeyen tüm dostlarımıza, basımı konusundaki desteklerinden dolayı Karatay, Meram, Selçuklu başta olmak üzere tüm ilçe Müftülüklerimize, şükranlarımızı sunarız. 3 DİN KENDİNE KARŞI SAMİMİ OLMAKTIR. “Allah sizin sûretlerinize ve mallarınıza bakmaz, sadece kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Hadis-i Şerif) 4 Şükrü ÖZBUĞDAY Konya İl Müftüsü İNSANIN GERÇEK ANLAMDA KUL OLMASI İHLÂS VE SAMİMİYETE BAĞLIDIR Sözlükte, saf, katışıksız, arı ve duru olmak gibi anlamları öne çıkan “ihlas” kavramı bazı âyetlerde “Muhlisîne lehü’d-din” yani dini “ yalınızca Allah’a has kılmak”1 şeklinde ifade edilmiş ve bununla inancın, kulluğun ve itaatin, âlemlerin Rabbi olan Allah’a özgü kılınması gerektiği vurgulanmıştır. Bu anlamıyla ihlas, inançta samimi olmak, yani kullukta Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamaktır. Çünkü her kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa iyi iş yapmalı ve Rabbine kullukta O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalıdır.2 İhlâsın zıddı “riya” ve “süm’a” dır. Riya, bir işi Allah rızası için değil gösteriş için yapmak, süm’a ise yapılan bir iyiliği, övünme ve çıkar amacıyla başkalarına duyurmaya çalışmaktır. İçerisine riya karışmış olan amellerin, üzerinde az bir toprak bulunan ve şiddetli bir yağmurla çıplak kalan kaya misali, riyakarların da amellerinin Allah katında hiçbir işe yaramayacağı, Kur’an–ı Kerim’de açıkça belirtilmiştir.3 Allah’a kullukta O’nun rızasının yanına başka amaçlar eklemek bir nevi şirk görüntüsü verdiği için ihlâsın zıddı olan riya’ya gizli şirk ( şirk-i hafi) de denilmiştir.4 5 Din, özü itibariyle ihlâs ve samimiyetten ibarettir. Dolayısıyla, samimiyetin olmadığı yerde dinden veya dindarlıktan söz edilemez. Sevgili Peygamberimiz (s.a.v) dinin samimiyetten ibaret olduğunu, “ Din samimiyettir” sözüyle ifade etmiş, bununla neyi kastettiğini daha açık bir şekilde anlatması için, “Kime karşı?” diye sorulduğunda ise samimiyetin, “Allah’a, Kitabına, Rasülü’ne Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara” gösterilmesi gerektiğini belirtmiştir.5 Ayrıca, çeşitli vesilelerle aldığı biatlerde kendisine bağlılık yemini ederlerken, “bütün Müslümanlara içtenlikle ve samimi davranmaya” söz vermelerini istemiştir.6 Böylece inanan insan, Allah’a iman ve kulluk, Kur’an-ı Kerim’e tâbi olma, Hz. Peygamber (s.a.v) i örnek alma, yöneticilere karşı hakkı söyleme ve toplumsal görevlerini yerine getirme, sınıf ve statü farkı gözetmeksizin bütün Müslümanların ve hatta bütün insanların haklarına riâyet etme gibi konularda ciddi bir samimiyet sınavına tâbî tutulmaktadır. Bu sınavın zorluğunu iyi bilen Allah Rasülü (s.a.v), namazlarının ardından “ … Allah’ım! Ey Rabbimiz ve her şeyin Rabbi! Beni ve ailemi, dünya ve ahrette her an sana ihlâsla bağlı kıl. Ey Yücelik ve İkram Sahibi!” duasıyla Cenab-ı Hakk’a niyazda bulunmuştur.7 Bu yüzden Hz. Ömer, “ Allah’ım! Amelimin hepsini salih ve sadece senin rızana has kılınmış eyle ve amelime hiç bir şeyi ortak etme” diye dua etmiştir.8 Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), pek çok hadisinde, ihlâsın önemine işaret etmiş ve insanları ihlâslı ve samimi olmaya çağırmıştır. Bunun için de öncelikle niyetin halis olması gerektiğini, amellerin ancak niyetlere göre değer kazanacağını bildirmiş,9 “Müminin niyeti, amelinden hayırlıdır”10 buyurarak, niyetin önemine işaret etmiştir. Bir savaş sonrası payına düşen ganimeti Hz. Peygamber (s.a.v) e getiren bir bedevi, “Ben bunun için sana uymadım. (okuyla boynunu göstererek) buradan vurularak şehit olup cennete gitmek için sana uydum.” Diyerek ganimeti geri vermişti. Bir süre sonra savaşta şehit olup isteğine kavuşan bedevi hakkında Rasülüllah (s.a.v), “O, Allah’a verdiği sözü tuttu, Allah da (dilediğini vererek) sözünü tuttu.”11 buyurarak hiçbir dünyevi karşılık beklemeden halis bir iman ve samimi bir niyetle yapılan amelin Allah katındaki değerine dikkat çekmiştir. İnsanların Allah katındaki kıymeti, dış görünüşlerine ve mal varlıklarına göre değil, niyetlerinin samimiyetine ve işledikleri amellere göredir. Bu konuda Allah Rasülü (s.v.a) şöyle buyurmaktadır: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.”12 Niyetin samimiyeti; ihlâslı amelle, kalbin temizliği de, dışa yansıyan samimi tutum ve davranışlarla belli olur. Amelin onaylamadığı bir kalp temizliği ve iyi niyet iddiası, samimiyetten ve inandırıcılıktan uzaktır. Hayatı ve ölümü, hangimizin daha iyi amel yapacağını sınamak için yarattığını bildiren13 Cenab-ı Hakk’ın, bireysel ve toplumsal alanda sonucu görülmeyen soyut bir kalp temizliği iddiasına değer vermeyeceği açıktır. İslam Dini, iyi niyet ve samimi tutuma verdiği önemden dolayı, niyet 6 etmesine rağmen, mazereti sebebiyle yerine getiremediği amelin sevabından bile kişiyi mahrum bırakmamıştır. Sevgili Peygamberimiz (s.v.a) in şu hadisi buna işaret etmektedir. “ Her kim şehit olmayı Allah’tan samimiyetle isterse, yatağında ölse bile, Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır.”14 İhlâs ve samimiyet, sadece ibadetlerimizde değil, insanlarla olan ilişkilerimizde de son derece önemlidir. Müminin en önemli vasfı olan güvenirlik, ancak içten ve samimi davranışlarla sağlanabilir. Aile ve akraba ortamında, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinde, iş ve ticaret hayatında, kısacası hayatımızın her alanında, insanlara karşı samimi davranmak en büyük ahlâkî erdemlerdendir. Bu erdemi kazanmanın en kısa yolu da, her işimizde Allah rızasını ön planda tutmak ve O’nun her an bizi görüp gözettiğini aklımızdan çıkarmamaktır. İnsanları değerlendirmemizde ve eşyaya bakışımızda bu yaklaşım esas olursa, dünyevi çıkar ve hırsların körüklediği birçok olumsuzluk kolayca bertaraf edilebilir. Yüce Allah, müşriklerin samimiyetsiz tutumunu bize hatırlatarak, onların denizde dalgaya yakalandıklarında ölüm korkusuyla içten bir inançla yalnız Allah’a yalvarıp yakardıklarını, karaya salimen çıktıklarında ise, bu samimiyetten uzaklaşıp hemen Allah’a ortak koştuklarını bildirmekte ve onların bu ikiyüzlü davranışlarının sonucunu yakında görecekleri uyarısında bulunmaktadır.15 İhlâs ve samimiyete gölge düşüren en büyük illet, riya ve gösteriş olduğu için özellikle nafile ibadetlerin gizli yapılması tavsiye edilmiş, bu sayede kimsenin olmadığı yerde Allah ile samimi bir bağ kurulması ve takdirin sadece O’ndan beklenmesi hedeflenmiştir. Hz. Peygamber (S.A.V.) bu duyarlılığı gösterip ibadetini gizli yapan kimsenin, daha sonra yaptığı ibadet öğrenilse bile, hem amelini gizlediği için gizlilik sevabı, hem de işlediği amelin kendi sevabını kazanacağını bildirmiştir.16 Aynı şekilde verdiği sadakayı kimse bilmesin diye gizli veren, geceleyin gizlice kalkıp Allah’a yalvaran, savaşta tek başına kalmasına rağmen Allah yolunda cesurca savaşan kimselerin Allah’ın sevgisine mazhar olacaklarını ifade etmiştir.17 Peygamber efendimiz (s.a.v.) gizliliğe ve dolayısıyla ihlâsa daha yakın olduğu için gece namazını teşvik etmiş18 ve farz namazlardan sonra en değerli namazın gece namazı olduğunu bildirmiştir.19 İbadetlerin az veya çok olması değil, ihlâsla yapılmış olması önemlidir. Zira amelin kabulü, büyük ölçüde ihlâsla yapılmış olmasına bağlıdır. Hz. Peygamber (s.a.v) in Yemen’e gönderdiği genç sahâbisi Muâz b. Cebel, kendisine tavsiyede bulunmasını isteyince Allah’ın elçisi, “İnancında samimi (ihlâslı) ol. O zaman sana az amel de yeter.” Buyurarak ihlâs ve samimiyetin önemine dikkat çekmiştir.20 Kurtuluşa erenlerden olmak için, Allah’ın rızasını elde etmek, bunun için de ihlâslı olmak gerekir. Allah Rasûlü, ameli ihlâsla sırf Allah için işleyen kimsenin kalbinin, hile ve aldatma duygularından arınacağını21 ve ecri yalınızca 7 Allah’tan umarak yapılan amellerin, geçmiş günahların bağışlanmasına vesile olacağını bildirmiştir.22 Ayrıca O, Rabbimizin yoluna ulaşmanın yolunu şöyle açıklamıştır: “Kim hiçbir ortağı olmayan, tek olan Allah’a ihlâsla ibadet ederek, namazı dosdoğru kılarak, zekâtı vererek dünyadan ayrılırsa, Allah, kendisinden râzî olduğu halde ölmüş olur.”23 Hz. Peygamber’in “…Kıyamet gününde şefaatimle en fazla mesud olacak kişi, tüm kalbiyle veya gönülden ‘Lâ ilâhe illâllâh’ (Allah’tan başka ilah yoktur.) diyen kişidir.”24 hadisi, ihlâs konusunda söylenebileceklerin özü olsa gerektir. İnanç, ibâdet ve iyiliklerin Allah katında değer kazanması, yani insanın gerçek anlamda “Kul” olması, ihlâs ve samimiyete bağlıdır. Samimi olmayan ameller, dışı süslü ama içi kof davranışlar, içtenlikten uzak ve art niyetli sözler, insanın Allah katında olduğu kadar, diğer insanlar nazarında da değer kaybetmesine sebep olur. Her konuda dürüst, tutarlı ve samimi bir tutum içinde olmak, mümin olmanın ayrılmaz vasfı iken, riyakârlık ve iki yüzlülük imanla bağdaşmayan hallerdir. Kur’an-ı Kerim’in inanç ve amelde ikiyüzlü davranan münafıklara cehennemin en alt tabakasını müstahak görmesi25 bu açıdan anlamlıdır. İkiyüzlü davranarak, gösteriş yaparak insanları aldatmak mümkün olsa bile, her şeyin iç yüzünü bilen Yüce Yaratıcı’yı kandırmak mümkün değildir.26 Sonuç olarak ihlâs, Yaratıcısına gizli açık hiçbir şeyi ortak etmeyen samimi bir imandır. İhlâs, dünyevi bir karşılık beklemeden, sırf Allah rızası için yapılan bir kulluktur. İhlâs, Allah’a karşı olduğu gibi, insanlara, canlı cansız bütün varlıklara karşı da gösterilen samimiyettir. İhlâs, nifak ve ikiyüzlülükten uzak bir kalp safiyetidir. İhlâs, Allah rızasına göre programlanan akıl ve kalbin ivazsız, garazsız amelidir. İhlâs, olduğu gibi görünmek, göründüğü gibi de olmaktır. Allah’ın azabından sadece ihlâslı kulları kurtulacaktır.27 DİPNOTLAR 1 bk. A’raf, 7/29; Yunus, 10/22;Mü’min, 40/14,65 2 bk.Kehf,18/110 3 bk. Bakara,2/264 4 bk. İbn. Mace, Zühd,21 5 bk. Müslim, İman, 95 6 bk. Buhari, İman,42; Müslim, İman,97 7 Ebu Davud, Vitr,25 8 Hadislerle İslam, Komisyon, D.İ.B. yayınları III, 139-140 9 bk. Buhari, Bed’ül –vahy,1; Müslim, İman,155 10 Taberani ,el-Mu’cemül-Kebir, V,185 11 Nesai, Cenaiz, 61 12 Müslim, Birr,34 13 bk. Mülk,67/2 14 Müslim, İmâre, 157 15 bk.Ankebut,29/65-66; lokmân, 31/32 16 bk Tirmizi, Zühd, 49; İbn Mâce, Zühd, 25 17 bk. Nesâî, Zekât, 75 18 bk. Buhârî , Teheccüd, 12 19 bk. Müslim, Sıyam,202 20 Hâkim, Müstedrek, vıı, 2797 21 bk.İbn. Mâce, Sünnet,18 22 bk. Buhâri, İman, 28; Müsâfirin, 175 23 İbn Mace, Sünnet, 9 24 Buhârî, İlim, 33; Rikâr, 51 25 bk. Nisâ, 4/145 26 a.g.e.III,144-145 27 bk. Saffât,37/39-40,127-128 8 Prof. Dr. Ahmet ÖNKAL N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi SAHÂBE-İ KİRÂM VE SAMİMİYET Samimiyet; içi-dışı, özü-sözü bir olmaktır; ihlas ve sadâkattır; dürüstlüktür, doğruluktur… Mensubu olmakla şeref duyduğumuz İslâm açısından samimiyet, dinin özüdür; müslüman kişilik ve kimliğinin olmazsa olmaz, kaçınılmaz temel şartıdır. Bu gerçeği Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) şöylece beyan buyururlar: “Din, nasihattır.”1 Nasihatı dinin temeline yerleştiren bu hadisin devamında ashâb-ı kirâmın: “Kim için nasihat, ey Allah’ın Resûlü!” sorusuna, Peygamber Efendimizin şöyle cevap verdiği belirtilir: “Allah için, Kitabı ve Resûlü için, müslüman devlet adamları için ve bütün müslümanlar için…” Allah’a, Kitabına ve Resûlüne yapılacak nasihat ile müslüman devlet adamları ve bütün müslümanlar için yapılacak nasihatın nasıl olacağı ve burada kullanılan “nasihat” kavramına hangi anlamın verilmesi gerektiğini belirten İslâm âlimleri, bu kelimenin kök anlamını da dikkate alarak nasihatın samimiyetle özdeş olduğunu ifade etmişlerdir.2 O halde “Din, samimiyettir.” Bizzat “samimiyet timsâli” olan Resûl-i Ekrem’in dizi dibinde yetişen, O’nun rahle-i tedrîsinden geçen sahâbe-i kirâm, dinin ve hayatın her alanında 9 olduğu gibi samimiyet hususunda da, değil sadece İslâm tarihinin, bilâkis tüm beşer tarihinin en güzel örneklerini vermişlerdir. O sahâbe-i kirâm ki Onlar, dine, Allah’a ve Peygamber’e sadakatle bağlılığın ve teslimiyetin âbidesi olan nesildir… O sahâbe-i kirâm ki Onlar, Kur’an güneşiyle nurlanan, Sünnet kandiliyle aydınlanan, kalblerinde samimiyetten başka duyguya yer vermemişlerdir. Benliklerinin her zerresine kadar İslâm’ı nakış nakış işlemişler, hayatlarının her anında ve her alanında İslâm’ın öğretilerini büyük bir titizlikle uygulamışlardır. İslâm’ın yaşanabilirliği ve doğru anlaşılmasının en önemli örnek ve temsilcileri olan ashâb-ı kirâm, aynı zamanda İslâm nurunu daha sonraki nesillere taşıyan, bütün âleme duyuran altın nesildir. Onlar, “Siz, insanlar için çıkarılmış, en hayırlı ümmetsiniz.”3 ilâhî hitabına mazhar olmuş, “insanlara şahit ve örnek olacak mûtedil, her yönden dengeli bir ümmet”4tir. Onlar, Yüce Rabbimizin, şu âyet-i kerîmede ifade buyurulduğu gibi gerçek mü’minler olarak nitelediği kimselerdir: “İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler (ensar) var ya, işte onlar gerçek mü’minlerdir.”5 Onlar, rıza-yı ilâhîye erişmiş, ebedî saadeti hak etmiş kimselerdir: “İslâm’ı ilk önce kabul eden muhacirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.”6 Allah onlardan razı olmuştur, çünkü kalblerindeki sadakati, hallerindeki samimiyeti gayet iyi bilmektedir: “Şüphesiz Allah, ağaç altında sana biat ederlerken o mü’minlerden razı olmuştur; gönüllerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve güven duygusu vermiş ve onlara yakın bir fetih nasip etmiştir.”7 Onlar, Cenâb-ı Hakk’ın: “Muhammed, Allah’ın Resûlüdür. Onunla beraber olanlar, inkârcılara karşı çetin, birbirlerine karşı ise merhametlidirler. Onların, rükû ve secde hâlinde Allah’tan lütuf ve hoşnutluk istediklerini görürsün. Onların secde eseri olan alametleri yüzlerindedir…”8 ve “…Bu mallar özellikle, Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk ararken ve Allah’ın dinine ve Peygamberine yardım ederken yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir. İşte onlar doğru kimselerin ta kendileridir. Onlardan (muhacirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar (ensar), hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler…”9 buyurarak medhettiği kimselerdir. Peygamber Efendimiz de onları, “insanlık tarihinin en hayırlı nesli”10 ve “ümmetin en hayırlıları”11 diye tanıtarak takdim ve takdir etmişlerdir. Şüphesiz sahâbe-i kirâm bu mertebeye, İslâm davasına sadakatle bağlılıkları, Allah ve Peygamber sevgisini kalblerine yerleştirmiş olmaları ve hayatlarının baştan sona serâpâ samimiyet oluşu sâyesinde erişmişlerdi. İşte onlardan birkaç samimiyet ve sadakat örneği: Müslüman olduktan sonraki günlerden birinde Hz. Ebûbekir Mekke’de 10 müşrikler tarafından feci şekilde dövülmüştü. Yere yığılmış olmasına rağmen kâfirlerin elebaşılarından Utbe b. Rebîa kabaralı ayakkabısıyla yüzünü, kafasını, karnını ha bire tekmeliyordu. Ebûbekir hareketsiz kalınca onu bıraktılar. Yüzü balon gibi şişmiş, burnu görülmez hâle gelmişti; her tarafı yara bere içerisinde idi. Kabilesinden bazı kişiler bir beze koyarak evine götürdüler onu. “Kesin ölür” diyorlardı. Uzun süre baygın yattı. Derken akşama doğru gözlerini açtı ve ilk olarak ağzından tek bir cümle çıktı: -Ne oldu Resûlüllah’a? Yanındakiler kızdılar: -Adama bak! Kendi hâlini düşünmüyor, buna sebep olan Muhammed’i soruyor! diyerek kalkıp gittiler. Giderken de annesine: -Buna bir şeyler yedirmeye veya içirmeye çalış, dediler. Yalnız kalınca annesi bir şey yiyip içmesi için Ebûbekir’e ısrar edip durdu. Ama hep tek bir söz çıkıyordu Ebûbekir’in ağzından: -Ne oldu Resûlüllah’a? Annesi de hep: -İnan ki bilmiyorum, diyordu. Sonunda Ebûbekir: -Peki öyleyse, Hattâb’ın kızı Ümmü Cemîl’e git, ona sor, dedi. Çaresiz annesi kalktı; Ömer’in kızkardeşi Ümmü Cemîl’e gitti; -Ebûbekir, senden Muhammed’i soruyor, dedi. Ümmü Cemîl ihtiyatlı olmak zorunda idi. -Ne Ebûbekir’i tanıyorum, ne de Muhammed’i. Ama istiyorsan seninle oğlunun yanına gidebilirim, diye cevap verdi. Çıkıp beraberce ona geldiler. Ümmü Cemîl, Ebûbekir’i yarı baygın, ölü gibi görünce çığlık atmaktan kendini alamadı: -Hiii! Vallahi bunu sana yapan topluluk azgın, kâfir bir gruptur. Dilerim Allah bunun intikamını alır onlardan! Ebûbekir ise sordu: -Ne oldu Resûlüllah’a? Ümmü Cemîl, Ebûbekir’in henüz Müslüman olmamış annesine işaretle: -Ama annen duyuyor! dedi. Ebûbekir endişesini giderdi: -Korkma, ondan zarar gelmez. O zaman haber verdi Ümmü Cemîl: -Gayet iyi, hiçbir şeyi yok! Sordu Ebûbekir: -Peki, şimdi nerede? -Dâru’l-Erkam’da, Erkam’ın evinde. Ebûbekir biraz serinledi ama gönlü rahat değildi. -Resûlüllah’ın yanına gidip O’nu görmedikçe, yemin ederim ki ağzıma bir şey almayacağım, bir şey de içmeyeceğim! dedi. Baktılar ki olmayacak: -Hele biraz ortalık sakinleşsin, el-ayak çekilsin, dediler. Gecenin geç 11 saatinde annesi ve Ümmü Cemîl, Ebûbekir’in koluna girdiler ve onu Resûlülah’ın yanına götürdüler. Gözüyle O’nu sağ salim görünce rahat bir nefes aldı; sevdiğine kavuşmuştu.12 Görüldüğü gibi Hz. Ebûbekir’in İslâm davasındaki samimiyeti ve Peygamber Efendimize sadakati, kendi nefsini değil, öncelikle Resûl-i Ekrem’i düşünmesini gerekli kılmıştı; ya da diğer bir ifadeyle bu olay, Hz. Ebûbekir Efendimizin samimiyetinin açık bir göstergesi idi. Zaten Peygamber’i kendi nefsinden bile çok sevmek, gerçek mü’min olmanın kaçınılmaz gereği idi. Nitekim kalbi Peygamber sevgisiyle dolup taşan, hak ile bâtılın ayırt edicisi, adalet timsali koca Ömer, bir gün Efendimizin huzurunda sonsuz bir edep ve saygıyla: -Ya Resûlallah! Öz nefsim hariç, sizi anamdan, babamdan, çocuklarımdan, her şeyden fazla seviyorum, demişti. Samimiyet yüklü bu sevgi beyanını Habîbullah Efendimiz yeterli bulmamış, -Öz nefsinden de çok sevmelisin, ey Ömer! demişti. Hz. Ömer durmadı, düşünmedi, tereddüt etmeden haykırdı imanını ve sevgisini: -Canımdan da çok seviyorum, ya Resûlallah! Efendimiz ay gibi parlayan nur yüzünü kaplayan mübarek tebessümüyle tasdikledi Ömer’i: -Tamam, işte şimdi oldu ey Ömer!13 Ne dersiniz, bu samimiyetin üzerinde bir samimiyetten söz edilebilir mi?!.. Birer insan olmaları münasebetiyle kendilerinden zaman zaman bazı hatalı davranışlar sâdır olsa veya bu ihtimal mevcut bulunsa bile bu durum, aslâ ama aslâ sahâbe-i kirâmı samimiyet ve doğruluktan uzaklaştıramamıştır. Bu açıdan ashâbtan her birini samimiyet örnek ve timsâli olarak sunmamız mümkündür. Biz binlercesi arasından son bir örnek olarak sadece okuyuverirken bile ashâbın doğruluk ve sadakatini, ihlâs ve samimiyetini gayet güzel canlandırarak insanı duygulandıran, hislendiren, gözlerini yaşartan şu hadiseyi İmam Buhârî’nin rivayetinden aktarmak istiyoruz: “Ensâr’dan Ka’b b. Mâlik diyor ki: Sadece Tebûk hariç, Hz. Peygamber’in gazvelerinin hiç birinden geri kalmadım. Gerçi Bedir Gazvesi’ne de katılmamıştım ama Bedir Gazvesi’nde Hz. Peygamber hadd-i zatında Kureyş kervanını takip için çıkmışken Cenab-ı Hakk’ın takdiri O’nu düşman ordusuyla karşılaştırmış, bu sebeple de Bedir’e katılmayanlara herhangi bir ceza ya da kınama söz konusu olmamıştı. Ben, Hz. Peygamber’e Akabe’de biat etmiş birisiyim; her ne kadar insanlar arasında Bedir’in şöhreti ve itibarı daha fazla yaygın ise de, katiyetle Akabe yerine Bedir’de bulunmuş olmayı tercih etmem. Esas anlatacağım konuya geleyim: Vallahi, Hz. Peygamber’den Tebûk’te ayrı kaldığım zamana kadar, o gün sahip olduğum imkân ve fırsatlara katiyen sahip olmamıştım. Tebûk hazırlıkları esnasında, daha önceki gazvelerin hiç birinde olmadığı halde iki binite sahiptim. Resûlüllah, başka zamanlarda âdetleri üzere 12 bir yere sefer tertip ettiği zaman esas gideceği yeri gizli tutar, hatta bir müddet başka yönde hareketten sonra asıl hedefine yönelirdi. Fakat bu gazvesinde şiddetli bir sıcak altında, uzun çöller katedilerek, kalabalık ve teşkilâtlı bir düşmana karşı gidileceği için herkes iyice hazırlansın diye gideceği yeri ilan etti. Bu devrede İslâmiyet intişar bulmuş, müslümanların sayısı artmıştı. Harbe iştirak edenler için kütükler tutulup kayıt falan da yapılmıyordu. Kendini gizli tutarak harbe iştirak etmek istemeyen birini, vahiy nâzil olmadıkça tespit etmek mümkün değildi. Her neyse, Resûlüllah’ın emriyle meyvelerin olgunlaştığı, gölgelerin koyulaştığı bir mevsimde ashâb-ı kirâm harp hazırlıklarına başladılar. Ben, her gün evden gazve için bir takım hazırlıklar yapma niyetiyle çıkıyor, fakat hiçbir şey yapmadan dönüyordum ve “Nasıl olsa hazırlığa muktedirim; birden hazırlanırım” diye kendimi avutuyordum. Bu böylece devam edip gitti. Derken iş ciddiye bindi; Resûlüllah ve müslümanlar Medine’yi terk ederek yola koyuldular. Ben hâlâ “Bir iki gün içinde hazırlanır ve yolda onlara yetişirim” diye düşünüyordum. Günler böylece geçti ve ben hiçbir şey yapmamışken İslâm ordusu bir hayli uzaklaştı. “Artık bari şimdi yola çıkıp ulaşayım” diye karar verdim; keşke bunu yapabilseydim. Fakat mukadder değilmiş, olmadı. Resûlüllah’ın ayrılışından sonra beni en çok üzen şey, Medine sokaklarına çıktığım zaman harpten geri kalmış olarak ya münafıklıkla vasıflı kimselerle veya Allah’ın mâzur gördüğü sakatlarla karşılaşmak oluyordu. Tebûk’e varıncaya kadar Peygamber Efendimiz beni hatırlamamış. Sonra ashâbıyla Tebûk’te otururlarken, -Ka’b ne yaptı? diye sormuşlar. Benû Selime’den birisi: -Malı-mülkü ve kibiri onu alakoydu, ya Resûlallah! deyince Muâz b. Cebel derhal: -Ne kötü söyledin! Vallahi ya Resûlallah, biz Ka’b hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz, diyerek müdahale etmiş; Resûlüllah da sükût buyurmuşlar. Resûlüllah’ın Tebûk’ten Medine’ye müteveccihen döndüğü haberini alınca bana bir üzüntüdür, bir iç sıkıntısıdır çöktü; şimdi ben Resûlüllah’ın öfkesinden nasıl kurtulabileceğimi tasarlıyor, yalanlar düşünüyordum. Bütün yakınlarımla bu konuda istişarelerde bulundum; “Şöyle yap, böyle yap, şunu de, bunu söyle” diye fikirlerini beyan ettiler. Ama ben, Resûlüllah’ın iyice yaklaştığı haberini duyuverdiğim zaman bütün yalanlar siliniyor, uyduracaklarım sönüp gidiyordu ve katiyetle ona yalan söyleyerek kurtulamayacağımı biliyordum. Artık kesin kararımı vermiştim: Resûlüllah’a doğru söyleyecek, her şeyi anlatacaktım. Ve nihayet Resûlüllah çıkageldi. O, bir seferden döndüğü zaman önce Mescid’e gider, iki rekat namaz kılar, sonra insanlarla görüşmeyi kabul ederdi. Bu seferinde de öyle yapınca harpten geri kalanlar gelerek mazeretler beyan etmeye, sözlerinin doğruluğuna yeminler etmeye başladılar; seksen küsur kişi varlardı. Hz. Peygamber, bunların iç hallerini ve asıl niyetlerini Cenâb-ı Hakk’a havale ederek zahirî mazeretlerini kabul etti; onlarla musafahalaştı ve onlara istiğfarda bulundu. 13 Sıra bana gelmişti. Resûlüllah’a yaklaşıp selam verince kırgın ve kızgın bir şekilde tebessüm buyurdular ve: -Gel bakalım! dediler. Varıp önüne oturdum. Sordular: -Seni harpten geri bırakan sebep ne? Hazırlık yapıp binek almamış mı idin? -Almıştım, ya Resûlallah! Vallahi dünya ehlinden birinin huzurunda bu vaziyette bulunmuş olsaydım bir mazeret beyan eder kurtulurdum; az-çok söz söylemesini bilirim, ağzım laf yapar. Fakat şunu çok iyi biliyorum ki şimdi seni razı edecek bir yalan söylesem çok geçmeden Cenâb-ı Hak seni haberdar edecek ve ben suçlu düşeceğim; işin doğrusunu söylesem senin gazabına dûçar olacağım. Fakat bu durumda Allah’ın affını umuyorum. Hayır vallahi, beni bu gazveye katılmaktan engelleyecek hiçbir mazeretim yoktu ve bu geri kalışımdaki kadar hiçbir zaman refah ve bolluk içinde olmamıştım. Resûlüllah bunları dinledikten sonra: -İşte bu doğru söyledi, dediler ve Allah’ın hükmü gelinceye kadar kalk git! buyurdular. Ben huzurdan ayrıldım; Benû Selime’den de bir sürü adam peşime takıldı. Bana diyorlardı ki: -Vallahi, senin bu güne kadar bir günah işlediği bilmiyoruz. Diğer, harpten geri kalanların belirttikleri gibi bir mazeret beyanını beceremedin. Oysaki Resûlüllah’ın bu mazereti kabul ederek istiğfarda bulunuvermesi günahının affı için sana yeterdi. Bunu o kadar tekrarladırlar, o kadar ısrar ettiler ki bir ara “Tekrar Resûlüllah’ın huzuruna dönüp evvelki söylediklerimi yalanlayayım” diye düşündüm; sonra bunlara sordum: -Benim durumuma düşmüş başka kimse var mı? -Evet, iki kişi daha var. Onlar da aynen senin dediğin gibi dediler. Resûlüllah onlara da sana yaptığı muameleyi yaptı, cevabını alınca merakla sorumu tekrarladım: -Kim bu iki kişi? Dediler ki: -Mürâra b. er-Rabî ve Hilâl b. Ümeyye… Bunlar Bedir Gazvesi’ne katılmış, salih, örnek alınacak kimselerdi. Bunların adını duyunca yoluma devam ettim. Resûlüllah, Tebûk’e iştirakten geri kalan bu üçümüzle konuşmayı müslümanlara yasak etmişti. Bunun üzerine insanlar bizden çekilmeye ve yüz çevirmeye başladılar. O kadar ki sanki bu belde benim hiç tanımadığım, hiç bilmediğim bir yer oldu. Bu şekilde tam elli günümüz geçmiştir. Diğer iki arkadaşım insanlardan uzaklaşarak evlerine kapanmışlar, durmadan ağlıyorlardı. Ben ise oldukça genç ve kuvvetli idim; dışarı çıkıyor, müslümanlarla namazda hazır bulunuyor, çarşılarda dolaşıyordum. Fakat hiç kimse benimle konuşmuyordu. Namazlardan sonra Resûlüllah, ashâbıyla meclisinde otururken ben de huzura varır ve selam verirdim. “Acaba selamımı almak üzere Resûlüllah’ın dudakları kıpırdadı mı, kıpırdamadı mı?” diye 14 kendi kendime düşünür dururdum. Namaz kılacağımda Resûlüllah’a çok yakın bir yere durur, O’nun bakışına nail olmak için O’nu gözlerdim. Bazen ben namaza dalmışken O, bana bakıverir, fakat benim bunu fark ederek kendisine yöneldiğimi görünce bakışını çekiverirdi. İnsanların ortasında müthiş bir uzlet ile böylece günler sürüp giderken bir gün kendisini çok sevdiğim amcam oğlu Ebû Katâde’nin bahçesine gitmiştim. Duvardan atlayıp ona selam verdim; vallahi selamımı almadı. Dedim ki: -Ebû Katâde! Allah aşkına söyle, benim Allah’ı ve Resûlünü sevdiğimi bilmiyor musun? Cevap da vermedi. Allah’ın adını anarak tekrar sordum; yine susuyordu. Aynı şekilde Allah için söylemesini isteyince sadece: -Allah ve Resûlü bilir, deyiverdi, o kadar… Gözlerimden yaşlar boşandı, döndüm, duvardan atlayıp çıktım. Bir gün ben Medine pazarında dolaşırken Medine’ye satmak üzere yiyecek maddeleri getirmiş Şam’daki Nabatlılardan bir adam, -Ka’b b. Mâlik’i bana kim bulur? diye sesleniyordu. Adama oradakiler beni gösterince geldi ve Gassân hükümdarından bir mektup verdi. Mektubu açtım; şunlar yazılıydı: “Efendinin sana zulmettiğini öğrenmiş bulunuyorum. Allah, seni tahkir edildiğin ve kıymetinin bilinmediği bir beldede bırakmasın. Yanımıza gel, sana ikram ederiz.” Bunları okuyunca, “Bu da bir bela!...” deyip orada yanmakta olan bir tandıra mektubu tuttum ve atıp yaktım. Bu şekilde 50 günden 40’ı geçince Resûlüllah’ın habercisi geldi ve Resûlüllah’ın, eşimden ayrı durmamı emrettiğini iletti. -Boşayacak mıyım yoksa ne yapacağım? dedim. -Hayır, sadece ayrı duracak, yaklaşmayacaksın, diye cevap verdi. Hz. Peygamber diğer iki arkadaşıma da aynı şeyi emretmişti. Bunun üzerine eşime, annesinin babasının yanına gitmesini, Cenâb-ı Hak bu hususla ilgili hükmünü bildirinceye kadar onların yanında kalmasını söyledim. Hilâl b. Ümeyye’nin zevcesi, Resûlüllah’a gelerek: -Ya Resûlallah! Hilâl yaşlı bir ihtiyardır. Hizmetçisi falan da yok. Ona hizmet etmemde bir mahzur görür müsün? demiş, Hz. Peygamber de: -Hayır, bunun bir mahzuru yok; yalnız sana yaklaşmasın! buyurmuş. Kadıncağız ise: -Vallahi, onda buna güç nerede?! Bu iş başına geleliden beri gece-gündüz durmadan ağlıyor, demiş. Yakınlarımdan birisi: -Hilâl’in zevcesine izin verildiği gibi hizmetlerini yerine getirmesi için sen de gidip Resûlüllah’tan zevcen adına izin iste, dedi. Ben: -Vallahi,bu hususta Resûlüllah’tan izin istemeye katiyen gitmem. Ben gencim, kendi işimi kendim yaparım. Hem izin istesem, bakalım Resûlüllah ne 15 diyecek? diye bu teklifi reddettim. Bu hadiseden sonra da 10 gün geçti. Resûlüllah’ın bizimle konuşmayı yasakladığı andan itibaren 50. gün doluyordu. Bu 50. günün sabahında ben, evlerimizden birinin damında sabah namazını kılmıştım. Cenâb-ı Hakk’ın Kur’an-ı Kerim’de belirttiği üzere “ruhum sıkılmış ve olanca genişliğine rağmen koskoca yeryüzü başıma dar gelmiş”14 bir vaziyette otururken birdenbire Sel’ dağı üzerinden var gücüyle bağıran birinin sesini işittim: -Ey Ka’b b. Mâlik, müjde, müjde!... Kurtuluşa erdiğimizi anlayarak hemen secdeye kapandım. Peygamber Efendimiz sabah namazını kıldırdıktan sonra tevbemizin Allah tarafından kabul edildiğini ilan etmişti. Bunun üzerine bana ve arkadaşlarıma haberi müjdelemek üzere ashâb-ı kirâm koşuşmuşlardı. Benim için biri atını mahmuzlamış, Eslem’den biri de hemen tepeye tırmanarak oradan nida etmişti; tepeden ses, bana daha önce gelmişti. Bu sesin sahibi yanıma gelince müjdesine karşılık olarak üzerimdeki elbiselerimi çıkarıp ona verdim. Halbuki başka değiş elbisem de yoktu. Emanet bir elbise bulup hemen Resûlüllah’ın huzuruna yöneldim. Yolda insanlar grup grup beni karşılıyorlar, tebriklerde bulunuyorlar ve: -Ey Ka’b, Allah’ın tevbeni kabulü mübarek olsun! diyorlardı. Nihayet Mescid’e girdim. Hz. Peygamber, ashâbı arasında oturuyordu. Talha b. Ubeydullah kalktı, koşarak beni karşıladı, musafahada bulundu ve tebrikler sundu. Vallahi, muhacirûn’dan ondan başka beni karşılayan olmamıştı; Talha’nın bu davranışını ve nezaketini hiç unutmam. Resûlüllah’ın yanına varıp selam verince O, sevinçten yüzü parlayarak: -Annenin seni doğurduğu andan itibaren yaşadığın günlerin en hayırlısı sana müjdeler olsun! buyurdular. -Tarafınızdan mı, yoksa nezd-i ilâhîden mi ya Resûlallah? diye sordum. -Hayır, benden değil, Allah’tan, buyurdular. Peygamber Efendimiz sevindiği zaman yüzü, her zamankinden daha fazla aydınlanır, âdeta ay parçası gibi olurdu ve biz O’nun sevincini yüzünden anlardık. Huzurunda oturunca: -Ya Resûlallah, dedim, tevbemin kabulüne karşılık bütün varlığımı Allah ve Resûlü uğrunda tasadduk ediyorum. Fakat O: -Hayır, malının bir kısmını yanında bırak, böylesi daha hayırlıdır, dediler. Ben de Hayber’deki hissemi kendim için bırakacağımı söyledim ve ilave ettim: -Ya Resûlallah! Beni kurtuluşa erdiren şey, doğru sözlülüğüm ve samimiyetim oldu. Yaşadığım müddetçe de yalan söylememem, tevbemin kabulüne karşılık ahdim olsun.”15 İşte samimiyet ve işte samimiyetin sonucu… Allah’ın selamı, rahmeti, bereketi ve rızası hepisinin üzerine olsun! 