adım
Transkript
adım
DERGİSİ AD IM Bilgi Fi ki r Ad ı m 4. Adım Yayın Ekibi -KünyeEditörler Polina Cengiz Serkan Alpkaya Yayın Kurulu Hacer Kara Gözde Çevikaslan Veli Reçber Velican Polat Pelin Gül Tunzala Mamadevo Ozan Arslan Nur Aslan Sanat Koordinatörleri Erdem Çayan Seyfi Demirci Sibel Veldet Hukuk Sorumlusu Muhip Üzümcüoğlu Halkla İlişkiler ve Dağıtım Mehmet Baltacı Dış İlişkiler İreada Hamzaj Iulia Chiciuc Grafik Tasarım Ercan Şahin sahinercan.cs@gmail.com Yayın Yönetmeni Eser Alpkaya 0534 510 00 40 Yazı İşleri Müdürü İbrahim Gazioğlu 0506 326 36 57 Akademik Danışman Ars. Gör. Fahriye Keskin Karagöl Baskı: Star Ajans Bursa Merkez: Serdivan/ Sakarya E-Posta: bilgi@adimdergisi.org İnternet Sitesi: www.adimdergisi.org Merhaba Değerli Yolcular, Belki merak edersiniz kim olduğumuzu ya da olmak istediğimizi diye dilimiz döndüğünce ifade etmeye çalışalım; Bizler, tanımlanamayanın izini kelimelerle süren Avareleriz, "Güneşin altında yeni bir şey olmadığının" bilincinde ama yine de Yeni Dünya’nın tekrardan keşfedilip, yeşertilmesi gerektiğine inananlarız. Kadim olanın bekçileriyiz. Kendimiz gibi yalnızlara, aslında yalnız olmadıklarını haykırmak istemekteyiz. Fakiriz fakat dilenci değiliz. Zenginiz ama kibirli değiliz. Ölümlüyüz ama ölümsüz işler peşindeyiz. Yedi verenleriz, yüreğimiz ise sonsuz. Savaşçıyız ama kavga etmeyiz, Dillendiririz ama tellendirmeyiz. Görürüz ama gözetlemeyiz, "Her şeyi göstere göstere yapar ama gösteriş yapmayız." Seni bekleriz fakat ekmeyiz, Aşkı Sevgili’de kaybeden ama aramaktan asla vazgeçmeyenlerdeniz. "Hamı pişirir, kiri temizleriz", Hem severiz, hem de sevdiğimizi söyleriz. Bak işte söylüyoruz; yaratılmışları seviyoruz! Sende şiddet yoksa, bizde sana açılmayacak kapı yok! Gerçi bizde kapı yok ki açılsın! Bizce, bu sayfaların arasında olmak demek; kendinden çok daha büyük bir şeyin parçası olmak demektir. Amacımız; Kökü maziye dayanan çınarın asrını devirip istikbale yükseldiğini görmek, Hedefimiz; Her Adım’la fikri hür, irfani hür, vicdanı hür tefekkürün kalesi olmak! İster başlıkları okuyun, ister sadece resimlere göz atın ya da iki kelimenin arasındaki boşluktaki hakikati bulun; şu anda bu sayfalarda dolaştığınıza göre, bir şeylere itirazınız var ve sizin gibi olsun olmasın bir şekilde aynı gemiye binmiş olan insanlarla hür maviliklere doğru yol alırken, O geminin güvertesinden, martılara ekmek atıyorsunuz demektir… Adım Dergisi Yayın Ekibi Şubat 2016 Temsicilikler İstanbul Fatih Rıfat Eymir (Marmara Üni.) 0554 203 23 05 Hadiye Yolcu, 0535 023 1973 Gülcan Yayla, 0537 253 79 91 Diyarbakır Ali Alioğlu 0535 412 21 70 Bursa Alican Ekren 0534 365 05 69 Yalova Esma Memi ( Yalova Üni.) 0534 298 83 73 Ankara İsmet Berkan Erdem ( Ankara Üni.) 0541 797 89 95 Osman Erbasan ( Gazi Üni.) 0507 222 08 82 Adıyaman Eskişehir Meva Doğan Gözde Özen 0544 393 67 10 0546 728 12 21 Bolu Abuzer Ordu 0553 631 73 30 Turhan Alagöz ( Abant Üni.) 0534 298 83 73 Antalya Ecem Drahor 0532 321 89 82 Almanya Ali Erol Çetin +49 171 293 12 23 06 10 13 39 40 41 BELİRSİZLİK KRİZİ VE SURİYELİ MÜLTECİLER MELİH CAN KIZMAZ İÇ SAVAŞ’A RUSYA’NIN MÜDAHALESİ MEHMET RAKİPOĞLU POLİNA CENGİZ (ŞİİR) EŞCİNSELLİK ALGISI NUR SELMA ÇATIŞMALARIN BAŞI İBRAHİM GAZİOĞLU ÇATIŞMALARIN SONU IULİA CHICIUS 14 16 İBRAHİM GAZİOĞLU (ŞİİR) 19 42 44 KADİM BEŞ DENİZ HAVZASI VE ORTADOĞU ALGISI: GİRİŞ ESER ALPKAYA FARKETMEDİĞİMİZ SERİ KATİL TUNZALA MAMEDOVA TOPLUMSAL YOZLAŞ(TIR)MA TAYLAN ÖZGÜR AĞIR BİR ÇAĞIN VİCDANI ESMA MEMİ ORMER SÖYLEŞİSİ 23 24 28 46 48 İHSAN ELİAÇIK SÖYLEŞİSİ I : SİYASİ GÜNDEM SİZE BUNLAR VAADEDİLMİŞ TOPRAKLARDAN VİAGRA DUYAN VAR MI? KORAY SARIOĞLU KÖR EBE: BİR TELEVİZYON OYUNU ERDEM ÇAYAN TÜRKİYE’DE KADIN SORUNLARI SÖYLEŞİSi 29 30 31 53 54 56 İSMET BERKAN ERDEM (ŞİİR) YALNIZLIK İPTİLADIR MÜPTELALARA SERKAN ALPKAYA OSMAN ERBASAN (ŞİİR) DİYELİM Kİ GİTMEDİN (KİTAP TANITIMI) SERHAT ALLAHKULU SEN DE MOBİNGE UĞRAYANLARDAN MISIN? SUQRA CAFEROVA SESSİZLİĞİ DUYMAK GÖZDE ÖZEN 32 34 38 58 60 62 UZLAŞI VE HOŞGÖRÜ KÜLTÜRÜ GÜLCAN YAYLA İSLAM’IN BİRLİK VE BERABERLİĞE VERDİĞİ ÖNEM MEVA DOĞAN HAYATIM GİBİ BİR ŞEY ÇAĞLAYAN BAL DÜN KÖLEYDİK, BUGÜN HALKIZ, PEKİ YARIN? OZAN ARSLAN & VELİ REÇBER (ŞİİR) HATTAT OLMAK İSTEYEN DOKTOR OSMAN ERBASAN İSİMSİZ BAB 1 ANONİM BİREY MİHRİBAN SARI (ŞİİR) MEHMET ALİ MEÇU (ŞİİR) 52 ANLAMLAR VE YÜKLENENLER SİBEL NAZ İÇİNDEKİLER İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ-sf.3 Melih Can Kızmaz, Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler & Belirsizlik Krizi Mülteciler toplumumuzun bir parçasıdır. Aralık 2010’da Tunus’ta başlayan Arap Baharı, Ortadoğu’da uzun süredir hâkimiyetini sürdüren diktatöryel rejimlerin sonunu getirdi. Önce Tunus’ta başlayan hareket, daha sonra Mısır, Libya, Yemen gibi bölgedeki diğer ülkelere yayılarak, bölgenin konvansiyonel yapısını değiştirme yolundaki ümitleri arttırdı. Ancak bu olumlu gelişme pek uzun sürmedi ve Arap Baharı’na (Devrimi) karşı bir “anti-devrim” hareketleri türedi, bunun sonucunda da; Mısır’da Arap Baharı sonrası iktidara geçen Müslüman Kardeşler darbeyle devrilerek ülkedeki askeri yapı eskisinden daha da güçlenmiş ve Batılı devletlerin de desteğini alarak, ülkede diktatöryel yapı daha sağlam konuma getirildi. Yemen ve Libya gibi ülkelerde süregelen iç savaş ve siyasal belirsizliklere yol açtı. Bölgesel çapta diktatöryel rejimleri bu denli rahatsız eden gelişmeler olurken, 1970’ten beri hâkimiyeti elinde bulunduran Suriye’deki Esed rejiminin de bu ayaklanmalardan etkilenmemesi imkansızdı. Suriye’de rejime karşı isyan hareketleri ilk olarak Mart 2011’de, ülkedeki ekonomik seviyesi düşük olan Sünni kesim tarafından başlatıldı. İsyan hareketleri ülkede hızlı bir yayılma gösterirken, Esed rejiminin tepkisi beklenenden sert oldu. Çok kısa sürede büyük can kayıplarının yaşandığı gösterilerde, muhalifler ile rejim arasında sert çatışma- Bodrum’da sahile vuran Suriyeli Mülteci Aylan Bebek ların da yaşanmasıyla ülkede sivil yaşamını tamamen tehlikeye atan bir ortam oluştu. Maddi ve manevi açıdan bütün değerleri ezilen insanlar, kendi güvenliklerini sağlayabilmek adına ülkelerini terk ederek, başta bölgedeki Lübnan, Ürdün ve Türkiye gibi ülkelere göç edip, 6 fikir Suriyeli Mülteciler daha sonra Batı’ya doğru yönelerek mülteci krizini küresel platforma taşımış oldular. Arap Baharı’nın ilk dalgasının ardından bölgedeki siyasal hakimiyet yapısının eksen değiştirmesi ile beraber Suriye’ye sıçrayan hareket, sadece bölgesel değil küresel olarak da büyük önem taşıyordu. Suriye üzerinde farklı çıkarlar güden küresel aktörler de Esed yanlısı-Esed karşıtı olarak iki kutba ayrılarak, Suriye’deki vekalet savaşını derinleştirmiş oldular. Almanya’daki Suriyeli Mülteciler Çatışmaların diğer ülkelerden daha sert geçtiğinden dolayı Suriye’deki halkın yaşama şansı neredeyse hiç kalmadı ve bu yüzden kitlesel göç hareketleri başladı. Suriye ’den Türkiye’ye doğru ilk göç hareketi Nisan 2011’de başladı. Mültecilerin rahatlıkla denetlenebilmeleri ve yerleştirilmeleri adına ilk kamp 1 Mayıs 2011’de Hatay’da kuruldu. Mültecilere yönelik ilk politika, Arap Baharı’nı tecrübe eden diğer ülkelerdeki gibi olayın çabuk biteceğini öngörüp geçici önlemler almak oldu. Kısa süreli alınan önlemler her ne kadar sonuç verse de, Suriye’deki çatışma ortamı önüne geçilemez bir hal aldı ve her geçen gün mülteci krizinin aslında kısa süreli bir mesele olmadığı ve bu konuda uzun süreli adımlar atılması gerektiği ortaya çıktı. Mültecilerin, Suriye’deki çatışma sonrası en çok göç ettiği ülke olarak Türkiye göze çarpıyor. Türkiye’nin mülteciler için anlamı sadece bir sığınak noktası olmasın- adım bilgi melihcan.k@adimdergisi.org sonrası Türkiye’de doğmuş çocuklar. Ancak mültecilerle dan ibaret değil, aynı zamanda mülteciler Türkiye’yi, Avrualakalı mevcut mevzuatın yetersizliğinden dolayı mültepa’ya geçiş yolunda bir köprü olarak görüyor. Ancak, Avruciler, Türkiye’de yasal olarak “mülteci” statüsünde değil, pa ülkelerinin mültecilere sıcak bakmayışı, sınır yollarında misafir statüsündeler. Bu durum da mültecilerin gelecekte sert müdaheleler göstermesi, Türkiye’deki mültecilerin nasıl şartlar altında yaşayacaklarını, ne durumda olacaklarını geleceğini daha belirsiz bir hale sokmuş ve Türkiye’de tamamen belirsizleştiriyor. Mültecilerin durumunun yasal kalacakları yönünde beklentileri arttırmıştır. Halihazırda ülkemizde kayıtlı 2.2 milyon mülteci bulunmaktadır. Mülte- olarak belli olmamasından dolayı, sağlıklı koşullarda bir iş ci akınının başladığı günden beri Türkiye, yaklaşık 8 milyar bulamıyorlar. Suriyelilerin kalıcı çalışma izni alma oranları sadece %5.4. Suriyelilerin kimlik alamama sorundolar harcama yaparak bu konuda da ne denli bir larından dolayı, sağlık ve eğitim gibi hizmet yükün altına girdiğini göstermektedir. Peki sektörlerinden yararlanamıyorlar. Eğitim somülteciler ile alakalı Türkiye bugüne kadar ne ülkemizde runu ile ilgili olarak da, ülkede okul çağında yaptı, bu krizin daha dramatik bir hal almakayıtlı olan 550 bin Suriyeli çocuğun sadece %15’i ması için ileride ne gibi adımlar izlemeli? 2.2 milyon eğitim görebiliyor. Bu %15’lik dilimdeki mülteci çocukların 110 bini Suriye okullarında eğitim Türkiye’nin mültecilere yönelik ilk polibulunmakta görürken, 7500 çocuk da Türk okullarında tikası, kamp kurup mültecilerin yaşamını eğitim görüyorlar. düzene sokmaktı. Ancak kısa süreli politikalar Suriye okullarının çoğu paralı, bu yüzden mültetutmayıp, olay uzayınca mülteciler kampların kaliciler çocuklarını bu okullara göndermekte zorlanıyorlar, tesi ne kadar iyi olursa olsun, oradaki koşullarda yaşamak Suriye okullarına giden çocukların çoğunun ailesi Avruistemeyen mülteciler öncelikle bölgedeki illere (Hatay, Anpa’ya gitme umudu taşıdıklarından çocuklarının Türkçe tep, Urfa, Kilis, Adana gibi) daha sonra da Türkiye geneöğrenmelerini pek de elzem görmüyorlar. Ancak, özellikle linde bir yayılım gösterdiler. Böylece mülteciler sokağa Paris’te düzenlenen son saldırı, aslında sadece Batı’nın çıktığımızda rahatlıkla karşılaşabileceğimiz bir kesim İslamofobik köklerini canlandırmada değil, bu kökleri haline geldiler ve ülkenin en kalabalık sosyal kesimlerinden canlandırırken aynı zamanda da daha da katılaşacak sınır biri haline geldiler. Özellikle bu kadar sayıda mültecinin politikaları ile beraber, Avrupa’ya yönelik gerçekleşen ve Türkiye’de yaşaması ile Türk halkında mültecilere yönelik gerçekleşecek olan bir algı oluşması göç akınlarını keda kaçınılmazdı. serek, bölgeyi adeta Ama bu algılara karantinaya alarak değinmeden önce bölgenin bütün mültecilerin ülkedesosyal yapısını kendi ki durumu ile alakalı içerisinde yüzleştiistatistiki bilgiler recek bir Avrupa vermek gerektiğini görebiliriz. Bu son düşünüyorum. SuriParis saldırısının, yeli mülteciler cinTürkiye’ye en önemsiyet oranlarına göre li mesajlarından biri eşit dağılım gösterimültecilerin Avruyor. Erkek nüfus pa’ya geçişlerinin %50.8 iken kadın eskisinden de zor olacağı ve artık Türkiye’nin uzun vadeli nüfus %49.2. Mültecilerin %55’ini 18 yaşın altındaki genç somut adımlar atarak, ülkedeki “mülteci” belirsizliğini en nüfus oluşturuyor ve mülteci nüfusunun %75’i “korunmaazından bir yere koyarak, bu konu hakkında adım atılması ya muhtaç” kadınlar ve çocuklardan oluşuyor. Mültecilerin kamp dışındaki yayılma oranını gösteren en önemli istatistik gerektiğidir düşüncesindeyim. Peki “mülteci krizi” nasıl çözülebilir? de, kamplarda yaşayan nüfusun sadece %13 olduğudur. GeÖncelikle, eğer bir yol haritası çizmek gerekirse, mülteci lecekte mültecilerin yasal statülerinde bir değişiklik yapılkrizinin geçiştirici politikalar üreterek değil uzun soluklu maması halinde açılacak toplumsal yaranın derinleşeceğini projeler üreterek çözüleceğini, bölgesel ve küresel gelişmgösteren en önemli veri ise, Türkiye’de 0-4 yaş arasındaki Suriyeli çocuk sayısı 387 bin ve bu çocukların 200 bini 2011 elerin sonucunda da mültecilerin kaderinin Türkiye olduğu adım bilgi fikir 7 çıkarımını yapmıştık. Eğer artık mülteciler de bu toplu- sonra da diğer bakanlıklar ile görev paylaşımı yaparak, olayın kolektif bir şekilde aşılabileceğini belirtmiştir. mun bir parçası haline gelmişse, mültecilerin topluma Ülkemizdeki mültecilerin arasında, orta sınıf zanaatkarentegrasyonunu çok dikkatli bir şekilde sağlamak ların sayısı oldukça fazladır. Eğer kontrollü bir şekilde gerektiğini düşünüyorum. Entegrasyon sağlanmak isteniyorsa, bir kesimin toplum tarafından kabul edilmesi iş dağılımı yapılıp, mülteciler yeteneklerine göre işlere yerleştirilirse, kazan-kazan durumu yaratarak, işin gerekli. Şu dönemde, toplumsal kabul ile alakalı verilsonucu hem mülteciler için, hem de ülkenin ekonomik ere bakarsak; halkın %76.5’i Suriyelilerin uzun vadede çıkarları için karlı bir hal alabilir. Sorunu aşmanın bir sorun açacağı yönünde, bu inanışın bu kadar güçlü diğer yolu da devlet personelinin mülteciler konusunda olmasının ana sebebi olarak, halkın Suriyelilere suça nasıl davranacaklarını öğrenmelerinden geçer. Türk karışmış kişiler (%62 oran) gözüyle bakması olarak okullarında bazı öğretmenler, Suriyeli öğrencilere karşı görüyorum. Ek olarak, mültecileri kültürel tehdit olumsuz bir tavır sergileyip, okulda bu öğrencile(%55) olarak görme, mültecilere vatandaşlık hakkı rin dışlanmalarına sebep olabiliyor. Bu gibi sorunları vermeme (%82), mültecilerin vatandaşların işlerini aşabilmek için personel eğitimi elzemdir. elinden aldıkları (%70), sağlık hizmetlerini Mültecilerin her geçen gün Türkiye’de ele geçirdikleri (gerçekte mültecilerin mülteci kalacaklarına dair inançları artmaktadır. sağlık hizmetlerinden en çok yararnüfusunun Bu konuda dil problemini aşarak, landıkları bölge illerinde oran %3’tür) %75’i düşünceleri, mültecilere karşı bakışın “korunmaya muhtaç” mülteciler ile toplum arasındaki bağı güçlendirmek hayatidir. Eğer dil ne kadar sert ve önyargılı olduğunun kadınlar problemi aşılırsa bu eğitim, iş, sağlık kanıtıdır. ve gibi bütün sektörlerin önünü açacak çocuklardan ve toplumsal tabanlı tansiyonu daha Aslına bakarsanız, mültecilere yöneoluşuyor da azaltacaktır. Buna yönelik de Selcan lik algıların çoğu yanlıştır. Suriyelilere Özdemirci Hoca, öncelikle ailenin iletişim yönelik suçlu algısı gerçeği yansıtmayıp, ağı merkezi olan annenin (kadının) dil eğitiSuriyelilerin suça karışma oranı bir Türk vatanmine tabi tutulması gerektiği kanaatinde. Belki de en daşına oranla çok düşüktür. Mültecilerin, iş hakkına önemlisi, bütün bu işler yürütülürken, yukarıda verilerle girdikleri düşünceleri de gerçeği fazla yansıtmayıp, sıralanan toplumsal önyargılar göz önüne alınarak hammültecilerle yapılan görüşmelerde en önemli sorunlarle yapılmalıdır ki, planlanan politikalar halk desteğini dan birinin iş sorunu olduğu gözlemlenmiştir. Ayrıca, alıp, süreç daha da kolay tamamlanabilsin. mültecilere yönelik “zulümden kaçan insanlar” algısı her ne kadar masumane gözükse de, derininde çok Her ne olursa olsun, bu süreç çok uzun ve meşakkatli problemli görüşlerin olduğu açıktır. Eğer mültecilerin, bir yoldan geçmektedir. Belki de on yıllar alacak bu entegrasyonunu kolaylaştırmak istiyorsak bunun yolu, sürecin daha sağlıklı yürütülebilmesi için bütün fakhalkın algısını ve rızasını yönetmekten geçer. Bu da; törleri göz önünde bulundurup, işi büyük bir titizlikle görsel, yazılı ve sosyal medya gibi medya aygıtlarının yürütmek gerek. Eğer “mülteci sorunu”, mültecilerin doğru şekilde yönetilmesinden geçer. Mültecilerle ortaya çıkardığı sorun algısına kayarsa bu olay Türkiye için çok ağır sonuçlara sebebiyet verecektir. alakalı yapılan haberler genelde 3. Sayfa niteliğindeki haberlerdir, mülteci olayı medyada zalim-mazlum ekseninde işlendiğinden halk da bu yönde yüzeysel bilgiler edinmektedir. Bu konuda algılar değiştirilmek isteniyorsa, haberlerin içeriği olayın problematiği ile alakalı olmalıdır. Entegrasyon için rıza araçlarının eksen kaymasına uğraması tek başına yetmeyecektir. Yayın Ekibi üyelerimiz Muhip Üzümcüoğlu ve Eser Alpkaya’nın Hindistan Seyahati kapsamında Taç Mahal ziyaretinden bizim için hazırlanmış güzel bir kare. İzlenimleri Dosya halinde 5. Sayı’da sizlerle olacak. Bu sorunla daha geniş yelpazede yüzleşebilmek adına bir Göç Bakanlığı kurulup, işin organize bir şekilde yürütülmesi gerekir. Bu konu hakkında SAÜ ORMER’den Ayşe Selcan Özdemirci Hoca, Göç Bakanlığı’nın da tek başına yeterli olmayacağını, olayın önce hukuki bir statü kazanması gerektiğini ve daha 8 adım bilgi fikir adım bilgi fikir 9 Mehmet Rakipoğlu, Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bu çalışmada Ortadoğu'da yaşanan ayaklanmalardan biri olan Suriye'de iç savaşa dönüşen duruma müdahale eden devletlerden biri olan Rusya'nın amaçları, kayıpları ve gelecekte olası hamleleri tartışılacaktır. Rusya'da Putin'in saldırgan politikalarıyla diplomasi yerine silahı kullanmasının tarihi bir misyon olarak algılanması devam eden iç savaşa müdahil olması sonucunu doğurmuştur. Rusya'nın Ukrayna'da Batı devletlerine meydan okuması ve yapılan açıklamalar göz önünde bulundurulduğunda Rusya'nın Suriye iç savaşına olan müdahalesi sürpriz bir durum oluşturmadı. Farklı aktörlerin aynı bölgede farklı aktörleri desteklemesi sorunların çözümünü daha da karmaşık hale getirmektedir. Özellikle Ortadoğu'daki aktör sayısının fazlalığı düşünülürse çatışmalardaki tek çatı altında toplanamama sorunu, sorunların çözümüne karşı oluşan en büyük engel olarak görülmektedir. U Ğ mehmet.r@adimdergisi.org İÇ SAVAŞ’A RUSYA’NIN MÜDAHALESİ zeera.com, 2014) ve ABD’li gazeteci James Folley’nin başını kesmesi (hurriyet.com, 2014) ABD ve Batılı devletler için IŞİD ulusal güvenliğe bir tehdit oluşturmuştur. ABD’nin öncülüğündeki koalisyon IŞİD’i bölgeden temizlemeyi amaçlarken, Esad’ın yönetimi bırakmasını istemektedir. Fakat Rusya ve Çin’in Esad’ı yönetimde tutmaya çalışması Suriye üzerinde büyük güçlerin çatışmasına sebep olmaktadır. O D 10 adım bilgi fikir E E Y İ S SUR A Y B İ L R I S I M Suriye’nin Dera adlı kentinde 15-17 Mart’ta başlayan ayaklanmalar güvenlik güçlerinin sert ve ölümcül tepkileriyle tüm ülkeye yayılmıştı. (Ufuk Ulutaş, 2015 Mart ) Krizin yerli dinamiklerle çözülemeyeceği anlaşılmış, ilk olarak İran bölgeye askerlerini göndermiştir. Kudüs gücünün komutanı Kasım Süleymani ile bölgede aktif olmaya çalışan İran’ın müdahalesine karşı ABD ve Batılı devletler koalisyon oluşturarak IŞİD ve Esad rejimine karşı savaşmayı tercih etmişlerdir. ABD ve Batı koalisyonu Suriye’de neden koalisyonu hemen toplamadı sorusuna cevap için ilk olarak ABD’nin Obama ile belirlediği ‘red line’ konusu önemlidir. (Kessler, 2013) Sivillere karşı 21 Ağustos 2013’te Şam’ın Doğu Guta banliyösünde kimyasal silah kullanılması (Raporu, 2013 ), Obama ve Batı için müdahaleye yeşil ışık yakmıştır. Her ne kadar Obama kimyasal silah kullanılmasını ‘kırmızı çizgi’ olarak belirtesede ilk müdahale Rusya’dan gelmiştir. Bu sebepten ötürü de ABD’nin ve Obama’nın Suriye konusundaki muğlak politikası, çekimser politikası eleştirilmiştir. (21yyte.org, 2015) ABD sorumluluğu tek başına almaktan kaçınmıştır. Kurulan koalisyona farklı ülkeler farklı açılardan destek vermiştir. (İdil, 2014) Öte yandan IŞİD’in 29 Haziran’da halifelik ilan etmesi (alja- İY TUNU 17 Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan ayaklanmaların temelinde ekonomi ve siyasi katılımın sınırlı olması yatmaktadır. Demokrasinin Ortadoğu toplumlarına uygulanabilirliği tartışmasını beraberinde getiren bu hareketler Tunus, Mısır, Suriye, Libya gibi devletlerde önemli sonuçlar doğurmuştur. Körfez ülkelerinde ise göstermelik reformlarla halkın ayaklanması belirsiz bir süreliğine bastırılmıştır . Arap Devrimleri, Arap İsyanları, Arap Uyanışı gibi farklı isimler verilen hareketlerde (Orhan, 2013) bölgesel ve küresel aktörlerin etkisi yadsınamayacak derecede önemlidir. ABD'nin küresel anlamda Ortadoğu ölçeğinde aktifliği 2003 Irak işgaliyle başlamışken, İran ve Suudi Arabistan'da bölgesel olarak Yemen üzerine kozlarını paylaşmaktadır. (Oruç, 2015) Öte yandan Rusya'nın ve Çin'in NATO'nun Libya müdahalesi sonrası uluslararası sistemdeki çıkarlarının zedelenmesiyle saldırgan politikalar izlediği görülmektedir. Suriye’de devlet başkanı Esad’ın Rusya ile olan tarihi ilişkileri düşünüldüğünde Putin-Esad dostluğu Suriye’deki iç savaşa Rusya’nın müdahalesine öncülük etmiştir. RK Suriye İç Savaşı Arap Uyanışı Suriye’de Çarpışan Eksenler ve Rusya Müdahalesi Yerel aktörlerin sayısının fazlalığı ve etki alanlarının kısıtlılığına, bölge dışı aktörlerin müdahale hevesi eklenince Suriye iç savaşı daha karmaşık bir hal almıştır. İsrail-ABD-Ürdün’ün oluşturduğu ilk eksen, Türkiye-Katar - Fransa ikinci eksen, İran-Rusya-Hizbullah ve dolaylı olarak Çin’in oluşturduğu üçüncü eksen Suriye’deki iç savaşta çarpışan eksenler olarak görülebilir. Bu 3 eksen savaşa kuşbakışıyla baktığımızda görebileceğimiz eksenlerdir. Savaşa sahaya inip baktığımızda savaşan eksenlerin sayısını saymak pek mümkün değildir. Rusya hava kuvvetlerini 30 Eylül itibariyle Suriye’de aktif bir şekilde Esad’ı korumaya başlaması Esad’ın yönetimde kalmasını sağlamıştır. Esad askeri olarak yardımların dolayı Çinli bir haber ajansına verdiği mülakatta Rusya’ya teşekkür etmiştir. (gulfnews. com, 2015) Rusya’nın müdahalesi sonrası askeri olarak güçlenen Esad, Türkiye-Fransa-Katar üçlüsüne karşı sert açıklamalar yapmıştır. Esad’a karşı muhalefeti tek çatı altında toplamaya çalışan Türkiye’nin çabalarına rağmen istenilen olmamıştır. Türkiye’nin yerine bölgede arabuluculuk rolü