Can Saatini Rahman, Ezelde Kuruvermiş... Bir Gün
Transkript
Can Saatini Rahman, Ezelde Kuruvermiş... Bir Gün
DEĞER Haziran 2015 Sayı:18 Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır ÜCRETSİZDİR Can Saatini Rahman, Ezelde Kuruvermiş... Bir Gün Göreceksin ki O Saat Duruvermiş... Necip Fazıl Kısakürek EN ESKİ RAMAZAN GELENEĞİ; MAHYALAR 04 12 TOPLUMSAL DUAYRLILIK 22 BİNİCİLİK VE TÜRKLER ŞEHZADELER DİYARI AMASYA 28 42 PLEVNE MÜDAFASI 36 SOSYAL SORUMLULUĞUN SEMBOL İSMİ MUSATAFA GÜZELGÖZ içindekiler HAZİRAN 2015 Değer Aylık Kültür ve Yaşam Dergisi Yıl: 2 Sayı: 18 Haziran 2015 Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Yayınıdır YAYIN KURULU Ali YILDIZ (Yayın Kurulu Başkanı) Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdür Yardımcısı Çelebi YILMAZ (Eğitim Daire Başkanı) Faruk KARCI (Tetkik Hâkimi) Ramazan GÜNŞAN (Şube Müdürü) Habil KANOĞLU (Şube Müdürü) Elçin Çakır TERZİOĞLU Irmak ŞENEL Zümrüt ÖZKAN Emrullah ÖZGER Süleyman KARAKUŞ İlhan GÜLER Mustafa Serdar ÖZGÜN İslam AZAKLI Editör İlhan GÜLER Sahibi Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Adına Oktay YILDIRIM Kurum Müdürü Katkı Sağlayanlar Abdullah Tutgun - Ali Oktay - Ali Yavuz Aydın Keçeci - Burcu Kurt - Cevdet Tekin Ejder Topal - Evren Tanrıkulu - Ferhat Çeliker Mehmet Gökçe - Ömer Gökduman - Ramazan Sağır Recep Güngör - Sema Gök -Tuncay Karaca Mustafa M. Ünlü - Bahattin Benli Matbaa-Baskı Şefi Salim KILIÇ Grafik Tasarım EDİTÖRDEN İnsan yaratılış itibari ile sorumlu bir varlıktır. İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliklerden birisidir sorumluluk. İnsan sorumludur çünkü kendisine iyi ile kötü, doğru ile yanlış açık bir şekilde gösterilmiş olup, ikisinden birisini seçme hakkı tanınmıştır. Doğru kararı alabilmesi ve gereğini yerine getirebilmesi için gerekli akıl, irade ve gerçekleştirebilme gücüne sahiptir. İşte sahip olduğu bu özgür iradesiyle istediği seçimi yapabilen insanoğlu, yaptıklarından sorumlu olur ve sonuçlarına katlanmak zorundadır. Hayatımızın bütün alanlarında yerine getirmemiz geren sorumluluklarımız vardır. Toplum içinde, ailede, okulda, işyerinde beraber yaşadığımız diğer tüm insanların hakkını çiğnemeden yerine getirmemiz gereken vazifelerimiz vardır. Hiç şüphesiz ki, bu vazifelerimiz henüz çocukluk dönemimizde başlar ve son nefesimize kadar devam eder. Zira kendisine hayrı olmayanın başkasına da hayrı olmaz sözünden yola çıkarak, kişi topluma karşı olan sorumluluklarını yerine getirebilmesi için önce kendi sorumluluklarını yerine getirmesi gerekmektedir. Üzerimize düşen vazife ve sorumluluklarımızı yerine getirmek, içinde yaşadığımız toplumun ilerlemesine, kalkınmasına ve huzur içinde yaşamamıza katkı sağlar. Aksi takdirde sorumluluklarımızı tam manası ile yerine getirmediğimizde birçok sorunlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Ülkemiz, toplumumuz, ailemiz adına yerine getirmemiz gereken işlerimiz aksar ve insanlar arasındaki sağlıklı ilişkiler bozulur. İşte tamda bu yüzden sorumluluk bilincine sahip bireyler yetiştirmek asıl hedefimiz olmalıdır. Çünkü toplumun ilerlemesi, ülkenin gelişmesi sorumluluk duygusuna sahip insanların bilinçli ve istekli olması ile doğrudan ilgilidir. 0312 441 00 40 0533 616 23 18 Baskı Ankara Açık Ceza İnfaz Kurumu Matbaası İstanbul Yolu 15.Km Hava Müzesi Karşısı Şaşmaz / Ankara Tel: (0312) 278 7610 Faks: 278 25 68 Milli ve manevi değerlerimizden biri olan “sorumluluk” ile hayat daha güzel ve daha yaşanılır hale gelir. Bu duygu ve düşüncelerle hazırladığımız sorumluluk temalı dergimizi istifadenize sunarken, birbirinden faydalı ve değerli yazılarımızın, sorumluluk duygusu ile yaşanması ve yaşatılmasına katkı sağlamasını temenni ediyorum. Yayın Türü Yerel Süreli Yayın Basım Tarihi: 08/06/2015 İletişim Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Konya Yolu No:70 06330 Beşevler/ANKARA Tel: 0312 204 1661 Faks: 223 43 91 e-posta: yetiskin.egitim@adalet.gov.tr Web: www.cte.adalet.gov.tr Dergimiz siz değerli okuyucularımızın eline ulaştığında; rahmet ve bereketi ile bizlere sonsuz hayır kapıları açan, gönüllerimizin huzura erdiren Ramazan ayını geride bırakmış olacağız. Sevinçle yapılan iftarlar, bereketli sahurlar, yardımlaşma ve dayanışmanın daha da yoğunlaştığı bu Ramazan ayı, hayatımıza heyecan ve zindelik getirmiş olmasını temenni ediyor ve siz değerli okuyucularımızın Ramazan Bayramını en kalbi duygularımla kutluyorum. Sesleniş Gazetesinin ekidir İlhan GÜLER Enis Yavuz YILDIRIM Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürü Değerli Okurlarım, Sorumluluk, kişinin kendine ve başkalarına karşı yerine getirilmesi gereken yükümlülüklerini zamanında yerine getirmesi zorunluluğudur. İnsanı diğer varlıklardan ayıran en önemli kavramlardan birisidir aslında sorumluluk. Toplum halinde yaşayan ve buna göre programlanmış insan, içerisinde yaşadığı topluma karşı bazı yükümlülükler taşımaktadır. Bu son derece doğaldır, çünkü toplum halinde yaşamaya başladığı günden itibaren hiç şüphesiz konulan kurallara uymak ve içerisinde yaşadığı toplumun kendisinden beklentilerini karşılamak asgari zorunluluktur. Muhataplarına göre sorumluluğun çeşitleri olabilir; kişinin kendisine karşı sorumluluğu, ailesine karşı sorumlulukları, ülkesine karşı sorumlulukları gibi. Ya da türüne göre de sınıflandırılabilir; maddi sorumluluklarımız, manevi sorumluluklarımız gibi. Genel olarak bakıldığında; gerek dinsel esaslı sorumluluklarda, gerek Hukuki sorumluluklarda ve gerekse toplumsal yada ahlaki sorumluluklarda esas olan “akıl” dır. Kaynağı ne olursa olsun, hiçbir sistemde aklı olmayanın sorumluluğu yoktur. O halde sorumluluk, insana bahşedilen ve insanı diğer varlıklardan ayıran aklın doğal bir sonucu ve yükümlülüğüdür. Bu anlamda “akıl” taşıyan hiçbir insanın sorumluluktan vareste olması mümkün değildir. Burada şunu vurgulamak gerekir ki; sorumluluktan bağışık olmak ayrı bir durum, taşıması gereken sorumluluğu taşımamak bundan farklı bir durumdur. Taşıdığı sorumluluğun gereğini yerine getirmek ise tamamen farklı bir durumdur. Toplum içerisinde yaşayan her insanın taşıması gereken sorumlulukları sıralamaya kalkarsak önümüze çok uzun bir liste çıkacaktır. Ancak bunlardan belli başlılarına en azından başlık olarak değinmekte yarar görüyorum. 3 Kişinin kendisine karşı en önemli sorumluluğu; genel anlamda sağlığını korumak, yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürmek, bilgi-birikim ve donanım olarak kendisini geliştirmek, toplumun nefret ettiği ya da kurtulmak istediği bir insan olmak yerine topluma katkı sağlayan, güvenilir ve üreten bir insan olmak yolunda, değer yargılarını ve kişiliğini olumlu anlamda güçlendirmek, asgari şekilde insan olarak bilmesi gerekenleri doğru kaynaklardan ve doğru biçimde öğrenmektir. Ailesine ve çevresine karşı sorumluluğu; iyi bir aile kurmak, bu ailenin fertlerinin topluma yararlı bireyler olmasını temin etmek, ya da bir ailenin bireyi olarak, ailesi başta olmak üzere çevresinin sorunlarının çözümüne katkı sağlamak, olumlu değer yargıları açısından örnek teşkil etmek, güvenilir olmak, onlara karşı sevgi ve saygı ile hareket etmek, ailesinin geçimini sağlamasına yaşamını idame etmesine yasal ve ahlaki yollarla destek olmaktır. Ailesi ve çev-resi için, varlığı ile güç veren, moral veren, katkı sağlayan, insani özellikleriyle de örnek ve iftihar edilebilen birey olabilmektir. BAŞ YAZI Toplum ve ülkesine karşı sorumluluğu ise; yukarıdaki iki başlıkta ifade edilen, kişisel gelişimi ve aile bireylerinin vasıflı kişiler olarak yetişmesini sağlamakla ülkenin ve toplumun gelişimine katkı sağlamak, toplumsal düzen ve kurallara uymak, uyulmasını sağlamak için özen göstermek, kendisi ve ailesi için arzu ettiği her durumu, toplumun diğer fertleri için temin etmeye çalışmak, ülkesinin güçlenmesi hususunda elinden gelen katkıyı yapmak, ülkesi ve Devleti için gerektiğinde her türlü fedakarlıktan kaçınmamaktır. Her türlü eylem ve söyleminde, ülkenin birlik ve beraberliğine, ülkesinin ve devletinin güçlenmesine katkı sağlayıp bu amaç doğrultusunda çalışmaktır. Yaşadığı çevreye karşı her anlamda duyarlı olmaktır. Sayılan bu hususlar şüphesiz daha da ayrıntılı bir şekilde uzayıp gidebilir. Ancak en temel insani vasıf olan, “sorumluluk” duygumuzu zaman zaman sorgulayıp, varsa eksikliklerin giderilmesi yolunda kararlar almamız insani açıdan da zorunludur. Sorumluluk anlayışının, kişiler, toplum ve Devletler için başarının ve onurlu bir yaşamın olmazsa olmazı olduğunu göz ardı etmemek gerekir. KAPAK KONUSU 4 TOPLUMSAL DUYARLILIK Toplumsal duyarlılık veya bilinç, yaşadığımız dünyayla ve yaşadığımız olaylarla ilişki kurmak ve bu konuda sorumluluk almaktır. Pozitif sosyal davranışlar, başkasının ya da başkalarının ihtiyaçlarına yönelik olan davranışlardır. Bir kişinin sosyal sorumluluk içeren davranışlarda bulunması için, başkalarının ihtiyacını, hedeflerini anlaması ve de buna uygun davranışları üretmesi gerekmektedir. Bu davranışlar maddi ve manevi olarak çok çeşitli şekillerde olabilir. Toplumsal gelişmelere verilen uygun bir tepki de toplumsal bilinç içeren bir davranıştır. Bu tür davranışlarda önemli olan büyük ya da küçük bir topluluğa hizmet etmekten çok, destek olunan amaca ne ölçüde hizmet edilebildiğidir. Toplumsal Duyarlılık Neden Gereklidir? Toplumsal bir varlık olan insan, çevresine karşı duyarlı olmak durumundadır. Tıpkı Ernest Hemingway’in Çanlar Kimin İçin Çalıyor adlı eserinde ifade ettiği gibi “birbirinden kopuk bir ada değildir insanoğlu”, birine zarar veren bir olay, diğerlerini de etkiler. Suya attığımız minicik bir taşın etkisinin halka halka yayılarak genişlemesi gibi, pozitif veya negatif etki yaratan sosyal hareketler de dalgalar halinde büyüyerek yaygınlaşır ve bizi bir şekilde etkiler. Yaşadığımız dünyaya, çevremize karşı ne kadar duyarlıysak, bu duyarlılık olumlu veya olumsuz olarak bize geri dönecektir. Örneğin, çocuklarımıza otobüste, trende vb.. yerlerde yaşlılara, güçsüzlere, ihtiyacı olanlara öncelik duyarlılığını kazandıramamışsak, gelecekte ihtiyacımız olan anlarda o dönemin çocukları da bizlere anlayışlı davranmayacaklardır. Bu nedenle iş işten geçtikten sonra çevremizden duyarlılık beklemek gerçekçi değildir. Önemli olan, gerekli duyarlılığı yerinde ve zamanında gösterebilmektir. Özellikle yaşadığımız çağda toplumsal duyarlılık daha da fazla önem kazanmaktadır. Sanayileşen toplumlarda, ekonomik gelişmeyle birlikte insanların bireyselleşmesi ve sonucunda insanın yalnızlığa itilmesi gerçeğiyle karşı karşıya kalmaktayız. Bu bireyselleşme ve yalnızlaşma, duygusal körlüğe neden olmakta ve insanı kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaştırmaktadır. Bu yabancılaşma, insan yaşamına anlam veren önemli bir boyutun ortadan kalkmasına neden olmakta ve de toplumun çözülmesine dair riskleri beraberinde getirmektedir. Sağlıklı insanlar yetiştirebilmemiz için gelişen ekonominin yanında insani değerleri de ön planda tutan, insanı makine gibi görmeyen, insana değer veren sosyal yapıyı da geliştirmemiz gerekmektedir. Ancak bireyler bulundukları toplum için üretirler, emek harcarlarsa, yaşadıkları topluma aidiyet hissini yaşarlar ve kendilerini güvende hissederler. Toplumsal Duyarlılığın Kazanılması toplumsal bilince yönelik davranış becerilerini kazanmak ve kazandırmak, uzun ve emek isteyen bir süreçtir. Çoğu zaman kişi başkaları ya da toplum için sorumluluk aldığında, kendisiyle çelişkiye düşebilir; çünkü burada kendisinden bir şeyler verecektir. İnsanın bunu öğrenmesi ve uygulaması kolay değildir. 5 KAPAK KONUSU Düğünlerde gelin evi Bazı uzmanlara göre, toplumsal bilinç içgüdüsel olarak kazanılmaktadır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur. Akrabalık ilişkileri bağlamında Pozitif sorumlu davranışın nasıldeğerlendigeliştiğine rildiğinde, her hanenimaktadır. Türkiye’de kadar dair çok farklı görüşler vardır. Bazı bilim ne adamlahane varsa o kadar T rı bunun genetik olduğunu savunurken, bazı başka araştırmacılar ise bunun öğrenilen davranışlar olduğunu, özellikle de sosyalleşme süreçleri sonucunda oluştuğunu ifade etmektedirler. Diğer bir görüş, beklenen sosyal davranışların belli gelişimsel devrelerin sonucunda kazanıldığı şeklindedir. Bazı uzmanlara göre, toplumsal bilinç içgüdüsel olarak kazanılmaktadır. Bu düşünceye göre insanoğlu, çevresine karşı duyarlı olma ve çevrede oluşturduğu etkinin, yani davranışlarının sonuçlarını düşünme içgüdüsüyle doğmuştur. Bu nedenle bebekler ellerindeki bir oyuncağı masaya vurur ve ne olduğunu, nasıl bir etki uyandırdığını merakla izlerler. Doğuştan gelen bu içgüdü, çocukluk ve gençlik yılları boyunca desteklenirse ve gelişirse, davranışlarının sorumluluğunu alan, topluma karşı duyarlı bireyler yetişir. Bu içgüdünün desteklenmediği ve gelişemediği durumda ise, sorumsuz ve duyarsız bireyler yetişir. Bireylerin bu duyarlılığı geliştirmesinden, başta bireyin içinde bulunduğu aile, arkadaş, okul olmak üzere toplum olarak sorumluyuz. Her bireyin kendi sınırları ölçüsünde bulunduğu ortamın gelişimini etkileme potansiyeli ve sorumluluğu vardır. Şimdi sizlerle, bireylerin kapasitesi ya da özellikleri ne olursa olsun, çevrelerine karşı duyarlı olma içgüdülerine sahip olduğunu gösteren gerçek bir olayı paylaşmak istiyoruz: “Birkaç yıl önce, Seattle Özel Olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizgisinde toplandılar. Yarışmacıların tümü yarışı bitirmek ve kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz, içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi delikanlının ağlamasını duydular, yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler, delikanlının yanına geldiler. İçlerinden Down Sendrom’lu bir kız eğilip delikanlıyı öptü ve: -Bu onun daha iyi olmasını sağlar, dedi. Sonra dokuzu birden kol kola girdiler ve bitiş çizgisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp, dakikalarca onları alkışladı. Orada bulunan insanlar hâlâ bu öyküyü anlatırlar. Neden? Çünkü, bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan, çok daha ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan, diğerlerini de anlamak, yavaşlamak ve rotamızı değiştirmek anlamına gelse bile, diğerlerinin kazanması için yardım etmektir. Toplumsal duyarlılık ve bilinç bu şekilde gelişir. www. ailem.com TARİH Arşivler Filistin için açılıyor Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, 3 yıl boyunca Osmanlı arşivlerini tarayarak Filistin ile ilgili belgeleri ortaya koyacak. Yarım asırdan fazla süreden beri Ortadoğu’da kangren haline gelmiş olan Filistin-İsrail meselesine ışık tutacak bir çalışmayı hayata geçirdi. Bir yıldan beri süren çalışma tamamlandığında Türkçe’nin yanı sıra Arapça ve İngilizceye çevrilerek dünya kamuoyuyla paylaşılacak. BİLİM Orucun beyin üzerindeki etkisi Uzmanlar Ramazanda tutulan orucun insan vücuduna bir çok faydasının olduğunu söylüyor. Strese de iyi gelen oruç bakın beyni nasıl etkiliyor. Uzmanlar, ramazan boyunca oruç tutanların beyninde ve ruh dünyasında büyük değişimler yaşandığını belirterek, Ramazanda beyin, nefis-i emmarenin (kötülüğü emreden nefis) uyarılarından daha az etkileniyor. Osmanlı Devletinin Başkentleri Kurulduğu günden çöküşüne kadar 622 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğuna Bursa, Edirne ve İstanbul başkentlik yapmıştır. Osmanlı Devleti’nin kurulduğu 1299 yılından 1326 yılına kadar geçen 27 yıl sürede bugün Bilecik iline bağlı Söğüt merkez olarak bilinse de, tarihte Söğüt Osmanlı Devleti’nin başkentleri arasında yer almamaktadır. 3 kıtada yaklaşık 600 yıl hüküm süren Osmanlı, kendisine başkentlik yapan beldeleri de birer canlı müze halinde insanlığa armağan olarak bırakmıştır. İlk Osmanlı İmparatorluğu başkenti, Orhan Gazi tarafından alınan Bursa’dır. Osmanlı’nın son başkenti herkesin bildiği gibi İstanbul’dur. Aşağıda Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapmış olan illerimizin başkent oldukları yıllar ve hangi padişah zamanında başkentlik yaptıkları ayrıntılı biçimde açıklanmıştır. Osmanlı’nın ilk başkenti Bursa Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk başkenti Bursa’dır. 1326 yılından 1365 yılına kadar tam olarak 39 sene Osmanlı İmparatorluğunun ilk başkenti Bursa olmuştur. Osmanlı’nın ikinci başkenti Edirne Edirne, 1365 yılından 1453 yılına, İstanbul fetih edilene dek Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan ikinci il olmuştur. 88 yıl Osmanlı İmparatorluğuna başkentlik yapan Edirne, Murat Hüdavendigar zamanında başkent yapılmıştır. Son başkenti İstanbul 1453 yılında İstanbul Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilince İstanbul Osmanlı İmparatorluğu’nun son ve en uzun süre başkenti olmuştur. 1453 yılından Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış süresi olan 1923 yılına kadar 470 yıl İstanbul başkent olmuştur. Günümüzde Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olmasa dahi Türkiyenin kalbi yakıştırmasının haklı gururunu yaşıyor. Toplam Başkentlik süreleri Bursa – 39 Yıl – (1326-1365) Edirne – 88 Yıl – (1365-1453) İstanbul – 470 Yıl – (1453-1923) EĞİTİM TARİH Çok Yönlü değerlendirin Sultanının mezarı bulundu Çocukları karnedeki notları üzerinden değerlendirmek yerine çok yönlü değerlendirmenin daha sağlıklı olacağını belirtildi. Karnesinde zayıf olan öğrencilerin durumlarını önceden bildikleri için biraz telaşlı olduklarını ifade eden uzmanlar, kırık not getiren öğrenciye kötü davranmanın, onu cezalandırmaya çalışmanın çok sağlıklı bir tepki olmadığını söylediler. Selçuklu Devleti’nin son sultanı olan 2. Gıyeseddin Mes’ud Bin Keykavus’un mezarının Samsun’da olduğu ortaya çıktı. Araştırmalar sonucu ortaya çıkan mezarlar, Samsun Büyükşehir Belediyesi tarafından dönemin mimari özellikleri dikkate alınarak türbeye dönüştürülecek. Hayata Dair… İnsanlara beklediklerinden daha çok şey ver ve bunu zevk alarak yap. Dinlediğin her şeye inanma, sahip olduğun her şeyi harcama ve istediğin kadar uyuma. “Seni seviyorum” dediğinde, cidden söyle. Üzgünüm dediğinde, o kişinin gözlerinin içine bak. Evlenmeden önce en az 6 ay nişanlı kal. Başkalarının düşleriyle asla alay etme. Anlaşmazlık durumlarında, dürüst ol. Kimseyi kırma, hakaret etme. İnsanları akrabalarına göre yargılama. Yavaş konuş, ama hızlı düşün. Anneni ara. Kaybettiğinde, ders al. Küçük bir anlaşmazlığın büyük bir arkadaşlığı bozmasına izin verme. Telefona cevap verirken gülümse. Seni arayan kişi bunu sesinden anlayacaktır. Biraz yalnız kal. Suskunluğun, bazen, en iyi yanıt olduğunu unutma. Allah’a güven ama arabanı kilitle. (Deveni bağla sonra tevekkül et). Evde sevgi dolu bir atmosfer önemlidir. Huzurlu ve uyumlu bir ortam oluşturmak için elinden geleni yap. Geçmişte çok yaşama. Bildiklerini paylaş. Ölümsüzlüğü elde etmenin bir yoludur. Dua et. Duada, ölçülemeyecek bir güç saklıdır. Sana sevgi gösterisinde bulunan birini engelleme. Başkalarının işine burnunu sokma. Çok para kazanıyorsan eğer, hayattayken, başkalarına yardım et. Bu, Şansın sana verebileceği en büyük tatmindir. Unutma, istediklerini elde edememek, bazen büyük bir şanstır. AİLE 8 AİLEDE MUTLULUĞU ENGELLEYEN HALLERE DİKKAT! Mutlu olmak herkesin hakkıdır. Özellikle bir arada mutlu ve huzurlu olmak için yuva kurmuş, üstelik çocukları da olan karı kocanın iyi geçinmeye, birbirlerine saygı ve sevgi göstermeye daha çok ihtiyaçları vardır. Mutlu olmak herkesin hakkıdır. Özellikle bir arada mutlu ve huzurlu olmak için yuva kurmuş, üstelik çocukları da olan karı kocanın iyi geçinmeye, birbirlerine saygı ve sevgi göstermeye daha çok ihtiyaçları vardır. ŞAKAYA DİKKAT! Yine mutluluğu engelleyen hususlardan biri de, şaka yapma ve takılmada dozun kaçmasıdır. TEBESSÜM ÖNEMLİ 1-Eleştirinin etkili olması isteniyorsa, muhakkak ki eşin egosu hedef alınmamalıdır ve eleştiri başkalarının yanında yapılmamalıdır. 