AKLIN VE BİLİMİN IŞIĞINDA TIBBIN TARİHSEL GELİŞİMİ
Transkript
AKLIN VE BİLİMİN IŞIĞINDA TIBBIN TARİHSEL GELİŞİMİ
kapakkonusu 1. Paleopatolojik buluntular, 2. Prehistorik resimler ve aletler, 3.Günümüz ilkel toplumlarından edinilen bilgilerdir. Paleopatolojik Buluntular Paleopatoloji terimi ilk defa Sir Marc Ruffer tarafından (1859–1917) ortaya atılmıştır. “Eski canlı kalıntıları üzerindeki hastalıkları inceleyen bilim” anlamına gelir. Psödopatolojik buluntular yanında birçok gerçek buluntu, eski insanların çevre şartlarına iyi uyum sağlamalarına rağmen hastalandıklarını ve ıstırap çektiklerini göstermektedir. Mesela; Dr. Dubois, 1891’de Java’da ortaya çıkardığı Pithecantropus Erectus’un uyluk kemiğinde büyük bir tümör veya ekzostos bulmuştur. Bu yaratık günümüzden 400.000 yıl önce yaşamıştı. AKLIN VE BİLİMİN IŞIĞINDA TIBBIN TARİHSEL GELİŞİMİ Prof. Dr. Tamer AKÇA Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahi Anabilim Dalı Yazımda mesajı en başta vermek istiyorum: Tıbbın tarihi aklın, bilimin ve teknolojinin tarihsel gelişimini doğrudan yansıtır. İlk avaza gelen yardım çağrısından itibaren günümüzde uygulanan modern tıbba ulaşana kadar geçen zaman içerisinde dalgalanmalar olmakla birlikte ilerleme daima aklın ışığında olmuştur. Çünkü insan sürekli düşünmüştür “neden hasta oluyorum” diye. Başlangıçtaki cevapları karanlıkta kalmış bilincinin kendisine dayattığı bağnaz görüşler olmuştur: Rakibinin28 SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 düşmanının büyüsü veya tanrıların öfkesi. Böyle olunca tedavi yöntemleri de aynı paralelde olmuştur: Kara büyü yerine beyaz büyü veya ibadetler, tanrılara yakarmalar, adaklar… Düşünceleri özgürleşip de kendisine dayatılanlar yetinmemeye başladığı andan itibaren ise aklının ışığında gerçekleri aramaya başlamıştır: Hastalık etkeni olarak büyüler yerini mikroorganizmalara bırakırken, tanrıların neden öfkelendiğini araştırmak yerine hastalıklara sebep olan fizyopatolojik mekanizmalara kafa yorar olmuştur. Öyle olunca tedaviler de değişmiş, antibiyotikler kullanılmış, ameliyatlar yapılır olmuştur. Temelleri hatalı varsayımlara dayansa da tıbbı dinsel-büyüsel özelliklerinden arındırıp ona laik bir yön veren Hippokrates’i bir yana koyarsak Rönesans’ın ışığının tıbbı da aydınlattığını söylemek yanlış olmaz. Yazım aklın ve onun yarattığı bilimin ışığının başladığı yere kadar getirip orada bırakacaktır tıbbın tarihini. Başlangıç “Bir şeyin nasıl başladığını belirlemek güçtür” sözü bütün dillerde söylenir. Bu gerçek tıbbın başlangıcı için de geçerlidir. Eski insanlar tedavi sanatını nasıl bulmuşlar ve nasıl geliştirmişlerdi? Bu soruların cevabı günümüzde ancak varsayımlarla verilebilmektedir. Çünkü tıbbın doğuşunu aydınlatacak yazılı belgeler henüz elimizde yoktur. En eski belgeler olan prehistorik resimler ise taş devri insanına aittir. Fakat elimizde ilkel tıbbın kaynağını aydınlatacak bazı bilgiler vardır ki, bunlar; İntervertebral kalsinozis ve iyileşmiş kemik kırıkları mumya ve iskeletlerde oldukça sık rastlanan ve kolayca belirlenen bulgulardır. Mumyaların ve özellikle eski Mısır mumyalarının inceleme kolaylığı, antik çağda toplum sağlığı ile ilgili sonuçların ortaya konmasını da sağlamıştır. Prehistorik Resimler ve Aletler Prehistorik resimler ve aletlerin en eski örneği Pirene dağlarındaki “Üç Kardeşler” mağarasının duvarındaki resimdir. Bir “hekim”in veya daha doğrusu bir “Sihirbaz”ın bilinen en eski hekim resmi olması muhtemeldir. Bir hayvan postuna bürünmüş, kolları, bacakları boyalı çizgilerle süslenmiş, başında iki boynuzla korku salan bu insan zamanımızdaki Afrikalı “Büyücü Hekim”e çok benzer (Resim 1). Sanatkârın modeli MÖ 10000 civarında yaşamıştır. 