üstlenmeye çalışan Suudi Arabistan Riyad’da muhalifleri bir araya getirmiştir. (aljazeera.com, 2015) TÜ A T R O ekonomisinin kötüye gidişine sebep olmuştu. Kötü giden ekonomik koşulların iyi hale gelmesi ümidi Putin’in Suriye müdahalesindeki sebeplerden biri olarak gösterilebilir. Suriye müdahalesi sonrası Rusya’nın bölgede aktifliğine karşı Batı’nın uyguladığı ambargoları kaldırmaktan başka çaresi kalmayacağı umudu ekonomik iyileşme süreci hayalini getirmiştir. İkinci olarak Hafız Esad zamanında daha iyi bir hale gelen ilişkilerin bozulmasını istemeyen Rusya, Esad’ın yönetimden gitmesine göz yummamak için Suriye’ye müdahele etti. Rusya’nın gittikçe uluslararası toplumdan uzaklaştırılması, Putin’in hali hazırda müttefik olduğu ülkeleri korumaya itmiştir. Üçüncü olarak Rusya’nın Akdeniz’deki tek üssü olan Tarsus şehrindeki gücünü kaybetmek istememektedir. Hatta Rusya bölgede ikinci bir üs kurmaya başlamıştır. (aljazeera.com, 2015) Dördüncü olarak Rusya’nın Suriye’ye müdahalesine bir sebep olarak Libya müdahalesinde Batı tarafından aldatıldığını düşünmesidir. Libya’da karışıklıklar yaşanırken Kaddafi’ye karşı NATO 1973 sayılı çözüme (un.org, 2011) Rusya’nın destek vermesi sonrası yaşananlar Rusya’nın milli çıkarlarına ters düşmesi sebebiyle Rusya Batı tarafından aldatıldığını hissetti. NATO’nun Libya müdahalesi sonrası Rusya’nın bölgede etkisi kırılmış oldu. Ve iki başlı yönetim Libya’da Rusya’nın isteklerine ters bir durum teşkil etti. Beşinci sebep, ABD’nin Obama ile stratejik önceliklerinin değişmesiyle ABD’nin Ortadoğu’daki eski gücünü yitirmeye çalışmasını gören Rusya’nın ABD’nin yerini alma çabası olarak gösterilebilir. (Köse, 2015) ABD, Obama doktrini ile 2011’de Irak’tan asker çekmeye başlamış, gücünü daha çok ekonomik olarak yükselen Çin’i dengelemeye ayırmıştır. ABD’nin güç kaydırma politikası Rusya için bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. ABD’nin sahada dengelenmesi ve ABD yerine Rusya’nın aktif olması amaçlanmıştır. Öte yandan Yemen’de Suudiler ile vekalet savaşında olan İran’ın bölgede aktifliğini de kendi çıkarlarına ters düşmedikçe isteyen Rusya, kendisinden daha fazla aktif olacak ve yarar sağlayacak bir İran’ı sahada görmek istememektedir. Altıncı sebep olarak da Rusya açısında Suriye’nin açık bir silah Pazarı olarak görülmesidir. Bu yazılan 6 sebep sadece görünen ve en bilindik sebeplerdir. A Y S U R D B A Rusya’nın Müdahale Sebepleri Rusya’nın tarihi olarak diplomasi yerine silah veya hard power kullanmasına Putin’in saldırganlığı da eklenmiştir. Rusya’nın 2014’te Kırım’ı ilhak etmesinden sonra Batı devletleri tarafından ambargoya mahrus kalması adım bilgi fikir 11 Sonuç Ortadoğu’da yaşanan sorunlara çözüm arayışlarında bölge dışı aktörlerin müdahalesi bilindik bir konudur. Körfez ülkelerinin örneğine bakacak olursak Körfez İşbirliği Konseyi’ndeki çözümlere ortak karar verememe sorunun arkasında bu neden yatmaktadır. (Akkaya, 2013) Aynı şekilde Suriye veya Irak’ta yaşananlara çözüm arayışında bölge dışı aktörler yer almaktadır. Suriye iç savaşında ABD, Rusya, İran gibi aktörlerin müdahil oluşu savaşı farklı bir boyuta itmiştir. Rusya’nın Suriye iç savaşında müdahil olması, Suriye iç savaşının geleceği için çok önemlidir. Saldırgan politikalarıyla Putin’in Rusya’yı Ortadoğu bataklığına sürmesi hele de Ukrayna krizi sonrası kötü hal alan ekonomisi düşünüldüğünde Rusya’nın Suriye müdahalesi rasyonel değildir. Rusya’nın Suriye’de Esad’ın yanında olması ve muhalifleri, İslamcıları, IŞİD’i ve Türkmenleri vurması uluslararası kamuoyunda Rusya tepkilerini arttırmıştır. ABD’nin çekimser tavrı sonrası Rusya’nın müdahalesinin arkasında yatan farklı sebepler vardır. Öte yandan Rusya’nın Ortadoğu’daki karışıklıklara karışmasına müsamaha eden Batı belki de Rusya’yı Ortadoğu’ya çekerek daha da güçsüz konuma getirme amacındadır. Türkiye ile 24 Kasım’da yaşanan ‘uçak krizi’ ve sonrası yaşanan ‘balıkçı teknesi krizi’ ile de Rusya’nın yanlış hamleler yaptığını görmekteyiz. Ortadoğu bataklığına giren Rusya, boğulmakta ve boğulurken yanına başka aktörleri de çekmeye çalışmaktadır. Ortadoğu ölçeğinde Afganistan’ı 1979’da işgal eden Sovyetlerin başarısızlığı bugün Suriye’de çok açık görülmektedir. Kısa vadede Rusya ve Esad kazanmış gibi görünsede Ortadoğu’da dengelerin değişmesi çok kısa sürmektedir. Etkin olan aktörlerin 1 saat içerisinde gücünü kaybettiğine şahit olmaktayız. Rusya, Suriye iç savaşında geleceğini düşünerek masaya oturmalı, ilk olarak muhaliflerin ve halkın istediği şekilde bir geçiş yönetimi kurulmasını sağlamalıdır. Rusya saldırgan politikalarının Putin’e olan halkın güvenini de kırmıştır. (bbc.com, 2015) Putin ekonomik sıkıntılara ve halkın desteğinin azalmasına rağmen inatçı bir politikayla gerek Türkiye’yi gerekse Batılı devletleri karşısına almıştır. Ve Putin’in saldırgan söylemleri ve tutumlarıyla Rusya, Suriye iç savaşında Esad’ın bir numaralı koruyucusu olmuştur. Suriye iç savaşının geleceği için yapılacak müzakerelerde Rusya’da masada yer alacağını garantilemiştir. Kaynakça un.org. (2011, Mart 17). Aralık 2015, 2015 tarihinde www.un.org: http://www.un.org/press/en/2011/sc10200.doc.htm adresinden alındı aljazeera.com. (2014, Haziran 29). Aralık 14, 2015 tarihinde www.aljazeera.com: http://www.aljazeera.com.tr/haber/isidhilafetilanetti adresinden alındı hurriyet.com. (2014, Ağustos 20). Aralık 14, 2015 tarihinde www.hürriyet.com: http://www.hurriyet.com.tr/isidabdligazetecininbasinikesti27036758 adresinden alındı 21yyte.org. (2015, Ekim 09). Aralık 14, 2015 tarihinde www.21yyte.org: http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerikaarastirmalarimerkezi/2015/10/09/8317/abdninsuriyepolitikasindakidonusum adresinden alındı aljazeera.com. (2015, Aralık 08). Aralık 14, 2015 tarihinde www.aljazeera.com: http://www.aljazeera.com.tr/haber/riyaddasuriyelimuhalifleribirlestirmezirvesi adresinden alındı aljazeera.com. (2015, Eylül 15). Aralık 14, 2015 tarihinde www.aljazeera.com: http://www.aljazeera.com.tr/haber/rusyasuriyedehavaussukuruyor1 adresinden alındı bbc.com. (2015, Ocak 17). Aralık 14, 2015 tarihinde www.bbc.com: http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/01/150116_rusya_putin_destek adresinden alındı gulfnews.com. (2015, Kasım 22). Aralık 04, 2015 tarihinde www.gulfnews.com: http://gulfnews.com/news/mena/syria/syrianarmyadvancingthankstorussiaalassad 1.1624419 adresinden alındı Akkaya, G. N. (2013). Körfez İşbirliği Konseyi. Seta Analiz, 12. İdil, N. (2014, Eylül 22). radikal.com. Aralık 14, 2015 tarihinde www.radikal.com: http://www.radikal.com.tr/dunya/isidekarsikoalisyondahangiulkeneyapiyor1214060/ adresinden alındı Kessler, G. (2013, Eylül 6). washingtonpost.com. Aralık 14, 2015 tarihinde www.washingtonpost.com: https://www.washingtonpost.com/news/fact-checker/ wp/2013/09/06/presidentobamaandtheredlineonsyriaschemicalweapons/ Köse, T. (2015, Kasım 15). setav.org. Aralık 15, 2015 tarihinde www.setav.org:http:// setav.org/tr/abdninstratejikonceliklerivesuriye/yorum/33306 adresinden alındı Orhan, D. D. (2013). Ortadoğu'nun Krizi: Arap Baharı ve Demokrasinin Geleceği. Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, 18.Oruç, S. (2015, Aralık 2). akademikperspektif. Aralık 11, 2015 tarihinde www.akademikperspektif.com: http://akademikperspektif.com/2015/12/02/yemendeyenilenkim/ adresinden alındı Raporu, B. D. (2013 ). Suriye Halkına Karşı İşlenen Savaş Suçları. Barış Derneği. Ufuk Ulutaş, K. K. (2015 Mart ). Sınırları Aşan Kriz Suriye. SETA Analiz, 7. [1] Örnek olarak Suudi Arabistan’daki yerel seçimlerde kadınların oy kullanması verilebilir. [2] İran’ın Ortadoğu’daki kılıcı olarak adlandırılan Kasım Süleymani, İran dış politikasında önemli bir isimdir. http://www.aljazeera.com.tr/aljazeeraozel/iraninortadogudakikilicikasimsuleymani [3] Katar, Körfez ülkeleri arasında hem İhvan politikasında hem de Suriye politikasında diğer 5 körfez ülkesinden farklı davranmaktadır. [4] Hard power; devletlerin daha çok askeri güçlerini ve ekonomik güçlerini kullanarak karşı devletleri etkilemeleri ve milli çıkarlarını korumalarını sağlayan güç türüdür. Hayır! Bir itirazım yok. Sadece, kabullenemiyorum… Hayır! Şükrediyorum. Sadece, Şikayetlerim de var… Hayır! Özlemiyorum, seviyorum. Sedece, ara sıra uzaklaşmak istiyorum… Hayır! Bencil değilim kesinlikle. Sadece, paylaşmak istemiyorum… Hayır! Onu değiştirmek istemiyorum Sadece, öyle davranmasa keşke… Hayır! Onun o hallerine aşığım. Sadece, O halini tek benle yaşasın istiyorum… Hayır! Ben onun bir parçasıyım. Sadece, Ondan ayrı da davranabilmek istiyorum… Hayır! O katien yalnız değil. Sadece, ebediyete bizden önce kavuşmuş… Hayır! Ben onun için savaşırım. Sadece, savaşarak elde etmek istemiyorum… Hayır! Ben onun için gitmiyorum. Sadece, o var diye gidiyorum. Hayır! Ben onu sadece sevmiyorum. Sadece, isteklerine hayır demek istemiyorum… İbrahim Gazioğlu(Acizoğlu) Seviyordum Sizi Seviyordum sizi ve bu aşk belki İçimde sönmedi bütünüyle. Fakat üzmesin sizi artık bu sevgi İstemem üzülmenizi hiçbir şeyle. Sessizce, umutsuzca seviyordum sizi. Bazen çekingenlik, bazen kıskançlıkla üzgün. Bu öyle içten, öyle candan bir sevgiydi ki Dilerim bir başkasınca da böyle sevilin. Я вас любил: любовь еще, быть может, В душе моей угасла не совсем; Но пусть она вас больше не тревожит; Я не хочу печалить вас ничем. Я вас любил безмолвно, безнадежно, То робостью, то ревностью томим; Я вас любил так искренно, так нежно, Как дай вам бог любимой быть другим. Aleksandr Sergeyeviç Puşkin Derleyen: Polina Cengiz 12 adım bilgi fikir adım bilgi fikir 13 Esma Memi, esma.m@adimdergisi.org Yalova Üniversitesi, Hukuk Bir Çağın Vicdanı 10 Ekim 2015. Ankara’da emek, barış, demokrasi mitinginde gerçekleşen patlamanın tarihi. Yüzden fazla ölü, üç yüze yakın yaralı, bu travmayla psikolojik desteğe ihtiyacı olan belki binler… 13 Kasım 2015. Paris’te gerçekleşen terör saldırılarının tarihi. Altı farklı noktadaki saldırılardan en vahşice olanı Eagles of Death Metal’in konserinde gerçekleşti. Konser salonunda seksen yedi genç vurularak öldürüldü. Yüz elliden fazla ölü olduğu söylendi. Ankara katliamının arkasında hangi örgüt olduğu netlik kazanmış değil. Paris’teki saldırıların ve son yıllarda gerçekleşen terör saldırılarının çoğunun sorumlusu olarak gördüğümüz örgüt ise kendisini İslam adına Cihad eden kişiler olarak göstermekte. Fakat sanıldığı gibi cihad insanları Müslüman yapmak için din uğruna yapılan savaş demek değildir. Cihad, cehd etmek yani çaba sarf etmektir, kendisine özgürlüğüne yönelmiş saldırılara yönelik sergilenen çabayı ifade eder. Bildiğim bir şey varsa ne İslamiyet ne de diğer semavi dinler masum insanların öldürülmesini emretmemiştir. Hiçbir dini inanç bu saldırıları makul görmez. Şiddeti elden bırakmak istemeyenler, kitlelere savaşlarının meşru olduğunu kabul ettirmek ve onları düşmana karşı mobilize etmek için bazı yerlerde terörü bazı yerlerde cihadı kullanmışlardır . Bilmeliyiz ki hiçbir katliam; neticesinde iyi ve güzeli getirmez, getirmeyecektir. Hal böyleyken zalimlerin sözüne kanıp bir topluluğa yahut belli bir dine mensup kişilere düşman olmak onlara ortak olmaktan başka bir şey olmayacaktır benim nazarımda. 14 Ankara ve Paris saldırıları arasında ve sonrasında maalesef ki pek çok adaletsiz, zalimane tutum sergilendi. Kimisine tanık olduk, bazılarını duyduk, çoğundan belki de bihaberdik. Bu iki olayı özellikle seçmemde bir sebep var. Saldırı yeri, mağdurları, failleri farklı olan bu saldırılarda önemli bir şeyi gözden kaçırıyoruz. Her şeyin ötesinde iki saldırı da insanlığa karşıdır. Tıpkı Filistin’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da olduğu gibi masum insanlara yönelmiş vicdansızca ve vahşice saldırılardır. Tüm bunlara birden üzülemiyor muyuz yoksa? Bu sefer neyi ayırıyoruz; ideolojilerini mi, dinlerini mi, yaşayış tarzlarını mı? Ölüleri de mi artık sınıflandırır olduk? Kimlerden olduklarını sorgulamadan üzülemeyecek miyiz artık yaşamını yitirenlere? Sadece barış isteyen gençlerle sevdiği müzik grubunu dinlemeye gitmiş kişiler arasında ya da tüm bu ölenlerle kendimiz arasında illa bulmacalardaki gibi yedi farkı bulmak mı gerekir? adım bilgi fikir Fransa Cumhurbaşkanı Hollande, yaşananlar üzerine üç ay olağanüstü hal ilan etti. Niyetim acıları yarıştırmak değil asla fakat acılarına sahip çıkma şekilleri bize örnek olmalıdır diye düşünüyorum. Daha korkunç bir katliam ötekileri unutturmamalı . Paris, Avrupa’nın hatta dünyanın önemli ve güzel şehirlerinden, evet orada yaşanan katliamın tarifi olmaz, evet korkunçtu ve yanlarında olmalıyız her daim destek olmalıyız, zalimlere karşı tüm dünyaya birlikte sesimizi duyurmalıyız fakat bu yaşananlar bize diğer zulümleri unutturmamalıdır. Soma’daki maden faciası, Artvin’de yaşanan sel felaketi, Özgecan Aslan vahşeti, Aylan Kurdi, savaştan kaçanların özgürlük mücadelesi, Suruç Katliamı ve Ankara’daki bombalı saldırı başta olmak üzere ülkece zor zamanlardan geçtik, geçmekteyiz. Yazıktır ki gereken hassasiyet hiçbir zaman gösterilmedi. Gerektiği kadar sahip çıkamadık, onca acıya kendi acımız gibi dertlenemedik bir türlü. Hükümet olarak da vatandaşlar olarak da tepkisiz kalıyoruz yaşanan acılara, eşitsizliklere, zulümlere. Tahammülsüz, hoşgörüsüz, bencil, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncı bireylere dönüştük farkında olarak veya olmayarak. Masum insanlarla birlikte vicdanlarımızı da yitirdik. temel hak ve özgürlüklerindendir). Ne zaman ideolojisi, fikirleri, inancı, giyim kuşamı yüzünden insanları ayırmaya, hor görmeye başladık; ne zaman eşitlikten, özgürlükten bahsedip de bu eşitsizlik ve haksızlıklara göz yummaya başladık? Saygımızı ne zaman yitirdik ve ne zaman insana insan olduğu için değer vermeyi bıraktık merak ediyorum. Yetmez mi aynı göğün altında yaşamak üzüntüleri paylaşmaya birlikte gülmeye? Kelimelerim tükenirken Cemil Meriç’in hislerime tercüman olan o sözlerini anımsıyorum. Ben de bir çağın vicdanı olmak isterdim. İdrağımıza vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, insanı insandan ayıran bütün duvarları yıkmak isterdim. Maziyi istikbale bağlayacak bir köprü olmak isterdim. Kelimeden sevgiden bir köprü… Tüm bunlar yaşanırken bir tiyatrocumuzun kendi sosyal paylaşım sitesinde yayınladığı fotoğrafla iyice hırpalanıyor hislerimiz. Şöyle yazıyor fotoğrafın altında: “Biz ne zaman ve neden bu kadar geriye gittik?” Aynı soruyu ben de sormak istiyorum. Ne zaman sırf başörtülü diye kadınlara hakaret etme ve rencide etme hakkını kendimizde bulacak kadar hoşgörüsüz olduk (Kaldı ki başörtüsü kullanmak hoşgörülecek bir şey değil bilakis inanç özgürlüğü kapsamında bireyin Kaynaklar Ahmet Ümit, Patasana, Everest Yayınları Caner Taslaman, Terörün ve Cihadın Retoriği, İstanbul Yayınevi İhsan Eliaçık, Kur’an’da Özsavunma Ayetleri Haritası: http://www.ihsaneliacik.com/2015/07/17/kuranda-ozsavunma-savas-ayetleri-haritasi/ Prof. Dr. İbrahim Hilmi Karslı, Çarpıtılan Cihad Anlayışı adım bilgi fikir 15 Söyleşisi Aşağıda 7 soruda Ortadoğu Araştırma Merkezi Müdür Yardımcılarından İsmail Numan Telci ile Ortadoğu konusunda yaptığımız söyleşiye yer veriyoruz. 1-Ortadoğu Enstitüsü’nün işlevi, amacı ve şuan bulunduğu durum nedir? 2- Bu gibi düşünce kuruluşlarının Türkiye ve Dünya'da dış politikayı şekillendirmede etkisi var mıdır? Sakarya Üniversitesi’nde Ortadoğu Araştırmaları Merkezi olarak 2014 yılında faaliyetlerine başlayan kurumumuz 2015’in Mayıs ayında Bakanlar Kurulu kararı ile Enstitü statüsünü almıştır. Kuruluş amacımız Türkiye’nin Ortadoğu alanında özellikle son yıllarda daha fazla açığa çıkan insan ihtiyacını karşılamak, bu alanda nitelikli ve kalifiye araştırmacıların yetişmesine öncülük etmektir. Bu çerçevede Mısır, İran, Irak, Suriye, Körfez ülkeleri ve Kuzey Afrika gibi İslam dünyasının en önemli ülkelerinin derinlemesine çalışıldığı bir enstitü olarak faaliyetlerimizi sürdürmekteyiz. Bünyemizde tam zamanlı olarak çalışan 15 öğretim üyesi ve 18 araştırma görevlisi görev yapmaktadır. Ayrıca Mısır, Yemen, Filistin, Urdun ve Irak’tan 5 yabancı öğretim üyemiz de bulunmaktadır. Enstitümüzde Ortadoğu Çalışmaları alanında master ve doktora programları yürütülmektedir. Bu programlarda Türkçe, İngilizce ve Arapça dillerinde eğitim verilmektedir. Bununla birlikte Enstitümüzde eğitim alan tüm öğrencilere Arapça ya da Farsça dil dersleri verilmektedir. Enstitümüzde uluslararası bir öğrenci profili bulunuyor. Mısır, Filistin, Tayland, Fas, Gine, Gana, Yemen, Filistin, Katar ve Filistin gibi ülkelerden öğrencilerimiz var. İki yılda bir düzenlediğimiz Ortadoğu’da Siyaset ve Toplum Kongresi’ne birçok ülkeden araştırmacılar katılıyor. Enstitümüz tarafından çıkarılan Türkiye Ortadoğu Çalışmaları ve Ortadoğu Yıllığı dergileri bu alanda Türkiye’de önde gelen yayınlar arasında. Günümüz dünyasında dış politika yapımı sadece siyasi faaliyetler aracılığıyla gerçekleşmemektedir. Uygulama boyutunda birçok farklı kurum devreye girmektedir. Türkiye’de TİKA, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, Yunus Emre Enstitüsü ve Kızılay gibi kurumlar bu çerçevede sayılabilir. Bununla birlikte dış politika yapıcılarına uluslararası siyasette ihtiyaç duyacakları uzmanlık bilgisini sunacak ve farklı politika seçeneklerini ortaya koyacak araştırma merkezleri ya da düşünce kuruluşlarının da varlığı büyük önem taşımaktadır. Bu anlamda Enstitümüz bilimsel bilginin dış politika ve uluslararası ilişkiler pratiğine uygulanmasında önemli bir işlev görme potansiyeline sahiptir. Bu anlamda İstanbul ve Ankara’da faaliyet gösteren diğer bazı kurumları da dikkate almak gerekir. Bu tür kurumlar ve faaliyetler her ne kadar Türkiye’de görece yeni sayılabilirse de özellikle Batı ülkelerinde çok daha önceleri başlamıştır. Türkiye’de şuana kadar kurulmuş en kapsamlı Ortadoğu Enstitüsü bizim kurumumuzken bu tür merkezler ABD, İngiltere, Almanya ve Rusya gibi ülkelerde yüz yıllık geçmişe sahiptirler. Bu anlamda Türkiye’nin bu tür faaliyetler konusunda biraz geç kaldığını belirtmek yanlış olmaz. SESSİZLİĞİ 16 adım bilgi fikir 3- Ortadoğu’nun çatışma merkezi olmasının nedenleri nelerdir? Burada birçok nedenden bahsedilebilir. Ancak Ortadoğu’daki çatışmaların kökeninde temel olarak iç dinamiklerden ziyade dış aktörlerin etkili olduğunu düşünüyorum. Uzun yıllar boyunca Ortadoğu toplumları kendilerini temsil etmeyen ve dış aktörlerle yakın ilişkiler içerisinde olan yönetimlerce idare edilmişlerdir. Bu durum sadece bu ülkelerin iç politikalarını etkilememiş, dış politikada da olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Dış aktörler kolay biçimde ülkeleri savaşa teşvik edebilmiş ve savaş boyunca iki tarafı da silah ve mühimmat temin etmiştir. Bu durum son olarak ve en kapsamlı biçimde Suriye’deki iç savaşta kendisini göstermiştir. Suriye’de başlayan devrim gösterilerinin Esed rejimi tarafından kanlı biçimde bastırılmasının üzerine birçok dış aktör olaya müdahil olmuş ve çatışmanın tarafı haline gelmişlerdir. Kendi dinamikleri ile daha kısa bir sürede çözülebilecek bir çatışma çok daha uzun ve insan hayatına mal olan bir biçim almıştır. 4- Son dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle yaşadığı sorunları ve özellikle Ortadoğu’da değişen komşularla sıfır sorun anlayışını nasıl yorumluyorsunuz? Ancak bu süreçte karşı-devrimci aktörler halk hareketlerinin devam ettiği bu ülkelerde devrim süreçlerinin sona ermesi için çabaladı. Tunus’ta bu yönde çabalar başarılı olmadı ve devrimci aktörler bir şekilde iktidarın parçası olmayı başardı. Mısır’da ilk etapta devrimciler iktidardaydı ancak dış destekli karşı-devrimciler süreci tersine çevirdi. Suriye’de ise devrimciler hiçbir zaman iktidarı tam olarak ellerine geçiremedi. İran ve Rusya’nın ciddi anlamda desteğini alan Esed rejimi bir şekilde iktidarını korumayı başardı. Bu süreçler boyunca Türkiye hep halkların tarafında yer almayı tercih etti ve karşı-devrimcilere destek olmadı. Bu yüzden devrimlerin başarılı olamadığı ülkelerde iktidara gelenler ya da bu pozisyonları ellerinde tutanlar Türkiye ile ilişkilerinin en düşük seviyeye indirdi. Burada İran’la ilgili de bir parantez açmak gerekecektir. Her ne kadar Türkiye, Tahran’a küresel ambargoların uygulandığı dönemde İran’la ticaret yaparak geleneksel müttefiği olan ABD ile ilişkilerini riske attıysa da İran, bölgesel politikalarda Türkiye aleyhine ciddi kampanyalar yürüttü. Suriye’de iç savaşa doğrudan müdahil olarak binlerce masumun yaşamını kaybetmesine neden oldu. Öte yandan Irak’taki merkezi hükümeti kontrolü altına alarak Bağdat’ın Türkiye karşıtı politikalar yürütmesini sağladı. Dolayısıyla Türkiye’nin komşularla sıfır sorun politikasının bozulduğunu söylemekten ziyade, İran merkezli bir güç konsolidasyonu ile Türkiye merkezli bir mücadelenin ortaya çıkardığı ilişkiler yumağının halihazırda bölge politikasını şekillendirdiği tespiti yapılmalıdır. Burada devreye girebilecek birçok değişkenin bölgedeki siyasi denklemi değiştirebileceği iddia edilebilir. Türkiye bölgede sadece sorunlu ilişkiler geliştirmediğini de görmek gerekiyor. Katar, Suudi Arabistan ve Irak Kürt Bölgesi yönetimiyle Ankara’nın ilişkileri olumlu biçimde seyrediyor. Bu trende diğer bazı ülkelerin de katılabileceği öngörülebilir. Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle yaşadığı sorunlar denildiğinde sanki tüm bölge halklarını da kapsayan bir sorunmuş gibi algılanıyor. Halbuki öyle değil. Ortadoğu’da değişime direnen rejimlerle Türkiye’nin yaşadığı sorunlar var. Ki bu da normal bir durum. Türkiye, 2010’un Aralık ayında Tunus’ta başlayan Arap isyanları süreci boyunca meşruiyetini halk tarafından alan yönetimlerin iktidara gelmesini savundu. Uzun yıllardır Tunus, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde her türlü baskı aracını kullanarak iktidarını sürdüren rejimlerin tasfiyesini arzuladı. Bunu bölgede geniş kapsamlı bir demokratikleşme hareketinin hayata geçmesi adına savundu. adım bilgi fikir 17 Eser Alpkaya, 5- Türkiye ile Mısır arasındaki krizin geleceğini nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye ile Mısır arasında 3 Temmuz 2013’te başlayan siyasi krizin Ankara’dan ziyade Kahire’yi olumsuz etkilediği söylenebilir. Ankara’nın bu süreçteki haklı pozisyonu gerek Mısır gerekse de Arap kamuoylarınca bilinmektedir. Darbeyle iktidara gelen Sisi yönetimi ise haksız bir durumda olduğunun farkındadır. Öyle ki Mısır, Türkiye’nin Suudi Arabistan ile olan ilişkilerinin önünde bir engel olarak durmaktadır ve bu durum her geçen gün Riyad yönetiminin Sisi’ye daha fazla tepki duymasına neden olmaktadır. Kahire-Ankara hattındaki ilişkilerin normalleşmesine dair son günlerde bazı gelişmeler yaşanıyor. Mısır, durumun sürdürülebilir olamayacağının farkında ve bu yüzden istemeyerek de olsa adım atmak durumunda kalabilir. Nitekim, Mısır’da Temyiz Mahkemesi bazı İhvan liderlerine verilen idam cezalarının iptaline ve bu kişilerin yeniden yargılanmasına karar verdi. Muhammed Bedii ve Hayrat Şatır’ın da aralarında bulunduğu 12 kişiye verilen idam kararının iptal edilmesinin başlıca nedeni rejim ile İhvan arasındaki ilişkinin normalleştirilmesi ihtiyacının giderek daha fazla hissedilmesidir. Bu bağlamda Abdülfettah El-Sisi yönetimi “Müslüman Kardeşler” sorununu çözmek zorunda olduğunun farkında ve bu yönde adımlar atması gerek- 18 fikir eser.a@adimdergisi.org Kadim Beş Deniz Havzası ve tiğini biliyor. Bunun en önemli nedeni ülkedeki istikrarsızlık ortamının göreceli olarak azalması İhvan’la sağlanacak mutabakatla yakından ilgili. İkinci olarak özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yakınlaştığı bir dönemde Sisi’nin Türkiye’ye yakın olan İhvan’a baskıyı sürdürmesi de büyük bir sorun. Ankara ile Riyad ilişkilerinin de normalleşebilmesi için Mısır’daki Müslüman Kardeşler rejim ilişkisinin normalleşmeli. SÖYLEŞİ: Mehmet Baltacı, Gözde Çevikaslan, Tunzala Mamedova adım bilgi Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ‘Ortadoğu’ Algısı : Giriş Bizi biz yapan bu coğrafyanın tarihinden miras sorunlar siyasi yol haritamızı belirlemekte. Ayrımlar ayrımları doğurmuş. İnsanlar tarih içerisinde önce dünyayı doğu batı diye ayırma gereksinimi duymuş. Yine kendi merkezinde dünyanın döndüğünü düşünen insan, bulunduğu mevkiden aynı İngilizlerin yaptığı gibi Uzakdoğu, Ortadoğu, Yakındoğu gibi tanımlamalar ile kendi çıkarlarını ve görüşlerini yerleştirmeye çalışmış. Bu durumun sadece İngilizler ya da Batı hegomonyasi ile alakalı olduğunu söylemek yanlış, tek taraflı bir saptama olacaktır. Tarih içerisinde birçok devlet coğrafi tanımlamalarda kendisini merkeze alan ifadeler kullanmıştır. Mesela eski Çinliler, kendi ülkelerini dünyanın ortasında yer alan ülke anlamında “Merkezdeki Çiçek” olarak kullanmışlardır. Aynı şekilde ilkçağ Ege uygarlıklarında, Ocean isimli büyük nehirle çevrili dünya Ege merkezliydi. Ortaçağ İslam coğrafyacılarının dünya haritalarında ise Mezopotamya ve Arap yarım adası bulunmaktaydı. Yani doğal olarak kendilerini dünyanın merkezine yerleştirmişlerdi. Ancak Ortadoğu kavramının yukarıda değindiğimiz coğrafi tanımlamalardan farkı, üzerine siyasi anlamlarında yüklenmiş olmasıdır. adım bilgi fikir 19 Peki Ortadoğu tam olarak nasıl şekillendi? Ortadoğulular kimler? ‘Ortadoğu’yu anlamak için öncelikle ‘onun’ nasıl bugüne ulaştığını anlamamız gerek. Bu kapsamda Ortadoğu kavramının özünde Oryantalist bir bakış açısının yattığını söylememiz doğru bir başlangıç olacaktır. Ortadoğu’nun neresi olduğu sorusuna medeniyetler tarihi kapsamından farklı zaman dilimlerinde hüküm sürmüş medeniyetlere, sonrasında ana hatlarıyla bugünkü kimliğini şekillendiren İslam Medeniyeti’nin ortaya çıkışına ya da Türklerin Osmanlı Devleti ile birlikte son olarak bölgede hüküm sürmelerine kadar götürmek mümkün. Ancak burada bu çalışmanın da temelini teşkil edecek Beş Deniz Bölgesi’ni günümüze kadar devam edecek varoluşsal bir bunalıma sürükleyen ve kendi varlığını Avrupa’nın sorgulatan sömürgeci öncelikle özel dönemi arka plan olarak bir ilgi ve heyecan almak doğru olacaktır. ile Doğu’yu tanımaya Bu noktada ‘varoluşsal çalıştığını, ondaki cev- bunalım’ gibi ağır bir here sahip olmayı tanımlama ‘Ortadoğuarzuladığını.. lu’ kimliğini bölgenin kabul etmiş olması ve benimsemesi nedeniyle bu konunun altını çizmek için kullanılmıştır. Çünkü kadim bir söz der ki: İsim kaderdir. Bir kişinin kaderini belirleyebileceği gibi bir toplumun, bir coğrafyanın da kaderini belirleyebilir. Bu yüzden iktidar mücadelesinde ve yönetim sanatında söylemler, isimler, tanımlar toplumların ve devletlerin kendi benliklerine dair önemli yapı taşlarıdır. Ortadoğu’nun coğrafi bir bölge olarak ortaya çıkışı ve Şarkiyatçılık Ortadoğu’nun bir coğrafi bölge olarak ortaya çıkışı Avrupa’nın bir güç merkezi haline gelmesi ve Osmanlı’nın hakimiyeti altındaki toprakları kaybetmeye başlaması ile eşzamanlı gelişmiştir. Dünyaya kardeşlik, eşitlik ve özgürlük müjdeleyen Fransız devriminden dokuz sene sonra Napolyon’un liderliğinde Fransızlar, Mısır’ı 1798 yılında gelen işgal hareketi ile kontrol altına almaya çalıştılar. Bu şekilde Napolyon Britanya’nın sömürgelerine giden Doğu Akdeniz yolunu kesmeyi planlıyordu. 20 Gençlik yıllarında Şarkiyatçılık okumaları yapan Napolyon, işgalini geniş bir araştırmacı-bilim adamı eşliğinde yapmış ve ardından demografiden, coğrafyaya, zoolojiden botaniğe, siyasetten tarihe, dinden arkeolojiye bir çok açıdan kapsamlı bir araştırmanın ürünü olarak Description D’Egypte’i bırakmıştır.Bu şekilde Şarkiyatçılık ünlü İngiliz siyasetçi Benjamin Disraili’nin söylemiyle tam anlamıyla bir meslek haline gelecektir. Diğer taraftan konunun başlangıcını daha gerilere götürerek, Haçlı Seferleri ile ‘Batı’nın – ‘Doğu’ ile özellikle İslam coğrafyası ile bin yıl önce tanıştığını söyleyebiliriz. Bu şekilde Doğu’yu ve son olarak Ortadoğu’yu sürekli yeniden üretmeye başladığını söylememiz de mümkün. Edward Said’in önemli eseri Şarkiyatçılık’ta değindiği, Avrupa’nın öncelikle özel bir ilgi ve heyecan ile ‘Doğu’yu tanımaya çalıştığını, ondaki cevhere sahip olmayı arzuladığını daha sonrasında ise ona egemen olup, onu geri kalmış ve yönetilmeye mecbur, kendini temsil edemeyen bir durumda olduğunu kanıtlamaya çalıştığı savı, bir söylem olarak Ortadoğu’nun arka planında yatan temel fikri anlamamız için önemlidir. ‘Batı’ bu şekilde kendi zıddını sürekli yeniden yaratarak kendi varlığını kanıtlamaya çalışacak ve onun karşısında kendi özelliklerini netleştirecektir. Günümüzde bu durum batılı değerler olarak sunulan, insan hakları, serbest piyasa ekonomisi, demokratik yönetim sistemi, kadın erkek eşitliği gibi manevi değerler yanında kendi hegemonyasını da tescilleyen teknolojik ve askeri üstünlüğü, bilimsel faaliyetlerdeki öncülüğü gibi sıralanabilecek maddi gücünü de ifade etmek için kullanılmaktadır. Ortadoğu Kavramının Kökeni Ortadoğu tıpkı Şark, Yakındoğu ya da daha önce bölge için kullanılan Levant gibi batılı bir kavramdır. Kavramın öncülü Fransızların Osmanlı Devleti’nin toprakları için kullandığı “Yakın Doğu” tabiridir. Bu kavram 20. yüzyıl başlarına kadar sık sık kullanılmıştır. Daha sonrasında ise İngiltere’nin 19. yüzyıldan itibaren Hindistan ve Çin’in zenginliklerine yayılması da “Uzak Doğu” kavramının kullanılmasına neden olmuştur. Bu iki kavramın yerleşmesi ilerleyen zamanlarda özellikle kara elmas petrolün de keşfiyle birlikte, şu anda Geleneksel Ortadoğu olarak bilinen, Doğu Akdeniz, Mezopotamya ve Hicaz’ı kapsayan bölgeye İngilizlerin öncülüğünde adım bilgi fikir Ortadoğu denmeye başlanmıştır. Her ne kadar bazı kaynaklar Ortadoğu kavramının ilk olarak İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiltere tarafından Mısır’daki askeri birliklerin Ortadoğu Komutanlığı olarak adlandırılmasıyla kullanılmaya başladığını aktarsa da, günümüzde bunun doğru olmadığı, kavramın tarihinin 20. yüzyılın başlarına kadar gittiği görülmektedir. Ortadoğu (Middle East) kelimesi ilk olarak Eylül 1902’de Londra’da yayınlanmakta olan National Review’da görülmüştür. Sedat Laçiner’in konuyla alakalı olarak “Ortadoğu diye bir yer var mı? Ortadoğu nasıl inşa edildi?” başlıklı yazısında kelimeyi ilk olarak kullanan kişinin Amerikalı bir deniz subayı ve öğretim üyesi olan Alfred Thayer Mahan (1840 – 1914) olduğunu belirtir. Britanya İmparatorluğu’da deniz gücü üzerine uzman olan Mahan, Pers (Basra) Körfezi ve Uluslararası İlişkiler başlıklı National Review’de yayınlanan makalesinde Hindistan ve Uzak Doğu’nun güvenliğini temin etmesi gereken Britanya’nın bu bölgelere giden yolu da güvenli tutması gerektiğinden bahseder, bunun da Basra Körfezi’nin güvenli olmasından geçtiğinin altını çizer. Rusların Hindistan’a ve Pasifik’e çok yaklaştıklarını belirten Mahan Basra Körfezini, Süveyş Kanalı’ndan sonra Hindistan’a geçişte en önemli atlama taşı görür. Mahan bu bakış açısıyla Basra Körfezi ve çevresini ‘Ortadoğu’ bölgesi olarak tanımlamaktadır. Mahan’ın bu makalesinde ortaya attığı Ortadoğu kavramı yoğun bir ilgi görmüş, makalesi önce The Times dergisinde yeniden basılmış ardından bu kavramı kullanarak da Iganitius Valentine Chirol’un(1852 – 1929) ‘Ortadoğu Sorunu’ adlı makalesi yayınlanmıştır. Chirol’un Ortadoğu tanımı, Mahan’a göre daha genişletilmiş sadece Basra Körfezi’ni değil, Hindistan’a giden hattaki tüm toprakları, Irak, Doğu Arabistan, Afganistan, Tibet ve Asya’nın diğer bölgelerini de kapsıyordu. Chirol ayrıca Anadolu ve Balkanlar’ı ‘Yakın Doğu’ (Near East) olarak tanımlamıştı. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte başta İngiltere ve Fransa olmak üzere bölge üzerindeki hedeflerini hayata geçirmek üzere daha sonra da detaylı değineceğimiz masa başında çizilmiş haritalarla manda rejimi altındaki ülkelerinin sınırları belirlenecek, bu kapsamda yeni Irak ve Ürdün gibi suni devletler meydana getirilecektir. Yine İngiltere önderliğinde Kudüs merkezli bir Yahudi Devleti kurma projesi kapsamında Filistin topraklarına Yahudiler 20. yüzyılın başında planlı bir şekilde göç ettirilecek ve günümüzde bölgedeki en çetrefilli sorunlarından birinin meydana gelmesine öncülük edilecektir. Tam olarak ‘modern’ tabir edilen Ortadoğu’ya ulaşabilmemiz büyük ölçüde Soğuk Savaş döneminde özellikle Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin ekonomik çıkarları doğrultusunda ve Sovyetler Birliği’ne karşı çevreleme politikası kapsamında olacaktır. Bu süreçte Ortadoğu kavramı başta Anglo-Saksonlar tarafından olmak üzere hem kurumsallaşacak hem de bölgeyi tanımlamak için kullanılan akademik bir kavram olarak da popülerleşecektir. İşin ilginç ve ironik tarafı Araplar tarafından da bu kavramın kabullenilmesidir. Batıdaki üniversitelerin önemli bir kısmında Middle East veya Near East Center adında araştırma merkezleri faaliyet yürütmektedir. Bölgesel uzmanlaşmanın artış gösterdiği İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu merkezlerde bölge ülkeleriyle ilgili sosyal, siyasal, ekonomik, tarihi, kültürel, stratejik, coğrafi ve daha birçok konuda incelemeler yapılmaktadır. Bu araştırma merkezlerinde inceleme kapsamına alınan ülkelerin farklılık göstermesi dikkat çekmektedir. Mesela kimisi Sudan, Libya gibi Kuzey Afrika ülkelerini ya da Azerbaycan, Kafkasya gibi eski Sovyet ülkeleri Ortadoğu ismi altından tanımlamaktadır. Özet olarak tüm yaşanan bu süreçte ve yürütülen bu faaliyetlerde Ortadoğu olarak adlandırılan coğrafya, İslam dini ile sembolize edilen geri kalmışlık, cehalet, terör, fundamentalizm, otoriter rejimler, kendi kendini idare edemeyiş, savaş ve dış müdahaleler, etnik ve dini-mezhepsel gibi baş edilmesi zor sorunlar ile beraber anılmak mecburiyetinde kalmıştır. Beş Deniz Bölgesi ve Batı Asya Ortadoğu’nun bir bölge olarak ve kavramsal olarak nasıl oluşturulduğuna yukarıda kısaca bahsetmeye çalıştık. Özellikle Ortadoğu tanımının literatüre nasıl girdiğine bölge üzerinde yapılan çoğu çalışmada yer verilmiştir. Tanımın ne kadar muallakta olduğu ve batı merkezli bir anlayışı ifade ettiği de bu tarzdaki çalışmalarda ifade edilse dahi yerine farklı öneri getirme yönünde bir adım atılmamıştır. Bu kapsamda bu çalışmada bölgenin nasıl daha sağlıklı tanımlanması gerektiği sorusu üzerine durulmuştur. Bu konuda Prof. Dr. Oral Sander’in Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü kitabının girişinde Ortadoğu yerine yaptığı şu önerinin üzerinde durulması gerektiğini düşünüyo- adım bilgi fikir 21 rum: “Göçebe Türklerin Müslüman dünya ile temasa geçtikleri yerlere “Ortadoğu” bölgesi denmesi hem bizim ve hem de bölgenin öteki devletleri açısından bir takım sorular ortaya çıkarmaktadır. “Ortadoğu” terimi çok yakın zamanlarda özellikle askeri nitelikli kullanılmaya başlamıştır. Bu terim bölgenin ulusal sınırlarının, özellikle Avrupalılar tarafından belirlenmesinde yararlı sayılabilirse de, tarihi bakımdan önem taşıyan kültürel ve coğrafi bölüntülere ters düşmekte, çeşitli karışıklıklara yol açarak, bölge devletlerinin kimilerinde yine Batılı bir kavramla “kimlik bunalımı” yaratmaktadır. .. Bu karışıklığı fark eden kimi bilim adamları yeni terimler arayıp bulmuşlarsa da, bu güne kadar hiç biri “Ortadoğu” kadar tutunamamıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: “Beş Deniz Bölgesi”, “Doğu Akdeniz”, “Merkezi Bölge”, vs. Bunların ve sayılamayan başkalarının tartışılabilecek yönleri varsa da aralarında “Beş Deniz Bölgesi” ilgi çekici ve belki de “romantik” bulunulabilir. Yörenin ortasındaki yaylayı ve çöl alanlarını saatin ters yönünde çeviren beş deniz, Hazar Denizi, Karadeniz, Akdeniz, Kızıldeniz ve Basra Denizi olsa gerek. Yeryüzünün ilk uygarlıklarının doğduğu Mezopotamya ve Anadolu Bölgelerini kucaklayıp kuşatan bu denizlerin sınırladığı alan, tarihin eski dönemlerinde olduğu gibi bugün de dünyanın en stratejik bölgesini oluşturuyor.” Prof. Dr. Oral Sander Osmanlı siyasi tarihi okumalarında klasikleşmiş bu eserinden sonra Beş Deniz Havzası tartışması akademi camiasında canlanmış ve farklı anlamlar yüklenmeye başlanmıştır. Bu kapsamda literatürde ilk defa bir kitap ismi olarak kullanarak yerleşmesine katkı sağlayan Mustafa Aydın ve Çağrı Erhan tarafından derlenen Beş Deniz Havzasında Türkiye kitabı kavramın kapsamını şu şekilde genişletmiştir: “Beş Deniz Havzası tabirine benzer bir terminolojiyle ilk defa Prof. Dr. Oral Sander’in Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü, Osmanlı Diplomasi Tarihi Üzerine Bir Deneme başlıklı kitabında karşılaşmıştık. Prof. Sander, Osmanlı coğrafyasını anlatırken, Akdeniz, Kızıldeniz, Basra Körfezi, Hazar Denizi ve Karadeniz’le çevrili alanın en güzel biçimde “ Beş Deniz Yaylası” olarak tanımlanabileceğini yazmıştı. Benzer bir mantıktan hareketle, “ Beş Deniz Havzası” tabirini Türkiye’nin yakın çevresini ifade etmek için mükemmel bir anlam taşıdığını fark ettik. Öyle ya, derslerimizde sıklıkla söylediğimiz gibi, Türkiye ne tek başına bir Avrupa ülkesiydi; ne de sıradan bir Akdeniz ülkesi olarak algılanabilirdi. Aynı anda Avrupalı, 22 Balkanlı, Karadenizli, Ortadoğulu Kafkasyalı olan kaç ülke var ki? ” Bu noktada Beş Deniz Bölgesi kavramını çalışmamızda Oral Sander’in kullandığı şeklinde dar anlamı ile özellikle Ortadoğu tanımının yerine ve alternatifi olarak kullanmaya çalışacağız. Ek olarak bölge ile ilgilenen araştırmacılar tarafından önerilen diğer bir tanım ise Batı Asya’dır. Bu kavram özellikle Asya ülkeleri ve başta Birleşmiş Milletler (BM) olmak üzere uluslararası kuruluşlar tarafından kullanılmaktadır. BM’nin “Ortadoğu” kavramını değil nesnel/objektif bir coğrafi tanımlama olan “Batı Asya” kavramını tercih etmesi resmi yayınlarına ve alt kuruluşlarındaki çalışmalarına da yansımıştır. Örneğin BM tarafından yayınlanan Demographic Yearbook’larda dünya devletleri objektif coğrafi bölgeler altında derlenmiş ve bu kapsamda Ortadoğu yerine Batı Asya (Western Asia) adı altında tasnif edilmiştir. Yine aynı şekilde BM’nin alt kuruluşu olan UNCTAD’ın istatistiklerini yayınlayan Handbook of Statistics 2000 (New York – Geneve 2000) isimli resmi yayında dünya ülkelerinin tasnifinde yine Batı Asya kavramı kullanılmaktadır. Bu şekilde tüm dünyada kavramın yerinin neresi olduğu objektif bir anlama ulaşmaktadır. Ancak bu tarzdaki çalışmalarda mesela Batı Asya kavramıyla hangi ülkelerin ifade edildiği değişiklik gösterebilmektedir. Yine BM’nin bölgeye yönelik önemli kuruluşlarından Social Comission for Western Asia-ESCWA (Batı Asya Ekonomik ve Sosyal Komisyonu) bu kavramı kullanmaktadır. Ancak aynı Ortadoğu kavramında olduğu gibi Batı Asya kavramının da hangi ülkeleri kapsadığı değişebilmektedir. Örneğin ESCWA’nın üyeleri, Bahreyn, Mısır, Irak, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Uman, Filistin, Katar, Suudi Arabistan, Suriye ve Yemen iken yukarıda sözünü ettiğimiz nüfus yıllıklarında Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan, Kıbrıs, Bahreyn, Irak, İran, İsrail, Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Uman, Filistin (Gazze Şeridi), Katar, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri ve Yemen Batı Asya kavramının içinde kullanılmıştır. Yine Handbook of Statistics 2000 yayınında Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan Orta Asya ülkeleri olarak tasnif edilmiştir. Yukarıda değindiğimiz bu muğlâklığına rağmen Ortadoğu’nun kültürel ve sübjektifliğine karşı Batı Asya coğrafi ve objektif bir mana ifade etmektedir. Bu kapsamda çalışmamızda Beş Deniz Bölgesi yanında Batı Asya kavramı da kullanılmıştır.(Devamı Gelecek) adım bilgi fikir Bir aşk vakitsiz gelen, Deniz kenarında bir uçurum misali, Bir yanda tüm hırçınlığıyla bedenime vuran dalgalar, Diğer yanda ruhumu okşarcasına esen rüzgar. Bir yanda sonsuz maviliklere açılan hayaller. Diğer yanda bir kuş çırpınan, kalbi dudağında. Hep bir belirsizlik, hep bir çaresizlik Ve umuttan yoksun bir kalp… Mehmet Ali Meçu Ayak sesleri duyuyorum Belli belirsiz. Islak bir zeminde parmak ucunda yürüyen. Bir ses duyuyorum Çoğu zaman ürkek Kimi zaman yürekli... Gidişin geliyor aklıma Yavrusunu kaybeden bir annenin feryadı gibi Gidişin geliyor aklıma Köşe başlarında yiten gençliğimin avareliği gibi Parmak uçlarına gizlenmiş umut geliyor Bir ses geliyor aklıma Çoğu zaman ürkek Kimi zaman yürekli. Ayak sesleri duyuyorum Sen gidiyorsun... Mihriban Sarı Kaynaklar: 1 Mehmet Bedri Gültekin, Batı Asya Birliği, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014 2 Koray Çalışkan, Ortadoğu Siyaseti ve Toplumlarını Anlama Yolları, İstanbul Üni. SBF Dergisi, Cilt:39, Ekim 2005, 3 Edward Said, Şarkiyatçılık, Metis Yayınları, İstanbul, 2003 4 Serdar Sakin, Can Deveci, Ortadoğu Kavramı ve Sınırları Üzerine Bir Değerlendirme, History Studies: ABD ve Büyük Ortadoğu İlişkileri Özel Sayısı, İstanbul, 2011 5 Sedat Laçiner, Ortadoğu diye bir yer var mı? Ortadoğu nasıl icat edildi?, İnternethaber.com, 25.07.2014 6 Oral Sander, Anka’nın Yükselişi ve Düşüşü: Osmanlı Diplomasi Tarihi üzerine bir deneme,Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları:563, Ankara, 1987 7 Mustafa Aydın ve Çağrı Erhan, Beş Deniz Havzasında Türkiye, Siyasal Kitapevi, 2006 8 Davut Dursun, Ortadoğu’nun Ekonomik, Sosyal ve Siyasi yapı özellikleri üzerine genel tespitler, Sosyal Siyaset Konferansları Dergisi, Sayı:50, 2005 adım bilgi fikir 23 İhsan Eliaçık ile Söyleşi: Siyasi Gündem İlahiyatçı, Yazar ve Aktivist İhsan Eliaçık ile arkadaşlarımızın Ocak ayında yaptığı söyleşiyi iki bölüm halinde sizlere sunuyoruz. Bu sayıda daha çok siyasi gündem ile ilgili Sayın Eliaçık’ın yorumlarına yer vereceğiz. Bir sonraki sayıda ise Hoca’nın dini sorulara verdiği cevaplar yer alacak. 