2-Eleştiriye gönül alıcı bir söz veya komplimandan sonra başlanmalıdır. 3-Eleştiriyi şahsi olmaktan uzak tutmalı, kişiyi değil davranışı eleştirmelidir. 4-Cevap almayı sağlamalıdır. Eşe neyi hatalı yaptığını söylerken ona doğruyu da söylemelidir. Aslında karı-koca iletişiminin temeli erkek eve girerken atılır. Erkek muhakkak tebessümle içeri adımını atmalı ve selam vererek hal hatır sormalıdır. Kadın da onu yine tebessümle kapıda karşılamalı ve gününün nasıl geçtiğini merak etmelidir. 5-Emretme yerine istemelidir. Şunu düzeltir misin? demek, bunu tekrar yap, olmamış demekten daha etkilidir. YA ELEŞTİRİ GEREKİYORSA ? Eşinize çok iyi davranmalı ona gereken ilgiyi göstermelisiniz. Aksi takdir de birbirinizden uzaklaşırsınız. Tabii her zaman övgü yapılmaz. Bazen eleştiri de gerekebilir. Bunun için dikkat edilecek önemli notlar vardır: EŞİNE İLGİYİ ESİRGEMEMELİ EKONOMİK VE FİZİKİ DURUM Mutlulukla ekonomik gelir seviyesi arasında bağlantı sık tartışılan konudur. Para rahatlatır, ama mutlu etmez. Çünkü para sağlıklı olmak gibi çabuk alışılan bir durumdur. Mutluluk istediğimiz elde etmek değil, elde ettiğimizde mutlu olabilmeyi öğrenebilme yeteneğidir. Sadece para değil güzel ve zeki olmak da mutlulukla direk bağlantılı sayılamaz. Elbet güzel ve zeki olanların avantajları vardır ama daha mutlu kişiler olduğu doğru değildir. MUTLULUK İÇİN AKTİF OLMALI Mutlu insanlar incelendiğinde görülecektir ki aktif kişilerdir. Ama bu eşleri ve çocuklarıyla ilgilenmelerini engellemez. Onlara gereken ilgiyi verirler. Mutlu insanlar mutluluğu aramazlar, ancak ellerindekilerle mutlu www.saglikvakfi.org.tr olmaya çalışırlar. 9 SAĞLIK Şeker Yerken Bir Kez Daha Düşünün! 1. Şeker kanser hücrelerinin en çok sevdiği şeydir. 2. Şeker bağışıklık sisteminizi zayıflatabilir. 3. Şeker vücudunuzun mineral dengesini bozabilir. 4. Şeker çocuklarda uyuşukluğa sebep olabilir. 5. Şeker böbreklere hasar verebilir. 6. Şeker krom eksikliğine yol açabilir. 7. Şeker bakır eksikliğine yol açabilir. 8. Şeker kalsiyum ve bakır emilimini engeller. 9. Şeker gözleri bozabilir. 10. Şeker Hipoglisemiye sebep olabilir. 11. Şeker midenin asidik olmasına yol açabilir. 12. Şeker çocuklarda adrenalin seviyesini artırabilir. 13. Şeker koroner kalp hastalığı riskini artırabilir. 14. Şeker alkol bağımlılığına yol açabilir. 15. Şeker diş çürüklerini artırabilir. 16. Şeker kireçlenmeye sebep olabilir. 17. Şeker astıma sebep olabilir. 18. Şeker mantar enfeksiyonlarına sebep olabilir. 19. Şeker safra taşı oluşmasına yol açabilir. 20. Şeker böbrek taşı oluşmasına yol açabilir. 21. Şeker iskemik kalp hastalığına yol açabilir. 22. Şeker apendisite yol açabilir. 23. Şeker dolaylı olarak hemoroide yol açabilir. 24. Şeker damarlarda varise yol açabilir. 25. Şeker osteoporoz oluşumuna katkıda bulunabilir. 26. Şeker salya asiditesine katkıda bulunabilir. 27. Şeker glikoz toleransının düşmesine sebep olur. 28. Şeker büyüme hormonunu azaltabilir. 29. Şeker toplam kolesterolü artırabilir. 30. Şeker sistolik kan basıncını artırabilir. 31. Şeker gıda alerjilerine sebep olur. 32. Şeker diyabet oluşumuna katkıda bulunabilir. 33. Şeker hamilelikte kan zehirlenmesine yol açabilir. 34. Şeker kardiyovasküler hastalığa sebep olabilir. 35. Şeker DNA yapısını bozabilir. 36. Şeker katarakta sebep olabilir. 37. Şeker amfizeme sebep olabilir. 38. Şeker ateroskleroza sebep olabilir. 39. Şeker serbest radikal oluşumuna sebep olabilir. 40. Şeker enzimlerin işlevselliğini düşürür. Unutulmamalıdır ki, sofra şekerine hiçbir bünyenin ihtiyacı yoktur. Besinlere mümkünse şeker eklememeli ya da en azı ile yetinmeliyiz. Paketlenmiş gıdaları satın alırken içinde aşırı şeker yükü bulunup bulunmadığını kontrol etmeliyiz. Her zaman için besinlerin doğalını tercih etmekte yarar vardır. İnsan vücudunun günlük ihtiyaç duyduğu şeker ihtiyacını doğal meyve ya da sebzelerden karşılamamız çok daha doğru olacaktır. www.dunyalilar.org ZAMAN YÖNETİMİ Geçen hafta içinde televizyon başında kaç saat harcadınız, uzun süreli konuşmalarla ne kadar vaktinizi yediniz? Sabah güneş doğduktan sonra uyuma adetiniz var mı? Yemek veya çay başında ne kadar vakit geçiriyorsunuz? Bu ve benzeri sorulara verilen cevaplar, aslında herkesin hayatta farkında olmadan büyük zaman dilimini nasıl faydasız işlerle harcadığını göstermektedir. Bu soruların cevabı aynı zamanda ne kadar çok vakte sahip olunduğunu da göstermektedir. Öyleyse herkes sahip olduğu zaman potansiyelini değerlendirmelidir. Bir şey bütünüyle elde edilemezse, tamamen de terk edilmemelidir. Zamanı elden geldiğince iyi değerlendirmek başarının anahtarıdır. Teneffüs Psiko-biyolog E:L:Rossi’nin “20 dakika Ara” adlı esrinde “Her insanın zihinsel ve fiziksel olarak verimli çalışabildiği belli bir periyodu vardır ve genellikle 1,5 saat civarındadır. İnsan bu periyodu aştığı zaman, vücut yorulma sinyalleri verir. Bu sinyaller esneme, konsantrasyon zorluğu, algıda zayıflama, dalgınlık gibi şekillerde kendini gösterir. Bu sinyaller hissedildiği anda çalışmaya kısa bir ara verilmeli ve dinlenilmelidir. Bu dinlenme, faaliyet değiştirerek veya 15 – 20 dakika gözlerini kapatıp sessizce bekleyerek yapılabilir. Gözleri kapatmaktan amaçlanan beyne bilgi girişini azaltmaktır. Çünkü beyne ulaşan bilginin büyük çoğunluğu görme yoluyla elde edilir. Elleri veya yüzü yıkama, hafif fiziksel hareketler yapma da ideal dinlenmeye katkıda bulunur.” denmektedir. Dinlenme beynin öğrenme yeteneğini yükseltmek için çok gerekli bir eylemdir yani. Zihinsel dinlenme Çok kimsenin düşündüğünün aksine zihinsel yorgunluğu atmak için her türlü işi gücü bırakıp bir kenarda oturmak gerekmez. Değişik zihinsel ve bedensel faaliyetler, beynin değişik kısımları tarafından yönetilmektedir. Dolayısıyla her faaliyet değiştirildiğinde, beynin bir merkezi üzerindeki yükü azalıp başka bir merkezi daha aktif hale gelir. Bu duruma, bir öğrencinin matematik problemlerini çözmeye ara verip bedensel bir işle meşgul olması veya sözel içerikli bir derse çalışması örnek olarak gösterilebilir. Eğer dinlenme arası verilmezse vücut zorlandığı için stres hormonu salgılanır, konsantrasyon yeteneği zayıflar, verimlilik düşer. Başarıya ulaşmak için zaman planlanarak çok iyi değerlendirilmelidir; ancak bu yapılırken beynin dinlenmesine de dikkat edilmelidir. GÜNÜ VERİMLİ KULLANMAK Başarıya ulaşmak, günü verimli kullanmakla doğru orantılıdır. Bir iş yapılırken ,sürenin yetersizliğinden yakınılıyorsa orada bir eksiklik vardır. O da planlama eksikliğidir. Bir çok kişi ise plan yaptığı halde gerekli öğrenmenin gerçekleşmediğinden şikayetçidir. Plan, yaparken planın en verimli nasıl işletileceği veya en verimli çalışmanın ne şekilde yapılacağı bilinmezse bu yakınmalar sürüp gider. Kişi günü en iyi nasıl değerlendireceğini , planında hangi zamanı neye ayıracağını iyi bilmelidir. Her insanın zihinsel ve fiziksel olarak verimli çalışabildiği belli bir periyodu vardır ve genellikle 1,5 saat civarındadır. 11 KİŞİSEL GELİŞİM Mimar Sinan; 81 camii, 51 mescit, 55 medrese, 26 darül-kurra, 17 türbe, 17 imarethane, 3 darüşşifa (hastane), 5 su yolu, 8 köprü, 20 kervansaray, 36 saray, 8 mahzen ve 48 de hamam olmak üzere 375 eser yapmıştır. Ayrıca, Edirne ilindeki Selimiye Camisi Dünya Kültür Mirası listesindedir. 1588 yılında 99 yaşında vefat eden Koca Sinan, sizce bu kadar işi nasıl yapmıştır? Şimdi uzmanların araştırmalarından yola çıkarak, bir günün en verimli şekilde nasıl değerlendirilebileceğini görelim. Sabah saatleri Hayatta başarılı olmuş, ömürlerine birkaç insanın yapabileceği kadar çok işleri sığdırmış başarılı ve meşhur kişiler, sabah vakitlerinin önemine dikkat çekmişler ve sabah erken kalkıp sonra da uyumamayı başarıya götüren önemli bir sebep olarak vurgulamışlardır. Fizyologlar; “kortizol” gibi, uyanıklık veren hormonların en fazla salgılandığı periot olarak sabah 8 – 11 arasını gösteriyorlar. Uzmanlar yaptıkları sayısız araştırmada bu saatlerin planlama, düzenleme ve ileriye dönük düşünce üretimi için en verimli saatler olduğu sonucuna varmışlardır. Başarılı olan kişilerin bu saatleri dikkate almalarının önemi burada olsa gerek. Öyleyse planlama aşamasında sabah saatleri mümkün olduğunca öğrenmeye yönelik etkinliklere ayrılmalıdır. Öğle saatleri Bilimin verilerinden yola çıkarak öğle saatlerinin dinlenmeye ayrılması gerektiğini söyleyebiliriz. Çünkü uzmanların açıklamalarına göre hormonal denge açısından öğle saatleri vücudun dinlenmeye çekildiği periyottur. Bu saatlerde çalışmaya ara verilmesinin ve mümkünse kısa bir uyku arasının plana yerleştirilmesinin gerekliliğini yine uzmanlar söylüyorlar. Araştırmalar, yarım saatle iki saat arasında değişebilen bu uyku arasının insana canlılık kazandıracağını, bu ara sonunda sanki güne yeni başlanmış gibi bir durumun oluşacağını ortaya çıkarmıştır. Öğleden sonra ve akşam saatleri Vücudumuzda her gün gerçekleşen ve “biyoritm” aktiviteler zinciri içerisinde, öğleden sonra saat 4 – 6 arası zihinsel canlılığın tekrar ortaya ç ıktığı belirlenmiştir. İnsan kalıcı bir öğrenme istiyorsa zihnin en açık olduğu saat olan sabah saatlerinde öğrendiklerini öğleden sonra 4 – 6 arasında tekrar etmesi gerekmektedir. Hafızaya alınan bilgilerin uzun süreli olması amaçlanıyorsa bu süre en verimli aradır. Fizyologlar, akşamüstü saat 5 – 7 arasının vücut sıcaklığının en yüksek saatler olarak belirlendiğini belirtiyorlar. Bunun anlamı, fiziksel egzersiz olarak seçilebilecek en uygun vakitlerin bu periyot olmasıdır. Gece uyuma problemi olanlar için bu egzersizlerin doğal bir uyku ilacı fonksiyonu olduğu da uzmanların görüşü. Akşam saat 7’den sonra ise zihin yine öğrenme faaliyetlerine açılır. Üç saat süren bu aralık, çalışma için uygun ve verimli bir periyottur. Eğer akşam yemeği çok yenilmemişse, bu sürede öğrencinin uykusu da gelmeyecektir. Uyku başlangıcı için uzmanların tavsiye ettikleri saat aralığı gece 10 – 11 aralığıdır. Bu saatlerden sonra artık çalışma bırakılmalı vücudun ve zihnin dinlenmesi için yatak odasının yolu tutulmalıdır. Planlarınızı hazırlarken yukarıda anlatılan bilimsel verilerden yararlanmanız, gününüzü daha iyi değerlendirmenizi dolayısıyla da başarıya ulaşmanızı sağlayacaktır. Geçen hafta içinde televizyon başında kaç saat harcadınız, uzun süreli konuşmalarla ne kadar vaktinizi yediniz? www.kisiselbasari.com En Eski Ramazan Geleneği: Mahyalar… Mahya ramazan aylarında çift minareli camilerin minareleri arasına asılan ışıklı yazılardır. Kelime anlamı olarak Arapça’da “hayat” aynı zamanda da “aylık” demektir. Mahyaların kurulmasındaki temel amaç insanları iyiliğe ve sevaba yönlendirmek, insanlara güzel mesajlar vermekti. Bu yazıları tasarlayıp, minarelere asılmasını sağlayan sanatçılara ise “mahyacı” adı verilir. Mahyalar ilk dönemlerde halatların üzerine dizilmiş yağ kandilleriyle yapılıyordu. Mahyacı, mahya üzerinde göstereceği tasarımı önce kağıda çiziyor, kağıt üzerinde kandillerin yerini belirliyor ve sonrasında da üretime geçiyordu. Eski usul mahyaların üretimi için bütün gün çalışmak gerekiyordu. Her akşam değişik bir mahya ile mahyacılar sanatlarını ortaya koyuyorlardı. Bütün bir ramazan ayı boyunca her akşam yanan mahyalar, rüzgara karşı da dayanıklıydı. Genellikle mahyaların üretiminde zeytinyağı ya da mum kullanılırdı. Ancak bu kandillerin yanma ömrü ortalama 3 saat olduğu için, bütün camilerdeki mahyaları bir gecede görmek oldukça zor oluyordu. Kesin olarak bilinmemekle birlikte mahyacılığın tarihi 16.YY. ikinci yarısına kadar uzanmaktadır. Ramazan ve bayramlarda her gece değişik tasarımlarda mahya asmak İslam ülkelerinden sadece Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da oldukça yaygındı. Bunun sebebi ise iki minareli camilerin en fazla İstanbul’da olmasıydı. Osmanlı döneminden beri selatin (Osmanlı döneminde sultanların yaptırdıkları Mahya; kelime anlamı olarak Arapça’da “hayat” aynı zamanda da “aylık” demektir. camiler.) camilerine asılan mahyalarda ramazan ayının ilk onbeş günü hadisler, dualar ve güzel sözler yazılırken, ikinci onbeş günde de birbirinden farklı hareketli tasarımlar yerlerini alırdı. Özellikle hareketli olan mahyaları yapmak çok emek isteyen bir işti ama halkın, özellikle de çocukların çok ilgisini çekiyordu. Bu görsel tasarımlı mahyalarda daha çok, “piyade kayığı”, “kule”, “çifte kayık”, “salıncak”, “yandan çarıklı” tasvirleri yer alıyor ve bu tasarımları en çok çocuklar heyecanla karışılıyordu. Çünkü mahyacıların o akşam nasıl bir mahya kuracağı gün içerisinde gizli tutulurdu. Halk ise gün boyu akşam asılacak mahyalarla ilgili tahminlerde bulunurdu. En ünlü Mahyacı ise Abdüllatif Efendi’dir (ö.1977). Ramazanın onbeşinci gecesi Süleymaniye Camii’ne astığı “Hünkar Kayığı” mahyası ile ünlenmişti. Abdüllatif Efendi sadece cami minarelerine değil gemi direklerine de mahya asmasıyla bilinirdi. Gene Süleymaniye Camii’ne kurulan ve “gezici mahya” olarak adlandırılan hareketli mahya büyük ilgi toplardı. Mahya üzerinde yürüyen araba, hareket eden kayık ve yüzen balıklar gibi hareketli görüntüler yer alırdı. Ramazan dendiğinde herkesin aklına gelen ilk gelenek Mahya geleneğidir. Bu Ramazan ayında da tıpkı eski Ramazanlarda olduğu gibi, camilerimiz eski Ramazan geleneklerinin en güzel özelliği olan mahyalarla aydınlanıp süslenecek. Eskiden tek bir mahyanın hazırlanması için yüzlerce kandilin iplere tek tek dizilmesi gerekmekteydi. Mahya asmak İslam ülkelerinden sadece Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da oldukça yaygındı. 13 KÜLTÜR Mahyanın hazırlanması ve asılması oldukça zordu. Minareler arasına asıldıktan sonra bütün kandillerin tek tek yakılması gerekirdi. Mahya sanatçıları her güne ayrı ve özel bir tasvir hazırlamak için bütün gün çalışmak zorundaydılar. Mahya geleneğinin başlangıcı Osmanlı dönemine kadar uzanmaktadır. 16.YY.’da ilk olarak İstanbul’da başlamış olan bu gelenek halen daha varlığını devam ettirmektedir. Mahyacılığın bir sanat olarak İstanbul’da başlamasının sebebi, mahyaların öncelikle selatin camilerinde yani iki, dört veya altı minareli camilerde uygulanmasıydı ve bu camiler en çok İstanbul’da yer almaktaydı. Edirne’de ise bazı kaynaklara göre Meriç nehrinin kenarına kurulan direklere de mahyalar asılmaktaydı. Özellikle Osmanlı döneminde halk Ramazan ayında asılacak mahyaları sabırsızlıkla beklerdi. Cami minarelerine mahya asılmasının amacı, halka kardeşlik, din ve Müslümanlık ile ilgili güzel mesajlar vermektir. Aynı zamanda bu geleneğin amacı Allah’a şükretmekti. 1600’lü yıllarda uygulanan ilk mahyalarda kandiller kullanılmaktaydı. İlerleyen dönemlerde mahya hazırlanmasında kandillerin yerini her ne kadar ampuller almış olsa da, halk arasında “Kandiller Yandı” söylemi varlığını korumuştur. Mahya ve Mahyacılık sanatı geçmişten bugüne kültürümüzün en önemli parçalarından biri olma özelliğini halen korumaktadır. Mahyalar aynı zamanda Osmanlı kültürünün bir damgası niteliğini de taşımaktadır. Mahyacılar eski dönemlerde Ramazan ayının ilk 15 gününde yazılı, son 15 gününde ise tasvirli mahyalar kurar, özellikle son 15 günlük dönemi çocuklar çok büyük bir heyecanla beklerdi. Mahya sanatçıları bütün bir gün gizlilikle hazırladıkları mahyaları, akşamları heyecanlı halk ile buluştururdu. Mahya üzerindeki kandillerin hepsini yakmak en az 2 saatlik bir zaman aldığından bu heyecan her akşam daha da artardı. Genellikle tasvirlerde “kule, Mahyalar aynı zamanda Osmanlı kültürünün bir damgası niteliği de taşımaktadır salındak, piyade kayığı, çifte kayık, köprü, vapur, Kızkulesi, çiçek, kuş” gibi tasvirler olurdu. Mahya sanatçılarından Abdüllatif Efendi, Süleymaniye Camii’nin minareleri arasına astığı ve üzerinde “hünkar kayığı” tasviri olan mahyası ile bilinirdi. Abdüllatif Efendi aynı zamanda gemilerin direklerine mahya kurmakla da tanınmıştı. Mahya sanatındaki diğer önemli bir çalışma da, Süleymaniye Camii’nde asılan hareketli ve gezici mahyaydı. Bu mahyada köprüden geçen arabalar ya da köprü önünde hareket eden kayıklarla birlikte yüzen balıklar tasvir edilirdi. Ramazan ayının ilk 15 gününde asılan yazılı mahyalarda ise ilk zamanlarda “Ya Gâni, Ya Mabut, Ya Kâfî”, “Ya Şehr-i Ramazan”, “Ya Kerim”, “Allah”, “Bismillah”, “Elhamdülillah” “Merhaba”, “Merhaba Ya Şehr-i Ramazan”, “Gufran Ayı”, ”Safa geldin”,” Elveda” gibi yazılar yazılırdı. Eski Mahyalar Nasıl Hazırlanıyordu ? Mahya ve Mahya sanatı günümüzde led’li ve elektronik sistemlerle çok daha hızlı ve ekonomik bir şekilde hazırlanmaktadır. Ancak, özellikle mahya sanatının ve mahyacılığın ilk dönemlerinde mahya hazırlanması ve asılması, oldukça yorucu ve zaman alıcı bir işti. Tek bir mahyanın hazırlanması için yüzlerce kandilin iplere tek tek dizilmesi gerekmekteydi. Mahyayı hazırlayan sanatçı öncelikle yapacağı tasviri veya yazacağı yazıyı kareli kağıtların üzerinde eskiz olarak hazırlardı. Hazırladığı bu mahya eskizi üzerinde atması gereken düğümleri, asacağı kandillerin yerini belirledikten sonra, kandillerin asılmasına başlanırdı. www.ledmahya.com Ego Eğitimi için Ramazan Ayı Bir Fırsat Bilindiği gibi oruç, İslam dininin beş şartından biri. Yılda bir ay, Ramazan ayında, Allah’a kulluk ve ibadet amacıyla, tanyerinin ağarmağa başlamasından güneş batmasına kadar, niyetlenerek bir şey yiyip içmekten ve orucu bozan başka şeylerden nefsi korumak suretiyle tutulur. Ramazan ayı içerisinde olduğumuz şu günlerde milyonlarca Müslüman oruç vazifesini yerine getirmek için bir gayret içerisindedir. Ramazan ayı insanın içgüdülerinin getirdiği yeme, içme, cinsellik gibi temel ihtiyaç olan dürtülerin kontrol altına alınmasıyla beraber psikolojik bir iyiliğe geçiş için son derece önem arz eden bir aydır. Oruç tutan kişilerin davranışsal bir yöntemle bunları kontrol etme ve biçimlendirmesiyle önemli ve psikolojiye de konu olan bir ibadettir. Ramazan ayı içerisinde kişiler maneviyatın yükselmesiyle değer ve geleneklerinin farkına vararak bir iç hesaplaşmaya girer. Yemek, içmek dışında davranışsal hareketlerini sınayan ve egonun tüm isteklerine karşı durmayı bilerek bunları frenlemesi gerektiğini düşünmesine