16 DİPNOTLAR Buhârî, Îman, 42; Müslim, Îman, 95 Mesela bkz. Nevevî, Şerhu Sahîhi Müslim, Beyrut 1972, II, 37-40. Ayrıca bu hadisin anlamı ve yorumu için bkz. Ahmet Önkal, Rasûlüllah’ın İslâm’a Davet Metodu, 20. baskı, Konya 2011, s. 29-31 3 Âl-i İmrân 3/110 4 Bakara 2/143 5 Enfâl 8/74 6 Tevbe 9/100 7 Fetih 48/18 8 Fetih 48/29 9 Haşr 59/8-9 10 Buhârî, Fedâilü Ashâbi’n-Nebî , 1; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 211, 212 11 İbn Hanbel V, 350 12 İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Beyrut 1977, III, 30 13 Buhârî, Eymân, 3 14 Tevbe 9/118 15 Buhârî, Meğâzî, 79. 1 2 17 Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İMAN VE AMELDE SAMİMİYET Arapçada “saf ve hâlis olmak, her türlü şâibe ve karışıklıktan kurtulmak” anlamına gelen ihlâs, “h-l-s” kökünden türemiştir. “Hâlis” kelimesi ise anlam bakımından “sâfî” kelimesi gibidir. Hâlis denildiği zaman, sadece, içindeki yabancı unsurlardan temizlenen; “sâfî” denildiğinde ise, hem içindeki yabancı unsurlardan temizlenen, hem de içinde asla yabancı unsur barındırmayan şey akla gelir. Dini bir terim olarak ihlâs, iman ve ibadet gibi dini görevleri, insanların övme ve beğenmesini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin sırf Allah için yapmak demektir.1 İslam’da bu şekilde hareket edenlere “muhlis” denilir. Nitekim bir âyette: “Doğrusu o bizim samimi (muhlis) kullarımızdandır”2 buyrulur. Kur’an-ı Kerim’de geçen “hâlis ve ihlâs” sözcüğü; bir yere ait olma3, bir kenara çekilme4, dini salt Allah’a özgü kılma5 ve inanç boyutunda O’na gönülden samimiyetle bağlanma6 gibi anlamlarda kullanılmıştır. Bu sebeple bir rivayette Hz. Peygamber (a.s) ihlâsı, kalbin ameli olarak tanımlamıştır.7 Nasıl ki ameller, ihlâssız ve niyetsiz ibadete dönüşmezse, ihlâs ve niyetsiz bir amel de makbul olmaz. İslam’da ameller niyetlere göre değer kazanır.8 18 O halde ihlâs, insanı Allah’tan alıkoyacak her şeyden gönlü arındırmaktır.9 “İhlas Suresi”nde anlatıldığı gibi asıl ihlas, İslam’ın tevhid boyutunda ortaya çıkar. İtikadi alanda gerçek samimiyet; Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak ve kulluğu sadece O’na hasretmek şeklinde tezahür eder. Bu bağlamda Müslümanların imanda samimiyeti/ihlâsı, Yahudilerin iddia ettikleri gibi Allah’ı teşbihten, Hıristiyanların savundukları gibi üçlemeden uzak tutmakta ortaya çıkar. Aynı samimiyet, ibadetlerde de geçerlidir. İbadetleri ihlâsla yapmak Allah’ın kesin emridir: “Dini yalnız Allah’a has kılarak O’na kulluk etmek; namazı kılmak ve zekâtı vermekle emrolunmuşlardır.”10 İşte biz bu makalemizde iman ve amelde samimiyeti kur’an ve sünnetten hareketle anlatmaya çalışacağız: İMANDA SAMİMİYET İslâm Dini’ni bir binaya benzetecek olursak iman, bu binanın temellerini, ibadet o binanın katlarını ve çatısını, ihlâs ise harcını oluşturur. İnancın temeli, saf tevhid ile atılırsa, mecazi anlamda üzerine çıkılacak her bir kat hükmünde olan ibadetler de sahih ve makbul olur. Tevhid inancında samimi olmadan ibadet hayatında da samimi olunmaz. Tevhidde samimiyetin ilk mukaddimesi nefsimizi kötülüklerden arındırmaktır: “Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.”11 Ünlü İslâm bilgini İmam-ı Gazali’ye göre âyetlerde geçen tezkiye (arınma)12, insanın ilâhi bakışa mahal olan kalbini, tevhidi bozucu şirk, riya, nifak, süm’a (duyurma) gibi amel 13 ve hallerden temizlemesidir. İşte asıl itikatta halislik ve samimiyet budur. Biz gerçek ihlâs ve samimiyet örneğini peygamberlerin davetlerini toplumlarına açtıkları ilk ve temel başlangıç tebligatı olan kelime-i tevhidde görüyoruz. Çünkü kelime-i tevhide, kelime-i ihlâs denir.14Arapça ifadesiyle “Lâ ilâhe illallah (Allah’tan başka ilâh yoktur)” cümlesi, içinde hem reddi ve hem de tasdiki/isbatı barındırır. Lâ ilâhe derken, “lâ” edatıyla, bizi Allah’ı anmaktan ve O’na kulluktan alıkoyabilecek bütün sahte ilâhları reddediyoruz, sonra da istisna edatıyla sadece bir olan Allah’ın varlığını tasdik ve ispat etmiş oluyoruz. İşte Allah’ın risâlet göreviyle sorumlu tuttuğu bütün elçiler, iyi bir Müslüman olabilmenin ilk şartı olarak tevhidi bozacak olan; şirk, derin şüphe, küfür ve nifak gibi kötü hastalıkları temizlemekle davet çalışmalarına başlamışlardır. Ancak böyle bir arınma faaliyetinden sonra, saf katışıksız bir tevhid inancı insanın gönlünde, kafasında ve zihin dünyasında yer edebilir. Eğer bu ayırt edici farklılık algılanmazsa çoğu zaman, tevhidle şirki, imanla küfrü, hakla bâtılı, salahla fâsidi, marufla münkeri birbirine karıştırabiliriz. Gerçek anlamda iman edip de imanlarını şirke bulaştırmayanlar15 yaratanla yaratılan arasındaki küllî mesafeyi birbirinden ayırt edenlerdir. Bu sebeple kelime-i tevhidin olmazsa olmaz ilkeleri sağlam bilgi, kesin inanç, ihlâs, dürüstlük, ilahi sevgi, samimiyet, içtenlik ve Allah’a tam teslimiyettir. Her konuda olduğu gibi iman konusunda da Hz. Peygamber (a.s) sahâbîlerini eğitmiştir. Çünkü imanda samimiyet olmadan Allah katında 19 ibadetlerin bir değeri yoktur. Sahâbîden Ebû Vâkıdü’l-Leysî Hâris b. Mâlik anlatıyor: “Bir gün Hz. Peygamberle birlikte Huneyn’e giderken, yolda Zât-ı Envât denilen büyük bir sedir ağacına rastladık. Müşrikler, her yıl onun yanına varırlar, silahlarını dallarına asarlar, yanında kurban keserler ve bir gün itikâfa girerlerdi. Bizler de: “Yâ Rasûlallah! Zât-ı Envât gibi, bize de bir Zât-ı Envât tayin etseniz, olmaz mı?” deyince, Resûlullah (a.s): “Allâhu Ekber! Varlığım kudret elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki; siz de Hz. Musa’ya kavminin dedikleri gibi bir söz söylediniz! Onlar: “Ey Musa! Onların kendilerine ait ilahları (putları) olduğu gibi sen de bize ait bir ilah yapsana” dediler. Musa da: “Şüphesiz siz cahillik eden bir kavimsiniz, demişti.”16 Resûlullah sözlerine devamla, “işte sizler de sizden öncekilerin gittikleri yolu karış karış, adım adım izleyeceksiniz. Onlar, bir kertenkele deliğine girseler, sizler de onların peşine takılacaksınız” buyurmuştu.17 Bu rivayette geçen “zât-ı envât”, kendisine kudsiyet atfedilen bir ağaçtı. Allah’ın dışında kendilerine bir ilah yapılmasını isteyen Müslümanların bu isteğine karşılık Rasûlullah’ın tavrı, onları eğitmek suretiyle itikatlarını düzeltmek olmuştur. AMELDE SAMİMİYET İhlâs, sadece imanın değil, aynı zamanda ibadetlerin de ayrılmaz bir parçasıdır. İbadet, meşru bir çerçevede Allah’ı razı etme adına yapılan, ister bir şarta, bir vakte bağlı olsun isterse olmasın bir Müslüman’ın gündelik hayatında yaptığı her türlü meşrû faaliyetlerin ortak adıdır. İslam inancına göre Allah katında insanın yaptığı sâlih amellerin ve din hizmetlerinin makbul ve memdûh olmasının yolu ‘ihlâs’tan, yani, samimi dindarlıktan geçmektedir. Âhirette kurtuluşa erecek olanlar, inanç ve amelî hayatta yaşadıkları dini, salt Allah’a özgü kılanlardır. Kur’an’ın pek çok ayetinde ibadetlerde samimiyet vurgulanmıştır: “(Ey Resulüm!) De ki: Bana dini yalnız Allah’a has kılarak O’na ibadet etmem emredildi.”18 Amellerde samimiyeti en güzel anlatan rivayetler arasında “Mağara Hadis”i gelir. Bu rivayette Hz. Peygamber (a.s) mağarada kalan üç kişiden bahseder. “Bu üç kişi, yağmurlu bir günde yolculuk yapmaktadırlar ve yağmur iyice şiddetlenince, bir mağaraya sığınırlar. Mağaraya sığınan bu üç kişi, dağdan kopan büyük bir kaya parçası yuvarlanıp mağara çıkışını kapayınca oradan çıkamazlar. Bunun üzerine, sırayla Hak katında makbul olduğuna inandıkları bir ameli vesile kılarak Cenâb-ı Hak’tan kayanın yuvarlanıp gitmesini dilerler. Birinci şahıs şöyle der: “Benim yaşlı ebeveynim vardı. Ben onları çok kollar, akşam olunca onlardan önce ne ailemden ne de hayvanlarımdan hiçbirine yedirip içirmezdim. Bir gün ağaç arama işi beni uzaklara attı. Eve döndüğümde ikisi de uyumuştu. Onlar için sütlerini sağdım. Hâlâ uyumakta idiler. Onları uyandırmaya da kıyamadım. Geciktiğim için çocuklar ayaklarımın arasında kıvranıyorlardı. Ben ise süt kapları elimde, onların uyanmalarını bekliyordum. Derken şafak söktü. Uyandılar ve karınlarını doyurdum. “Allah’ım! Şayet bunu 20 Senin rızan için yapmışsam, yolumuzu kapayan şu taştan bizi kurtar!” Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir. İkinci şahıs ise, Allah’ım! Amcamın bir kızı vardı. Onu herkesten çok seviyordum. Ondan kâm almak istedim ama bana hiç yüz vermedi. Fakat bir kıtlık senesinde elime düştü. Ona kendini teslim etmesi karşılığında yüz yirmi dinar verdim, mecburen kabul etti. Ne var ki arzuma nail olacağım sırada, “Allah’tan kork da iffetime dokunma!” dedi. Ben de, o söz üzerine, insanlar arasında en çok sevdiğim kimse olduğu halde onu bıraktım, verdiğim parayı da geri almadım. “Allah’ım! Eğer bunu Senin rızan için yapmışsam, bizi bu sıkıntıdan kurtar!” diyerek iffetini muhafaza edişini makbul bir amel olarak Allah’a arz eder. Taş bir miktar açılır ama çıkacakları kadar değildir. Üçüncü şahıs da şöyle dua eder: Rabbim, yanımda bir işçi çalıştırdım. Diğer işçilerin ücretini verdiğim gibi, onun ücretini de ödemek istedim. Hâlbuki o, teklif ettiğim ücreti azımsadı ve ‘Ben bunu almam’ deyip gitti. Onunla bir koyuna anlaşmıştık. O gidince ben de koyunun ayrı üremesine zemin hazırladım. Seneler geçti ve bu bir tek koyun büyük bir sürü hâline geldi. Derken, bir gün bu adam kapımı çaldı ve benden hakkını istedi. Ben de o sürüyü göstererek, ‘İşte bunlar senin hakkındır’ dedim. ‘Ben fakir bir insanım, benimle alay etme!’ deyince; ‘Vallâhi, alay etmiyorum, alıp da götürmediğin o koyun işte bu hale geldi. Şimdi al götür.’ dedim. Sevine sevine bütün sürüyü alıp götürdü. “Rabbim, bunu ben Senin için yaptım. Eğer bu amelimden razıysan mağaranın ağzını aç!” Bu duadan sonra, amellerinde samimi oldukları için taş sonuna kadar kayar, mağaranın ağzı açılır ve hep beraber dışarıya çıkarlar ve kurtulurlar.19 Bilindiği gibi amellerde ihlâsın zıddı, riyâ/gösteriştir. Riyâ, dini uygulamalarda ortaya çıkar. Bu bağlamda riyâ, ahiret ameliyle dünyevi bir çıkar ve maksat gözetmek demektir. Âhiret amelinden gaye; söz, beden ve malla yapılan tüm ibadetlerdir. Allah adına yapılan ibadetlerin makbul olması, her türlü riya/gösteriş ve desinler düşüncesinden uzak, salt Allah’ı razı etme hedefine odaklanmaya bağlıdır. Biz Müslümanlar günde kırk defa bu gerçeği tekrar ederiz: “Yalnız sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.”20 Herhangi bir Müslüman namaz kılarken, zekât verirken, Kur’an okurken, bir yoksulu doyururken, kendisi için “Ne güzel namaz kılıyor, ne çok zekât veriyor, ne güzel Kur’an okuyor, maşallah bir de yoksulları doyuruyor” denilmesini aklından geçiriyor ve bunu hareket noktalarından biri olarak kabul ediyorsa riyaya, yani gösterişe düşmüş olur. Bu sebeple Hz. Peygamber (a.s) riyayı, “küçük şirk” kabul etmiş ve ümmeti hakkında en çok korktuğu şeylerden biri olduğunu söylemiştir.21 İslam’da ibadet, tapmak, boyun eğmek, itaat etmek” başka bir deyişle “zihnini, gönlünü ve tüm benliğini Yüce Allah’a teslim etmekle” yerine getirilir. Hiç kuşkusuz böyle bir kulluk sergileme, her insan için düşünülebilecek en büyük cömertlik, en büyük özveride bulunmadır. Böylesi bir teslimiyet, ancak 21 yüceler yücesi olan Allah’a yapılabilir. Kulluk sadece Allah rızası için ifa edilir. Eğer kulluk, sadece O’na sunulursa, sahibini, ulaşabileceği en yüksek noktaya yükseltir, eğer dünya menfaatiyle karışırsa sahibini aşağılara düşürür.22 Bir gün sahâbiden birisi, Hz. Muhammed (a.s)’a gelerek: “Ey Allah’ın Elçisi, ben Allah yolunda birçok savaşa katıldım. Gösterdiğim gayretin insanlar tarafından da söz ve davranış olarak takdir edilmesini istiyorum. Buna ne dersiniz? İsteğim ma’kul müdür?” diye sorunca, daha Hz. Peygamber cevap vermeye kalmadan şu âyetin indiği rivayet edilir: “Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa yararlı bir iş yapsın ve Rabbine ibadette kimseyi ortak koşmasın.”23 İşte ubudiyette tevhidin esası, böyle bir ihlâsa ve böyle bir samimiyete dayanır. Yine Ebû Hüreyre’den rivayet edilen bir başka hadiste de Resûl-i Ekrem (s.a.v) amellerdeki samimiyeti yok eden riya üzerinde durmuş ve bu konuda ümmetini sakındırmıştır: “Kıyamet gününde üç kişi ilk olarak sorguya çekileceklerdir: Bunlardan birisi, savaş esnasında ölen kimsedir. Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilmiş olan nimetleri önüne serer O da, bunlara nail olduğunu itiraf eder Bunun üzerine, Allah kendisine: “Bu sahip olduğun nimetler içerisinde ne yaptın?” diye sorar O da: “Senin yolunda şehîd oluncaya kadar savaştım”, cevabını verir Allahü Teâlâ: “Yalan söylüyorsun; sen «yiğit/cesur» desinler diye savaştın. Nitekim bu söz de söylenmiştir” buyurur. Sonra meleklerin kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır İkincisi, ilim tahsil edip başkasına da öğreten ve Kur’ân okuyan kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilmiş olan nimetleri bir bir sayar ve önüne serer O da bunları tasdik ve itiraf eder Ve Allah kendisine: “Bu eriştiğin nimetler karşılığında ne yaptın?” diye sorar O da: “İlim tahsil ettim, ilmi başkasına öğrettim ve senin rızan için Kur’ân okudum”, diye karşılık verir Bu cevap üzerine Allah kendisine: “Yalan söylüyorsun, sen ilmi, «âlim» desinler diye öğrendin Kur’ân’ı da «güzel Kur’ân okuyan kişi» desinler diye okudun. Nitekim bu söz de söylenmiştir” buyurur. Sonra meleklere kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır Üçüncüsü de, Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her çeşidini ihsan ettiği zengin kimse Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilen nimetleri karşısına çıkarır O da bütün bunların kendisine verildiğini kabul eder ve Allah (c.c) ona: “Şu nail olduğun nimetlerle ne yaptın?” diye sorar. O da: “Verilmesini istediğin ne kadar yer varsa, hep o yerlerde ve o yolda dağıttım” diye cevap verir. Allahü Teâlâ: “Yalan söylüyorsun Sen bütün bunları kendine «ne cömert adam!» dedirtmek için yaptın, bu söz de söylenmiştir” der, sonra meleklere onu almalarını emreder Ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır ”24 Bu uzun rivayetten anladığımız kadarıyla her üç kişinin böyle bir sonuçla karşılaşmaları, yaptıkları işlere gösteriş karıştırmalarından ve amellerinde samimi davranmadıklarından dolayıdır. İbadetlerde şekil boyutu kadar, samimiyet boyutu da önemlidir. Bunlardan birisi eksikse, ibadetlerden pozitif yönde beklenen ahlaki ve ruhsal değişim 22 gerçekleşemez. İbadet hayatının ruh ve manasını; iyi niyet, huşu, ihsan, ihlâs, takva ve her şeklin sembolik anlamını kavramak oluşturur. Bundan dolayı bir Müslümanın, ibadetle âdeti birbirinden ayırması gerekir. Bu da ancak doğru bilgi, sahih niyet ve samimi yönelişle olur. İbadetlerin ruhunu teşkil ve tahkim eden niyet, samimiyet ve ihlâs, bütün ibadetlerin iliğidir. Dolayısıyla, ibadetlerden elde edeceğimiz sevabı yok eden âdetleştirilmeye dayalı, gösterişçi ve ‘ desinler’ türü dindarlıklardan uzak durulmalıdır. “Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat ona sizin takvanız (Allah’a karşı gelmekten sakınmanız) ulaşır”25 âyetinde bu ihlâs durumu ve samimi dindarlığın nasıllığı vurgulanır. Yine Hz. Peygamber’den gelen: “Nice oruç tutanlar vardır ki, onların oruçtan payları sadece aç ve susuz kalmalarıdır”26 rivayeti de bu gerçeği vurgular. Yine bir başka rivayette ibadetlerin ruhunun samimi dindarlık olduğuna dikkatlerimiz çekilir. Bu konuda Hz. Peygamber (a.s) şöyle buyurmuşlardır: “Müflis bir adam, dünyada yaptığı bütün ibadetlerin sevabı ile kıyamet gününde Allah’ın huzuruna gelir. Bu adam dünyada birçok hayırlar, ibadetler yapmış olmakla birlikte başkalarına zulmetmiş, kimini dövmüş, kiminin gönlünü kırmış, şuna buna eliyle ve diliyle eziyet etmiş.. İşte hak sahiplerinin hepsi o adamın çevresine toplanacaklar, haklarını isteyecekler. “Bana dünyada iken şöyle yaptı, hakkımı al Ya Rab!” diye davacı olacaklar. Allah bunun hayır ve iyiliklerinden elde edilen sevapları davacılara dağıtacak fakat yine de onlara olan borcu kapanmayacaktır. Nihayet davacıların günahlarını bunun üzerine yükleyecek ve böylece onu cehenneme gönderecektir. İşte asıl iflas etmiş olan böyle bir adamdır.”27 Öte yandan, ne yazık ki günümüzde herşeyde var olan görsellik, hayatımızda korkunç bir hegomanya kurmuştur. Artık üretimin, tüketimin, eğitimin, ahlakın, siyasetin olduğu kadar ibadetin de görselliğin dünyası içinde yeniden üretildiği bir kültürel ortamda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda dindarlığın ve ibadetin klasik tanımının içerik olarak, anlam kaybına uğramaktan kurtulamadığını görüyoruz. Görsellik, egemen olduğu bir toplumsal hayatta din ve dindarlığa olan etkisini, Müslüman’ın dini faaliyetlerini belirgin şekilde formatlamak şeklinde göstermektedir. Gösteri toplumu, aynı zamanda “teşhirci” bir toplum olma özelliği taşır.28 Kur’an-ı Kerim’de geçen şu ayette, gösterişin ibadetlerdeki samimiyeti yok edip bitireceği çok güzel tasvir edilir: “Ey inananlar! Allah’a ve ahret gününe inanmayıp, insanlara gösteriş için malını sarfeden kimse gibi, sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın. Onun durumu, üzerinde toprak bulunan kayanın durumu gibidir, üzerine bol yağmur yağdığında onu cascavlak bırakır. Kazandıklarından hiçbir şey elde edemezler. Allah inkâr eden kimseleri doğru yola eriştirmez.”29 Dinimizde haram olarak kabul edilen gösteriş, salt ibadet alanıyla sınırlı kalmamış, Müslümanın yaptığı hizmetler de dâhil, hayatının her alanına yansıtılmıştır. Hz. Peygamber (a.s) böyle bir ameli Allah’ın kabul etmeyeceğini ifade ederek şöyle buyurur: “Her kim yaptığı bir hayrı/hizmeti (şöhret kazanmak için) halka (çeşitli vasıtalarla) duyurursa, Allah onu rezil ve rüsvay eder.”30 Bir başka rivayette de ibadetlerde samimiyetin ölçüsünün iyi niyet olduğuna işaret edilir: “Allah sizin dış görünüşünüze ve 23 mallarınıza bakmaz. Ama o sizin kalbinize ve işlerinize bakar.” 31 Görüldüğü gibi bu rivayetlerde de amellerin kabul edilme şartının samimiyet olduğu ifade edilmektedir. SONUÇ Netice itibariyle, iman ve amelde samimiyet gerçek kulluğun temel ilkesidir. Bu sebeple bir Müslüman’ın inanç, ibadet ve tüm amellerinde ihlas olmalıdır. İhlâslı olmayan bir faaliyette ve hizmette hayır yoktur. Allah’ın rızası, dini O’na has kılmada aranmalıdır. İşte o zaman, Yüce Allah ihlâsla yoğrulan dini hizmetlerimizi bereketlendirecek ve faaliyetlerimiz somut anlamda üretime dönüşecektir. Bu noktada Allah’ın rızasından başka bir rıza gözetilmeyen sâlih ameller, kişinin daha dünyada iken Sırat’ı geçmesine ve Cennete girmesine zemin hazırlayacaktır. KAYNAKÇA Ahmed b. Hanbel, Müsned, Beyrut: Müessesetu’r-Risâle, 1999. Aslan, Abdurrahman, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004. Buhârî, Ebu Abdillah Muhammed b. İsmail, Sahih, İstanbul, 1315. Ebu Davud, Müsned, thk. Muhammed b. ’Abdü’l-Muhsin et-Türkî, Mısır: Dâru Hicr, 1419/1999. Gazzâli, Ebû Hamid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988. Isfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221. İbn Mâce, Muhammed b. Yezid, Sünen, Kahire, ts. Müslim, Ebu’l-Huseyin el-Haccac, Sahih, Kahire, 1955. Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB Yayınları, 1976. Tirmizi, Ebu İsa Muhammed, Sünen, İstanbul, 1356. Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam İnanç Esasları, İstanbul, 1998 DİPNOTLAR 1 Bkz. Râgıb el-Isfehânî, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 221. 2 12/Yusuf 14. 3 6/En’âm 139. 4 12/Yusuf 80. 5 Bkz. 39/Zümer 2-3. 6 Bkz. 2/Bakara 139. 7 Bkz. Buhârî “İman” 39. 8 Bkz. Buhârî “İman” 22. 9 12/Yusuf 24. 10 98/Beyyine 5. 11 91/Şems 9-10. 12 Bkz. 2/Bakara 151; 62/Cuma 3. 13 Gazzali, Ebû Hâmid Muhammed, el-Erbaîn fi Usûli’d-Dîn, Beyrut, 1988, s.78. 14 Krş. Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 4. 15 Bkz. 6/En’âm 82. 16 7/Araf 138. 17 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 218. 18 39/Zümer 11.Bkz. 4/Nisa 146. 19 Buhârî “Enbiya” 50; “Edeb” 5; “Büyû” 98; Müslim “Zikir” 100; Ebu Davud “Büyu” 29. 20 1/Fatiha 4. 21 Bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 428-429. 22 Topaloğlu, Bekir-Y. Şevki Yavuz- İlyas Çelebi, İslam İnanç Esasları, İstanbul, 1998, s. 108. 23 18/Kehf 110. 24 Müslim “İmare” 152. 25 22/Hac 37. 26 İbn Mâce “Sıyâm” 21. 27 Müslim “Birr” 60; Tirmizi “Kıyamet” 2. 28 Aslan, Abdurrahman, Yeni Bir Anlam Arayışı, Van, 2004, s. 52. 29 2/Bakara 264. 30 Nevevî, Muhyiddin, Riyâzü’s-Sâlihin, terc. H.H. Erdem, Ankara: DİB yayınları, 1976, III, 190. 31 Müslim “Birr” 33; İbn Mâce “Zühd” 9. 24 Prof. Dr. Ahmet YAMAN Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi SAMİMİYET SINAVI Temîm ed-Dârî’nin (r.a.) rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: “Din samimiyetle bağlanmaktır.” Biz, “Kime (samimiyetle bağlanmaktır)?” diye sorduk. Efendimiz buyurdular ki: “Allah’a, onun kitabına, peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün Müslümanlara.”1 Bu hadis-i şerif, dinin başka bir şey değil ancak samimiyet ve içtenlik olduğunu ortaya koymaktadır. Zira mübteda (ed-dîn) ve haberin (en-nasîha) her ikisinin de ma’rife olması “kasr” ve “hasr” yani özgüleme ifade eder. Dolayısıyla hadisimiz, Müslümanın temel özelliğinin samimiyet olduğunu ve bu özelliğin beş aşamada somutlaşacağını ifade ediyor. Bir başka deyişle Müslümanın gireceği samimiyet sınavının beş aşamalı olduğunu söylüyor. Samimiyet sınavının ilk aşamasında Yüce Allah’a olan hayırhahlığımız ölçülüyor. Yani kulluk görevimizi ne kadar ve ne kıvamda yapabildiğimiz. Bu noktada durup Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında, kulluğumuzun genel 25 anlamda “ibadet” kelimesiyle karşılandığı görülür. İbadet, geniş anlamda “Yüce Allah’ın kudreti önünde baş eğip, ona karşı isyan etmemek ve tam bir teslimiyetle ona boyun eğerek emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından uzak durmak suretiyle onun hoşnutluğunu kazanmak için çabalamak” şeklinde tanımlanmıştır.2 Allah’a gönülden inanan insanlarla birlikte evrendeki bütün varlıklar, şu ayet-i kerimelerin bildirdiğine göre öncelikle bu anlamda ibadet etmektedirler: “Yedi gök, yer ve onların içinde yer alan her şey onu tesbih ederler/onun sınırsız kudret ve yüceliğini anarlar; Her şey onu hamd ile tesbih eder. Ancak, siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”3, “Göklerde ve yerde olanların, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanların ve insanların birçoğunun Allah’a secde ettiklerini görmüyor musun?...”4 Bunların yanında “Allah için nasihat”in başka bir boyutu da dini sadece O’na özgülemek yani şirkten, aracıdan, riyadan bütünüyle soyutlanarak sadece O’na yönelip O’ndan istemektir. “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka veliler/dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeyler konusunda aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve nankör olanları doğru yola iletmez.”5; “(Allah) göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbidir. Öyleyse, ona ibadet et ve ona kullukta devamlı ve sebatlı ol! Hiç, ismi onunla birlikte anılmaya değer bir başkasını tanıyor musun?”6. Allah için sevmek, yine Allah için buğzetmek, ona gönülden itaat edenlere yardımcı olmak, onun yolundan sapanlarla mücadele etmek, din-i mübîn-i İslam’ın izzeti için beden ve mal ile gayret sarfetmek, sürekli şükür hâlinde olmak ve ma’rufu yani akl-ı selim ile şer-i şerife uygun olanı tavsiye edip münkerden sakındırmak da Yüce Allah’a yönelik samimiyetimizin göstergesi olacaktır.7 Sınavın ikinci aşamasında Allah’ın kitabı olan Kur’an-ı Kerim’e yönelik samimiyetimiz sınanmaktadır. Kuşku yok ki ilk görev, onun bir harfinin bile değişmeden ve eksilmeden elimize ulaştığına iman etmektir. Ardından içeriğinin, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in beyan ettiği ve sahabe-i kiramın algıladığı ve uyguladığı anlam ve biçimiyle evrensel ve sürekli olduğunu kabul etmektir. Böyle olunca Kur’an, belli bir tarihe ve topluma hapsedilmeyecek, aksine hem lafzıyla hem de manasıyla bütün zaman ve mekânlarda hükümfermâ olacaktır. “Andolsun, biz onlara, bilerek açıkladığımız bir kitabı, inanan bir toplum için bir yol gösterici ve rahmet olarak getirdik.”8, “Biz Kur’an’dan inananlara şifa ve rahmet olarak şeyler indiriyoruz. O, haksızlık yapanların ise sadece kaybını artırır.”9 ayetleri, onun amacını ve bir hidayet kaynağı olarak mahiyetini belirlerken, “Ey insanlar! Rabbinizden size bir öğüt, gönüllerde olana bir şifa, inananlara bir rehber ve rahmet gelmiştir.”10, “Bu Kur’an, 26 âlemler için ancak bir öğüttür. Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra mutlaka öğreneceksiniz.”11, “Bu Kur’an, insanlar için besâir/gerçeği gösteren deliller konumundadır ve kesin olarak inanan bir toplum için de bir hidayet ve bir rahmettir.”12 ayetleri, onun bu niteliğinin evrensel ve tarihüstü olduğunu göstermektedir. Öyleyse “Kur’an okunduğu zaman ona kulak verin ve susun ki, merhamet olunasınız.”13 Kur’an’ı böyle kabul ettikten sonra Müslümanın önüne, ona yönelik samimiyetinin gerçek olup olmadığının deneneceği somut bir durum gelir. Acaba Müslüman, onu bir bütün hâlinde mi benimsemekte ve uygulamaktadır; yoksa parçalamakta ve bir kısmını benimseyip diğer kısmını hayatıyla ve düşüncesiyle uyumlu görmeyip rafa mı kaldırmaktadır? Daha açık ifadesiyle acaba Kur’an’ı, ister bireysel ister toplumsal boyutlu olsun hayatın her anına ve durumuna, tenzîl edildiği anlamıyla hitap eden bir ilahî buyruk olarak mı görmekte, yoksa onu, kendi heveslerini ya da düşüncelerini her daim onaylatacağı bir noter mi zannetmektedir? Şu ayet-i kerimeler ilahî vahyin ve tabiatıyla Kur’an-ı Kerim’in bir bütün olarak kabul edileceğini ve her türlü sübjektif yorumun ötesinde tenzîl edildiği anlamıyla yani sahabe-i kiram (r.a.)’ın Hz. Peygamber (s.a.s.)’den aktardığı anlam çerçevesiyle hayatı kuşattığına inanmak gerektiğini açıkça belirtmektedir: “Yoksa siz ilahî kelâmın bir kısmına inanıyor, diğer kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Öyleyse bilin ki, içinizden böyle yapanların karşılığı, bu dünya hayatında zilletten ve kıyamet günü en acıklı azaba uğratılmaktan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.”14; “Onlar, (bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr ederek) Kur’an’ı da parça parça edenlerdir. Rabbine and olsun, onların hepsine yapmakta olduklarını mutlaka soracağız. Şimdi sen, sana emrolunanı açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.”15; “Rabbinin kitabından sana vahyedileni oku! Onun kelimelerini değiştirecek hiçbir kimse yoktur. Ondan başka asla bir sığınak da bulamazsın.”16; “Aralarında, Allah’ın indirdiği ile hükmet! Onların arzularına uyma ve Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından (Kur’an’ın bazı hükümlerinden) seni uzaklaştırmalarından sakın! Eğer yüz çevirirlerse, bil ki şüphesiz Allah, bazı günahları sebebiyle onları bir musibete çarptırmak istiyor. Zaten insanların birçoğu Allah’ın emrinin dışına çıkmış durumdadır.”17; “Eğer senin bu çağrına da kulak vermiyorlarsa, artık bil ki, onlar sadece hevâlarının (nefsî istek ve çıkarlarının) peşindedirler. Allah’tan bir yol gösterme olmaksızın, kendi nefsinin arzusuna uyandan daha sapık kim olabilir ki? Gerçek şu ki, Allah zulmü kendine yol edinen toplumu doğru yola eriştirmez.”18 Samimiyet sınavının üçüncü aşaması, Hâtemü’l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)’ya gösterilecek hayırhahlıktır. Onun sadece son peygamber olduğunu tasdik etmek ve tebliğ-beyan görevini kusursuz yaptığını teslim etmekle ona olan samimiyetimiz ölçülmüş olmaz. Asıl samimiyet, onu hayat 27 rehberi olarak görmek ve buyruklarını tam bir teslimiyetle yerine getirmeye azmetmekle gösterilebilir. “Andolsun, sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.”19; “De ki, ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın’…”20; “Hayır! Rabbine andolsun ki onlar, aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme içlerinde hiç bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe iman etmiş olmazlar.”21 Bu temel duyarlılığın yanında Hz. Peygamber (s.a.s.)’in ahlakıyla ahlaklanmak, ismi her anıldığında salât ü selâm ile mukabelede bulunmak, ehl-i beyti yani eşleri ve çocuklarıyla birlikte bütün ashabına saygı gösterip onları sevmek, ashab-ı kirama dil uzatanlara engel olmak, onun sünnet-i seniyyesine karşılık bid’at çıkaranlarla mücadele etmek, sünnetini ihya etmek, davetini elden geldiğince etrafa yaymak gibi tutum ve eylemler de ona olan hayırhahlığın gereği olarak sıralanmıştır. Hatta bunların yolu ilim tahsilinden geçtiği ve âlimler de peygamberlerin vârisleri olduğu için hem öğrenirken hem öğretirken ilme saygılı olmak ve âlimleri baş tacı etmek bile Resûl-i Ekrem’e olan samimiyetin ölçüsü olarak tespit edilmiştir.22 Müslümanların yöneticilerine karşı hayır murat etmek de samimiyet sınavının bir başka aşamasıdır. Hayır muradının ilk ayağını, meşru otoriteye saygı duyup itaat etmek oluşturur. “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygamber’e itaat edin ve sizden olan yöneticilere de…”23 ayeti, bunun gerekliliğini vurgulamaktadır. Esasen Müslüman toplumun her düzeydeki yöneticileri “Onlar (ortak meselelerini) aralarında danışma ile karara bağlarlar”24 ilahî irşadınca, o toplumun genel onayıyla işbaşına gelirler. Yönetim görevini üstlenenler de görevlerini bir emanet duyarlılığında adaletle yürütmelidirler: “Allah, size, emanetleri (kamu görevlerini ve yönetimini, sorumluluk gerektiren meseleleri) mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Doğrusu Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”25 Mezkûr yolla ve donanımla göreve gelen yöneticiler de Allah’ın buyrukları doğrultusunda hareket ederler: “Onlar öyle kimselerdir ki, şayet kendilerine yeryüzünde imkân ve iktidar versek, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin sonucu Allah’a aittir.”26 İşte bu nitelikleri hâiz kamu yöneticilerine itaat etmek, arkalarında namaz kılmak, verdikleri görevleri hakkıyla yerine getirmek, Allah yolunda beraberce mücadele etmek, kamu görevlerinin yürütülmesinde onlara yardım etmek ve haklarında hayır murat edip dua etmek de onlara yönelik samimiyetin gereğidir. Yazımızın mihverini teşkil eden hadisimize göre samimiyet sınavının son aşamasında bütün Müslümanlara olan hayırhahlık yer almaktadır. Uzak-yakın, Arap-acem, yaşlı-genç, kadın-erkek ayırımı yapmadan bütün Müslümanların 28 samimiyetle iyiliğini istemek ve onların yararı için çaba sarfetmek, aslında bir iman borcu olarak da karşımıza çıkmaktadır. Çokça bilinen, “Sizden hiçbiriniz kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe olgun mümin olamaz”27 hadisi yanında Cerîr b. Abdillah (r.a.)’ın verdiği şu haber, bu iman borcuna işaret etmektedir: “Ben Resûlullah’a, namazı dosdoğru kılmak, zekât vermek ve her bir Müslümanın samimiyetle hayrını istemek üzere bey’at ettim.”28 Müslümana hayırhahlık, onun selamını almayı, davetine icabet etmeyi, kusurunu görmemeyi, ayıbını örtmeyi, bağışlanması için niyazda bulunmayı, zor durumunda yardım etmeyi, kendisine iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoymayı, gıybetini etmemeyi, ona haksızlık yapmamayı, malını, canını ve namusunu tıpkı kendisininki gibi korumayı, onu düşmana teslim etmemeyi, onun bulunmadığı yerde hakkını savunmayı, hakkında hayır dua etmeyi, küçümsememeyi, iyi komşu olmayı, hastalandığında ziyaret etmeyi, cenazesine katılmayı vb. erdemleri gerektirir. Bu sayılanların her biri ve daha birçoğu Resûl-i Ekrem’in (s.a.) ayrı ayrı hadislerine dayanmaktadır. Onun, iki elinin parmaklarını birbirine kenetleyerek sarfettiği şu mübarek sözü, Müslümanların kendi aralarındaki hayırhahlıklarının hangi motivasyona dayandığını göstermeye yeterlidir: “Müminin mümine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binalar gibidir.”29 Keza “Müminler birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamet etmede ve birbirlerine şefkat gösterip korumada tek bir beden gibidir. O bedenin bir organı (bir mümin) acı çektiği zaman, bedenin diğer organları (müminler) da uykusuz kalıp acı çekerler.”30 Müslümanın samimiyetinin ve kardeşine olan hayırhahlığının günümüzde en çok muhtaç olduğumuz bir alan olan ekonomik ilişkilerdeki yansımasına dair hisse dolu bir örneği burada paylaşalım: Sahabe-i kiramdan Cerîr b. Abdillah (r.a.), kendisine bir at satın alması için hizmetçisini pazara gönderir. Hizmetçisi üç yüz dirheme bir at alır ve ödemeyi yapması için sahibiyle birlikte Cerîr’e gelir. Atı çok beğenen Cerîr, sahibine “Senin bu atın üç yüz dirhemden fazla eder. Onu dört yüze satar mısın?” der. Atın sahibi “Sen bilirsin” deyince Cerîr bu defa, atın aslında daha fazla edeceğini söyleyerek beş yüz dirheme satıp satmayacağını sorar. Aynı cevabı alınca “Senin atın bundan daha fazla eder” diyerek tekrar yüz dirhem daha artırır. Sonuçta atın fiyatı sekiz yüz dirheme kadar çıkar ve Cerîr, hizmetçisinin üç yüz dirheme pazarlık yaptığı atı sekiz yüz dirheme satın alır. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulunca da “Çünkü ben, Allah Resûlü’ne (s.a.s), her Müslümana sadakatle davranacağımı beyan ettim” cevabını verir.31 Gerçekten de güzide sahabî Cerîr (r.a.), bu ibretlik davranışıyla, vaktiyle Hz. Peygamber’e verdiği “Her Müslümana samimi davranıp sadakatle yaklaşacağı sözünü”32 tutmuş olduğunu göstermiştir. Sözümüzü, yazı boyunca işaret edilegelen samimiyet sınavında bizlere yardımcı olacak hikmet dolu cümlelerle sonlandıralım. Tâbiînden Ebû Utbe 29 Abbâd b. Abbâd el-Havvâs eş-Şâmî diyor ki: “Allah’tan korkun! Çünkü sizler, verânın (günahtan kaçınmanın) zayıfladığı, huşûnun azaldığı; ilmin, onu bozanların eline düştüğü bir zamanda yaşıyorsunuz. Böyleleri, ilmi taşıyan/doğruyu bulup gösteren kimseler olarak tanınmak isterler, onu zayi eden kimseler olarak anılmaktan da hoşlanmazlar. Bunlar izledikleri yanlış yöntemler sebebiyle ilmin içine soktukları hatalar dolayısıyla hevâlarından konuşurlar. Kelimeleri/hükümleri, aslî-doğru anlamlarından çıkarırlar ve kendi yaptıkları bâtıl yorumlarla uyumlu hâle getirip tahrif ederler. Bu sebeple onların günahları, bağışlanmayacak günahlar, kusurları da üstlenilemeyecek kusurlardır. Yol gösterici kimse şaşırırsa, yol gösterici ve irşad edici arayan kimse doğru yolu nasıl bulabilir ki? Kardeşlerinizde onlara yakıştıramadığınız şeyler görürseniz siz önce kendinize bakın. Rabbinize karşı hayırhah, kardeşlerinize karşı da merhametli olun. Başkalarının kusurlarından çok kendi kusurlarınızla ilgilenin. Birbirinizden nasihat (hayırhahlık) istemeyi ve birbirinize vermeyi esirgemeyin. Size bu nasihati (tavsiyeyi, irşadı, düzeltmeyi) yapan kişi sizin yanınızda çok değerli ve saygın olsun. Nitekim Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle demiştir: “Bana kusurlarımı hediye eden kimseye Allah merhametiyle muamele etsin!.”33 *** DİPNOTLAR 1 Buharî, İman, 42; Müslim, İman, 95. 2 Tehânevî (Tânevî), Keşşâfu ıstılâhâti’l-fünûn ve’l-ulûm, Beyrut 1996, II, 1161. 3 İsrâ, 17/44 4 Hac, 22/18; bk. Ra’d, 13/15; Rahmân, 55/6. 5 Zümer, 39/3. 6 Meryem, 19/65. 7 Nevevî, Sahîhu Müslim bi şerhi’n-Nevevî, Kahire 1929, II, 38; Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercüme ve Şerhi, İstanbul 1977, I, 300. 8 A’râf, 7/52. 9 İsrâ, 17/82. 10 Yûnus, 10/57. 11 Sâd, 38/87-88; bk. Kalem, 68/52. 12 Câsiye, 45/20. 13 A’râf, 7/204. 14 Bakara, 2/85. 15 Hicr, 15//91-94. 16 Kehf, 18/27. 17 Mâide, 5/49. 18 Kasas, 28/50. 19 Ahzâb, 33/21. 20 Âl-i İmrân, 3/31. 21 Nisâ, 4/65. 22 Nevevî, age. II, 38; Davudoğlu, age., I, 300. 23 Nisâ, 4/59. 24 Şûrâ, 42/38; bk. Âl-i İmrân, 3/159. 25 Nisâ, 4/58. 26 Hac, 22/41. 27 Buharî, İman, 7; Müslim, İman, 71-72; Tirmizî, Kıyamet, 59; Nesâî, İman, 19, 33. 28 Buharî, Mevâkîtu’s-salât, 3; bk. Müslim, İman, 97-99. 29 Buharî, Salât, 88; Mezâlim 5; Müslim, Bir, 65. 30 Buharî, Edeb, 27; Müslim, Bir ve Sıla, 66. 31 İbn Hazm, el-Muhallâ, Mısır 1350, VIII, 440-441. 32 Müslim, İman, 97-99. 33 Dârimî, Mukaddime, 57. 30 Prof. Dr. Ali AKPINAR Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı İHLÂS VE SAMİMİYET İhlâs, saf, arı duru, katkısız ve katıksız olmak demektir. Terim olarak ihlâs, kulun gönül, beyin, dil ve diğer organlarıyla yaptığı eylemlerinde yalnızca Allah’ın rızasını gözetmesidir. Gerçek anlamda Allah’a kulluk da budur. Bunun için Yüce Allah’ı en anlamlı bir şekilde anlatan ve Kur’ân’ın üçte birine denk sayılan Kur’ân suresinin adı İhlâs suresi olmuştur. Gönlün Allah’ın olması, O’nun sevgisi ve sevdasıyla dolmasıdır. Gönlünde ihlâs yer eden kimsenin iç dünyasında, Allah’ın ölçülerine aykırı olan sevgilere, kin ve nefretlere yer yoktur artık.Beynini Allah’a teslim eden kimse, yalnızca Allah’ın ölçüleri doğrultusunda düşünecek ve düşünceler üretecektir.Dili Allah’a ait olan ise her zaman ve her şartta hakkı söyleyecek; diline yalan gıybet gibi şeyleri almayacaktır.Tüm organları Allah’a teslim olmuş olan kimse, bütün organlarıyla yalnızca Allah’ın ölçüleri doğrultusunda hareket edecektir. Kur’ân’ın bizden istediği de budur:Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih/iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.1 Böyle bir kimse Allah için yaşayacak ve Allah için can verecektir. 31 Tıpkı şu ayette buyrulduğu üzere: Şüphesiz benim namazım, kurbanım/malî ibadetlerim, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.2Zaten namazı Allah için olan kimsenin, malî ibadetleri de Allah için olur. Bedenî ve malî ibadetleri Allah için olan kimse, Allah için yaşıyor demektir. Allah için yaşayan, Allah’ın ölçüleri doğrultusunda bir hayat sürenin ise, ölümü de Allah için olacak demektir. Bu konuda Hz. Ali şöyle diyerek gerçek kulluğun başka bir deyişle ihlâslı olmanın tanımını yapar: Cennet arzusu ile ibadet tüccarın ibadeti, cehennem korkusu ile ibadet kölelerin ibadeti, Allah için ibadet ise gerçek hürlerin ibadetidir.Fudayl b. Iyaz da şöyle der:İnsanlar için ameli terk etmek riya, insanlar için amel etmek şirktir. İhlâs ise, bu ikisinden uzak kalmaktır. İslam, ihlâs ve samimiyet dinidir. Pek çok ayette dinin yalnızca Allah’a has kılınması ve dinde samimiyete vurgu yapılır: Öyle ise dini Allah için halis kılarak O’na kulluk et. Dikkat edin, halis din Allah’ındır.3Dini Yüce Allah’a has kılmak, yalnızca O’nun rızasını kazanmak için dine girmek, samimiyetle inanmak ve inancın gereği sâlih amelleri yapmaktır. Ayette geçen hâlis din ifadesi, herhangi bir şirk şaibesinden uzak din demektir. Cennetlikler anlatılırken de şöyle buyrulur: Ancak tevbe edenler, nefislerini ıslah edenler, Allah’ın Kitap’ına sarılanlar ve dinlerine Allah için candan bağlananlar müstesnadır. Onlar inananlarla beraberdirler. Allah müminlere büyük ecir verecektir.4 Kur’ân kulluk ve ibadette olduğu gibi duada da ihlâslı olmayı emreder: Dinde samimi olarak O’na yalvarın.5Burada istenen samimiyet de yine yalnızca Yüce Allah’a dua etmek, O’ndan isterken başka şeyleri aracı kılmamak ve Allah’ın dinini O’ndan öğrenip O’nun için yaşamaktır. Kur’ân, inançta, ibadette, ahlakta ve muamelatta hep Allah için, O’nun hoşnutluğunu kazanmak için hareket edilmesini ister. Yüce Yaratıcıya gerçekten Ma’bûd olduğu için inanmak ve ibadet etmek, ahlakî değerleri ve davranışları O’nun rızasına nail olmak için yerine getirmektir, insanlardan istenen. Onun için ibadetlere, niyet ettim Allah rızası için cümlesi damga vurur. Zira Allah için olmayan bir inanç, ibadet ve amelin Allah katında bir değeri yoktur. Bunun için inkârcıların, gerçek anlamda Allah’a inanmayan münafıkların ve Allah’a inandıklarını söyledikleri halde O’na başka şeyleri ortak tutan müşriklerin yaptıkları ameller boşa gidecektir. O ameller, onlara dünyada bir takım menfaatler kazandırsa bile, ahirette onlara herhangi bir sevab/karşılık verilmeyecektir. Kim imanı inkâr ederse, şüphesiz amelleri boşa gider. O, ahirette de kaybedenlerdendir.6Eger Allah’a ortak koşarlarsa amelleri boşa çıkar.7İşte ahirette onlara ateşten başka bir şey yoktur. İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten yapmakta oldukları da batıldır.8Onlar, dünya ve ahirette işleri boşa çıkacak olanlardır. Onların hiç yardımcıları da yoktur.9Bunların amellerinin boşa gitmesi, hem İslam aleyhine yaptıkları sonuçsuz kalacak, 32 hem de yaptıkları bir takım iyiliklerin karşılığında onlara ahrette bir şey verilmeyecektir, şeklinde açıklanmıştır. İhlâs Şeytanlara Karşı En Güçlü Silahtır: İhlâs, hem cehennem azabına karşı hem de şeytana ve onun aldatıcı oyunlarına karşı en güçlü kalkandır. Zira şeytan ancak ihlâslı kullara söz geçiremez: İblis dedi ki: Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım.10Samimi kullarımın üzerinde senin bir nüfuzun olamaz.11İnsanın kadîm düşmanı şeytan, aslında Yüce Allah’ın varlığını kabul eder. Ancak o, kibri sebebiyle O’na başkaldırmıştır ve insanları O’nun yolundan alıkoymak ve uzaklaştırmak için çırpınıp durmaktadır. Yani şeytan, tevhid ve ihlâstan uzaklaşmıştır. Dolayısıyla onunla baş edebilmek için, tevhid ve ihlâs silahı ile kuşanmak gerekir. Zira tevhid ve ihlâsı kuşanamayanların gönül ve düşünce dünyalarında boşluklar, zafiyetler olacak; şeytan da bu boşluklardan sızıp onları baştan çıkaracak, doğru yoldan saptıracaktır. İnsanlığın örnekleri peygamberler Kur’ân’da şöyle tanımlanırlar: Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakup’u da an. Biz onları ahiret yurdunu düşünen, içten bağlı kimseler kıldık. Doğrusu onlar katımızda seçkin, iyi kimselerdendirler.12Evet, o seçkin kullar iman ve itaatte güçlü, ilim ve irfanda basiret sahibi kimselerdi. Onlar bu özellikleriyle Yüce Allah’ın sadık ve gözde kulları olmayı hak etmişlerdi. Yüce Allah da onları seçkin kılmış, onları sırf hayır adamları kılmıştır. Aslında ayet, peygamberlerin üzerinden, ihlâslı olmanın yolunu da bizlere göstermektedir: Önce güçlü bir iman ve taate sahip olmak, ardından basiret sahibi olmak, bütün bunları ahiret yurdunu gözeterek yapmak ve nihayet ihlâsa ermek. Yani önce ihlâsı hak etmek gerekmektedir. İhlâs Dersiyle Hayata Merhaba Demek: Kültürümüzde ilk eğitim ihlâs dersiyle başlar. Şöyle ki eskiden bizim medreselerimizde yeni tahsile başlayan çocuklarımıza şu cümleler ezberletilirdi: İnsanlar helak oldu, âlimler hariç. Âlimler de helak oldu, ilmiyle amel edenler hariç. Onlar da helak oldu, ihlâslı olanlar hariç.İhlâslılar da büyük tehlikelerle karşı karşıyadır.Bu cümlelerde ihlâsa ermek için ilim sahibi olmanın, ilmiyle amel etmenin ve bunu içtenlikle yapmanın gereğine vurgu yapılmaktadır. Demek ki ilimsiz ve amelsiz ihlâsa erilemez. İlim ve amelden sonra elde edilecek ihlâs yolu da tehlikelerle doludur. Şöyle ki, ihlâs yolunda, kişiyi ihlâstan alıkoyacak ins ve cin şeytanları pusuda beklemektedir. İhlâslı inanca şirk şaibeleri bulaştırmak isteyen, ihlâsla başlanan bir amele riya karıştırmak isteyen şeytanlar beklemektedir. Hemen arkasından ihlâsla yapılan amellerden elde edilen sevapları silecek günahlara çağıran davetçiler gelecektir. Onun için Allah için bu ameli işlemeye diyerek yola çıkan mümin, amelinde ihlâsı ne kadar muhafaza edip etmediği endişesi içerisindedir. Nitekim bir ayette şöyle buyrulmuştur: Onlar ki Rablerine saygıdan titrerler. 33 Ve onlar ki Rablerinin ayetlerine inanırlar. Ve onlar ki Rablerine ortak koşmazlar. Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler. İşte onlar, hayır işlerine koşarlar ve onlar hayır için önde giderler.13Ayetler indiğinde Hz. Âişe, peygamberimize şu soruyu yöneltir: Ey Allah’ın Rasülü, bunlar günah işledikleri için mi korku içerisindedirler? Soruya peygamberimizin cevabı şöyle olur: Hayır, aksine onlar kabul edilip edilmeme endişesi içerisinde namaz kılan, oruç tutan ve infakta bulunan müminlerdir!14 Yine Allah için amel edenlerin anlatıldığı bir ayette şöyle buyrulmuştur: Onlar içleri çektiği halde, yiyeceği, sevgiyle, yoksula, öksüze ve esire yedirirler. Biz sizi ancak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimizden korkarız derler.15Demek ki Allah için olmak, yaptığı iyiliğe karşılık bir teşekkür bile beklememek ve yaptığının karşılığını yalnızca Allah’tan beklemektir. Yazımıza nasıl ihlâslı olunur, sorusuna cevap vererek son verelim: Her şeyden önce Yüce Allah’ı tanımakla, O’na kul olduğumuzun bilincinde olmakla, O’nun için, O’nun Rızasını kazanmak için çalışmakla ihlâsa ulaşılır. Yapıp ettiklerimizi Allah rızasına uygun yapmak için de sürekli, ben kim için ve ne için bu işi yapıyorum, benim bu işten beklentim nedir,sorularıyla kendimizi test etmemiz gerekmektedir. İhlâsı ve ihlâsla yapılan amelleri korumak için gayret etmek de işin başka bir yönüdür. DİPNOTLAR 3 4 5 6 7 8 9 18 Kehf 110. 6 Enâm 162. 39 Zümer 2-3. Ayrıca bkz. 2 Bakara 139, 39 Zümer 11, 14. 4 Nisâ 146. 7 A’râf 29, 10 Yunus 22, 29 Zümer 65, 31Lokman 32, 40 Mümin 14, 65; 98 Beyyine 5. 5 Maide 5. 6 Enâm 88. 11 Hûd 16. 3 Âlu Imran 22; 9 Tevbe 69. 10 38 Sâd 83. 11 15 Hıcr 40 12 38 Sâd 45-47. 13 23 Müminûn 57-61. 14 İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, s, 896. 15 76 İnsan 8-10. 1 2 34 Prof.Dr. M. Ali KAPAR N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN SAMİMİYET ÖRNEKLERİ Samimiyet, riya ve menfaat karışmadan içten, kalpten, art niyetsiz olarak, herhangi bir dünyevi beklenti içinde olunmadan yapılan davranışlardır. Samimiyet kavramı bu anlamda bir çok davranışı içine almaktadır. Nitekim mütevazılık, doğruluk, ahde vefâ, vefakârlık, fedakârlık, diğergamlık ve hasbilik samimiyet kavramı içinde değerlendirilmelidir. Hz. Peygamber’in samimiyetini, örneklendirecek olursak; zikredilen kavramlar altında Rasûlüllah bütün Müslümanlar için Üsve-i Hasene (en güzel örnek) dir.1 O’nun emir ve nehiy olarak getirdiklerini hayatımızda harfi’yen uygulamak, bizim için dini bir görevdir. O’na itaat Allah’a itaatten sonra gelir. Dolayısıyla Allah’a itaat Peygamber’e itaat etmekle mümkündür. O’nun sevmek ve O’nun da bizi sevmesini sağlamak, O’na tabi olmakla mümkündür. Ayrıca Cenâb-ı Hak ayetlerinde Hz. Peygamber’in özellikleriyle ilgili olarak; “Kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan sizi kötülüklerden arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip, bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik” buyurmuştur.2 “And olsun ki, kendi içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir 35 ki, sizin sıkıntıya düşmeniz O’na ağır gelir. O, size düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir” 3 “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yüzlü olsaydın, onlar senin etrafından dağılıp giderlerdi” 4 buyurmuştur. Risalet öncesi el-Emin olarak isimlendirilen Hz. Peygamber, her konuda dosdoğru olmuş, doğruluğu tavsiye etmiş, inananları yalandan uzaklaştırmıştır. Yine O, doğruluğun iyiliğe iyiliğin de cennete götüreceğini söylemiştir.5 Nitekim Ebû Cehil, Nadr b. Hâris ve Ebû Süfyân gibi müşrikler Hz. Peygamber’i asla yalanlayamamışlardır. 6 Külfette en önde ve nimette en arkada olmayı prensip edinen Hz. Peygamber, ashabını Medine’ye hicret ettirmeden kendisi hicret etmemiştir. Özellikle Medine’de fakir bir kimse gibi yaşamış, kendisine yapılan ikramları başta Suffe Ehli olmak üzere, diğer Müslümanlarla paylaşmıştır. Nitekim Rasulüllah kendisine gelen yiyecek ve giyecek türünden hediyeleri ihtiyaç sahibi Müslümanlara vererek, kendisinden çok onların rahat ve huzurunu istemiştir. Ömrünün sonuna kadar mütevazı bir hayat süren Hz. Peygamber’in yemesi, içmesi, giymesi, oturduğu ev ve döşemesi son derece sade idi. İki ay üst üste evinde ateş yanmayan Hz. Peygamber’in devamlı yiyeceği hurma ve su olmuş, buğday ekmeği bulmuşsa katık aramamış, ikram edilen sirkeyi en önemli katık olarak değerlendirmiştir. Hz. Peygamber ashabını çok sever, onların sevinç ve kederine iştirak eder, sahabe onunla rahat konuşur, taleplerini her zaman dile getirirdi.7 Onun ashabına olan düşkünlüğünün bir sonucu olarak, onların yokluğunu sorar, hastaları ziyaret eder, yaralıları tedavi ederdi. Nitekim Hendek’te yaralanan Sa’d b. Muâz’ın tedavisi ile bizzat meşgul olmuştur. Hz. Peygamber, Hz. Hatice’nin vefatından sonra, onun kendisine yaptığı hizmet ve fedakârlığı asla unutmamış, ölümünden sonra, Hz. Hatice’nin dostlarına, kestiği kurbanlardan göndermiş ve hatta bu durum Hz. Aişe’nin kıskançlığına bile sebep olmuştur.8 Yine Hz. Peygamber’in çocukluğundan itibaren büyütülmesinde ve hizmetinde bulunan Ümmü Eymen’i ziyaret etmeyi ihmal etmemiş, hatta daha sonra Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer de bu ziyareti yerine getirmişlerdir. 9 Fıtrata uygun olmayan yaşantı ve talepleri kabul etmeyen Hz. Peygamber bilhassa ibadet konusunda aşırılıklardan uzak durmayı tavsiye etmiş ve bu konuda kendi yaşayışını örnek göstermiştir.10 Nitekim Osman b. Maz’ûn’un evlenmeme teklifini kabul etmemiş11 gündüzleri çalışıp geceleri ibadet için uyumayan Havla bint Tuveyt’e “Takat getireceğiniz işleri yapın” tavsiyesinde bulunmuştur. 12 Ashabına çok değer Hz. Peygamber bir kimsenin başkası tarafından renk, şekil veya kabilesi gündeme getirilerek küçümsenmesini uygun görmemiştir. 36 Nitekim Ebû Zer el Ğıfârî’nin Hz. Bilâl el-Habeşî’ye “Siyahi ananın oğlu” demesini eleştirmiş ve bunun bir cahiliye anlayışı olduğunu ifade ederek, bu davranıştan uzaklaşmasını istemiştir.13 Yine azadlısı Zeyd b. Harise’yi Hz. Peygamber seriyye kumandanı olarak tayin edince, onun belki de bir azadlı olduğunu bahane ederek sahabeden bazıları onun komutanlıktan alınarak bir başkasının komutan yapılmasını istemişler, ancak Hz. Peygamber onların bu teklifini kabul etmemiştir. Hatta bir müddet sonra Hz. Peygamber’in tayin ettiği Üsame’nin komutanlığına da itirazda bulunulması üzerine Rasulüllah; “Vaktiyle babasına da aynı itirazda bulunmuştunuz” diyerek bu teklifi yapanların taleplerini kabul etmeyerek hem Zeyd’in hem de Üsame’nin itibarını korumuştur. 14 Hz. Peygamber ashabının hatalarını asla yüzlerine vurmamış, genellikle toplu uyarıda bulunarak, “Bazılarınıza ne oluyor da, şöyle şöyle yapıyor” demiştir.15 Ashabına olan samimiyet ve muhabbetini “Ashabıma sövmeyin. Allah’a yemin olsun ki, biriniz Uhud Dağı kadar altın infak etse, onların bir ölçeğine veya yarısına erişemez”16, “Yıldızlar sema için, ben ashabım için, ashabım da ümmetim için bir emniyettir”17 sözleriyle dile getirmiştir. Hiçbir giyeceği iki olmayan Hz. Peygamber, ev olarak çok küçük bir odada kalmış, odanın içindeki döşeme de sadece hasır, içi hurma lifi ile dolu bir yatak, yastık ve minderden ibaret olmuştur. Gününü üçe ayıran Hz. Peygamber üçte birlik kısmını Allah’a ibadet, üçte birlik kısmını kendisine ve evine hizmet, üçte birlik kısmını da ashabı için ayırmıştır. Hatta kendisi için ayırdığı kısmı zaman zaman ashabına tahsis etmiştir. Ashabını çok seven Hz. Peygamber, onları incitmemek için elinden gelen çabayı göstermiş, ashabından ve çevresinden gelen olumsuz davranışları hoşgörü ile karşılayarak olumlu hale getirmiştir. Hz. Peygamber Allah’ın Rasûlü olarak vahyin gelmediği konularda özellikle Müslümanların problemlerinin çözümlemesinde istişareyi ön planda tutarak ashabının görüşlerini almayı asla ihmal etmemiştir. Nitekim Hz. Peygamber, Bedir Savaşında ordunun durduğu yerin değiştirilmesini öneren Hubâb b. Münzir’in görüşünü benimsemiştir.18 Rasulüllah kadınlara iltifat eder, geçerken onları selamlar, çocukları öper, okşar, şakalaşır ve hastalandıklarında ziyaretlerine giderdi. Hz. Peygamber risaletinin ilk gününde Hıra’dan döndüğü zaman içinde bulunduğu durumdan endişe etmesi üzerine eşi Hz. Hatice “Sen yakınlarına yardım eder, aileni korur, hayatını şerefinle kazanır, başkalarına doğru yolu gösterir, yetimleri korur, sözün doğrusunu söyler, emanete riayet edersin” diyerek Efendimizi teselli etmiştir. İnsanlar arasında fark görülmesini istemeyen Hz. Peygamber, huzuruna gelen bir gencin titremesi üzerine “Korkma! Rahat ol. Ben kral değilim. Ben kuru ekmek yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum” buyurmuştur. Hatta güneşten 37 korunmak amacıyla üzerinin gölgelenmesine bile asla izin vermemiştir. Hz. Peygamber’e saygısından ve hürmetinden dolayı secde etmek için izin isteyen Kays b. Sa’d’a Rasulüllah; “Bunu yapmayın” diyerek izin vermemiş. 