500.000 yıl sürmüş olduğu söylenen Taş Devri için bu tarih nispeten yakın bir zamandır. Günümüzdeki İlkel Toplumlardan Edinilmiş Bilgiler Günümüzdeki ilkel toplumlardan edinilmiş bilgiler arkeolojik kazılarda keşfedilen ve tarif edilen prehistorik insan aletleri, silahları ve çakmak taşından yapılmış birçok avadanlıkları ile benzerlik göstermektedir. Bunlardan bazılarının (bugün tıpkı Avustralya yerlilerinin sünnet merasiminde kullandıkları çakmak taşından yapılmış bıçak biçimindeki cerrahi aletler gibi) kullanılmış olmaları ihtimali vardır. İnsan Neden Hastalanır İlk insanlar gözle görülen yaralanma ve sakatlanmaların neden meydana geldiğini, yani gerçek sebebini kavrayabiliyorlardı. Ama bazen de insan birden düşüp bayılıyor, aniden başı ağrımaya başlıyor ve bir gün birdenbire ölüveriyordu… Ya da bir insan garip davranışlar sergilemeye, tuhaf sözler etmeye başlıyor veya ağzından köpükler geliyordu. Tarih öncesinde yaşayan insan bu açıklanamayan hadiselere anlam vermeye çalıştı. İnsan kendi kendine böyle eziyet edemezdi. Bunların sebebi insanın göremediği tabiatüstü güçler olmalıydı. Durup dururken insanın hastalanması için ya yabancı bir ruh dışarıdan bedenine giriyor ya da kendi ruhu bedenini terk edip gidiyordu. İlkel insanlar hareket eden her şeyde hayat olduğunu ve canlı bulunduğu sürece her şeyin bir ruha sahip olduğunu düşündüler. Bunun içindir ki ağaçların, derelerin, bulutların, ay ve güneşin de ruhları olduğuna inandılar. Günümüzde ‘animist’ olarak tanımladığımız bu inanca göre iyi ya da kötü olan çok sayıda ruh vardı ve kötü ruhlardan sakınmak gerekirdi. Tedavi Edenler Hekimlik dünyanın en eski mesleklerindendir ama ıstırap çeken hasta ya da yaralıya yardım elini ilk uzatanın kim olduğunu bilemeyiz. Hekimlik yapan bu ilk insandan itibaren tecrübeler birikmeye ve aktarılmaya başlandı. Çünkü insan insandan öğrenebilmekte ve ustasına çıraklık edebilmektedir. Çırak ustayı her geçtiğinde ilerleme olacaktır. Ruhların hastalık sebebi olduğu inancı tedavi sanatıyla uğraşanların ruhlar dünyasıyla ilişkiye girebilecek, doğanın gizli güçlerine hükmedebilecek güçte olmasını gerekli kılıyordu. Tarih öncesinde hekim aynı zamanda kabilenin büyücüsüydü. Büyücü hekime ait bilgilerimizi mağara resimlerinden ve Resim 1 ilkel yaşam biçimini sürdüren Afrikalı, Avustralyalı ve diğer yerliler hakkında son yüzyıllarda yapılmış olan alan çalışmalarından öğreniyoruz. Çağımız gelişmiş toplumlarındaki bir takım halk hekimliği uygulamaları ve batıl inançlar da tarih öncesi töre ve inançların izlerini taşır. Saygı duyulan büyücü hekim aynı zamanda kabilenin tarihçisi ve sanatçısıydı. Hasta tedavi etmenin dışında kıtlık, susuzluk gibi kötü durumların çözümü de büyücü hekimin görevleri arasındaydı. O, diğer insanlara benzemez; elbiseleri, yiyecekleri, alışkanlıkları, sözleri farklı olurdu. Herkes büyücü hekim olamazdı. Bazı kabilelerde veraset yolu ile babadan oğula geçerken, bazı kabilelerde ise olağandışı bir özelliği olanlar seçilirdi. Örneğin; çok güçlü ya da zeki olanlar veya şekil bozukluğu bulunanlar, şaşılar, körler, sara nöbeti geçirenler, karnından konuşanlar farklı olduklarından büyücü hekimliğe aday olabilirdi. Yeteneği olanlara bu sanat usta çırak yoluyla öğretilirdi. Öğrenim tamamlandığında kabile halkının önünde imtihan edilerek ruhları idare etmede kazanmış olduğu ustalığını gösterirdi. Büyücü hekimin başarısızlıkları affedilmez, çok sık başarısızlığa uğrarsa bunu hayatıyla ödeyebilirdi. Tıp Gelişiminin Ara Dönemleri İçgüdüsel Tıp Sağlığın korunması bütün canlıların dinamiğinde gizli olan bir yaşam SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 29 etkinliğidir. Canlı organizma hayat dengesini bozan iç ve dış etkenlere karşı düzeltici tepkiler gösterir. ‘Homeostasis’ olayı bir anlamda tabiatın iyileştirici gücü ‘Vis Medicatrix Naturae’ denilen gücü temsil etmektedir. Canlılar, hayat dengesini sadece organizmalarının içindeki otomatik regülasyon mekanizması ile sürdürmezler. Aynı zamanda çevreye yönelik bireysel davranışları ile de bu dengelerini sürdürürler. Bunun en basit örneği, acıktıkça besin almak şeklindedir. Birçok hayvanlar, biyolojik ihtiyaçlarına göre yemek listelerini değişikliğe uğratırlar. Mesela tavuklar zaman zaman kireç gagalar veya başka hayvanlar bir tür tıbbi etkinlik diyebileceğimiz önlemlere başvururlar. Ot yiyen memelilerin doğurduktan sonra çıkardıkları plasentayı iştahla yemeleri, aslında süt salgılamayı artıran mükemmel bir hormon tedavisi yerine geçmektedir. Bir başka örnek de leyleklerin gagaları ile anüslerini boşaltmalarıdır. Bu dışkı reflekslerini uyarmaları için lavman yerine geçer. Karnı ağrıyan köpek ve kedilerin ot yemeleri; su aygırlarının varisli toplardamarlarını kanatarak ‘hacamat’ yapmaları; kataraktlı keçinin gözünü çalıya takarak kataraktını tedavi etmesi; doğum yapan kedinin yavrusunun göbeğini ustalıkla kesmesi örneklerinde olduğu gibi… Bütün bu etkinlikler, içgüdüsel nitelikte olup, öğretilmiş bir bilgiye dayanmaz. İnsan türünde de bu tür davranışlar içgüdüsel olarak vardır. Kanayan bölgenin parmakla sıkıca kompresyonu; yılan sokmasında yaranın emilmesi, yalanması; kırıklarda en az ağrı duyulan pozisyonun alın- ması bu konuya örnek davranışlar arasındadır. Bütün bu örnekler, tabiattaki canlı yaratıklarda olduğu gibi insan türünde de içgüdüsel bir sağlık koruma var olduğunu ortaya koymaktadır ki, buna biz ‘İçgüdüsel Tıp’ veya ‘Naturel Tıp’ adını veriyoruz. Ampirik Tıp İnsan türünde, içgüdüsel davranışların yanı sıra büyük bir öğrenme ve belleme yeteneği vardır. Ayrıca taklit yeteneği ve iletişim kapasitesinin son derece artmış olması nedeniyle insanlar elde ettikleri yararlı davranışları hem kendi kuşaklarına, hem de sonraki nesillere aktarırlar. Sınama-yanılma yolu, insanın bilgi birikiminin artmasında önemli rol oynar. Bir süre sonra edinilen bilgiler, yararlı oldukları kanıtlandığı ölçüde toplumun malı olurlar. Böylece uygulanan tıbbi davranışlardan bir bilgi ve beceriler bütünü oluşur. Oluşan bu bilgi hazinesi deneyim ürünü olduğu için bu tıp uygulamasına da ‘Deneyici Tıp’ veya ‘Ampirik Tıp’ adı verilir. Ampirik tıp sayesinde çağlar boyunca bitkilerle diğer maddelerin tedavi edici etkileri öğrenilmiş ve birçok cerrahi teknikler geliştirilerek başarı ile uygulanmıştır. Tarihöncesi dönemlerde de şifacılık bilimi bütün bunları birleştiriyordu: eczacılık, yönlendirme ve ritüel. Bugün kabile kültürlerinde olduğu gibi hastalara bakmak, doğum yaptırmak ve sevdiklerini son uykularına dalarken rahatlatmak kadınların işiydi. Kadın, topraktaki deva ve insan aklında depolanmış şifayı veren sihri arardı. Tıp adamları sadece daha yüksek bir ses ya da daha güçlü bir el gerektiğinde ortaya çıkarlardı. Resim 2 30 SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 İnsanoğlunun ortaya çıkışından hemen sonra dişi insan bilgelik ve gücün olağanüstü kaynağı sayılıyordu. Can verebilir, can kurtarabilirdi; dolayısıyla hasta bedenlerin ve amaçsız dolaşan ruhların şifacısıydı. Aynı zamanda sakatlayabilir, can alabilirdi; bu yüzden düşlere, hayallere, duyuların ötesindeki dünyaya açılan bir kapı olarak hizmet ederdi. Kadın, özellikle doğuran, yavrularını kendi bedeninden besleyen kadın, gizemli ve güçlüydü. Kutsal