yardımcı olan süper egonun, bilinçli düzeyinde yer eden vicdan, merhamet, değerler, inançlar noktasında farkındalığı yükselir. Yoksul kimselerin, fiziksel ihtiyaçlarını karşılamakta zorlanan bireylerin hissettiklerini bir nebze olsun anlayabilmesi kolaylaşıyor ve onlara karşı empati kurarak kendi vicdanı ve merhametiyle bir muhakeme içerisine girip, o insanlara yardım etme, içinde bulunduğu duruma şükür etme davranışları gelişmeye başlar. Bunun yanı sıra araştırmalarda da göstermiştir ki Ramazan ayı içerisinde alkol tüketimi, ve suç oranların da oldukça düşüş hâkimdir. Burada dinin ve maneviyatın, psikolojiyle doğrudan bağlantılı olduğu açıktır. Bunun dışında insanın diğer gereksinimleri arasında olan ve psikolojik sağlığı önemli ölçüde etkileyen sosyal ilişkilerdeki belirgin değişiklikler ve farkındalıklar kişinin ruh halini huzur ve sükûnetle besliyor. Ramazan ayı içerisinde birçok insan kavgalı oldukları, küs oldukları insanlara karşı merhamet, sevgi ve değer duygularını daha yoğun deneyimlerler. Dargın oldukları kişilerle yeniden bir araya gelme ihtiyacı hisseder ve onların affedilmesi gerektiği hissiyle bunu eyleme dönüştürerek iç huzuruna ve ruh haline olumlu katkılar sağlar. Bahsettiğim tüm bu duyguların ruh sağlığı yerinde olan her bireyde mevcut olduğunu düşünürsek bunun tam anlamıyla yaşandığı ay olan Ramazan ayı bu noktada psikolojimize olan olumlu etkisiyle maneviyatı yaşayan her birey için bir sağaltım olmaktadır. Ramazan ayının psikolojimize, ruh halimize olumlu birçok etkisi vardır. Bu ay maneviyatın huzurunu göz ardı etmeden fiziksel ihtiyaçları kontrol altına almakla beraber psikolojik onarma ayı olarak da düşünebiliriz. Bu ay içerisinde aile bağlarının kuvvetlendiği de yadsınamaz bir gerçektir. Toplumumuzda özellikle çalışan anne –babanın oldukça yaygınlaştığını biliyoruz. Bu kesimin çocuklarıyla bir arada bulundukları süre ve ailecek birbirlerine ayırdıkları zaman maalesef kısıtlı. Ramazan ayı sayesinde de aileler sahur ve iftar vakitlerinde bir arada bulunarak birbirlerinin ihtiyacı olan duygusal aktarımı da sağlamaktadırlar. Dolayısıyla yine burada da ruh halimiz oldukça olumlu etkilenmektedir. Özellikle çocukların da katıldığı sahur ve iftar vakitlerinde bir arada bulunmayı yaşı kaç olursa olsun desteklemekteyim. Çocuğa değer, ahlak, maneviyat ve din olgusunu öğretme noktasında Ramazan ayı bir fırsattır. Şöyle ki; anne-babayı rol model alan çocuk aileden gördüğü şekilde davranacağı için ileriki hayatında oruç gibi dini açıdan önemli olan bir vazifeyi yerine getirme noktasında dini bir kodun bilişsel şemasına yerleşmiş olarak hareket etmeye başlayacaktır. Ancak bu kişide olumsuz bir sıkıntı bırakmaması için sahur ve iftar vakitlerinde zorlamadan, aşırı baskıcı tutumdan uzak durarak, duygusal ihtiyacı da karşılayan bir tutum sergilersek çocuğun öğrendiği bu bilgi daha kalıcı olmakta ve inanca dönüşmeye başlamaktadır. Böylece çocuk, ileri hayatında oruç tutmayı ailesini memnun etmek için bir görev değil de kendisi için ve inancı doğrultusunda yerine getirmeye başlıyor. Dolayısıyla bu da kişinin ruhunun huzurlu olmasına sıkıntı çekmeden dini ibadetinin yerine getirmesine vesile oluyor. Tüm bahsettiklerimin yanı sıra psikolojik rahatsızlıkların özellikle hafif depresyon yaşayanlarda, anksiyete (kaygı) bozukluğu olanlarda, obsesif bozukluklarda(takıntı), antisosyal kişilik örüntüsü olan bireylerin sağaltımında oldukça fayda görülmektedir. Örneğin; antisosyal kişilerin diğer aylarda suç ve cezai işlem gerektirecek davranışlarda bulunması yoğunken oruç tuttuğu zaman içerisinde ya da tutmasa bile Ramazan ayına olan inancı nedeniyle dürtülerini kontrol altına almayı başarıp, kendine ve başkasına zarar verme davranışına son veriyor. Ayrıca burada obeziteden de bahsedebiliriz; yemek yeme dürtüsünü diğer aylarda kontrol edemeyen kişi Ramazan ayında bu dürtüsünü kontrol altına almaya başlıyor ve daha önceleri bunu kontrol edemeyişini sorgulayıp çözüme daha kolay ulaşıyor. Kısacası; Ramazan ayının psikolojimize, ruh sağlığımıza olumlu birçok etkisi vardır. Bu ayı maneviyatın huzurunu göz ardı etmeden fiziksel ihtiyaçları kontrol altına almakla beraber psikolojik onarma ayı olarak da düşünebiliriz. Egonun eğitimi, sevgi, vicdan, değer, inanç ve geleneklerin önemiyle yüzleşmemizde bir iç hesaplaşmayla karşı karşıya gelip kendi kusur ve eksikliklerimizin farkına varma ve bunları düzeltme adına Ramazan ayı her inanan için önemli ve değer arz eden bir aydır. Herkese sağlıklı ve hayırlı Ramazanlar dilerim… Psk. Gülşah Pınaroğlu KÜLTÜR EDEBİYAT 16 Mimar Sinan’ın Sorumluluk Duygusu Şehzadebaşı Camii’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonu sırasında bulunan bir mektup ve 400 sene sonrasına çözüm üreten sorumluluk duygusu... Bir Mimar Sinan eseri olan Şehzadebaşı Camii’nin 1990’lı yıllarda devam eden restorasyonunu yapan firma yetkililerinden bir inşaat mühendisi, caminin restorasyonu sırasında yaşadıkları bir olayı şöyle anlatmıştır: Cami bahçesini çevreleyen havale duvarında bulunan kapıların üzerindeki kemerleri oluşturan taşlarda yer yer çürümeler vardı. Restorasyon programında bu kemerlerin de yenilenmesi yer alıyordu. İnşaat fakültesinde teorik olarak kemerlerin nasıl inşa edildiğini öğrenmiştik fakat, taşkemer ile ilgili pratiğimiz yoktu. Kemerleri nasıl restore edeceğimiz konusunda ustalarla toplantı yaptık. Sonuç olarak kemeri alttan yalayan bir tahta kalıp çakacaktık. Daha sonra kemeri yavaş yavaş söküp, yapım teknikleri ile ilgili notlar alacaktık ve yeniden yaparken bu notlardan faydalanacaktık. Kalıbı sökmeye kemerin kilittaşından başladık. Taşı yerinden çıkardığımızda, hayretle iki taşın birleşme noktasında olan silindirik bir boşluğa yerleştirilmiş bir cam şişeye rastladık. Şişenin içinde dürülmüş bir beyaz kağıt vardı. Şişeyi açıp kağıda baktık. Osmanlıca bir şeyler yazıyordu, hemen bir uzman bulup okuttuk. Bu bir mektuptu ve Mimar Sinan tarafından yazılmıştı. Şunları söylüyordu. “Bu kemeri oluşturan taşların ömrü yaklaşık 400 senedir. Bu müddet zarfında taşlar çürümüş olacağından, bu kemeri yenilemek isteyeceksiniz. Büyük bir ihtimalle yapı teknikleri de değiştiğinden, bu kemeri nasıl yeniden inşa edeceğinizi bilemeyeceksiniz. İşte bu mektubu, ben size, bu kemeri yeniden nasıl inşa edeceğinizi anlatmak için yazıyorum. Koca Sinan mektubuna böyle başladıktan sonra, o kemeri inşa ettikleri taşları Anadolu’nun nerelerinden getirttiklerini söyleyerek izahlarına devam ediyor ve ayrıntılı bir biçimde kemerin inşasını anlatıyordu. Bu mektup bir insanın, yaptığı işin kalıcı olması için gösterebileceği çabanın insanüstü bir örneğidir. Bu mektubun ihtişamı; modern çağın insanlarının bile zorlanacağı taşın ömrünü bilmesi, yapı tekniğinin değişeceğini bilmesi, 400 sene dayanacak kağıt ve mürekkep kullanması gibi yüksek bilgi seviyesinden gelmektedir. Şüphesiz bu yüksek bilgiler de o koca mimarın erişilmez özelliklerindendir. Ancak erişilmesi gerçekten zor olan; bu bilgilerden çok daha muhteşem olan, 400 sene sonraya çözüm üreten sorumluluk duygusudur. www.blog.milliyet.com.tr Şehzadebaşı Camii, İstanbul’un Fatih ilçesinde yer alan ve Mimar Sinan tarafından yapılan cami. I. Süleyman tarafından Saruhan Sancak Beyi iken 1543’te 22 yaşında ölen oğlu Mehmed adına yaptırılmıştır. Mimar Sinan’ın çıraklık eserimdir dediği camidir. 18,42 metrelik kubbesi 4 büyük yarım kubbeye yaslanır. Şadırvan avlusu 12 sütunda 16 kubbelidir. İkişer şerefeli çift minaresi vardır. İmaret ve medrese, tabhane, türbeler cami bahçesinde ve arka sokaktadır.Şehzade türbesinin içi rengarenk çinilerle doludur. Ortadaki sandukada Şehzade Mehmed, sağında Şehzade Cihangir yatar, solunda Hümaşah Sultan. Şehzade türbesinin sol tarafında Rüstem Paşa’nın türbesi bulunur. NELER VERMEYİZ En önemli varlığımız evlatlarımızdır, Onları yetiştirmek için neler vermeyiz. Bunu yaptıran inanın vicdanımızdır, Onları korumak için neler vermeyiz. Dünyaya geldiklerinde, gülen gözlerinde, Gülücükler eksilmesin diye neler vermeyiz. Gündüzleri bakarken, ana babayı yorsalar bile, Geceleri ağlamasınlar diye neler vermeyiz. Öyleyse iyi örnek ol, dürüst ve doğru yaşa, Bunu yapmazsan bel bağlama; kavim, kardaşa. Hayırlı evlat nasip olsun derim, eş, dost, arkadaşa, Buna sahip olmak için neler vermeyiz. Bunları yaptıran ilahi merhamet kırıntıları, Bu kırıntıları veren Mevla, asıl sahipleri, Bizden evvel işitir gece gündüz çığlıkları, Onların yüzleri gülsün diye neler vermeyiz. Evladın hayırlısı umut, hayırsızı ömür törpüsü, Rabbini bilen evlatlarla geçilir, sırat köprüsü, Muvaffak olamadığında verilir boyunun ölçüsü, Sıratı hayırlı evlatla geçmek için neler vermeyiz. Geleceğe dünyalık bırakmak için çalışılmaz, Evlatsız olmaz da, hayırsızına da alışılmaz. Evladı terbiye edecek Hoca’ya karışılmaz, Terbiyeli evlat için neler vermeyiz. Evlat nimettir madem, bunu böyle bilmeli, Evlatları Allah’ın dediği gibi yetiştirmeli, Böyle yapmadığımız her anı zarar bilmeli, Onları kazanmak için neler vermeyiz. Demem o ki söz de kalmasın, bunları yapın. Dürüstlük madalyasını vicdanlara takın, Şöyle dönün dikkatle etrafınıza bakın, Sağlam insan bulmak için neler vermeyiz. Sadece doğurmak analık değil, bilmeli, Doyurmak ise babalık değil, yetinmemeli, Onları terbiye etmek görevdir en önemli, Gözleri ağlamasın diye neler vermeyiz. Yaradan’a, vatana, millete, ana babaya, Kendine değil, hürmet etmeli insanlığa, Bunu böylece nakşetmeli, gönül ve vicdanına, Başına bela gelmesin diye neler vermeyiz. Yetişmesi için ana babayı örnek alacaksa, Sonrasında terbiye için Hocaya bakacaksa, Eş, dost, hısım, arkadaş örnek alınacaksa, Doğru insanlarla olması için neler vermeyiz. Derler ya, ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz, Anaya, babaya, hele hele Hoca’ya, surat asılmaz, Sen kendini bilmezsen, çocuğun hiç tutulmaz, Kem göz, kötü söz gelmesin diye neler vermeyiz. Bayram URAL Ödemiş M Tipi C.İ.K Öğretmeni Doğru ekilmeyen terbiyeden hasat olur mu? İnsan sadece konuşarak gerçeği bulur mu? İhtiyacına göre sulanan çiçek kurur mu? Evladı kurutmamak için neler vermeyiz. Siz siz olun, çocuklarınızı ihmal etmeyin, Onlara kötü örnek olacak yerlere gitmeyin, Çağdaşlık diye, menfaat ve çıkar gütmeyin, Evladı kaybetmemek için neler vermeyiz. Nesline yedirip içirdiğin kazanca dikkat et, Merhamet istiyorsan, sen de merhamet et. İşine, eşine, yedirdiğin aşına dikkat et, Haram yemesinler diye neler vermeyiz. Hoş Geldin Ramazan Ramazan geldi… Üzerimizde hem manevi iklimin huzuru hem de normal günlerde pek yaşanmayan bir telaş var. Ne de olsa Ramazan, hayatı değiştirir. Ramazan’ın özü oruç ibadetidir. Oruç ise Arapça’da “uzak durmak, engellemek” anlamına gelir. İşte bu kelime Ramazan ayındaki madde olarak karşılığı imsaktan iftar vaktine değin yemek ve içmekten uzak durmak şeklinde olsa da manevi karşılığı nefsi köreltmeye çalışmaktır. Ramazan ayı evet, oruç ayıdır ama hepsi bu değil… Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç “Ramazan, tüm zamanlara üstün kılınmıştır” diyor ve şöyle delillendiriyor: “Yaratılan her şeyde bir derece vardır. Yaratıcı, bazı zaman ve mekânları diğerlerine üstün kılmıştır. Ramazanın son on günü, Kur’an-ı Kerim’de “bin aydan hayırlı” olarak anılan Kadir Gecesi’ni içinde taşır. Ramazan, kültürümüzde ise bir insan gibi algılanır. Onun adına “Hoş geldin” ve “Elveda” ilahileri yazılır. Modern dünyada insanla Yaratıcı arasına bir sürü perde girmektedir. Ramazan bu perdeleri kaldırmak ve O’na yaklaşmak için bir imkândır.” Yaratanın koşulsuz affettiği bu zaman diliminde, bereket ve mağfiret ayında, yaratılanların kusurlarına karşı affedici olmaktır. Ramazan infak etmektir; muhtaç olanlarla paylaşarak fazlayı azaltmak, azı çoğaltmaktır. Ramazan zenginle fakiri yakınlaştıran bir hayat köşesidir. Ramazan ayı insanın hem kendisiyle hem de çevresiyle barışması, sükûn bulmasıdır. Öte yandan dünyevi bir ferahlıktır Ramazan, adeta bayram gibi neşelidir. Yakınlaşmaktır, davet etmek ve davete icabet etmektir. Dost ve akrabaları bir araya getiren iftar sofrası sadece karınları doyurmaz, kalplerin açlığında giderir. O sofranın etrafında oturanlar kardeşlik bulur. Ramazanda şehir de farklı bir renge bürünür. Mahyaların pırıltısı, davulların sesi, camilere koşan kalabalıklar, Ramazan eğlencelerinin sergilendiği meydanlar, ramazan ayında şehrinde bir başka hayat sürdüğünün göstergesidir. Yılda sadece 30 gün yaşadığımız bu güzel günleri doyasıya yaşamanız ve mutlu bir bayrama kavuşmanız dileğiyle… www.anadolujet.com m i y De ALİ CENGİZ OYUNU Hile ile iş yapanların dalaverelerine ve akla gelmeyecek tuzaklarına Ali Cengiz oyunu denir. “Filânca falancaya bir Ali Cengiz oyunu oynadı ki...” diye başlayan cümlelerin arkasında şeytanın bile aklına gelmeyecek hileler, düzenbazlıklar anlatılır. Bu deyimin menşei eski bir halk hikâyesine dayanır. Nâkılan-ı asar ve raviyan-ı şeker güftâr şu gûna rivayet ve bu yolla hikâye ederler ki; eski zamanda bir sehhar adam gayb ilimleriyle uğraşarak istediği şekle girebilmenin tılsımını keşfetmiş. Cifr, remil, falcılık, yıldız ve kıyafet ilimlerine de vâkıf olan bu adam, sihirbazlıkta o derece ileri gitmiş ki canını eğlendirmek ve halka marifetini göstermek üzere sık sık şekil değiştirmeye ve insanları hayrette bırakan oyunlar çıkarmaya başlamış. Hatta bu oyunu menfaatleri için kullanmakta ve halkı aldatmakta da üstüne yokmuş. Söz gelimi hanımına, “Bahçede bir keçimiz var, pazara götürüp satıver,” der, sonra da bahçeye gidip keçi kılığına girer, hanımı kendisini sattıktan sonra yine insan olup eve dönermiş. Bu sihirbaz adamın bir huyu da isteyen herkese sihrini öğretmekmiş. Ne var ki marifetini her kime öğretse, sonra ona bir oyun yaparak mat eder, öldürürmüş. Mesela oyunu öğrenen kişi kanarya olsa, sihirbaz bir atmaca olup onu avlar; öğrenen ağaç olsa, sihirbaz ateş olur onu yakarmış. Devrin padişahı, bu gidişata dur demek isteyince, tellallar çığırtıp bu düzenbazı kendi huzurunda mat edene kızını vermeyi vaat etmiş. Herkes bu tehlikeli sınavdan kaçarken Ali Cengiz adında fakir bir derviş, bu işe talip olmuş. Ali Cengiz, sihirbazdan oyunu öğrenmek üzere kurs almaya başlamış. Ne var ki sureta ahmak gibi davranıp asla öğrendiğini göstermiyormuş. Böylece sihirbaz, Ali Cengiz’i kolay lokma olarak görüp oyunu en ince ayrıntısına kadar anlatmaktan çekinmemiş. Sınav, padişahın cuma selâmlığından sonra yapılacakmış. Ali Cengiz, bir koç kılığına girip meydana gelmiş. Sihirbaz, derhal bir kurt olmuş. Ali Cengiz su olup kurdu boğmak isteyince, sihirbaz kendini ateşe çevirmiş. Bir müddet ikisi de kılıktan kılığa girmişler. Sonunda Ali Cengiz bir çiçek olup padişahın kucağına düşmüş. Sihirbaz bir eşek arısı olup üzerine konmuş. Ali Cengiz derhâl darı olup yere yayılmış. Sihirbaz hemen tavuk kılığına girmiş ve darıları toplamaya başlamış. O, darıları yiyedursun Ali Cengiz arkadan bir tilki olup tavuğu boğmuş. Sihirbazın cenazesinin def(n)edildiği gün, Ali Cengiz ile padişahın kızının kırk gün kırk gece sürecek düğünleri başlamış. Ne var ki Ali Cengiz’in sol elinden iki parmağı eksikmiş artık. Yine de onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine. Not: Ali Cengiz kelimelerinin “âl-i Cengiz (Cengiz soyu)” çağrışımından yola çıkarak bu deyimin Anadolu’daki Moğol istilâsıyla da bir alâkası bulunduğunu söylemek mümkündür. İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek) Başıboşluk Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakınan bir prens vardı. Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken, o odasına kapanır, sürekli düşünürdü. Oğlunun bu haline hükümdar babası çok üzülüyordu. Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar verdi ki başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terk etmekte oluşunu unuttu. Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep oldu. Şöyle düşündü: Bir gün hükümdar, ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun durumunu anlattı ve buna bir çözüm bulmasını istedi. Bunun için bilgeye bir hafta mühlet verdi. Bir hafta içinde bir formül bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattı. Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşındı; aklına hiç bir çözüm gelmedi. Bu nedenle canını olsun kurtarmak için ülkeyi terk etmeye karar verdi. Üzgün, dalgın bir şekilde ülkeyi terk ederken, bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla bir süre ahbaplık etti. Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı dostuna “Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum” dedi. “Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunup onu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı, eften püften olayları kafasına takmak diye bir şey söz konusu olamaz” Bilge de zevkle kabul etti. Bilge, kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverdi. Aşağı inip onu kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması da mümkün değildi. Bilge küçük çobana verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verdi. Bu amaçla uçurumun dibine indi. Önce kuzuyu sırtına bağladı, sonra tırmanmaya başladı. Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlandı. Ama bilge yılmadı. Uğraştı, didindi, zorlandı ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı başardı. Bu gerçek, hükümdarın oğlu için de geçerliydi. Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döndü ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sundu: - “Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısından kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını kaplayıcı bir meşguliyet verin. Can sıkıntısının, yaşamaktan şikâyet etmenin ana sebebi başıboşluktur. Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından kurtaracak, yaşama mücadele ve azmi o derece artacaktır.” Çocuk Yetiştirirken Sevgi-Disiplin Dengesi Yıllarca tahsil görmüş, ilim öğrenmiş Çocuklarımızı yetiştirirken sevgi ve kişiler disiplin hakkında “mürekkep yalamış” Bu deyim bize dengesini nasıl kurmalıyız? Budenir. soru günümüzde birmatbaadan evvelki zamanların el yazması kitapları çok anne ve babanın sıklıkla sorduğu sorulardan bir ve hattatları yahutbir müst tanesi. Dengenin tarafını oluşturan sevgi boyutu, başta çocuğa karşı gösterilen sevgi, şefkat, ilgi, hoşgörü ve yakınlığı içeriyor. Çocuk ile yaşanan sıcak ve sevgi dolu yakınlaşmaların olduğu anlar, anne-baba-çocuk arasındaki duygusal bağın kurulabildiği keyifli anlar. Anne ve babalar, bir yandan bu eşsiz anların ve çocuk ile olan paylaşımların her iki taraf için olumlu getirilerini düşünürken, bir yandan da kendilerine “Peki ama disiplini nasıl sağlayacağım?”, “Sevgimi ve ilgimi çok fazla gösterirsem çocuğum şımarır ve sözümü dinlemez mi?” gibi kaygı içeren sorular soruyorlar. Sıcaklık ve disiplin dengesi Araştırmalar çocuğun gelişiminde en olumlu sonuçları getiren ebeveynlik biçiminin sıcaklık ve disiplin dengesinin kurabildiği türdeki ebeveynlik stili olduğunu gösteriyor. Çocukta özgüven, empati, duygu düzenleme becerileri ve olumlu sosyal beceriler gibi özelliklerin gelişiminde bu dengeye önem veren ebeveynlik becerileri çok etkili. Örneğin, anne ve babanın çocuğa karşı koşulsuz sevgi göstermesi öncelikle çocukta olumlu benlik algısının gelişimine ve özgüvenin artmasına neden olurken, çocuğu diğer kişilerle olan sosyal ilişkilerinde de başarıya götürüyor. Diğer bir taraftan, anne ve baba olarak çocuğa yaşına uygun belirli sınırlar ve kurallar koymak da dengeli ebeveynliğin diğer bir boyutu. Örneğin, çocuğa tüm isteklerinin istediği anda gerçekleşemeyeceği (istediği bir oyuncağa ya da izine hemen sahip olamayacağı gibi) mesajını vermek ve diğer kişilere zarar vermemek konusunda kurallar koymak gibi. Güven Duygusu Zedelenmemeli Anne ve baba çocuğa çok sıkı bir disiplin uyguladığında ise, bu durum çocuğa hayatının hiçbir alanında kendi seçme özgürlüğünün olmadığı mesajını verebiliyor. Anne ve babayla olan duygusal bağda ve onlara olan güven duygusunda zedelenmeye yol açarak, ilerleyen yaşlarda aile içi iletişimde ve paylaşımlarda azalmaya neden olabiliyor. Çocuğun aile içindeki sıkı bir kontrol sistemi içerisinde hata yapmasına izin verilmemesi, duygusal gelişimindeki olumsuzlukların yanında özellikle yaptığı hatalardan ders alamamasına ve problem çözme becerilerinin gelişiminde yetersizliklere yol açabiliyor. Hayır Demekten Korkmayın “Ben çocukken anne ve babam bana karşı çok sert bir disiplin uyguladılar. Şimdi ben kendi çocuğuma bunları yaşatmak istemiyorum, çocuğuma kural koymaktan ve hata yaptığında onu cezalandırmaktan kaçınıyorum.’’ Çocuğumu üzerim, kırarım, incitirim diyerek, ona gerekli durumlarda “hayır” demekten korkan anne ve babalar, istemeyerek de olsa, çocuklarının gelişimlerine zarar verebiliyorlar. Tutarlı Olun Çocuğun yaşına uygun, tutarlı ve yeterli düzeyde bir disiplinin olmadığı durumlarda, sıkı disiplin uygulanan durumdakine benzer olumsuz sonuçlar doğabiliyor. Sınırların ve kuralların olmadığı bir ortam, çocukta güvensizlik hissi, sınırları öğrenmede ve kendini kontrol etmede zorluk, sosyal ilişkilerde sorunlar gibi birçok istenmeyen sonucu da beraberinde getiriyor. Bu şekilde yetiştirilen bir çocuk, ilerleyen yaşlarda gerçek dünyanın sınırları ve kuralları ile karşılaştığında, sorunlar ile baş etmekte güçlük çekebiliyor. Neden-Sonuç ilişkisini açıklayın Anne ve baba olarak çocuğu kırmadan ve zorlamadan, ona doğruyu ve yanlışı öğretmeye çalışmak, olumlu ve olumsuz davranışlarındaki nedensonuç ilişkilerini açıklamak, çocuğa seçim şansı tanımak (çocuğun ne renk kıyafet giyeceğine kendi karar vermesi gibi) ve en önemlisi tüm bunları uygularken anne ve baba şefkatini ve sıcaklığını eksik etmemek, sevgi ve disiplin dengesini kurma yolunda en temel adımları oluşturuyor. Uzman Gelişim Psikoloğu: Aslı Candan Kodalak www.ebeveynlikakademisi.com Kaynak: İskender Pala (İki Dirhem Bir Çekirdek) Binicilik ve Türkler Türkler ‘Yeryüzünün Kanatsız Kuşu’ atı ehlileştirdi, tüm dünyaya hediye etti ve biniciliği öğretti… Türkler tarih sahnesine, âdeta atlarının nal sesleri ile çıktılar… Türk’le at, etle tırnak gibiydi. Türkler için ata binmek vazgeçilmez bir şeydi. Hatta at, Türkler için sadece bir binek hayvanı değil aynı zamanda bir dosttu. Bu sebeple Türkler atlarını hiç yanından ayırmazdı ve oyunlarında, savaşlarında ve seyahatlerinde sürekli kullanırlardı. Türkler için, “Daha yürümeyi öğrenmeden ata binmeyi öğrenirler” ifadesi kullanılırdı. At, Türk’e kardeşi kadar yakındır. “At için binici Türk, gerisi yük” sözü de atla Türk’ün yakınlığını anlatan güzel sözlerden biridir. Şeyh Edebali; “Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler. Doğru bildiğinden şaşma” der. Atı ehlileştiren ve ata ilk binen Türklerdir Kaşgarlı Mahmut’un “At Türk’ün kanadıdır” sözü, Türklerin bu asil hayvana nasıl bir gözle baktıklarını, ona ne kadar büyük bir değer verdiklerini pek güzel ifade eder. Türkler, âdeta at sırtında doğar ve at sırtında ölürlerdi. Orta ve Ön Asya’da yetişen cüsse itibariyle biraz küçük, ancak yorgunluğa, sıcak ve soğuğa, her türlü eziyete, sıkıntıya fevkalâde dayanıklı, çok süratli ve eğitilme kabiliyeti yüksek Türk atları, sahiplerini Çin Seddi’nden Orta Avrupa’ya kadar şerefle taşımışlardır. Nitekim bütün Türk devletlerinde sefer gücünün esasını süvari teşkil etmiş ve bunlar savaşların kazanılmasında büyük rol oynamışlardır. Osmanlı Devletinde de, gerek Kapıkulu Süvarisinin ve gerekse Tımarlı Sipahinin önemi çok büyük olduğu gibi, vezir ve beylerbeylerinin kapı halkı hemen hemen tamamen atlıydı. Türk tarihinin her döneminde at önemli bir yer tutmuştur. Avusturyalı tarih bilimci Hoopers atın ilk evcilleştirme hareketinin İç Asya’da Türkler tarafından yapıldığını, Macar tarihçi Allfoldin de, bu konudaki ilklerin Altay Türklerine ait olduğunu öne sürmüştür. Alman tarih bilimcisi Portriatz ise “Eski çağlarda at” adlı eserinde atın M.Ö. 6000 dolaylarında Türkler tarafından evcilleştirildiğini iddia etmiş ve iddiası için bazı bulguları delil göstermiştir. M.Ö. 2. yüzyılda Doğu Hun İmparatorluğu’nda her yıl sonbahar aylarında büyük toplantılar yapılır ve ülkedeki atlar sayılırdı. Çin kaynaklarına göre, Hunlar, bir milyon süvariye sahipti. Eski Türklerde nüfus sayımı, süvari sayısına göre yapılırdı. At Avrat Pusat Türk, atın sadece binicisi değildir; onun hem sahibi hem seyisi, hem eğiticisi, hem canbazı, hem baytarıdır. Türk, atı; silahı ve hanımıyla birlikte kutsal kabul etmiştir: At, avrat, pusat… Bugün Anadolu’da ve Türk coğrafyasının her yerinde “tay, kısrak, at, aygır, yılkı” gibi kelimeler kullanılmaktadır. Doğan Yıldız, Türk’ün tarihten bu yana at ile birlikteliğini şöyle ifade eder: “Her Türk ata karşı sevgi, güven, ilgi duymuş ve onu kendisinden bir parça kabul etmiş, ona kutsallık tanımış, saygınlık kazandırmış, sanatında, edebiyatında, müziğinde eşsiz bir yer vermiştir. Eski Türklerde görülen “atla bütünleşme”, Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı, Türklerinde itibar, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir yoldaş olmuştur. Atalarımız bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. Eski Türklerde at kültürü ile ilgili çeşitli bulgular bir belge olarak, bugün çeşitli ülkelerin müzelerine değer katmaktadır. Yenisey yörelerinde eski Türkler tarafından, kayalar üzerine yapılmış at resimleri ve çok eski dönemlere ait, Türk mezarlarından çıkan eşyaların üzerinde süsleme sanatı olarak at figürleri kullanıldığı görülmektedir. Eski Türk destanlarında ve efsanelerinde at baş tâcıdır, ayrı bir yeri ve önemi vardır. Atların rüzgârdan yaratıldığına ilişkin türlü efsaneler vardır. Oğuz Destanı atla başlar. Dede Korkut’ta, Bamsı Beyrek atla kardeşleşmiştir. “Yağız atlar, kır atlar, doru atlar kanatlı Yediden yetmişe dek, bir millet hepten atlı” Kemendi İlk Türkler Kullandı Eski Türklerin ilkel atları yakalayabilmek için türlü yöntemler kullandıkları, kitabelerde yazılıdır. Kementin de ilk kez Türkler tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Karluk Han buzullar içinden ünlü bir atı alıp çıkardığı için ad almıştır. Eski Türklerdeki “Türk atsız, kuş kanatsız” sözü çok şey anlatır. Yarış Atlarının Özelikleri Yarış atlarında aranılan nitelikler ise; bilekleri ince, topukları kılsız, burun delikleri geniş, burun içi lekeli olacaktır. Perçin başında kemik çok sivri, bel, boyun kısmından daha uzun olmalıdır. Ata 8 Yaşında Binilir Türkistan’da 3 yaşından sonra çocukların büyük koyunlara bindirildiği, 8 yaşında at sırtında gezilere başladıkları, 12 yaşında da mükemmel bir binici oldukları belirtilir. Kızların da bu konuda erkeklerden aşağı kalmadıkları bilinir. At İtibardır Eski Türklerde görülen “atla bütünleşme”, Osmanlı Türklerinde de sürmüştür. At, Osmanlı, Türklerinde itibar, saygı ve sevgi unsuru olarak kabul edilen bir yoldaş olmuştur. Atalarımız bunlarla başarıdan başarıya koşmuşlar; üç kıta üzerinde hakimiyetlerini sürdürmüşlerdir. 250 Bin Süvarilik Ordu Anadolu Selçuklularında 100 bin süvariden oluşan bir ordu bulunuyordu. Osmanlı imparatorluğunda ise, 16. yüzyılda bu sayı 250 bine yaklaştı. Edirne, Filike, Selánik, Amasya, Yozgat, Merzifon, Eskişehir (çifteler çiftliği), Malatya (Sultan suyu), Veziriye, Adana (Çukurova), Bursa (Karacabey)’deki hayvan ocaklarında, at yetiştiriciliği için sürekli çalışmalar yapılıyordu. www.avrasyasporbirligi.com BİİLİM 24 Gözyaşı Mucizesi Vücudumuzda hayati öneme sahip birçok sıvı salgılanır. Bunlardan biri de gözyaşıdır. Gözyaşının muhteşem bileşimi Sağlıklı bir görüş için tahmin edilemeyecek kadar önemlidir. Gözümüzde mükemmel bir gözyaşı üretim taşıma ve boşaltma sistemi vardır. Ancak gözümüzdeki mekanizmalar bu kadar değildir: Her göz kırpışımızda göz yüzeyindeki gözyaşı filmi otomatik olarak yenilenir. Bu işlem ortalama her altı saniyede bir tekrarlanır. Bu 60 yıl yaşayan bir insanın tüm ömrü boyunca 200 milyondan fazla göz kırpması anlamına gelir. Gözyaşının % 98.2’si sudur. Geri kalan kısımda kan plazmasıyla aynı oranda üre ve plazmadakinden daha az oranda glikoz tuzlar ve organik maddeler bulunur. Yani gözyaşı içinde farklı oranlarda farklı maddeler bulunan çok özel bir sıvıdır. Gözyaşı bileşenlerinin varlığı iyi ve net bir görüş için şarttır. Bileşenlerin miktarında ya da yapısındaki ufak bir farklılık olduğunda göz kolaylıkla mikrop kapabilir ya da gözümüz net görme özelliğini yitirebilir. Gözyaşının görevleri 4 ana başlık şeklinde verilebilir: •Göz yüzeyini nemlendirmek ve kuruluğun vereceği hasarı engellemek, •Mikroskobik olarak pürüzsüz olamayan göz yüzeyini pürüzsüz optik bir yüzey yapmak, •Gözün kornea bölümüne ihtiyaç duyduğu oksijen ve diğer besinleri sağlamak, •Gözü bakterilerden ve enfeksiyonlardan korumak, Çok karmaşık bir yapıda olan gözyaşını oluşturan bileşenler 3 katman oluşturacak şekilde gruplanmıştır. Yağ Katmanı Gözyaşının en üstte yer alan katmanıdır. Bu sayede hemen altında bulunan sıvı katmanın buharlaşarak fonksiyonunu yitirmesini ve gözyaşının alt göz kapağından akıp gitmesini engeller. Yağ salgılayan bezlerin bulunduğu katman çok ince olmasına karşın gözyaşının dışarı akmasını ve buharlaşmasını başarıyla engellemektedir. Peki, kim gözyaşının üzerine buharlaşma etkisini hesap ederek böyle bir kaplama yapmıştır? Bu kadar özel bir tasarım nasıl ortaya çıkmıştır? Sıvı Katman Bu katman gözyaşının temel katmanıdır. Yağ tabakanın hemen altında ortada yer alan tabakadır. Üç katman arasında en kalın olanıdır. İçinde tuzları proteinleri ve lizozim adlı özel bir kimyasal maddeyi barındıran karmaşık bir yapısı vardır. Gözün kornea tabakasını besleyen, oksijeni taşır, atık ürünleri korneadan uzaklaştırır korneada oluşabilecek enfeksiyonları engeller. Algıladığımız görüntülerin normal olması için gözün kornea tabakasındaki su hacminin değişim göstermeden belirli bir oranda kalması şarttır. Eğer bu oran bozulursa kornea şişer ve formu bozulur. Sıvı katman korneadaki su hacminin dengede kalarak görüntü kalitesinin yüksek olmasını sağlar. Mukus Katmanı Göz yüzeyinde bulunan konjuktiva adlı ince zardaki hücreler tarafından üretilir. Gözün hemen üzerinde yer alır. Gözyaşının en alttaki katmanıdır. Üzerinde yer aldığı epitel yüzeyi hidrofobiktir; yani suyu sevmeyen iten bir yapısı vardır. Eğer sıvı katman ile bu katman yer değiştirmiş olsalardı mukus tabakası göz üzerinde duramayacak dolayısıyla bir işe yaramayacaktı. Bu katmanda gözün üzerinde durabilen musin adlı özel bir kimyasal madde bulunur. Gözyaşı bu madde ve mukus katman sayesinde yerçekimine karşı koyarak gözün önünde durmayı başarır. Gözyaşı sadece korneayı kurumaktan kurtaracak ve göz küresinin yüzeyinin kayganlığını kaybettirmeyecek miktarda üretilir. Böylece göz hareket ettiğinde göz kapağının iç kısmı ile gözün üstü arasında sürtünmeden kaynaklanan bir rahatsızlık meydana gelmez. 25 BİLİM Gözyaşı bileşenlerinin varlığı iyi ve net bir görüş için şarttır. Bileşenlerin miktarında ya da yapısındaki ufak bir farklılık olduğunda göz kolaylıkla mikrop kapabilir ya da gözümüz net görme özelliğini yitirebilir. Gözyaşını oluşturan bileşenlerin yeterli miktarda üretilmemesi ya da bir bileşenin eksik olması göz yüzeyi üzerinde kuru noktaların oluşmasına neden olur. Bu durumda da göz ile göz kapağı arasında sürekli bir sürtünme olur ve gözün her hareketi bizim için bir eziyet haline gelirdi. Sağlıklı bir görüş sağlamak için gözyaşının tüm bileşenlerinin tümünün tam olarak üretilmesi yeterli değildir. Gözyaşının hangi yolla nasıl nakledileceği de son derece önemlidir. Gözyaşı, gözyaşı bezlerinden çıkarak küçük kanallardan akar. Her göz kırptığımızda ince bir film gözlerimizin etrafında yayılır ve gözümüzü nemlendirerek tozdan ve diğer rahatsız edici maddelerden temiz tutar. Tesadüfler sonucu göze zarar verecek rastgele milyarlarca bileşiğin oluşabilme ihtimali vardır. Peki nasıl olup da göz için hem böyle kuvvetli bir temizleyici görevi görecek hem de göze en ufak bir zarar vermeyecek bir sıvı sentezlenmiştir? Bu ideal sıvı tesadüfen oluşana kadar göz nasıl korunmuştur? Çün- kü indirgenemez karmaşıklıkta olan gözün sağlığını koruyabilmesi için tüm unsurlarıyla birlikte ve bir anda oluşması şarttır. Gözün tek bir parçasının bile tesadüfen oluşması mümkün değildir. Her Gözyaşı Aynı Değildir En küçük bir teferruatın bile çok önemli olduğu bir bedende ruhunu misafir eden insanoğlu, gözyaşının gerçek fonksiyonundan haberdar mıdır? Buraya kadar bazı hususiyetlerini saydığımız gözyaşının her an gözümüzü ıslak tutan kısmı yanında, bir böcek veya toz kaçtığında gözümüzü yıkayacak kadar artan çeşidi ve çeşitli hislerle ağlandığında akıtılan gözyaşı arasında hem miktar, hem de terkip bakımından bazı farklar vardır. Bilhassa ağlamanın sebebine bağlı olarak (sevinç, üzüntü, stres, ilâhî aşk vs.) gözyaşının beden sağlığı ile birlikte ruhumuzu dinlendiren, bedenin üzerindeki stres yükünü azaltan ve böylece kalp sağlığımızı da koruyan bir yönü vardır. Her biri ayrı bir araştırma ve makale konusu olabilecek bu mevzular, psikiyatristler, nörologlar, ve biyo-kimyacıların ortak çalışmalarını beklemektedir. www.acikogretim.gen.tr Türkiye’nin Adana iline bağlı Ceyhan ilçesi merkez üslü depremde 144 kişi hayatını kaybetmesi üzerinden 17 sene geçti. (2 Haziran 1998) Balkan Savaşları’nda Bulgarlar tarafından kuşatılan Edirne şehrini 5 ay 5 gün boyunca zor koşullar altında savunan, “Edirne Müdafii” olarak da anılan Mehmet Şükrü Paşa’nın vefatı üzerinden 99 sene geçti. (5 Haziran 1916) İtalya’da krallığın sona erip, Cumhuriyetin ilan edilmesi üzerinden 69 sene geçti. (10 Haziran 1946) Kanunî Sultan Süleyman Han, ‘Irâkeyn Seferi’ (İki Irak) denen Birinci İran sefer-i hümâyûnuna çıkması üzerinden 481 sene geçti. (11 Haziran 1534) Tarihte düzensizlikler ve isyanlarla gündeme gelen Yeniçeri Ocağının kaldırılarak yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye ordusunun kurulmasının üzerinden 189 sene geçti. (14 Haziran 1826) I. Kosova Savaşı, Sultan I. Murad önderliğindeki Osmanlı ordusu ile Sırp kumandanı Lazar Hrebelyanoviç önderliğindeki çok uluslu Balkan ordusu arasında 28 Haziran 1389 tarihinde yapılan muharebenin üzerinden 626 sene geçti. (15 Haziran 1389) Afşana köyünde (Özbekistan) M.S 980 yılında dünyaya gelen 200 kitap yazan, Batılılarca, Orta Çağ Modern Biliminin kurucusu ve hekimlerin önderi olarak bilinen ve “Büyük Üstad” ismi ile tanınan, İbn-i Sina’nın vefat etmesinin üzerinden 978 sene geçti. (21 Haziran 1037) Zonguldak şehrimiz düşman işgalinden kurtarılması üzerinden 96 sene geçti. (21 Haziran 1919) Osmanlı İmparatorluğu donanmasında amirallik yapmış, Trablusgarp fatihi olarak anılan Türk denizcisi Turgut Reis’in vefatının üzerinden 450 sene geçti. (22 Haziran 1565) Türk tarihinde ayrı bir yere sahip olan Amasya Genelgesi’nin imzalanması üzerinden 96 sene geçti. (22 Haziran 1919) Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün kurulması üzerinden 77 sene geçti. (29 Haziran 1938) Günümüze sayısız şaheser bırakan Mimar Sinan’ın ölümünün üzerinden 427 sene geçti (9 Nisan 1588) ŞEHZADELER DİYARI: AMASYA Ovaları yeşil gözlerin kadar Bir ırmak ki yeşil ırmağı akar Ferhat’ım şirine bir aşkla bakar Ferhat şirin şehri yeşil Amasya… GEZİ 30 Tanzimattan sonra Sivas’a bağlı bir sancak haline getirilen Amasya, İstiklal Harbinde mühim bir yer işgal etmiş, Sivas Kongresine burada karar verilmiştir. Meşhur Amasya Tamimi Türkiye’nin bütün şehirlerine buradan duyurulmuş ve Amasya Protokolü burada imzalanmıştır. Arkeolojik çalışma kayıtlarına göre M.Ö.5500 yılına kadar uzanır Amasya’nın tarihi. Adının Hititler Döneminde yazılı belgelerde ‘Hakmiş’ olduğu görülür ve eldeki bilgilere göre Amasya ismi ilk olarak Hellenistik Dönemde bastırılan şehir sikkelerinde görülür. Hititlerden sonra Asurlar bir süre Amasya’yı işgal ettiler. Hitit başkenti Hattuşaş, Amasya’nın güney batısındadır. DANİŞMENDOĞLU’NUN BAŞKENTİ M.Ö. 6. asırda Pers ve M.Ö. 4. asırda Makedonya Kralı Büyük İskender’in istilasına uğradı. Pontus Krallığının başkenti Sinop’a taşınmadan önce Amasya idi. M.Ö. 1. asırda Romalılar Mitridat’ı yenince Amasya, Roma İmparatorluğuna geçti. M.S. 355’te Roma İmparatorluğunun devamı olan Bizans’ın eline geçti. 712’de Araplar, İslam ordularıyla Amasya’yı fethettiler. Fakat bir süre sonra Bizanslılar Amasya’yı geri aldılar. 1071 Malazgirt Savaşından kısa bir süre sonra Danişmendoğlu’nun başkenti oldu. Melik Danişmend Ahmed Gazi Amasya’yı fethetti. MEDENİYETLER BEŞİĞİ Daha sonra Türkiye Selçuklularının hakimiyetine geçen Amasya’ya bilahare İlhanlılar hakim oldu. İlhanlı genel valisi Timurtaş’ın Mısır’a kaçmasından sonra yerine tayin edilen Büyük Şeyh Hasan vekaleten Alaaddin Eratna’yı Anadolu’ya gönderdi. Bir müddet sonra, Eratna bağımsızlığını ilan ederek Eratna Beyliğini kurdu. 1360’da Şadgeldi, Eratna Beyliğinden ayrılarak Amasya’da Amasya Beyliği’ni kurdu. Yıldırım Bayezid 1393’te Amasya’yı Osmanlı Devletine kattı. Osmanlılar devrinde “Şehzadeler şehri” olarak isim yapmıştır. Osmanlı sultanlarından İkinci Murad ve Yavuz Sultan Selim Han Amasya’da doğmuşlardır. Fatih Sultan Mehmed Han 8 yaşında iken Amasya valisi olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman Han sık sık Amasya’ya gelmiştir. İkinci Bayezid şehzadeliğini Amasya’da geçirmiştir. FARKLI KÜLTÜRLERİN KESİŞME NOKTASI ‘Şehzadeler kenti’ Amasya, her ne kadar modernleşmeden ve kentleşmeden nasibini almışsa da gelenekleri aslına uygun yaşatan nadir kentlerimizden biri. İlim, sanat ve lezzetlerin kesişme noktası olan Amasya’ya yakından bakmayı denedik. Dört bir yanı yüksek kayalarla çevrili olan şehir adeta bir kale görünümüne sahiptir. Önemli tarihi olaylara ev sahipliği yapan Amasya’da pek çok şehzade yetiştirildiği için ‘Şehzadeler Kenti’ olarak da adlandırılır. Ayrıca ilim ve sanat adamları da yetişmiştir bu güzel kentte. ÜNLÜLERİN ŞEHRİ Amasya’nın bereketli ve gizemli topraklarında yetişen bir çok tanıdık sima var; Lokman Hekim, Akşemseddin, Mihri Hatun ve Sabuncuoğlu Şerefeddin bunlardan bazılarıdır. Bilimde de özel bir yeri olan 15 yy.’da Amasya Darüşşifasında tıp eğitimi alan Sabuncuoğlu Şerefeddin’in bu kentte devrinin en önemli ameliyat ve tedavi usullerini gösteren minyatürleri, sanat tarihi açısından da değer taşır. 