19 Ahde vefa konusunda İslam öncesi dönemde bile asla vefasızlık yapmamıştır. Nitekim, Abdullah b. Ebi’l-Hamsâ şöyle anlatır: “Peygamber gönderilmeden önce Rasulüllah ile bir alışverişte bulundum.Yaptığım Alışverişten dolayı O’na vereceğim vardı. Vermem gerekeni bulunacağı yere getireceğime söz vermiştim. Ben bu sözümü iki gün unuttum ve üçüncü gün gittiğimde O’nu yerinde buldum.20 İnsanları hidayete erdirmede sebatı ve dava konusundaki gayret ve samimiyeti konusunda amcası Ebu Talib’in davet konusundaki uyarısına üzerine; “Sağ elime güneşi, sol elime de ayı koysalar yine de bu davadan vazgeçmem” demiştir. Hz. Peygamber çocukları sever, okşar, öperdi. Onlara karşı şefkat ve merhameti o kadar ileri seviyede idi ki, bir gün Akra b. Hâbis’in; “Benim on çocuğum var fakat onların hiçbirisini öpmem” demesi üzerine Rasulüllah; “Allah senin kalbinden merhameti kaldırmışsa ben ne yapayım” demiş ve “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” buyurmuştur. 21 Uhud harbinde dişi kırılan ve yüzünden yaralanan Rasulüllah’a ashabı; “Müşrikler için beddua etmelerini istemiş, ancak Rasulüllah; “Ben lanetleyici olarak değil, davetçi ve rahmet olarak gönderildim” buyurmuştur. Enes b. Malik; “Hz. Peygamber’e on yıl hizmet ettim, bir gün bana ne kötü bir laf söyledi, ne tokat attı, ne azarlayıp kovdu, ne ekşi yüz gösterdi, ne de yapmadığım bir işten dolayı niçin yapmadın dedi” buyurmuştur. 22 Hz. Peygamber; “İman etmedikçe cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de gerçekten iman etmiş olmazsınız” 23 diyerek İslam kardeşliğinin önemine işaret etmiş ve “Allah’ın kulları arasında öyle mü’minler vardır ki, onlar Peygamber ve Şehit olmadıkları halde onları Peygamber ve Şehitler ilgi ile izlerler” buyurmuştur. Sahabe; “Kimler Ya Rasûlallah?” deyince Rasûlüllah; “Birbirini seven mü’minlerdir” cevabını vermiştir. 24 Huneyn Savaşı’ndan sonra bir gün Ebû Mahzûra adındaki genç, Hz. Peygamber’in müezzininin okuduğu ezanı arkadaşları ile birlikte alay ederek okumaya başlar. Hz. Peygamber ezan sonrası onlara haber göndererek içinden duyduğu güzel sesli kişiyi tespit etmek ister. Onlar da Ebû Mahzûra’yı gösterirler. Ebû Mahzûra Hz. Peygamber’in yanına giderek O’nun yanında ezan okur ve Rasulüllah çok beğenir. Daha sonra Ebû Mahzûra Mekke’de müezzin olarak ezan okumak için izin istemiş 25 ve böylece Hz. Peygamber’in müezzinleri arasına katılmıştır. Bu konudaki örnekleri çoğaltmamız mümkündür. Sonuç olarak ifade etmek 38 isteriz ki; Hz. Peygamber, en yakın çevresi olan eşleri, çocukları, torunları ve yakın akrabaları başta olmak üzere özellikle ashabıyla olan ilişkilerinde samimiyetten asla ayrılmamıştır. Her türlü fedakarlığa katlanarak, onlara sabır ve af ile muamele etmiş, onları Üsve-i Hasene sıfatıyla İslâm ahlâkı üzere yetiştirmiş ve onları yeni bir örnek toplum haline getirmiştir. DİPNOTLAR 1 Ahzâb 33: 21. 2 Bakara 2: 151. 3 Tevbe 9: 128. 4 Al-i İmrân 3: 159. 5 Buharî, Edeb, 69. 6 İbn Hanbel, I/262. 7 Müslim, Ideyn,16. 8 Buhârî, Edeb, 23. 9 Müslim, F. Sahâbe,103. 10 Buhârî, Nikâh, 1. 11 Müslim, Nikâh, 8. 12 Buhârî, Savm, 49, 52. 13 Buhârî, Edeb, 44. 14 Buhârî, Fedâilü Ashabi’n- Nebi, 17. 15 Ebû Davûd, Edeb, 6. 16 Müslim, F. Sahâbe, 221, 222. 17 Müslim, F. Sahâbe, 207. 18 İbn Sa’d, et-Tabakât, II/15. 19 İbn Hanbel, IV/ 381. 20 İbn Sa’d, et-Tabakât,VII/ 59. 21 Buhârî, Edeb, 18. 22 Müslim, Fedâil, 51, 54. 23 Müslim, İmân, 93. 24 Ebu Davud, Büyû’ 78. 25 İbn Hanbel III/ 409; İbn Mâce, Ezân, 2. 39 Prof. Dr. Hülya KÜÇÜK N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi TASAVVUF LİTERATÜRÜNDE KULLUKTA SAMİMİYET/ İHLAS VE SIDK (SULTAN VELED’İN İNTİHÂNÂME’Sİ ÖRNEĞİ) Kullukta samimiyet, yapılan ibadetin sadece ve sadece Allah için yapılmasıdır. Kur’an-ı Kerîm’in insandan istediği de budur. Nitekim Allahu Taâlā şöyle buyurur: “Dikkat edniz! Hâlis din Allah’ındır.” (Zümer 39/3). Bu âyet, ihlası tanımlar gibidir. İhlas, yapılan işin/fiilin, yaratıkların mülâhazasından/ yaptığın iş hakkında ne düşündüklerini merak etmekten temizlemektir. Hatta “ihlas, şahısların mülahazalarından/görüşlerinden sakınmaktır” denmesi de mümkündür. 1 Rasulullah’a (a.s.) ihlasın ne olduğu sorulduğunda, O: “Cebrail’e ihlasın ne olduğunu sordum. O da: Rabbime ihlasın ne olduğunu sordum. Bana şöyle dedi” diye başlayan müselsel bir hadiste2 Rasulullah, ihlasın ne olduğunu şöyle açıklar: Sırlarımdan bir sırdır ki, kullarımdan sevdiklerimin kalbine koyarım.” İhlas ve sıdk/ samimiyet o kadar gizlidir ki, sahibi bile göremez. Bu sebeple ibadette ihlas ve sıdk /samimiyet iddia edenin ihlas ve sıdkı ihlasa muhtaç hale gelir. 3 İhlâsa riâyet etmeyen, Allah’ın kulu üzerindeki en öncelikli hakkına riâyet etmemiş olur. Hâris el-Muhasibî’nin (v. 243/ 857) 40 de belirttiği gibi, ihlas ve samimiyetten uzak olma, öyle büyük bir derttir ki, nefsin istemediği şeyleri (ihlassızlık korkusuyla yapmazsan), hemen hemen dininin hepsini bırakman gerekir. İhlası yerine getirmenin ilk şartı, ihlası yerine getirmeye niyet etmektir. Niyet, ya Allah’ın (a.c.) vereceği sevaba erişmektir ya da dünyayı istemektir. Yani ya sevabına ermek ve Allah’ın (a.c.) rızasını kazanmak için namaz kılıyordur, ya da (insanların) övgü ve senasını almak için. İşte bu, niyettir. Birşeyi Allah (a.c.) için yapmaya niyet, o işte sadece Allah’ın (a.c.) vereceği sevabı isteyip başka hiçbir şey istememektir. “Ben, ihlas sahibi olarak namaz kılan, oruç tutan, her işinde Allaha (a.c.) itaat eden birisi olmak istiyorum. (Ne yapmalıyım?)” diyene şu cevap verilebilir: “Bu iki şekilde olur: Birincisi: İhlaslı olmaya ve yaptığın herşeyi Allah (a.c.) için yapmaya niyet edersin. Gece kalkıp namaz kılmaya, gününü oruçlu olarak geçirmeğe ve herhangi bir ma’siyetle karşı karşıya geldiğinde, ondan, “ Allah’tan (a.c.) korktuğun için” kaçmaya niyet edersin. Senin niyyetini oluşturan bu istek, Allah’ı (a.c.) istemektir. İkincisi: İhlası yerine getirmediğin halde, ihlaslı olmak; oruçlu olmadığın halde oruç tutmak; namaz kılmaya üşendiğin veya dünyayla meşgul olmayı tercih ettiğin halde, namaz kılmak; nefsin , tevbeye yanaşmadığı halde, Allah’tan (a.c.) korktuğun için ma’siyetleri bırakmak istemendir. İşte bu istek de “birşeyi sevmeye niyet” tir.4 Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin (v. 672/1283) oğlu ve Mevleviliğin tarîkat olarak kurucusu olan Sultan Veled (v. 712/1312) de İntihânâme’sinde sık sık ihlas ve sıdk konusuyla ilgili açıklamalar yapar ve neden ibadetlerin temeli olduğunu izah eder. İntihânâme, Sultan Veled’in halka ve mürîdlerine vaazlarını ve öğütlerini içeren bir eseridir. Zaman zaman Mevlânâ ve hem-demleri/ etrafındaki akrân ve müridleri hakkında da kısa bilgiler verir. 1946 yılında Niğdeli İbrahim Hakkı Eroğlu (v. 1955) tarafından yapılmış olan Osmanlıca bir tercümesine dayanılarak bu satırların yazarı tarafından hazırlanarak modern okuyucuya sunulmuştur. Tercüme, edebî bir manzum metin oluşturmaktan çok uzak olsa da, manzumların aslını içermesi açısından yeterli görülebilir. 5 Aşağıda sunacağımız metinler bu çalışmadan alınmadır. Bunları şöyle sıralamak mümkündür: 1) Ona göre, din, ihlâstan ibârettir. Dînin taâmı zikirdir, namâzdır, Hakk’a ihlâs ile kulluk etmektir. Şüphesizdir ki dîn bu türlü gıdâlarla beslenirse büyür, kuvvetlenir, sâhibini enbiyâ ve evliyâ âlemine eriştirir ve onların esrârına mahrem kılar. Kur’ân-ı Kerîm’de: «من يطيع هللا والرسول فاولئك مع الذين أنعم هللا عليهم من النبيين والصديقين 6 »والشهداء والصالحين وحسن اولئك رفيقا buyrulmuştur. Meâli kerîmi: “Allah’a ve Rasûle itâat eden kimseler, Allah’ın in‘âmına mazhar olan nebîler, sıddikler, şehidler ve sâlihlerle beraber 41 haşrolunurlar. Onlar ne güzel arkadaşlardır. ” Bu mânâyı îzâh eden başka bir misâl: Zâhiren otlarda, ilaçlarda, müshil hablarında kabz, def‘-i safra ve def‘-i balğam gibi hâssâlardan biri mahsûs değildir. Her ilacın hâssa ve te’sîri tecrübe ile anlaşıldı. Meselâ şarâbın serhoş edeceğini kim bilirdi. Tecrübe ile anlaşıldı ki onlar ne vakit tenâvül edilirse aynı hâssiyetleri gösteriyor. Henüz malûm olmayan hâssiyetler de zaman geçtikçe meydana çıkar. Arpa, buğday, ekmek, ağaç yetiştirmek hep tecrübe mahsûlüdür. Hak Taâlâ Hazretleri zikirde, namâzda, tâatte, ihlâsla yapılan hayrât ve hasenâtta da bir takım hâssiyetler koymuştur. Ezcümle, fenâ bulmaz bekâya mazhar olursun. Zulmetin nûr olur. Hak’la kāim olursun. İbâdetle husûle gelen devlet ve saâdeti yüzbin sene şerhetsem başa çıkmaz. لو كان البحر مدادا 7“ Enbiyâ, evliyâ ve mü’minlere de bu ve emsâli devlet, tecrübe ile hâsıl olmuştur. Bunu anlamak akıl ile kābil değildir; tecrübe ile hâsıldır. Tâlii mes‘ûd olanlar tecrübe ile hâsıl ettiler, halka haber verdiler. Ne mutlu o cana ki o haberi kabul ederek amel-i sâlih ile meşgûl oldu. 2) Sultan Veled’e göre ihlâs, kavlin/sözün, fiilin/yapılan herşeyin Allah için olmasıdır: Kavlin, fiilin Hak rızası için olursa, ihlâsına riyâ yol bulamaz. Cân cihânında muhakkak zengin, Hak yanında makbûl ve mahbûb olursun. Hakk’ın yanında korkulardan emîn olarak ebedî cennette mukîm olursun. O gülşende hiç diken göremezsin. O şarâbın neş’esinin hımârı yoktur. 3) Sultan Veled ibadette zâhire çok önem vermenin, zâhire ve görünüşe takılıp bâtın/kalp ve niyetlerin ihmal edilmesinin ihlassızlık olduğunu söyler: Eğer namâzın bu noktasına (zâhirî şekline) kanâat edersen, riyâ için yapıyorsun demektir, ihlâsla değil. Sonunda o namâz sana soğuk gelmeye başlar. Bu dünyâdan müflis ve mağbûn olarak ayrılırsın. 4) Sultan Veled, ihlas ve sıdka varmak için nefisten vazgeçmek gerektiğini söyler. Kitaptaki otuz yedinci Makāle’de Sultan Veled bunu şöyle ifade eder: İnsanlardaki nefs-i emmâre, öyle bir ejderhadır ki bütün âlemleri yenmiş ve yenmektedir. Kuvvetçe saman çöpü kadar zayıf olan insan, dağ gibi kavî nefisle nasıl başa çıkabilir? Öyleyse Hak’tan yardım istemelidir ki ال حول و ال قوة إال باهلل العلي العظیم Yâni Kâfir nefsi, mağlûb edersek ancak Hakk’ın kuvvetiyle edebiliriz, 42 kendi kuvvetimizle değil. Hakîkat gözüyle bakılacak olursa, beş vakit namâzı duâdır: “Ya Rabbi bize yardım eyle de düşman nefsi kahre muktedir olabilelim” mânâsı tazammun eder. Eğer duâ ihlâs ve sıdkla olursa, rahmet deryâsı coşar ve muhlis bendelere yardım eder, Hakk’ın inâyetiyle nefs düşmanı mağlûb ve makhûr olur. Nasıl ki enbiyâ ve evliyâ mağlûb etmişlerdir. Nefse galebe edemeyenler varsa sebebi şudur: Duâlarında hulûs yoktur. Başka bir yerde Sultan Veled şöyle te’yid eder bu fikirlerini: Nefsin hevâ ve heveslerinden geç, yüzünü ondan mirâz tarafına çevir. Bu dünyânın hevesleri bütün rehzendir; aldatmak, mekr ve hîle yapmak husûsunda kadın gibidir. Her hevesin derin (kurnazca) bir mekri, bir hilesi vardır. Her dânesinin altında müthiş bir tuzak saklıdır. Ey oğul! Senin yolunu bağlamışlardır ki seni o güzellikten, o zînetten geri bırakalar. Bu hevesler birer şeytana benzer; senin gibi yüz binlerce insanın yolunu kesmişlerdir. Haydi! Sıdk ve ihlâs kılıcıyla boyunlarını devir ki kadın gibi onların altında kalmayasın. Mü’minlerin harbi böyle düşmanlarla olur. Onlara bu düşmanların kanı, şekerden tatlı gelir. Her birinin katliyle bir mükâfata erer. Yeni yeni zindelik ve hayâta kavuşur. Her birinin katlinde yüzlerce hayât vardır. Öyle hayâtlar ki hastalıktan ve ölümden uzaktırlar. Cenkte her şerden bir sır edin! Tâ ki derûnunla tortusu sâf şarap olsun. 5) Sultan Veled’in İntihânâme’sine göre Yukarıda söylenenlerin tersi de doğrudur. Yani ihlas ve sıdka varmak için nefisten vazgeçmek gerektiği gibi, nefsin hastalıklarının çaresi de ihlas ve sıdk ile yapılan ibadettir. Bu hastalığın ilacı, oruçla namâzdır (ibâdettir). Fakat sıdk ve ihlâsla olan oruç ve namâz… Tâ ki bu hastalık senden zâil ola. Çünkü hastalık ârızî olursa zâil olur (tedavisi mümkün olur). Eğer dünyâda hastalığın nâsūr ise (müzminleşmişse) senden ümidi kesmek lâzımdır. O ders Allah’ın lütfundan başka bir şeyle geçmez. Çünkü kolayca ve 43 çarçabuk geçer bir hastalık değildir. Hak Taâlâ bâriz bir kudret göstermelidir ki toprak altına tahavvül edebilsin. 6) Sultan Veled’e göre ihlaslı olmak için evliyayla birlikte olmak gerekir: Herkes kendi kendine çalışsa ve san‘atı elde etse de onun san‘atı mükemmel olmaz (ölçümlükte kalır). Dünyâda hiçbir kimse üstâda hizmet etmeden kendi kendine san‘at elde edemez. Şu halde eğer sen de ihlâs ile Hakk’a tâlib isen, evliyâdan başkasına iltifât etme. Tâ ki bu benlikten kurtularak Hakk’a vâsıl olasın, iyilik ve kötülük tuzağından kurtulasın. İyi ile kötü iki zıddır. Halbuki orada zıd yoktur. O taraf zıdd ve nidden müberrâdır. 7) İntihânâme’ye göre bunun tersi de mümkündür. Yani ihlas ve sıdk için evliyaya yakın olmak gerektiği gibi, evliyaya yakın olmak için de ihlas ve sıdk gereklidir. İmanı olan şahıs, îmân ve itikādı ihlâsa mukārin olursa, evliyâya erişir. Hak Taâlâ Kur’ân-ı Mecid’inde : 8 »«ألحقنا بهم ذريتهم buyurdu. İman oldukça mü’min maksûduna erer. Esas îmândır. Esas oldukça mü’minin yeri dâima yüksektedir, yerde kalmaz. Eğer îmânı amele de makrûn olursa, melekler gibi yedinci kat semânın üstünde uçar. Doğru itikād Hudâ’nın manzûrudur. Öyle olan gökten Hakk’ın nûru hiç uzaklaşır mı? Şeksiz itikād Hakk’ın mir’âtıdır. O Kerîm kendi yüzünü o aynada seyreder. Binâenaleyh o ayna onun mâşûkudur ki kendi cemâlini onda temâşâ ediyor. Dervişi herkese tercîh ettiği, dâima kendisi taleb ettiği cihetledir. 8) Sultan Veled’e göre, ihlas: Vuslatı getirir Rıhlet zamanında Hak Taâlâ Hazretleri onlara yakînen görünmüştür. Çünkü dîn yolunda ihlâs ile yürümüşlerdir. Ama vâsıllar, ki onlar nâdirdir, mücâhedesiz ilim ve kemâle ererler. 44 9) Sultan Velede göre, bu kadar önemli bir özellik olan ihlas ve sıdkın bulunmadığı kişiler, şeytan gibi ezelde şaki olanlardır: Taklide müstenid olursa ve halk arasında şuyû‘ bularak “işim ileri gitsin” gibi bir garaza mübteni olursa, Mâdemki sıdk ve yakîne mukārin/birlikte olmuyor, ihlâs ve aşktan neş’et etmiyor, Muhakkak o perde arkasında mahbûs kalır; o cihetten ona bir fütûhât olmaz. Onun rûhu inkâr mâdeninden demek olur. Çünkü îmânı, ezelden beri kālıp ve sahtedir. Hak Taâlâ Hazretleri iblis hakkında buyuruyor ki: “ O îmânsız şimdi kâfir olmuş değildir”. O, kadîmden beri merdûd idi. Ondan dolayı rahmetimden hiç korku duymadı. Ben onu ezelden şakî yarattım. Onun zâtı ademde iken fenâ idi. Öyleyse ihlas ve sıdkın, ibadetin özü olma ve kişinin hem bu dünyada hem de öbür dünyada mutluluğunu sağlama hususiyeti vardır ve bu haliyle dinin onun üzerine kurulu olduğunu göz önünde tutmak gerekir. Aslında sıdkı elde etmenin en kısa ve pratik yolu “bizi Allah’ın her an görüp gözetmekte olduğunu” düşünmektir, yanî Cibril hadîsinde belirtilen: “Sen onu görmesen de o seni görmekteymiş gibi kulluk etmektir.”9 DİPNOTLAR Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâle, ed. M. Zurayk ve A.A. Baltacı, Beyrut 1413/1993, 207. Aynı söz veya hareketin bütün rivayet edenlerce tekrar edildiği hadislere müselsel hadis denir. 3 el-Kuşeyrî, er-Risâle, 208. 4 Haris el-Muhâsibî, er-Riâye, tahkîk: Abdulkadir Ahmed Ata, Daru’l-Kütübi’l- Hayriyye, 4. baskı, s. 246vd. 5 Bkz. Hülya Küçük, Tercüme-i İntihânâme-i Sultan Veled, Konya 2012 6 Nisa: 4/69 7 “Deniz mürekkep olsaydı…”: Lokman 31/27. 8 “…. Biz , onların zürriyyetlerini de kendilerine kattık”: Tûr 52/21. 9 Buhârî, İman, 37. 1 2 45 Prof. Dr. Adil YAVUZ N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi MÜSLÜMANLIĞIN ÖZÜ, SAMİMİYETTİR Rabbimizin “ben sizin rabbiniz değil miyim? (sorusuna) karşılık söylenen Kâlû belâ (bilakis sen bizim Rabbimizsin)” ikrarıyla başlamıştı1 insanoğlunun serüveni. Söz verilmişti verilmesine ama bu iş, sözle kalmayacaktı. Verilen sözün ardında durulması, samimiyetin ispatı gerekiyordu. Yani imtihan ve sınanma ile bu samimiyet test edilecekti. Bu imtihan öncesinde de AllahuTeala, gerçekten onlara lütufta bulunmuş ve yarattıklarının birçoğundan üstün kılmıştı.2 Her şeyi yoktan var eden Allah, “yeryüzünde bir halife yaratacağım”3 buyurmuştu. Hilafet sadece bir yetki değil aynı zamanda bir mesuliyetti, yerine getirilmesi gereken görevler ve sorumluluklar demekti. “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de, onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan (kabul edip) yüklendi. Şüphesiz o, çok zalimdir, çok cahildir”4 ayetiyle bu sorumluluk alanının nirengi noktası vurgulanmıştı. İnsanlık tarihinin ilk samimiyet imtihanı, ilk insan ve ilk Peygamber Hz. Adem ve eşi Hz. Havva ile başlamıştı. AllahuTealâ şöyle buyurmuştu: “Dedik ki: Ey Adem! Sen ve eşin Cennet’e yerleşin. Ondan dilediğiniz yerde bol 46 bol yeyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”5 Allah’a karşı samimiyetlerinin bir gereği olarak bu uyarıya uymaları gereken Adem (as) ve eşi Havva’yı şeytan aldatıp, ayaklarını kaydırmış, bunun neticesinde de ebedi nimet yurdu olan Cennet’ten onlar çıkarılmıştı.6 Son pişmanlık, fayda etmemişti. Onlar ve zürriyetleri için Cennet’e kavuşmak, dönebilmek, ancak çetin bir dünya imtihanını başarabilirlerse mümkün olacaktı. Artık insanlık için kıyamete kadar devam edecek dünya serüveni başlıyordu. Kuşaklar nesiller peyderpey dünyaya gelecek, zamanı dolan, imtihanı bitenler dünya değirmeninde öğütülüp gidecekti. Hz. Adem’in iki oğlunun kıssası Kur’an’da kalıcı bir ibret olarak sonraki kuşaklara aktarılır. Alemlerin Rabbi olan Allah’ın anlattığına göre o ikisi birer kurban sunmuştu. Samimiyetle elindekinin en iyisini takdim eden Habil’den kurbanı kabul edilmiş, görüntüyü kurtarmaya, kulluk imtihanını geçiştirmeye çalışan oğlun kurbanı ise kabul edilmemişti.7Halbuki verilen, kurban edilen şeyin Allah’a ulaşacak bir faydası söz konusu değildi. Nitekim bu konuda kıyamete kadar geçerli olan hakikati Rabbimiz şöyle beyan etmektedir: Kestiğiniz kurbanların “ne etleri ne kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız (sizin, Allah’ın buyruklarını tutmanızın göstergesi olan saygınız) ona ulaşır…”8 Hz. Peygamber de (s), bu konuda insanlığı uyararak, “Allah, samimi olarak ve kendi rızası gözetilerek yapılanlar hariç hiçbir ameli kabul etmez”9 buyurmuştur. Demek ki insanlığın imtihanının evrensel ilkelerinden birisi de (belki de birincisi), samimiyet olmaktadır. Ameli amel yapan özünde taşıdığı samimiyettir. Geçmiş ümmetler açısından da insanların kulluğunun özünün, temel dinamiğinin samimiyet olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine kitap verilen Ehl-i kitap, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Halbuki onlara, dini Allah’a has kılarak (samimi bir şekilde) hakka yönelip ona kulluk etmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir”10 İnsanların hakikatten haberi olmayınca, istikametlerini kaybetmeleri bir ölçüde makul karşılanabilir. Ancak hakikati öğrendikten sonra ona uymak yerine onu tartışma konusu haline getirip ihtilafa düşmeleri, içlerinde hakka karşı içten bir bağlılığın olmadığını göstermektedir. Nitekim Hz. Musâ (as), kavmine “Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor demişti.11 Bu emri alan dinlerinde kulluklarında samimi olan insanların, ne yapması gerektiği açıktır. Ancak İsrailoğulları, bu emri yerine getirme görevini savsaklayarak, bu sığırın vasıfları ile ilgili lüzumsuz tafsilat peşine düşmüşlerdi. Sonunda neredeyse yapamayacakları ayrıntılı bir kurban ile mükellef tutulmuşlardı.12 Rabbimizin anlattığı bu kıssa, bizlere dinin emrettiği hususları, lüzumlu lüzumsuz tartışmalara boğarak, malumatfüruşluk edip bilgiçlik taslayarak bir tartışma malzemesi haline dönüştürmenin taşıdığı riskler konusunda uyarmaktadır. Örneğin Ramazan ayında insanların yapması gereken diğer kulluk görevleri ile birlikte oruçlarını tutmaktır. Ancak arz-ı endam etme, kendinden söz ettirme hırs ve hevesi ile bir takım insanların 47 yazılı ve görsel basında oruçla ilgili konuları bir tartışma malzemesi haline getirmeleri ve tafsilata boğmalarının, İsrailoğullarının yaptığından ne farkı kalmaktadır? İlim sahipleri bilgiyi, insanları bir aydınlatma vasıtası olarak kullanabilecekleri gibi zihinleri karıştırma, onları şüpheye düşürme, düz yolda şaşırtma kaynağına dönüştürmeleri de mümkündür. Bu da alimin samimiyet noktasındaki imtihanı olsa gerektir. İlminde samimi olanın tutması gereken yol, birinci yol olmalıdır. Nitekim Hz. Peygamber (s), kıyamet günü ilk olarak üç (grup) insanın Allah tarafından hesaba çekileceğini, bunların savaşa gidip vuruşurken öldürülen savaşçı, ilim sahibi olan alim ve servet sahibi olan zengin olduğunu anlatır. Savaşa giden kimseye verilen nimetler hatırlatılıp Allah için ne yaptığı sorulur. O, -senin yolunda şehit edilinceye kadar savaştım der. Ona, bunları Allah için değil, ne cesur insan denilsin diye yaptığı söylenerek cehenneme atılması emrolunur. İlim ve Kur’an öğrenen alime kendisine Allanh’ın verdiği nimetler hatırlatılarak, Allah’ın rızası için ne yaptığı sorulur. O ilim öğrendiğini, öğrenciler yetiştirdiğini, Kur’an öğrenip anlattığını söyler. Ona -yalan söylüyorsun, sen bunları Allah rızası için değil, insanlar sana alimdir desinler diye yaptın. Bunlar da sana dünyada söylendi, denilerek cehenneme atılması emrolunur. Allah’ın kendisine bolluk ve çeşit çeşit mallar verdiği zengine de kendisine verilen nimetler hatırlatılıp, ne yaptığı sorulur. O da senin sevdiğin hiçbir şeyi istisna etmeden rızan için infak ettim der. Ancak ona da yalan söylüyorsun, sen bunları ne cömert insan desinler diye yaptığı söylenip cehenneme atılması emrolunur.13 Aslında her üç kesim de dünyada yapılması gerekenleri (zahiren) yapmışlardır. Ama imtihanı kaybetmişlerdir. Eksik olan nedir? Eksik olan samimiyettir, samimi niyettir. Bunun için Allah Rasulü uyarır : “Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır (önemlidir)”14 diye. Müslüman, hem yaptığının doğru olmasında hem de doğru bir şekilde iyi bir niyetle samimiyetle yapma konusunda hassas davranmalıdır. Sıradan işler bile iyi ve samimi bir niyetle yapıldığında adetâ bir ibadete dönüşüp kişiye sevap kazandıracaktır. Yoldan geçerken gördüğümüz insanlara sıkıntı veren bir şeyi kaldırıp atmak, normalde sorumluluk hisseden her insanın yapması gereken bir iştir. Ancak bu, iyi niyetle, başka amaçlar taşımadan müslümanlara zarar vermesin diyerek ve Allah’ın rızasını gözeterek yapılınca bir ecir ve sevap vesilesi olacaktır. Nitekim Hz. Peygamber (s), “(insanlara) sıkıntı veren bir şeyi yoldan kaldırman, sadakadır”15 demiştir. Hiçbir gölgenin olmadığı, insanların büyük sıkıntılarla karşılaşacağı Kıyamet gününde, Allah’ın özel lütfuyla gölgelendireceği yedi sınıf insanı Rasulullah (s) bize haber vermektedir. Bunlardan birisi de “sağ eliyle verdiğinden sol elinin haberdar olmayacağı bir şekilde infakta bulunan kimsedir.”16Peki infak gibi güzel bir ameli yaparken gizlemenin sebebi nedir? Sebep, yapılan işi sadece ve sadece Allah rızası için yapma hassasiyetinin, samimiyetinin korunması endişesidir. Bu önemli hususu dikkate alarak günümüz insanın tutum ve davranışlarına baktığımızda acaba bu hassasiyet yeterince korunabiliyor mu? Yani yapılan amel, hayır sadece Allah’ın rızası gözetilerek yapılmaya çalışılıyor mu? 48 Gerçekten bu hassasiyeti gözeten insanlar vardır. Yaptığı hayır için adının anılmasını istemeyen, samimiyetine halel gelmemesi için özen gösteren insanlar bulunmaktadır. Bunların yanı sıra yaptığı küçük bir işi bile reklam etmeye çalışan, yaptığı hayrı kendi tanıtımı için bir vasıtaya dönüştürmeye çalışan insanların varlığı da bir gerçektir. Allah’ın rızası talebiyle yapılacak bir işi, insanların beğenisini kazanmak için yapma anlamına gelen riya, aslında kişiyi sadece o amelin ecrinden mahrum etmemektedir. Adetâ bir kurdun kemire kemire bir ağacı, içi boş bir kütüğe dönüştürdüğü gibi, amellerin içlerini boşaltmaktadır. Nasıl böyle bir ağacı alan marangoz, hizarla biçince büyük bir hayal kırıklığına uğruyorsa, dünyada devasa hayırlar yapan veya yaptığını zanneden bazı kimseler, belki de kıyamet gününde onun gibi büyük bir hayal kırıklığı ile karşılaşabilecektir. Samimiyetin bozulması, sadece ameli değerini düşürmemektedir. İnsanı daha büyük bir tehlike ile karşı karşıya getirmektedir. Bu tehlike şirktir. Çünkü Hz. Peygamber (s) şöyle buyurmaktadır: “Riya, küçük şirktir.”17 Çünkü riyada, Allah’ın rızası için yapılacak bir ameli insanlar beğensin, razı olsun diye yapmak söz konusudur. Rıza makamında Allah olması gerekirken, Rabbini değil insanları razı etme niyeti ile bu ameli yaptığı için, başkalarını bu makama taşıyarak bir nevi şirk koşmuş olmaktadır. Bu kritik noktada kulun ayağını kaydıran, iyi niyet ve samimiyetin kaybedilmesinden başka bir şey değildir. Müslüman, sözünde özünde samimi insan olmalıdır. Çünkü bir hadîs-i şerifte “Allah, sizlerin dış güzelliğinize, mallarınızın çokluğuna bakmaz (itibar etmez). Ancak kalplerinize ve amellerinizin (samimiyet değerine) bakar”18 buyrulmuştur. Bu yönüyle samimiyet, müslümanın tüm hayatını kuşatır. Hayatındaki tüm ilişkilerinde, ilahî, nebevî, idarî ve beşerî münasebetlerinde Müslümanlar samimi olmak, samimi davranmak zorundadırlar. Nitekim Rasulullah (s), “Din samimiyettir ()الدين النصيحة19. Din samimiyettir. Din samimiyettir, buyurmuştur. (Sahabe) kime karşı samimiyettir ya Rasulallah diye sorunca, “Allah’a karşı, Kitabı (Kur’an’a) karşı, Allah’ın Rasulü’ne karşı, Müslümanların yöneticilerine karşı ve tüm Müslümanlara karşı (samimiyettir)”20 Bu hadis-i şerif, samimiyeti müslümanlar için evrensel bir değer haline getirmiştir. İmam Nevevî (676//1277), Bunun son derece önemli bir hadis olduğunu ifade ederek, alimlerin bazılarının bunun dinin temel dinamiğini oluşturan dört hadisten biri olduğunu söylediklerini, ama bunun doğru olmadığını, dinin tümüyle bu hadisin (beyan ettiği ilkeye) dayandığını söylemiştir.21 İmam Buharî (256/870) ise, bab başlığı olarak bu hadisi ve beraberinde Tevbe suresinin 91. ayetini zikretmiş ve hadisi o ayet bağlamında değerlendirmiştir. Bu ayet-i kerimede, Allah’a ve Rasulüne karşı samimi davranmak kaydıyla, zayıfların, hastaların ve yol masrafını karşılayacak imkanı olmayanların savaşa gidememeleri durumunda bir sorumlulukları olmadığı beyan edilmektedir. Bundan bir önceki ayette ise, bazı bedevilerin gerçekte bir mazeretleri olmadığı halde bazı bahanelerle –gerçekte inanmadıkları İslam için- savaşa katılmadıkları ve onlar için acı bir azabın olacağı anlatılmıştır. Savaşa gidemeyen iki gruptan mazeretleri gerçek olan ama Allah ve Rasulüne 49 karşı samimiyetlerini muhafaza eden kimseler olmaları sebebiyle günahkâr olmadıkları belirtilmiştir.22 Konumuzun ana mihverini teşkil eden bu hadisimizi tahlil ederek üzerinde biraz daha durmak istiyoruz. Hattâbî (388/988), Allah’a karşı samimi olmanın (nasîhatin), doğru