Görünümlü Tıp (Büyüsel Tıp) “Ne kadar ilkel olursa olsun, dinsiz ve büyüsüz halk yoktur” der antropolog Bronislaw Malinowski. Ama bu yeteneklerinin sık sık yadsınmasına karşın, bilimsel tutumu olmayan ya da bilimsiz ilkel halk yoktur. Güvenilir ve yetkili gözlemcilerce incelenen her ilkel toplulukta, birbirinden net olarak ayırt edilebilen iki alan bulunmuştur; kutsal alan ve dünyevi alan. Başka sözcüklerle söyleyecek olursak büyü ve din alanı ile bilim alanı. Edward B. Tylor ünlü kuramında ilkel dinlerin özünün animizm, ruhlara inanç olduğunu ileri sürer. Buna göre, ölümden sonra ruh yaşamaya devam eder, çünkü düşlere girmekte, yaşayanları anılarda ve hayallerde izlemekte ve insanların yazgıları üzerinde gözle görülür bir etkisi olmaktadır. Böylece hayaletlere ve ölülerin ruhlarına, ölümsüzlüğe ve bir ölüler dünyasına inanç doğmuştur. Hayvanlar, bitkiler ve nesneler de hareket ettiklerine, bir şeyler yaptıklarına, insana yararlı olduklarına ya da onu engellediklerine göre onlar da ruhla donatılmış olmalıdır. Böylece, gözlemlerle ve gerçi yanlış, ama gelişmemiş ve eğitilmemiş bir anlama yetisi açısından kavranılır olan çıkarsamalarla animizm, ilkel insanın felsefesi ve dini olarak gelişmiştir. James Frazer’in ilkel büyüye ilişkin büyük başyapıtı olan Altın Dal’ı animizmin ilkel toplumlarında değil tek, baskın inanç bile olmadığını gösteriyor. İlkel insan her şeyden önce pratik nedenlerden ötürü doğa süreçlerini denetimi altına almaya çalışır, bunu da doğrudan doğruya ayinler ve büyü aracılığıyla yapar; bunlar aracılığıyla rüzgârı, fırtınayı, hayvanları ve bitkileri denetimi altına almak ister. Ancak çok sonra, kendi büyü gücünün sınırlarını öğrendiği zaman, korku ya da umutla, yakararak ya da meydan okuyarak yüce varlıklara, yani kötü ruhlara, ataların ya da tanrıların ruhlarına seslenir. Bir yandaki dolaysız denetimle diğer yandaki yüce güçlere seslenme arasındaki bu ayrıştırmada Frazer, dinle büyü arasındaki farkı görür. Eğer doğayı sihirli biçimde yöneten yasalar biliniyorsa, insanın doğaya doğrudan egemen olabileceği inancına dayanan büyü, bu yönüyle bilime akrabadır. Bazı bakımlardan insan acizliğinin itirafı olan din ise, insanı büyüden daha yüksek bir düzeye çıkarır ve daha sonra da, büyüye baş eğdirmek zorunda olan bilimden bağımsızlığını ilan eder. Bu yazarlar, bilimle büyünün, ne kadar benzer görünseler de temelde farklı olduğunu ileri sürdüler. Bilim deneyimden doğar, büyü ise gelenekten türer. Bilim akılla yönlendirilir ve gözlemle düzeltilir, büyü her ikisiyle de ulaşılamayan mistik bir atmosferde var olur. Bilim herkese açıktır, tüm topluluğun ortak varlığıdır; büyü gizlidir, erginlenme törenleriyle öğretilir ve kalıtsal ardıllara ya da en azından özenle seçilmiş kişilere bırakılır. Bilim doğa gücünün kavranması üzerinde temellenirken, büyü, çoğu ilkel halkların inandığı, mistik, belli bir gizil gücün tasarımlanmasıyla doğar. Kimi Malinezyalıların “mana”, birkaç Avustralya kabilesinin “arungguiltha”, çeşitli Amerika Kızılderilerinin “wakan”, “orenda” ve “manitu” diye adlandırdığı ve başka bölgelerde hiçbir adı olmayan bu güç, büyünün yeşerdiği her yerde rastlanabilen hemen hemen evrensel bir tasarım olarak gösterilir. Yukarıda adı geçen yazarlara göre, ilkeller için önemli olan bütün faaliyetleri yöneten ve kutsal alanda gerçekten önemli olan bütün olayları yaratan doğaüstü, gizil bir güce duyulan inancı bütün ilkel halklarda bulabiliriz. Bu durumda ‘preanimistik dinin’ özü animizm değil, “mana”dır ve mana büyünün de özüdür, dolayısıyla büyü bilimden tamamen farklı bir şeydir. Birdenbire Malinezyalıların herhangi bir bölümü içine