31 GEZİ Dört bir yanı yüksek kayalarla çevrili olan şehir adeta bir kale görünümüne sahiptir. Önemli tarihi olaylara ev sahipliği yapan Amasya’da pek çok şehzade yetiştirildiği için ‘Şehzadeler Kenti’ olarak da adlandırılır. Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal Atatürk’ün “Milletin İstikbalini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır” cümlesinin yer aldığı ‘Amasya Tamimi’ Amasya’da hazırlanmış ve tüm dünyaya bir nevi Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıcına imza atılmıştır. AMASYA ELMASI Amasya denilince, her yerde, ilk akla gelen, sanırım Amasya elmasıdır. Burada, Amasya’nın ismi ile bütünleşen misket elması yetiştiriliyor. Bu elma, özelliğini Amasya’nın coğrafi konumundan alır. Amasya elmasının bir yüzü kırmızı, diğer yüzü ise sarımtırak yeşil renge kaçar. İnce kabuklu ve hoş kokuludur. Sert ve dayanıklıdır. Uzun süre saklanmaya elverişlidir. AMASYA’NIN CAZİBESİ Amasya evleri de birbirinden ilginç ve cazibeli bir görüntüye sahiptir. Bitişik nizamla yapılmış evlerin çoğunda avlu ve bahçe bulunur ve ikinci katlar genelde simetri ve yer kazanmak amacıyla cumbalıdır. Tüm bu güzelliklerin arasında ve tarih kokan bu atmosferde eşsiz tatları da bulmak mümkün Amasya’da. Birbirinden güzel yemekler sanki Amasya’ya yüce Mevlanın bahşettiği bir hediye. Meşhur ‘misket’ elması ile yapılan pekmezlerin tadına doyum olmaz. Elmanın yanı sıra şeker pancarı, haşhaş ve ayçiçeği de ihraç eden Amasya’nın yemekleri ve özellikle de çorbaları çok çeşitlidir. Uzun çorba, yarma çorbası, ayran, helle, toyga ve sakala çorbası bunlardan bazılarıdır. Sebzelerde en çok bamya, fasulye, biber, ebegümeci, pancar ve pürpürüm diye adlandırılan semizotuna yer verilir. Sıklıkla kullanılan koyun eti, yıkanıp çemenlenerek kışın ‘keşkek’ ya da ‘çemenli yemek’ yapılmak üzere saklanır. Tatlılar arasında ise ‘vişneli ekmek’, ‘höşmerim’, ‘peluza (hasuda)’, ‘unutma beni’, ‘kuymak’, ‘elma tatlısı’ Amasya’nın lezzetli tatlılarından bazılarıdır. Hamur işlerinin de Amasya mutfağında özel bir yeri vardır. ‘yanuç’,’kaypak’, ‘hengel’ ve ‘kıymasız mantı’ tadılması gereken lezzetli hamur işlerindendir. SOFRA ADABI Amasya’da sofra kültürüne verilen önemin en güzel örneklerinden birini, sofraya evin büyüğü gelmeden yemeğe başlanmama âdetinde görürüz. Evin büyüğü “Besmele” çekmeden yemeğe başlanmaz. Sofraya bakır tasta gelen çorbayı tüm aile fertleri aynı tastan beraberce içerler. Yemek yenirken gürültülü konuşmalar ve şaka yapmak hoş karşılanmaz. Ekmek kesilmez, koparılır. Sofradakilerden biri su içmek isterse suyu evin küçüğü servis yapar ve bu kişi suyunu içene kadar, o kişinin ‘yemek hakkını’ korumak için diğerleri yemek almaz ve beklerler. Yemekten sonra çay içmek adettendir. Kış yemekleri için hazırlıklar yazdan yapılır. Genelde yazın kurutulmuş yiyecekler, kışın yemeklerde kullanılır. Tarlada çalışanların yemek yediği ‘ikindilik’ hariç genelde Amasya’da, ‘kuşluk’(sabah) ve akşam olmak üzere iki öğün yemek yenir. Ancak bazen de akşam yemeğinden sonra ‘yatsılık’ denen diğer bir öğününde yendiğini görmek mümkündür. Düğün, sünnet, bayram gibi günlerin yemekleri ve yenmesi adeta bir şenliktir Amasya’da. Sünnetlerde genelde etli pilav, şerbet ve tatlı verilir. En güzel adetlerden biri ise ‘diş hediği’ âdetidir. Küçük çocuklar diş çıkardığında buğday şeker ile kaynatılır ve komşulara dağıtılır. GEZİ 32 Amasya denilince, akla ilk gelen hikâyelerden biri de Ferhat ile Şirin’in aşkını anlatan efsanedir. Bu aşk dilden dile söylenerek günümüze kadar gelmiştir. Ramazan ve Kurban Bayramı yemekleri bir başka özeldir Amasya için. İftarda yenenler genellikle ‘cicik çorbası’ , ‘mercimek çorbası’,’erişteli pilav’, ’börek’,’hoşaf’ ve ‘çörek’tir. Bayram ziyaretine gelenlere ‘etli dolma’, ‘keşkek’, ‘baklava’, ‘haşhaşlı çörek’ hazırlanır. Bir mendil içine lokum koyup çocuklara harçlık verilmesi geleneği Amasya’da hala devam etmektedir. Kurban Bayramlarında ise misafirler için, ‘bakla dolması’, ‘etli pilav’, ‘baklava’, ‘toyga’ ve ‘ciğer kavurma’ hazırlanır. Fakirlere, hazırlanan yemeklerden gönderilir. FERHAT İLE ŞİRİN Amasya denilince, akla ilk gelen hikâyelerden biri de Ferhat ile Şirin’in aşkını anlatan efsanedir. Şöyle ki Ferhat nakkaşlık yapmaktadır. Güzeller güzeli Şirin ise, Amasya sultanının kızıdır. Ferhat, Şirin’e aşık olur. Ancak Şirin’le evlenmek istediğinde, Amasya sultanı, böyle bir evliliğin olmaması için Ferhat’a yapamayacağını tahmin ettiği bir şart koşar. Der ki; “Amasya’ya su getirirsen, evlenmenize izin veririm.” Ama su çok uzaklarda, Şahinkayası denilen mevkidedir. Yani, bu imkânsız gibi bir istek. Ama Ferhat yılmaz, çıkar dağlara, elinde künk ile. Günlerce aylarca taşları, kayaları, dağları kırar, yol yapar su için. Zaman geçtikçe şehirde suyun sesi işitilmeye başlanır. Ancak sultan, Ferhat’ın başarısını önlemek için, bu kez onun yanına birini gönderir. Bu kişi, Ferhat’a der ki: “Şirin öldü sen ne uğraşırsın?” Bunu duyan Ferhat, kahrolur ve kendini öldürür. Ölürken, “Şirin” diye haykırışı kayalarda yankılanır. Bunu duyan Şirin de kayalara gelir. Ferhat’ın öldüğünü görünce o da kayalardan atlar ve ölür. Su şehre gelmiştir. Coşku ile akar ama bu iki genç birbirlerine kavuşamazlar. İkisi de yan yana gömülür. Her mevsim mezarlarının üzerinde birer gül biter. Ancak, iki mezar arasında da bir kara çalı çıkar. İki sevgiliyi birbirinden ayırmak için. BİR BAŞKADIR AMASYA DÜĞÜNLERİ Elbette bütün aşıkların sonu Ferhat ile Şirin gibi olmamıştır. Muradına eren gençlerin bu güzel günleri de bir şenlik havasındadır Amasya’da. Amasya’da kız isteme ve düğünlerde şerbetin önemi büyük. Kız istemeye imamla gidilir ve içine gülsuyu konmuş şerbet içilir. Şerbet ikram edilirken sürahiye konur ve kurdele ile bağlanır. Nişan hazırlıkları yapılırken damat ve gelin birbirlerine hediyeler gönderir. Damat evi kız evine ‘şeker böreği’ gönderirse kız evi ’baklava’, damat evi ‘baklava’ gönderirse, kız evi ’şeker böreği’ gönderir. Bu gelenek ‘tatlı yiyip, tatlı söz söyleme’yi temsil eder. Düğünden bir hafta evvel damat evi, gelin evine bir ayna, bir mum ve gelinin dikilmiş elbiseleri ile hamam havluları gönderir. Damat evi ‘gelin odası’nı hazırlar ve odanın dört köşesine ‘zeyrek’ denilen direkleri asarak ip gerer. Bu ipler kızın çeyizlerini asması içindir. Çeyiz asma töreninden önce, nazar değmesin diye, mendillerden yapılmış fare ve kaplumbağa figürleri, çeyizlerin üzerine nazar boncuğu ile asılır. Törenden sonra, damat evi, bakla dolması, patates piyazı, turşu, meyve, haşhaşlı veya cevizli çörek, gibi yiyecekler hazırlar ve gelin hamama götürülür. Kına gecesi damat ve gelin için ayrı ayrı yapılır. Ertesi gün yapılan düğün yemeğinde, ‘toyga çorbası’, ‘bakla dolması’, ‘gelin kebabı’, ‘pilav’, ‘zerde’, ‘su böreği’ ve en az altı tepsi ‘baklava’ hazırlanır. ‘Güvey önü’ denilen kız annesi, damadın evine bir ‘honça’ tabir edilen tepsilerde yemek gönderir. Bu yemekler; ‘hindi’, ‘kuzu’, ‘kaz eti’, ‘Amasya çöreği’ ve ‘baklava’dan oluşur. Gelin, erkek evinin önüne geldiğinde, eline bir somun ekmek verilir ki ‘”Eli ekmekli, gözü tok olsun”. Daha sonra düğün yapılır ve gelin ile damat evlerine giderler. Ertesi gün, erkek tarafı davet ettiği misafirler ile ‘velime yemeği’ yerler. 33 GEZİ Amasya modernleşmeden ve kentleşmeden nasibini almışsa da gelenekleri aslına uygun yaşatan nadir kentlerimizden biridir. Amasya’daki en eski geleneklerden biri de ‘Zekeriya Sofrası’dır.’Zekeriya Sofrası’, çiğ yemeklerden oluşan özel bir sofradır. Bu sofraya davet yoktur, dileyen katılabilir. Bu sofra bir dileğin gerçekleşmesi için yapılır ve dileği gerçekleşen bu sofrayı tekrar kendi evinde yapar. Sofra zemzem, hurma, çörek otu, yoğurt, peynir, pide ve zeytinden oluşur. Bunun dışında, sofraya konulan kuru yiyeceklerle birlikte, sofrada kırk bir çeşit yiyecek olmalıdır. İkisi Allah, ikisi Zekeriya Peygamber ve ikisi tutulan dilek için olmak üzere altı rekât namaz kılınır ve namazdan sonra sofraya mum dikilir. GEZİLECEK YERLER AMASYA KALESİ: Amasya’yı tepeden gören Arşene Dağı üzerine kurulmuştur, kesme taşlardan yapılmıştır. Arap tarihçeleri kalenin Arşene Kralı Karsan Han tarafından yapıldığını ileri sürerken, batı tarihçileri Pontus Kralı Mithradates tarafından yaptırıldığını ileri sürmektedirler. Kalenin doğusundan ve güneyinden inen duvarlar Yeşilırmak boyunca şehri kuşatmaktadır. ENDERUN KALESİ: 4 kapısı vardır, Kral Sarayı ve mezarları kuşatan duvarlarından başka bir şey kalmamıştır. KRAL MEZARLARI: Yeşilırmak Nehri boyunca uzanan Harşene Dağı’nın kayalık kısımlarına oyulmuş 20-25 metre yükseklikteki bu mezarlarda 12 kral mezarı vardır. Amasya’nın her tarafından görülebilmektedir. BEYAZIT KÜTÜPHANESİ: Sultan Beyazıt Camii ile birlikte yaptırılan medrese binasında faaliyet göstermektedir. Papirüs yaprakları üzerine küfi yazı ile yazılmış Hz. Ömer’e ait el yazması bir Kuran’ı Kerim nüshası ile tezyini el yazması 20000 kadar eser bu kütüphanede bulunmaktadır. SULTAN 2. BEYAZIT CAMİİ VE KÜLLİYESİ: Şehzade Beyazıt Amasya Valiliği yaptığı sırada, Osmanlı tahtına çıktığı zaman Amasya’da büyük bir cami yaptıracağına dair söz verdi. Padişah olduğu zaman, 1486 yılında Amasya’da vali bulunan oğlu Şehzade Ahmet’e emir vererek bu caminin ve külliyenin yapılmasını sağladı. Bu gün için Amasya’da bulunan en büyük tarihi eserdir. Amasya’nın Söz Varlığı Amasya’da bütün Türkiye’de kullanılan deyim ve atasözlerinin yanı sıra sadece bu bölgede kullanılan ifadeler de bulunmaktadır. Atasözleri Eşeğin kulağına yasin okunmaz. (O laftan anlamaz cahile ne anlatıyorsun.) Gölden yiyo, imarette yatıyo. (Hazırı yemesini seviyor ama durumunu düzeltmek için hiçbir şey yapmıyor, tembel insanlar için kullanılır.) Her köyün bir soğan doğraması olur. (Genelde Anadolu’da bilinen “Her yiğidin bir yoğurt yemesi vardır” atasözüyle aynı anlamdadır.) Bıçağın önü de arkası da kesiyor. (Her durumda kendini haklı çıkartıyor. Herkesten destek gördüğü için kimseyi takmıyor.) Benden yemlen yumurtayı başkasına bırak. (“Karnını ben doyuruyorum, kazancını başkasına yediriyorsun” anlamında kullanılır.) Seni omzuna alınca ayakların yere değmesin. (Evlendiğin kişi seni kimseye muhtaç etmesin) Kaynakça: Amasya Belediyesi Kültür Bakanlığı CANLILAR ALEMİ 34 Küçük Deniz Canlılarının Büyük Stratejileri Planktonlar bulut oluşumuna nasıl katkıda bulunurlar? Allah Pelamis adlı canlıda dalış için ne gibi üstün teknolojiler yaratmıştır? Tuzla karidesinin zor yaşam koşullarına karşı gösterdiği dayanıklılık özellikleri nelerdir? Doğadaki yaşam evrimcilerin ‘ilkel canlı’ kavramını yalanlayan çeşitli örneklerle doludur. Pelamis adlı küçük bir deniz yılanı bir dalgıçtan çok daha üstün yetenekleriyle Allah’ın yaratmasındaki mükemmelliği ispatlamaktadır.Bilimsel adı “Pelamis Platarus” olan “sarı şeritli” deniz yılanı Güney Doğu Asya ve Kuzey Avustralya kıyıları ile nehir ağızlarında yaşar. Pelamis küçük bir yılan sayılır. Boyu en fazla 80 cm. ağırlığı ise 200 gr.dan azdır. 1,5 mm uzunluğundaki küçücük dişinden çıkan zehir, kobranınkinden 5 kat daha güçlüdür. Zehirin 1 gramının binde üçü kadarı bile bir insanı öldürmek için yeterlidir. Uzmanlar çalışmalarında yılanların zamanlarının %87’sini suyun altında geçirdiklerini tespit ettiler. Pelamis, su yüzeyine bir saniye kadar sadece nefes almak için çıkar, bu su altı için oldukça iyi bir performans sayılır. Pelamisin üstün dalma tekniği pelamis başından kuyruğuna kadar uzanan tek bir ciğere sahiptir. Ciğer hava ile dolu iken vücut hacminin yaklaşık %10’unu kaplar. Bu, su altındaki yılana ancak 17 dakika için yeterli oksi-jen sağlayabilir. Araştırmalar sırasında 213 dakika süren ve 50 metreye ulaşan dalışlar tespit edilmiştir. Pelamisin bu başarısının ardındaki sır “ciğerlerini suyun kaldırma kuvvetini kontrol etmek için kullanması”nda saklıdır. Pelamis, derin dalış öncesi ciğerini iyice hava ile doldurur. İçine aldığı hava vücudunun % 20’si kadardır. Dalış dört aşamadan oluşur. İlk aşamada yılan, dakikada 5 metrelik bir hızla dalar. Dibe doğru gittikçe suyun basıncı artar ve hayvanın ciğerleri büzülür. 35 olabilmeleri CANLILAR Atlara bu yetenekler kendileri için değil, insanlara faydalı içinALEMİ verilmiştir. Yani atları Allah bu özellikleriyle insanlara hizmet etmeleri için yaratmıştır. İkinci aşamada yılan dakikada 1,7 m. hızla dalışına devam ederken kritik bir derinliğe ulaşır ki, bu derinlikte kendi ağırlığıyla suyun kaldırma kuvveti dengededir. Hayvan artık dalışını bitirmiş, yükselmeye başlamıştır. Üçüncü aşamada dakikada 0,11 metrelik yavaş bir yükselme söz konusudur. En son aşamada Pelamis, nefes almak için dakikada 3–4 m. hızla yukarı çıkar. Böyle bir dalış için yılan, havayı ciğerine amaçladığı derinliğe göre doldurmaktadır. Pelamis, dalış sırasında ihtiyacı olan oksijenin üçte birini de derisi vasıtasıyla sudan karşılar. Dalış için yaratılmış özel dolaşım sistemi pelamis, karışık kirli kanı aynı anda hem ciğer ve deri altı kılcallarına, oksijen alması için; hem de vücut hücrelerine, içinde bulunan bir miktar oksijenin kullanılması için gönderen bir kalbe sahiptir. Deniz yılanlarının bu dolaşım sistemi, kanda toplanan azotun deri yoluyla atılmasına da imkan verir. Bu hayati bir öneme sahiptir; çünkü aksi takdirde basınç altında kanda büyük miktar-larda eriyen azot, yüzeye çıkarken hızla gaz haline geçerek küçük baloncuklar oluşturup damarların tıkanmasına, yani balığın “vurgun yemesine” yol açabilecektir. Allah, yarattığı her canlıya yaşam ortamına uygun özellikler vermiştir. Pelamis’teki bu hassas düzenleme Allah’ın tüm evrendeki güç ve ihtişamının delillerinden bir tanesidir. Karidesten Dayanıklılık Testleri Tuzla karidesi yaşantısını sadece doğal tuz gölleri veya insan yapısı tuzlalarda sürdürebilmek-tedir. Kendisinden başka birkaç kırmızı bakteri ve bir hücreli alg türünün yaşayabildiği tuz oranı yüksek ortam, onu düşmanlarına karşı korumak-tadır. Ancak bu ortam onu flamingolara karşı koruyamaz. Flamingoları gördüğünüz her yerde mutlaka tuzla karidesini veya akrabalarını da göre-bilirsiniz. Hiçbir savunma organına sahip olmayan bu tuzla karidesi yani Artemia, flamingo- lara kolaylıkla yem olur. İlk anda canlı savunmasız gibi gözükse de gerçek böyle değildir. Allah bu canlıla-rın yayılıp üremesi için mükemmel bir sistem ha-zırlamıştır. Artemia’nın kusursuz üreme stratejisi artemiaların yumurtaları oldukça kalın ve esnek bir tabaka ile kuşatılmıştır. Hayranlık uyandırıcı özelliklere sahip bu canlı, herhangi bir akla sahip değildir. Artemia’nın kendi kendine düşünerek şiddetli soğuklara dayanmasını sağlayacak gliserini keşfettiği ya da hemoglobin yoğunluğunu ayarlayacak sistemi tasarlayarak kendi bünyesine yerleştirdiği elbette söylenemez. Bu sayede Artemialar en zor koşullarda bile yaşamlarını rahatlıkla sürdürebilmektedirler. Dünya Isısını Ayarlayan Termostat Planktonlar genelde balinaların besin kay-nağı olarak bilinir. Okyanusta yaşayan bu mikros-kobik canlılar, kendilerinden binlerce metre yukarıda yer alan bulutların oluşumuna katkıda bulunurlar. Planktonların çoğu dimetil sülfür denen kimyasal maddeyi üretir. Bu madde oksijenle birleşerek sülfat haline geçer. Sülfatlar okyanus üzerindeki su buharı için yoğunlaşma çekirdekleri oluşturarak bulutları meydana getirirler. Bu çekir-dekler çok büyük olduklarından yağmura neden olmazlar. Fakat bulutların güneş ışınlarını yansıt-masını veya emmesini etkileyebilirler. Böylece bulutlar gelen güneş ışınlarını yansıtır, buna bağlı olarak toprağa erişen güneş ışınları da azalır. Çoğu insanın yaşamında, bir kez dahi görmediği planktonlar, dünyanın çok hassas olan ekolojik dengesi içinde önemli bir yere sahiptirler. Okya-nuslardaki bu minik canlıların kükürdü yemesinin sonucunda, güneş ışınları toprağa çok fazla gelme-mekte ve havanın ısısı çok yükselmemektedir. Bu da tüm yeryüzünün sıcaktan kavrulmasını engelleyerek yaşanılır bir ortam sağlamaktadır. www.bilimveteknoloji.com ÖRNEK HAYATLAR 36 SOSYAL SORUMLULUĞUN SEMBOL İSMİ: Mustafa Güzelgöz diğer adıyla Eşekli Kütüphaneci (d.1921-ö.2005). Kütüphaneyi halkın ayağına götürmek düşüncesi ile Ürgüp seyyar kütüphanesinin yedi katır ve üç atı ile yöredeki 36 köye hizmet götürmüştür. 1972 yılında emekli olan eşekli kütüphanecinin yaşam öyküsü yaşam öyküsü farklı yazarlar tarafından romanlaştırılmıştır. Örneğin yazar Ahmet Şerif İzgören “Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi Bağlardı” adlı kitabının girişimcilik bölümünde Mustafa Güzelgöz’ün hikâyesini anlatmaktadır. Güzelgöz’e 1963 yılında “Amerikan Barış Gönüllüleri Derneği’nin İnsanlığa Hizmet Ödülü” verilmiştir.[1] Mustafa Güzelgöz, Nevşehir Devlet Hastanesi’nde tedavi görürken 18 Şubat 2005’te kalp yetmezliğinden ölmüştür. Mustafa Güzelgöz, Ürgüplü hemşehrileri gibi İstanbul’a çalışmaya gider ve burada Tiftik ve Yapağı Dışsatım Birliği’nde depo memuru olarak iş bulur; fakat II. Dünya Savaşının çıkması üzerine 1940 yılında askere alınır. Tokat’ta 3,5 sene süren askerliğinin ardından memleketine döner. Amacı yeniden İstanbul’daki işine dönmektir; ancak ailesi kendisinin Ürgüp’te kalıp hayatını burada kurmasını istemektedir. Güzelgöz’ün futbol konusundaki bilgi ve deneyimi Kaymakamın gözünden kaçmaz, boş zamanlarında Ürgüp’lü gençleri futbol çalıştırması şartıyla iş bulmayı teklif eder, Tahsin Ağa Kütüphanesi memuresinin emekliliğe ayrılması üzerine boşalan kadroya Güzelgöz atanır. İlk iş olarak harf devrimi sonrasında kütüphanenin rutubetli bir odasına atılmış olan Osmanlıca kitapları çıkartarak kurtarır. Kütüphanecilik alanında herhangi bir bilgisi olmayan Güzelgöz, kütüphanecilik üzerine yazılmış bir el kitabından yararlanarak modern bir kütüphane oluşturma çabasına girişir. Yakın çevresindeki tanıdıkları ile konuşarak ellerindeki kitapları kütüphaneye bağışlamalarını sağlar ( İleri ve Talipoğlu, 2007). Eşekle Kitap Taşıma Güzelgöz, kaymakamla birlikte katıldığı heyet gezilerinde; halkın, heyette bulunan doktor öğretmen veteriner gibi halkın gereksinimlerini karşılayan meslek adamlarına büyük saygı gösterirken; bir kütüphane memuru olarak kendisine aynı saygının gösterilmediğini fark eder. Bunun üzerine bir kütüphane görevlisi olarak halka nasıl faydasının dokunacağını düşünmeye başlar. Köylünün imkânsızlıklar sonucu yararlanamadığı kütüphaneyi onun ayağına götürmeye karar verir. Bunun için en uygun olan yöntem, kitapları eşeklerle taşımaktır. Kitapları taşımak için gerekli olan sandıkların krokisini hazırlayarak marangoza yaptırır. Ödünç vereceği kitaplar içinde bir izleme defteri hazırlayarak yollara düşer. Böylece 36 köye hizmet vermeye başlar. Her Memura 5 Köy Şartı Eşekli kütüphaneci, Tahsin Ağa Kütüphanesinin yeni binasına kat çıkmak ve gezici kütüphane hizmetinden daha çok insanın faydalanabilmesini sağlamak amacıyla bakanlığa başvurarak iki adet yeni memur kadrosu ve eşekler için yem bedelinin karşılanmasını ister. İstediklerini alır. Bu kadrolara görevli alınırken bir eşek sahibi olması ve kendi bölgesinde en az beş köye hizmet götürmesi şartı aranır. Kitap sayısını arttırmak ve de özellikle çocuk kitaplarına gereksinim bulunmaktadır. Ürgüp dışında çalışmakta olan hemşehrilerin adresini toplayabildiklerine el yazısı ile tek tek mektup yazarak kitap göndermeleri isteğinde bulunur. Bir ay sonra mektuba cevap olarak paketlerle kitaplar gönderilmeye başlar. 