bir şekilde onun vahdaniyetine iman etmek anlamına geldiğini söylemiştir.23Nevevî ise konuyu biraz daha açarak bunun, Allah’a inanmak, ona ortak koşmamak, sıfatlarını inkar etmemek, onu kemal sıfatları ile bilip noksan sıfatlardan onu tenzih etmek, ona itaat edip, isyan etmekten kaçınmak, onun rızası için sevmek ve onun rızası için buğzetmek, ona itaat edenlerle dost, ona isyan edenlerle düşman olmak, onu inkar edene karşı cihad etmek, nimetlerini itiraf edip onlar için şükretmek, bütün işlerde ona karşı samimi olmak, bu güzel vasıfları edinmeye (insanları) davet etmek ve teşvik etmek, mümkün olabildiği kadarıyla insanlarla iyi geçinmek anlamına geldiğini söylemiştir.24Nevevî’nin bu açıklamalarından, itikattan sevgiye, onun rızası için cihad etmekten nimetlere şükre varıncaya kadar Allah’a karşı samimi bir kulluk sergilememiz gerektiği anlaşılmaktadır. Kur’an’a karşı samimiyet, onun Allah’ın kelamı olduğuna, onun benzerini insanların getirmekten aciz olduğuna inanmayı, onu saygı ve hürmetle okumayı, onu tahrif edenlerin yorumlarına, onda kusur bulmaya çalışanların tenkitlerine karşı onu savunmayı, ahkamını anlamayı, ilgili ilimleri öğrenmeyi, nasihatlerinden ibret almayı gerektirmektedir.25 O halde, sadece onun ibadet niyetiyle okunması, ona karşı olan sorumluluk ve samimiyetimizle ilgili tek bir yönü yansıtmaktadır. Böyle bir tutum ise Kur’an’a yönelik sorumluklarımızı yerine getirmek için yeterli olmamaktadır. Şöyle bir örnek konunun anlaşılmasına katkı sağlayabilir. Günde kılınan beş vakit namazda Müslümanlar, okudukları Fatiha suresiyle “(Ey Rabbimiz) bizi Sırat-ı Müstakîm’e, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna eriştir. Kendilerine gazap olunanların ve sapıtanların yoluna değil”26 diye dua ederler. Hz. Peygamber (s), bu surede geçen gazap olunanların Yahudiler, sapıtanların ise Hıristiyanlar olduğunu söylemiştir.27 Beş vakit namazlarını kılan bazı Müslümanların bir taraftan böyle dua ederken, diğer taraftan Allah’ın “Ey İman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. Sizden kim onları dost tutarsa, o onlardandır. Allah zalim toplumu doğru yola iletmez”28 ayetine aldırış etmemek nasıl mümkün olabilir? Bir taraftan her namazda –aman bizi Ehl-i kitab’ın yoluna değil Sırat-ı Müstakîm’e eriştir- diye dua ederken diğer taraftan Ehli kitap ile dostluk kurulması ne yaman bir çelişkidir. Okuduğu ayetlerin ne anlama geldiğini bilen bunu yapabilir mi? Bugün yaşanılan bir başka gerçek ise, sevilen tabi olunan grubun, alimlerin kitapları, Kur’an’ın önüne geçebilmesidir. Onlara gösterilen ilgi ve ihtimam Kur’an’a gösterilen ilgiden çok daha fazladır. Geçtiğimiz günlerde Türkî Cumhuriyetlerden gelip burada doktora yapan bir öğrencimle kendi ülkelerinde İslam’ın anlatılması amacıyla hangi eserlerin kendi dillerine çevrilip yayınlandığını sormuştum. O, Türkiye’den giden her cemaatin kendi 50 cemaat veya üstadlarının kitaplarını bu ülkenin diline çevirdiğini söyledi. Peki Kur’an meali, tefsiri veya hadis kitaplarından hangileri çevrildi diye sordum. Hiçbiri çevrilmedi dedi. Beni son derece şaşırtan bu durum, şu soruları aklıma getirdi? Bizler orada İslam’ı anlatmayı mı önceliyoruz yoksa kendi meşrep ve cemaatimizin düşüncelerini anlatmayı mı önceliyoruz? İslamın anlatılmasındaki aslî ve öncelik verilmesi gereken kaynaklar, Kur’an ve sünnet midir yoksa mensubu veya müntesibi olduğumuz cemaatin kitapları mıdır? Bizim anlatmakta öncelik vermemiz ve anlaşılmasını istememiz gereken kitap Alah’ın kitabı mı olmalıdır yoksa onun kullarının kitapları mı olmalıdır? Hz. Peygamberin sünnetinin kitapları mı olmalıdır yoksa ona ümmet olmaya çalışanların kitapları mı olmalıdır? Buyurun sizler de düşünün bir muhasebe yapın, bu tabloyu bir yana koyun. Bir de büyük sahabi Abdullah İbnMes’ûd’un şu tutumunu bir tablo olarak yanına koyun. İbrahîm et-Teymî’nin anlattığına göre insanların hoşuna gidip (okudukları) bir kitabın olduğu haberi Abdullah ibnMes’ud’a ulaşmıştı. Bu kitabı ona getirdiklerinde (ona bakıp) imha etmiş ve “Sizden önceki Ehl-i Kitap, Rablerinin kitaplarını terk edip, alimlerinin kitaplarına düşkünlük gösterdikleri için helak oldular, demiştir.”29 Bu iki tablodan birisi yanlış olmalı. Elinizi vicdanınıza koyup karar verin. Yüksek sesle de bunu söyleyin, hangisi yanlış? Bu soru esasında, öncelikle ittiba edilen peşinden gidilen ve büyük kitleleri yönetenlere de sorulmalıdır. Bu gidilen yol yol değildir, anlatılmak istenen öncelikli şey de İslam değildir. Her kitap sahibine göre değer ve ihtimam görmelidir. Allah’ın Rasulüne karşı samimiyet, onun risaletini tasdik etmeyi, getirdikleri şeylerin hepsine iman etmeyi, emir ve yasaklarına uygun davranmayı, ona dost olana dost, düşman olana düşman olmayı, ona saygı göstermeyi, sünnetini yaşatmayı, öğrenip öğretmeyi, söz ve fiillerinde ona uymayı, davetini yaymayı, ona yöneltilen ithamları reddetmeyi, sünnetini iyi anlamayı, ahlakı ile ahlâklanmayı, edebiyle edeplenmeyi, Ehl-i beytini ve ashabını sevmeyi gerektirmektedir.30 Ümmet-i Muhammed’den olduğunu iddia eden bizler açısından meseleyi ele alacak olursak, bizlerden kaç kişi böyle bir samimiyet sahibidir? Söylem bazında herkesin cân-ı gönülden Hz. Peygamberi sevdiğini söylediği bir gerçektir. Ama iş ciddiyete bindiğinde, pratik uygulamalara dönüştüğünde, sevdiğimiz peşinden gittiğimiz, bağlandığımız insanların sözleri, talepleri çoğu zaman sünnetten daha çok rağbet görmektedir. Halbuki Allah, Müslümanlar olarak bizlere hitap ederek, “Ey iman edenler, Allah’ın ve elçisinin önüne geçmeyin (onlardan önce konuşmaya, bir iş hakkında hüküm beyan etmeye kalkmayın). Allah’dan korkun. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir”31 buyurmaktadır. Bizi etkileyen kimselerden Rasulullah’ın sünnetine aykırı tavsiyeler veya talepler aldığımızda, bunun sünnete aykırı olduğunu söyleyip karşı çıkma cesaretini gösterebilecek Müslümanlar ne kadardır? Hz. Muhammed’in, kendisi açısından sözünü dinleyeceği ilk kimse olduğunu söyleyip buna inanan her Müslüman için bu, ciddi bir kaygı meselesi olmalıdır. Bir şeyi usulen idareten söylemek ile samimi olarak inanmak ayrı şeylerdir. Nitekim AllahuTealâ bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Münafıklar 51 sana geldiklerinde, -şahitlik ederiz ki sen Allah’ın Rasulüsün derler- Senin muhakkak kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah, münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder.”32 Bu ayete göre münafıkların söyledikleri söz (Hz. Muhammed’in Allah’ın Rasulü olduğu) doğrudur, ama Rasulullah’a inandıklarını söylemelerinde samimi olmadıkları için yalancıdırlar ve nifaktan kurtulup İslamla müşerref olamamışlardır. Müslümanların önderlerine (idarecilerine) karşı samimiyet ise, hak üzere oldukları sürece onlara yardım etmeyi, itaat etmeyi, yanıldıklarında uyarmayı, en iyi metotla onları zulümden alıkoymayı, onlara karşı isyan etmemeyi, onlara itaat için insanların gönlünü onlara ısındırmayı, arkalarında (cemaat olup) namaz kılıp ihtiyaç duyulduğunda onlarla beraber cihad etmeyi gerektirmektedir.33 İdarecilere karşı tek yaptığı şey sadece onları eleştirmekten ibaret olan, onların hatalarını düzeltmeleri için bir şey yapmayan insan, İslam’ın öngördüğü samimiyete sahip midir? Yahut onlara yakın olmak ve bazı menfaatleri elde etmek amacıyla onların hatalarını bile onaylayıp alkışlayan insan samimi midir? Alimlerin de yerine göre Müslümanların önderlerinden olduğu gerçeğini dikkate alarak düşündüğümüzde, sevdiği, tâbi olduğu alimi, hatasını gördüğü halde uyarmayan ya da onları tevil ederek hatalarını bile tebcil edip yücelten Müslümanlar, böyle bir samimiyete sahip olduklarını söyleyebilirler mi? Maalesef bu noktada Müslümanların ekseriyetini yönlendiren ana dinamik, İslam ilkelerine dayanmayan günü birlik hesaplar, dünyevi çıkarlar olmaktadır. Alimler tüm Müslümanlara karşı samimiyetin ise, onlara şefkatle davranmayı, onlara fayda verecek şeyleri öğretip göstermeyi, onlara sıkıntı veren şeyleri onlardan gidermeyi, kendisi için istediği şeyleri onlar için de istemeyi, istemediklerini onlar için de istememeyi, onlara sözlü ve fiili olarak destek olmayı, ayıplarını örtmeyi, onlara zarar veren şeyleri gidermeyi, fayda veren şeylerin elde edilmesine çalışmayı, içtenlikle ve dostane bir üslupla onlara iyiliği emredip kötülükten menetmeyi, büyüklerine saygı gösterip küçüklerine merhamet etmeyi, onların mallarına ve namuslarına gelecek sözlü ve fiili kötülükleri engellemeyi, sözü geçen tüm güzel vasıflarla ahlâklanmaları için teşvik etmeyi gerektirdiğini söylemişlerdir.34 Müslüman kardeşine karşı samimiyet noktasında, “Sizden birisi kendisi için istediğini Müslüman kardeşi için de istemedikçe (kamil manada) iman emiş olmaz”35 hadisi, şayet Müslümanların hayatında uygulanabilse, İslam toplumunun problemlerinin çoğu çözüme kavuşmuş olurdu. Günümüzde insanların kendilerine özel kusurunu, (başkalarının hakkı çiğnenmedikçe, hukuki bir suç teşkil etmedikçe) örtmek yerine onların dedikodusunun yapılması, mahrem alanlarına girilip onların yayılması, medya yoluyla teşhiri sıradan işler haline gelmiştir. Müslümanların mallarının ve namuslarının korunması bir tarafa, -özellikle savaş gibi durumlarda- onların çiğnenmesi, bırakın Müslüman olanı, vicdan sahibi sıradan insanların bile tahammül edemeyeceği yaygın bir zulme dönüşmektedir. Son çeyrek asırda Müslümanlar arasında yaşanan Irak-İran, Körfez savaşları, Mısırda ve Suriye’deki iç savaş sürecinde olanların hesabını, 52 bu olaylara katılan ve Müslüman olduğunu söyleyenler verebilecekler midir? Bu savaşların şöyle veya böyle içinde olanlar, hangi Müslümanlığın daha hayırlı olduğu sorusuna cevap olarak varit olan “Müslümanların elinden ve dilinden (gelecek tehlikeler yönünden) güvende olduğu kimsenin (Müslümanlığıdır)”36 hadisi ile ortaya konulan tanımı esas alarak samimi bir Müslüman olduklarını söyleyebilirler mi? Hz. Peygamber’in “benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirlere dönmeyin”37 uyarısı, 21. asır müslümanının zihninde ne tür bir çağrışım yapmaktadır? İyi bilinmelidir ki, bu ve benzeri hadisler bir kadîm (eski) kültür malzemesi değildir. Kendine tabi olan müslümanlar açısından, Kıyamete kadar geçerli bir risaletin vazgeçilmez prensipleridir. Bu hadis çerçevesinde ele aldığımız hususlar, iyi bir Müslüman olup olmamayı ortaya koyan bir turnusol kağıdı, Müslümanlığımızı tespit açısından ise bir samimiyet testidir. Yaşanılan süreç de, samimi niyet sahiplerini düşündürecek acı bir tablodur. Bu yönüyle asırlardır İslam dünyasında yeni bir şey yok maalesef. Konumuzu bir dua ve ayetle bitirmek istiyoruz. Ey Rabbimiz! sana kullukta ve Rasulünün gösterdiği yolu takip etmede, yöneticilerimizle ve Müslüman kardeşlerimizle olan ilişkilerimizde, Kur’an ve sünnetin getirdiği ilkelere uymada bizlere samimiyet nasip et. “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce imanetmiş kardeşlerimizi bağışla. Kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin tutturma. Rabbimiz sen çok şefkatli çok merhametlisin!”38 DİPNOTLAR 1 Bkz. A’râf s., 7/172. 2 Bkz.,İsrâ s., 17/70 3 Bakara s., 2/30. 4 Ahzâb s., 33/72. 5 Bakara s., 2/35. 6 Bkz.,Bakara s. 2/36-38. 7 Bkz.,Mâide s., 5/27. Kurbanının kabul edilmemesini hazmedemeyen Kabil, kardeşine haset ederek onu yok etmenin yollarını aramış, sonunda onu öldürerek insanlık tarihinde kardeş katilliğinin öncüsü olmuştur. Bkz.,Mâide s. 5/28. 8 Hâc suresi, 22/37. 9 Nesâî, Ahmed b. Şuayb, Sünenü’n-Nesâî, I-IX, 3. bsk. Beyrut, 1414/1994,Cihad, 24. 10 Beyyine s., 98/4-5. 11 Bakara s., 2/67. 12 Bkz., Bakara s., 68-71. 13 Bkz. Müslim, b. HaccâcKuşeyrî, Sahihu Müslim, I-V, thk. M. Fuadabdulbaki, Beyrut, 1375/1956, Fedâilü’l-cihâd, 152; Nesâî, Cihâd, 22. 14 Taberânî, Süleyman b. Ahmed, el-Mu’cemü’l-kebîr, I-XXV, Beyrut, 1984, VI, 185. 15 Buhârî, Muhammed b. İsmail, Sahîhu’l-Buhârî,thk: Abdulazîz b. Abdullahb. Bâz, I-VIII, Beyrut, 1994, Mezâlim, 46; Müslim, Zekât, 56. 16 Buhârî, Ezân, 36; Müslim, Zekât, 91; Tirmizî, Muhammed b. İsa, Sünenü’t-Tirmizî, I-V, thk. Ahmed Muhammed Şakir, FuadAbdulbâkî, Abdulkadir İrfânHassûne, Beyrut, 1414/1994, Zühd, 53. 17 İbnMâce, Muhammed b. YezîdKazvînî, SünenüİbnMâce, I-II, thk, SıdkîCemîlAttâr, Beyrut, 1415/1995, Zühd, 21. 18 Müslim,Birr, 34. 19 Bu hadiste kastedilen şeyin zahiri anlamda bir nasihat olması mümkün görünmemektedir. Çünkü hadisin devamında bunun, Allah’a yönelik bir boyutu dile getirilmiştir. Haşa Allah’a nasihat etmekten söz edilmesi, insanların yapması söz konusu olamayacak bir durumdur. O halde hadiste (nasîhat) ile kastedilen şey kelimenin diğer anlamı olan samimiyet, içtenlik olmalıdır. Nitekim Hadiste geçen en-Nasîha ifadesinin, aslının halis olmaktan geldiği, bu bağlamda mumundan ayrılmış saf bal için kullanıldığına işaret olunmaktadır. Übey’in (ra), Hz. Peygamber’e tevbe-i nasûh’u sorunca onun, bir daha (tevbe edilen) günaha dönülmeyen samimi halis tevbe anlamına geldiğini söylemiştir. Bkz.,İbnü’l-Esîr, Mübarek b. Muhammed, en-Nihâye fî garîbi’l-hadîs, I-V, thk., Mahmûd Muhammed et-tanâhî, Kum, 1342, V, 62-63. 20 Buhârî, İmân, 42; Müslim, Îmân, 95; Ebu Dâvud, Süleyman b. Eş’asSicistânî , SünenüEbîDâvud, I-IV, thk: Sıdkî Muhammed Cemil, Beyrut, 1414/1994, Edeb, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesâî, Bey’at, 31; Dârimî, Sünenü’d-Dârimî, thk.,MahmudAhmedAbdulmecîd, Beyrut, 1421, Rikak, 41; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 53 I-VI, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Amman, 2003, I, 351, II, 297. Bkz.,Nevevî, Yahya b. Şeref, el-Minhâc fî şerhi SahîhiMüslimi’bni’l-Haccâc, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, Amman, 1421, 131. 22 Bkz.,Tevbe s., 9/90-96. 23 Bkz.,Hattâbî, Ahmed b. Muhammed, Meâlimü’s-Sünen, I-IV, thr. AbdusselamAbduşşâfî, Beyrut, 1411, IV, 117. 24 Bkz.,Nevevî, age., 56. 25 Bkz.,Nevevî, age., 56; Azîmâbâdî, Muhammed Eşref b. Emîr, Avnu’l-Ma’bûdalâ süneni EbîDâvud, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, thr., Râid b. Sabrî, Ammân, trs.,2127; Mübarekpûrî, Muhammed Abdurrahman b. Abdurrahîm, Tuhfetü’l-ahvezîşerhucâmii’t-Tirmizî, Beytü’l-Efkâri’d-Devliyye, thr., Râid b. Sabrî, Ammân, trs., II, 1626. 26 Fatiha s., 1/5-7. 27 Bkz.,Tirmizî, Tefsîr, 2. 28 En’am s., 5/51. 29 Darimî, Mukaddime, 42. 30 Bkz.,Nevevî, age., 131; İbn Hacer el-Askalânî, Ahmed b. Ali, Fethu’l-bârîbi şerhi Sahîhi’l-Buhârî, I-III, Beytü’l- Efkâri’d-Devliyye, Lübnan, 2004, I, 313; Azîmâbâdî, age., 2127; Mübarekpûrî, age., II, 1626. 31 Hucurât s., 49/1. 32 Münâfikûn s., 63/1. 33 Bkz.,Hattabî, age., IV, 117; Nevevî, age., 131; İbn Hacer el-Askalânî, age., I, 313. 34 Bkz., Bkz., Hattabî, age., IV, 117; Nevevî, age., 131; İbn Hacer el-Askalânî, age., I, 313; Mübarekpûrî, age., II, 1626. 35 Buharî, İman,7; Müslim, İman, 72. 36 Buharî, İman, 5; Müslim, İman, 66. 37 Buharî, İlm, 44; Müslim, İman, 118. 38 Haşr s., 59/10. 21 54 Yrd. Doç. Dr. Ali ÇİFTCİ N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İNFAK VE SAMİMİYET Önce infak teriminin lügat anlamı üzerinde durursak bu kavram sülâsi olarak n-f-k maddesinden türemiştir. Paranın bitmesi tükenmesi, binek için kullanılan hayvanlardan at, eşek, katır gibilerinin öldüğünü bildirmek içinde kullanılır.1 Ticaret mallarının satışının revaçta olması, müşterisinin çok olması, pantolonun geniş olan kısmı, yer altındaki tünel, geçit anlamlarını da içermektedir.2 İf’al vezninde ayni veya nakdi malları hayır olan bir yere harcamak, mal, para veya başka bir şeyi sarf etmek, harcamak da infak kavramıyla anlatılır.3 Terim anlamıyla infak ise; Allah’ın rızasını kazanmak amacıyla kişinin kendi servetinden ihtiyaç sahiplerine her türlü yardımda bulunmasıdır. Meşru ve faydalı harcamalar Allah yolunda yapılırsa bu da infakın kapsamı içerisine girer. Ayeti Kerimelere Göre İnfakta Samimiyet Kur’an-ı Kerimde infak anlatılırken bazı ayetlerde “Onlar ki Allah yo- 55 lunda mallarını infak ederler”4şeklinde bazı ayetlerde de “Allah’ın rızasını gözeterek onun hoşnutluğunu kazanmak”5 için verirler biçiminde geçmektedir. Bütün amellerde olduğu gibi işlerin Allah katında makbul olabilmesi için niyetlerin halis olması samimiyetin esas alınması gerekir. Gösteriş, muhatabı minnet altında bırakma, başa kakma gibi fiiller, yapılacak infakın boşa gitmesine sebeptir. Allah Teala “Ey İman Edenler! Sadakalarınızı başa kalkmak ve eziyet etmekle boşa çıkarmayın. Malını insanlara gösteriş olsun diye infak eden, Allah’a ve ahiret gününe inanmayan bir kimse gibi olmayın.” 6 İnfak ederken başa kakma ve minnet altında bırakma gibi zemmedilen eylemlerin olmaması gerektiğini de Kur’an şöyle anlatır. “Allah yolunda mallarını infak eden sonra harcadığını baş kakıncı yapmayan ve bir eziyete dönüştürmeyen kimselerin mükafatları Rableri katındadır. Onlar için hiçbir korku yoktur ve kaygı duymayacaklardır.7Nitekim Ömer b. Hattab (ra)’dan rivayet edildiğine göre bir bedevi yanına gelerek şöyle demiş: Ey hayır sahibi Ömer! Sana karşılık olarak cennet verilsin. Kız çocuklarıma ve annelerine giyecek ver. Zamana karşı sen bize kalkan ol! Yemin ederim ki bunu mutlaka yapacaksın. Hz Ömer: Dediğini yapmayacak olursam ne olur? diye sorunca, bedevi bende çeker giderim. Peki çekip gidersen ne olur, dedi Ömer. Bunun üzerine bedevi: benim halimden mutlaka sana sorulur. Bağışlar o gün yapılmış hayra göre olacaktır. Sorguya çekilecek olanın duracağı yer onların arasıdır. Ya ateşe veya Cehenneme gidecektir. Bunun üzerine Hz Ömer sakalı ıslanıncaya kadar ağladı ve sonunda şöyle dedi. Oğlum al bu bedeviye şiir için değil o gün için (kıyamet) şu gömleğimi ver. Allah’a yemin ederim ki bundan başkasına sahip değilim.8 Elmalılı bu ayette geçen “menn” kavramına İnam ve nimet, ihsan ettiği kimseye karşı ihsanını bir şey saymak ve bu yaptığı ikramdan dolayı gururlanmak anlamını verir. “Ezen” kavramını ise iyiliğe balgam atmak, in’amı yüzüne vurmak başa kakmak anlamlarıyla tefsir eder. 9 Yine Kur’an, gönül alan hoş bir sözü, münasebetsizliğe karşı af ile muamele etmeyi, arkasından eza gelen ve inciten bir sadakadan daha hayırlı görmektedir.10 İman ve amelde takva düzeyine çıkmış bir mü’min birisine iyilik yapmak için mutlaka ondan bir iyilik görmek, bir nimet elde etmek gerektiğini düşünmez. Mü’min her türlü nimetin yalnızca Allah’ın bir lütfu olduğuna inanır. Yapacağı bütün eylemlerinin eksenine Allah rızasını koyar ve ona göre davranır. Ebu Bekir (r.a), Mekke’de Müslüman olan yaşlıları, kadınları, köleleri azat ederdi. Babası Ebu Kuhafe: Ey Oğlum! Görüyorum ki hep güçsüz insanları azat ediyorsun madem ki bunu yaptın bari kuvvet olacak önünde duracak bir takım güçlü insanlar azat etseydin ya demişti. Ebu Bekir (r.a) cevabı: Babacığım ben ancak Allah katındaki mükafatı istiyorum şeklinde olmuştu.11 Bunun üzerine şu ayetler nazil oldu. Allah’tan en çok korkan cehennem ateşinden uzaklaştırılacaktır ki o malını Allah katında temizlenmek ve nemalanmak üzere verir. Onda hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti yoktur. Yani hiç kimseye medyun/ borçlu ve minnettar değildir ki, verirken ona karşılık versin. Ancak o yüce rabbinin rı- 56 zasını gözetmek için vermiştir. Elbette O bunun mükafatını görecek ve hoşnut olacaktır.12 Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere infak, samimi niyetle, Allah’ın rızasını gözeterek yine O’nun yolunda mal harcamaktır. İçtenlikle yapılan infakın Allah katındaki mükafatı, bire on değil bire yedi yüz nispetinde tahakkuk etmektedir. Bunu Kur’an, bir buğday başağına benzetmektedir. Allah yolunda mallarını infak edenlerin misali yedi başak bitiren ve her başakta yüz dane bulunan bir buğdaytanesine benzer. Allah dilediğine böyle kat kat verir. Allah vasi’dir, Alim’dir. İnfaktaki samimiyetin bir diğer göstergesi de verilecek olan malın düşük mal/basit olmaması, ve helalinden olmasıdır. Efendimiz, fakir Müslümanların ve özellikle de Ashab-ı Suffe’nin ihtiyaçlarını karşılamak için varlıklı insanların infak etmelerini istedi. Mescid-i Nebevinin direkleri arasına ipler gerildi, hurması olan mü’minler hurma salkımlarını getirir bu iplere asarlardı. Bir takım kimseler olgunlaşmamış veya yemesi zor olan adi hurmaları da iyi hurmaların arasına katmışlardı ki bunun üzerine şu ayeti kerime nazil oldu.13 Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzellerinden ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak ediniz. Göz yummaksızın alıcısı olamayacağınız adi şeyleri vermeye yeltenmeyin. Bilin ki Allah Ğanidir, Hamiddir.14 Kendimize verildiğinde hoşlanmadığımız, yüzümüzü çevirdiğimiz malları başkalarına vererek bir de bunları tasadduk etmeden dolayı övünmeye kalkmamız ne derece İslam’ın ruhuna uymaktadır ? Kullanılmaktan dolayı eskimiş olan eşyaları ihtiyaç sahiplerine veren ve bununla da övünmeye kalkan kişileri zaman zaman toplumda müşahede etmekteyiz. Bu üzücü bir durumdur değil mi? Müslümanlar, ayni malları tasadduk ederken Bakara suresinin 267. ayetini ve bu ayetin nüzul sebebini dikkate almalıdırlar. Hadis-i Şeriflere Göre İnfakta Samimiyet “Bir kimse helal yoldan kazandığı bir tek hurmayı bile sadaka verse Allah onu sağ eliyle alır ve sizden herhangi bir kimsenin tayını veya deve yavrusunu büyütüp beslemesi gibi büyütür ta ki bir dağ gibi veya ondan daha büyük bir miktara ulaşıncaya kadar.15 Üç kişi cennete girmeyecektir. Ana babasına karşı gelen/itaat etmeyen, devamlı içki içen, verdiğini başa kakıp minnet eden.16 Bu Hadisi Şerif, tasaddukta bulunan kimsenin verdiğini adeta unutması gerektiğini ve başkalarına ilan etmemesi gerektiğini vurgulamaktadır. Kıyamette arşı âlanın gölgesinde gölgelenecek olan yedi grup kimseden birisi de sağ eliyle verdiğini sol elinin bilmediği kimsedir.17 Hz. Peygamber (sav)’in Medine’de irad ettiği ilk hutbesinde şu sözler dikkatimizi çekmektedir. Yarım hurma ile bile olsa cehennem ateşinden sakının.18 Bu hadisi şerifte, yapılacak infakın kemmiyetine (sayısına) değil keyfiyetine (kalitesine) dikkat çekilmektedir. Gönülden gelerek yapılan az miktardaki bir infak, içerisine riya karışan çok miktardaki infaktan daha hayırlıdır. Ayrıca iman ve namazdan sonra Kur’an’ın dikkat çektiği ve Hz. Peygamberin de üzerinde ısrarla durduğu infak eylemi, Mü’min’in mutlaka yerine getirmesi gere- 57 ken bir vazifedir ve mü’minden ayrılmayan bir sıfat olsa gerektir. İnfaktaki samimiyetin bir göstergesi de kişinin en yakınlarına tasadduk etmesidir. “Allah Rasulü, çoluk çocuğunun geçimine öncelik ver, infaka bakmakla yükümlü olduğun kimselerden başla.” Buyurmaktadır.19Akrabalarından fakir kişiler olmasına rağmen onları ihmal edip, başkalarına infakta bulunanlar bu davranışlarını yeniden gözden geçirmeleri gerektiğine dikkat çekilmektedir. Sadakanın en faziletlisi, az bir şeyi olanın, fakire gizlice verdiği, gücünün son yettiğidir.20 Gizlice verilen sadaka Rabbin gazabını söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.21 Bu vesileyle infakı gizli yapan, gösterişten uzak kalmış; kendisine infak edilen kişinin de şahsiyeti zedelenmemiş olur. Konya’mız da 150 yıl önce köşe başlarında bulunan sadaka taşları bunun en güzel bir uygulaması idi. Bu taşlar iki metre boyunda mermer bir sütundan oluşmakta, üstünde bir çukur bulunmaktaydı. Madeni paralar infak edenler tarafından bu taşın üzerine bırakılırdı. İhtiyacı olanlar ihtiyaçları kadarını alır fazlasına dokunmazlardı. Ne veren kimse alanı, ne de alan kimse veren kişiyi bilirdi. Üsküdar’da da bu taşlar bulunmaktaydı.22 Hz Enes(ra)’den rivayet edildiğine göre Allah Rasulü şöyle buyurmuştur. “Allah yeryüzünü yarattığı zaman, yeryüzü ileri geri gidip sallanmaya başladı. Bunun üzerine ona dağları bir kazık gibi çakıverdi de yeryüzü istikrar buldu. Melekler dağların şiddetine hayran kalarak sordular: Rabbimiz bu dağlardan daha güçlü bir şey yarattın mı? Evet demiri yarattım. Peki demirden daha kuvvetli bir şey yarattın mı? Evet ateşi yarattım. Peki ateşten daha güçlü bir şey yarattın mı? Evet suyu. Peki sudan daha güçlü bir şeyi yarattın mı? Evet rüzgarı. Peki rüzgardan daha güçlü bir şey yarattın mı? Evet Ademoğlunu ki Ademoğlu sağ eliyle infak ettiğini sol elinden gizlerse bütün bunlardan güçlü olur.23 İşte bu hadis-i Şerifte de infakın gizli yapılmasının daha faziletli olduğuna ve bunun teşvik edildiğine bir delil vardır. DİPNOTLAR 1 Ezheri, Tehzibullüga IX, 192, ZemahşeriEsasülbelağa s.648 2 Halil b. Ahmet Kitabulayn s.978 Tezhibullüga 192-193 3 İbniManzürLisanul Arap 358 4 Bkz 2 Bakara, 261-262 5 2 Bakara 265, 272 Leyl 20 6 2 Bakara 264 7 2 Bakara 262 8 Kurtubi El Cami’liAjkamül Kur’an III 292 9 Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili II, 900-901 10 2 Bakara 263 11 Elmalılı Hak Dini Kur’an Dili, VIII, 5881-5882 12 92 Leyl suresi 17-21, Elmalılı Hak Dini Kur’an Dili 5880-5882 13 Kurtubi El Cami’ liAhkamil Kur’an, trc M. Beşir Eryarsoy III 552 14 2 Bakara 267 15 Müslim, Zekat 63-64 Nesai Zekat 48 16 BkzNesaiZekat 69 17 Müslim Zekat 91 18 Zekat 10 Müslim 20 hadis no:1016 19 Buhari Zekat 18 Müslim Zekat 95 20 NesaiZekat 40 Ebu Davud vitr 12 21 TirmiziZekat 28 22 A Süheyl Ünver Sadaka Taşları, Hayat Tarih Dergisi 1967 cilt: 3 sayı: 11 sf: 12 23 TirmiziTefsirul Kur’an 95 hadis no: 3369 58 Yrd. Doç. Dr. Muhammet Vehbi DERELİ N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi SAMİMİYET, DİNİ ALLAH’A HAS KILMAKTIR Samimiyet, Arapça bir kelimedir ve iç, yürek, öz, bir şeyin içi, özü, içten, yürekten gibi anlamları da barındırır.1Bir şeyi irade ve sevgiyle kabul etmek, içtenlikle davranmaktır. Mü’min, dini Allah’a has kılarak saflaştırmakla emredilmiştir. Dolayısıyla o, özüyle sözüyle samimi bir insandır, öyle olmalıdır. Samimiyet, gönülden istemek, bir eylemi en temiz duygularla yerine getirmektir. Mü’minin arzusu da sadece Rabbinin rızasına ulaşmaktır. Samimiyet, iyi niyettir. İnsanın iç âlemi ile dış görünümünün birbiriyle uyumudur. Peygamberimizin (a.s.) ifadesiyle “Eylemler ancak niyetlere göre değer bulur. Herkes sadece niyetinin karşılığını alır.”2 Dinimiz İslam, baştan sona bir samimiyet dinidir. Çünkü, inançtan ibadetlere ve insani ilişkilere kadar her alanda dürüst olmak en büyük erdemdir. İnsana dinini de kazandırır, dünyasını da. Zaten bu ikisini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Samimiyet, inancın hakkını vermek, gereğini yerine getirmektir. 