getirilen ve ne gördüğünü tam bilmeden büyücüyü işi üstünde gören bir izleyici, ya adamın kafasından zoru olduğunu düşünecek ya da burada bir insanın dizginlenemez bir öfkenin pençesi altında olduğunu sanacaktır. Çünkü büyücü –ayinsel gösterinin önemli bir bölümü- yalnız oku kurbanına doğrultmak zorunda değildir, aynı zamanda onu şiddetli bir öfke ve nefret ifadesiyle havaya kaldırmak, sanki yarayı kanatıyormuşçasına çevirip döndürmek ve nihayet ani bir hareketle geri çekmek zorundadır. Böylece yalnız saldırı ya da öldürme olayı temsil edilmiş olmakla kalmaz, aynı zamanda iktidar hırsı da dile getirilmiş olur. Ama içinde ne taklit, ne kehanetin, ne de özel bir düşünce ya da heyecanın bulunmadığı ayinsel olaylar da vardır. Büyücülerin, toplum gelişmesinde en eski meslek sınıfını oluşturduğuna değinmiştik. Büyücü, kabilenin arzularını, özlemlerini doğa güçlerini etkilemek suretiyle gerçekleştirmeye çalışan bir meslek adamıdır. Pirene dağlarındaki ‘Üç Kardeşler’ mağarasının duvarında hayvan postuna bürünmüş, kolları-bacakları boyalı çizgilerle süslenmiş, başında iki boynuzlu korku salan bir insan, zamanımızın Afrikalı büyücüsüne çok benzer. Büyücü bir takım anlamlı davranışlarla, söz ve ezgilerle, danslarla doğa güçlerine sunduğu armağanlarla toplumun arzu ve özlemlerini gerçekleştirmeye çalışır. Büyü kendi kendine bir varlık felsefesi ve mantığa sahiptir. Tüm topluluğun inancını temsil ettiğinden toplum üzerinde son derece etkilidir. Hatta insan toplumlarının ilkel döneminde büyücü, askeri-dini şef ve aynı zamanda kabile başkanıydı. Büyücü gaipten aldığı haberlerde, kabileyi ilgilendiren politik kararların tek sözcüsü durumundaydı. Büyücü aynı zamanda doğa hakkında mistik bilgilere sahipti ve doğayı etkileme tekniğini bilirdi. Fakat bütün bu önemli bilgileri kendine saklardı (Resim 2). Büyünün en önemli öğesi tılsımdır. Tılsım, büyünün gizli, büyüsel verasetle aktarılan ve yalnızca büyücünün bildiği bölümüdür, ilkel halklar Resim 3 SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 31 için büyü bilgisi tılsım bilgisi anlamına gelir. Ve her büyü olayının çözümlenmesinde, hep, merkezinde tılsımın bulunduğu saptanacaktır. Büyülü formül her zaman büyü eyleminin çekirdeğidir. İlkel büyünün büyü metinleri ve formüllerinin araştırılması, büyüsel etkililiğe inançla üç tipik öğenin birleşmiş olduğunu gösterir. Birinci olarak, fonetik efektler bulunur; rüzgâr ıslığı, gök gürlemesi, deniz kabarması ve türlü hayvan sesleri gibi doğal seslerin taklididir bu. Bu sesler belli olguları simgeler ve o olguyu sihirli bir biçimde yarattıklarına inanılır. Ya da istenen ve büyüyle gerçekleştirilecek hedefe uygun belli duygulanımsal durumları ifade ederler. İlkel tılsımda çok çarpıcı olan ikinci öğe, istenen şeyi çağıran, düzenleyen ya da ona emreden sözcükler kullanılmasıdır. Böylece büyücü “çağırdığı” hastalığın bütün belirtilerini anar ya da ölümü getirecek söz içinde kurbanının sonunu betimler, iyileştirici büyücü sözüyle sağlık ve bedensel güç tabloları çizer. Üçüncü olarak, hemen her tılsımda, ayinde karşılığı olmayan bir öğe vardır; Mitolojik anıştırmaları, ilgili kültürün bu büyünün devralındığı atalarına ve kahramanlarına yapılan atıftan kastediyorum. Bu da bizi konunun belki de en önemli noktasına, büyünün geleneksel arka planına götürüyor. Büyücünün aynı zamanda ‘bilgin’ yanı da vardır. Başka deyişle sahip olduğu bilgiler yalnız mistik bilgiler değildir. Zaman içinde edindiği ampirik gözlem ve deneylerin ürünü olan bilgiler kurumun yapısına karışarak onun gücünü ve yararını artırmıştır. Tıbbi aktivite bu yararların başında gelir. Bazı ampirik tıp bilgileri, ilaçlar