1 Kasım seçimleri sonrası Türkiye’de ki gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle 7 Haziran’dan sonra sistematik bir şekilde HDP’ye ve Kürtlere yönelik çeşitli saldırılar oldu. Bu saldırlar organize mi oldu yoksa spontane mi gelişti? Güvenlik güçleri bu olaya neden müdahale etmedi? Devlet bu olaylara göz mü yumdu? Denildiği gibi bir terörle mücadele mi söz konusu yoksa Kürtleri bastırmaya, yıldırmaya yönelik politikalar mıydı bunlar? Cumhuriyet ilan edildiğinden bu yana tek parti dönemi hariç dört yılda bir seçim oluyor. Buna iyi kötü seçim diyebiliriz. Hükümet iktidardan düştü, mecliste çoğunluğu kaybetti, yüzde kırklara doğru geriledi. Ondan sonra 1 Kasım da yapılanı ben seçim olarak görmüyorum. Bir operasyondur. Hem de sadece AKP’nin yaptığı bir operasyon değil. AKP’nin eski derin devlet güçleriyle birleşip anlaşıp hep beraber gerçekleştirdikleri hem genelkurmay hem MİT hem de sarayın işbirliğiyle aralarındaki anlaşmayla işte istediğimizi yap biz sana karışmayacağız, devletin klasik reflekslerine dön diyerek beraber gerçekleştirdikleri bir operasyon. Ve hepsini bunlar yapmıştır. Ne kadar cinayet, katliam varsa ve halende devam eden bu süreçte ne kadar karışıklık varsa. Şimdi klasik Türk devleti şuna karar verdi. Suriye’nin Rojava bölge- 24 sinde kantonlar kuruldu. PKK PYD orda güçlendi. Bu adamlar ciddi ciddi Kürdistan’ı kurmaya doğru yöneliyorlar. Nusaybin’i, Cizre’yi, Silopi’yi Ceylanpınar’ı falan da bu kantonlara dahil edecekler. Sonra oraları birleştirip orada Kuzey Kürdistan Cumhuriyeti gibi bir şey kuracaklar. Diye karar verdiler buna inandılar. Dolayısıyla bunun gücünü kırmamız lazım dediler. Buna seçimlerde önce karar verdiler. Çözüm masasını devirdik dedi mesela. Ergenekonculardan Erdoğan’a sürekli tazyik geliyor. “Sen ne yapıyorsun adamlar kanton kurdu sıra buralara geliyor. Yakında bizim o sınırdaki ilçeleri de kanton ilan edecekler. Sonra buraları birleştirip TC’yi buraya sokmayacaklar. Buna önlem almamız lazım. Ve bu süreci sona erdirmemiz lazım. Giderek bunların işine yarıyor bu. Ne yapmamız lazım zorla bastırmamız öldürmemiz lazım bunları. Askeri kuvvet dışında bunları durduramayız.” diye karar verdi devlet. Ve şu an o kararı uyguluyor. Sonra baktılar ki seçimlerde de barış süreci işlerine yaramıyor yani. Hem orda kantonlar ilan ediliyor hem de burada barajı geçip yüzde 13 oy alıyor. Hem böyle demokratik yoldan hem de kantonlar yoluyla gidiyor yani. Adım adım Kürdistan geliyor diye endişeye kapıldılar. Ve bir devlet refleksiyle hareket edip savaş konseptine geçtiler. Ve halende hiç durmadan devam ediyor. Ne yapacak, işte güya oradakileri ezecek yok edecek. adım bilgi fikir ciddiye alıyorum. Öbürü bir operasyondur. Operasyon Halbuki aslında kiminle savaştıklarını da bilmiyorlar. yapılmıştır, planlanmıştır, programlanmıştır. KatliamDağlar da savaş olmuyor. Aslında PKK’nın dağ kadrosu işin içinde değil. Şimdi burada savaşan gençler hem orda lar yönlendirilmiştir. Hala o katliamları yapanların kim oldukları bulunamamıştır. Nasıl bulunamıyor? Yani eylem yapıyorlar hem de yaptıkları eylemi selfie yapıp adam TNTyi bağlayıp kendini havaya uçurup insanları sosyal medyada yayınlıyorlar. Yeni bir gençlik var yani öldürüyor. Nerden alıyor, çarşıdan mı alıyor TNTyi ? burada. Böyle 17-21 yaş arası falanlar çok gençler yani. Bunu yönlendirenler kim? Öyle bombayı bulmak kolay Bunlar öfkeliler herkese kızıyorlar. Devlete kızıyorlar değil ki. Üstelik bu kendini havaya uçuranlar aylarca bizi kandırdın diye. Hatta HDP ye PKK’ya falan da emniyet tarafından takip edilmiş, kayıtları ortaya çıktı. kızıyorlar. Mesela HDPlilere şöyle kızıyorlar işte beleAylarca takip edilmiş. Kim oldukları biliniyor. Yöndiyelerde falan lüks hayat sürüyorsunuz biz burada savaşıyoruz. Böyle grandtuvaled, makam arabaları falan lendirilmiş yani. Böyle bir şey yapmaları istenmiş. Yönlendirilmiş. Talimat verilmese bile yönlendirilir. bunlara bozuluyorlar. Hatta orda devlete karşı zafer kazansalar sıra onlara gelecek. Tamamen dipten gelen yeni Bazen örgütler böyle kullanılır. Talimat vermezsin ama yapacağı eyleme göz yumarsın. Çünkü o eylem senin Kürt gençliği dalgası var. Herkese öfkeliler herkes bizi işine geliyordur. İşte Suruç’taki, Ankara’daki hala bukandırdı diyorlar. Ve liderleri falanda yok. Dağdakilerde lunamadı. Doğru dürüst bir soruşturma, bir arpa boyu söz geçiremiyor bunlara. Bence bunu tanımaları ve görmeleri lazım. Devletin girdiği yol bence tamamen yanlış. mesafe alındığı yok. Hepsi yukarıda planlanıyor çünkü. Yönlendiriliyor, bir kaos ortamı yaratılması lazım. Devletin şöyle hareket etmesi lazım: Kürtlerle beraber Yapılacak operasyonlar için önce bahane olması lazım. olacağız tamam kanton kursunlar ne olur ki yani? Durduk yere barış süreci bozulmaz ki. Adama Zaten Türkiye’nin her yerinin kanton olması derler “niye bozdun kardeşim, ne oluyor?”. gerekiyordu 1921 anayasasına göre. Bahane lazım. İşte bomba patlattılar, şunu Mustafa kemal özerklik sözü vermişöldürdüler, bunu öldürdüler, saldırıyorti. Ama bütün Türkiye için özerklik Yeni bir gençlik var. lar, gece gündüz asker öldürüyorlar. O sözü vermişti. 1921 anayasasında 17-21 yaş arası.. zaman benimde oraya müdahale etmem “muhtariyet” kavramı geçiyor. lazım, tanklarla falan girmem lazım İller ilçeler özerk olacaktır. Ama Herkese kızıyorlar, oraya. Bunu bahanesi için önden proLozan’dan sonra bundan vazgeçtiler. çok öfkeliler. vakatif eylem yaparlar. Kendi adamlarını Aynı şimdiki gibi dış güçler kullanır kendilerine bile öldürtebilirler. Memleketi bizi bölerler aman aman sonra olsun. karıştıranlar Ankara’da. Eğer ülke bölünecekse İleride bir tarihte olur diyerek erteleonu da onlar bölecek. Çünkü bir memleketi bölmek diler. O ilerideki tarihinde bir türlü geldiği için ancak bu kadar büyük şeyler yapılabilir. Adamların yok. Zaten özyönetim istiyorlar. Senin ileri bir tarihte mezarlarını bombalıyor. Yahu mezarlıklar bombalanır mı olur dediğin şeyi istiyorlar yani. kardeşim? Hadi adamı öldürdün anladık. Terörist dedin Bu durum Ankara’nın ipleri elinde tutmak için ileri gözünü oydun. Sokakta süründürdün, arabanın arkasısürdüğü bir bahane olduğu anlaşılıyor, ileride geleceği na bağladın, çırılçıplak kasabanın Varto’nun ortasına falanda yok yani. Niye ayrılıp gitsinler ki? Kaymakaattın. Hadi anladık tamam. Dedin bunlar terörist, bunmları, valileri halk seçsin. Eğitim, sağlık, ulaşım vs. lara layıktır. O da benim askerimi öldürdü. Hadi buraya bütün işleri bu yerinde hallolsun. Milli Eğitim Bakankadar anladık. Adamı götürmüşler mezara gömmüşler. lığı gibi bir şey olmasın, adam kendi eğitimini kendi Mezarı niye bombalıyorsun ya? Bunun anlaşılabilir bir anadilinde yapsın. Ama ülke genelindeki meselelerde tarafı yok. Savaş suçu bu. Mezarlıkları bombalamak üniter yapı içinde yer alsın. Hem yerel sancağı hem de savaş suçu, Cenevre Sözleşmesi’ne göre. Hatta kendisine genel bayrağı olsun. Sadece Kürtler için söylemiyorum gerilla diyen birisini öldürüp, onu çırılçıplak Varto’nun bunu. İzmir, Kocaeli, Edirne İstanbul vs. aynısı olsun. Mesela İzmir in bir arması olacak, bir de bayrağı olacak. ortasına atmak; gelenin geçenin göreceği yere… Bunlar savaş suçudur. Gerilla dahi olsa böyle yapamazsın. Şimdi böyle söyleyince o zaman bizi bölerler diyorlar. Sen dersen Silopi özerk bir kasabadır İngilizler çat böler Gerilla kimdir? Gerilla kuvvetlerine karşı nasıl savaşılır? Bunların hepsini açıklamışlar, yasaya bağlamışlar. kendine ayırır. Sanki ağaçtan armut koparıyor. Öyle şey Normal bir hukuk işlese bunların hepsi yargılanır. Orolur mu, muhtariyetin kendine özgü bir yasası hukuku tada hükümet mükümet hiçbir şey kalmaz. Komşu olacak. Yani Ankaradakilerin zannettiği gibi değil olay. ülkelere muhalif güçlere silah göndermek uluslararası Şu halde 7 Haziran seçimleri bir seçimdir. Ben onu adım bilgi fikir 25 liderisin hem de kendini halife olarak görüyorsun. Eğer böyle bir anayasa değişikliği olacaksa ya savaş yoluyla olacak ya da uzlaştıracaksın. Ülke de bütün kesimlere seslenip buyurun anayasayı değiştirelim diyeceksin. Sizin dediğiniz de olsun diyeceksin. Herkesin mutmain olduğu bir metin oluşturacaksın. Böyle yaparsan Türkiye’nin anayasal temel sistemini değiştirebilirsin. Mesela bütün partileri NATO’dan çıkmaya ve Suriye, Irak, Azerbaycan vs ile bir bölge NATO su yapmaya ikna et. Tek başına olmaz ikna etmen lazım. Ya ikna edeceksin ya da bir kargaşa ortamında diktatörce bunu yapacaksın. Ki ikinci durumda zor gelir milletler tarihinde. O zaman ikna edeceksin. O da olmadığına göre gerçekçi davranıp böyle şeylere girmeyeceksin. Girdiğin zaman da işte böyle olur. Hocam ülkedeki siyasi ortamı değerlendirirken kendinizi tanımladığınız herhangi bir ideolojik akım söz konusu mu? Türkiye’de İslamcılık akımı ne durumda? savaş suçudur. Pisliğin içine battılar ve bunu bildikleri için savaştan başka çıkar yolu yok. Öyle düşünüyorlar. Yani Tayyip Erdoğan’ın artık emekli olup normal bir hayat sürmesi mümkün değil. İşte Kenan Evren darbeci bile gitti resim yaptı, darbe yaptıktan sonra. Ama bu mümkün değil. Çünkü bir sürü kişi diş biliyor. Korkunç işler yaptı. Daha ortaya çıkmayan neler var neler neler… Bundan sonra normal bir hayat süremez. O zaman ben bunları ya öldürürüm ya öldürürüm diyor yani. Askeri kuvvetler, baskı, zorbalık, katliam bunları kendine yol olarak görüyor ve çok kötü bir yola girdi, bunun sonunu iyi görmüyorum. Türkiye-İsrail ilişkileri ve Türkiye’nin küresel emperyalist güçlerle ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Böyle bir ilişki var mı yoksa iddia edildiği gibi Türkiye ümmetin lideri mi? Türkiye bir NATO ülkesi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan gelen politikaları var. Birinci Dünya Savaşı sonrasında masaya oturularak Osmanlı İmparatorluğu yenilince onun sonrasında kurulmuş bir devlettir ve Lozan’da diğer yerlerde verilmiş sözler vardır ve halen geçerlidir. Şimdi kalkıp da seçimle iş başına gelmiş bir iktidarın bunları değiştirmesi mümkün değil. Türkiye’yi NATO’dan çıkarması mümkün değil. Lozan Antlaşmasını değiştirmesi bozması mümkün değil. Dolayısıyla bu hükümet Türkiye’nin ana politikalarını değiştiremez, buna izin vermezler. Onun güdümünde hareket ediyor. Nitekim 26 son birkaç olay bunu gösterdi. Mesela Rus uçağı düştü Rusya Federasyonu tepki gösterince yanlış anlaşıldık falan denilmeye başlandı. Irak’a asker gönderdiler eğitim amaçlı diye Iraklılar tepki gösterdi “çekin askerlerinizi” dedi. Oradan asla asker çekilmeyecek dedi. Sonra Obama devreye girdi. Şimdi sessiz sedasız hepsini çekiyorlar. Yani şöyle bir durum var. Muhtarlar toplantısında falan esiyor, yağıyor, gürlüyor ondan sonra telefon açıp “tamam tamam dediğinizi yapacağız” diyor. Ben bunu şöyle açıkladım, o yüzden mahkemeliğim de zaten. Kurtlarla saldırır, kuzularla meleşirler. Yani onlarla beraber olurlar saldırırlar ama kuzuların tarafında biz sizdeniz de, direneceğiz de, ümmet bilmem ne falan… Böyle tamamen oynak bir politikadır. Ne yaptığı belli değil. İçinde bir niyet taşıyor. İslam dünyasının liderliği falan. Ama sen onu yapacak bir yapısal güce sahip değilsin. Hem bir defa siyasi partisin. Kurucu devrim lideri falan değilsin. Hem de Türkiye Cumhuriyetinin ana politikalarını sen belirlememişsin. NATO ülkesisin, batıya bağımlısın, İsrail’le anlaşma imzalamak zorundasın, Amerika’nın dediğini tutmak zorundasın. Şimdi sen bunlara rağmen yani oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü derler bizim orda. Osmanlı hülyaları falan görüyorsun. Sonra da bu duvara toslayınca da rezil oluyorsun, kendini küçük düşürüyorsun. İçlerinde bir Osmanlıcılık sevdaları var. Ama buna ne Türkiye Cumhuriyeti’nin politikaları ne de bir siyasi partinin yapısı müsait. Bunu değiştirebilecek bir güce sahip değil siyasi partiler. Anayasa da siyasi partilere böyle bir rol verilmemiş. Sen de bunu zorluyorsun. Hem siyasi parti adım bilgi fikir Ben İslamcılık akımının içinden gelen birisiyim. Hem 1980 de hem 28 Şubat da mahkemelerde İslamcılık meselelerinden dolayı yargılandım. 1980 de Milli Selamet Partisi Erbakan ve arkadaşları vardı. Biz de Akıncılar ve Akıncı gençler yani onun gençlik teşkilatı içindeydik. Türkiye de Milli Görüş siyasal İslamcılığının ana damarı zaten burasıdır. 28 Şubat’ta da sokaklarda gösteriler yaptık, başörtülüleri savunduk. İmam Hatipleri, kuran kurslarını savunduk. Bunlar üzerinde dönemin hükümeti tarafından irtica adı altında yapılan baskılara karşı çıktık. Şimdi geldiğimiz nokta itibariyle diğer İslamcı grupların birçoğu hükümete ram olduğu için oradan bir beklentisi olduğu için gelişemediler. Fikirsel gelişimlerini orada durdurdular. Çünkü bir katı cemaat yapısı onu aşamama, devlete ram olma, devlet muhafazakarlığına dönüşme İslamcı zihnin de mani olur. Biz buralardan uzak durduğumuz için zihinsel gelişimimiz daha özgürce devam etti. Dolayısıyla onlar geride kaldı bana göre. Şimdi mevcut ideolojik gruplara baktığımız zaman ben tam olarak hiçbirinde kendimi göremiyorum. İslamcı kökten gelmişiz, sol ve sosyalist gruplara biraz daha yakın bir söyleme ulaşmışız ama tam böyle solcu sosyalist falan da olamıyoruz. Onların içlerine tam olarak giremiyoruz. Niye? Çünkü din meselesi var. Yani şu dini bir kenara bırak olmaz bu işler filan gibi oluyor. İslamcıların içinde de yer alamıyoruz. O zaman da sen solcu mu oldun falan diyorlar. İkisinin arasında bir yerdeyiz. Bence doğal olanda burası. Mesela bizim gençlik yıllarımızda beraber olduğumuz Metin Yüksel vardı. Duvarlara ilk defa “AZADİ” “ÖZGÜRLÜK” “ SINIF- SIZ SINIRSIZ İSLAM TOPLUMUNA DOĞRU” diye sloganlar yazardı. Kürtçe sloganlar yazardı. Metin Yüksel yaşasaydı gelmesi gereken yer tam benim geldiğim yer olurdu. Ben onun tipik devamıyım. Biz şu an neredeysek o da orada olacaktı. Zamanında yeşil komünist diye itham edilen bir adam bugün nerde olur diye sorulduğu zaman bellidir yani. Bizim olduğumuz yerdir. Ve normal İslamcı hareketlerinde gelmesi gereken yer burasıdır. Sınıf bilincine kavuşmalarıdır. Toplumun daha yoksul daha ezilen kesimlerine taraf olmalarıdır. Dini ezilenlerin diliyle yeniden yorumlamaktır. Devlet muhafazakarlığından uzak durmaktır. İktidarlara muhalif pozisyonda olmaktır. Bizim geldiğimiz yer de şu an da bu. Biz bunları söylüyoruz, çeşitli eylemler de bulunduk, 1 Mayıs’ta sokağa çıktık, Gezi’ye katıldık. Şimdi buna işte son zamanlarda Antikapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar diye bir sürü isim taktılar. Çeşitli şekillerde ifade ediliyor. Ve şu anda dağınık vaziyettedir. Ben sıkı bir örgütlenme içerisine girilmesinden yana değilim şu anda. Yani bir fikir yayılması olmalı. Bu fikir yayıldıktan sonra örgütlenmek isteyenler kendi kendilerine örgütlenecektir zaten. Kendiliğinden. Öyle herkesi zorla örgütlemenin bir manası yok. Öyle yapmaya çalıştığın zaman da olmuyor zaten. İnsanlar “tamam ben bu düşüncedeyim, Müslümanım, devrimciyim, antikapitalistim. Öyle de yaşıyorum. İhtiyacımdan fazlasını veriyorum. Ama beni herhangi bir örgüte şuraya buraya çağırma” diyor. Çoğu insan söylüyor bunu bana. Çünkü o başka bir hikaye. Onu kim yapacaksa yapacak. Daha olgun, daha derviş ruhlu, daha egolarını yenmiş insanlar gelecektir. Onlar bu işi götürecektir. Biz zemin hazırlıyoruz şu an da. Bizim savunduğumuz fikrin şöyle bir konumu da var. Hem çok güçlü olduğu hem de çok zayıf olduğu bir yerde. Çok güçlü olduğu yer her kesimden sempati var, insanlar kendilerinden bir şeyler bulabiliyor. Din budur, böyle olmalıdır diyorlar. Ama en zayıf olduğu yer de burası. Farklı kesimleri bir araya getirdiğin zaman ortadaki birleştirici unsuru kaldırdığın zaman birbirilerine giriyorlar. İş teferruata indiği zaman olmuyor. Bunun için kültürel bir süreç yaşanması lazım. Grupların birbirilerine kaynaşması lazım. Kelimelerin, kavramların birbirilerine alıştırılması lazım. İnsanların birbirilerini hoşgörü ile karşılaması lazım. Ortaklaşma ve kültürleşme sürecinin yaşanması lazım. Şu an da biz o süreci yaşıyoruz biraz. SÖYLEŞİ: Muhip Üzümcüoğlu, adım bilgi fikir Hadiye Yolcu 27 Koray Sarıoğlu, Ankara Üniversitesi, Tarih Öncesi Arkeolojisi koray.s@adimdergisi.org Size Bunları Vaatedilmiş Topraklardan Viagra Duyan Var Mı? “Belki de onlar yıldız değil de, sevip de kaybettiklerimizin cennetten dökülen sevgilerinin aktığı deliklerdir.” Bir Eskimo Atasözü Bir kitapla geldik çok şükür. Benim için yazmak, her zaman çok kaygılı bir süreç olmuştur. Yani senden kopan parçalarla beraber, her şeyin uzay boşluğunda karşı konulamaz bir güç tarafından ezilişi ve bir miktar da ağrı kesici takviyesi eşliğinde alınan darbeler gibi... Kayıplar, senden eksilen bir şeyler... Kayıplar acı verir. Acılar ise görevlerini tamamladıklarında birer sembole dönüşürler, belki de vücutlarımızda minik dövmelerini taşıdığımız. Yani o kelebek, aslında kelebek değil; koza benim ve tüm yaşadıklarımızla birlikte size kelebeği gösterdik. Yazmak takım ruhu ister biraz da. Çoğu zaman yirmi sekiz yıllık bir tecrübeyi anlatırım, hatta şu anda okuduğunuz bu satırlarda dahi. Yani şu anda size, bunları yazarken kağıdın üzerine kahvemin döküldüğünden bahsetsem bile, bu olayın basit bir "kahve dökülmesi olayı" olmadığını idrak etmek durumundayız. Dünya artık küçük şirin bir kasaba, daha fazlası değil ve benim yirmi sekiz yıllık hayatım bu yazıyı okuduğunuzda kapı komşunuz oluyor. İlgi alanlarıma "merhaba" deyin mesela. Benim için ise hiç tanımadığım bir çocuğa böbreğini bağışlayan o adamla, kendi öz kızına şehvetle bakan o pezeveng aynı ölçüde bir karışım unsuru olmuştur. Okumak karar verme meselesidir lakin yazmak çok hassas bir denge gerektirir. Ve bu bağlamda -yani her şey zaten bu kadar zorkenbenimle söyleşi yapmak yerine benden kitabımla ilgili bir yazı isteyen sevgili arkadaşım Serkan Alpkaya' nın Allah bin türlü belasını versin. Şaka, şaka... Kitabımız "Deccal", "anti-kahraman" düsturu baz alınarak oluşturulmuş bir hiciv, bir kara mizah örneğidir. Konudan kısaca bahsedecek olursak, öyle çok da iştahınızı kabartacak şeyler söyleyemem. Bir tiyatro oyuncusu olan Atilla'nın babası tarafından cehenneme çevirilen hayatının hikayesini anlattım sizlere. Ve sürpriz sonları ve mutsuz sonları sevdiğim için bu şekilde kur- 28 guladım. Tabii ki böyle söyleyince bu kadar basit bir şey çıkarıp paranızı gasp ediyormuşum gibi göründüğünün farkındayım, "lakin ki öyle değildir." Bu kitabın sosyolojik bir inceleme olduğunu söyleyecek kadar küstahlaşmıyorum fakat içindeki referansların, sembollerin üzerinde düşünülmesi gerekilen şeyler olduğunu da söylüyorum. Kitabın içindeki karakterler derinlemesine incelendiğinde, (ben bunu burada yapmayacağım, en azından bunu yapmayayım sevgili Serkan) insanların kendilerine söyledikleri yalanların büyük bölümünün bu eserde ifşa edildiğini görürsünüz. fikir Dağlardan toplardı, Yiterdi gecenin rengi bilmeden, Böğürtleni, kirazı Tenine değen baş olsa. Yüreğinden koyar gibi, Saçlarını dolardı rüzgara, Elinden geleni koyardı Dağlar, ovalar serilirdi avuçlarımıza. ayaklarımıza. Bahar bilirdik geldiği ülkeyi. Neredeydik biz? Şimdi biz gitsek bulamayız. Masal ağacına benzerdi bedeni. Dilinde yalnız ağıt birikmiş Aşk dalına uzanırdı elleri, Bir halkın kızıydı o, Nereye büyür çiçekleri şimdi? Koynuna doladığı kekik Canı can idi, yar idi. kokusunu sunardı bize, O varken yer yok, Gecenin en güzel türküsünde. İçerdiği mesajı ise tamamen okuyucuya bırakıyorum zira adalet dağıtıcısı gibi görünmek istemem. Savaşımız; yayınevlerinin birer ticarethaneye dönüştüğü, editörlerin edebiyatı kendi tekelleri altında bir terör unsuruna dönüştürdüğü, ülkenin önde gelen yazarlarının "postmodern edebiyat" başlığı altında osurarak bile yazabileceğiniz şeyler yazıp, kazandıkları parayı gayri menkule yatırdığı, eleştirmenlerin sizin bütün acılarınızı kendi acılarına benzemediği için aşağıladığı bir ortamda, Beyaz Atlı Prens'in Pamuk Prenses'i öperek değil, sikerek uyandırdığını insanlara anlatmaktır. Ben Koray Sarıoğlu, nam-ı diğer Kuzgun.. Bundan sonra burada olacağım. Yani herhalde... Değil mi Serkan? adım bilgi Eskiden olsa, Zaman yok idi, Şimdi kime, hangi dilde söyleriz? Şimdi var. Adı vardı düş gibi, sesi gülüş gibi. Ölüm yok idi, Artık var... Şiir: İsmet Berkan Erdem, Ankara Üniversitesi, Tarih Öncesi Arkeoljisi adım bilgi fikir Fotoğraf: Savaş Sayın Ankara Üniversitesi Klasik Arkeoloji (Fotoğraf: Sivas İli, Şarkışla İlçesi, Ortaköy) 29 serkan.a@adimdergisi.org > Serkan Alpkaya, Ankara Üniversitesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi YALNIZLIK İPTİLADIR MÜPTELALARA > Yeni bir başlangıç arıyor yüreğim... Ama biliyorum her seferinde aynı hatalara gebe kalacak yaşamım. Bazen insan hayatında bir felakate ihtiyaç duyar ya, Tam olarak bulunduğum nokta: Felaketin eşiği. Sonunu bilmeden bir oyuna nasıl başlanır? Bu oyunun tadını bilmeden sonunu nasıl bilebiliriz? Ya tadı hoşumuza gitmezse, ya istemezsek bu oyunun içinde bulunmayı? (Hala bazı şeylere tahammül edememek, bunu en iyi insanoğlu bilir. Birbirinin üzerindeki hükümler, dayatmalar... Ve yine en çok yine insanı yakar.) İnsan olmanın dayanılmaz bir ağırlığı var mıdır? Ya da bir kuş olmanın rahatsızlığı? İnsandan başka hangi canlı kendi felaketini merak eder? İnsan dışında hangi canlı ölümü düşünür? Bir gün ölecek olmanın verdiği endişe, rahatlık, korku, sarılma isteği, sarılamama korkusu, bilme isteği, boşverme isteği, hayata tutunma ve tutunamama... Bunun korkusunu yaşamak veya yaşamamak, "asil kanımızda" mı mevcut? (Ölüm diye bir şey yoktur. Yani kelimenin gerçek anlamıyla ölüm diye bir şey olması gayet mantıksızdır. Doğum diye de bir şey olması mantıksız. Herhangi mantığı olmayan şeyleri yaşıyoruz. Mantığının olması da belki belli ölçüde mantıksızdır. Kimbilir?) İnsan yaşamı, başlayıp ve biten. Başı ve sonu olan. Bu başını ve sonunu da kendi söylediği şeyler olan. Takvimler, hesaplar, emeklilik, askerlik, ehliyet, çalışma, aile, çocuk ve kapital. Halbuki insan yaşamı başı ve sonu belli olmayan, aslında ne doğan ne de ölen bir canlı. İnsanlar doğmaz ve ölmezler. İnsanlar yaşarlar. Tıpkı bir kedi gibi, balık, aslan, yaprak, portakal gibi. Portakalın öldüğünü kim idda edebilir veya bir balığın öldüğünü? Kalıntıları, izleri bizim üzerimizdedir. Bizden gene toprağa, topraktan hayvanlara, hayvanlardan da tekrar ağaçlara... Enerji akışı. Başlangıçsız ve sonu olmayan bir yolculuk. Bir daire. "Sfr" kelimesi, Arapça "sonsuz" demekti. Sıfır dairedir. Dairelerde ilerleme yoktur. Dünya bir yere gitmez. Gezegenler, kainat hiçbir yere gitmez. Sonsuz bir durağanlık içindedir her şey. Bizim hareket olarak lanse ettiklerimizde bu durağanlığına yapılan birer katkıdır. (Elektrik faturası, evlilik, tırnak temizliği, müzik, ayaz, sınavlar, diller, yaşamın iptila şartlarıdır. Bundan kaynaklı, bireyin, bireyliğinden uzaklaşmaktadır.) "Birey" kelimesi, soyut bir kelimedir. "Yalnızlık" kelimesi, bu soyutluğun romatikleşmiş halidir. Kimse birey değildir, toplumsal olmadığı gibi. İnsanın iyiden iyiye dallanıp budaklanan yaşamında; kendi kendine