59 Samimiyet, kişinin kendisiyle barışık olmasıdır. Aklından geçenlerle yaptıklarının örtüşmesidir. Samimiyet, her başarının anahtarıdır. Allah katında değer bulmak da, insanların hoşnutluğunu kazanmak da ona bağlıdır. Samimiyet, dürüstlüktür. Kendisine ve diğer insanlara karşı dürüst davranan kişi, vicdanen rahat olur. İçini bir şeylerin tırmalamasına, rahatsız etmesine izin vermez. Samimi olmak denilince akla gelen bir diğer temel kavram da,“ihlâs”tır. Çünkü samimi olmak, ihlas sahibi olmayı ifade eder. İhlâs, “halâs” kelimesi ile aynı köktendir. Halâs, bir şeyden kurtulmak, ihlâs da bir şeyi arındırmak, saf haline döndürmek demektir. İhlâs, Allah ile olan iletişiminde bireyin sır tutucu olması, görev ve sorumluluklarını bir başka amaçla değil, yalnızca O emrettiği için yerine getirmesi, O’nun memnuniyetini hedeflemesidir. İhlâsın zıddı karıştırmak, kirletmek, saflığı bozmaktır.Samimiyetten yoksun olan kişi ya da eylemler, karma karışıktır, eksiktir, kirlidir. Mü’min ise her yönüyle temizdir, karmaşıklıktan uzaktır, net tavırlara sahiptir. Bilindiği üzere bir de işin hulâsa’sı vardır. Yani, onun posası atıldıktan sonra geriye kalan özüdür. Hâlis kelimesi ise bir şeyin saflığını, sadece bir şeye aidiyetini, haslığını, içinde yabancı bir şey barındırmayışını ifade eder.3 Sadece Allah’ı memnun etmek için ibadet yapan, davranışlarında samimi olan kişiyi ifade eder. Buna göre خ-ل- صmaddesinin bütünüyle arınma ve içtenlik anlamları üzerinde yoğunlaştığını ifade edebiliriz.4 Samimiyet, öncelikle dini bütünüyle ve yalnızca Allah’a hasretmektir. Din adına yapılan her şeyin odağında sadece Allah’ın yer almasıdır. Kur’an’ın ifadesiyle “Dikkat edin, halis din Allah’ındır.”5Özden kulluk, yalnız Allah’a olur. Bütün peygamberlerin tebliğinin temeli de budur. Kur’an bu gerçeği şöyle ortaya koyar: “(Ey Rasûlüm!) De ki; bana dini yalnız Allah’a özgü tutarak O’na ibadet etmem emredildi.”6 Dini Allah’a has kılmak, öz olarak dini Allah’ın dini olarak kabul etmektir; dini Allah’ın indirdiği gibi kabul etmektir. Dinde değişiklik yapmamaktır. İlah ve Rab olarak Allah’ı tanımak, ibadeti yalnızca Allah’a yapmak, Allah’tan başkasından yardım talep etmemek, din gününün sahibinin yalnızca Allah (c.c.) olduğuna inanmaktır. Dini kendimize değil, kendimizi dine uydurmaktır. Hayatımızı, Allah’ın ortaya koyduğu şekliyle gerçek dine göre düzenlemektir. İhlâs, iyi olan her söz ve davranışı Allah’a adamak, Allah’a özgü kılmaksa, bu, önce îmanla başlar. Çünkü din, îmanla başlar. Îman karışıklık istemez. İhlâs da riyayı, gösterişi kabul etmez. O halde îman, halkın övgü ve beğenisini, yerme ve kınamasını düşünmeksizin, sırf Allah’ı razı etmek için, Allah’a teslim olmaktır. Sadece O’nu tek ilah olarak görmek ve buna göre hayatını sürdürmektir. Bunun için de ikiyüzlülükten ve her türlü gösterişten arınmış olmaktır. 60 Allah’ın eşi, benzeri olmayan yegâne, tek oluşunu anlatan Kur’an’ın 112. sûresinin adı da bu yüzden “İhlâs”tır.Sûrenin ana fikri, tevhidi O’na has kılmak, yalnızca O’nun ilah oluşuna iman etmektir. İnançta samimiyetsizliğin özel adı ise “nifak”tır, münafıkça yaşamaktır. Kur’an bundan kurtuluşun, tövbe, halin ıslahı, Allah’ın kitabına sarılma ve dini Allah’a has kılmakla mümkün olabileceğini şöyle ifade eder: “Şüphesiz ki münafıklar, cehennem ateşinin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı da bulamazsın. Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar müstesnadır. Bunlar mü’minlerle beraberdirler. Allah, mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.”7 İhlâs, kulun bütün hareket ve davranışlarının Allah Teâlâ için olması ise, bu, kullukta samimiyeti gerektirir. Günde en az kırk defa Rabbimizin huzurunda verdiğimiz “Ancak sana ibâdet ederiz, ancak senden yardım dileriz!”8sözümüzün arkasında durmamızı ister. Kur’an, hemen açılış bölümündeki bu âyetiyle ihlâsa ve görevlerin Allah rızasını kazanmak amacıyla yapılmasına dikkat çekmiştir. Kur’an-ı Kerim’in bütününde de inanç ve iyi davranışların yalnızca Allah’ı memnun etmek için yapılmasının gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Örneğin, Zümer sûresinin 2. âyetinde Kur’an bize şöyle seslenir: “(Ey Muhammed!) Şüphesiz biz o Kitab’ı sana hak olarak indirdik. Öyle ise sen de dini Allah’a has kılarak O’na kulluk et!” Öyleyse ibadet ve dualarımız, birilerine hoş görünmek için olmamalı. Bunları insanlara duyuracak her türlü hal ve harekettende kaçınmalıyız. İhlâs, iç ve dış yönümüzün ahenkli oluşu ise bu, iman ve kulluğun yanı sıra eylemlerimizin, iyi davranış ve sözlerimizin de dürüstçe ve dosdoğru olmasını gerektirir. Davranışlarımızda ve beşeri ilişkilerimizde samimiyet esastır. Bir eylem sırf Allah için yapılırsa “ihlâs” olur. Başka niyetlerle yapılırsa gösteriş olur, ikiyüzlülük olur. Allah’ın rızasını, memnuniyetini elde etmenin dışında yapılan ibadetlerin Allah katında bir değeri yoktur. Davranışı ile dünya nimetlerini, makam ya da mevki sahibi olmayı isteyene Allah istediğini verir, ancak onun âhirette alacağı bir pay kalmaz. Âhiret için çalışan ve istekte bulunan kişiye ise,O, ödülünü mutlaka verecektir.9 İhlâs, kalbe ait bir eylem olduğundan, onu ancak kişinin kendisi ile Allah bilebilir. Allah kişiye, niyetine, kalbinin eğilimine göre değer verir. İhlâsın irade, kasıt ve niyetle doğrudan ilgisi vardır. Bir davranış, ihlâssız ve niyetsiz olduğunda ibadete dönüşmediği gibi; ihlâssız ve niyetsiz ibadet de geçerli değildir. Adının anlamı gibi halden hale çevrilen kalbin, davranışlarımızın merkezinde yer aldığını, bu yüzden onu saf ve doğru niyetlerle donatmamız gerektiğini Kutlu Peygamber (s.a.v.) şöyle dile getirir: “Dikkat edin! İnsanın bünyesinde bir et parçası vardır. Eğer o iyi olursa bütün bedeniyi olur; eğer o bozulursa bütün beden bozulur. Dikkat edin o, kalptir.”10 61 İhlâs, kişiyi inandığı gibi yaşamaya zorlar. Aksi takdirde insan, yaşadığı gibi inanmaya başlar. Bu da onun hayattan lezzet alamamasına yol açar. İçinde samimiyet olmayan kimse huzurlu olamaz. Hangi konuda olursa olsun, işinde, ailesinde ya da beşeri ilişkilerinde samimi olmayan kimse başarıya ulaşamaz. Samimiyet, sabırla anlaşılır. İçinde samimi, işinde sabırlı olan insan, hedefine ulaşır. Samimi olmayan insan, sabırsızdır, sürekli arayış içindedir, değişken ve kendisiyle çelişen tavırlar sergiler. Böylelikle onun Allah’a olan güveninin yetersiz olduğu dahi ifade edilebilir. Tövbede esas olan da samimiyettir. Tahrim sûresinin 8. âyetinde samimi bir tövbe ile yani içtenlikle Allah’a yönelme emredilmiştir. Tövbe-i nasûh’u günahlardan dolayı pişmanlık duymak, bir daha aynı günaha düşmemeye söz vermek ve bu sözünün arkasında durmak şeklinde özetleyebiliriz. Din, samimiyettir. Rasûlullah (s.a.v.) “Din, bütünüyle samimiyetten ibarettir.” buyurmuş; kendisine, “Kime karşı samimiyet ve sadakat gösterilecek?” diye sorulunca: “Allah’a, Kitabına, Rasûlüne, Müslümanların önderlerine ve bütün Müslümanlara karşı,”cevabını vermiştir.11 Bir mü’min için en büyük hedef, Yüce Rabbinin sevgisi ve rızasıdır. Bir insan için bundan öte bir saadet yoktur. Çünkü Yüce Allah’ın hoşnutluğunu kazanan bir insan, dünyanın ve âhiretin şerefini elde etmiş, bitmeyen bir sevgi ve mutluluğu kazanmış olur. Bu hedefini gerçekleştirmesinde ihlâs, onun en büyük yardımcısıdır. Çünkü o, gönlü tek bir hedefe kilitlemeyi ve her işte sadece Yüce Allah’ın rızasını arzulamayı aşılar. Son söz olarak, şunu söyleyelim: İslâm, her mü’minden herkese karşı samimiyet ister. Mü’minin, sevdiğini samimi olarak sevmesi gibi, kızdığına veya kızması gereken kimseye de samimi olarak kızması, söz ve davranışlarında korkaklık, yağcılık ve ikiyüzlülükten kurtulması gerekir. Bu kutlu doğum vesilesiyle kendimizi bu anlamda sorgulamak ve buna göre kendimizi geliştirmeye çalışmak, bizim için en büyük kazanç olacaktır herhalde. Rabbimizden, samimiyetimizi, içtenlikle O’na tabi olma konusundaki azim ve kararlılığımızı artırması niyazlarımızla… DİPNOTLAR Bkz. Ferâhidî, Halîl b. Ahmed,Kitâbu’l-Ayn(Thk. Mehdî el-Mahzûmî-İbrahim es-Samerrâî), Müessesetu’lÂlemi li’l-Matbûât, Beyrut, 1408/1988, VII, 92-93. 2 Buhârî, Bed’u’l-Vahy, 1; Müslim, İmâre, 155; Ebu Dâvûd, Talâk, 11. 3 Bkz. Yusuf, 12/80. 4 Bütün bu anlamlar için bkz. Halîl b. Ahmed,Kitâbu’l-Ayn,IV, 186-187. 5 Zümer, 39/ 3. 6 Zümer, 39/ 11. 7 Nisa, 4/145-146. 8 Fatiha, 1/5. 9 İsrâ, 17/18–20; Hûd, 11/15–16. 10 Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsâkât, 107; Ahmed, el-Musned, IV, 280. 11 Müslim, İman, 95. 1 62 Yrd. Doç. Dr. Ömer ÖZPINAR N.E.Ü. İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi DİN SAMİMİ OLMAKTIR Giriş Allah’a inanan bir kimsenin en önemli vasıflarından birisi olan “samiyyet”, Kur’ân ve hadîslerde “ihlâs” ve “nush” kelimeleriyle ifade edilmektedir. İhlâs sözlükte, sâfî/arındırılmış kelimesiyle eş manalı olarak görülmüşse de, aralarında şöyle bir fark bulunmaktadır. Hâlis, içindeki benzer unsurları izale edilmiş; sâfî ise, bidayetten karışımı olmayan şey manasınadır. Müslüman kimsenin ihlâslı olmasına gelince, bu kimsenin imanını teşbih vb. imana zarar veren akidelerden ve düşüncelerden uzak tutması, Allah’tan başka her şeyden teberri etmesi demektir.1 Samimiyeti açıklayan ikinci kelime ise, “nush” veya “nasîha(t)”dir. Aynı kökten glen bu kelimeler sözlükte, yapanı için her yönüyle iyilik olan fiil ya da sözler için kullanılmaktadır. Samimiyeti ve safiyeti ifade eden bir kelime olarak “nush” veya “nasîha”nın manası, saf, hâlis ve katıksız bala nâsıh (nâsıhu’l-asel) denilmesinden daha iyi anlaşılmaktadır. Bu kelime ihlâslı ve sağlam olmayı da ifade etmektedir.2 Kur’ân-ı Kerîm’de içten, gönülden ve samimiyetle yapılan tevbeye, “nasûh tevbesi (tevbeten 63 nasûha)”3 denilmektedir. Bunun bir daha günaha dönülmeyecek şekilde tevbe etmeyi ifade ettiği belirtilmiştir.4 Ayrıca “nush” ve “nasihat” kelimeleri, insanları iyiye ve güzele sevk etmek için yapılan güzel konuşma, vaaz etme, öğüt verme, tavsiye etme, irşad etme, ibret verici ders gibi ifadeleri kapsayacak şekilde de kullanılmaktadır. Nitekim bu anlamıyla ele alındığında nasîha (samimiyet), ‘nasihat edilen kimsenin hayrını istemek’ anlamına gelmektedir. Türkçemizde de bu anlamıyla kullanılmakta ve bilinmekte olan “nasihat”in,5 sadece ‘öğüt vermek’ manasına indirgenmiş olması, büyük bir anlam daralmasına ve kaybına sebep olmuştur. Oysa yukarıda geçtiği üzere “nasihat”, Arapçada tek bir kelime ile ifade edilemeyecek zenginlikte bir anlam dünyasına sahiptir ve eş anlamlısı bulunmayan nadir kelimelerden kabul edilmektedir.6 Gerek “nasîha” ve gerekse “ihlâs” kelimelerinin Türkçedeki karşılığını, ‘içten olma durumu, içten davranış ve samimilik’ olarak ifade etmek gerekmektedir. Buna göre samimi dindarlık ve imân denilince ne anlamamız gerektiğinin cevabını, Ebû Sümâme’den nakledilen şu rivâyet ortaya koymaktadır: “Havariler, Hz. İsa (a.s.)’ya: ‘Ey İsa! Allah’a ihlâsla kulluk etmek nasıl olur?’ diye sordular. İsa Peygamber buyurdu ki:’İnsanlardan hiç kimsenin takdir etmesini beklemeden iş yapmaktır. İnsanların haklarından önce Allah’ın hakkını gözeterek Allah’a samimiyetle teslim olmuş kişi, Allah’ın hakkını insanların hakkına tercih eder. Kendisine biri dünyalık, diğeri âhirete yönelik iki iş verildiğinde dünya işinden önce ahiret işine öncelik verir.’”7 Din samimettir; Mümin içtenlikli kuldur. İmân, iç aydınlanmanın temel unsurudur. İmanın temel unsuru ise samimi olmaktır. Bu sebeple makbul imânda, dil ile ikrarla yetinilmeyip bundan daha önemlisi olan kalp ile tasdikin şart koşulması, samimiyete ve içtenliğe yapılan vurgudandır. Bir başka ifade ile, içtenlikten uzak bir imân, kişiyi mü’min yapmamaktadır. Yüce Allah’ın: “Bedevîler “inandık” dediler. De ki: Siz iman etmediniz ama “İslâm olduk.” deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi”8 ayetinde işaret ettiği inanma biçimi, işte samimiyetle inanma ile dil ile inanma arasındaki bu farkı ortaya koymaktadır. Binaenaleyh imanın kişiye kazandırdığı ilk ve en önemli değer, belki de samimiyettir. Samimiyet ve ihlâs, kişinin imanını makbul ve fonksiyonel hale getiren bir kulluk şuurudur. Zira imanın ortaya çıkardığı bu değer, hayatı anlamlandıran, ona bir gaye gösteren ve bu gaye uğrunda yaşama biçimini yoğuran, şekillendiren en temel kulluk vazifesidir.9 Hatta bu değer olmadığı zaman, imanın kişiye kazandıracağı kulluk bilinci ve bunun devamındaki ibadetler ve ameller, bir işlerlik kazanamayacaktır. Bu bakımdan samimiyetin kendisi bile bir kulluk çeşidi ve bilincidir. Samimiyet, Allah rızasını kazanmaya vesile olan başlı başına bir salih ameldir. Nitekim bir kutsi hadîsinde Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah buyuruyor ki; ‘kulumun kendisiyle bana ibadet ettiği en sevimli şey, bana karşı ihlaslı ve samimi olmasıdır.”10 64 İslâm inancının vaat etmiş olduğu imanın, sahibine dünya ve ahirette kazandıracağı erdem ve nimetler, samimiyetsiz bir imanla hasıl olmayacaktır.11 Bu sebeple Kur’ân’ın bildirdiğine göre bütün peygamberler, insanları içten bir şekilde Allah’a imân etmeye çağırmışlardır. Aksi takdirde onlara dindarlığın ve imanın gayesinin gerçekleşmeyeceğini ihtar etmişlerdir.12 Nitekim bir hadîslerinde Allah Rasûlü (s), kıyamette hesabı öncelikle görülecek insanlardan haber verirken, bu kimselerin dünyada Allah yolunda şehid olan, ilim öğrenenöğreten ve zengin olan kimseler olacağını belirtmektedir. Bu kimseler Allah Tealâ’ya verdiği nimetlere karşı canlarını, ilimlerini ve mallarını O’nun yolunda harcadıklarını söyleyerek mukabele edeceklerdir. Ancak Allah Tealâ bu kimselerin söyledikleri amellerinde samimi olmadıklarını; şehid olanın kahraman desinler diye savaştığını, alim olanın şöhret için ilimle meşgul olduğunu, zengin olanın da ne kadar cömert adam denilmesi için infak ettiğini onlara bildirecektir. Hz. Peygamber (s), bu kimselerin sonlarının “cehenneme atılıncaya kadar yüzüstü sürüklenmek” şeklinde olacağını haber vererek, samimiyetten uzak amellerin işe yaramayacağını bildirmiş olmaktadır.13 Samimiyetsiz ve ihlassız olarak ne kadar amel yapılırsa yapılsın, bunların bir kıymeti olmayacağı anlaşılmaktadır. Gizliyi ve açığı en iyi bilen ve kendisine hiçbir şeyin gizli kalmayacağı tek varlık olan Yüce Allah, kişinin niyetini de samimiyetini de en iyi tespit edip amelleri buna göre değerlendirecektir. Yine Allah Tealâ ancak samimi bir imanın iş göreceğini Yüce Kitâb’ında bir çok yerde beyan etmektedir. Bunlardan bazılarında şöyle ifade buyurmuştur: “Halbuki onlar, dini sadece Allah’a tahsis ederek, Allah’ı birleyerek, ancak Allah’a ibadet etmekle, namazı kılmakla ve zekatı vermekle emrolunmuşlardır. İşte dosdoğru din budur.”14 َّ ( فَا ْدعُواHaydi, kâfirlerin hoşuna gitmese “ َصينَ لَهُ ال ِّدينَ َولَوْ َك ِرهَ ْال َكافِرُون ِ ِللاَ ُم ْخل de Allah’a, Allah için dindar ve ihlâslı olarak dua edin!)”15 Bir başka âyet-i kerimede Allah Tealâ şöyle buyurmaktadır: َّ ( إِ َّل ِعبَا َدAllah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnadır (onlar azap “ َصين ِ َللاِ ْال ُم ْخل görmeyeceklerdir)”16 Amel ve İbadetlerde Samimiyet İmân ve dindarlık konusunda o kadar değerli ve paha biçilmez bir kavram olan samimiyet ve ihlâs, ibadette içtenliği, gösterişsizliği ve Allah adına yapmayı anlatan çok kapsayıcı bir kavramdır. Bu sebeple din, samimiyet üzerine kurulmuştur. Yüce Allah’ın: “(Ey Muhammed) de ki: “İçten bir inançla Allah’a bağlanarak yalnız O’na kulluk etmekle emrolundum”17 buyruğunda vurguladığı üzere müminlerden beklediği husus, işte bu ihlâs ve samimiyettir. İhlâs ve içtenlikle yapılan ameller ancak Hak nazarında bir değer ifade etmektedir. Nitekim “Ancak Allah’a kalb-i selîm (içten ve temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur)”18 ayetiyle ifade edilen ve kıyamette iş görecek olan amellerin, ancak ihlâs ile yapılan ameller olduğu anlaşılmaktadır. 65 İslam, inananlarında bütün insani değerlerin yeşermesini ve hayata geçmesini isteyen bir dindir. Bu sebeple sözü ve özü bir olan insanlar yetiştirmek üzere prensipler getirmiştir. İslam’a dayalı hayatlar, samimiyet üzerine inşa edilmek durumundadır. İşte bunu sağlayacak ve insani değerleri anlamlı kılacak husus olarak, ihlâslı olmayı, samimiyet içinde bulunmayı salık verir. Anlatılanları veciz bir şekilde Hz. Peygamber (s)’in şu hadîs-i şeriflerinde ifade ettiğini görmekteyiz. Peygamber Efendimiz, bir gün sahabilerine dinin ne olduğunu ve nasıl iyi mü’min olunacağına dair öğüt verirken, bazı rivayetlerinde üç defa vurgulayarak: “Din, samimiyettir” buyurmuştur. Bu vurgudan meselenin önemini kavrayan sahâbe: “Kime karşı samimi olmaktır” diye sorunca, cevaben Allah Rasûlü (s): “Allah’a, Kitabına, Rasulüne, Müslümanların yöneticilerine ve bütün müslümanlara karşı samimi olmaktır” buyurmuştur.19 Neredeyse bütün temel hadîs kaynaklarında sahâbîler İbn Abbas, Ebû Hüreyre ve Temîm ed-Dârî’den gelen farklı rivayetlerle geçen bu hadis, dinin nebevî tarifini ortaya koymasının yanında, makbul bir dindarlığın şeklini de çizmiş olmaktadır. Buradaki “samimiyet (nasîha)”in, ihlâslı olmak, içten ve gönülden bağlılık manasına geldiğinde kuşku yoktur. Kişinin kendisiyle, ailesiyle, toplumla, çevresiyle ve Yaratanı ile girdiği ilişki ve iletişimde, içtenlikten yoksun hiçbir amel ve davranışın, dinen bir değer taşımadığını ortaya koymaktadır. Öte yandan söz konusu hadîs, Müslümanlığın, her alanda samimiyetli davranışın marka adı olduğunu bize öğretmektedir. Binaenaleyh din samimiyetten ibaretse, Müslüman da hayatının her alanında art niyetsiz olduğunu, göründüğü gibi, örtüsüz ve saklamasız olduğunun şuurunda hareket etmek durumundadır. Bu mana dünyasına, bir başka dini terim olan sıdk (doğruluk, dürüstlük) kelimesinin de dahil edilmesi gerekecektir. Yukarıdaki nebevî öğretide ifade buyrulan Allah’a karşı samimi olmanın anlamı, ona içten ve sadakatle imân etmek, sahih itikat sahibi olmak, kulluğu ihlâs ve sağlam niyet üzere devam ettirmektir. Allah’ın Kitâb’ına karşı samimiyet, Kur’ân’ı hayat kitabı kabul etmek, onu öğrenmek, öğretmek, yaşamak, yaşatmak ve ahkamıyla amel etmektir. Peygamber’e karşı samimiyet, onun (s) nübüvvetini tasdik etmek, Allah’tan getirdiklerine tabi olmak, sünneti üzere yaşamak ve onu sevmektir. Müslümanların imamlarına samimiyet göstermekten maksadın ise, Müslümanların işlerini gören içlerinden çıkan idarecilere karşı gösterilmesi gereken içtenliktir. Dinin ve insanlığın yararına olan işlerinde onlara yardımcı olmak, yanıldıkları zaman uyarmak, sahici olmayan övgülerden uzak durmak ve ıslahları için dua etmek, idarecilere karşı samimiyetin göstergelerinden bazılarıdır. Müslümanlara gösterilecek samimiyete gelince, onları irşada çalışmak, 66 hayırlı işlere yönlendirmek, kötülüklerden alıkoymak, aldatmamak, şefkat ve merhametle muamele etmek, küçüklerine sevgiyle ve büyüklerine saygıyla davranmak gibi tutumlardır. Hadîsten anlaşıldığına göre samimiyet, bir şekilde sadece sözlerle değil davranışlardaki içtenlikle ve hissedilebilen tavırlarla ortaya konulan bir kulluk bilincini işaret etmektedir. Böyle bir samimiyet her şeyden önce kişinin kendisiyle, yakın çevresiyle, toplumuyla, çevreyle ve Allah ile barışık olmasını gerektirmektedir. Modern dünyanın günümüzdeki en büyük problemi de zaten burada yatmaktadır. Samimiyetten uzak birey ve bu bireylerin oluşturdukları toplumlar, maalesef mutlu olamadıkları gibi yeryüzünü de fesada götürmektedir. Zira “samimiyet”ten uzak bireyler, aslında dinden ve dolayısıyla iç huzurundan da uzaklar maalesef… Zikrettiğimiz “Din, samimiyettir (ed-Dînü en-nasîha)” hadisi, alimler tarafından anlam ve muhtevasından dolayı dinin dörtte birini ortaya koyan bir rivâyet olarak değerlendirilmiştir. İslâm’ın genel esaslarını (mebâdiü’lİslâm) ifade ettiği söylenen dört hadisten bir tanesi,20 söz konusu samimiyet hadîsidir.21 Dolayısıyla samimiyetin din olarak adlandırılması, dini amellerin onsuz makbul olamayacağını beyan ettiği gibi, aynı zamanda müslümanın samimiyetsiz bir kimse olamayacağını da açıklamış olmaktadır. Bütün ibadetlere kulluk şuurunu katan “samimiyet”, bütün amellerin Allah katında değer bulması için de gerekli ameldir. Hem kitabının ilk hadisi hem de imân bölümünün sondan ikinci hadisi olarak “Ameller niyetlere göre değerlendirilir”22 hadisine yer veren büyük hadîs alimi Buhârî (v.256/869)’nin, bu hadîsten sonra “Din samimiyettir”23 hadisini bâb başlığı yaparak imân bölümünü bitirmesi ne kadar anlamlıdır. Burada Buhârî’nin verdiği mesaj çok açıktır; amellere değer katan imandır, sonra sağlam bir niyettir ve bütün bunları sarmalayacak olan samimiyettir. Şayet bu şartlar bir amelde bulunmuyorsa, demek ki o amel Allah indinde makbul bir amel değildir. Hz. Peygamber efendimiz bir hadislerinde şefaatinin ancak samimi olanlar için gerçekleşeceğini şöyle ifade buyurmuştur: “Benim şefaatim, samimiyetle kalbi dilini, dili de kalbini tasdik ederek Allah’tan başka ilah olmadığına şehadet eden için geçerlidir.”24 İfade etmek gerekirse samimiyet, insanı kendine güvenli, huzurlu, rahat ve güçlü yapan imânî bir değerdir. “Din, samimiyettir” denilen nebevî öğretide ifade edildiği üzere, gerçek samimiyet ilahi kaynağı olan ve ahiret hesabıyla ortaya konulan samimiyettir. Bu bakımdan samimiyet öğrenilebilen bir yetkinlik ve değer olarak karşımızda durmaktadır. Bunun için İslâm tarihinin önemli şahsiyetlerinin sözü olarak aktarılan şu tespit ne kadar yerindedir: “Alimler dışında insanlar helak olmuşlardır; amil olanları dışında alimler de helak olmuşlardır; samimi (ihlaslı) olanların dışında amiller de helak olmuştur. İhlaslı olanlar da büyük bir tehlike üzeredirler.”25 67 Samimiyetin Müslüman hayatındaki tezahürleri Samimiyet, kalbi bir fiildir. Adı üstünde “içten olmak”tır; içte olanı da ancak Allah ve sahibi bilebilir. Dışarıdan birisinin içte olan bir fiilden haberi olması ya da müdahale etmesi mümkün değildir. İçten gelme olgusunu her zaman doğru bir şekilde sezebilme imkanı bulunmamaktadır. Samimiyet ölçer bir araç ya da alet bulunmamaktır. Dolayısıyla samimiyeti kıymetli yapan da belki onun tabiatında bulunan bu gizemliliktir. Kişi ile Allah’ı arasında olan bir değer olması, onu hem bilinmez hem de kıymetli kılmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s), samimiyetin kişiler tarafından sorgulanmasını ve bunun üzerine hüküm bina edilmesini tasvip etmemiştir. Örneğin kendisine münafık olduğunu iddia ettiği birisini öldürmek için izin isteyen sahabiye o adamın şahadet getirip getirmediğini sormuştu. Sahâbî: “Evet ediyor, fakat o bunu samimiyetle söylemiyor” diye cevap verince Rasûlullâh (s) tekrar: “Namaz kılıyor mu?” diye sordu. Sahâbî: “Evet, fakat samimi değil...” cevabını vermişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “Böyle kimselerin öldürülmesini Allah Tealâ yasakladı” buyurmuştur.26 Çünkü insanlar, zahire göre hüküm vermek, bilemedikleri hususları Allah’a havale etmekle memurdur. Aksi takdirde ortaya büyük bir kaosun çıkması kaçınılmaz olacaktır. Bununla birlikte samimiyet konusunda insanların söz ve fiillerinin dışa vurumundan bazı ip uçları yakalanabilmektedir. Örneğin yukarıda bahsi geçtiği üzere inanan kişi, amellerine dünya menfaatlerinden birisini ortak etmişse veya karıştırmışsa, o kişi samimi bir dindarlık içinde değildir demektir. Bu bağlamda halkın beğenisini kazanmak, ün kazanmak, kahramanlık elde etmek gibi manevi, ya da ganimet elde etmek, para kazanmak, makam sahibi olmak gibi maddi menfaat temin etmek şeklindeki bir takım hususlar zikredilebilir. Müslüman kardeşine karşı beşeri ilişkilerinde takınılan tavır da, kişinin samimiyetinin bir göstergesi olabilmektedir. Zaten samimiyet (nasihat) kelimesinin gerek dini literatürde ve gerekse günlük kullanımında zıt anlamına baktığımızda, bunun aldatmak, kandırmak, ve iki yüzlü davranmak olduğunu görmekteyiz. Kaynaklarımızda da “nush” veya “nasîhat” kelimesinin zıt anlamlısı olarak “ğışş” yani ‘aldatmak’ veya ‘adâvet’ yani ‘düşmanlık’ kelimesi kullanılmaktadır.27 Dolayısıyla Müslümanları herhangi bir biçimde aldatan, ona karşı hile ve düzenbazlık içinde olan kimse, dini samimiyetini kaybetmiş demektir. Sosyal ve beşeri ilişkilerdeki samimiyete İslâm o kadar büyük önem vermektedir ki, Hz. Peygamber ilk defa Müslüman olacak kimselerden Allah’a imân ve ibadetten sonra Müslümanlara karşı samimi davranmak üzere de biat almıştır.28 Bu bağlamda Müslümanlara idareci olup da onlara karşı samimi davranmayanların cennetin kokusunu bile duyamayacakları ihtarında bulunan hadîs-i şerifler29 ile, Müslümanların birbirinin gıyabında bile samimiyetten ayrılmamaları gerektiğini salık veren hadîs-i şeriflere de işaret etmek gerekmektedir.30 68 Nitekim alimler, alışverişte insanları aldatmanın caiz olmadığını, çünkü “dinin samimiyet” demek olduğunu söyleyerek meseleyi bir de bu yönüyle açıklamışlardır. Buna göre, aldatan kişinin dindarlığının sorgulanır hale geleceğini ifade etmişlerdir.31 Hz. Peygamber (s) de bir hadislerinde samimi olanların hainliği asla aklından bile geçirmeyeceğini ifade buyurmaktadır.32 Demek ki bu hususlarda dikkatli olunmalı, geçici ve az bir dünyalık uğruna dinimizi heba etmemeliyiz. Müslümanlara karşı samimiyet, bir davranış biçiminde olduğu kadar, bir söz, bir yazı, bir tutum, bir eylem ve bir olgu şeklinde de tezahür edebilmektedir. Müslümanların dertleriyle dertlenen, acılarına katlanan ve faydalı işlerine koşan bir kimse, böyle bir samimiyetin içinde olarak değerlendirilecektir. Bu bakımdan İslâm toplumunun çıkarları ile, şahsi ya da ait olduğu grubun çıkarlarının çatışması durumunda, Müslümanların çıkarını öncelemek de Müslüman samimiyetinin bir gereğidir. Dinimizce ayrıca yasaklanmış olan manevi kirler olan riya, kibir, süm’a, ucub, zulüm, yalancılık, sahtecilik, düzenbazlık, art niyetlilik, belirsizlik, kaypaklık, yüze gülücülük, dalkavukluk ve münafıklık gibi tutum ve davranışlar, samimiyetsizliğin sonucu olduğu kadar aynı zamanda birer samimiyetsizlik göstergesidirler de. Bu kabil kötü huylardan vazgeçmek de samimiyeti elde etmenin yollarındandır. Sonuç Samimiyet ve içten olmak, insani ve İslâmî pek çok erdemi içine alan kapsamlı bir kavramdır. Bu sebeple Hz. Peygamber (s) “Din samimiyettir (nasihattir)” buyururken, bu kavramı dinle özdeşleşmiştir. Allah’a, Kur’ân’a, Rasûle ve Müslümanlara karşı içten ve gönülden bağlılığın adı olarak samimiyet, dinin hedeflediği erdemleri ve kazanımları tek başına ifade eden bir manaya sahiptir. Samimiyet, sahibini şahsiyetli bir Müslüman yapmasının yanında, onun topluma ve insanlığa faydalı işler yapmasına da vesile olur. Bütün bunları, sadece Allah rızasını kazanmak için yapma bilincini aşılar. Bu sebeple samimi Müslüman, çevresinde başkalarınca sevilmek, hoş karşılanmak, saygıyla karşılanmak, övülmek için değil, sırf rıza-ı Barî adına özveride bulunan kimsedir. O, sözünü, düşündüğü gibi çekinmeden ve açıkça söyler; o tutum ve davranışlarını başkalarının beğenisini kazanabilmek amacıyla değiştirmez. “İnsanların haklarından önce Allah’ın hakkını gözeten” kimse, dinini samimiyetle yaşıyor demektir. Burada “Din, samimi olmaktır (nasihattir)” hadîsinde geçen “nasîha” kelimesinin, Türkçemizde kullandığımız “öğüt vermek, vaaz, irşad ve tavsiye etme” gibi anlamlarından daha geniş manaya geldiğine tekrar vurgu yapmak gerekmektedir. Böylece Hz. Peygamber’in yapmış olduğu muhteşem din tanımını gözden kaçırmamış olacağız. 69 DİPNOTLAR 1 Râgıb, Hüseyin b. Muhammed el İsfehânî (v.502/1108), el-Müfredât fî Garîbi’l-Kur’ân, İstanbul, 1986, 221. 2 Râgıb, el-Müfredât, 753; İbn Manzûr, Cemâlüddîn Ebû’l-Fadl Muhammed b. Mükerrem (v.711/1311), Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, Beyrût, ty., I-XV, II, 615. 3 Tahrîm 66/7. 4 İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, II, 616. 5 Örneğin edebiyatımızın ünlü şairi Ziya Paşa’nın meşhur beyti şöyledir: “Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.” 6 Bkz. Nevevî, Şerhu Müslim, Matbaatü’l-Mısriyye, 1347/1929, II, 37. Diğer manaları için bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, II, 615-618. 