ve müdahaleler mistik ritüeller içinde toplumun hizmetine sunularak değerlendirilmiş ve bu bilgiler kuşaktan kuşağa aktarılmıştır. Hasta insan topluluklarının doğa dinleri ve totemizm aşamasından sonra bile bu tıbbi bilgiler büyücülüğün bir kolu olan resmi dinlerden koparak folklor içinde yaşamıştır. Bugün de hala ‘halk hekimliği – folk medicine’ içinde yaşamaktadır. Aslında ilkel toplumlarda dinin kaynağında büyü+cin fikri yatmaktadır. Bugün bile bu kavram halk inançları arasında yaşamaktadır. • Zulu köyü: Bir hastalık ortaya çık- tığında, büyücü hekim yaşlılık nedeniyle doğal yoldan ölmüş bir köpeğin veya yaşlı bir hayvanın kemiğini, hayvan kadar uzun yaşaması temennisiyle hasta ve sağlıklı insanlara verir. • Doğu Hint Adaları: Epilepsinin hastanın yüzüne belli ağaç yapraklarıyla vurduktan sonra bu yaprakları atmak yoluyla tedavi edilir. Böylece epilepsinin yapraklara geçtiğine ve onlarla birlikte atıldığına inanılır. • Romalılar: Hastalığın ateşini sön- dürmek için, hastanın tırnaklarını keserler ve kesik tırnak parçalarını gün doğmadan balmumu ile komşu evin kapısına yapıştırırlardı. Böylece ateş, hastadan komşuya geçerdi. Bu pratik Anadolu’da ‘hastalığı göçürme’ olarak isimlendirilir. Mesela, siğillerinden kurtulmak isteyenler, ipe siğil sayısı kadar düğüm atarak bir taşın altına koyarlar. Taşın üzerine kim basarsa siğil ona geçer. • İngiltere: Tüberküloz lenfadenitte Resim 4 32 SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 kralın dokunması ile iyilik geleceği fikri ile iyileşme beklenirdi (masaj – homeopat – biyoenerjitik vb). Tapınak Tıbbı İnsanların çok tanrılı dini inançları yaşadığı dönemlerde, yaşamın hemen her alanına egemen olan, onu yönlendiren bir tanrının varlığı kabul edildiğinden, Eskiçağ’ın çeşitli kültür ve uygarlıklarında, yaşamın ayrılmaz bir parçası olan hastalık, sağlık, tedavi gibi etkinlikleri yönlendiren sağlık tanrıları bulunmaktaydı. Bunlar arasında Mezopotamya’da Gula, Mısır’da İmhotep (Resim 3), Yunanistan’da Asklepios (Resim 4), Hindistan’da Davantari, en tanınmışlarıydı. Çok tanrılı dinler aşamasında toplum ilerledikçe, büyünün etkisinden kurtularak bir varlık felsefesine (kozmogoni) sahip bir ahlak sistemi de kurmuştur. Bu dönemde bir rahip sınıfı ortaya çıkmış ve bu sınıf tapınaklarda bütün kutsal bilgilerle birlikte tıbbi bilgileri de korumayı üstlenmişlerdir. Çok tanrılı dönemde tapınaklarda bazı tanrılar hastalık iyileştirici olarak tanınmışlardır. Eski Mısır’da İmhotep, Mezopotamya’da Ba ve Asu, eski Yunan’da Asklepios bunun örnekleridir. Eski Yunan’da mitolojik dönemde Asklepios (Eskülap, Aesculape) sağlık tanrısı olarak karşımıza çıkar. Asklepios adına yapılan tapınaklarda MÖ XIV. yüzyıldan MS IV. yüzyıla kadar, yani Hıristiyanlığın pagan tapınakları yıkmasına kadar geçen 2.000 yılda insanlığa şifa ve ümit sunulmuştur. Asklepion tapınaklarında ritüellerle çevrili tedavi seremonisi güneş battıktan sonra başlardı. Etkileyici binalar, oyalayıcı dış yüzler ve etkileyici başarılı tedavi öyküleri zaten hastayı rahiplerin etkisine açık hale getiriyordu. Yardım isteyen kişi kısa sürede törenin canlı bir parçası olmaya hazır hale gelirdi. Gece boyunca uyku, Tanrı Asklepios’a atfedilen tarzda giyinmiş rahipler, hizmetçiler, yardımcılar; yılan, köpek eşliğinde yarı karanlık bir ortamda hastanın etrafında dolanırlardı. Hasta uykudan uykuya geçerken tedavisi verilir ve tavsiyelerde bulunulurdu. Tanrı, rahipler ya da hastalıklı bölgeyi yalayan yılan-köpek gibi hayvanlar tarafından hasta tedavi edilmiş olurdu (Resim 5). Tanrısallık gücü rahipler tarafından çeşitli tedaviler biçiminde kullanılırdı. Ellerinde