uydurduğu topluma, bir haykırış, tekil ve bazen nicelikli bazen de nitelikli eylemi. Toplumdan kopma, uzaklaşma, kendinin kendine olan bağlılığı yani farkındalığın dile gelmesi, bir kavrama sığdırılmasıdır, "birey" kelimesinin anlamı. Bireyler yalnızdır. "Bireyin yalnızlığı" diye bir şey olması mümkün değildir. Her bir aslan aynı ülkü için yaşamaktadır. Her bir aslan bireyseldir ama hareketleri, yürüyüşleri, yemek yiyişleri, sevişmeleri, bir öncekinin aynısıdır. Her bir insan da aynı ülkü için yaşamaktadır. Tüm düşünceler, daha iyi bir yaşam mücadelesidir. Bireysel sorumlulukların diğer bireylere ifade edilişlerinde yaşanılan sıkıntılar sebebiyle, bazı bireyler kendilerini içlerinde bulunduğu guruhtan farklı hissetmesine; bireyin yalnızlığı safsatası eklenmiştir. Toplum denilen, yığın, dayatmalara alışmış -toplum zaten kelimenin gerçek anlamıyla alışkanlıktır- ve aynı ülküyü paylaştığını idda eden insanların arasında kalakalmış bir birey çaresizliği. Bunca okumalar, filmler, düşünceler, şiirler ve gözyaşları, bireyin alışılmış çaresizliğidir. İnsan. Kendi felaketini hazırladığı şeyle -toplumuğraşamamanın sıkıntısını kendi içinde çözmeye çalışır. Çözemedikçe, sıkıntı büyür, filizlenir, sanat olur. > 30 adım bilgi fikir Hava güneşi bile terletecek kadar sıcakken, Bulutlar gökyüzünde fokur fokur kaynıyordu. Ölü bedenlerin sıcaktan erimiş ruhları akıyordu kaldırımlarda, Ve bir genci bekareti soluyordu, Bir fahişenin terli kasıklarında. Zamanın bile kendinden usandığı vakitlerde, Sahtekar akrebin yalancı yelkovanı Çarpıtır saatleri, kandırır güneşi. Sıkı sıkıya kapatsam da kapıları ve perdeleri. Bir yolunu bulup sızar içeri Nemli gecenin ıslak karanlığı. Günlerden Ağustos Aylardan 20.45 Terk edilişlerle iğfal edilmiş sevdalar yalnızlığa gebeyken, Baştan bozuk verilmiş, çürük yeminlerin, yanlış edilmiş tövbeleri, Okyanusta boğulmuş suların sahillere vuran cesetleri, Birbirine uzak insanların yan yana duran kapıları, Bir türlü seviyor yaprağını kopartamayan divane aşıkların katlettiği papatya tarlaları, Tırtıllardan tiksinen kelebek sevicileri, Diri şairlerin ölü şiirleri, Aksak cümlelerin topal uyakları, Şaşı kalemlerden dökülen kekeme kelimeler, Dil zinası küfürler ve haram cümleler… Her yerde. Aşık suratlı nazımlar varken; Bu ne asık suratlı bir şiir oldu böyle? Neden kelimelerin hiçbiri gülmüyor söyle? İstisna kaideyi mi bozdu? Teşbihte hata mı oldu? Kalemim mikrop mu kaptı? Mürekkep mi kustu? Öyleyse cümlenin sağlığından duacıyım. Kelimelerine iyi baksınlar. Bu şiirkeşi de kafaya hiç takmasınlar. Aşık suratlı nazımlar dururken, Asık suratlı olmasınlar. Osman Erbasan adım bilgi fikir 31 Gülcan Yayla, Washington Üniversitesi, Sosyal Çalışmalar “Bir toplumu yeniden inşa etmenin önündeki en büyük engel, yıkılmış binalar ve yapılar değil, yıkılmış ilişkilerdir.” (Halpern ve Weinstein, 2004) Birbirinden faklı görüşlere, siyasi geçmişe, inançlara, gelir seviyesine, etnik gruba, ırka, cinsel eğilime, yaş grubuna sahip insanlardan oluşan gruplarda yaşıyoruz. Bu grupların içinde bazılarımız ayrıcalıklı kalırken bazılarımız dünden bugüne horlanmış, küçük görülmüş olabiliriz. Bazı kimliklerimiz bize ayrıcalık kazandırırken, bazı kimliklerimizi saklamak için kendimize bile yalanlar söylemiş olabiliriz. Belki yeteneğimizden, aklımızdan, çalışkanlığımızdan değil de sadece belli bir gruptan olduğumuz için elde etmişizdir gücümüzü; ki işte tam da buna ayrıcalıklı grup denir. Sen hangi gruptansın? Bu soruyu çok duyduk. O zaman yeni bir soru: Çevrende kaç tane senin kimliğinden olmayan arkadaşın var veya günde kaç kere senin kızdığın şeyleri savunan, senin değer verdiğin şeyleri belki hiç duymamış olan veya umursamayan, anlamakta güçlük çektiğin biriyle konuşuyorsun? Konuşmayı geçelim, senden farklı olanları hangi sıklıkla görüyorsun? Soruyu Türkiye coğrafyasına uygun basitleştirelim: Kaç tane senin oy verdiğin partiden farklı partiye oy vermiş, gönül 32 fikir UZLAŞI VE HOŞGÖRÜ KÜLTÜRÜ vermiş insanı tanıyorsun? Tanıyorsan da hangi sıklıkla onlarla konuşuyorsun? Bu soruya verdiğimiz yanıt Türkiye’nin bugünkü kutuplaşmasını ve kutupların hoşgörüsüzlüğünü anlamamıza yeter. Zengin-orta, gelirli-fakir, beyaz, yakalı-işçi, Türk-Kürt, Alevi-Sunni, dindar-dinci-seküler, eğitimli-ilkokul terk derken kendimizce gruplar oluşturduk ve eğer ayrıcalıklı olanlardaysak onlara sımsıkı sarılıp kaldık. Steril hayatlarımızda yaşayıp gidiyoruz ve her seçim sonucuna, her siyasi patlamaya şaşırıyoruz. Çünkü Türkiye’nin nabzını biz tutamıyoruz. Sanki “öbürleri” tüm ayrıcalıklarımızı alıp götürecek gibi paranayok bir düşüncenin içinde mutsuz ve suçlayıcıyız.Oysaki farklı grupların birbirine karşı hoşgörülü olabilmelerinin ilk koşulu bir araya gelmeleri, konuşmaya ve birbirlerini dinlemeye başlamaları. Biz bunu başarabilir miyiz? Bunun farklı yolları var. Türkiye’de yaşadığımız kutuplaşma konusunda yalnız değiliz. Güney Afrika, Hindistan, İsrail-Filistin, Amerika farklı gruplar arası etkileşimin artırılmaya çalışıldığı çeşitli projelere şahit oldular ve oluyorlar. Ama Makedonya’nın Tetovo Eğitimci Projesi, farklı etnik gruplar arası diyaloğun ve hoşgörünün artırılmasında başarılı bir model olarak anılıyor. Bu 3 yıllık proje sonradan Bosna-Hersek’te de 6 yıllık bir proje olarak uygulamaya alındı.Tetovo Eğitimci Projesi Makedonya da 2002’de Karuma Barış Merkezi öncülüğünde başladı. Tetovo Makedonya’nın 2001’de bağımsızlığını kazan- adım bilgi gulcan.y@adimdergisi.org masının ardından etnik gerilimin korkutucu seviyeye geldiği, hatta sivil savaşa doğru gitmeye başladığı bir şehirdi. Gerginlik ve şiddet, şehirdeki Makedon çoğunluk ve nüfusun %25’ini oluşturan ve eğitimsel, ekonomik ve politik fırsatlar konusunda ayrımcılığa uğradığını savunan Arvavut grup arasındaydı. Program şu prensiple başladı: Bir toplumu etkileme potansiyelinin en yüksek olduğu yer neresidir? Cevap okullardı. Tetovo’dan toplam 24 öğretmen seçildi: 12 Arnavut, 12 Makedon. Bu öğretmenler tam iki yıl boyunca çeşitli zamanlarda bir araya getirildi, uzlaşı metodları konusunda eğitildi ve birbirleriyle konuşmaları, birbirlerinin deneyimlerini dinlemeleri sağlandı. Örneğin bir Makedonyalı öğretmen Arnavut bir öğretmenin tıp bölümüne kota haksızlığından dolayı kabul edilmediğini veya Makedon polisi tarafından sürekli tehdit edildiğini birinci ağızdan dinleme fırsatını ilk kez buldu. Birlikte çatışmaların ana sebeplerini anlamaya çalıştılar ve hem okullarındaki hem de toplumlarındaki diğer bireylerin hoşgörü seviyesini artırmak için projeler tasarladılar. Bu projeler basına da sunuldu. Daha sonra bu öğretmenler kendi toplumlarındaki barış liderleri olarak seçildi. Öğretmenlerden daha iyi bir aday olabilir miydi bunu yapabilmek için? Çünkü onlar hem kendi öğrencileriyle hem de mahalleleriyle diyalog egzersizlerini yapabilecek en iyi adaylardı. Projenin katılımcısı olan öğretmenlerden biri şunları söyledi: “Başta birbirimizin gözlerine bile bakamıyorduk. Şimdi kardeş gibiyiz... Yaşamlarımızı farklılıklarımıza saygı duyarak birlikte inşa ediyoruz. Bu, insanlığın nadir bir hediyesi...”Tetovo projesinin oluşturulmasına yardımcı olan teorilerden biri, gruplar arası etnik-politik çatışmaları açıklamaya çalışan sosyal kubizm modeli. Bu model, bize gerilimlerin sebeplerine birbirinden ayrılamaz altı kategoride bakmamızı söyler: Tarih, din, demografik yapı, kurumsal ve kurumsal olmayan davranış, ekonomi ve psikokültürel faktörler. Bu altı yapı anlamak ve analiz etmek için yeterince karmaşık. Ama bize tüm gerilimin ve kutuplaşmanın bir günde başlamadığını hatırlatması açısından önemli. Dolayısıyla çözüm olarak da bir günlük, bir aylık, bir yıllık süreler tanımlarsak kendimizi kandırmış oluruz. Kapsamlı bir hoşgörü ve diyalog programı Makedonya’da 3 yıl aldı. Türkiye’de ne kadar sürer dersiniz? Yazımı mahalle örgütlenmesi çok güçlü olan bir siyasi parti temsilcisinin söylediği sözlerle bitirmek isterim: “Sen çayını şekerli içer misin? Ben istesem de şeker kullanmamın yolu yoktur. Neden dersen, her gün en az 10 evin kapısını çalıp dert dinlerim ve her evde en az bir çay ikram ederler.” Eğer fırsatınız olursa, siz de bilmediğiniz bir mahallede yürümekle, bir kapı çalmakla, tanımadığınız yüzlerle ve düşüncelerle karşılaşmakla başlayabilirsiniz hoşgörü yolculuğuna. Belki de bu, toplumun olmasa da sizin kendinizi yeniden inşa etmeye başlangıcınız olur. Kaynak: Craig Zelizer (2009) Building Peace: Practical Reflections from the Field kitabından bölüm: Paula Green and Olivia Stokes Dreier. Promoting Ethnic Tolerance and Cultural Inclusion in Macedonia: The Tetovo Educators Project. ... adım bilgi fikir 33 Meva Doğan, Anadolu Üniversitesi, İlahiyat meva.d@adimdergisi.org İslam’ın Birlik ve Beraberliğe Verdiği Önem BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM (Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile başlarım) İslam dini Tevhit dinidir. Tevhit de, Allah’ın birliği anlamıyla beraber birleştirmek, bütünleştirmek manalarını kapsamaktadır. Nasıl hakikatte ve alem de birlik ve bütünlük varsa, insan hayatının temelinde de birlik vardır. Bu birlik olmadan bir insan topluluğundan ve insanî bir yaşamdan bahsetmek mümkün değildir. İslam, huzur ve barışı bozucu tefrikalardan sakınarak, zora ve sindirmeye başvurmaksızın hoşgörülü bir ortamı hâkim kılmak, kenetlenme ve birleşmenin tek yoludur. Birlik ve beraberliğin önemini anlamak ve hayatımıza uygulamamız için Cenab-ı Allah (CC) Yüce Kitabımız olan Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayetle biz insanlara bildirmiştir. Nitekim dünya da canlılar olarak toplumsal hayat tarzı benimsenmiştir. Ve bilhassa insanlar 34 da fıtraten toplu halde yaşamaya uygundur. Kıymetli kardeşlerim Alemlerin Rabbi olan Allah (CC) bizleri Müslüman olarak yaratmış ve Müslümanlığımızın gereğinden dolayı birlik ve beraberlik içinde yaşamalarını emretmiş ve tefrikaya (ayrılığa) düşmememiz içinde bizleri uyarmıştır. “ Allah ve Resulüne itaat edin, birbirinizle (ihtilafa düşüp) çekişmeyin. Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider.’’(ENFAL SURESİ/ 46.AYET) İnsanlar ne zaman ki birlik beraberlik içerisinde olur, bir birlerine yardımlaşma ve dayanışma içerisinde olursa terakki (ilerleme)olur, ne zaman ki birbirlerinden ayrılır tefrikaya düşerseniz de bütün güçleri ve kuvvetleri birbirleriyle uğraşmayla gider kaybolur. Toplumları sağlıklı bir şekilde ayakta tutan faktörlerin başında birlik ve bütünlük yer alır. Tefrika adım bilgi fikir yani bölücülük hastalığına müptela olmak ise, toplumları temelden çökertmeye neden olur. Yüce Peygamberimiz bir hadisinde ‘’Mü’min cana yakındır.(İnsanlarla) yakınlık kurmayan ve kendisiyle yakınlık kurulamayan kimse de hayır yoktur.’’ buyurmaktadır. Tanışıp kaynaşalım diye de kabilelere ayrıldığımız bildiriliyor ve topluluk halinde yaşamamız vurgulanmaktadır. Topluluk halinde yaşarken beşeri münasebetler hakkında da bizlere yol göstermektedir bir başka ayet-i kerime ; “İyilik ve (Allah’ın yasaklarından) sakınma üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın.” (MAİDE SURESİ/2. AYET) buyuruyor. Müslümanlar olarak güzel söz ve davranışlarda bulunmak, kötü kırıcı söz ve davranışlardan da uzak durmak gerekir. Bölünüp parçalanmaya ve fitne ve fesada sebep olan yalan, gıybet, iftira, haset, rüşvet, kayırma, içki, kumar, zina, kıtal, ana-babaya isyan vs. gibi kötülükler de, yüce dinimizce kesinlikle yasaklanmış ve büyük günahlardan sayılmıştır. Zaten İslâm dininde yer alan emir ve yasakların her biri insanlığın dünya ve ahiret menfaatine yöneliktir. Bu hedefe ulaşmanın en sağlıklı yolunun da, kavgasız bir ortamın sağlanmasından yani birlik ve bütünlükten geçtiği bildirilmiştir. İnsan onuruna yakışan davranışlarda bulunmak Müslüman kimliğe yakışan en güzel duruştur. Müslüman kimse elinden ve dilinden emin olunan kimselerdir. bir hadis-i şerifte Hz Peygamber (SAV) şöyle buyurur: “Size birlik halinde bulunmanızı tavsiye ederim. Ayrılığa düşüp dağılmaktan da şiddetle kaçınmanızı isterim. Zira şeytan yalnız başına yaşayana yakın olup, birlikte yaşayanlardan uzaktır. Kim cennetin ta ortasında yer almak isterse birliğe yönelsin.” İslâm dini söz konusu birlik ve dayanışmanın sağlanması için, müminleri kardeş olarak ilan etmiştir. Nitekim yine Kur’an şöyle buyurur: “Müminler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki, merhamet olunasınız.” (HUCURAT SURESİ/10. AYET) ve yine: “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez, onu haksızlık edenin eline bırakmaz. Bir kimse Müslüman kardeşinin ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım eder. Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.” gibi konumuzla ilgili hususları açıkladığı hemen hemen her konuşmasında, din kardeşliğinin önemini ısrarla dile getirmişlerdir. Yine birliğin ve kaynaşıp kucaklaşmanın önemine, bölünüp parçalanmanın da tehlikesine, çok kısa bir cümleyle dikkat çeken Allah Resulü (SAV): “Bir karış da olsa cemaatten ayrılan kimse, İslâm bağını boynundan çözmüş demektir.” “Müslüman cemaatten ayrılan ve itaat yolunu terk etmiş olarak ölen kimsenin ölümü, cahiliyye ölümüdür. Ümmetime karşı harekete geçerek mü’minin imanına saygı duymaksızın ve sözleşmeli bulunduğu kimseye karşı olan ahdine vefâ göstermeksizin suçlusuyla suçsuzuyla bütün ümmetimi vurmaya kalkışan kimse Benim ümmetimden değildir. Asabiyet/ırkçılık duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken yahut ırkçılık dâvâsı güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliyye ölümüdür.” buyurarak, Ehl-i Sünnet ve Cemaat çizgisinden sapmamayı tavsiye etmiştir. Çünkü hem maddî, hem de manevî yönden yükselmek, dolayısıyla da başkalarının tahakkümü altında yaşamamak, ancak birlik-beraberlik ve İslâm’ın öngördüğü kardeşlik ruhunu canlı tutmakla mümkündür. Bunun en büyük örneğini, üç kıtada huzur ve barış örneği sergileyerek nice kahramanlık ve medeni- adım bilgi fikir 35 BİZİM SOSYAL MEDYA yetlere imza atan şanlı ecdadımız göstermiştir. Yüce Allah’ın emri doğrultusunda hareket eden atalarımız, birlik ve bütünlüğü bozucu davranışlara, ayrılığı körükleyici girişimlere fırsat vermemişlerdir. Bu arada toplumda hem maddî, hem de manevî dengeleri sağlayıcı ve koruyucu tedbirler alarak, huzur ve barışın devamını sağlamışlardır. Sayısız ilim merkezleri, yoksul, kimsesiz ve yolda kalmış insanlar hatta hayvanlar için kurulan vakıf, yurt, imarethane vb. kuruluşlar bunun en güzel örnekleridir. Kısaca ifade edersek, birlik ve dirliği sağlamak için, İslâm’ın ruhuna ve insanlığın yararına olan maddî ve manevî her türlü imkân ve gücü harekete geçirmek gerekmektedir. Başta yüce dinimiz olmak üzere bütün semavî dinlerin insanlığa ortak mesajları, Allah’a karşı olan kulluk görevlerinin ifası ve şer güçlere âlet olmadan insanca yaşamalarının yolunu göstermektedir. Bu da ancak dostluk ve dayanışma ile gerçekleşebilir. Osmanlı Devleti 73 zümreden insanı barındırmış, birlik ve dayanışma içerisinde yaşamışlardır. Ne zamanki bazı batılıların teşviki ile Müslümanların arasına ve Osmanlı tebeasının arasına tefrika(ayrılığa) düşmüş o zaman Osmanlı Devleti dağılmaya başlamış ve güç kaybetmiştir. Ve bugün de aynısı bu güzel memleketimizde de oynanmak istenmektedir. Bizim zenginliğimiz olan farklılıklarımızı bazı iç ve dış mihraklar birbirimize karşı düşmanlık vesilesi yapmaya çalışıyorlar. Birbirinden farklı dilleri, milliyetleri, cinsiyetleri, kültürleri olan insanlık alemine baktığımızda muazzam bir çeşitlilik görürüz. Türk’ü, Kürd’ü, Arab’ı, Fars’ı, Hintli’si, Maley’i, Bosnalı’sı, Afrikalı’sı ile İslâm ümmeti bir çiçek bahçesine benzer. Her bir çiçeğin rengi, kokusu, endamı farklıdır. Ama onların bütünlük ve ahenginden muhteşem bir çiçek bahçesi ortaya çıkmıştır. Aynı şekilde İslâm medeniyeti, Fas’tan Endonezya’ya, Anadolu’dan Hint alt kıtasına, Arabistan’dan Orta Asya’ya ve Balkanlara kadar muazzam bir çeşitlilik gösterir. Mimarî tarzları, şehir düzenleri, kılık kıyafetleri, dilleri, mutfakları, yerel örf ve adetleri ile dantel gibi örülmüş bir mozaik çıkar karşımıza. Bu çeşitliliğin anarşiye ve kaosa/ kargaşaya dönüşmesini engelleyen, insanlık vasfına bir ahenk, düzen ve bütünlük kazandıran da yine 36 tevhit, yani birlik ve beraberlik ilkesidir. Resul-i Ekrem veda hutbesinde; “EyMü’minler! Sözümü iyi dinleyiniz, iyi anlayınız ve iyi muhafaza ediniz! Muhakkak ki, Rabbiniz birdir. Babalarınız da birdir. Hepiniz demdensiniz, dem(as) da topraktandır. Müslüman Müslüman’ın kardeşidir ve böylece bütün Müslümanlar kardeştirler. Allah katında en hayırlınız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Arabın aceme(arap olmayana), acemin (arap olmayanın) de araba, üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ iledir.’’ buyurmaktadır. Hz Ömer ‘’biz zelil idik İslam bizi aziz kıldı.’’ diye belirtmektedir. adım bilgi fikir adım bilgi fikir 37 Çağlayan Bal, Orta Doğu Teknik Üni, Yerleşim Arkeolojisi GİBİ BİR ŞEY caglayan.b@adimdergisi.org HAYATIM birilerinden hoşlanır gibi oldum. Kendimi engelledim. Anladım. Güzel kızlar vardı. Bir de çirkin kızlar... Çok ağladım. Sadece o sebeple değil lan! Hayallerim vardı. İlk kez ölmek fikrini düşündüm, benim için her zaman Biz de bugün mantı yedik. Ankara mantısı. Ama biz bir çare olacak olan. Sorunları onlardan kaçarak çözenMalatyalı’yız. Oradaki de yoğurt, buradaki de... Ben lerdenim. Üzüldükçe yazılar yazdım. Sınıfımın birincisi mesela parmağımı çok severim. Yirmi üç yıldır beraoldum. Üniversiteye gittim. En iyi arkadaşımı, dostuberiz. Ondan hiçbir şekilde ayrılmak istemem. İki aydan mu tanıdım. Sonra en iyi arkadaşım, dostummuş gibi daha kısa bir süre içinde gidiyorum. Gidiyorum ulan! olanları... “Yeis”in anlamını öğrendim. Kar ve Kaplan’ı Sonra bu soğan ne kadar acıymış diyorum, dünyanın izledim. Kürk Mantolu Madonna’yı okudum. en küçük kemanı kimseye fark ettirmeden dünyanın en Ophelia’yı buldum. Bir kez daha hoşlandım. Bu hüzünlü parçasını çalıyor... Sonra mesela arada canım sefer o da hoşlandı. Ama ben anlayamadım. Tam soğuk bir bira istiyor. Soğuk içiniz. Buz gibi içiniz. vazgeçmişken o söyledi. O evlenmek istedi. Ben isteTek seferde içiniz. Sonra bir tane daha içiniz. Bokunu medim. Korktum. Sevdim mi? Bilmiyorum. O üzüldü. çıkarınız. Ama içemiyorum. İçtiğim ilaçlar Ben daha çok üzüldüm. Onun için… Sonra o evlendi. zaten karaciğerime bira etkisi Sonra hayallerim gerçekleşmeye başladı. Bir kez daha yapıyor; ama beynime, duyguüniversite… Kalabalık... Çok kalabalık... Gözler... Çok Kalabalık... larıma değil. "Sana gitme gözler... Daha çok yalnız kaldım. Hep kitap okudum. Çok kalabalık... demeyeceğim / Ama gitme, Kimseyle konuşmadım. Anlaşamadım. Sonra birilerini Gözler... Lavinia". Milyon kere tanıdım. Farklı. Yine birilerinden hoşlanır gibi oldum. Çok gözler... “Daha çok Ayten. Bir Ayten olamadım. Yine kendimi engelledim. Anladım ben o işlerin insanı yalnız kaldım.” Feride de olamadım. değilim. Ne bileyim lan, hangi işin insanıyım! BilmiZeynep de olamadım. Ben yorum. Kazıya gittim. Kazamadan geldim. Birilerinin Çağlayan’ım. Bazen Cabenden hoşlanıyor olabileceğini düşündüm. Sonra bunun glayan’ım. Yirmi üç yaşındayım. ne kadar saçma olduğunu düşünüp böyle bir şey Emeklemedim. Hemen yürüdüm. Motor plak olamayacağına ikna etmeye çalıştım kendimi. Anladım! şeyim çabuk gelişti. Beş yaşında anaokuDirenişe katıldım. İlk defa gece on birde Ben o işlerin insanı luna başladım. Sabahçıydım. Küçüktüm. Kızılay’da bulundum. Korkuyu ve heyecanı değilim. Zor geldi. Bıraktım. Altı yaşında yeniden ve isyanı hissettim sonuna kadar. Bazı şeybaşladım. Resimler yaptım. Okul müdürü ler hep bok gibi olmaya devam etti. Şimdi Ne bileyim lan, benim yanıma geldi, bana bir şeyler dedi. Ankara’dayım. Ölüm hala ve her zaman en hangi işin insanıyım! Hatırlamıyorum. Sonra felç oldu o adam. büyük ve rahatlatıcı çözüm. Gavur ellerine Bilmiyorum, neden. Ten rengi pastel boyayı gidiyorum. Kaçıyorum. Herkesten... yeleğimin cebine sakladım. Kimseyle payKötüyüm… Duygusal olanından laşmadım. İlkokulda akıllıydım çok. Başarılıydım. değil. İyi bir insan olamadım. Ölüm Üçüncü sınıfta yeşil renkli bir külotlu çorabım, rengarenk Her zaman olduğu ve olacağı hala ve her zaman bir sandaletim vardı. Sonra düştüm, kolumu kırdım. gibi, yalnızım. en büyük Kıştı. Dışarı çıkıp karda oynayamadım. Sınıf başkanı ve oldum. Yazdığım kompozisyonla dereceye girdim. Harry rahatlatıcı çözüm. Potter’ ın Ateş Kadehi kitabını hediye ettiler. Orijinaldi. Bu sebeple bütün Harry Potter kitaplarını orijinal aldım. Birinden hoşlandım. O benden hoşlanmadı. Biri benden hoşlandı. Ben ondan hoşlanmadım. It is cats and dogs’un anlamını öğrendim. Ameliyat oldum. Neredeyse iki ay boyunca bağımlı gibi ağrı kesici kullandım. Bazı Sırtımda benden olmayan parçalarla birlikte yaşamaya şeyler başladım. Sonra kurtuldum hayatımın bu döneminden. hep Lisedeyken ergendim. Okuldan kaçtım. Bira içtim. Ceza bok gibi aldım. Okuldan uzaklaştırıldım. Sinemaya gittim. Yine olmaya kompozisyon yazdım. Edebiyat öğretmenimle inanıyodevam rum ki aramızda bir bağ vardı hiç konuşmadığımız. Yine etti. 38 adım bilgi fikir Nur Selma Aslan, Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön. nurselma.a@adimdergisi.org EŞCİNSELLİK ALGISI Eşcinsellik, insan tarihi kadar eski bir durumdur. Peki kar sivil toplum kuruluşları desteklemektedir. Amerikan nedir bu eşcinsellik? Eşcinsellik, bir türün bir bereyin Piskiyatri Birliği bu tür onarıcı terapilerin etik olmadığınkendisiyle aynı cinsiyetteki bir başka bireye karşı romandan dolayı