7 İbn Ebî Şeybe, Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed el-Kûfî (v.235/849), el-Musannef, thk. Muhammed Avvâme, I-XXV, Dâru Kurtuba, Beyrût, 1427/2006, XIX, 26 (hd. no: 35375). 8 Hucurat 49/14. 9 Zümer 39/2, 11. 10 İbn Hanbel, Müsned, V, 254. 11 Bkz. Sâffât 37/ 40. 12 Bkz. A’raf 7/29; Saffât 37/40, 160. 13 Müslim, İmâre, 152. 14 Beyine 98/5. 15 Mü’min 40/ 14. 16 Sâffât 37/160. 17 Zümer 39/11. 18 Şu’arâ 26/ 89. 19 Bkz. Buhârî, İmân, 42; Müslim, İmân, 95; Ebû Dâvûd, Edeb, 59; Tirmizî, Birr, 17; Nesâî, Bey’at, 31; İbn Mâce, Menâsik, 76; Dârimî , Rikâk, 41; İbn Hanbel, Müsned, I, 437, II, 391. 20 Söz konusu diğer üç hadis, “Ameller, niyetlere göredir,” “Kişinin kendisini ilgilendirmeyen boş (mâlâyâni) şeyleri terk etmesi güzel Müslüman olduğunu gösterir” ve “Sizden biri kendi nefsi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe mü’min olamaz” hadisleridir. 21 Bkz. Nevevî, Şerhu Müslim, II, 37. 22 Buhârî, İmân, 41. 23 Buhârî, İmân, 42. 24 İbn Hanbel, Müsned, II, 307. 25 Hasan Basrî’nin sözü olarak nakledilen rivâyetin tahriç ve değerlendirmesi için bkz. es-Sehâvî, Keşfu’l-hafâ, II, 312 (no: 2796). 26 Muvatta, Kasru’s-Salât, 24. 27 İbn Manzûr, Lisânu’l-arab, II, 615. 28 Buhari, İman, 42, Şurût, 1. 29 Buhari, Ahkam, 8, VIII, 107. 30 Bkz. İbn Hanbel, Müsned, I, 89; II, 321; Nesaî, Cenaiz, 52. 31 İbn Hacer, Ebu’l-Fadl Şihâbüddîn Ahmed b. Ali el-Askalânî (v.852/1448), Fethu’l-bârî, Fethu’l-Bârî, thk. M. Fuâd Abdulbâki-Muhibbuddin el-Hatîb, I-XIII, Dâru’l-Ma’rife, Beyrût, 1379, IV, 337. 32 İbn Hanbel, Müsned, IV, 81. 70 Dr. Ali PEKCAN Selçuk Dini Yüksek İhtisas Merkezi Öğretim Görevlisi ÂLEMLERE RAHMET HZ. PEYGAMBERİN DİLİNDEN SAMİMİ YAKARIŞ ÖRNEKLERİ DUA ETMENİN USUL VE ÂDABI1 Fıkıh ve hadis âlimleri ile selef ve halef âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre duâ etmek müstahaptır. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Rabbiniz buyurdu ki ‘Bana dua edip isteyin, kabul edip istediğinizi size vereyim”2 Yine Allah Teâlâ, “Yalvararak ve gizlice Rabbinize duâ edin” buyurmuştur.3 Bu konudaki ayetler oldukça fazladır. Sahih olan hadislere gelince, bunlar da ziyadesiyle bilinen şeyler olup, serdedilmelerine gerek yoktur. Başarı Allah’tandır. İmam Ebu’l-Kasim el-Kuşeyrî (r.a.) Risale’sinde şöyle demiştir: “Duâ mı, yoksa sükût ve rızâ mı daha faziletlidir, konusu üzerinde insanlar farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. 71 Bir kısmı, “Duâ ibâdettir” hadisine dayanarak ‘Duâ daha faziletlidir. Çünkü duâ, Allah’a ihtiyacı göstermektir, derken, bir kısmı da; ‘Kaderin hükmü altında sükût etmek ve sönük olmak daha sağlamdır ve kaderin geçmiş hükmüne rızâ göstermek daha iyidir’, demişlerdir. Başka bir grup da, ‘Duâ ve rızânın her ikisini bir araya getirmek için, dil ile duaya ve kalp ile rızâya sahip bulunmalıdır.’ demişlerdir.” Kuşeyrî (r.a.) şöyle demiştir: “Vakitler değişik değişiktir. Bazı hallerde duâ, sükûttan daha faziletli olur ki, o zaman dua yapmak edebe uygundur. Bazı hallerde de sükût etmek, duâ etmekten daha faziletli olur. O zaman da sükût etmek edebe daha uygundur. Bu da ancak içinde bulunulan hal ile anlaşılır. Eğer kalbinde duaya bir işaret buluyorsa, onun duâ etmesi daha iyidir. Eğer sükût etmeye dair bir işaret buluyorsa, o zaman sükût etmek daha iyidir. Ancak şöyle demek de doğrudur: “Eğer, yapılan işte, müslümanların payı yahut Allah Teâlâ’nın kendisinde (müslümanların selâmetini istemek yahut Allah’ın dinini ikame etmek gibi) bir hakkı bulunursa, o zaman dua etmek daha iyidir; çünkü dua ibadettir. Eğer işte şahsi bir pay varsa, sükût etmek daha eftaldir.” Duanın şartlarından biri de yemeğin helâl olmasıdır. Yahya İbni Muaz er-Razî şöyle derdi: “Ben günah işler halde sana nasıl dua ederim? Kerim olduğun halde de sana nasıl dua etmem? Kalbin huzur içinde olması da duanın edeplerindendir. İnşallah delili gelecektir. Bazıları da duadan maksat ihtiyacı göstermektir, yoksa Allah Teâlâ dilediğini yapar, demişlerdir. Ebu Hamid el-Gazalî İhyâ-ı Ulûmüddîn’inde şöyle demiştir: Duanın edepleri ondur: 1-Dua ederken Arefe gününü, Ramazan ayını ve Cuma gününü, gecenin son üçte birini ve seher vakitlerini, değerli zamanları arayıp, gözetmektir. 2-Bazı halleri fırsat bilip o hallerde dua etmektir. Örneğin, secde halinde, orduların karşılaşması zamanında, yağmur yağarken, kamet getirilirken ve ondan sonra dua etmek gibi... Ben [Nevevî] derim ki, bir de, kalbin ince ve narin olduğu sıralarda. 3-Dua sırasında mümkünse, Kıbleye yönelmek, iki eli yukarı kaldırmak ve duâ sonunda da elleri yüze sürmek. 4-Gizli ve aşikâr arasında bir sesle yalvarmak. 5-Taşkınlık haline dönüşen zorlama davranışlardan kaçınmak. En iyisi, Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ashabından nakledilen [me’sûr] duaları yapmaktır. 72 Herkes güzel duâ yapamayacağı için, yapılan duada aşırılığa düşülebilir. Âlimlerden biri, zillet ve ihtiyaç dili ile duâ et, fesahat ve gösteriş dili ile değil, demiştir. Denilir ki: Âlimler ve zahitler yedi kelimeyi geçen duâ yapmazlar. Bakara Suresi’nin sonunda Allah Teâlâ’nın buyurduğu şu âyet buna şahitlik etmektedir: “Rabbimiz, bizi muahaze etme...” Allah Teâlâ hiç bir yerde bundan daha fazla kullarının duasından haber vermemiştir. Ben [Nevevî] derim ki; Bunun benzeri, İbrahim Suresi’ndeki Allah Teâlâ’nın şu sözüdür: “Hani İbrahim demişti: “Rabbim! Bu beldeyi emniyet ve güven yeri yap”.” Derim ki, âlimlerin çoğunluğunun görüşüne göre, duanın miktarı konusunda kısıtlama yapmamak gerekir. Dolayısıyla, yedi kelimeden ziyade duâ etmek de mekruh değildir. Doğrusu, herhangi bir kayıt altına almaksızın duayı uzatmak müstahapdır. 6-Yalvarmak, iç huzuru duymak ve korkmaktır. Bunu ifade bağlamında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Bütün peygamberler hayırlara koşarlar, umarak ve korkarak bize duâ ederlerdi. Bize karşı da teslimiyet içinde itaatkârdırlar.”4 Yine Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Yalvararak ve gizlice Rabbinize duâ edin.”5 7-Kesinlikle istemek ve duanın kabul edildiğine inanmak, isteğinin kabulünü doğrulamak. Bunun delilleri çoktur ve meşhurdur. Süfyan İbni Uyeyne (ra.) şöyle demiştir: “Sizden hiç biriniz kendini, bildiği günahlarına rağmen yine de duâ etmekten asla alıkoymasın; Çünkü Allah Teâlâ, mahlûkatın en kötüsü olan İblis’in: “Rabbim, insanlar dirilecek leri(kıyamet) günü[ne] kadar bana mühlet ver.” isteğini, “Sen mühlet verilenlerdensin.” buyurarak kabul etmiştir. 8-Duada ısrar etmek ve bunu da en az üç defa tekrarlamaktır. Bir de duanın kabul edilmesinde acele etmemektir. 9-Allah Teâlâ’nın ismini anarak duaya başlamaktır. Ben derim ki, Allah Teâlâ’ya hamd ve senada bulunduktan sonra Peygamber Efendimiz(s.a.v)’e salât getirmek ve yine böyle başlangıçta olduğu gibi aynen 73 duayı tamamlamak. 10-Bu şartların en önemlisidir ve duanın kabul edilmesinde esas ve asıl olanı da budur. O da [hemen] tevbe etmek, masiyeti bırakıp, Allah Teâlâ’ya yönelmektir. Duanın Faydası ve Önemi: İmam Gazali şöyle demiştir; “Eğer; “Allah’ın takdir ettiği hüküm geri çevrilmeyeceğine göre, duanın faydası nedir?” diye sorulacak olursa, ona denir ki, “Bil ki, belâyı duâ ile geri çevirmek de kader cümlesindendir. Duâ, belânın geri çevrilmesi ve rahmetin meydana gelmesi için bir sebeptir. Kalkanın, silâhı geri çevirmeye; suyun, yeryüzünde nebatın çıkmasına sebeb olması gibi. Duâ ile belâ da böyledir. Silâh taşımamak, kaza ve kaderi itiraf etmenin şartından değildir.” Allah Teâlâ, şöyle buyurmuştur: “(Mü’minler) tedbirlerini alsınlar, silahlarını takınsınlar.”6 Böylece Allah Teâlâ işi takdir ettiği gibi sebebini de takdir etmiştir. İşte yapılan dularda sözünü ettiğimiz birçok faydalar bulunmaktadır. Anlattığımız faydalar da kalp huzurunu sağlamak için gereklidir. Bu iki haslet, bütün ibâdetlerin ve marifetin başıdır. Allah en iyiyi bilendir. İnsanın Salih Amelleri İle Allah Teâlâ’ya Tevessül Ederek Duâ Etmesi İbn Ömer’den (r.a) rivayet edilen “mağara arkadaşları” hadisinde, İbn-i Ömer (r.a.) şöyle anlatmıştır: “Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurduğunu dinledim: “Sizden önceki ümmetlerden üç kişi, yola çıktılar. Nihayet bir mağarada barınıp gecelemek zorunda kaldılar ve oraya girdiler. Sonra dağdan bir kaya parçası yuvarlanıp mağarayı üzerlerine kapadı. Aralarında dediler ki, “Bu kayadan kurtulup çıkmanız için tek çare, yaptığınız amellerin en iyisi ile (tevessülde bulunarak) Allah Teâlâ’ya duâ etmenizdir.” İçlerinden birisi şöyle dedi: “Allah’ım! –sana malum olduğu üzere- Benim çok yaşlı bir ana-babam vardı. Onların sütünü vermeden aileme süt vermezdim.” Böylece onlardan her biri salih bir amelini anlattı ve: “Ya Rabbi, eğer senin rızanı isteyerek ben bu işi yapmışsam, içinde bulunduğumuz tehlikeden bizi kurtar”, diye duâ etmişti. Onlardan her birinin duası sonunda o mağaradan bir kısım açıldı. Nihayet üçüncünün duası sonunda mağaranın tamamı açıldı, sonra çıkıp gittiler.”7 [Şâfiî mezhebinin] İmamlarından el-Kadî Hüseyin ve başkaları “Darlık 74 içine düşen bir adamın kendi salih ameli ile duâ etmesi müstahaptır.” demişler, sonra da sözü edilen hadisi bu görüşlerine delil göstermişlerdir. Ancak, bu görüşe, ‘böyle davranmak, bir nevi amele dayanarak istemek oluyor ki, bu da mutlak surette Allah Teâlâ’ya ihtiyacı terk etmek demektir, duadan asıl maksad ise ihtiyaçtır’, denilerek itiraz edilebilir. Hâlbuki Hz. Peygamber (s.a.v), bu olayı mağara arkadaşlarını övmek için anlatmıştır. Bu da salih amelleri vesile kılarak dua etmenin doğru olacağına bir delildir. Başarı Allah’tandır. Duâ konusunda selefden nakledilen sözlerin en güzeli, Evza’i’den rivayet edilendir. Allah Teâlâ ona rahmet etsin, o şöyle demiştir: “İnsanlar yağmur duasına çıktılar. İçlerinden Bilâl İbn-i Sa’d kalktı, Allah’a hamd edip senada bulundu. Sonra şöyle dedi: “Ey hazır olan topluluk! Siz günahları ikrar etmiyor musunuz? Onlar evet ediyoruz”, dediler. Bunun üzerine Bilâl şu duayı yaptı: “Allah’ım, senin şöyle buyurduğunu dinledik: “İyilik edenleri kınamaya bir yol yoktur.”8 Biz günahları ikrar ettik. Senin mağfiretin ancak bizim gibilere olur, Allah’ım bize mağfiret et, bize buyur ve bize yağmur ver.” Böylece ellerini kaldırdı, insanlar da merhamet ellerini kaldırdılar. Sonra yağmura kavuştular. Şairler bu mana üzerinde şiir söylemişlerdir: Günahkârım, çok yanılmışım; fakat afv geniştir. Eğer günah olmasaydı, afv vaki olmazdı... Duada Elleri Kaldırmak Sonra Onları Yüze Sürmek Ömer İbnü’I-Hattab’dan (s.a.v) yapılan rivayete göre, “Rasûlullâh(s.a.v) duada ellerini kaldırdığı zaman, onları yüzüne sürmeden indirmezdi.”9 Duayı Tekrarlamak Müstehaptır İbn-i Mes’ud’dan(r.a) yapılan rivayete göre, “Rasûlullâh (s.a.v) duayı üç defa tekrarlamaktan, üç defa mağfiret dilemekten hoşlanırdı.”10 Huzurlu Kalb İle Dua Etmeye Teşvik Etmek Açıklanmış olduğu üzere duadan maksat kalbin huzurudur. Bunun delilleri anlatılamayacak kadar çoktur. Bunu bildirmeye de gerek yoktur. Ancak bereketlenmemiz için bir hadis anlatacağım: Ebû Hüreyre’den(r.a) yapılan rivayete göre, Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurdu: “Kabul edileceğine inanarak Allah’a duâ edin. Biliniz ki Allah Teâlâ gafil olan dalgın bir kalpten duayı kabul etmez.”11 Müminlere Gıyaben Duâ Etmenin Fazileti Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: 75 “Onlardan (muhacir ve ensardan) sonra gelenler, derler ki: “Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla.”12 Yine Allah Teâlâ “Hem kendi günahın için, hem de mümin erkek ve mümine kadınlar için (Allah’tan) mağfiret dile.” buyurmuşlardır.”13 Bir başka ayette de şöyle buyurur: “Rabbimiz, beni ve ana-babamı ve müminleri hesaba durulacağı günde (kıyamette) bağışla).”14 Yine Allah Teâlâ Nuh Peygamber’den haber vererek şöyle buyurmuştur: “Rabbim! Beni, ana-babamı, mümin olarak evime gireni ve bütün mü’min erkekler ile mü’mine kadınları bağışla.”15 Ebu’d-Derdâ (r.a)’dan yapılan rivayete göre, O, Rasûlullâh (s.a.v)’ın şöyle dediğini anlatır: “Hangi bir müslüman kul, gıyabında kardeşine duâ ederse, muhakkak (görevli) melek: “Ettiğin duâ kadar sana da var”, der.” Yine Ebu’d-Derda (r.a)’dan diğer bir rivayet şöyledir. Peygamber efendimiz (s.a.v)şöyle söylerdi: “Müslüman kişinin gıyabında kardeşine duası makbuldür. Başucunda görevli bir melek bulunur. Kardeşine her ne zaman bir hayırla duâ ederse ona görevli melek: Âmin, sana da o kadar olsun, der.”16 İbn Ömer’den (r.a) yapılan rivayete göre, Rasûlullâh(s.a.v) şöyle buyurmuştur: “En çabuk kabul edilen duâ, gaibin gaibe duâsıdır.”17 Kendine İyilik Edene Dua Yapılmasının Müntahap Oluşu Ve Yapacağı Duanın Şekli Bu bölümle ilgili çok şeyler vardır ki, bunlar daha sonra kendilerine mahsus yerlerde gösterilmişlerdir. Bunların en güzeli Tirmizî’den yaptığımız rivayettir: Üsame İbni Zeyd’den (r.a) rivayet edildiğine göre demiştir ki, Rasûlullâh(s.a.v)şöyle buyurmuştur: “Kime bir iyilik yapılır da, o iyiliği yapana: Allah sana mükâfat olarak hayır versin, derse teşekkürü tam yapmış olur.”18 Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmaktadır. “Size kim bir iyilik ederse ona karşılıkta bulunun. Ona karşılık olacak bir şey bulamazsanız, ona karşılıkta bulunduğunuza inanıncaya kadar kendisine 76 dua edin.” Dua İsteyen Dua İstenenden Daha Faziletli Olsa Bile Fazilet Ehlinden Dua İstemek ve Şerefli Yerlerde Dua Etmek Müstahabdır Bil ki, bu bölümle ilgili hadisler bir araya getirilemeyecek kadar çoktur. Bunda ittifak vardır. Buna en kuvvetli bir delil olarak da Ebû Dâvud ve Tirmizî’nin kitaplarımda rivayet ettiğimiz hadisdir: Ömer İbnü’I-Hattab’dan(r.a) rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: “Umre için Hz. Peygamber (s.a.v)’den izin istedim. İzin verip şöyle dedi: “Ey kardeşciğim, duandan bizi unutma.” Peygamber (s.a.v) (bana) bir söz söyledi ki, onun karşılığında dünya bana verilse, beni bu kadar sevindirmezdi.” Bir rivayette de şöyle demiştir: “Ey kardaşcağazım, bizi de duana ortak yap.”19 Mükellef Olan Bir Kimsenin, Kendine, Çocuğuna, Hizmetçisine, Malına ve Benzeri Şeylere Beddua Etmesi Yasaktır Sahih bir isnatla Câbir’den (r.a) yapılan rivayete göre, Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Kendi aleyhinize duâ etmeyin. Çocuklarınız aleyhine duâ etmeyin. Hizmetçilerinizin aleyhine duâ etmeyin. Mallarınızın aleyhine duâ etmeyin. Yoksa Allah tarafından duanın kabul edilip ihsanda bulunulan bir vakte düşürmüş olursunuz da, sizden (o beddua) kabul edilir.”20 Bu hadisi Müslim, Sahih’inin sonunda rivayet etmiş ve oradaki ifade şöyledir: “Kendi aleyhinize duâ etmeyin. Çocuklarınızın aleyhine duâ etmeyin. Mallarınızın aleyhine duâ etmeyin, yoksa Allah tarafından duanın kabul edildiği bir vakte uygun düşürmüş olursunuz da Allah o duanızı kabul ediverir.” Duâ Eden Müslümanın Yahut Başkasının Dileği Kabul Edildiğine Dair Deliller Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Eğer kullarım sana beni soracak olurlarsa, ben [onlara] yakınım. Birisi bana dua edince onun duasına icabet ederim.”21 Yine Allah Teâlâ: “Siz bana duâ edin, ben de duanızı kabul edeyim.”22buyurmuştur. Duanın Kabulünü İstemede Acele Edilmemelidir Ubâde İbnü’s-Sâmit’den (r.a) yapılan bir rivayette, Rasûlullâh (s.a.v) şöyle buyurmuştur: 77 “Allah Teâlâ’ya yeryüzünde duâ eden hiç bir müslüman yoktur ki, onun istediğini Allah ona vermesin. Yahut günah bir şeyi yapmayı ya da silâ-i rahmi kesmeyi istemedikçe, onun istediğinin karşılığı kadar kötülüğü kaldırır.” Cemaat içinden bir adam: “O zaman biz çok duâ ederiz” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v): “Allah’ın ihsanı çok daha fazladır.”23buyurdular. el-Hâkim Ebu Abdullah, bu hadisi Sahihayne dayanarak el-Müstedrek’inde Ebu Said el-Hudri (r.a)’ dan rivayet etmiş ve ona şunu ilâve etmiştir: “…Yahut ona istediğinin karşılığını ahirette verir.” Ebû Hüreyre (r.a)’dan yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz acele edip: ‘Duâ ettim de, duam kabul edilmedi’, demedikçe, onun duası kabul edilir.”24 NEBEVÎ YAKARIŞ ÖRNEKLER “Allah’ım, Senden hidayet, takva, iffet ve zenginlik isterim.”25 “Allah’ım, bana doğruyu ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru.”26 “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım, kalbimi dininin üzerinde sabit kıl.”27 “Allah’ım, beni bağışla, bana merhamet et, bana afiyet ver ve bana rızık ver.”28 “Allah’ım, günahlarımı bağışla, bana merhamet et, hidayet et, bana afiyet ver, rızık ver.”29 “Allah’ım, yaptığım şeylerin şerrinden ve yapmadığım şeylerin şerrinden Sana sığınırım.”30 “Zorlu beladan, bedbahtlıktan, kötü kaderden ve düşmanların şamatasından Allah’a sığınırım.”31 “Rabbimiz, bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru.”32 “Allah’ım, cehennem fitnesinden ve cehennem azabından, zenginliğin ve fakirliğin şerrinden Sana sığınırım.”33 “Allah’ım, açlıktan Sana sığınırım; o, ne kötü bir arkadaştır. Hainlikten Sana sığınırım; o, ne kötü bir sırdaştır.”34 “Allah’ım, nimetinin elden çıkmasından, afiyetinin ters dönmesinden, ansızın azabına uğramaktan ve her türlü gazabından Sana sığınırım.”35 “Allah’ım kalbimi aydınlık kıl, lisanımı, kulağımı, gözümü, ardımı, önümü, üstümü, altımı aydınlık eyle. Allah’ım, nurumu büyüt.”36 “Ey Hay ve Kayyum olan! Sadece Senden yardım isterim; Hayatımı düzelt, 78 gözümü açıp kapayıncaya kadar bile beni nefsimle baş başa bırakma.”37 “Allah’ım, Senden sevgini, Seni sevenlerin sevgisini ve beni Senin sevgine ulaştıracak ameli isterim. Allah’ım, Senin sevgini bana nefsimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle.”38 “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, ihtiyarlıktan ve cimrilikten Sana sığınırım. Kabir azabından Sana sığınırım. Hayatın ve ölümün fitnesinden Sana sığınırım.”39 “Allah’ım; bütün hamdler Sanadır. Sen beni onunla giydirdin. O, elbisenin hayrını ve onun için yapılanın hayrını Senden isterim. Onun ve onun için yapılanın şerrinden Sana sığınırım.”40 “Allah’ım, Senden rahmetini icap ettiren şeyleri, mağfiretini gerektiren şeyleri, bütün günahlardan esen kalmayı, bütün iyilikleri ganimet olarak kazanmayı, cennete nail olmayı ve cehennemden kurtulmayı isterim.”41 “Allah’ım, işimi koruyan dinimi ıslah et, geçimimi sağlayan dünyamı ıslah et, dönüp varacağım yer olan ahiretimi ıslah et. Hayatı her hayrı artırmama vesile eyle, ölümü bütün kötülüklerden kurtulmama çare eyle.”42 “Allah’ın adıyla, Allah’a tevekkül ediyorum. Allah’ım! sapıtmak ve saptırılmaktan, alçalmak ve alçaltılmaktan, zulmetmek ve zulmedilmekten, bilgisizlikten ve bilgisiz bırakılmaktan Sana sığınırım.”43 “Bütün hamdler O Allah’a ki O, bana yeter, bana acır; yine bütün övgüler O’na ki, O, beni doyurur ve su varır. Bana ihsanda bulunup, beni -insanlarınen faziletli(si) kılan Allah’a hamd olsun. Senden beni ateşten korumanı diliyorum.”44 “Allah’ım, Sana teslim oldum, Sana iman ettim, Sana tevekkül ettim, Sana döndüm, Senin için dava ettim ve Sana başvurdum. Önceden yaptıklarımı ve sonraya bıraktıklarımı, açık yaptıklarımı ve gizli yaptıklarımı bağışla. İleriye götüren ve geriye bırakan Sensin. Senden başka İlah yoktur.”45 “Allah’ım, acizlikten, tembellikten, cimrilikten, ihtiyarlıktan ve kabir azabından Sana sığınırım. Allah’ım, nefsime takvasını ver ve onu temizle. Onu en iyi temizleyecek olan Sensin. Onun sahibi ve mevlâsı Sensin. Allah’ım, faydasız ilimden, korkmayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan Sana sığınırım.”46 “Allah’ım! Dünyada ve ahirette Senden esenlik isterim; Allah’ım, dinim, dünyam, ailem ve malım konusunda Senden af ve esenlik isterim. Allah’ım, ayıplarımı ört. Korkularımdan beni emin eyle. Önümde, ardımda, sağımda, solumda, üstümde olanlardan beni koru. Altımdakilerden de Senin azametine sığınırım.”47 “Allah’ım, hatamı ve cahilliğimi, işimde aşırılığımı ve benden iyi bildiğin şeylerimi bağışla. Allah’ım, ciddimi ve şakamı bağışla, hataen ve kasten yaptıklarımı bağışla. Bütün bunlar bende vardır. Allah’ım, yapıp ileriye 79 gönderdiğim ve yapmayıp geriye bıraktığım; açıkladığım ve gizlediğim şeylerimi ve benden daha iyi bildiğin şeylerimi bağışla. İleriye süren ve geriye bırakan Sensin. Sen her şeye kadirsin.”48 “Allah’ım, Sen benim Rabbimsin, Senden başka ilah yoktur. Beni Sen yarattın, Ben, Senin kulunum, gücüm yettiğince Senin ahdin ve vaadin üzereyim; işlediklerimin şerrinden Sana sığınır, üzerimdeki nimetlerini Sana ikram eder, günahımı da itiraf ederim, bundan ötürü beni mağfiret eyle. Senden gayrı kimsecikler günahları bağışlayamaz.”49 “Allah’ım, bütün hamdler Sanadır. Sen, yerin, göğün ve onlarda olanların nurusun. Hamd yine Sana’dır. Çünkü Sen yerin göğün ve bunlarda olanın yegâne idarecisisin ve yine bütün övgüler Sana aittir. Ki Sen, Hak’sın, vaadin, sözün, Seninle karşılaşmak, cennet ve cehennem, peygamberlerin, Muhammed (sav)’in kıyamet saati, bütün bunlar haktır. Allah’ım, Sana teslim oldum, Sana inandım, Sana tevekkül ettim, Sana yöneldim, tövbe ettim, senin uğruna mücadele ettim, seni hakem edindim. Gelmiş gelecek, gizli ve açık bütün günahlarımı bağışla. Sen, benim ilahımsın. Senden başka ilah yoktur. Şanı yüce olan Allah’ın güç ve kuvvetinin dışında güç ve kuvvet yoktur.”50 “Gökleri ve yeri yaratan, görünen ve görünmeyeni bilen, her şeyin Rabbi, meliki ve sahibi olan Allah’ım! Senden başka ilah olmadığına şahidim. Nefsimin kötülüğünden, şeytan ve ortaklarının şerrinden Sana sığınırım. Nefsime bir kötülüğün gelmesinden veya Müslümanlara karşı bir suç işlemeye onu itmesinden yine Allah’a sığınırım.”51 “Allah’ım, Senden, temiz, güzel ve mübarek ve en sevdiğin O İsm-i A’zam’ınla diliyorum ki, onunla sana yalvarıldığı zaman kabul edersin. Onunla senden bir şey istenildiği zaman verirsin. Onunla senden esirgenme dilendiği zaman esirgersin. Onunla senden sıkıntıların giderilmesi istendiği zaman giderirsin.”52 “Ey rabbimiz, Hamd Sana mahsustur. Hem gökler dolusu, yerler dolusu ve bunlardan öte ne yaratmayı dilediysen hepsinin dolusu hamd. Sena ve mecde layık olan Allah’ım! Hepimiz senin kullarınız, Allah’ım verdiğine engel olacak yoktur, vermediğini de verecek yoktur. Senin katında hiçbir varlık, sahibine fayda vermez.”53 “Allah’ım, Günahlarımın tümünü, küçüğünü-büyüğünü, ilkini-sonunu, gizlisini-açığını bağışla!”54 “Allah’ım, cehennem ve kabir azabından, hayatın ve ölümün fitnesinden, Mesîh-Deccâl’in şerrinden Sana sığınırım!”55 “Allah’ım, senden işte sebat, doğruluk için gayret dilerim. Senden nimetine şükrü; ibadetini iyi yapmakta yardımını dilerim. Senden dürüst bir kalp, doğru bir dil dilerim. Senden hakkımda bildiklerinin en hayırlısını dilerim. Hakkımda bildiklerinin şerrinden sana sığınırım. Hakkımda bildiğin günahlarım için senden bağışlanma dilerim!”56 80 “Allah’ım, kalplerimizi hayır üzere telif et. Aramızı bul. Bizi selamet yollarına ilet ve bizi karanlıklardan kurtarıp, nura kavuştur! Açık-gizli tüm hayâsızlıklardan bizi uzaklaştır. Kulaklarımızı, gözlerimizi, kalplerimizi ve eşlerimizi bizim için mübarek eyle! Tövbelerimizi kabul eyle. Sen tövbeleri çokça kabul edensin, esirgeyensin. Bizi nimetlerine karşı şükredenler kıl. Bize bolca vererek nimetlerini tamamla!” “Allah’ım, seni zikretmekte, sana şükretmekte ve senin ibadetini iyi yapmakta bana yardım et!”57 “Gaybı bilen ve yaratıklarına kudreti yeten Allah’ım, yaşamamın benim için daha hayırlı olduğunu biliyorsan beni yaşat! Eğer, ölüm hakkımda daha hayırlı ise –ki bunu sen bilirsin- beni öldür Allah’ım! Yalnız olayım, insanlar içerisinde olayım, senden korkmayı senden dilerim. Rıza ve öfke hallerimde de senden ihlâs kelimesini dilerim. Fakirlikte ve zenginlikte de senden iktisat etmemi dilerim! Senden bitmeyen-tükenmeyen nimeti isterim. Kazadan sonra rızayı isterim. Senden kesintisiz göz aydınlığı dilerim. Ölümden sonra Senden güzel bir hayat dilerim. Cemaline bakmak ve sana kavuşmak lezzetini dilerim. Kimsenin zararına uğramamayı, saptırıcı fitneye maruz kalmamayı dilerim. Bizi iman süsü ile süsle. Bizi hidayete ermiş olan, doğru yolu gösterenlerden eyle!”58 DİPNOTLAR 1 Bu bölüm İmam Nevevî’nin, el-Ezkâr adlı şaheserinden alınmıştır. Bkz.,thk. Muhyiddîn elMistû, Dâru İbnKesîr, Beyrut 1992, s.432 vd. 2 el-Mü’min sûresi, 60. 3 el-A’raf suresi, 55. 4 el-Enbiyâ Suresi, 90. 5 el- A’raf Suresi, 55. 6 En-Nisa Süresi: 102. 7 Buhari, Müslim, EbûDâvud. 8 Tevbe Suresi: 91. 9 Tirmizî, EbûDâvud ve İbnMâce rivayet etmiştir. Bunların hepsinin isnadından zaaf vardır. 10 EbûDâvud. Nesâi, Amelü’l-Yevmve’l-Leyle. İbnü’s-Sünnî. 11 Tirmizî ve Hâkim rivayet etmiştir. Tirmizi’deki isnadı zayıftır. 12 el-Haşir Suresi, 10. 13 Muhammed Suresi, I9. 14 İbrahim Suresi, 41. 15 Nuh Suresi, 28. 16 Müslim, EbûDâvud. 17 TirmizîEbûDâvud. Buhârî, el-Edebül-Müfred. (Tirmizi bu hadisi zayıf kabul etmiştir.) 18 Tirmizi bu rivayetin hasen- sahih olduğunu söylemiştir. 19 Tirmizî, EbûDâvud. Tirmizî hadisin hasen-sahih olduğunu söyler. 20 Müslim ve EbûDâvud rivayet etmiştir. 21 el-Bakara, 186. 22 el-Mü’min Suresi, 6O. 23 Tirmizi bu rivayetin hasen- sahih olduğunu söylemiştir. 24 Buharî-Müslim 25 Müslim 26 Tirmizî 27 Tirmizî 28 Müslim 81 31 32 33 34 35 36 37 38 39 40 41 42 43 44 45 46 47 48 49 50 51 52 53 54 55 56 57 58 29 30 Müslim Müslim Buharî-Müslim Buharî-Müslim Ebû Davud Ebû Davud Müslim Buharî-Müslim Hâkim Tirmizî Müslim Tirmizî Müslim Müslim Tirmizî Ebû Davud Buharî-Müslim Müslim Ebû Davud Buharî-Müslim Buharî Buharî-Müslim Tirmizî İbn Mâce. Müslim-Nesâî. Müslim. Müslim-Ebu Davud-İbn Mâce. Ebu Dâvud-Nesâî. Ebu Dâvud- Nesâî. Nesâî. Rıfat ORAL Selçuk Dini Yüksek İhtisas Merkezi Öğretim Görevlisi TOPLUMSAL SAMIMIYETIN OLUŞUM SÜRECINDE KOMŞULUK HAKLARI 21. yüzyılda komşu olmak zor!.. Gökdelenler, süpermarketler ve koşuşturan insanlar… Ellerinde fast food ve colalar... Aynı sitede yaşadıkları halde birbirlerini tanımayan komşular… Bu çağın hafızalarda kalan en vahim fotoğrafı işte budur. Toplumsal hayatı yeniden kurgulamak gerekir. İnsanlarla beraber yaşamak; paylaşmak, fedakârlıkta bulunmak ve haklara saygılı olmak demektir. Söz konusu haklardan birisi de komşuluktur. Beraber yaşayan insanların birbirlerini anlamaları ve empati yapmaları gerekir. Ama insanların birçoğu bencildir. Kendilerinden başkasını düşünmezler. Bencilliğin günümüzdeki en tipik yansıması gürültü kirliliğidir. Televizyon sesleri sonuna kadar açılır, çocuklar komşuların rahatsız olmasına aldırmaksızın evde futbol oynar veya güreş tutarlar. İşte bu noktada anne ve babaların sorumluluk bilinci taşımaları gerekir. Takva, bu açıdan başkalarını rahatsız etmemektir. İslâm, komşuluk haklarını iman ve ahlâk açısından değerlendirir. Toplumun en küçük çekirdeği ailedir. Ailelerin birbirleri ile olan münasebetlerini 82 düzenleyen disiplin ise komşuluktur. İyi komşuluk iyi aileler, iyi ve eğitimli aileler ise iyi ve sağlam bir toplum demektir. Kur’ân’da komşuluk sadece bir ayette geçerken, hadislerde ise bütün yönleriyle incelenir ve pratik örnekler verilir. 