yatmak, tıbbi işlemi uygula- Resim 5 mak, cerrahi operasyon yapmak ya da tavsiyelerde bulunmak… Sabah olduğunda hasta iyileşmiş olduğunu ümit ederdi. Farklı teknikler kullanılırdı; ama sıklıkla laik doktorların ve günlük folklorik tıbbi yöntemler de temel alınırdı. Bazen, tam bir cerrahi operasyon kullanılırdı (Resim 6). Asklepion tedavisinin özü inanç ve telkindir. Kullanılan tedaviler mucizevi tedavilerdir. Tanrının yardımı ve yardım isteyenin inancı tapınak rahipleri tarafından verilen ilaçlara eklenirdi. Kullanılan tedaviler arasında diyet, banyo ve masaj tedavileri bulunmaktadır. Keza, gevşeme hissi müzik ve konforlu bir çevre ile meydana getirilirdi. Dinsel ve ruhani atmosfer solunur ve Asklepion gibi davranan rahibin görünmesi etkili olurdu. Tek tanrı inancının egemen olduğu Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam’da ise böyle bir inancın yeri yoksa da, eski inançlardan kimilerinin şekil değiştirerek yeni inançlar içinde yaşadıkları da bir gerçektir. Örneğin Asklepios’un başlıca özelliklerinden biri olan Soter (Kurtarıcı) adı, Hz. İsa’ya mal edilmiştir. Hz. İsa’nın çoğu mucizesi hasta ya da özürlüleri iyileştirmesine ilişkindir; bunlar arasında kör, dilsiz, sağır, saralı, felçli, cüzamlı ve ağrılı hastaları, içine kötü ruh girdiği için deliren bir adamı, kanamalı ve cin musallat olmuş bir kadını, cüzamlı bir genç olan Lazarus’u iyileştirerek yaşama döndürmesi ve Jarius’un ölen kızını diriltmesi de yer alır. Buna göre Hz. İsa, parmaklarını sağır ve peltek bir adamın kulağının üzerine koyarak ve tükürüp onun diline dokunarak onu iyi eder, kendi tükürüğüyle kardığı çamuru kör bir adamın gözlerine sürerek onun gözlerini açar. Bir kayanın üzerine oturmuş ve ağrıyan dişini ovuşturan Aziz Petrus’u (St. Pierre) gördüğünde, ona acı veren dişindeki kurdun dişten çıkması için kurda ant verdirip, Petrus’u tedavi eder. Apokrif (özgünlüğü kabul edilmeyeni, kutsal kitap dışı) İncil metinlerinde de geçen ve iyi bilinen ‘Kutsal Kefen’ söylencesine göre, Edessa’da (Urfa) MÖ 132–MS 244 yılları arasında egemenlik süren Osrhoene Krallığı’nda Ukomo (Kara) lakaplı Kral Abgar V. Ukomo (MS 4–50) cüzam hastalığına yakalanır. Abgar, arşivci Hanna’yı, o sırada Ortadoğu’da bulunan İmparator Tiberius’a (yön. MS 14–27), bir heyetle birlikte elçi olarak gönderir. Heyet dönüşte Kudüs’e uğradığında yeni bir peygamberden söz edildiğini Resim 6 SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 33 duyar ve daha sonra Urfa’ya geri döner. Heyetin anlatılarından Hz. İsa’nın mucizeler gösterip, hastaları iyileştirdiğini öğrenen Abgar, Hanna başkanlığındaki yeni bir heyeti, kendisini iyileştirmesi için Hz. İsa’yı Urfa’ya davet etmeye yollar. Hz. İsa, yoğun işler nedeniyle oraya gelemeyeceğini bildiren cevabi mektubunda, kendisine öğrencilerinden birini göndereceğini bildirir. Başka bir anlatımda ise, Hz. İsa, Abgar’ın yanına gidemese de bir keten bezi alıp, yüzünü onunla kurular ve üzerine yüzünün izinin geçtiği bu bez, MS 38’de öğrencisi Addai (ya da Thaddeus) ya da Abgar’ın elçisi Hosar tarafından krala götürülür. Kral bu bez sayesinde iyileşir, Addai tarafından vaftiz edilir ve Hıristiyanlık dinine bağlanır. Daha yaygın bir anlatıma göre ise söz konusu bu keten bez, çarmışhtan indirilen Hz. İsa’nın bedenine onun çömezlerinden Arimatea’lı Yusuf tarafından sarılan kefen olup [Kutsal Kefen / Mandilion / Hagion mandilion (Kutsal Giysi) / Edessa Yüzü / Torino Kefeni / İtalyancada Santa sindone ya da kısaca Sindone] Hz. İsa’nın silueti ve yüz şekli, onun kanından izlerle birlikte bu beze geçmiştir. Kutsal Kefen’in 944’de Müslümanlara karşı yürütülen bir savaş sırasında