uygulanmaması gerektiğini söylemektedir ve tik ve ya cinsel bir çekim hissetmesi ve bu iki bu konu üzerinde deklerasyon yazdı. Görüldüğü birey arasında etkileşim yaşanmasıdır. Tarihte üzere eşcinsellik bir hastalık değildir. Tedavisi Türkiye de 2009 eşcinseller hakkında bir çok acımasız kamsorununa gelindiğinde ise başarılı olmuş yılında panyalar yürütülmüştür ancak günümüzde bir tedavisi görülmemiştir. Aynı zamanda yapılan bir araştırmada bilimin ve toplumsal algının (göreceli) dünya örgütleri tarafındanda bu değiştirme insanların %87’si gelişmiş olması sayesinde baskılar giderek süreçlerine olumlu bakılmamış, onarıcı eşcinsel bir komşu azalmaktadır. Eşcinsellik, uzun yıllardır tedavilerin eşcinsellerin piskolojilerini istemediklerini bilim çevreleri de dahil olmak üzere bir bozmaktan öteye gidemediği saptanmıştır. söylemişlerdir. kimlik bozukluğu, hastalık, sapıklık gibi Eşçinsellik cinsel bir kimlik bozukluğudur. olumsuz ifadelerle tanımlanmıştır. Bu görüş Cinsel kimlik; kişinin kendi bedeni ve ben1914 yılında Amerikan Piskiyatri Birliği ve daha liğini belli bir cinseyet içinde algılamasıdır. Bu sonra 1992 yılında Avrupalılar (ICD) homeseksüelliğin bir hastalık değil doğuştan var olmuş bir kimliktir. Gey – ruhsal bir bozukluk olmadığı kararı almışlardır ve bu lezbiyen – biseksüel ne bir hasatlık ne de iyi veya kötüdür. kavramı hastalık sınıflandırmalarından çıkarmışlardır. Bu sadece böyle olmaktan ibarettir. Peki ülkemizde eşcinsellere karşı tutum nedir? Ülkemiz bu konudu oldukça katı bir tutuma sahip. İnsanlarımız eşcinselliği kendi isteğiyle oluşmuş bir sapıtma olarak görmekte ve bu olaya kesinlikle karşı çıkmakta. Türkiye de 2009 yılında yapılan bir araştırmada insanların %87’si eşcinsel bir komşu istemediklerini söylemişlerdir. Bu oldukça yüksek bir oran. Bu sonuçtan yola çıkarak eşcinsellere karşı ciddi bir ayrımclıkı ve iteleme olduğunu söylersek yanlış olmaz sanırım. Ne yazıkki hiç birimiz ön yargı ve ideolojilerimzden bağımsız değiliz. Onları anlamak dinlemek yerine, sorunu kendi inanç ve değer sistemi üzerinden tanımlamaya çalışarak tutumumuzu olumsuz yönde kullanıyoruz. Toplum dışına itilmiş bir yaşam sürmelerini sağlayarak bu durumdan kurtulmaya çalışıyoruz. Ülkemizdeki eşcinselelirin bir çoğu toplumsal baskılardan dolayı durumunu gizleyerek içine kapanık yaşamaktadır. Peki eşcinselliğin tedavisi var mı? Bir bebeğin nasıl ki kaşı, gözü, saçı ana rahmindeki etkilerle oluşuyorsa, cinsel yönelimini belirleyecek olan beyin yapısınının şekillenmeside ana rahminde başlıyor. Onarıcı – düzeltici terapiler konusunda makaleler yazmış olan; Colombia Üniversitesi Piskiyatri Profösörü Robert Spitzer, ilk önce bu tür tedavilerin etkili olduğunu makalesinde yazmış ancak 2012 yılında makalesinin hatalı olduğunu kabul ederek pişmanlığının dile getirmiştir. Dünya ve ülkemizde bu tür terapileri aşırı – muhafaza- Toplumun eşcinsellere verdiği zararlara gelcek olursak; Toplumu oluşturan bireylerin anlayışsızlık ve ön yarğıları nedeniyle bir çok eşcinsel ruhsal ve sosyal problemlere maruz kalmaktadır. Bu problemler maruz kalan kişiler cinsel problemlemlerlede karşılaşmaktadırlar. Kendilerine karşı geliştirilen bir çok ön yargı dışa açılmakta zorlanmakta ve kendilerin yalnız ve farklı hissetmektedirler. Eşcinsel kimlikleri ortaya çıktığı zaman dışlanmak, reddedilmek ve şiddet görmek korkusuyla karşı karışa kalmaktadırlar. Ayrıca işsiz kalma durumlarıda oluşuyor. Bunun örneğini yakın zamanda trans olan Nil Erkoclar (Yeni adı, Özgür Erkoçlar) da görmekteyiz. Onları toplum dışına atmak yerine, onlara tolumun diğer bireyleri gibi davranmalıyız. (Özel yada ötekileştirici bir tavar almamalıyız…) Hayatımızda başımıza gelen bazı şeyler bizim irademizde değildir. İstesekde istemesek de bazı istemediğimiz durumlala karşı karışay gelimişizdir çoğu zaman. İşte eşcinsellerde daha kendilerinin ne olduğunu anlamadan kendilerini bu işin içinde bulmuşlardır. Biraz anlayışın kimseye zararı dokunmadığı gibi hor görmenin, ötekileştirmenin bir insana büyük zararı vardır. Bu taşlaşmış algıları hep beraber yıkmalıyız. adım bilgi fikir 39 İbrahim Gazioğlu, Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön. Doğru bir tanedir! Yanılgı ise binlerce o yüzden bir konuda yetmiş insan ve yetmiş doğru varsa bunlardan ancak gerçekte bir tanesi doğrudur ve altmış dokuzu yanılgıdır. Bana göre yada sana göre diye bir şey yoktur. Olması gereken vardır. Eğer bir konuda bana göre ve sana göre tarzında bir şeyler varsa o konuda henüz ideal doğrulara ulaşılmamış demektir. Elimizdeki konunun doğrusuna ulaşılmadığı için herkesin doğru budur ideası ortaya çıkar. Bu iddalar yığını içinde hiç birinin üzerinde mütabık olunmaz ve bir sence, bence, onca, şunca… doğru olan şeklinde anarşi ortamı ortaya çıkar. Bu anarşi ortamında insanlar Hegel’in dediği gibi toz parçacıkları gibi sağa sola ayrılır ve sosyal bir varlık olan insan, özde ayrılıkların getirdiği derin yalnızlık içinde mutsuz olur. “Herkesin doğrusu kendisine” görüşü bir toplumu toplum yapan ortak değerleri dejenere ederek bizleri tekleştirerek kalabalıklar içinde yalnız kalmamıza neden oldu. Şair Ahmet Mahir Pekşen “… Ne yardım, ne muhabbet, ne sevgi nede saygı, Nerde ortak mutluluk, ortak dert, kaygı?... Veren olmaz sanırım olsan da küle muhtaç. Bir komşu beş öğün yerken, yandaki kaç gündür aç!... Alt katta sesiz dua, üst katta disko, pop müzik. Madde göklere çıkmış, mana yerlerde ezik.” Şiirinde insanı insan yapan ortak amaçlardan senin doğrun benim doğrum söylemi ile nasıl ayrıştırılarak, yalnız ölmeye mahkum edildiğini gösteriyor bize. Eşit olmayanlara eşit davranarak adaletsizlik ettiler. Sezara Sezarın hakkını teslim etmediler. Yani; doğru söyleyene doğru söylediğinin hakkını vermediler. “Kime göre doğru?” sorusu ile doğruyu dejenere ederek bir doğru olmadığını ima ettiler. Kime göre sorusunun yanıtı elbette hakkaniyete göre doğru olacaktır. Bireyselleşmeyi, bencilleşme şeklide uygulayarak, bizlerin birleşmesinin önüne geçtikleri gibi bu zihniyet birleşmiş toplumları da bağlarından kopararak ayırdılar. Saldırgan hayvan bile yeterince avlandıktan sonra dururken. İnsanı öyle bir kalıba getirdiler ki asla durmamak, öleceğini hatırlamamak üzere kendi çıkarlarını döndü… Bu görüş insanların aidiyet duygusunu, ait olduğu toplum ile bağlarını kopartarak köklerinden söktü. Buda insanları serseri mayın gibi ortada bıraktı. Kendi çıkarlarından başka kutsalları olmayan insanlar ortaya çıkarttı.Daha sonra da tek kutsalı kutsalı, bir kutsalının olmaması oldu. Bu 40 fikir Iulia Chicius, Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön. Çatışmaların Sonu Başı liberal hayat anlayışı insanlara daha özgür kıldığı söylense bile aslında bu tekleşerek yalnızlaşan bireylerin toplum ve onun baskılarından kopartarak belki bir bakıma özgür olduğunu kabul etsek bile; yalnız olan bireyin güçsüz olduğu gerçeğinden hareketle onların aslında çöllerdeki kum taneleri gibi küresel fırtınalarda sürüklendiğini yadsıyamayız. Sosyal bir varlık olan insanın liberal anlayışın modern dünyasında yalnız oluşu onu mutsuz kılmıştır. Günümüz insanı sosyal medyada yalnızlığını gidermeye çalışmaktadır. Ama unutmamalıdırlar ki; yalnızlık gerçek aleme aittir. Onu nasıl sanal alemde giderebiliriz ki? Oysa ki; nasıl çiçek açmak için büyürse, insanda mutlu olmak için büyür. Fakat bu zihniyet biz büyüdükçe dünyamızı kirleterek bizi yalnız bıraktı… Artık belki tarihin hiçbir devrinde olmadığı kadar kalabalıklar için de acınası yalnızlığımızla baş başayız… Artık hiçbir kimsenin derdini dinleyip onlar ile tasalanıp onlarla sevinmiyoruz. Varsa yoksa kendi dert ve sevinçlerimiz. Artık sevgiler bile ruhumuzu derinden tatmin etmiyor. Aşklarımız bile kendi çıkarımıza göre… Bizler artık ölümden korkmayalım, çünkü; toprağın altında yatan ölüler kadar, toprağın üstünde bizde yalnızız. “Gökyüzü de yalnız gezen yıldızlar. Yer yüzünde sizin kadar yalnızım…” sözleri, bu içinde yaşadığımız zamanın teşhisidir. Bizi bu acınası bencilliğimizden ancak bir başka bencil diktatörün çıkarak kendi bencilliğini bizim bencilliğimiz gibi gösterip inandırması ile oluşan duygusal bağ kurtarabilir… adım bilgi ibrahim.g@adimdergisi.org Gözlerimizi açtığımız andan itibaren doğru ve yanlışı örenmeye başlıyoruz. Çevremiz bize doğru ve yanılış öğretiyor. Aslında biz çevremizin doğru ve yanlışlarını öğreniyoruz ve kendi doğru ve yanlışlarımız oluyor bunlar. Çevremiz doğru ve yanlışlarını bize kendi ahlaki değerleri çerçevesinde öğretiyor. Peki bu doğrular kime ve neye göre belirlenmiştir…? Üniversal cevap herkesin doğru ve yanlışını kendisine göre belirlediği şeklindedir. Ama bunun bir mantığı olmalı değil mi? Literatürde doğru kavramı; kişi, kurum ve toplum tarafından ilgili zaman ve mekanda kişilerce yapılması uygun görülen davranışlar olarak tanımlanırken. Yanlışta yapılmaması gereken davranışlar olarak doğrunun zıttı şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımdan da anlaşıldığına göre kişi, zaman ve mekana göre doğrular değiştiğine göre değişmez bir doğru yoktur. Doğru ve yanlışı biz değil yaşadığımız toplum (çevre) belirlediğine göre, farklı kültürün insanları sabit konu üzerine farklı algıları nedeni ile farklı doğru ve yanlışlara ulaşmaları çok doğaldır. Mesela Mark Twain’in “Tom Sawyer” romanı Avrupa ve Rus ülkelerinde çocuk romanları kategorisinde yer alırken Amerika’da yetişkinler romanı kategorisinde yer alır. Bilim İnsanı M. Bennet bir insanın yabancı bir kültüre 6 tip tepkisinin olduğunu söylüyor. lulia.c@adimdergisi.org Afrika açlıktan ölürken Avrupa’nın da obezleşiyor olması doğru mu? Mecburi din dersi doğru mu…? Şeklinde milyonlara soru sorulabilir. Herkesin cevabı da farklı olabilir… Çünkü herkes olayları kendi dağarcığından görüp yorumlar. Sonuç olarak, herkesin kendisine ait inanç ve doğruları olmalıdır. Bu şekilde insan başkalarının doğru ve yanlış diye dayattıklarından kurtularak bireyselleşmeli yani gerçek manada insan olmalıdır. İnsanlar korku ve kaygıdan kaçarlar. Bu kaçış aslında bireysel varoluştun kaçıştır. İnsan topluma kendinden kaçmak için sığınır. Ama toplum insanı ancak dışarıdan sarabilir diyen Satre sözlerini nihayetinde insan tek ve yalnızdır diye sürdürür. Bize yanlış gelen davranışlar karşısında doğruluk fetvası vermeye kalmayalım. Benim kültürüm ideal kültür başkalarına dayatarak çirkinleşmeyelim. “Her insan bir dünyadır” der Herbert. Bu bakımdan karşılaştığımız her insan kendi topraklarının kokusun taşır ve gelişmeye açık bir insan her insandan kendini geliştirecek değerleri alabilir. Yeter ki biz farklılıkları anlamak için samimi çaba sarf edelim ve farklılıklara saygı duyalım. Hayat sadece siyah ve beyazdan ibaret değildir grinin elli tonu vardır. Mutluluğun formülü aslında çok basit; “herkesin doğrusu kendisine” ilkesini benimsemek ve kendisine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına da yapmamak o kadar. Diğer kültürü kabul etmeme. Diğer kültürü kabul etmeye rağmen kendi kültünü üstün görme. Kültürleri bir kabul gibi görerek, minimum kültür ayrılığını kabul etme. Diğer kültürün varlığının ve eşitliğinin kabul edilmesi. Adaptasyon, diğer kültürü öğrenirken kendi kültürünü de unutmama. Diğer kültüre entegrasyon. Yani diğer kültürü kendi kültürünü sentezlemek. Kültür konusunun üzerinde durmamızın sebebi, doğru ve yanlış algısının kültürden kültüre ve hatta insandan insana değiştiği gerçeğinden dolayıdır. Mesela; vücudunu satmak ile pazarda et satmak arasındaki fark nedir? İkisi de piyasadaki talebe yönelik olarak çalışıyorlar. Türk Gıda Piyasasında neden domuz eti bulmak zordur? Çünkü; talep yoktur. Yada vücudunu satan mı daha ahlaksız alan mı? Avrupa kadınlarına göre siyah çarşafla kapanmak, küçük çocukların psikolojisini bozan olumsuz bir davranış. Doğu ülkelerinin kadınlarına göre ise çarşafsız sokakta gezmek hayasızlıktır… Şimdi aynı konudaki iki ayrı sonuçtan hangisi doğru, hangisi yanlış ve kime göre? adım bilgi fikir 41 Tunzala Mamedova, Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler tunzala.m@adimdergisi.org Fark Etmediğimiz Seri Katil Son yıllarda dünyamız yeni birçok değişimin içerisinde, yeni olgular ortaya çıkıyor. Bu döngü içerisinde yeniliklere hepimiz ayak uydurmaya çalışıyor, hem bireysel, hem toplum olarak daha da gelişmeye çalışıyoruz. Somut varlıklara, hayatın akışına kapılmışken bazı şeyleri de maalesef gözden kaçırıyoruz. Yanı başımızda savaşlar oluyor, insanlar uçak, trafik kazalarında hayatlarını kaybediyor, hergün bu haberleri izliyoruz, peki yılda sadece ve sadece hava kirliliği nedeniyle 7 milyon kişinin hayatını kaybettiğini biliyor muydunuz? İnsanlık varolduğundan bu yana çevreyi tahrip edip kendi yararımıza kullanıyoruz, bu Son süreç sanayileşmenin yaygınlaşması ile 100 yılda birlikte hızlanmıştır: Hızla doğal kaydünya nakları bilinçsiz bir şekilde tüketiyor, nüfusu çevreye atıklar bırakıyor, doğal çevreyi 7.5 kat yapay çevreye dönüştürüyor ve bazen arttı. kullanılamaz hale getiriyoruz. Her geçen gün üretim, nüfus artımı, savaşlar, kirletilen hava, su, toprak ve yok edilen ormanlar sonucu oluşan hastalıklar ve ölümlerle, dünya, insan sağlığını ve insanların geleceğini tehdit eden özellikler kazanmaktadır. Kendi sağlığımızın yanı sıra diğer türlerin de hayatına son veriyoruz. Gelişmiş ülkeler, gelişmiş ekonomilerini daha fazla büyütmeye çalışırken, gelişmekte olan ülkeler ise onlara ulaşma hedefiyle kaynakları sınırsızmışcasına tüketiyorlar. Bir çok ülke kalkınmak için üretimini arttırmaya çalışıyor, bunun için de nüfus politikalarını nüfusu arttıracak şekilde belirleyip dünya politikasında da etkin olmaya çalışıyorlar. xDevletlerin güçlü olma hedefleri içinde değerlendirdiğimizde bu hedef gayet makul görünse de nüfus problemi günümüzde önemli bir sorundur. Son 100 yılda dünya nüfusu 7.5 kat artmıştır, bu artış genelde gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde nüfus kontrolünün olmaması veya politikaların arttırma yönlü olmasından kaynaklanıyor, neticede fazla nüfus daha fazla gıda, giyecek ve 42 barınak anlamına gelir ki devletler, üreticiler bu açığı kapatmak için daha fazla üretim yaparlar, bunu da sağlıksız yöntemlerle ve çevresel malları kullanarak gerçekleştirirler: GDO’lu ürünler, kimyasal boyalar, sentetik maddeler, katı atıklar vs. bunlara örnektir. Devletler bir taraftan sonsuz kapitalist dünyada gelişip hayatta kalmaya çalışırken küçük farkındalıklarla bazı uluslararası girişimlerde bulunmaktadırlar. Bu adeta bir paradoks oluşturur. Uluslararsı bazı konferanslar ve Kyoto protokolüne rağmen soruna dair büyük bir adım atılmamıştır. Son toplanan COP21 BM iklim konferansında da belirtildiği üzere eğer üretim hedeflenen 2 derece ısınma şeDünya enerji linde giderse bundan sonra 1650 milyar kullanımının sadece %1.5’u ton karbondioksit salınımı kapasitemiz yenilenebilir kalıyor, ki ülke taahütleri ve bunların enerjidir. gerçeklik oranı hesaplandığında 900 milyar ton kalıyor ki bu da bu yüzyıldan sonra fosil yakıt tüketmememiz anlamına geliyor. Dünyada yenilenebilir enerji toplamın sadece 1.5% ni oluşturuyor. Görünmez katilimiz bizi yavaş yavaş öldürürken her şeye rağmen kalkınma hedefi doğru mu tartışılmalı. Karşımızda bu kadar büyük bir sorun varken, birlikte hareket edip ortak çözümler üretecekken devletler bencilce davranıyor. Kendi toplumumuza da baktığımızda nüfus ve kalkınma politikalarının yönünü görüyoruz, yapılanlar gerçekten bizim iyiliğimiz için mi, sorusunu sormamız gerekir. Toplumlar olarak gelişelim derken sağlıksız gıda, giyim ve havaya maruz kalıyoruz, bizim için gelişmek gerçekten daha fazla tüketim mi? Sağlıklı bir çevre de bir gereksinim değil mi? adım bilgi fikir adım bilgi fikir 43 Taylan Özgür Ağır, Polonya Torun Nicolaus Copernicus Üni. taylanozgur.a@adimdergisi.org Toplumsal Yozlaş(tır)ma batı sevdalısı, sonunda metropol yaşamından gördüğü kültür ile geçmişten kalan kendi kültürünün kalıntılarıyla karıştığında ortaya ilginç bir yozlaşma çıktığını gözlemlemek zor olmuyor. Bu yozlaştırma elindeki telefon ile girdiği sosyal medyalarda bireyden başlayarak adeta hastalık gibi yayılıyor. Yozlaşmanın kelime anlamı, bir şeyin gerçek özelliklerinden uzaklaştırılması ya da uzaklaşması şeklindedir. Başka bir ifade ile "özünden ayrılma", doğasındaki iyi şeyleri sonradan yitirmek anlamına gelen bir kelimedir. Herhangi bir şey, gerçeğine bağlı kalmadığında, aslından uzaklaştığında, özündeki iyi şeyleri kaybettiğinde yozlaşmış olur. Ben bu çerçevede biraz daha bir şeyin gerçek özelliklerinden "uzaklaştırılması" kısmında duracağım. Toplumsal yozlaşma ise, bir toplumun kültürünün, başka bir toplumun kültürüyle birleşmesi ya da benzemesi sonucu, kendi kültüründe farkılıklara gitmesi ya da kültürünü kaybetmesi şeklindedir. Yapılan araştırmalara göre yozlaşma, ülkelerdeki kişi başına düşen gelirin azalmasına yol açmaktadır. "3. Dünya Ülkeleri" denilen ülkelerdeki yozlaştırma çabalarının yoğunluğunu çok daha kolay fark edebiliriz. Bu ülkelerdeki yozlaşma özellikle medya yolu ile kolay ve etkili bir biçimde halka işlenmektedir. Özellikle kırsal kesimde yaşayan toplum; televizyon, gazete, internet v.b. araçlar yoluyla metropol insanını, büyük şehirleri, batının nimetlerini göstererek, batının özendirildiği bir yol izlenmektedir. Bu özendirmeye her gün maruz kalan birey ve toplum, farkında olmadan hızla yozlaşmaya doğru yol almaktadır. Gözlemlerimden örnek vermek gerekirse gelir seviyesi düşük semtlere gittiğimde, insanların büyük çoğunluğunun elinde büyük marka telefonların son modellerine sık rastlıyorum. İhtiyacından çok daha fazlası olan telefonun, evindeki buzdolabından daha pahalı olduğundan eminim. Ya da kıyafetlerinde parası yetmediği için büyük markaların alt sanayi ürünlerini kullanmaları da bir başka detay. Bu, batının parıltılı hayatını yaşamak isteyip, ucundan kıyısından ona dokunmak istemesi, bir yerde kendini kandırması, keyifli bir uyuşukluk hissetmesi bireyin hoşuna gidiyor. Kendi kültüründen ve değerlerinden kopan 44 önemli silahlarından birisidir. Yozlaşmış yayımevleri, sinema salonları, müzik kanalları ile toplumun kendi sanatından uzak, bankamatik sanatçıları sayesinde yozlaşmış bir sanata maruz kalması toplumu yozlaşmaya hızla itmektedir. adım bilgi fikir Ancak yozlaştırmanın sadece ekonomik gelirle ilişkili olduğunu düşünmüyorum. Gelir seviyesi yüksek tabakalardaki yaygın olan batıya tutkunluk, her alanda yozlaşmanın temellerini sağlamaktadır. Onların gözünde batı her zaman medeniyetlerin beşiğidir ve batılı olmak her noktada iyidir. Batılı tarzı yaşama isteği her ekonomik sınıfta kitle iletişim araçları ile her dakika propagandası yapılmaktadır ve gittikçe toplum tarafından meşrulaştırılıp daha da benimsetilmektedir. Batı tutkunluğu dışında devlet adamlarının rüşvet olayları ve yolsuzlukları, iş adamlarının yasadışı ve etik olmayan anlaşmaları da bu alanlardaki yozlaşmayı gözler önüne sermektedir. Toplumun, bu silahın farkına varmasını istememektedirler. Hele ki anadolu coğrafyasında sanat çok zengin bir yelpazeye ve geçmişe sahiptir. Anadolu'daki kırsal kesimde kalan yozlaşmamış muhteşem sanat yelpazesinin nadir de olsa yaşamakta olması insanı sevindiriyor ve insana ümit veriyor. Toplumun her alanındaki bilinçli yozlaştırmalar, yazıda değindiğim üzere para güdümlü çıkarlar doğrultusunda birilerinin ceplerini şişirecek ölçüde faydalar sağlıyor. İnsanı insan yapan değerlerden en önemlisi de kültürüdür. Ortaya çıkardıkları yoz kültür, toplumun kendi kültürünü, saflığını ve benliğini unutturup, yerini gerçek olmayan, yozlaştırılmış bir "kültür" halini alıyor. Bu hal, bireyleri insan olmaktan ziyade birer robot haline getiriyor. Yozlaştırma sadece ekonomik ve kültürel alanda kalmayıp sanatta da gittikçe kötü bir hal alıyor. Örneğin, çok büyük bütçeli filmler büyük yapımcılar tarafından adeta bir ürün gibi çekiliyor, ardı sıra gelmeyen reklamları ve kampanyaları ile ortaya konuluyor. Ve sonra sinema salonlarındaki büyük baskıları ve güçleri sonucunda filmleri bütün salonları meşgul ediyor ve milyonlarca dolar kazanılıyor. Gerçek filmlerin yer alması yerine para güdümlü ürünlerin sinemalarda gösterilmesi bu yozlaştırmanın en büyük sonuçlarından biri olarak gösterilebilir. Sanat bir toplumun en Mexico City ---- Tek Şehir, Tek Fotoğraf, İki Sınıf adım bilgi fikir 45 Erdem Çayan, Sakarya Üniversitesi, İşletme erdem.c@adimdergisi.org Ö EBE: KOR BİR TELEVİZYON OYUNU Türkiye'de televizyon,hayatımıza 1965li yıllarda ilk çalışmaları İstanbul Teknik Üniversitesinde küçük bir deneme istasyonunda yapılarak hayatımıza girmeye başladı. Yıllar geçtikçe daha da bizden oldu televizyon. Hatta bizleri eğlendirmek için her türlü kılığa girmeyi başarmıştı bile.Ya da biz öyle zannediyorduk… Zannediyorum ki yaşadığımız hayatta muhakkak hepimizin bir televizyon serüveni vardır.Kimimiz dizilerden,kimimiz yarışma programlarından,kimimiz müzik kanallarından dem vurmuşuzdur hayatımıza.İzlediğimiz karakterleri benimsemişizdir,hak vermişizdir,kısacası bir şekilde yaşamımızla buluşturmuşuzdur televizyonu ve televizyondakileri.Fakat şu soruları sormadan edemeyeceği ve acaba kaçımız bu soruları kendimize sorduk?; Bu ne kadar faydalı ? Ne kadar önemli? Ne kadar sosyal? Bu soruları herkes kendine sormalı.Çünkü biz gerçekten eğleniyor muyuz?Televizyon bizi gerçekten sosyalleştiriyor mu? Bence bu soruların çoğunun cevabı olumsuz yönde olacaktır. Televizyonun hayatımıza girmesiyle ya da hayatımıza girdirilmesiyle çok şey değişti.