1-Kur’ân’da Komşuluk: Allah bize her türlü komşuya iyilik yapmamızı emreder. Bu iki şekilde ifade edilir: Yakın komşu ve uzak komşu. Şöyle buyrulur: “Allah’a ibadet edin. O’na hiç bir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, yakınlara, yetimlere, düşkünlere, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya ve elinizin altında bulunan kimselere iyilik yapın. Allah, kendini beğenip böbürlenenleri sevmez.” (Nisa, 4/36) Ayette geçen yakın komşu, akraba komşular demektir. Uzak komşu ise, akraba olmayanlardır. Bazı alimlere göre yakın komşu Müslümanlar, uzak komşu ise Müslüman olmayanlardır. Her halükârda onlara iyi davranmamız emredilmektedir. Ayrıca genel olarak davranış biçimleri birçok surede incelenmektedir. Meselâ, Hucurât Suresi’nde insanî ilişkiler üzerinde durulmaktadır: “Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi ayıplamayın, kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sora fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte bu kimseler zalimlerdir. Ey iman edenler! Zandan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O halde Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir.” (Hucurat, 49/11-12). 2-Hadislerde Komşuluk: Peygamber Efendimiz hayatı çok iyi analiz eden bir kişiydi. Bize nakledilen hadislerde komşuluk konusu bütün yönleri ile incelenmiş ve bazı tavsiyelerde bulunulmuştur. Çünkü aileden sonra en yakın sosyal çevremizi, komşular oluşturmaktadır. Buna göre yapılması gereken şeyler: a-Komşuya karşı sürekli iyi davranmak: “Cebrail (a.s) durmadan bana komşuya iyilik etmeyi tavsiye etti. Hatta öyle ki, komşuyu komşuya mirasçı kılacağını zannettim” buyurur. (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr ve Sıla, 140: 141; Tirmizi, Birr, 28; İbn Mace, Adeb, 4) b-Onu rahatsız etmemek: “Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden emin oldukları kişidir.” (Buhârî, İmân, 3-4; Müslim, İman, 64-66) “Şerrinden komşusunun güveninde olmadığı kimse gerçek mü’min olamaz.” (Buhârî, Edeb, 29; Müslim İman, 73; Tirmizî, Kıyame, 60; Ahmed b. 83 Hanbel, I, 387, II, 288, 336, 373, III, 154). Mehmet Akif’in dediği gibi: Komşulardan sıkılın, tezden atın naraları; Büsbütün sustururum sonra, çıkarsam yukarı! c- Ona ikramda bulunmak: “Ey Ebû Zer! Çorba pişirdiğinde suyunu bol koy ve komşunu da gözet.” (Müslim, birr 142,143; Dârimî, at’ime 37 ) d- Ona küsmemek: “Müslümanın kardeşiyle üç günden fazla konuşmaması helâl değildir.” (Buhârî edep 57, 62, isti’zân 9; Müslim, birr, 23, 25, 26; Eb0 Dâvûd, edep 47; Tirmizî, birr 21, 24)) e- Onun haklarına riayet etmek: “Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı altıdır: Karşılaştığında selam verir, davetine icabet eder, aksırdığı zaman Elhamdülillah derse Yerhamükallah der, hastalandığında ziyaretini yapar, öldüğünde cenazesinin ardından yürür kendisi için sevdiğini o kardeşi için de sever.” (Tirmizi, Edeb, 44 (2736); Dârimî, İstizan: 5; İbn Mâce, Cenaiz: 43)” f- Kocası olmadığında kadının evine gitmemek: Amr b. Âs şöyle dedi: “Rasûlullah (s.a.v.), kocalarının izni olmadan kadınları ziyaret etmeyi bize yasakladı” (Tirmizi, Edeb, 30 (2779)) g- Fedakâr olmak: “(İyi bir) komşu, duvarına (zarar vermediği takdirde) diğer komşusunun kiriş çakmasını engellemez.” (Buhari, Mezalim 21; Müslim, Müsakat 136 (1609)) h- Şufa hakkına riayet etmek: Bir kişi kendi mülkü gayr-ı menkulü satmak istediğinde öncelikle komşusuna teklif etmesi gerekir. “Komşu, komşusunun malında şuf’a hakkına sahiptir.” (Ahmed, III/303 (Ş. Arnavud: Sahih); Ebû Davud, İcare 75 (3518), (Elbani: Sahih); Tirmizi, Ahkam 32 (1369); İbn Mace, Şuf’a 2 (2494)) “Komşu, (satılan eve) bitişik olması nedeniyle onu satın almada öncelik hakkına sahiptir.” (Buhari, Hiyel 14) ı- Komşuyu küçümsememek: “Ey Müslüman kadınlar! Komşu komşuyu, (verdiği) bir koyun paçası için de olsa tahkir etmesin.” (Buhari, Hibe, 1; Müslim, Zekât 90 (1030)) j- Empati yapmak: Peygamberimiz haklara saygıyı imanın kemale ermesinde temel şart olarak görür. “Bir kişi kendi için istediğini komşusu veya kardeşi için istemedikçe (tam) iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman 6; Müslim, İman 72 (45); Lafız Müslim’e aittir.) 3-Sosyolojik Açıdan Komşuluk: Ev, işyeri, arazi, köy, şehir ve ülke bakımından yakın olanların birbirlerine göre konumlarına komşuluk denir. Bu açıdan bakıldığında komşuluğun ne kadar geniş kapsamlı, hatta ulusal ve evrensel ölçekte olduğunu anlarız. Komşuluk deyince, sadece ev komşuluğu 84 anlaşılmaz. Esnafın dükkan komşuluğundan tutun da, sakinlerin köy veya şehir komşuluğuna, hatta ulusların ülke komşuluğuna kadar uzanan geniş bir yelpaze... Aileler ile toplumun en küçük parçaları anlaşılır. Bu parçaların birleştirilmesine ve küçük gruplar oluşturulmasına da komşuluk denir. Klasik kitaplarda en az 40 ev ile komşuluk hakkı belirlenmektedir. Sokak ve mahalle komşuluğu düşünüldüğünde bu sayının ne kadar kabaracağını anlarız. Günümüzde ise dev siteler/gökdelenler kurulmuş, insanlar daha toplu halde yaşıyorlar. Ama kendi sitelerindeki komşularını bile zor tanıyorlar. Bu açıdan düşünüldüğünde yukarıdaki sayının ne kadar azaldığı/küçüldüğü ortaya çıkar. Önceki yıllarda ya da asırlarda nüfus sayısı azdı, ama komşuluk sınırı daha genişti. Günümüzde ise nüfus sayısı arttığı halde komşuluk sınırı daha da daralmıştır. Bu görüntülerden nüfus sayısı ile komşuluk sınırının birbirlerine ters orantılı olduğunu düşünmeyin. Asrımızda komşuluk sınırlarının oldukça daralmasını/küçülmesini ahlâki ve dini değerlerin zayıflamasına bağlamak daha doğru olsa gerek. Çünkü batı toplumlarına baktığınızda komşuluk ilişkilerinin zayıfladığını, hatta yok olmaya yüz tuttuğunu görürüz. Onlar her ne kadar bilim ve teknolojide gelişmiş olsalar da manevi yapılarının buharlaştığı gözlenmektedir. Bir toplumun manevi yapısı onun ruhunu temsil eder. Maneviyatı sökülüp çıkartılmış bir toplum, ruhu alınmış bir cesede benzer. Bir toplumun mozaik yapısı maneviyat ile parçalanmadan korunur. Ama ırkçılık ve etnik milliyetçilik bir yere girerse koskoca toplumu parçalar ve çökertir. Dışımızdaki gayr-ı müslim devletlerin de istediği budur. Ümmetin daha da bölünmesi, küçük parçalara ayrılması, sonunda onların dişine uygun lokmalar haline gelmesi, korkunç sonun geldiğinin işaretleridir. Bu sebeple ufak hesaplar yerine ümmet bilinci bağlamında vahdetimizi nasıl koruruz düşüncesi üzerinde yoğunlaşmalıyız. Güzel bir elma düşünün: büyük ve kıpkırmızı. Ama kesip de içinin çürümeye başladığını görürseniz onun güzelliğinin ne hale geldiğini anlarsınız. İçimizdeki hastalıkları tedavi etmeli ve İslâm kardeşliğini yeniden düşünmeliyiz/yaşamalıyız. Sonuç olarak iyi komşuluğun faydası mutlu bir hayat ve güçlü/uzun ömürlü bir toplumdur. Bu nedenle Allah Rasûlü şöyle buyurur: “İyi komşuluk ve güzel ahlâk ömrü uzatır.” (Ahmed, VI/159 (Ş. Arnavud: Sahih)). Ömrün uzaması; bereketlenmesi ya da sayısal olarak uzaması şeklinde anlaşılabilir. Bu gerçeği kişisel ve toplumsal olarak düşünebiliriz. Acaba biz de iyi bir komşu muyuz? Bunu hepimiz yeniden sorgulamalıyız. 85 Aysel SERTÇAKAR Selçuklu Müftülüğü Uzman Vaizi İMAN VE SAMİMİYET Birbirine en çok yakışan kelimelerden ikisi iman ve samimiyet kelimeleridir. İman sözlükte; gönül huzuru ile benimsemek, şüpheye yer vermeyecek biçimde içten ve yürekten inanmak anlamına gelir. Terim olarak; Hz. Peygamberin Allah’dan getirdiği kesin olarak bilinen hükümlerin ve onun haber verdiği her şeyin doğru olduğuna gönülden inanmak demektir. Samimiyet ise: kişinin içiyle dışının bir olması, hiçbir hesap yapmadan kendisini gerçek kimliği ve düşüncesi ile ortaya koymasıdır. Samimiyeti iyi niyet ve sadakat olarak da yorumlamak mümkündür. Aynı zamanda samimiyet; şirkten, riyadan, gösterişten, iki yüzlülükten, yalandan, aldatmadan ve çıkar hesaplarından uzak olmak demektir. Samimiyetin olmadığı bir iman düşünülemez. Çünkü iman gönüllü bir teslimiyete ve tasdike dayanır. Bir başka deyişle gönle yerleşmeyen bir inanç iman değildir. İman bir insanın sahip olabileceği en değerli hazinedir. Ona her iki 86 cihanda huzur ve güven içinde olmanın kapılarını açar. Kur’anı Kerim bu gerçeği imanıyla ve tüm yaşantısıyla bir samimiyet örneği olan Hz. İbrahim’in dilinden şöyle dile getirir: “Siz, Allah’ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O’na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır? İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” 1 Burada iman edip de imanlarına bir zulüm bulaştırmamaktan maksat, tevhidde samimi olmaktır. Yani Allah’dan gayri hiçbir ilah olmadığına yürekten inanmak ve tasdik etmektir. Allah’a ortak koşmak en büyük zulümdür. Çünkü zulmün gerçek anlamı, hak sahibine hakkını vermemektir. İnkâr her şeyi yoktan var eden Allah’ın yarattıkları üzerindeki hakkını kabul etmemektir. Oysa tüm yaratılanlar üzerindeki en büyük hak; en büyüğün yani Allah’ın hakkıdır. Samimiyet de Yüceler Yücesi Rabbimiz’in üzerimizdeki sonsuz hakkını idrak ve teslim etmektir. Bu konuyla ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı O’na kulluk edip hiçbir şeyi kendisine ortak koşmamalarıdır.”2 Allah-ü Zülcelâl ısrarla kendisine hiç kimseyi ortak koşmamamızı istemektedir. Amellerin kabul edilmesindeki en önemli sebeplerden biri hatta birincisi “Yalnızca Allah rızası için” yapılmış olmasıdır. Samimiyet, tüm hayatını O’nun rızasını gözeterek yaşamaktır. Her işinde ve hayatının her anında, yaptığı ticaretten, kurduğu dostluğa kadar her davranışında Rabbinin rızasını aramaktır. Allah’dan gayri tanrı tanımamak; yalnızca “Allah’dan gayri tanrı yoktur” demekten ibaret değildir. Aynı zamanda sadece O’na ait olan hiçbir sıfatı “yaratılanlara vermemek” konusunda da titiz olmayı gerektirir. Örneğin O’ndan başka birisinin de her şeyi gördüğüne, her şeyi bildiğine, ya da her şeye gücü yettiğine inanmak Allah’ın birliği inancına aykırıdır. Müşriklerin şirk koşmalarının en önemli sebebi; Allah’ın kendilerine uzak olduğunu zannetmeleridir. Onlar, biz putlara bizi Allah’a yaklaştırsın diye tapıyoruz diyorlardı. Müşrikler Allah’ı doğru tanımamız için gönderilen vahye itibar etmiyor, atalarımızı üzerinde bulduğumuz din bize yeter diyorlardı. Bu yüzden hem Allah’a iman ettiklerini söylüyor, hem de O’na eş koşuyorlardı. Bu hususu Yüce Rabbimiz şöyle ifade eder: “(Rasülüm) de ki: Eğer biliyorsanız (söyleyin bakalım) bu dünya ve onda bulunanlar kime aittir? Allah’a aittir” diyecekler. Öyle ise siz hiç düşünmüyor musunuz, de. 87 Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arşın Rabbi kimdir? diye sor. “(Bunlar da) Allah’ındır.”diyecekler. O halde hala sorumluluğunuzun bilincine varmayacak mısınız? de. De ki: “her şeyin hakimiyetini elinde tutan, (her varlığı) kollayıp koruduğu halde kendisi kimsenin koruyup kollamasına muhtaç olmayan kimdir, biliyorsanız (söylesenize)?” Allah’tır diyecekler. De ki: O halde, nasıl büyülenmiş (gibi) davranabiliyorsunuz? ” 3 Ayeti Kerime muhataplarının durumunu açıkça ortaya koyuyor: Bütün bu gerçekleri kabul ettiğini söyleyen müşrikler buna rağmen Allah’a eş koşmaya ve ahirette dirilişi inkâra devam ediyorlar. Oysa iman bir bütündür. Onlar bu bütünü parçalayarak ve hatta bazı şeyler ekleyerek iman dairesi dışına çıkıyorlar. Büyülenmiş bir insan gibi akıl dışı davranıyorlar. Atalarının dininden yani putlarından vazgeçmemek düşüncesi ve bazı menfaatlerden mahrum kalacakları endişesi onları bu çelişkili tutuma götürüyor. İslâmda niyet; yani neyi ne amaçla yaptığımız çok önemlidir. Önemli olan nasıl göründüğümüz değil, gerçekte neyi amaçladığımız, nasıl olduğumuzdur. Samimiyetten uzak olan kişiler “olmayı” değil “görünmeyi” önemseyen kişilerdir. Oysa “olmak” hakikattir. Görünmek ise “imaj” dır. Rabbimizin bize herkesden daha yakın olduğunu bilen “olmayı” önemser, “görünmeyi” değil. Nasıl olduğunu, neyi niçin yaptığını bilen Yüceler Yücesi bir Rabbi olduğunun bilincindedir çünkü. Her halinin onun rızasına uygun olmasına gayret eder. Kendisi için O’ndan daha önemli hiç kimse yoktur. Bu yüzden en çok Allah’ı memnun etmek, Onun rızasını kazanmak ister. O’ndan gayri her şeyin ve herkesin kendisini terk edeceğini ama bir tek O’nun her an kendisiyle olduğunu bilen, başkaları için yapmacık davranmanın yanlışlığını anlar. Yürekteki samimiyetin görünüşümüzden çok daha öncelikli olduğunun farkına varır. Kalplerin Allah’ın nazargâhı olduğunu Allah’ın kalplerin özünü bildiğini idrak eder. Sevgili Peygamberimiz buyurur ki: “Allah-ü Tealâ sizin bedenlerinize ve yüzlerinize değil, kalplerinize bakar.” 4 Yani kalplerinizdeki samimiyete bakar. Rabbinizin rızasını gözetip gözetmediğinize bakar. O halde mü’min kalbini riyadan, iki yüzlülükten, fitne ve fesattan uzak tutmalı, Rabbine samimi bir iman ve gönül temizliği ile yönelmelidir. Şairin: “Padişah gelmez saraya, Hane mamur olmadan” beytiyle ifade ettiği gibi gönlünü iyi niyet, ihlas ve samimiyetle, Allah aşkı 88 ile mamur etmelidir ki Rabb’inin rızasını kazanabilsin Olmadığı gibi görünmek isteyen; insanlara yaranmak peşindedir. Bu tutum belki şu kısacık dünya hayatında bazı menfaatler kazandırır. Ama Allah’ın yanında çok şey kaybettirir. Oysa tüm insanlar Allah’ın izni olmadan kimsenin kimseye hiçbir faydasının olmayacağı bir hesap gününe doğru ilerlemektedir. İmanda samimiyet Allah ne diyorsa hepsine gönülden inanmayı iman esaslarını birbirinden ayırt etmemeyi gerektirir. Yüce Rabbimiz Bakara Suresinin son ayetlerinde şöyle buyurur: Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene iman etti, mü’minler de( iman ettiler.) Her biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. “Allah’ın peygamberlerinden hiç biri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz affına sığındık! Dönüş sanadır.” dediler. İmanlarında samimi olan kimseler Allah’ın peygamberleri arasında ayrım yapmadıkları gibi emirleri arasında da ayrım yapmazlar. Onlar bu kainat nasıl mükemmel yaratılmışsa, her şey yerli yerinde ve tam olması gerektiği gibi ise Allah’ın bütün ayetlerinin de böyle mükemmel olduğunu idrak edrler. Hepsini gönülden tasdik ederler. Asla Kur’anı Kerimin bazı ayetlerini kabul edip, bazılarına karşı çıkmak gibi korkunç bir hataya düşmezler. Böyle bir tutumu benimsemenin Allah’a cehalet isnad etmek gibi büyük bir küstahlık olduğunu bilirler çünkü. Yüce Allah böyle davrananlara şöyle hitap etmektedir: “Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.” 5 Her şeyi gören, bilen, her şeye gücü yeten Allah; elbette kulları için en hayırlı en doğru ve en güzel hükümleri verendir. Onun ayetlerini okudukça, anladıkça samimiyetle inanan kişilerin imanları güçlenir. Kalpleri titrer. O’na karşı olan sevgileri, muhabbetleri ve imanları kat kat artar. “Mü’minler ancak, onlardır ki Allah anıldığı zaman yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın ayetleri kendilerine okunduğu zaman bu onların imanını arttırır ve onlar yalnız Rablerine dayanıp güvenirler.” 6 Onlar bir gün olup da kendilerini terk edecek olan insanlara değil, asla terk etmeyecek olan Allah’a dayanır ve güvenirler. Onlar gücü, kuvveti sınırlı olan insanlardan değil, gücü, kuvveti sonsuz ve sınırsız olan Allah’dan isterler. Onlar, Allah kendileri için hayır ya da zarar ne dilerse kimsenin buna engel olamayacağının bilincindedirler. Bu yüzden O’na sığınır, O’ndan yardım isterler. Onlar yalnızca dara düştükleri zaman değil, her durumlarında Allah’a yalvarırlar. Bollukta ve darlıkta O’nu anmaya devam ederler. İmanlarında samimi olmayanlara gelince onlar yalnızca başları sıkışınca hatırlarlar Allah’ı ve sıkıntıdan kurtulunca da yine unuturlar. Bu husus Yunus Suresi’nde şöyle dile getirilir: 89 “İnsana bir zarar geldiği zaman, yan yatarak, oturarak veya ayakta durarak (o zararın giderilmesi için) bize dua eder; fakat biz ondan sıkıntısını kaldırınca, sanki kendisine dokunan bir sıkıntıdan ötürü bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte böylece haddi aşanlara yapmakta oldukları şeyler güzel gösterildi.” 7 İmanlarında samimi olmayan bu kişilerin ahirette çok kötü bir son ile karşılaşacakları Kur’an-ı Kerim’de açıkça ifade edilir. 8 İmanlarında sadık olan kişilere gelince samimi bir mü’min, din günü hesabını veremeyeceği işler yapmaz. Gönlündeki Allah sevgisi onu Rabbinin rızasını kaybettirecek tutum ve davranışlardan uzak tutar. O, imanını tüm yaşantısı ile de ispat edecek bir hayat yaşamanın gayreti içindedir. Ve onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Yüce Rabbimizin onlara vereceği ödül En’am Suresi 48. ayette ne güzel dile getirilir: “Biz Peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecekler.” DİPNOTLAR 1 En’am. 81-82 2 Buhari, Tevhid,1; Müslim, İman,48-51 3 Mü’minun, 84-89 4 Müslim, Birr, 33; İbni Mace, Zühd, 9 5 Bakara, 85 6 Enfal, 2 7 Yunus, 12 8 Nisa,140, Maide,10 90 Yasemin ÇELEBİL Mahmut Sami Ramazanoğlu İ.H.L. Öğrencisi ALLAH VE RESULÜ’NÜN İSTEDİĞİ SAMİMİ GENÇ1 İnsan hayatı çocukluk gençlik olgunluk ve ihtiyarlık gibi belli başlı safhalardan oluşur. Bu devrelerin her birinin kendine has özellikleri bulunmasına rağmen aralarında gençlik safhasının çok önemli bir yeri vardır. Çünkü ahlaki erdemlerin yerleştiği kişinin kendisine ailesine ve vatanına faydalı olacak meziyetlerin kazanıldığı: dönemdir gençlik. Yüce rabbimizin en değerli nimetlerinden biri olan gençlik, bir insanın Allah rızasını kazanmak, Peygamberin şefaatine layık olmak ve Kuran ahlâkına hizmet etmek için gayret gösterebileceği en verimli dönemdir. Osmanlıcada genç kelimesinin karşılığı olarak hazine define gibi anlamlar görülür. Bu hazineye sahip olmak için Kuran ve sünnet gençlere en iyi yol göstericidir. Zaman insanoğluna en büyük nimettir. Bu nimetin meyvesi ise gençlik ... Resulullah Efendimiz (s.a.v) zamanın ne denli kıymetli olduğunu şöyle anlatmıştır: “Beş şey gelmeden önce beş şeyin kıymetini bilin; ölüm gelmeden önce hayatın, hastalık gelmeden önce sağlığın, meşguliyet gelmeden önce boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce zenginliğin” Halk arasında gençliğini yaşamak tabiri çok sık kullanılır ve 91 çokça da yanlış yorumlanır. Gençliğini yaşamak demek birtakım arzuların peşinde koşmak anlamına gelmemelidir. Elde bir fırsat varken iyi bir insan, iyi bir Müslüman olmanın yolları aranmalıdır. Dinimiz her alanda israfı haram kılmaktadır. İsraf etmek genellikle mal eşya hakkında bilinse de bundan daha kötüsü ömür hazinesini boşa, gayesiz bir şekilde tüketmektir. İşte israfın en kötüsü ise en lüzumlu ve asıl vazifeleri bırakıp en lüzumsuz ve zararlı işlerle meşgul olarak ömrü ve özellikle gençliği boş yere harcamaktır. Topluma faydalı, Allah ve Resulü’nün istediği gençlerin yetişmesinde en önemli etken aşılanması gereken en önemli manevi değer inançtır. Allah ve Resulü inançlı ve özgüvenli bir genç ister. Kuran ve sünnet doğrultusunda yetişen bir genç inandığını Ayet ve hadislerle ifade edebilecek seviyede özgüvene de sahip olmalıdır. Bizim toplumumuzda öğretmenine “eti senin kemiği benim” tabirine çokça rastlanmaktadır. Halbuki İslam toplumlarından saygın, sözü geçen gençlerin önemli yerlerde olmasında en önemli etken yetiştiği toplum ve o toplumun zihniyetidir. Bir genç kendisine sağlanan güven ile toplumda sindirilmeden düşüncelerini aktifleştirme yoluna gidebilir. Asr-ı Saadet gençliğine bakıldığında İslam’ın yayılmasında Peygamberimize en çok desteği sağlayan gençler olmuştur. Düşüncelerini açıkça dile getirmiş, toplumda saygınlık kazanıp yüksek mertebelere gelmişlerdir. Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden: Hz. Ali, Zeyd b. Harise, Abdullah b. Mesud, Zübeyr b. Avvam, Talha b. Ubeydullah, Sad b.Ebu Vakkas, Musab b. Umeyr, Cafer b. Ebu Talib, Abdullah b. Ömer, Osman b. Affan gibi sahabeler genç yaşta islamı kabul etmişler ve gerek Peygamber döneminde gerekse onun vefatından sonra çok önemli görevlere gelmiş, içlerinden valiler komutanlar çıkmıştır. Hz. Peygamber gençlere gözü pek, cesur olmayı nasihat eder. Hz. Ali hicret sırasında Peygamberimiz’in yatağına yatarak canını tehlikeye atmıştır. Bu nedenle Hz. Ali’ye Esedullah yani Allahın Aslanı lakabı verilmiştir. Allah resulü gençlere ilim öğrenmelerini nasihat eder. Genç yaşta Müslüman olan ve Resulullah’ın muhabbetini kazanan Cabir b. Abdullah Allah ve Resulünden ve sahabenin pek çoğundan hadis rivayet etmiştir. 1000 den fazla hadis nakleden 6 sahabeden biri olarak hadis külliyatında yer almıştır. Resulullah ilim aşkı nedeniyle bu sahabeyi çok severdi. Namaz iman sancağıdır, .namaz dinin direğidir. Bu sancağı gelecek nesillere aktaran ise gençlerdir. Hepimiz biliriz ki ağaç yaş iken eğilir. Resulüllah efendimiz buyuruyor ki “çocuklarınıza 7 yaşında namazı kıldırın.” Çocuk yaşta görülenler yapılanlar gençlikte karakter olarak bünyeye yerleşir ve artık kalıcı hale gelmiştir. Günümüz gençliğinde namaz dinin direği olmasına rağmen bir önem arz etmiyor. En sık görülen örneği de evlenmelerde kız veya erkek için ‘iyi çocuk, bir namazı yok’ deniliyor. Oysaki ne yürek acıtan bir durum ... Resulüllah Efendimiz (s.a.v) bir hadisinde buyuruyor ki “Altın tasla Kevser Suyunun başında ümmetimi bekleyeceğim. Oraya gelenlere ikram edeceğim. “ der. 92 Ahir zaman gençlerini görünce elindeki tası bırakır. Bunu görenler; “Ya Rasulullah! Onlara vermeyecek misin?” deyince Rasulullah onlara: “Ahir zamanda alnını secdeye koyan gençlerle arama altın tası koymak istemiyorum onlara elimle ikram edeceğim.” ‘Allah; genç yaşlarında ibadet edenleri meleklerine göstererek sevincini ilan eyler.’ Günümüz gençliğinde açıkça görülen ve önüne geçilemeyen bir durum da geçlerin batıya batının çağdaşlık olarak nitelendirdiği imansızlık kervanına katılmasıdır. Giyinilen kıyafetler, dinlenilen müzikler, okunulan kitaplar, yazılan yazılar hepsi gençlerin batının esiri olduğunu gösteriyor. Oysaki Allah ve Resulü esaret gençlik değil iman esasına sadık bir gençlik ister. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiğinde 20 yaşındaydı. Fatih’in ortaçağı kapayıp yeniçağı açması, yaşadığı çağa ayak uydurmasından, çağdaşlık denilen saplantıların ardı sıra peşine takılmasından değil, Kuran’a uyup hak yolundan gitmesindendir. İşte Allah’ın ve Efendimizin (s.a.v) istediği Gençlik: Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin. kalbinin davacısı bir gençlik ... Halka değil, Hakka inanan; meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adaleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik ... Mahşer günü hesaba çekileceğimiz ilk konu gençliğimizi nerde ve nasıl harcadığımız peki ya vereceğimiz cevap ... Zararın neresinden dönersek kârdır. Allah çokça bağışlayandır tövbe eden genci sever. Ey Müslüman Genç Kardeşim ! Gençliğin senin en büyük hazinen. Beş metrelik toprağın altına girdiğin zaman sana sorulacak olan o soruya cevabın hazır mı ? Öyleyse gençliğini iyi kullan ... DİPNOTLAR 1. Bu Makale, Haciveyiszade Mustafa Kurucu’yu anma programında İHL’ ler arası Konya Birincisi seçilmiştir. 93 Şeyma YILDIRIM Dede Aşıklar Kur’an Kursu Öğrencisi ÖNCÜ ve SAMİMİ BİR GENÇLİK1 Gençlik, çocukluk ile olgunluk arasındaki en dinamik çağ, en latif nimettir. Bu nimetin, nasıl ve ne uğurda harcandığı mühimdir. Bu hususta Peygamber Efendimiz (s.a.v), insanoğluna, gençliğini hangi yolda tükettiğinin sorulacağını2 haber verir. Şüphesiz önemli olan, bedenen hayatta olan bir gençlik değil, imanıyla hayatı kanaviçe işlercesine güzelleştiren bir gençliktir. İslam toplumunun şekillenmesinde, İslami değerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlerin rolü yadsınamaz. Bu bağlamda Hz. Peygamber (s.a.v) gençliğe ve gençlerin yetişmesine büyük önem vermiş, onlara mühim görevler yüklemiştir. Öyle ki Allah Rasülü, Tebük Gazvesi’nde Beni Neccar Kabilesi’nin sancağını, henüz yirmili yaşlarda olan Zeyd İbn Sabit’e vermişti. Bedir Savaşı’nda Hz. Ali’yi sancaktar yapmıştı. Beni Kudaa üzerine göndermek için hazırladığı birliğin sancağını da Üsame ibn Zeyd’e vermişti. Allah Rasülü, alemin esrarında helezon gibi sağırca ve duraklayarak dönen değil, atardamarlarında safi özgüven duygusu taşıyan bir gençlik arzu ediyordu. 94 Hz. Muhammed (s.a.v)’in bir peygamber ve insan olarak en önemli özelliği, “üstün ahlâklı”3 ve “en güzel örnek”4 oluşudur. O (s.a.v), “Ben, Müslümanların ilki olmakla emrolundum.”5 düsturuna bağlı kalarak, bir yandan Allah’tan aldığı vahyi olduğu gibi insanlara ulaştırmış, diğer yandan da ilahi vahyi öncelikle kendi hayatına uygulayarak tüm müminlere rehber olmuştur. “İlim öğrenmek kadın-erkek her Müslüman’a farzdır.”6 buyuran Hz. Peygamber (s.a.v), bütün Müslümanlara Mescid-i Nebevi’de eğitim veriyordu. Burada ashap çeşitli ders halkaları da oluştururdu. Hz. Peygamber (s.a.v) de mescide geldiğinde ibadet ile meşgul insanların yanına değil, eğitimle iştigal olanların halkasına katılırdı. Gençlerin ilim alanında yetişmesine büyük ilgi gösteren Allah Rasülü’nün, vahiy katiplerini de umumiyetle gençler arasından seçtiğini, İslam’a davet mektuplarını gençlere yazdırdığını ve daha nice eylemleriyle gençleri ilme teşvik ettiğini görüyoruz. Kıyamet gününde arşın gölgesinde gölgelendirilecek olanlar arasında “Rabbine kulluk üzere yetiştirilmiş genç”leri7 de sayan Hz. Peygamber (s.a.v), hakkın yolunda dümdüz ilerleyen ve batıla yol vermek için kıvrılıp kenara çekilmeyen bir gençlik diliyordu. Acılara, hayatın problemlerine sağlam bir imanla galip gelen bir gençlik ... Bu hususta Allah Teala da Yüce Kitabı Kur’an’ı Kerim’de, “hisse” alalım diye nice “kıssalar” zikretmiştir. “Ashab-ı Kehf “ kıssası da bunlardan biridir. Ashab-ı Kehf. .. Onlar, inkârcı ve zalim bir toplulukta gerçeği açıkça görmüş ve imanlarını yüreklice ortaya koymuş gençlerdi. İnançlarının zarar görmesinden kaçarak, dünya hayatının süsünü bırakıp Allah’a dayanmış, dar ve karanlık bir mağaraya sığınmak zorunda kalmışlardı. Sonra İlahi Şefkat her tarafı kaplamış, o daracık mağara onlara engin bir meydan oluvermişti. Şüphesiz Allah Teala, Ashab-ı Kehf gibi hakikate sımsıkı sarılan, tercih ettikleri imanla şeref duyan bir gençlik istiyor. Bir gençlik ki, Hz. İbrahim gibi, imanın terbiye ettiği bir kalple putlardan arınan ve zalimlere en naif sözlerle çağrıda bulunan, karanlığa ışık olan bir gençlik ... Kardeşine, “ ... and olsun eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben öldürmek için sana asla elimi uzatmayacağım”7 diyerek Rabbine sığınan, ‘Habil gönüllü’ bir gençlik ... Firavun’un kavmi gibi sıkıntılı anlarda Allah’ı hatırlayan, kendini güvende hissettiğinde ise her şeyi unutan bir gençlik değil; Hz. Musa gibi, hak yolda batıla mukavemet eden, düşünce, ahlâk ve uygulamalarıyla Rabbi için cihat eden bir gençlik ... Adem (a.s.)’in tövbekarlığını, Hacer (a.s.)’ın teslimiyetini, Meryem (a.s.)’ın iffetini, İsmail (a.s.)’ın sıddıkiyetini, Eyyüb (a.s.)’ın sabrını, Yusuf (a.s.)’ın takvasını kendisine düstur edinmiş bir gençlik ... Velhasılıkelam, Allah ve Rasül’ ü, hakikatin kalbine doğru durmadan kulaçlarını atan, hikmet denizinde yüzmeye doymayan, ayak seslerinin yankısı çağın körelmiş beynine çekiç gibi inen, inancının azamet ve ihtişamıyla nice nesilleri dirilten bir gençlik istiyor. 95 Selam olsun Cenab-ı Allah’ın rızasını kazananlara ... Selam olsun Hz. Peygamber (s.a.v)’in ahlâkıyla ahlâklananlara ... Selam olsun dinini koruyup, emanetlerini ifa eden ve amellerini hayırla sonuçlandıran tüm Müslümanlara ... DİPNOTLAR Bu Makale, Haciveyiszade Mustafa Kurucu’yu anma programında Kur’an Kursları arası Konya Birincisi seçilmiştir. 2 Bkz. Tirmizi, Sıfatü’l-Kıyame, 1. 3 Bkz. Kalem Süresi, 68/4. 4 Bkz. Ahzab, 33/21. 5 Zümer, 39/12. 6 İbn Mace, Mukaddime, 17. 7 Bkz. Tirmizi, Zühd, 53 1 96