Bizanslılar tarafından ele geçirilip, Urfa’dan Bizans’a götürülerek bir süre Tekfur Sarayı’nda saklandığı, daha sonra Tapınak Şövalyeleri tarafından XIV. yüzyılda Fransa’ya götürüldüğü ve sonunda da Torino’ya getirildiği söylenir (Resim 7). Resim 7 34 SAĞLIK ve İNSAN / MART 2016 Keşişlerin manastırlarda tıp eğitimi gördüğüne ve antikçağdan gelen tıbbi bilgiyi edinip aktarmak konusunda ellerinden geleni yaptıklarına dair yeterince kanıt bulunmaktadır. Cassiodorus (487–583) keşişler için bir eğitim programı ortaya koyduğunda Dioskorides’e atfedilen şifalı otlar kitabını (Resim 8), Hippokrates’in, Galenos’un ve tıp kitaplarını yazmış diğer Yunan ya da Latin yazarların eserlerini tavsiye etmiştir. Erken ortaçağ boyunca onların ve diğer klasik yazarların yazma eserlerini kopya ederek çoğaltanlar keşişlerdir. Bu, keşişlerin hekim olmak için eğitildikleri anlamına gelmiyordu. Tıbbi bilgi onların almaları istenen genel eğitimin küçük bir parçası, antik çağdan aldıkları mirasın sadece bir bölümüydü. Her manastırın yaşlı ve hasta üyeleri için aynı zamanda bir hastane işlevi görmesi bekleniyor ve keşişlerin doğal olarak, uygulamada onlara gereken bu bilgiyi edinmeleri gerekiyordu. Aynı zamanda yoksullara, seyyahlara ve manastırlarını ziyarete gelen hacılara tıbbi açıdan yardım edebilirlerdi. Birçok örnekte böyle dışarlıklı insanların bakım sorunu, manastır revirlerinden ayrı ilk hastanelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur: örneğin 940 yıllarında Yorkshire Flixton’da ruhban olmayan insanların bakımı için bir hastane kurulmuştur. Bazı keşişler öylesine şifacılık yetileri kazanıyorlardı ki, manastırlarının dışında, ruhban olmayan insanlar, hatta kraliyet ailesi üyeleri tarafından aranan insanlar haline geliyorlardı. Resim 8 rı onu tedavi eder. (Tekrar) Tanrı’ya dua eder ve her kim ki onun adını üzerinde taşırsa bütün lekelerden kurtulmasını diler ve Tanrı da onu işitir. (Tembih:) Leke, ister kırmızı, ister siyah, istersen beyaz ol, yaşayan Tanrı’nın ve kutsal Tanrı’nın adıyla, sana Tanrı’nın hizmetkârı N.nin gözlerinden kaybolmanı tembih ediyor ve an verdiriyorum. Kutsal İsa seni yok etsin. Âmin. Baba, oğlu ve Kutsal Ruh Adına. Âmin. Söylencenin kendisi dinidir. Formül bir duanın izlerini taşır, ama hastalığın bir kişiliği olduğu ve bir emre karşılık verebileceği inancıyla birlikte büyü devreye girer. Kaynaklar • Kısa Tıp Tarihi, Uzel İ, Ders Notları Klasik tıp büyüyle ilgili unsurlar içerdikçe ya da keşişler çevrelerindeki kültürden tıbbi büyünün yeni biçimlerini aldıkça, yaptıkları tedaviler büyüsel bir nitelik taşıyacak, ya da daha sonraki yazarların büyü olarak adlandırdıkları şeyi kullanacaklardı. Erken ortaçağ keşişleri büyü sanatlarıyla uğraştıklarını düşünmüyorlardı. Ama yine de, şifa verici güçleri nedeniyle adamotunu kullanıyor ve hastalığa sebep olan “cinleri” uzaklaştırmak için afsun duaları okuyabiliyorlardı. • Tıp Tarihi ve Tıp Etiği Ders Kitabı, İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi 40. Yılda 40 Kitap Serisi, İstanbul, 2007 (Söylence:) Kutsal Tanrı şehidi Aziz Nicasius’un gözünde küçük bir leke vardır. Tanrı’ya kendisini bu lekeden kurtarması için yalvarır ve Tan- • Tıbbın Gizemli Tarihi, Tez Z, Hayykitap, İstanbul, 2010 • Dünya ve Türk Tıp Tarihi, Aydın E, Güneş Kitabevi, Ankara 2006 • Tıp Tarihi, Bayat A.H., Sade Matbaa, İzmir, 2003 • Medicine, Magic and Religion, Rivers WHR Routledge; 2nd ed. 2001 • Kadın Şifacılar, Achterberg J (Çev: Altınok B), Everest, İstanbul, 2009 • Ortaçağda Büyü, Kieckhefer R, (Çev: Biliz Z), Alkım, İstanbul, 2004 • Büyü, Bilim ve Din, Malinovski B, (Çev: Özkal S), Kabalcı, İstanbul, 2000