İnsanlar planlarını televizyondaki yayın akışına göre şekillendirmeye başladı.Hatta televizyon öyle noktalara getirdi ki insanları.Siyasetten,ekonomiden,yaşam şartlarından bi' haber olduk.O televizyonlarda gösterişli,eğlenceli programlarla gözlerimize güzel güzel boyalar sürülürken meclislerde kaç tane rantsal yasa geçti kaç kişi biliyor bilmiyorum. Bunlar bizlere televizyondaki dizilerde gösterdikleri o zengin hayatın hayalini kur- 46 fikir Sözün özü,bizleri daha çok paraya ulaşmak için basamak yapan televizyon sahiplerine karşı çok temkinli olmalı. Her gösterilene inanmamalı ve kandırılmamıza izin vermemeliyiz.Bizi amaçsız hale getirmeye çalışıp tepkisizleşmemize neden olan o pırıltılı hayatların kurgudan ibaret olduğunu unutmamalıyız.Yoksa APTAL KUTUSU olarak tabir edilen televizyonun APTAL birer bireyleri haline geliriz... MEDYA dururken yapılıyor ve bizler ne yazık ki bunun farkına varamıyoruz. Her şeyden,her konudan bahsedebiliriz televizyonla ilgili. Mesela televizyonda romanlardan uyarlanan dizilerden de bahsedelim.Sırf televizyonda her hafta yayınlanıyor diye uyarlanan dizinin kitabını okumayan milyonlarca insan var.Bu durumun ne kadar acı olduğunu söylememe gerek bile yok. Bize iki çift muhabbeti çok gören televizyon için,misafirliğe gittiğimizde bile televizyonda sevdiğimiz bir dizinin/programın fragmanına denk geldiğimizde,muhabbetin en koyu yerinde ''Bir saniye şunu izleyebilir miyim?'' diye soru sorar hale geldik. Bizleri kandırarak üstümüzden para kazanan kişilerin cebini doldurmak için kelime dağarcığımızı daralttık. Dedim ya misafirliğe gittiğimizde böyle yapıyor hale geldik.Evde düşünün birde.Kimse konuşmuyor,sohbet etmiyor,evde birisi bir şey söylese ''Sus iki dakika şunu izleyeyim'' gibi hatta daha ağır cümleler kuruluyor.Ve bu durum gerçekten acı. Televizyonlarda yayınlanan programlarıda sırf rating uğruna insanlar birbirine giriyor,kavgalar oluyor, küfürler havada uçuşuyor bizde merakla izliyoruz. Bize kavgada bir tarafı seçmemiz empoze edilirken alttan alta,biz evde,okulda,işte kavganın bir taraflarını savunmaya çalışıyoruz.Bunları kurgulayanlar ise yine ceplerini doldurmaya devam ediyor. Bunca yazıya karşı ''Ya bu televizyonun hiç mi güzel yanı yok? Haberler var,onları izliyoruz,o da mı kötü?'' diyenleri de duyuyorum.Evet haberlerde var, onlarıda adım bilgi iziyoruz ama kimin haberini izliyoruz bunu hiç düşündünüz mü? Bir kanalda kadın cinayeti haberi verilirken,kadın suçlu gösterilmeye çalışılıyor.O saatte orada ne işi var? Üzerinde neden bibergazı taşıyor? Niye etek giymiş? vs. denilip kısacası haketmiş gibi gösterilip haber konusu edilirken diğer tarafta aynı haber vahşet olarak nitelendiriliyor.Başka örnekler vermek gerekirse meclisten geçen bir yasa yine bir kanalda toplum için zararlı olarak nitelendirilirken diğer bir kanalda bu yasa toplumun yararınadır savunmasıyla bizlere aksettiriliyor.Bir kanalda yapılan vergi zamlarının gereksiz olduğu nitelendirilirken diğer bir kanalda bu zamların gerekli ve yerinde olduğu kanaati ortaya koyuluyor.Ve bu durumlar/haberler, ‘’MEDYA’’ dediğimiz oluşumların tarafsızlığını bizim sorgulamamız gerekliliğini ortaya çıkarıyor.Yapılan haberin salt çıplaklığıyla ortaya koyulmadan,detayına inilmeden sadece laf olsun diye doğruluğunu ve yanlışlığını tartışmaya çalışarak toplum mühendisliğine soyunanların bunu ne amaç ve çıkar uğruna yaptıklarına göz atmalıyız. Kısacası; Ne izlediğimiz değil,neyi kimden ve nasıl izlediğimiz önemli.Bu durumlara karşı bilinçlenmeli ve daha nitelikli bireyler haline gelmeliyiz.Bizi ve ülkemizi ilgilendiren haberlerin yabancı basında nasıl yankı bulduğunuda araştırıp,takip etmeliyiz.Çünkü ne kadar farklı fikirleri mercek altına alırsak, düşünce konusunda o kadar çok zenginleşiriz. Televizyon sektöründe herkes kendi çıkarına bakıyor. En karlı çıkmaya çalışan da her zaman için kanal sahipleri olur.Kanallar kendi çıkarları için yayınladıkları programın içeriğine,dizilerin gidişatına bile el atar.Çünkü korkarlar raitingleri düşer de az para kazanırız diye.Çok basit bir örnek verirsem anlarsınız. 2012 yılında yayın hayatına başlayan Cevdet Mercan yönetmenliğindeki Kayıp Şehir isimli dizide Seher karakteri ve Daniel isimli siyahi karakterin aşk yaşaması kanal yönetimine ters gelmiş,raitinglerin düşeceğinden yani para kazanamayacaklarını düşünüp çeşitli bahanelerle diziye müdahalelerde bulunmuşlardı. Bunun sonucunda da dizinin yönetmeni Cevdet Mercan herkes kendi işini yapsın diyerek yönettiği son bölümde Seher'in başlattığı DANİEL İÇİN ÖZGÜRLÜK isimli imza kampanyasında kendi adı ve imzasıyla görüntüye gelerek kanala tepkili bir şekilde diziyi bırakmıştı. Dizide yönetmen değişikliği yapılsada bu olaydan birkaç bölüm sonra dizi sona erdi. Buradan ne demek istediğimin gayet açık ve net olduğunu düşünüyorum. MEDYA MEDYA MEDYA adım bilgi fikir 47 Söyleşi: Türkiye’de Kadın Sorunları 68 Kuşağının mücadeleci ve alanlarda kadın mücadelesine omuz vermiş Belkıs Bağ ve yol arkadaşı Safiye Tekdemir ile Türkiye’de kadın sorunları hakkında söyleyişi gerçekleştirdik. Bu söyleyişide kadın sosyolojisi bağlamında kadınların toplumsal yaşamı, cinsel yaşamları ve bedenleri üzerindeki kurallar ve yasaklamalar ile siyasal ve ekonomik yaşamdaki yerine dek bir çok konu hakkında konuşma şansımız oldu. Kendileri ile günlük yaşamda, ve toplumsal yaşamda kadınların karşılaştığı sorunları değerlendirdik. Bu röportajı, Mersin’de tecavüz edilerek katledilen Özgecan Aslana itaaf ediyoruz. Veli Reçber Veli Reçber : Kadın sosyolojisi açısından bakıldığında soy ve miras hukukunun cinsiyetçi paradigmalar açısından belirlenip devam etmesini ( erkeklere göre belirlenmesini ) nasıl değerlendiriyorsunuz ? Belkıs Bağ : Aslında bu sorunun cevabı sorunun kendisinde gizlidir. Soy ve miras hukukunun cinsiyetçi meşruluğu bu gün erkekleri toplumda egemen bir imparatorluk kurmalarının temelidir. Erkekler bu hukuki anlayış üzerinde kendi cinsel kimliklerinin devrimini gerçekleştirmiştir.Tarihsel olarak bu hukuki anlayış analiz edildiğinde, kadınların toplumsal yaşam alanından tutunda, cinsel yaşamları; cinsel yaşamlarından tutunda devlet mekanizması ve kurumları içerisinde bu gün feminist ve ilerici kadınların yakındığı bir çok soruna kadar, tüm sorunların temel kaynağı soy ve miras hukuku anlayışının erkek egemen bir anlayıştan beslenmesinde gizlidir. Bu hukuk anlayışını doğuran olgu da tamamen cinselliktir. Kadınlar mücadele anlayışlarını bu noktada yükseltmeli ve bu erkek egemen düzeni yıkmalıdırlar. Kadın devrimi gerçekleştirmelidirler. 48 adım bilgi fikir Veli Reçber : Kadınların toplumsal yaşam alanı ile ilişkilendirdiniz ve bu noktada bir sosyolojik öngörü ileri sürdünüz. Soy ve miras hukukunun kadınların toplumsal yaşamdaki yerini belirtiğini söylediniz. Bu gün Türkiye’de sizce kadınların toplumsal yaşamdaki yeri nedir ? Bunu kadın kimliğiniz ile nasıl değerlendiriyorsunuz ? Belkıs Bağ : Bu gün kadınların toplumsal yaşam alanları derken geniş bir çerçevede düşünmek gerekmektedir. Bu çerçeve, devlet mekanizmasından tutunda, devletin kurumlarına, devletin kurumlarından tutunda toplumun en küçük örgütlü birimi olan aile içine kadar her alanda yok denecek kadar azdır. Kadınların toplumsal yaşam alanlarını ben kadınların öz kimliği ve benliği noktasında değerlendiriyorum. Yani bu noktada fiziksel varlıktan bahsetmiyorum. Önemli olan kadınlar cinsel kimlikleri ve benlikleri ile ne derece toplum içerisinde varolduğu konusudur. Toplumu sosyolojik olarak kurumları ve olguları ile analiz ettiğimizde erkek bir devlet anlayışı, erkek kurum ve kuruluşlar, erkek bir din, erkek bir dil, erkek bir eğitim sistemi, erkek bir tanrı ile karşı karşıya bulunmaktayız. Bu örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan husus bu noktada kadınların toplumsal yaşam alanı analiz edilirken bu kıstaslara göre yapılmasıdır. Bu kıstaslar göz önünde bulundurulduğunda maalesef, Türkiye’de kadınların toplumsal yaşam alanı yok denecek kadar azdır. Fiziksel görünüm itibarı ile bu gün toplumda yaşsakta siyasette, ekonomide, kültürel ve sosyal yapıda kadınlar ancak erkek düşünce anlayışı ve egemenliği altında erkek cinsel kimliği ve algısı ile varolabilmektedir. Veli Reçber : Bu tespitleriniz gerçekten önemli, bu tespitler doğrultusunda peki kadınların siyasal yaşam içerisinde bu gün Türkiye’de siyasal yaşamdaki yerini nasıl değerlendiriyorsunuz. Ne gibi yapısal sorunlar ile karşılaşıyorsunuz ? Veli Reçber : Siyasette cinsiyet eşitliğinden bahsettiniz ? Bu eş başkanlık sistemi midir ? Belkıs Bağ : Bu gün Türkiye’de mevcut siyasal partilere bakıldığında, kadın kotası uygulamaları ile karşılaşılıyor. Peki buradaki amaç nedir kadınları siyasette aktif ve etken kılmak mı? Bu traji komik bir durumdur. Yüzdelik oranlarla bu hakkı verenler kim , Erkekler... Ya da demezler mi yahu siz hangi hakla benim siaysal yaşam alanımı yüzdelik dilimler ile belirleyebiliyorsunuz. Bu hakkı kendinizde nasıl görebiliyorsunuz. Sorunun esası şudur... Hangi siyasal parti olursa olsun, A partisi, B partisi, C partisi bu fark etmez. Bu gün ülkemizde siyasette kadının yerini ve rolünü yüzdelik dilimlerle erkekler verilmiş bir hak gibi belirlemektedir. Bu noktada da kadınlar siyasal bir devrim yapmalıdır. Erkeklerin yüzdelik dilimleri ile kadınların cinsel kimliklerine yönelik uyguladığı kotaları yıkıp, kendilerine özgür siyasal alanlar ve oluşumlar inşa etmelidirler. Gönlümüzden geçen bu alanda cinsiyet eşitliği ile birlikte siyasetten kadınların karar ve yetki noktalarında söz sahibi haline gelmeleri sağlamaktır. Belkıs Bağ : Bu gün eş başkanlık sistemi denildiğinde ülkemizde hemen aklımıza HDP gelmektedir. HDP’de eş başkanlık sisteminin işlevselliği noktasını tartışabiliriz. Ama bunu HDP ile özdeşleştirmek doğru olmaz. Bu enternasyonalist bir taleptir. Rosa Lüxemburg, Clara Zetkin’lerin enternasyonelde sol düşünce alanında teorik kazanımlarıdır. Fakat Türkiye’deki diğer siyasal partilerin henüz buna hazır olduklarını düşünmüyorum. Bu anlayışın olgunlaşarak kurumsallaşması için kadınların erkek egemen uygulama ve örgütlenme modellerinden kurtulup, kendi ilke ve anlayışları ile örgütlenerek bu anlayışı örgütlemelerini ve bir kazanım olarak elde etmeleri gerektiğini düşünmekteyim. Siyasal partilerde kadın kolları veya gençlik kolları gibi uygulamalar kaldırılmalıdır. Bu uygulamaların bu gün, erkek egemen listeleri iktidara taşımaktan ve onlara siyasal alanda hizmet etmekten başka bir fonksiyonlarının olduğunu düşünmüyorum. adım bilgi fikir 49 Veli Reçber : Kadın ve kadın sorunları noktasında ülkemizde, taciz, tecavüz, şiddet ve kadın cinayetleri gibi sorunlar temel sorunalar hakkında bir değerlendirme yapabilir misiniz ? Belkıs Bağ : Bu sorunun cevabını çözümü noktasından yola çıkarak ve üzerinde düşünerek cevaplayalım. Doğa kusursuz ve mükkemmel yasalara sahip... Doğadaki döngü birbiri ile uyumlu ve bağımlı bir sistem... Doğa anaerkil midir? Gibi bir soru üzerindetartışılabilir. Fakat ben doğanın anaerkil olduğunu düşünüyorum. Burası şimdilik başka bir konu... Doğada her canlının yaşama hakkı olduğuna inanıyorum. Ve tüm canlılara karşı hümanist bir yaklaşımı inşa etmemiz gerektiğine inanıyorum. Fakat doğadaki yaşayan canlılara baktığımızda eşine şiddet uygulayan, onu katleden, kadınlara tecavüz ve taciz uygulayan tek canlı sanırım insan... Şimdi demin bahsettiğimiz sorunları her gün basından, TV’lerden, sosyal medyadan görüyoruz ve takip ediyoruz. Kuşkusuz bu ülke de kadın sorunlarını düşünebilir ve konuşabiliriz. Bu çok derin, bilimsel bir konu... Öyle bir vaktimiz olmadığı için konunun anlaşılması bakımından Özgecan’ın olayı üzerinden bir değerlendirme yapmak daha doğru olur. Özgecan’ın öldürülmesinden sonra babasının şu tespitleri bizi bu tür sorunların kaynağına götürmektedir. Bilmiyorum hatırlar mısınız ? Ben çok iyi hatırlıyorum Özgecan’ın babası aynen şu cümleleri kurmuştu: ‘’Bedeni cezalandırabilirsiniz, kişileri cezalandırabilirsiniz. Bu önemli değil, önemli olan o insanlara bunu yaptıran varlığı cezalandırmak gerekir.’’ Medya, basın, sosyologlar, psikologlar, entellektüeller her gün kadın sorunlarını konuşup tartışmakta ve bu konu hakkında birşeyler söylemektedir. Özgecan Aslan ölümünden önce de yazıp çizenler, fikir beyan edenler ; Özgecan öldürüldükten sonra da sorunun kaynağından uzak bir çok fikir beyan ettiler ve yazıp çizdiler. Fakat Özgecan’ın babasının yaptığı tespiti hiç kimse yapamamıştı. Evet o insanlara asıl bunu yaptıran varlığı bulup eğitmek mi, cezalandırmak mı gerekir orasına siz karar verin... Erkek egemen bir toplumda yaşıyoruz. Kadınlara yönelik her türlü şiddet, baskı, tecavüz, taciz ve katliamın asıl kaynağını, çok basit bir duygu olarak görüyorum. Bu duygu tek kelime ile ‘’cinselliktir.’’ Tabulaştırdığımız, üzerinde kültürler inşa ettiğimiz, kutsiyet atfettiğimiz cinsel yaşam, cinsellik duygusu psikolojiken temel bir ihtiyaçtır. Ve en başta da konuştuğumuz gibi, bence soy ve miras hukukunun da üzerinde temellendiği olgu, tamda burasıdır. Çünkü cinsellik, kadınların yaşam alanlarını, bedenlerini, cinsel yaşamlarını kurallara, yasaklara, tabulara boğduğumuz bir alan... Tanrının kuralları, hukuk kuralları ve toplum kurallları ile şekillendirdiğimiz bir alan... Sonuç cinselliğin Afrikası bir coğrafya ve cinselliğe aç bir toplum ile karşı karşıya kalmaktayız. 50 adım bilgi fikir Veli Reçber : Cinsellik konusu açılmışken, sizce cinsellik Türkiye’de bir sorun mu ? Bu olaya nasıl bakılmalı ? Belkıs Bağ : Bu soruya emin bir şekilde tek kelimelik bir cevap verecek olursak... EVET.. Türkiye’de belki de günlük yaşantımızda, sokağımızda, mahallemizde, kentlerde, kırsalda, fabrika da, ofiste her alanda tecavüz, taciz ve şiddet olayları ile karşılaşılıyor. Bir toplum düşünün kadınlar evlilik dışı cinsellik yaşadığı zaman bu dışalanmadan, fahişe gibi yakıştırmalara, namus cinayetlerine kadar gidebilen vakalara dönüşebilmektedir. Bu da toplumda bu konunun ciddi bir sosyolojik sorun olarak karşımızda durduğu gerçeğini gözler önüne sermektedir. Türkiye’de özgürlükleri ele alalım, tüm özgürlük tartışmaları erkeğin yaşam alanı ve bedeni üzerinde yapıldığını görürsünüz. Peki yasaklar ve kurallar konusunu ele alalım, o zaman şunu göreceksiniz. Türkiye’de tüm yasaklar, kısıtlamalar, kuralların da kadınların yaşam alanı ve bedenleri üzerinden yapıldığı gibi bir gerçek ile karşılaşırsınız. Sizce bu bir sorun değil midir ? Evet kesinlikle büyük bir sorun... Bu gün ister sosyalist toplumlarda isterse kapitalist toplumlarda ‘’kadın sosyolojisi’’, ‘’kadın ve sanat’’, ‘’kadın ve özgürlükler’’, ‘’kadın ve siyaset’’gibi bir çok başlık altında kadın konusunu tartışabilir bu alanda olumlu ve olumsuz eleştiriler temelinde çalışmalar yapılabilir. Fakat bizim ülkemizde, kadınların giyiminden tutunda, gülüşlerinin ses tonları ile ilişkilerine, kadın erkek ilişkilerinde kadının süsünden tutunda kaç çocuk yapması gerektiği gibi konular tartışılmaktadır. Lütfen bu noktada cinsellik gibi basit ve temel konuyu konuşamadığımız gerçeğine paralel olarak düşünelim. Cinsellik temel bir ihtiyaç, bu ihtiyaç üzerinde yasaklar, kurallar temelinde sömürücü bir düzeni meşrulaştırma adına din kurallarına, toplum ve hukuk kurallarına sığınmak doğru değildir. Kadınlar sosyolojik ve psikolojik olarak karşılaştıkları tüm sorunların bu noktadan kaynaklandığının farkında olabilmelidirler. Ve mücadele alanlarını bu noktada yoğunlaşarak büyütmelidirler. Kadınların yaşam alanının ve bedenlerinin özgürleşmesinin tek çıkar yolu sömürücü erkek düzenine karşı birlikte mücadeleyi sınıf bilinci ile örgütlemelerinde gizlidir. Veli Reçber : Türkiye’de kadın mücadelesini nasıl değerlendiriyorsunuz ? Sizce bir kadın mücadelesi var mıdır ? Belkıs Bağ : Örgütlü bir mücadele ancak ve ancak ideolojik zeminde, sınıf bilinci ile ortaya çıkabilir. Dayanışma ile ortaya çıkabilir. Bu gün Türkiye’de kadınlar çalışma hayatında belirgin olarak yer almaya başlasa da tam anlamıyla ekonomik özgürlüklerine henüz kavuşmuş değildir. Hala düşünce devrimi noktasında tam anlamı ile bir kadın örgütlülüğü olduğu söylenemez. Ama STK’larda, bir çok kadın ve eğitim derneğinde kadınların iyi niyetleri ile birşeyler yapmaya çalıştığını görmek beni ümitlendiriyor. Şartları ve koşulları olgunlaştıracak kadın önderlere ihtiyaç vardır. Mücadeleyi ideolojik zeminde bir sınıf mücadelesine dönüştürecek oluşumlara ihtiyaç vardır. Bunun da kadınların toplumun her alanında örgütlemekle mümkün olabileceğini düşünüyorum. Veli Reçber : Son olarak kadınlara nasıl seslenmek istersiniz? Onlara neler söylemek istersiniz ? Belkıs Bağ : Son olarak söylemek istediğim şey şu olabilir : Örgütlenin, örgütlenin, örgütlenin... Yarının barış dolu günlerini, umut dolu günlerini erkekler değil ancak sizler inşa edebilirsiniz. Erkek egemen bir dünya bizlere savaş, kan, gözyaşı, şiddet, tecavüz ve baskıdan başka bir şey sunmamıştır. Erkekler yeryüzünü kan gölüne çevirmişlerdir. Bu düzeni ancak ve ancak kadınlar yıkacaktır. Barışı ve sevgiyi tekrar yeryüzüne kadınlar getirecektir. Bu yazıyı okuyan herkese sevgilerimi gönderiyorum. ADIM Dergisine yayın hayatında başarılar diliyorum. Konuyla ilgili önceki yayınlarımızı www.adimdergisi.org üzerinden okuyabilirsiniz. - Kadın Cinayetleri Üzerine Gülsüm Sav İle Söyleşi (Sayı 2) - KADEM Bir Fikir Derneğidir Söyleşisi (Sayı 3) - Kadın Erkek İlişkileri Forumu (Sayı 3) - Bizim Gördüğümüz Taraftan Kadın Hakları (AA23.ORG) adım bilgi fikir 51 Sibel Naz, Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön. sibel.n@adimdergisi.org ANLAMLAR VE YÜKLENENLER Herkese merhaba, şöyle düşünürken aklıma takılan toplum içinde kullandığımız bir kelime var. .. Bana manasız geliyor. Sebebi kelimenin kendisi değil , sebebi kelimenin kullanıldığı anlam. Başımdan geçen bir olayı anlatayım öncesinde müsaadenizle. Çocuk yaşta babamı kaybettim ve annem devamlı çalışmak zorundaydı. Çalıştığı iş nedeniyle eve geç geliyordu ve eşini kaybetmiş dul, genç bir kadın olması yüzünden çevredeki insanlar özellikle erkekler farklı gözle bakıyordu. O zamanlar çocuktum anlamıyordum atılan lafların ne anlama geldiğini. 20 sene öncesi. Gecenin bir yarısı içmiş gençler camın önünde gürültü yapıyorlar: “Dul kadınsın, özlemişsindir... açık kapı oğlum herhalde özler…” Ev telefonundan tacizler, kapı çalmalar, cama taş atmalar… Hangi birini anlatayım çocuk zamanımda aklımda kalıp rüyalarıma girenlerden... Artık anlatmak istediğim konuma başlayayım. Kadınları neden genç kız, evli kadın ve dul diye ayırıyoruz? Büyüklerime sorduğumda bana kız ile kadın bir değil dedi. Ne farkı var ki? Kadın olunca canları acımıyor mu ya da acı çekmiyorlar mı? Bir de dul kelimesini yapıştırıyoruz, evlenmiş Kadınları neden ayrılmışsa ya da eşi ölmüşse. genç kız, Aslında burada dul kelimesini evli kadın kadının genç kız olmadığını ve dul ifade etmek için kullanıyoruz. diye ayırıyoruz? Evlenmiş olsun, eşi ölmüş olsun ya da genç kız olsun, dişi olan insanın duyguları aynıdır. Canları acır. Alışveriş yapmak , kuaföre gitmek , giyinmek, süslenmek, sevmek ve sevilmek, manevi ne varsa farkketmez hepsini hissederler ve hissetmek isterler. Bu yazımla daha çok erkek arkadaşlarıma sesleniyorum. Lütfen dul kelimesini bir kadına yakıştırırken düşünün. Gerçekten hiç hoş olmayan manalarla kullanan insan sayısı çok fazla. Cinsel bir ibare olarak kullanılması hele, o kadar iğrenç ki! Dul denilince düşünülen “açık kapı” tabiri erkekler arası muhabbetlerde aşırı derece de kullanılmakta. Erkekler için evlenmiş ayrılmış olanlarına 52 adım bilgi fikir veya eşini kaybedenlere neden dul kelimesini yaygın şekilde kullanmıyoruz? Çünkü erkekten daha çok kadına yakıştırma yapıyoruz. Toplum içi kullanımından belki bu kelimeyi silemeyiz ama kullanımını azaltabiliriz. Hepimizin ailesi erkek ve kadınlardan oluşuyor ve ailenizdeki kadınları düşünerek en azından buna öncülük edebileceğinizi unutmayın. Bir gün yuva kuracaksınız ya da bir yuvanız var. Eşiniz ve çocuklarınızdan oluşan ailenizin başına ne geleceğini bilemezsiniz. Siz bu dünyadan göçüp gidince, ardınızda kalanların aynısını yaşamamaları için hadi öncülük edin. “Dul kadın” cinsel bir araç değildir. O da bir insandır duyguları ve kalbi vardır. Uzattığınız ve kullandığınız kelimeler saygıdan olsun, ötekileştirmek için değil. Sabırla okuyan herkese teşekkür ederim. Bitmiş bir ilişki düşünün, ayrılmışlığa rağmen adam kadını her gününe sığdırıyor. Geceleri yaşıyor gündüzleriyse aydınlıktan kaçıp kendini uyumaya uyudukça unutmaya mahkûm ediyor. Bir sabah, günü aydınlatan günaydın mesajıyla değil de nedeni olmayan anlamsız ayrılık mesajıyla uyanıyor. Mesaja karşılık onlarca mesaj atıyor ve onlarca soru soruyor neden diye neden ayrılık diye? Defalarca arayıp mesajlar bırakıyor ama hiç birine cevap alamıyor. Ortada ayrılık var ancak ayRılmak için bir neden yoktu. El ele tutuşup gezilen günler, gülüşlerle süslenmiş onlarca fotoğraf, yaprak yeşili gözlere sahip bir kadın ve o kadının hiç gitmeyecekmiş gibi sıkı-sıkı sarılmaları vardı. Ha bide sarılırken ağlamaları ağlarken adamın omuzlarını ıslatan gözyaşları vardı.Ayrılık mesajından sonra hiç biri yoktu, artık var olan tek şey adamın yalnızlığı kadının uzaklığıydı. Ayrılığın üzerinden tamı tamına 1460 gün, koskoca 4 yıl geçmesine rağmen 4 yıl içerisinde 3 kez görüşülüyor. Bu görüşmeler arkadaş olarak yapılıyor ancak kadın her defasında sarılırken gözyaşlarıyla adamın omuzlarını ıslatıyor. Tek bir gününü adamın yanında geçiren kadın 1000 gün uzağında olmayı tercih ediyor. Ancak kadının olduğu o bir