37 ÖRNEK HAYATLAR MUSTAFA GÜZELGÖZ Güzelgöz, köylere kitap taşımak kadar yöresinde başka girişimlere de öncülük etmiştir. Yaptığı bu çalışmalarla, yöredeki sosyal ve kültürel hayatı zenginleştirmiştir. Güzelgöz’ün Ürgüp Sisteminin gelişmesi süreci içinde özellikle değinilmesi gereken ara başlıklar bulunmaktadır: Spor Teşkilatı Ve Köy Gazetesi Balzac Okuyan Köylü Güzelgöz, kütüphaneleri tam anlamıyla bir eğitim merkezi haline dönüştürmek için bunların yanına bir de spor teşkilatı kurmuştur. Birçok kütüphanenin yanında voleybol sahaları kurulmuş gençlerin futbola olduğu kadar diğer spor etkinliklerine de dikkatleri çekilmeye çalışılarak bedensel olarak güçlenmeleri amaçlanmıştır. Kız Kaçırmak İsteyen Genç Karain, Mustafapaşa ve Çökek köylerinde, köy duvar gazetesi için panolar konmuştur. Bu panolara köyle ilgili haberler yazılmakta, Türk büyüklerinin resimleri asılmaktadır. Özelikle bu resimleri gören köylüler altındaki yazıları da merak ederek okumaktadır. Köylere götürülen bu hizmet neticesini vermeye başlamıştır. Karacaoğlan, Ali’nin Hayber Kalesi Cengi ile başlayan okuma zevki ve alışkanlığı gelişmiş; Karain köyünde Balzac’ın klasikleri bile okunmaya başlanmıştır. Sevdiği kızı kaçırmak isteyen genç, Türk Ceza Kanununu alıp inceledikten sonra kanunda bu fiilin cezasının idama kadar gittiğini; en azından 7 yıl hapis olduğunu öğrenerek bu niyetinden vazgeçmiştir. Genç bunu öğrendikten sonra Güzelgöz’e teşekkür ederek zihninde kurguladıklarını anlatır ve kanun kitabının hayatını kurtardığını söyler. Kadınların Kütüphaneye Gelmesi Güzelgöz, kütüphaneyi sosyalleşme merkezi olarak köy kahvesine bir seçenek haline getirmek istemektedir. Köylüyü kütüphaneye çekebilmek amacıyla gurbetçilerden toplanan yardımlarla kütüphaneye radyo koyar. Makine kullanmayı bilen kadınların yardımıyla dikiş kursları açılır. Kadınların kurs vakitlerinde göz önüne dikiş, nakış, moda, yemek yapımı ve çocuk bakımı ile ilgili kitaplar konarak kadınların ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına yönelik kaynaklar sunulur. Böylece köylü kadınlar kütüphanelere çekilerek okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılır. Folklor Ve Bando Çalışmaları Güzelgöz, Ürgüp ilçesinde ilk folklor oyunlarını başlatır. İlk bando çalışmalarını hayata geçirir. Ürgüp’te İlk Sinema Gösterimi Modern iletişim araçları ile Ürgüp halkını tanıştırmak amacıyla köy köy gezerek 16 mm’lik sinema makinesiyle gösterimler yapar. Konusu, kültür-sanat, tarım, hayvancılık ve gündelik yaşamı kolaylaştırıcı bilgileri içeren belgesel filmleri köylerin uygun alanlarında göstererek köylüyü bilgilendirmeye çalışır. Ayrıca fotoğraf makineleri, agrandizör ve baskıda kullanılan sarf malzemelerini sağlar. Saydam gösterimi için bir makine bir de jeneratör edinir. Böylece elektrik imkânı olmayan köylere bu hizmeti götürme imkânını da sağlamış olur. Kooperatifçilik Çalışmaları Güzelgöz, sosyal ve kültürel etkinliklere öncülük etmenin yansıra yörenin ekonomik olarak kalkınması için de çalışmalarda bulunur. Çökek köylüsü ürettiği üzümü yok pahasına satmaktadır. Güzelgöz köylünün elindeki ürünü değerlendirebilmesi için köylüyü kooperatifçilik çalışmalarına yöneltir. ÖRNEK HAYATLAR 38 Ölümünün 7. Yılında Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz’e Vefa Örneği gösterilerek, 2012 yılının ilk günlerinde Marmara Eğitim Köyüne kendisini ve kitaplarını konu alan heykeli dikildi. Halkına Hizmet Götüren Gönüllüler Yarışması 1963 yılında Amerika’da dünya çapında bir yarışma açılmıştır. Amerikan devletinden bağımsız olarak düzenlenen bu yarışma, halkına gönüllü olarak hizmet eden yaratıcı insanlar arasında düzenlenmektedir. Yarışma ile ilgili çağrının Devlet Planlama Teşkilatına ulaşması üzerine adayın kim olabileceği düşünülür. Teşkilatta memur olarak çalışmakta olan bir Ürgüplünün önermesiyle Güzelgöz, DPT‘ye çağrılır. Hazırlanan evraklarla beraber gönderilen çalışmaların yerinde incelenmesi isteği üzerine Amerika’dan üç kişi gelerek çalışmalarda bulunur. Bölgedeki yüksek okuma yazma oranı ve kütüphanecilik sisteminden çok etkilenirler. Çektikleri fotoğrafları ekledikleri olumlu görüşlerinin yer aldığı rapor yarışma jürisine sunulur. 1963 Yılında Dünya Ödülü 21 Kasım 1963 tarihinde tüm dünyadan önerilen adayların eserleri toplanır. İlk eleme sonrasında Türkiye, İtalyan ve İspanyol rakipleriyle finale kalmıştır. İspanyol aday Miguel, dağ ve ova köylerine salgın hastalıklara karşı aşı götürmüş, yaptığı aşılarla halkının sağlığını kurtarmış, özellikle çocuk ölümlerini aza indirmişti. İtalyan aday Jiordano ise köprü altı çocuklarını okutmuş onları topluma kazandırmak için uğraşlar vermişti. İnsanlık Hizmetinde Bir Ömür Juri üyelerinin yarısı ödülü İtalyan adaya verme yanlısıdır. Türkiye’den yana olan Jüri başkanı Dwight Cook yaptığı konuşmada Güzelgöz’ün yaptığı hizmeti toplumsal bir önlem olarak gördüğünü çocukların köprü altına düşmemesi için bu çalışmaların yapıldığını söyler. Eşit olan oylamada başkanın oyu ile Türkiye kazanır. Dünya’da ve Türkiye’de sonuç büyük yankılar uyandırır. The Lane Bryant Uluslararası İnsanlık Hizmetinde Gönüllü Takdirnamesi aldı. www.wikipedia.org www.nevsehir.web.tr www.edebiyathaber.net Jübile ile Veda Etti Güzelgöz’e 1972 de bir jubile düzenlenir. Bu jubileye resmi makamlar da dahil olmak üzere üniversiteden öğretim elemanları, Ürgüplüler ve İstanbul’dan gelen konuklar da katılır. Görkemli geçen tören sonunda, halka hizmet sorumluluğunun sembol isimlerinden Mustafa Güzelgöz yaptığı veda konuşması ile 28 yıllık kütüphanecilik görevine 50 yaşında veda etmiştir. BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ? HAYVANLARIN BİLMEDİĞİMİZ ÖZELLİKLERİ... Bir köpekbalığı 100 milyon damla deniz suyu için- Timsahlar dilini dışarı deki bir damla kanı hissedebilir. çıkaramazlar. Timsahlar daha Zürafanın ses telleri yoktur. Zürafalar yüzemez. Zü- Derine batabilmek için taş yutarlar. rafa kulağını dili ile temizler. Zürafanın dili yakla- Zebralar beyaz üzerine siyah çizgilidir. şık olarak yarım metre kadardır. 2600 kadar kurbağa cinsi vardır. Fare, bir deveden bile daha uzun süre susuz Baykuş mavi rengi görebilen tek kuştur. kalabilir. Hayvanların en büyüğü mavi balinadır. (uzunluğu Bir yılan 3 yıl uyuyabilir. Yılanlar duyamaz. 33 m. ağırlığı 190 ton) Deniz kobrası dünyanın en zehirli yılanıdır Çekirgenin kulağı dizindedir. Kirpiler suda batmaz, aksine yüzerler. Bir köstebek sadece bir gecede 90 m. tünel kazabilir. Kutup ayıları solaktır. Bir hamam böceği kafası koptuktan sonra açlıktan Bir sineğin hızı saatte 8 km.dir. Sineklerin 5 tane ölmeden 9 gün yasayabilir. gözü vardır. Boğalar renk körüdür, bundan dolayı matadorun Sadece dişi sivrisinekler ısırır. Sivrisinek kovucu elindeki beze saldırırlar; rengi ne olursa olsun. spreyler sinekleri kovmaz, sizi gizler. Sivrisineğin Penguen yüzebilen ama uçamayan tek kuştur. alıcılarını bloke ederek sizin orada olduğunuzu Dünyanın en hızlı kuşu Boğazlı Kırlangıç’tır. 3 sani- anlamalarını engeller. Sivrisineklerin 47 tane dişi ye süreyle saatte 128 km. sürate ulaşmıştır. vardır. Dünyada en tehlikeli hayvan sivrisinektir. Bir pire, kendi büyüklüğünün 150 kat yüksekliğine Çünkü insanların ölümüne en fazla sebep olan hay- zıplayabilir. Bu oranı tutturmak için vandır. insanın yaklaşık 30 metre zıplaması Karıncalar uyuyamaz. Bir karıncanın koku alma gereklidir. yeteneği en az bir köpeğinki kadar gelişmiştir. Ka- Sümüklüböceklerin dört tane burnu rınca kendi ağırlığının 50 katını taşıyabilir. Karınca vardır. Salyangozların 25.000 civarında iki hafta su altında yaşayabilir. dişi vardır. Yetişkin bir ayı at kadar hızlı koşabilir. Ördeğin vakvaklaması yankı yapmıyor Yunuslar bir gözü açık uyurlar. ve bunun sebebini bilen yoktur. Develerin 3 tane kaşı vardır. Deve deniz suyu içebi- Bukalemunların dilleri, vücutların- leceği gibi bir defada 250 litre su da içebilir. dan iki kat uzundur. Istakozların kanı mavi renktedir. Kelebekler ayaklarıyla tat alırlar. Sığırların midesi 4 bölmelidir Kangurular geri-geri yürüyemezler. Kediler şeker tadını ayırt edemezler. GÖNLÜMÜN RENGİ SEN GİBİ Güldün mü bahar renkleri açar gönlüme, En güzel kırmızıdan en güzel yeşile, Birde güzel gözlerin ki, Deniz olur gönlümün rengi, Gönlümün rengi sen gibi. Seni her görmediğim an, Son bahar olur gönlümün rengi, Adı hasret olur donuk renklerin, Kasvettir ayrılığın rengi, Gönlümün rengi sen gibi. Birde siyah ile beyaz vardır gönlümde, Kıştır onun adı kaybetmek siyahtır. Kavuşmak kar gibi beyazdır, Yağar tane tane gönlüme, Gönlümün rengi sen gibi. Bahri BASKIN İzmir 2 Nolu F Tipi Kapalı CİK. TANIYAMAZSIN Ben köy çocuğuyum, doğduğum köye, Gitmeyince beni tanıyamazsın. Adam boyu yağan karın altında, Gitmeyince beni tanıyamazsın. Gelde anlatayım kendimi sana, Bende bir gönül var dostluktan yana, Bir harman yerinde toza dumana, Batmayınca beni tanıyamazsın. Doğru sanma sen her akla geleni, Kem hislere kurban eyleme beni, Bende olmayan o hasedi kini, Atmayınca beni tanıyamazsın. Talih köye küskün, köylüme dargın, Beden derbederdir, azalar kırgın, Her gece yatağa daha yorgun, Yatmayınca beni tanıyamazsın. Izdıraplar bitmez çileler sonsuz, Karda dolaştın mı çocukken donsuz, Zemheri ayında bıyıkların buz, Tutmayınca beni tanıyamazsın. Hep böyle çileli, değişmez halim, Yine de siteme varmıyor dilim. Bir kuru ekmeğe üç öğün talim, Etmeyince beni tanıyamazsın. Halil İbrahim KAHRIMAN Bolvadin C Tipi Kapalı CİK. DEĞER DERGİSİNİN HÜKÜMLÜ-TUTUKLULARA ÖĞRETTİKLERİ Değer dergisi yayın hayatına başladığı günden itibaren her sayısını keyifle, zevk ile okuyorum. Değer dergisinin düzenli olarak takip eden birçok hükümlü ve tutukluya kişisel gelişimleri açısından çok faydalı olduğu kanatindeyim. Bulunmuş olduğum kurumun eğitim biriminin Değer Dergisinin her sayısındaki konu üzerinde yapmış olduğu münazara ise bizler için zevkli ve eğitici. Her şeyden önce ilk sayısından itibaren derginin grafik tasarımı, baskıda kullanılan malzemenin kalitesi ilk gözle görünen özelliğidir. Derginin içeriğinde bulunan yaşam, bilim, kültürel, sağlık ile ilgili öğretici yazılar Değer Dergisinin ne kadar faydalı olduğunu bizlere göstermektedir. Büyük bir emek ve özveri ile hazırlanan Değer Dergisi sayesinde ülkemizin tüm şehirlerini özelliklerini öğrenip farklı kültürleri tanımaktayız. Yıllarca farklı kurumlarda bulunan bir hükümlü olarak köklü bir değişimin olduğunu gözlemliyorum. Eskiden Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürünün adını bilmek, düşüncelerini öğrenmek imkansız hatta hayaldi. Şimdi ise Genel Müdürümüz Sayın Enis Yavuz YILDIRIM’ın Değer Dergisindeki başyazılarını okuyarak düşüncelerini öğrenip bizler ile ilgili öğ- Selçuk YURT Bolvadin C Tipi Kapalı CİK-Hükümlü retici, nasihatlarını örnekler vererek okumak bizlere verilen değerin önemini göstermektedir. Değer dergisinin yayın hayatına başlamasına vesile olan bu projeyi hayata geçiren isimlerini bilmediğim tüm insanlara minnettarım. Bu dergi bana çok şeyler öğretti... Daha mantıklı düşünmeme sebep oldu... Toplumdan uzaklaştırılmış bir çok hükümlüye ıslah amacı güden en büyük Değer Dergisi... Teşekkürler PLEVNE MÜDAFAASI «Gazi Osman Paşa» denilince akla Plevne Müdafaası, «Plevne Müdafaası» denilince de Gazi Osman Paşa gelir. Hâlbuki Paşa, hem Plevne öncesi hem de sonrasında; gerek askerî, gerekse siyasî alanda büyük hizmetler îfâ etmiş, Devlet-i Aliyye’ye fevkalâde hizmetlerde bulunmuştu. Osmanlı Devleti’ne büyük insan ve toprak kaybına mal olan «93 Harbi» başladı. O yıllarda 45 yaşında genç bir müşir olan Osman Paşa, «Batı Ordusu» adıyla anılan Tuna’daki kuvvetlere kumanda ediyordu ki, bu ordunun merkezi Vidin’di. Orhaniye, Sofya ve Lofça’dan gelen yolların kavşağında bulunduğundan, askerî açıdan stratejik bir konuma sahip olan Plevne’yi kontrol etmek, hem Rusların, hem de Osmanlı ordusunun vazgeçilmez hedefiydi. Her iki ordu da oraya yöneldi. NE ZAMAN UYUYABİLİRSE! Osman Paşa 25 bin kişilik kolordusuyla, 1 Temmuz’da Vidin’den hareket ederek, geceli-gündüzlü cebrî yürüyüşle 7 Temmuz’da Plevne’ye vardı. İki nokta arasındaki yaklaşık 200 kilometrelik mesafe, günde otuz kilometre yürünerek yedi günde tamamlanmıştı. Bu yürüyüşte her askerin sırtında bir tüfek, 70 fişek ve tam teçhizat bulunuyordu. Kolaylık olacağı düşüncesiyle, intikal sırasında teçhizat bırakmanın cezası, Osman Paşa’nın emri gereği, kurşuna dizilmekti. Paşanın, Plevne ordusunda operatör binbaşı sıfatıyla görev yapan Avustralyalı doktor Sir Charles RYAN’a söylediği şu sözler, yapılan cebrî yürüyüşün güçlüğünü bütün açıklığıyla anlatmakta- dır: “Oğlum, bir asker ne zaman uyuyabilirse o zaman uyur. Çünkü bir daha nerede ve ne zaman uyuma fırsatı bulabileceği belli değildir! RUSLAR BOZGUNA UĞRUYOR Plevne, 7 Temmuz’da hiçbir istihkâmı bulunmayan açık bir şehir hâlindeydi. Bir tarafı dağlık, diğer tarafı ova, biçimsiz bir toprak birikiminin arasına sıkışmış küçük bir kasabaydı. Osman Paşa, Ruslar, ertesi sabah şafakla beraber, yorgun Osmanlı birliklerini bu stratejik bölgeden atmak için taarruza geçtiler. İki saat süren top ateşinin ardından piyade savaşı başladı. Paşa, muharebenin her noktasına gidiyor, bindiği Arap atıyla her tarafa yetişerek askeri yüreklendiriyordu. Ruslar, on iki saat süren muharebenin sonunda bozguna uğrayarak çekildiler. Savaş kayıpları yedi bin kişiyi bulmuştu. Osman Paşa’nın başarısındaki sır, sür’atli ve doğru karar vermekti. 1. Plevne Muharebesi olarak tarihe geçen bu savaşta, Osmanlı ordusunun şehid ve yaralı olarak toplam kaybı iki bin civarındaydı. PAŞANIN ALTINDA ÜÇ AT TELEF OLDU Bu muharebeden on gün sonra, 18 Temmuz 1877’de Ruslar tekrar saldırıya geçti. Düşmanın mevcudu 60 bine ulaşmış, Paşanın ordusu ise, alınan takviyelerle 33 bine yükselmişti. Şafakla başlayan kanlı muharebe, güneş batıncaya kadar devam etti. Sonunda düşman perişan bir şekilde kaçmaya başladı. Gün içinde ordumuz, zaman zaman ümitsiz deni lebilecek 43 TARİH “Şimdiye kadar bekleyip özlediğimiz düğün-bayramımızın bugün birden bire karşımıza çıktığını, bu okunan ferman müjdelemiş oldu. İzin verirseniz bu gece sabaha kadar şenlik yapacağız. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın Kur’ân-ı Kerîm’de bize ilâhî nusretini (yardımını) vâdettiğini âlimlerimizden işittik. Öyle ki, bildirilen ayet-i kerimelerin her biri, kalbimizde demirden bir kale gibi yerleşmiştir” durumlara düşmüş, fakat Osman Paşanın soğukkanlılık ve metaneti savaşın seyrini değiştirmişti. Osmanlı birlikleri, ikinci günün akşamı ânî bir karşı saldırıya geçerek, düşmanı darmadağın etti. Firarî Rus askerlerinin arkasından yetişen süvarilerimiz yakaladıklarını öldürdü, Osman Paşanın adını tüm dünyaya duyuran II. Plevne Muharebesi, birincisinden daha büyük ve daha kanlı bir zaferdi. Osman Paşanın altında üç at telef olmuştu. II. Plevne Muharebesi Ruslara 8 binden fazla ölü ve bunun iki-üç misli yaralıya mal oldu. Osmanlı ordusunun kayıpları ise 100 şehidle 300 yaralıydı. DÜŞMANA YILDIRIM GİBİ ÇARPARDI Osman Paşanın, Rus ordusuna karşı kazandığı en büyük zafer 11 Eylül 1878 Salı günü sonuçlanan III. Plevne Muharebesidir. Oysa bu savaşta düşmanın mevcudu 100 bini geçmiş, top mevcudu 432’yi bulmuştu. Buna karşılık, Osmanlı ordusunun mevcudu 30 bin civarındaydı. Bu muharebede Ruslar, on beş binin üzerinde ölü verdiler, Plevne ordusunun kaybı ise 3-4 bin civarında şehid ve yaralıydı. Plevne’de kazandığı bu üçüncü başarı üzerine, Vekiller Heyeti tarafından Osman Paşaya, «Gazilik» unvanı verildi. Ruslar üçüncü defa yenilince, artık Plevne’nin savaş yoluyla zapt edilemeyeceğini anladılar. Zira Eylül ortalarında; Plevne önlerindeki kayıpları, ölü ve yaralı olarak 50 bini bulmuştu. Fazlaca vakit geçirmeden Plevne’yi kuşatmaya karar verdiler. PAŞA AYAĞINDAN YARALANIYOR Gazi Osman Paşa, 1 Aralık 1877 günü ordusundaki tümen ve tugay kumandanlarını karargâhına çağırarak durumu müzakere etti. Aç kalıp teslim olmaktansa ölüm pahasına da olsa, yarma hareketinde bulunulması uygun görüldü. 10 Aralık sabahı yirmi bin kişilik birinci kuvvet, birinci kuvvet, Rus mevzîlerine karşı büyük bir şevk ve azimle taarruz ederek cepheyi yardı. Fakat Ruslar, sürekli gelen takviye kuvvetlerinin yardımıyla tabyaları geri aldılar. Öğle sıralarında, Paşanın atı, Rus topçusunun ateşi sonucu isabet eden bir şarapnel parçasıyla devrildi, kendisi de sol ayağından yaralandı. Maiyetinde bulunan komutanların ısrarı sonucu teslime karar verildi. VAZİFENİZİ KUSURSUZ ÎF ETTİNİZ Çar Aleksandır, Plevne’ye geldiklerinde tercümanı vasıtasıyla Paşaya şu sözleri söyledi: “OsmanPaşa! Esaret altında bulunuşunuzdan dolayı müteessir olmayınız; bu hâl muharebelerde yadırganmayan şeylerdir. Siz askerî vazifenizi tam anlamıyla yerine getirdiniz, bunda asla kusurunuz yoktur. Ne çare ki, devletiniz sizi idare edemedi. Binaenaleyh, siz benim esirim değil misafirimsiniz, kılıcınızı size iade ediyorum. Sizin gibi cesur ve dirayet sahibi bir kumandanla muharebe etmiş olmam dolayısıyla kendimi bahtiyar sayıyorum!” www.yuzaki.com KİTAP ÖNERİLERİ Kitap okumak beyni güçlendirmekle birlikte anlama ve algılamayı kuvvetlendirir. Ruhun Deşifresi Mehmet Ali BULUT Çoğumuz bir yandan kuş olmayı hayal ediyor, diğer taraftan da düşlerimize sinsi bir avcı sokuşturuyoruz. Oysa biz istemezsek avcı hayalimizin içerisine nasıl girebilir ki! Bu kitap, beynimizin ve hayalimizin semalarında dolaşan bu sinsi avcıların neler olduğunu ve bunları dünyamızdan nasıl çıkaracağımızı tarif ediyor. Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak Dale CARNEGİE Dale Carnegie’nin kitabı Üzüntüyü Bırak Yaşamaya Bak üzüntü alışkanlığının üstesinden gelmenize yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Carnegie’nin formülleri 2000’lerin hızla değişen dünyasında da gerçekten çok işe yarayacaktır. Bu formülleri uygulayarak; - İşinizle ilgili üzüntü ve endişelerinizden hemen kurtulabilirsiniz. - Maddi sorunlardan kaynaklanan üzüntülerinizi en aza indirebilirsiniz. Savaşçı Doğan CÜCELOĞLU E.E.Cummings der ki; Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada,kendin olarak kalabilmek,dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı,artık hiç bitmez!...Anlamlı ve coşkulu bir yaşam için SAVAŞÇI kitabında böyle bir savaştan söz ediyoruz.Söz ediyorum değil,söz ediyoruz;çünkü kitabı Arif Bey’le beraber oluşturduk. Arif Bey Kimdir? Arif Bey Bu kitapta benimle konuşan bir sınıf öğretmeni Arif Bey’in yüreğinde sıkıntı var, çabalıyor, anlamak istiyor, yapmak istiyor. Engel sizsiniz Oğuz Saygın , Serap Akın “Koçluk nedir?” sorusuna cevap aradığımız kitabımızda, yaşayan birisi olarak, bir koçla çalışıldığında nelerin başarılabileceğini, değişimin korkulan kadar zor olmadığını göreceksiniz. İnsanların sahip olduklarının, farkına varmasını sağlamak; nefes aldığı her anın tadını hissetmesini, elinde tuttuğu hayat adı verilen uçurtmayı nedenler ve nasıllar arasında elinden kaçırmamasını sağlamaktır. “Hayat tüm olumsuzluklara rağmen, yaşamaya değer” - yaşamımın merkezine oturttuğum enerjiyi bir nebze de olsa yansıtabildiysem ne mutlu bana. Lütfen uçurtmayın hayatı... KİTAP ÖNERİLERİ Okuyanın düşüncesi ve konuşması çok farklı olup toplumda kabul görülür bir kişiliğe sahiptir. Şeker Portakalı Jose Mauro De Vasconcelos Brezilyalı ünlü yazar Jos Mauro de Vasconcelos, 1920’de Rio de Janeiro yakınlarında, Bangu’da doğdu. Çok yoksul olan ailesi, onu Natal kasabasındaki amcasının yanına yolladı. Orada dokuz yaşındayken Potengi Irmağında yüzmeyi öğrendi ve hep günün birinde yüzme şampiyonu olmanın hayâlini kurdu. Liseyi Natal’de bitirdikten sonra iki yıl tıp öğrenimi gördü. Öğrenimini yarıda bırakıp yeni hayâller peşinde Rio de Janeiro’ya döndü. İlk işi, hafif siklet boks antrenörlüğü oldu. Yaşamı boyunca çeşitli işlerde çalıştı, bu onun yazarlığına büyük katkılar sağladı. İlk kitabı Yaban Muzu 1940’ta yayımlandı. Firarperest Elif Şafak Tadına doyulmaz, kimi zaman kışkırtıcı, kimi zaman sakinleştirici ama ruhu hep özgür kalan yazılar… İnsan ki eşrefi mahlukattır, içindeki semavi özü keşfetmekle yükümlüdür. Çıkacaksın yollara, kendine doğru git gidebildiğin kadar. Keşif boynumuzun borcudur. Kendimizi keşfetmek, aşkı keşfetmek, dünyayı keşfetmek, Öteki’ni keşfetmek... Ya Bir Yol Bul Ya Bir Yol Aç Ya da Yoldan Çekil Mümin Sekman Bir gün tek başına,Hayat üzerine hayaller kurarak, Hayatının yönünü ve yolunu ararken, Kim olduğunu ve ne istediğini düşünürken, “Kendime yeni bir ben lazım” dersen, İyi bir kitap çok şeyi değiştirebilir! “Yeni başlayanlar için başarı”yı anlatan bu kitap, Sekman’ın ilk çalışmasıdır. Hayatının yönünü ve yolunu arayanlara, çıkmaz sokağa girmiş olanlara, kim olduğunu ve ne istediğini bilmek isteyenlere kılavuzluk edecek. Yunus Sergio F. Bambaren Yaşam yolculuğunda, kaderimizi belirleyen kalbimizin arzusudur. Hedeflerimize ulaşmak için yalnızca harekete geçmekle kalmayıp hayal de kurmalı, yalnızca plan yapmakla kalmayıp bunların gerçekleşeceğine de inanmalıyız. Yunus, cesaretin, kendi sınırlarımıza ve korkularımıza karşı verdiğimiz mücadelenin öyküsüdür. Bize yaşamda gözümüzün görebildiğinden fazlasının, yalnızca kendi kurallarımıza uymakla keşfedebileceğimiz şeylerin olduğunu anımsatır. 46 Bilinçli Tüketici mi, Tüketici Bilinci mi? MANEVİYAT AİLENİN TEMEL TAŞLARI: Bugünün rekabetçi ortamında pazarda yer Ekonomik faaliyetlerin nihai amacı, tüketi- SEVGİ VE RAHMET ci ihtiyaçlarının maliyet, kar ve toplumsal fayda gibi almak isteyen işletmeler ürünlerde, hizmetlerde, unsurlar gözetilerek karşılanmasıdır. Rekabet koşul- iletişim çabalarında ve dağıtım sistemlerinde değer larının son derece zorlaştığı günümüzde bu hedefe yaratan farklılıklar, yenilikler ve değişikliklerle tüulaşmanın yolu, tüketici mutluluğunu en üst düzeyde keticilerin karşısına çıkacaklardır. tutarak onların güvenini kazanmaktan geçmektedir. Sevmek verici olmaktır, olmaktır, sorumluluk Piyasalar Olumlu etkilenir sahibi olmakBu nedenle,bütünleşmektir, başta gelişmiş batı toplumları olmak üze- güçlü çaba korunmaharcamak ve emek verme Böylelikle, Türk ekonomisinin uluslararası re, bugün birçok ülkede tüketicitır, haklarının sı, hem kamu idarelerinin hem de özel girişimlerin ön- pazarlarda rekabet edilebilirlik gücü, akılcı hareket eden, haklarının ve sorumluluklarının farkında temel politikalarından biri haline gelmiştir. Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim, aileyi iki celikli ve olan, aşırı duygusallığa dayalı karar vermekten çekiönemli ve hayati duygunun üzerine inşa etmiştir: nen, eğitimli ve bilinçli tüketicilerin piyasada mevBilinçlenme Şart Meveddet ve rahmet. Adeta ilahi bir düğün hediye Tüketicinin korunmasıyla ilgili yapılan çalış- cut olan mal ve hizmetleri kalite, sağlık, güvenlik, si olan bu ilkelerin, Rabbimizin birer ayeti olduğuna malar, bir toplumun ekonomik ve sosyal yönden kal- çevre ve fiyat kriterlerine göre değerlendirerek alışdikkatlerimiz kınması, ülkede üretilen mal ve hizmetlerin kalitesi- veriş etmeleri ile büyüyecektir. nin yükselmesi ve rekabet ortamının sağlanmasıyla yakından ilgilidir. Bu bağlamda, sadece bu çalışmalar- Haklarınızı öğrenin Tüketiciler, öncelikle sahip oldukları haklar da payı bulunan taraflara değil, ekonomik faaliyetlere taraf olan biz tüketicilere de çok önemli sorumluluklar ve bu haklara esas oluşturan yasalara ilişkin yeterdüşmektedir. Yasaların bizlere tanıdığı hakları kullan- li bilgi düzeyine sahip olmalıdır. Hepimizin bildiği maktan çekinmemeli ve hak arandıkça haksızlıkların gibi, ne kadar mükemmel yasal düzenlemeler hazırazalacağını daima aklımızda tutmalıyız. Unutmamalı- lanırsa hazırlansın, haklarını ve yükümlülüklerini yız ki, sorumluluk bilincinin gelişmediği toplumlarda bilmeyen satıcı, üretici ve tüketicilerin var olduğu verilen hakların değeri özümsenemez ve sonuç olarak piyasalarda bu yasaları tam anlamıyla uygulamak mümkün değildir. Günlük yaşamın bir parçası olan da bu haklar layıkıyla hayata geçirilemez. tüketici sorunlarının çözümü bilinçli tüketimden geçmektedir. Rekabeti Siz Oluşturun Alışverişlerinde bilinçli hareket etmeye başDünyada yaşanan hızlı değişim süreci ürelayan tüketicilerimiz, üreticilerimizi dünya standar- dında üretim yapmaya mecbur kılacak ve bu durum tim ve tüketim kalıplarını sürekli yenilemekte, yeniekonomimizin bel kemiği olan sanayicilerimize dün- lenen durumlara göre tüketici problemleri de biçim değiştirmektedir. ya markalarıyla rekabette avantajlar sağlayacaktır. www.tuketici.gtb.gov.tr 47 BİR TÜRKÜ Bir Türkü Bir Hikaye “TEK KAPIDAN ÇIKTIM” TÜRKÜSÜ “Amasya Tarihi”nde bir aşk hikâyesi var… Abdizâde Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin bir ömür harcayarak 12 cilt hâlinde yazdığı, bütün gayretlerine rağmen sadece beş cildini bastırmaya muvaffak olabildiği “Amasya Tarihi”nin basılamayan el yazması hâlindeki 12. cildinin sayfaları arasında sıkışıp kalan bir aşk hikâyesi var. Yüz yılı aşkın zamandır yazıldığı tarih sayfalarının arasında kalmıştır. Eğer bu sayfalarda sizlerle paylaşmamış olursam daha kaç yıl gizli kalacaktı bilinmez… Aşk hikâyesine gelince “Aşk kahramanı Hulûsi Mehmed, Amasya’nın meşhur hatiplerinden Hâfız Ahmed Efendi’nin oğludur. Hâfız Ahmed Efendi oldukça zengindi. Hulûsi Mehmed, İçerişehir’de Ahî Saadeddin Mahallesi’nde 1872’de doğdu. Rüştiye Mektebi’nde yüksek tahsîl etti. Müderris Mecdizâde Hâfız Abdurrahman Kamil (Yetkin) Efendi’den dersler aldı. Bu esnada Sahaf Gürcü Mehmed Emin Efendi’nin kızına âşık oldu. Kız da Hulûsi Mehmed Efendi’ye aşık olduğundan aralarında hararetli buluşmalar hasıl oldu. Hattı zatında Hulusi Mehmed Efendi yakışıklı olduğundan kendisine âşık olan diğer bir kız daha vardı. Hulusi’nin annesinin inâdı ve babasının büyüklenmesi yüzünden kızın babası Hâcı Mehmed Emin Efendi’nin razılığına rağmen aralarında söz kesmek nasip olmadı. Onca ısrara rağmen Hâfız Ahmed Efendi ile eşi bir türlü bu evliliğe razı olmadılar. Araya giren aile dostlarının iknaya çalışmaları da fayda etmedi. Sevgililer kavuşmalarından ümidi kesip her ikisi de üzüntüye kapılarak hastalandılar. 1896’da sevgilisi üzüntünün verdiği sıkıntılarla hastalandı ve kısa zamanda da vefat etti. Küpceğiz Mahallesi üstünde Kaşukpınarı denilen gezi yerinde toprağa verildi. Sevgilisinin vefâtından dolayı Hulusi’nin üzüntüleri daha da arttı ve yataktan kalkamadı. Kırk gün sonra kendisi de acıklı bir hüzn-ü matem içinde hayata veda etti. Sevgilisinin yanına defnedildi. Bu iki gencin aşk hikâyeleri Amasya’da pek uzun zaman dilden dile anlatıldı. www.asamasyaninsesi.com Hâfız Ahmed Efendi, oğlunun ölümüne kendisi sebep olduğu için ıstırabı daha da arttı. Hulusi Mehmed’in ölümü üzerine şiirler yazdı. Bu şiirleri okuyup ağladığı mahalle sakinleri tarafından sıkça görülmüştür.”Hüseyin Hüsameddin Efendi’nin kaleme aldığı bu hüzünlü aşk hikâyesi, Amasyalılar tarafından yakından takip edilmiş, iki aşık için şairler şiirler yazmış, ağıtlar yakmışlardır. Günümüzde de hâlâ dillerden düşmeyen halk müziğimizde Amasya örnekleri denince en önce seslendirilen türkü olmuştur. TEK KAPIDAN ÇIKTIM Tek Kapıdan Çıktım Yüzüm Peçeli, Ahbaplar Oturmuş İki Geçeli (Vay Vay). Hulisi`m De Alnı Sıra Perçemli. Neyleyim Dünyada Dünya Malini, Gönül Arzediyor Eski Halini. Dağdan Yuvarlandı Kayalarımız, Gam İle Yoğruldu Mayalarımız (Vay Vay). Ne Ola Taş Doğuraydı Analarınız. Neyleyim Dünyada Dünya Malini, Gönül Arzediyor Eski Halini. Mezarımı Helvacıya Essinler, Al Yeşili Üzerime Örtsünler (Vay Vay). Gelen Geçen Yazık Olmuş Desinler. Neyleyim Dünyada Dünya Malini, Gönül Arzediyor Eski Halini... Kültürümüzde Lâle Çiçek her dönemde sevginin, temizliğin ve güzelliğin sembolü olmuş, Allah’ın insanların hizmetine verdiği, ama insanların yeterince fark edemediği pek çok unsurları üzerinde taşıyan bir bitkidir. Sınırsız renkleriyle göze hitap ederken, hoş kokularıyla bizleri ferahlatır rahatlatır. Türkler ve özellikle Osmanlılar, yaşadıkları çevreyi güzelleştirmeye azami gayret göstermişler. Bunun için de ağaç ve çiçeğe büyük önem vermişlerdir. Bu çiçeklerden biri, belki de en çok değer verileni “Lâle” olmuştur. Fetihten sonra İstanbul, Fatih’in emri ile bahçeler, başta lâle olmak üzere, gül, karanfil ve zerrin gibi çiçeklerle yeniden tanzim edilmiştir. Kanuni devrinde de, lâle türleri geliştirilip çoğaltılmıştır. Üçüncü Ahmed dönemi olan Lâle devrinde ise özellikle İstanbul’da, lâleye ilgi zirveye çıkmıştır. Lâlenin Rusya ile Çin arasında yer alan Tien Şan dağları ile Pamir dağları arasında ve Azerbaycan ile Ermenistan arasında kalan Transkafkasya bölgesinde ortaya çıktığı kabul ediliyor. Lâle ve lâle kültürü Anadolu’ya Türklerle birlikte gelmiştir. İran Selçukluları ve Büyük Selçukluların sanat eserlerinde, lâle motiflerinin görülmesi, Anadolu’da 13. yüzyıldan itibaren tezyinatta kullanılmaya başlanması ve bu dönemde Roma, Bizans süslemelerinde ise bu motiflere hiç rastlanılmaması bunu doğrulamaktadır. 11. yüzyıldan beri Türkler tarafından yetiştirilen lâlelerin, Avrupa ya geçişi ise, batılı seyyahların Osmanlı İmparatorluğuna yaptıkları ziyaretler sonucunda yaklaşık 16. yüzyılda başlamış. Osmanlı döneminde, bilhassa 16.-17. yüz yıllar arasında süs ve süsleme motifi olarak kullanılmış olan ve Sultan Üçüncü Ahmet döneminde “Lâle Devri” olarak bir devre isim olan bu güzel çiçek günümüzde özellikle İstanbul’da belediye eliyle tekrar hayat bulmuş ve şehir yeniden lâle bahçesine dönmüştür. Bu arada lâle devri adının Meşrutiyetten sonra Yahya Kemal Beyatlı tarafından verildiği ve Ahmet Refik Altınay tarafından bu isimle yazılan bir kitapla da, tarih ve batı literatüründe yerini almış olduğunu belirtmek gerekir Avrupa ülkelerinde lâle için kullanılan Tûlip veya Tulipe kelimesi, bir yanlış tercüme sonucunda batı dillerine Türkçedeki, başa örtülen ya da sarılan “tülbent” sözcüğünden geçmiştir. Lâlenin Osmanlılar tarafından bu kadar kabul görmesinin önemli bir nedeni ise, güzelliğinin yanında ona atfedilen mübarekliğinden, Arap harfleri ile yazılan “Allah” lafzı ve “hilal” sözcüğünün aynı harflerden oluşmasındandır. “Allah” ( C.C ) ismi, elif, lâm ve he harfleri ile yazılmaktadır. Bu harflerin Osmanlıda kullanılmış olan ebced hesabı ile sayı değeri 66 ya tekabül etmektedir. Lâlenin de, lâm, elif ve he harfleri ile şeklinde yazılmasında, aynı sayıya ulaşılmaktadır. Bu, Yaradan’ın yarattığında tecellisi şeklinde ifade edilmektedir. Edebiyatımızda tasavvufta ve İslam inancında Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (A.S.) , gül ile ve Allah (C.C.) , da Lâle ile sembolize edilmektedir. Lâledeki bu üç harf, aynı şekilde “hilâl” kelimesinde de vardır ve yine ebced hesabında 66 sayısına tekabül etmektedir. Lâlenin harfî manası “hilâl”e de ulaşmaktadır. Onlar semâdaki hilâlin parıltılarıyla yol alır, yıldızlarla semaya dururlar. Bir semâzenin en makro hâlidir, hilâli çevreleyen yıldızlar… Hilâl yani “ay” Osmanlı Devleti’nin amblemidir. Bu nedenle kültürümüzde, Allah, lâle ve hilâl kelimeleri arasında manevi bir rabıta olduğuna inanılmıştır. Halk arasında “işi 66 ya bağlamak” sözü de, bir işi Allah’a havale etmek anlamındadır. Ama bu söz günümüzde gerçek manasından ziyade, bir işi oldu bittiye getirmek anlamında kullanılmaktadır. Lâle devrinde İstanbul’da 2000 çeşit lâle yetiştirilmiştir. Bunlara verilmiş olan güzel isimler, o dönemin edebiyatının tabiatla bütünleşen bir güzellik olduğunu bizlere yüzyıllar ötesinden hoş bir rayiha olarak ulaştırır adeta. Şevk-bahş(Neşe veren), Halet-efza(Keyif arttıran), Nur-i cenan( kalbin aydınlığı) ,Gül-rîz (Gül saçan) , Ferah-feza (Sevinç arttıran) ,Gül-Ruhsar (Gül yanaklı) ,Zîşan (Şanlı) , İşve-baz (Nazlı), Subh-u bahar (Bahar sabahı) , Dil-sûz (Yürek yakan) ve daha nice hoş isimli İstanbul lâleleri. Edebiyatımızda lâle, pek çok şair ve yazara ilham kaynağı olmuştur. Laleyi şiirlerinde ilk olarak Mevlâna kullanmıştır. Fatih, Kanuni ve 3. Ahmed ve daha pek çok padişahın, lâle ile ilgili şiir ve sözleri vardır. Sanatımızda lâle, her alanda süsleme unsuru olarak kullanılmıştır. Taş, metal, ahşap, cam, kumaş, kilim, halı, deri, kalem işi, tezhip, ,minyatür, ebru gibi klâsik ve geleneksel sanatlarımızda, stilize edilerek ya da tabi haliyle, yüzlerce farklı şekilde güzide bir yer tutmuştur. Lâlenin içi kömür gibidir. Ancak dıştan görünmez. Dışı ise içinin tam tersine pas parlak, canlı ve rûha sekînet verici bir görünüme sahiptir. Onun bu hâli tıpkı bağrı yanık bir dervişin mütebessim nûr hâleli yüzüne benzer. Gerçek lâlelerin hepsinde renkli altı yaprak bulunur. Bu ise îmanın altı nûrunun libâsına bürünen dervişin îmân ve ihsan potasında erimesi ve daha sonra bu nurun şualarıyla derinden bir yanışa gark olmasının da bir simgesidir. Kur’ân-ı Kerîm’in (aynı zamanda Fâtiha sûresinin) altıncı âyeti de “Bizi dosdoğru yola (Sırât-ı Müstakîm’e) ilet” âyet-i kerimesidir. Bu âyet aynı zamanda bir duâ vasfı taşımaktadır. Lâlenin renkli yapraklarının yukarıya doğru olması da tıpkı bir dervişin duâ edişindeki edâyı andırır. Zira derviş bu hâl ile sırât-ı müstakîm üzere olmayı murâd etmiş ve ifrat-tefrit noktalarını törpüleyerek hakîkate, yani istikâmete ermiştir. Ve tıpkı lâlenin derûnundaki siyahlığı göstermemesi gibi o da içinde yaşadığı yanış halini gizlemiş ve kendine her nazar edene o güzel rengini sunarak ona ferahlık vermiştir. Nitekim lâlenin en revaç bulduğu dönemlerden biri olan Osmanlılar zamanında ona, “ferâhâver (ferahlık veren)” denmiştir. İşte bu vasıflarla vasıflanan derviş de tıpkı lâlenin bu adını alarak etrafına letâfet ve zerâfet saçmış, gönüllere âb-ı hayat sunmuştur. Hülâsa; lâlenin eğlâl oluşu, Lâlenin hakîkat deryasına dalış hâlidir. Leyl; gece demektir. Gece sevda demektir. “Sevda”nın asıl manası “siyah”tır. Gece kıymet bilene “kara sevda”nın yaşandığı ânlardır. Eğer sen geceyi kopkoyu bir boşluk olmaktan çıkarmak istersen, gönüldeki yârları ve ağyârları yok etmelisin! İşte o zaman her yer sana âyân olur. Sanırsın ki gece bitmiş de gündüz oluvermiştir. Böylece fânî muhabbetler silinerek kalb sevdânın deryâsının derinliklerinde yolculuğa çıkmıştır. Burada bahsedilen “Leylâ” temsîlî olup, asıl kasdedilen “Mevlâ”dır. Ey Gönül! Cânına üflenen nefhayla yan da kavrul! Amma lâle gibi ol ki, hâlinden sadece “yâr” haberdâr olsun. Subhu dem dönse n’ola mihri cemâle lâle, Oldu mazhar adedi İsmi Celâl’e lâle. (Lâle seher vakti cemâl güneşine dönse (yönelse) ne olur. Çünkü lâle ismi Celâl’in sayısına mazhar oldu. (Ebced hesabıyla aynı sayıya sâhib olmakla şereflendi.) .(alıntı) www.tefekkurdergisi.com YAŞAM 50 Ekmek İsrafı Ülkemizde günde 25 bin 295 ton (25.295.305 kg), yılda 9,2 milyon ton (9.232.786 ton) ekmek üretilirken, Günde 1.500 ton (1.486 ton), yılda 542 bin ton (542.455 ton) ekmek israf ediliyor. Yani günde kişi başı günlük 319 gr ekmek tüketirken, günlük 20 gr (19.9 gr) da israf edip, çöpe atıyoruz. İnsanlık tarihine eşit bir serüveni olan ekmek, insanlığın en ortak besin maddelerinin başında yer almaktadır. Ülkemizin bir tahıl ülkesi olması, yılardır süregelen beslenme alışkanlıkları ve sosyo-ekonomik yapısı nedeniyle ekmeğin beslenmemizdeki önemi daha da fazladır. Devlet Planlama Teşkilatı ve Dünya Sağlık Örgütü raporlarına göre; Türkiye’de temel besin, ekmek ve diğer tahıl ürünleridir ve günlük enerjinin ortalama %44’ü sadece ekmekten, %58’i ise ekmek ve diğer tahıl ürünlerinden sağlanmaktadır. Sofralarımızın vazgeçilmez besin maddesi olan ekmek, karbonhidrat ve protein kaynağı olarak beslenmede önemli bir yere sahiptir. Ülkemizde kişi başına günde yaklaşık olarak 400 - 450 gr ekmek tüketilmektedir. Yani, ülke genelinde kişi başına tüketilen enerji miktarının yaklaşık %45’i, protein miktarının da %47’si ekmekten sağlanmaktadır. Karbonhidrat ve protein kaynağı olan ekmeğin beyaz, kepek, çavdar, mısır, tam tahıllı, çok tahıllı gibi pek çok çeşidi bulunmaktadır. Tahıl tanesi öz, kepek ve endosperm olmak üzere 3 bölümden oluşur. B grubu vitaminleri, çinko, magnezyum, selenyum, krom gibi mineraller, posa, fenol, fitat, saponinler gibi maddeler öz ve kepek bölümlerinde daha çok bulunur. Endosperm daha çok nişasta ve proteinden oluşmuştur. Öğütme işlemi sırasında beyaz ekmek, B grubu vitaminleri ve bazı mineral- ler açısından kayba uğrar. Tam tahıl ekmeği posa, E vitamini, selenyum, demir, magnezyum, çinko ve B vitaminleri (B1, B6, niasin) gibi besin öğeleri bakımından zengindir. B vitaminleri öğrenme ve kavrama fonksiyonlarının gelişimi, aneminin önlenmesi, bazı doğum kusurlarının önlenmesi, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserin önlenmesi, bağışıklık sisteminin güçlendirilmesinde önemlidir. Posa içeren esmer ekmeklerin, glisemik indeks (kan şekerini yükseltme oranı referansı) değeri beyaz ekmeğe oranla daha düşüktür. Glisemik indeksinin düşük olması ve posa içeriğinin yüksek olması tokluk hissini de artırır. Gerek kan şekerinin ayarlanmasında gerekse de daha fazla tokluk hissi vermesi nedeniyle kilo kontrolünde esmer ekmek kullanımı beyaz ekmeğe oranla daha avantajlıdır. Ayrıca posa, sindirim sistemi sağlığının korunmasında ve buna bağlı kolon kanser riskinin azaltılmasında önemlidir. Tahıla dayalı beslenmenin hakim olduğu ülkemizde her yıl yaklaşık 44 milyar adet ekmek üretilmekte, üretilen ekmeğin yaklaşık 40 milyar adeti tüketilmekte 4 milyar adeti ise israf edilmektedir. İsraf edilen ekmek ülke ekonomisini yılda yaklaşık 700 milyon dolar kayba uğratmaktadır. Günlük israfın 750 milyar liralık kısmı Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde gerçekleşmektedir. İstanbul ilimizde günde 2 milyon ekmek israf edilirken, Ankara ve İzmir illerinde bu sayı yaklaşık 600 bini bulmaktadır. 51 Düşük gelir gruplarında ekmek tüketimi fazla olmasına karşın israf daha az olmakta, gelir düzeyi yükseldikçe ekmek tüketimi azalmakta ancak israf artmaktadır. Ekmeğin çöpe atılmasındaki faktörler gereğinden fazla ekmek satın alınması, satın alınan ekmeğin uygun koşullarda saklanmaması ve kalitesinin düşük olması şeklinde sıralanabilir. Ekmek israfında yüzde 70 oranı ile yemekhaneli işyerleri, hastane, yatılı okul, öğrenci yurdu, otel ve lokantalar ilk sırada yer almaktadır. İsrafı Azaltmak İçin Neler Yapılmalıdır ? • İhtiyaçtan fazla ekmek alınmamalı, • Ekmek poşette saklanmalı, • Uzun süreli saklama amaçlanıyorsa ekmeğin derin dondurucuda ve poşet içerisinde saklanmalı, • Ekmek dilimlenerek tüketilmeli, • Kuruyan ekmekler israf edilmemeli, içinde az miktarda su kaynayan tencerenin üzerine yerleştirilen süzgeç üstüne konularak tüketilmeli, • Bayatlayan ekmekler galeta unu veya kurutulmuş ekmek içi şeklinde çeşitli yemek, pasta ve tatlı yapımında kullanılmalıdır. Toplu Tüketim Yapılan Kuruluşlarda Alınması Gereken Tedbirler • Toplu tüketim yerleri olan; hastane, yatılı okul, askeri birlik ve öğrenci yemekhanelerinde ‘ekmek israfı önleme planları’ oluşturulması ve hayata geçirilmesi, • Üretimin talebe göre planlanması, • Raf ömrü uzun kaliteli ekmek üretilmesi, • Ekmeklerin fırında veya satış yerinde uygun koşullarda saklanması, • Toplu yemek tüketim yerlerinde ekmeğin dilimlenmiş veya küçük yuvarlak ekmek olarak verilmesi, • Self servis tezgahlarında ekmeğin baş tarafta değil, yemeklerden sonra yer alması, Toplu yemek tüketim yerlerinde, mönüye göre ekmek siparişi verilmesi, artan ekmeklerin daha sonraki günlerde kullanılmasını sağlayacak mönü düzenlemesi yapılması önerilmektedir. www.saglik.gov.tr YAŞAM SİZDEN GELENLER 52 Son Nefese Kadar Sorumluluk Bugün hayatımızın geri kalanının ilk günüdür. Şayet bugünde dün gibi düşünce iklimimizi devam ettirirsek gelişmemizde ışığı zayıflayan kandil gibi kararıyoruzdur. Benim elimden birşey gelmez birşey psikolojisinde kaybolmamalıyız. Nefes alıp verdiğimiz sürece sorumluluk mu demeliyiz, vazife mi demeliyiz. Lakin mutluluk için bir adım atma zorunluluğunu içselleştirmeliyiz yaşantımızda. İnsani yaşam değerleriyle ilişki kurup toplumdaki rolüne dair ve o rolü en iyi şekilde icra edip vicdan sorumluluğunda gül kokuları dağıtmalıyız. Ben istediğim şeyi istediğim zaman yaparım. Kibrinden kurtulup sorumluluk taşıdığımız değerler üzerinde efor harcamalıyız. Çoğu zaman özümüzden koparılıp uzaklaştırılsakta. Madde boşluğunda boğulmamalıyız. Merhamet özveri ve manevi ihtiyaçlarımızı bir bir doldurmalıyız. (Küp içindekini sızdırır: Mevlana) Öyle sorumluluklar vardır ki insana çile ve cefa verir şayet bu sorumluluklara mahkum olunmaz ise muhakkak hakim olunur. Hiçbir şekilde odaklanmaktan korkmamalıyız. Hayatın sunduğu seçenekleri telaşa kapılmadan daima sorumluluklarımızın kapsamı içinde sorgulamalıyız. Sorumluluktan ayrılan aklı, güzeli çirkin doğrunun yanlış olduğuna çok rahatlıkla hükmedebilir.Sorumluluk duygusu ile süsleyebildiğimiz akılı mutlak gerçeğin sınırlarını çizebilecek mükemmelliğeulaştırabiliriz. (Rabbimiz Allahtır” deyip sonrada doğru yolda sebat edenler için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır: Ahkaf S. 13) Ayetine iman edip yolumuza devam etmeliyiz. Kim sorumluluklarını hakikatiyle idrak edemez ise hayatın içinde yalnız kalır. Kim de sorumluluğunu mana yönüyle idrak ederse alem içinde onu sığdıracak çember bulunmaz. Temiz belde temiz kalp de olur ilkesini en iyi şekilde formatlayıp düşüncelerimizi güzel ve faydalı işlerle uygulama konusunda ısrarcı bir zekayı her şeyi yapma esasına dayandırmadan yolumuza devam ettirmeliyiz. Nereye ulaşırız ki egosu veya narsizminden kurtulup sadece bize sunulan değerleri manevi sorumlulukla taşımalıyız. Cenabı Allahın bize verdiklerini alıyoruz. Bize de bizim için beğendiklerine kaanat ve şükür edip sorumluluklarımızın farkına varmamız emr ediliyor. Sorumluluklarımızdan kaçıp saklansakta bize verdiklerini bizden tekrar geri alacağını unutmamamız gerekiyor. Çünkü kainatta her şeyi kapsayan rahmet umumi rahmettir. Dünyada ve ahirette hiçbir varlık bu bu rahmetin dışında kalamaz. Sorumluluk hissini taşıyan ve uygulayanlar rahmetle desteklenir. Bu destek onların diliyle değil kalbiyle konuşmasını sağlar. İlkeli yaşamak toplumda sorumlulukların ne derece yerine getirilip getirilmediği ile ölçülür. Birlikte yaşamanın ilk maddesi aynı cins olmaktır. İkincisi de sorumluluk kriteridir. Yaşadığımız toplumun farklı maddi ve manevi ihtiyaçlarını ve beklentileri de gündemini korur. İhtiyaçların karşılanması adil ve ahlak kuralları ile olur. Şayet ne kadar adil ve ahlaklı olursan ol sorumlulukların dışına çıkmamalıyız. Kişinin sorumlu olduğu değerleri anlamak ve uygulamak için emek verilmesi gerekir. Toplumsal ilişkilerde hoşgörü ve sabır esas kriterdir. Bu kriteri uygularken çevreye zarar vermemek bir ilke olmalıdır. Zira insanı insanlarla birleştiren en önemli etken iyi günde kötü yaşanan paylaşımdır. Bu paylaşımda her zaman benim fedakarlık yapmam gerekir olgudur. Çünkü fedakarlık sorumluluğun bir basamağıdır. Yaşamda sosyal davranışlar hukuk kurallarıyla belirlenmez davranışlarının sorumluluğunu taşıyanla takdir edilir. Taşıyamayanlar ayıplanır bu ayıplamalar sadece kendisini değil ona inananları da etkisi altında alıp üzer. Yaşadığımız sınırlı ömürde İmam Gazzali’nin güzel bir sözünü kendimize rehber edinmeliyiz. (Ana rahminden indim pazara bir kefen aldım döndüm mezara) Bu sözde mezara kadar giden yolda arkadaşın sorumluluk olursa kibrin sandaletinin ökçesi olur. Ejder ÖZKAYA İzmir 1 Nolu F Tipi Kapalı C.İ.K-Hükümlü 53 KİŞİSEL GELİŞİM Azlık çokluğun özüdür Bir zamanlar bir ülkede iki arkadaş varmış. Bunlar pek haylazmış, üstelik sürekli gevezelik ederlermiş. Çevrelerindeki büyükler bunlara o kadar çok “Evladım az ve öz konuşun” demişler ki, sonunda adları Az ve Öz kalmış. Az, çok haylazmış; Öz de haylazmış ama, iyi– kötü ucundan kenarından okurmuş. Neyse lafı uzatmayalım, Az ile Öz günlerden bir gün kötü işlere bulaşmışlar, kötü adamlarla dalaşmışlar. Ve bir gün olanlar olmuş. Haydutlar Az’ın ve Öz’ün gözlerini bağlayıp kaçırmışlar. Öyle az öteye değil; bir araca bindirip günlerce uzaktaki bir yere götürmüşler. Taştan bir odaya kapatmışlar. Odanın duvarında ufak bir pencere varmış. Demirli. Bu pencereden bakınca yalnızca gökyüzü gözüküyormuş. Günlerdir gözleri bağlı yolculuk eden Az ile Öz çok yorgun düşmüşler ve nerede bulundukları konusunda en küçük bir bilgileri yokmuş. Haydutlar iki arkadaşı taş odaya koyduklarında gözlerini açmışlar. Öz hemen uyumuş. Az ne olur ne olmaz diye uyumadan beklemiş. Bir süre sonra Öz uyanmış ve Az’a “Ben uyurken ne oldu?” diye sormuş. Az, hiçbir şey olmadığını söylemiş. Öz “Hiçbir şey duymadın mı, görmedin mi?” demiş. Az, “Hayır, sadece pencereye bir kuş kondu” demiş. Öz heyecanla “Nasıl bir kuştu?” demiş. Az “Bilmiyorum dikkat etmedim, basbayağı bir kuştu, tam göremedim, sadece gagası gözüktü” demiş. Öz “Gagası nasıldı?” diye devam etmiş. Az, “Ne bileyim dikkat etmedim” demiş. Öz bu duruma çok üzülmüş. “Hay ben sana ne diyeyim; eğer o kuşun gagasına dikkatli baksaydın, şimdi nerede olduğumuzu bilebilirdik” demiş. Az “Saçma, bir gaga çok küçük bir şey. Ona bakıp nerede bulunduğumuzu nasıl anlayabiliriz ki?” demiş. Öz “Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır” demiş ve devam etmiş:“Bak eğer kuşun gagası uzun ise bizi Alma’nın (Alma yola çıktıkları kasaba imiş) kuzeydoğusundaki bataklık bölgeye getirmişler demektir. Uzun gagalı kuşlar suyun dibindeki solucanları, küçük kabukları toplar. Eğer kuşun gagası, kısa, ince ve sivri ise ağaç kabuklarındaki böcekleri yiyordur; Söğüt Bülbülü’dür örneğin. Bu durumda bizi güneydeki ormanlık bölgeye getirmişlerdir. Eğer gagası eğri, çapraz uçlu ise, çam kozalaklarının pullarını ayıran bir çapraz gagadır. Bu durumda batıdaki çamlık bölgeye getirmişlerdir bizi. Eğer gagası kısa, kalın, güçlü ise tohumların, yemişlerin sert kabuklarını kırıyordur. Bu durumda Alma’nın kuzey batısındayız demektir. Nerede bulunduğumuzu bilmek ise kurtulma yolunda ilk adım olabilir.” Az duydukları karşısında hayretler içinde kalmış, Öz’e “Küçük bir şeyden böyle büyük sonuçlar çıkarabileceğini hiç düşünmemiştim. İyi de bütün bunları şimdiye kadar niçin bana öğretmedin?” Öz, “Şimdiye kadar böylesine zor durumda hiç kalmadık da o yüzden. Bu dünyada her durumda işe yarayacak küçük bilgiler vardır. Uygun durumda uygun bilgiyi kullanırsan büyük sonuçlar çıkar ortaya. Küçük, büyüğün anasıdır. Azlık çokluğun özüdür” demiş. Kıssadan Hisse : Büyük şeylere küçük adımlarla ulaşılır. Ve insan, bedenine ve dünyaya hapsedilmiştir; taştan bir hücrede gibidir. Çevresindeki pek çok küçük şeyi fark ettikten sonra özgürlüğüne kavuşabilir. Bir gün yıldızlara ulaşabilmek için, bugün yeryüzündeki her şeyi değerlendirmeniz gerekir. Azlık çokluğun özüdür. Ve bir de şu: Evren, bir bütündür, tektir. Belki bu yüzden evrende birbiriyle tamamen ilişkisiz iki şey yoktur. İlişkileri görebildiğinizde, evren kalbini açar size. İşte Az ile Öz’ün öyküsü bunları anlatıyor bize.” Bu dünyada küçük şeyler yoktur. Bakmasını bilen göz için her şeyin bir anlamı vardır. Prof.Dr.Üstün Dökmen’in “Küçük Şeyler” eserinden alınmıştır. Söz Namustur “Siz kendi adınıza bana altı şeyi garanti edin, ben de size cenneti garanti edeyim: Konuştuğunuzda doğru söyleyin. Vaat ettiğiniz zaman vadinizi yerine getirin. Size bir şey emanet edildiğinde emanete riayet edin. İffetinizi koruyun. Harama bakmaktan sakının ve elinizi haramdan çekin.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/323.) Ubâde b. es-Sâmit’in Hz. Peygamber (s.a.s.)’den rivayet ettiği bu hadiste bizi, dünyada cennet huzuru içinde yaşatacak, ahirette ise hakiki cennete ulaştıracak yüzlerce salih amelden çok önemli altı tanesi sayılıyor ve bunlar sevgili Peygamberimiz tarafından cennetin garantisi olarak gösteriliyor. Bilindiği üzere, hadisteki ilk üç şeyin tersini yapmak, yani yalan söylemek, sözünde durmamak ve emanete ihanet etmek, Allah Rasulü’nün münafıklık alameti olarak açıkladığı hususlardır. (Müslim, İman, 107.) Dolayısıyla hadiste sayılan nitelikler aynı zamanda imanın, başka bir deyişle iyi mümin olmanın özellikleridir. Bu altı haslet hem bireysel hem de toplumsal ahlakın temel ilkeleridir. Ahlak daha çok, toplumsal alanda görünür hâle geldiğinde anlamlı olsa ve olumlu sonuçlar doğursa da, her şeyi görüp bildiğine inandığı bir yaratıcıya görmeden iman eden ve bütün söz ve eylemlerinin, O’nun kontrolü altında olduğunu bilen bir müminin, bu ahlaki güzelliklere sahip olması için, zuhur edeceği ortam ve fırsatları beklemesi gerekmez. Çünkü o fıtraten bunların bizatihi güzel olduğunu bildiği, Allah ve Rasulü’nün emir ve tavsiyelerinin de mutlaka iyi ve güzel olduğuna inandığı için, güzel ahlâkı benimsemiş ve içselleştirmiştir. Prof. Dr. İ. Hakkı Ünal Dolayısıyla o, içinde bal olduğunu açıklama ihtiyacı hissetmeyen, fakat sızıntısından bal küpü olduğu anlaşılan bir iyilik timsalidir. Cenneti garanti eden altı ahlaki ilkeden ilk ikisi sözle ilgilidir. Ahlaki nitelikler sayılırken, çoğumuzun ilk önce aklına gelen doğru sözlü olmak ve verdiği sözde durmak, ne yazık ki uygulamada fazla başarılı olamadığımız iki husustur. Bu zafiyet Hz. Peygamber döneminde de görüldüğü için, Cenab-ı Hak müminleri şöyle uyarmıştır: Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olan bir şeydir.” (Saff, 61/2-3.) Kişinin, yapmayacağı şeyi söylemesi bir yönüyle yalan, diğer yönüyle sözünde durmamaktır. Yalanı büyük günahlardan sayan Allah Rasulü (Buhari, Edeb, 6.), verdiği sözde durmayanlarla ilgili olarak da sert kıyamet gününde hasmı olarak saydığı üç grupdan biri olduğunu (Buhari, Büyû’, 106.) bildirmiştir. Ayrıca, verdiği sözden cayan, anlaşmalarına riayet etmeyen kimseler için mahşer gününde bir bayrak kaldırılarak, “Bu, sözünde durmayan falan oğlu filanın vefasızlığının alâmetidir,” şeklinde teşhirde bulunulacağını haber vermiştir. (Buhari, Edeb, 99.) Verdiği sözü yerine getirmek, müminin iman kalitesine işaret eden bir göstergedir. Onun için Cenab-ı Hak bunu müttakilerin özelliklerinden saymış, (Bakara, 2/177.); Allah Rasulü de bir hutbesinde, “Cahiliye dönemine ait anlaşmalara riayet edilmesi gerektiğini, çünkü Müslüman olmanın, verilen sözlerin arkasında durmayı daha çok gerekli kıldığını” belirtmiştir. (Tirmizi, Siyer, 30.) Bu yüzden kendisi, müşriklerle yaptığı anlaşmalara sadık kalmış ve bu uğurda bazı fedakârlıklara katlanmayı da göze almıştır. Örneğin, Mekke’de Müslüman olduğu için hapse atılan ve Hudeybiye andlaşmasından sonra kaçarak Medine’ye iltica eden Ebû Basîr’in, andlaşma gereği Kureyşlilerce geri istenmesi karşısında; “Ey Ebû Basîr! Bu (müşrik) kavme senin de bildiğin gibi söz verdik. Dinimizde vefasızlığa yer yoktur. Allah sana ve seninle beraber olan Müslümanlara bir çıkış yolu gösterecektir.” (Vâkıdî, Megâzi, 2/625.) diyerek, onu müşriklere geri göndermek zorunda kalmıştır. Ebû Basîr kendisini götüren iki kişinin elinden kurtulmayı başarmış ve Hz. Peygamber’in onun hakkındaki temennisi gerçekleşmiştir. Hudeybiye andlaşmasından sonra, Kureyş heyetinin başkanı olan Süheyl b. Amr’ın oğlu Ebû Cendel de Müslüman olduğu için atıldığı hapisten kaçarak Müslümanlara sığınmışsa da, Hz. Peygamber andlaşma gereği onu da babasına iade etmek mecburiyetinde kalmıştır. (Vâkıdî, Megâzi, 2/608.) Benzer bir olay, Kureyş’in Peygamberimize elçi olarak gönderdiği Ebû Rafi’in başından da geçmiştir. Kendi anlatımına göre Hz. Peygamber’i görür görmez kalbinde Müslüman olma arzusu beliren ve; “Ey Allah’ın Rasulü! Allah’a yemin olsun ki ben onlara asla dönmeyeceğim.” diyen Ebû Rafi’ye Peygamberimiz; “Ben andlaşmayı bozmam. Kimseyi de zorla alıkoymam. Sen şimdi dön. Şayet şu andaki duyguların orda da devam ederse geri gel,” karşılığını vermiş, bunun üzerine Mekke’ye dönen Ebû Rafi’ daha sonra gelerek Müslüman olmuştur. (Ebu Davud, Cihad, 163.) Sevgili Peygamberimizin bu uygulamalarından anlıyoruz ki, verilen sözün muhatabı düşman bile olsa buna riayet etmek Müslümanın ahlâkındandır. O hal- de kendi Müslümanlığımızın ayarını bu mihenk taşına vurarak tespit edebiliriz. Verdiğimiz sözleri yerine getiriyor muyuz? Bu sözlerin ne kadarını atlatma ve oyalama amacıyla kullanıyoruz? Tutmadığımız sözler için muhatabımızdan helâllik istiyor, elimizde olmayan sebeplerle yerine getiremediğimiz vaadler için özür diliyor muyuz? Ortadoğu ülkelerinden birinde bulunduğum sırada, oradaki bazı Müslümanların tutumlarıyla ilgili olarak dinlediğim bir tespit, bu ülkeye ticaret veya başka amaçla gelen gayrimüslim yabancılar, oradaki Müslümanlarla bir iş görüşmesi yaptıkları zaman, onların, başına inşallah ekleyerek verdikleri sözlere derhal itiraz ederek, “sakın ha inşallah’lı olmasın, kesin olsun” diye itiraz ederlermiş. Halbuki İslâm kültüründe, ilgili ayetten de anlaşılacağı üzere (Kehf, 18/23-24.) hastalık, ölüm, kaza ve benzerleri gibi, insanın elinde olmayan ve onun gücünü aşan engeller için ihtiyaten söylenilen ve bu niyetle söylenmesi istenilen, “inşallah= Allah dilerse” tabirini, insanın kendi ihmal ve kusurlarının bir mazereti gibi kullanmak. Allah ve Rasulü’nün arzu ettiği insanlık hedefine uzak kalabildiğimiz gerçeğini gözler önüne sermektedir. Bu, en azından Cenab-ı Hakk’a karşı yapılan bir bühtandır. Sonuç olarak burada yorumlamaya çalıştığımız hadis, doğruluk, ahde vefa, emanete riayet, iffeti korumak, gözü ve eli haramdan alıkoymak gibi insanı, salt biyolojik varlıktan ahlakî varlığa dönüştüren, başka bir deyişle insanı Müslüman kılan değerleri içermektedir. Müslüman kimliğimizi ancak bu değerleri yaşamak ve yaşatmakla koruyabileceğimizin bilincinde olan ecdadımız, “söz namustur” diyerek aslında fazla söze hacet bırakmamışlardır. Diyanet Dergi Temmuz 2007/199. MÜFETTİŞ Biraz Tebessüm... Ücra bir köyün ilkokuluna müfettiş geleceği haberi alınır. Bunu duyan tek sınıflı ilkokulun tek öğretmeni panikler çünkü çocuklar 2. sınıfta olmalarına rağmen çok zor okumaktadırlar. Öğretmen müfettişin geleceği gün sınıfta ufak bir konuşma yapar: “Bakın çocuklar bugün okulumuza müfettiş gelecek. Muhtemelen de tahtaya bir şeyler yazıp okumanızı isteyecek. Müfettiş tahtaya bir şey yazmaya başlarsa hemen bana bakın ben size ne yazdığını anlatırım, siz de okumuş gibi yapıp söylersiniz.” Çocukların aklına yatmış bu tabii. Müfettiş gelmiş, kısa hoşbeşten sonra müfettiş çocuklardan birine “Kalk bakalım” demiş “Şu tahtaya yazdığımı oku” ve başlamış kocaman harflerle “kaplumbağa” yazmaya. Bunu gören öğretmen müfettişe çaktırmadan çocuğa bir güzel anlatmış tahtadakinin ne olduğunu. Müfettiş: “Oku bakalım oğlum ne yazıyor?” Öğrenci: “Tos-ba-ğa” Önce Kaçanları Yiyelim Akıl hastanesinden iki deliyi salıvereceklermiş. Doktorlar kendi aralarında, - “Şunlara son bir test yapalım da görelim akılları başlarına gelmiş mi.” demişler... Bunun üzerine iki deliyi bir masa başına çağırmışlar. Masanın üzerine bir kavanoz dolusu siyah zeytin, bir kavanoz dolusu da canlı hamamböceği dökmüşler ve, - “Buyurun beyler, yiyiniz.” demişler... Delilerden bir tanesi hemen zeytinlere saldırmış, ötekisi araya girmiş, - “Önce kaçanları yiyelim, öbürleri nasıl olsa duruyor!” SORU: Köprüyü geçene kadar MASAL Adam kitapevine girer ve tezgahtara sorar: - Afedersiniz sizde “kadınlara karşı zafer kazanan erkekler” isimli roman var mı? Tezgahtar eliyle az ilerisini işaret eder: - Var efendim az ilerde masal kitapları reyonunda bulabilirsiniz Dört kişilik bir aile (baba, anne, kız ve erkek çocuk) gecenin bir saatinde bir köprüye geldi. Zifiri karanlıkta köprüyü geçmeleri gerek. Bir el fenerleri var ve köprüyü geçerken onu yanlarına almak zorundalar. Çok dar ve sarsıntılı olduğundan köprüden bir defada en fazla iki kişi geçebiliyor. Erkek çocuk köprüden yalnız başına 1 dakikada, kız çocuk 3 dakikada, anne 7 dakikada ve baba 10 dakikada geçebiliyor. İki kişi birlikte geçerken geçiş zamanı daha uzun sürede geçenin zamanı kadar oluyor. Örneğin baba-oğul birlikte 10 dakikada geçebiliyor. Köprüyü geçenlerin elinde fener de bulunmak zorundadır. Uzaktan aydınlatma olmayacaktır. Bu şartlarda köprüyü en az kaç dakikada geçebilirler? Rüyaları gerçekleştirmenin en kısa yolu uyanmaktır. S.M Power ‘’Muhakkak ki kulak, göz, kalp bunların her biri, kendi fiillerinden mes’ul tutulacaklardır. Hz. Muhammed (s.a.v)