gün, olmadığı bin günlük yokluğunu unutturuyor adama. Sevdiği kadının nedensizce gidişini bir türlü kabullenemeyen, gittiği günden bu yana her gününü sayfalara işleyen adamın hikâyesi. Serhat Allahkulu 1994 Doğumlu Karadeniz Teknik Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölümü Mezunu. İlk çıkardığı kitabı olan “Diyelim ki Gitmedin” İsimli Kitabının Kendisi Tarafından tanıtımı. #DiyelimKiGitmedin #SerhatAllahkulu #YazarBey adım bilgi fikir 53 Suqra Caferova, Sen de Sakarya Üniversitesi, Tarih suqra.c@adimdergisi.org Mobinge Uğrayanlardan Mısın ? Biz öğrencilerin, iş hayatına katılımından sonra karşılaşa- araştırmalara göre 6 ay, en uzunu ise 2-3 yıl sürebilir. İş yerinizde daha çok yapabileceğiniz işlerin yapamadığınız cağı çok sorunlar ortaya çıkıyor ki, bazen bunları bir ad anlamda sürekli söylenilmesi benlik duygunuzun zarar altında toplayarak "beni sevmiyorlar ya da kıskançlık görmesine ve işte yaşananların eve taşıyınca da ilave yapıyorlar” diye düşünürüz. Fakat bilmemiz gereken olumsuzluklar da dahil boşanmalara kadar bile götüreçok şey sırasında - sözlü tecavüze - mobing hakkında bilir. Daha sık mobingin uygulandığı yer eğitim sekda bilgili olmamız buna uğramamıza engel olacak ve törüdur. Kadınlarla-kadın, erkek- kadın arasında yaşanılyeniden bu tür hoşagelmez olaylarla karşılaşmamıza ması ne yazık ki üzücüdür. Mobing nasıl önlenebilir? İlk yardımcı olabilir. "Mobing" Latince bir sözdür, aşırı önce maruza kaldığınız psikolojik taciz anında tanıklık şiddetle ilişkili olup, yasaya uygun olmayan kabalık yapacak kişilerinde olması işinize yarar, sizin yalan anlamındadır. Topluluk içinde belli olan kişileri hedef alıp, çalışmalarını engelleyip, dışlama, gözden düşürmek söylemediğiniz kanaatine varılabilir. Çalıştığı kurum yetkilileri ile bu durumu paylaşabilir, yaşadığı olayları, anolarak anlaşılabilmektedir. Daha çok üst yönetimlerin çalışanlarına karşı bunu uygulaması, bireyi intihara kadar lamsız uygulamaları yazılı olarak kaydetmek gereklidir. sürükleyebilir. Yaş, cinsiyet ve ırk, ayrımı olmadan kişiyi Eğer Türkiye'de yaşayarak bu psikolojik tacizin mağduruysanız ALO 170'i ihbar hattını ararak yaşadığınız iş yaşamından dışlamak amacıyla yapılır. Gün içinde olumsuz olayı bildirmekten çekinmeyin. Çünkü sizlere onlarla çalışan bunun mobing olduğunu anlamadan ona destek verecek bir devlette yaşamanız, bir daha karşı bir sözel tacizde bulunabiliyor. Mobinge bu olayın üstesinden gelmenize size yardım uğrayanları mağdur diye adlandırmak Psikolojik edecektir. Daha derinden düşünürsek uygun bir tanımdır. Her stres yapılan tacizin belki de ne zaman mobinge uğramış ortama mobing diye tanımlamamız mağduruysanız olduğumuzu hatırlayabiliriz, fakat bundoğru değildir. Peki bir olayın mobALO 170 dan sonra karşılaştığımızda artık nasıl ing olduğunu nasıl anlayacağız? Bir ihbar hattını ararak tavır sergileyeceğiz ve bunu nasıl aşabiolguya psikolojik taciz denilebilmesi yaşadığınız olumsuz olayı leceğimize dair az da olsa sizlere fikir için en azından kasıtlılık, süreklilik bildirmekten çekinmeyin. vermiş olmayı umuyorum. taşıması lazım. En kısa mobing türü Bir yanımızda karanlık bir mezarlık Karşımızda dalgalanır al bayrak Altında uyuyan sayısız kahramanlar Andımız var. Bir tuttuk kaderimizi kaderleriyle. Değişene kadar bu toprakların kaderi. Bir yanımız masmavi bir deniz Ufukta görünür onun engin sancağı Altında oynayan saf temiz çocuklar Andımız var. Bir tuttuk kaderimizi kaderleriyle Değişene kadar bu toprakların kaderi. Ve vakit yaklaşır. Dönence yaklaşır. Biliyoruz.. Selam olsun Sulh’un hizmetkarlarına. Görüyoruz.. Ve yine selam olsun ona karşı koyacak Aciz tiranlara. Bir gün bile rahat uyku yok onlara Bir an bile rahat nefes yok Tir tir titreyecekler her adımlarında. Andımız var. Ulaşacak Beş bir yana.. Eser Alpkaya Mobinge Dur De! 54 adım bilgi fikir adım bilgi fikir 55 Sakarya Üniversitesi, Siyaset Bil. ve Kamu Yön. SESSİZLİĞİ DUYMAK Gözde Özen, Dünya Sağlık Örgütünün verilerine göre dünyadaki nüfusun yaklaşık olarak %10’u engelli bireylerden oluşmaktadır. Başbakanlık Özürlüler İdaresi Başkanlığı tarafından yapılan Türkiye Özürlüler Araştırması ise ülkemiz nüfusunun %12’sini engelli bireylerin oluşturduğunu ve bu bireylerin yaklaşık 2 milyonunun işitme engelli olduğunu belirtmektedir. Görüldüğü gibi rakamlar azımsanacak gibi değil. Hayatımızın her alanında ve her an yardıma ihtiyacı olan bir işitme engelli ile karşılaşabiliriz. Bir işitme engelli herhangi bir engeli olmadığı halde İşaret Dili bilen ve onunla iletişime geçen birini asla unutmaz. Sizi nerede görse yanınıza gelip mutlaka selam verir, sohbet etmek ister, ailesine arkadaşlarına sizden bahseder. Ve bunun mutluluğu paha biçilemezdir. Peki, işaret dili nedir? İşaret Dili, işitme engellilerin el, kol hareketlerini, jest ve mimiklerini kullanarak oluşturduğu görselliğe dayanan sessiz bir dildir. toplumda kullanılan kelimelerin, nesnelerin özelliklerinden çağrışım yapmasıdır. Kamu kurumlarında da İşaret Dilinin önemi gittikçe artmaya başladı. Hastane, eczane gibi kurumlarda İşaret Dili bilen çalışan zorunluluğu getirileceği tartışılmakta hatta bu yönde bazı eczanelere eğitim verilmektedir. Belediyeler, Gençlik Merkezleri gibi birçok kurumda ücretsiz İşaret Dili eğitimi veriliyor. Bu eğitimler sonrasında aldığınız İşaret Dili Sertifikası ile mahkemelerde İşaret Dili tercümanlığı yapabiliyorsunuz. İşaret Dili son yıllarda daha çok gündeme gelmeye başladı fakat hala hak ettiği değeri alamıyor. İşaret Dilinin önemi hem işitme engelli sayısının fazlalığından hem de toplumda çok fazla sorunla karşılaşmalarından geliyor. Engelli bireyler zaten sosyalleşmekte ve topluma kazandırılmakta çok büyük sorunlar yaşıyorlar. Birçoğu evlerinden bile dışarı çıkmıyor, çıkamıyor. Çıktıklarında ise İşaret Dili ülkemizdeki bilen kimse bulamadıkları için kimseyle işitme engelli konuşup dertlerini anlatamıyorlar. Peki, sayısı siz anlaşamadığınız, anlaşılamadığınız 2 milyon bir dünyada yaşasaydınız nasıl hissederdiniz? Ülkemizde kullanılan Türk İşaret Dilinin(TİD) günümüzdeki temelleri 16. Ve 17. yüzyıllarda atılmıştır. İlk işitme engeliler okulu ise 2. Abdülhamit tarafından 1902 yılında Yıldız Sağırlar Okulu adıyla kurulmuştur. Yazılı bir dil olmadığından pek kayıt altına alınamamıştır. Diğer diller gibi karmaşık bir gramer yapısı olmadığı için öğrenilmesi çok kolaydır. Ancak çeşitli bölgelere göre kelimelerin kullanım şekilleri değişebilir. Ayrıca İşaret Dili evrensel değildir ve her ülkenin farklı İşaret Dili vardır. Bunun nedeni her 56 gozde.o@adimdergisi.org Aslında temel sorun onların işitme engelli olmasından değil, bizim öğrenmek için engelimiz olmadığı halde hala İşaret Dili bilmememizden kaynaklanıyor. Onlar İşaret Diliyle engellerini zaten aşmış oluyorlar. İşitme engelli bireyler, biz İşaret Dili bilmediğimiz için eğitim, istihdam, sosyalleşme, düşünce ve ifade özgürlüğü gibi temel haklarını kullanamıyorlar. Engelli bir birey dudak okuyarak, yazı yazarak ya da işaret dili ile bizimle iletişime geçmek için çok büyük adım bilgi fikir bir çaba sarf ediyor. Neden bu kadar çaba tek taraflı kalıyor da biz karşılık vermiyoruz? Engelliler değil de engelsizler olarak bizler duymuyor olabilir miyiz? Eğer “Ne engelim var ne de engelli yakınım…” diye cümleye başlarsanız zaten tüm kapıları kapatmış olursunuz. İşaret Dili ise sessiz bir dünyaya açılan kocaman bir kapıdır. Eğer biz o kapıyı aralamazsak onlar o sessizlikte boğulup giderler. Ne haklarını kullanabilir ne de birey olabilirler. Ötekileştirmek yerine onların da bu toplumda kendilerini geliştirip yetiştirebilmesine yardımcı olabilirsiniz. Bunun ilk adımı ise iletişim kurabilme ile yani İşaret Diliyle başlar. Siz bir adım attığınızda zaten onlar size koşarak geleceklerdir. Engellerinizi aşmanız, o sessiz ama rengârenk dünyanın kapısını aralayıp sessizliği duyabilmeniz dileğiyle… Hayatı paylaşmak için engel yok! adım bilgi fikir 57 Ozan Arslan, Sakarya Üniversitesi, Tarih ozan.a@adimdergisi.org DÜN KÖLEYDİK BUGÜN HALKIZ PEKİ YARIN ? Sosyalizm kavramı, içinde taşıdığı belli bir toplumsal kategorinin üretim, dolaşım, paylaşım ilişkileri içerisinde kolektif bir yeniden üretim fikri olarak kendi varlığını Antik Yunan’a kadar dayandırır. Bu yazının boyutu düşünüldüğünde böylesi bir irdeleme yapmanın imkanı söz konusu değildir. Biz ise bu yazımızda başlığından esinlenerek bir çıkarım yapacağız.Ancak Sosyalizm'i, Marx’ın anladığı anlamda yani ezen ve ezilen ilişkisinin tarihsel anlamda kullanacağız. Marx, 1848’de işçi sınıfı için yazdığı bildiri olan Komünist Manifesto’da: “Şimdiye kadar ki bütün toplumların tarihi sınıf savaşımları tarihidir,” demiştir. Gerçekten de tarih kölenin, köle sahibine; serfin, toprak sahibine; işçinin, patrona karşı ezildiği toplum düzenlerini içinde yaşayarak bugünlere kadar gelmiştir. Ancak insanlığın tüm tarihine baktığımızda ilkel topluluklarda böyle bir sınıfsallığın olmadığına şahit olunur. Gerçekten de insanların ilkel topluluklar halinde avcılık ve toplayıcılık ile geçindikleri zamanlarda avladıkları hayvanlar topluluğun içinde eşit n dü bir şekilde paylaştırılır; bu eşit paydan daha fazlasını isteyenler ise o topluluk tarafından topluluktan atılmaktan, ölüm cezasına kadar fiili pek çok cezalandırmanın konusu olurdu. Buradaki temel unsur ilkel insanların hayatlarını yeniden üretebildikleri kadar avlanmaları ve bu yüzden avlanan hayvandan daha fazla istenmesi halinde topluluğun belli üyelerinin açlığının topluluk tarafından istenmemesiydi. Bu sebeple 58 ilkel topluluklar birbirine çok bağlı, komünal bir kültürün gereklerine uyan ve herkese ihtiyacı kadar olan bir üretimi ilkel koşullarda barındıran bir toplumsal düzendir. Peki ne olmuştur da bu paylaşmacı komünal düzen yıkılmıştır? Bunun en önemli sebebi kurulu kentleri de ortaya çıkartacak olan 1. tarım devrimidir. Bir başka deyişle insanlar ilk kez basit el aletleriyle avcılık yaparak geçinmeye bir alternatif oluşturarak verimli-sulak-arazilerin bulunduğu yerlerde topraktan geçimlerini sağlamaya başlamışlardır. Bu devrimin en önemli sonucu bir “artık ürünü” ortaya çıkarması olacaktır. Çünkü artık besin elde etme biçimleri daha kolaylaşmış ve çeşitlenmiş, bunların saklama koşulları elde edilmiş, kentleşmeyle birlikte toplumsallaşma giderek artmış, üretimde işbirliğinin getirdiği kolektif akılla toprakta tarımı daha kolay yapacak aletlerin yapımı hızlanmıştır. Böylesi bir gelişme de artık ürünler başka artık ürünlerle eşdeğerlik ölçüsünde takas edilmeye başlanmış ve insanlığın ilk mübadele ilişkileri de gelişmeye başlamıştır. İşte böylelikle bu artık ürüne sahip olan ile olmayan arasındaki sınıfsal fark ortaya çıkmıştır. Yani üretim araçlarına sahip olanlar ile olmayanlar arasındaki sınıf savaşımının tekerleği “artık ürünün özel mülkiyeti” dolayısıyla “artık ürünü üreten üretim araçlarının özel mülkiyeti” temelinde yürümeye başlamıştır. Birazda Orta Çağı'n karanlığından bir 1500 yıllık köle tarihini anlatan Horvath 'ın gözünden bakalım kavimler göçünü bir köle olarak şöyle yorumlamıştır "Gene biz cezalandırılacağız! Cezaya alışığız biz. Anımsayabildiğimiz ilk ceza yüzlerce yıl önceydi : Hunlar'ın yüce hakanı Attila'nın büyük akınına başladığı ve bizi koca ordusunun yük taşıyıcı köleleri haline getirmek için Orta Asya'daki yurdumuzdan ko- adım bilgi fikir Veli Reçber ? yarın adım bilgi bugün Bir yaz mevsimi gecesi Anadolu’nun Tozlu bir köy yolunda gördüm seni Zamanında köy türkülerinin söylendiği alınlarında beşi birlikleriyle gelinlik kızların katmerden fistan giydiği Anadolu’nun tozlu bir köy yolunda gördüm seni Bilmem hatırlar mısın? Birlikte yürüyecektik seninle O tozlu köy yolunda Ve bekleyecektik birbirimizi Yağmuru bekleyen kuru toprak gibi, Toprağı sevecektik seninle Güneşe inat tarla da çalışan kadınlar gibi Ey sevgili, Bir yaz mevsimi gecesi Akşamın kızıllığında Anadolu’nun O tozlu köy yolunda sevdim seni vduğu zaman... Attila'nın öyküsünü bilirsiniz. Ama bizimkini bilmezsiniz, Soylular size anlatmamışlardır. Neyse, Attila'nın köleleriydik biz... Orta Asya'daki yurtlarımızı kaybettik. Tanrılarımızı kaybettik. Dilimiz Macarcadan başka her şeyimizi kaybettik..." Evet anlaşıyor ki dün köleydik bugün halkız, insan şunu sorma gereksimini soruyor peki yarın ne olacagız ? Hiç yoktan eski zamanlarda ne olduğumuzu suratımıza vuruyolardı köle ya da serf simdi ise, bize halk deyip kendimizi avutmamızı istiyorlar ancak bu böyle gider mi? Sormak lazım insanlara. Yani şöyle, yaşadığımız hayatlara bakalım: Üniversiteden çıkacağız, bir şansımız olursa iş bulacağız ve günümüzün 12 saatini oraya vereceğiz. Bunu da çoğumuz asgari ücret üzerinden yapacak. Bununla bir hayatı yeniden üretmeyi deneyeceğiz. Borçlanacağız ve başka borçlanmalarla bu borçları ödeyeceğiz. Elbette hayaller kurmaya devam edeceğiz fakat bu hayaller için paramızın olmadığını görüp bu sefer daha da hırsla çalışacağız. Bazen iş arkadaşımızın arkasından iş çevirmemiz gerekecek ama nasıl olsa tanımadığım bir kişi, benim hayallerim var diyeceğiz ve onun hayallerini karartma hakkına erişeceğiz ya da birisi aynen böyle bizim hayallerimizi karartacak. Onlarca yıl uğraş didin bir eşimiz, birkaç çocuğumuz, bir ev, bir de araba için onca alengirli işten sonra geriye bakacağız ne yaptım ben? İşte bu yüzden insanlar kendilerini bir makina gibi çalıştıran bu sisteme dur demeliler! Sistemin dizginlerini ellerine alıp, bu sömürü düzenine bir son vermeliler. Gün geçtikçe daha da bilinçlenen insanlar, inanıyoruz ki bir gün bencillikten kurtularak, sınıfsız bir toplum için kolları sıvayacaklar. O gün geldiğinde: Dün halktık bu gün ise hepimiz devletiz diyeceğiz. fikir 59 Osman Erbasan, Gazi Üniversitesi, Maliye osman.e@adimdergisi.org HAYA(T-L)İ Sohbetler IV: Hattat Olmak İsteyen Doktor Hayati: Hayırdır dostum? O surat ne öyle Hayati: Evliya gibi konuştun dostum. emekli albay gibi. Yüzün resmen Perşembe Osman: Tabi biraz para, güç, kadın ve seks de fena olmaz hani… çanağına dönmüş. Osman: O deyim Çarşamba’da geçmiyor muydu? Hayati: Düşün artık ne kadar ilerlediyse… Osman: Altı aydır içmiyorum ya ondandır. Ayrıca o deyim gün olan Çarşamba’da değil Samsun’un ilçesi olan Çarşamba’da geçiyor. Hayati: Aman neyse ne… Bu arada bildiğim kadarıyla hayatında ağzına hiç içki sürmedin. Osman: Sonuçta altı aydır içmiyorum. Hayati: Bırak dalga geçmeyi. Bugün seni durgun gördüm. Neyin var Osman? Osman: Tutkum, cesaretim, yeteneğim, hippi gözlüğüm ve galiba birde sol yan çapraz bağlarımda yırtığım var. İnsan daha başka ne ister ki? Sonuncusu dışında. Hayati: Para ve güç, kadın ve seks, daha çok para ve daha çok güç, daha çok kadın ve daha çok seks, daha daha çok para ve daha daha çok güç, daha daha çok kad… Osman: Tamam yeter! Kısacık bir hayat için ne kadar da kısır arzular. Hayati: Sen galiba daha çok arkanda bırakabileceğin şeyleri arzuluyorsun. Bir eser bırakmak Osman: Bu dünyada arkamda bırakmak istediğim tek varlığım çocuklarım. Hayati: İyi de senin çocukların yok ki. Osman: Bende onu diyorum ya. Yok ki… Hayati: Bulmaca gibi konuşmasana! Osman: Bak Hayati; hayatta kalmak kolay ama yaşamda kalmak zor. Ölmek sadece meçhul bir an. Ölmeye cesaretim var ve yaşayacak kadar yürekli değilim. Lakin inançlı biriyim. Canıma kıymam, haram. Kendi canım bana haram. Esasında canım bile bana ait değil. İnsan kendi canının bile sahibi değilken, nasıl mal, mülk, evlat sahibi olabilsin? İnsan sadece isimlere, sıfatlara ve fiillere sahip olabilir. Sahibi olmadığın şeyleri bir başkasına bırakamazsın. Ama sahip olduğunu sandığın şeyler bir gün gelir seni bırakır. 60 Hayati: Ermişlik buraya kadarmış. Ama bütün bunlar neden durgun olduğunu açıklamıyor. Osman: Boş ver abi uzun hikaye. Hayati: Hayatın kendisi uzun değilken hikayesi nasıl olsun ki? Anlat hadi ölmeye fazla vaktimiz kalmadı. Nedir seni böyle derde düşüren? Osman: Ben derde düşmedim, atladım. Şöyle özetleyim dostum. Hayaller suya düşer, suyu inek içer, inek dağa kaçar… gerisini biliyorsun zaten. Bundan daha Çarşambası olamazdı; çıkmamak için hiçbir aya… Allah ‘’Yürüme ya kulum’’ demiş işte. Hayati: Ama bazı doğumların küllere ihtiyacı vardır Zümrüd-ü Anka misali. Osman: Fakat Zümrüd-ü Ankalar sadece efsanelerde olur. Hayati: O zaman sana efsane olmaktan başka yol kalmadı dostum. Osman: Sen bana moral mi vermeye çalışıyorsun yoksa moralimi bozmaya mı? Hayati: Ne anladığına bağlı. Osman: Oysa ben kendimi Zümrüd-ü Anka’dan çok penguene benzetiyorum. Çünkü kendimi bir penguen kadar özgür hissediyorum. Yüzüyorum ama uçamıyorum, yürüyorum ama koşamıyorum, üşüyorum ama ısınamıyorum. Bir yolunu bulup bu dar smokinden ve hayatın paytak debdebesinden sıyrılmalıyım. Zaten hayat denen şey ölümün sırtından beslenen bir asalak değil midir? Başımı alıp gidemiyorum da. Çünkü başımı taşıdığım her yere sorunlarımı da taşıyorum. Bırak başımı kendi gölgemden bile kaçamayan aciz bir canlıyım. Bunu unutmalıyım. Başka bir yol bulmalıyım. Ya da hayata teslim olup ölmeyi beklemeliyim. Hayati: Hiçbir şey bir anda düzelmez dostum. Zamana bırak. Osman: Ve muhtemelen hiçbir zaman düzelmez. Zamana bıraktığın şey artık zamana aittir. Ve zaman adım bilgi fikir denen herif ise ölümün kar ortağıdır. Hiçbir şeyini bırakmayan huysuz pinti ihtiyarın tekidir. Hayati: Hayır buna inanmıyorum. Zaman akıp giderken sorunları da yanında alıp götüren şifalı bir Osman: Herkes zamanın akıp gittiğini iddia ediyor ama nedense eksilenler hep insanlar oluyor. Ayrıca zaman bence şifalı bir sudan çok, merdiven altı, lisanssız, bandrolsüz ve de hijyenik olmayan bir koca karı ilacıdır. Zührevi hastalıklardan bile daha tehlikelidir. Hayati: Kar ortağı mı, ihtiyar pinti bir herif mi, yoksa koca karı ilacı mı? Bir karar ver artık dostum. Osman: Fark etmez. Zamanın istediğini olmak için istediği kadar zamanı vardır? Hayati: Bu kadar karamsar olma. Gün doğmadan neler doğar. Yarınlar bence güzel olacak. Osman: Kötü şeyler de doğabilir ama. Ve yarın denen şey öyle bir gündür ki, sen bugüne geldikçe o hep ertesi güne kaçar. Yarınlardan ödünç aldığımız elden düşme bugünlerde yaşıyoruz. Ve bugünden hiç memnun değilim dostum. Çünkü yarın denen pezevenk bugünü çok fena hırpalamış. Hayati: Her şey değişkendir. Bugün bile yarın olunca dün olur. Bugün kötü olan bakarsın yarın iyi olur. Kimse sana bardağın dolu tarafından bakmayı öğretmedi mi? Osman: O bardak kırılalı çok oldu. Dur bi dakka. Daha önce o bardağa kezzap dolu diyen sen değil miydin? Hayati: İyi ya işte! Kırıldıysa bir sorun yok demektir. Maazallah bardağın dolu tarafını görseydin su sanıp kezzap içebilirdin. Osman: Çok fenasın Hayati. Kendi hikayemde beni tongaya düşürdün. Hayati: Sen kaşındın. Bilmem farkında mısın ama sen bir yazarsın Osman. Birçok kişi kurgularını ve yazılarını harika buluyor. Hatırlıyor musun bir kere şöyle bir söz yazmıştın: “Hayallerin sürekli suya düşüp duruyorsa, onlara artık yüzmeyi öğretmelisin.” Pekala, kendin için de harika bir hayat kurgulayıp yazabilirsin. Karakterlerin hazır zaten… Sen sadece hikayeyi düşün. Düştüm diye ağlamak sana hiç yakışmıyor. Madem her seferinde düşüyor ya da düşürülüyorsun; bari düşmesini öğrende sakatlanma. Hem düşmeye cesareti olmayan kuşun, uçmaya mecali olmaz. Hiçbir kuş düşmeyi göze almadan uçmayı öğrenemez. Umudun tükense de ümidin bitme- sin, o da yiterse recan hiç mi hiç eksilmesin. Bütün kapılar yüzüne kapandı diye üzülme. Daha bunun penceresi, bacası var. Osman: Hattat olmak isteyen bir doktorun çaresizliği var içimde. Eserlerim Eczacılık Fakültesi’nin duvarlarına çok yakışırdı oysa… Ama çok haklısın dostum. İnsan bazen ister istemez yeise kapılabiliyor. Her şeye rağmen yine de pes etmeyeceğim. Yarın bana hep elden düşme bugünler bırakmış olabilir ama bir gün sıkılıp taze bir bugün bırakacağına umudum tam. Kusura bakma durduk yere canını sıktım senin de. Sadece arada bir heyheylerim geliyor işte. İdare et. Hayati: Ha şöyle ol. Sıkma canını. Ölene dek yaşamaya bak dostum. Osman: Sende tereciye tere satma dostum. Çay Kaşığı’ndan aforizma çalmayı bırak da kendi aforizmalarını uydur. Hayati: Oldu. Görürsem söylerim. Osman: Bi siktir git Hayati. Hayati: Sen bile gidemezken ben nasıl giderim ki? Osman: Beni niye bozuyorsun Hayati? Hayati: Sen kaşındın ama... Susmama izin verseydin eğer neler söylemeyecektim oysa… Osman: Bu bölüm sence de gereğinden fazla uzamadı mı Hayati? Artık insanların bizden sıkıldığını hissediyorum. Maşallah sende de verecek ne öğüt birikmiş. En az beş yıllık nasihat ihtiyacımı giderdin. Taksit taksit vereydin iyiydi. Bir anda yüklenince bünyeye ağır gelmesin. Hayati: Hiçte bile. Bence bizi çok sevdiler. Özellikle de beni. Yoksa buraya kadar okumazlardı. O kadar öğüt verene kadar okkalı bir dayak atsaydım belki daha iyi gelirdi ama dayak atayım derken döversin diye korktum. Osman: Olsun, biz yine de tadında bırakalım. Dayak meselesini de ayrıca konuşacağız. Hayati: Peki ben bir daha ne zaman olacağım? Osman: Onu da artık okurun takdirine bırakıyorum. İddia ettiğin gibi seni gerçekten sevmişlerse söz ayrı eten seninde bir kitabını yazacağım. Hayati: Bak söz verdin ha… Osman: Yazar sözü… adım bilgi fikir 61 -İsimsiz Bab 1Bireysel varoluşun temel gayesi, hayatta kalma içgüdüsüdür. Toplumsal varoluşun temel gayesi, tarih sahnesinde tutunmaktadır. Yaşamsal temeller, toplumsal çıkarlar ile doğru orantılıdır. Toplumsal çıkar söz konusu olduğunda, bireysel anlayış yerle bir olur, onun yerine bir kavram altında, bir bayrak altında mücadele etme geleneği önem kazanır. Bu anlayış sekteye uğradığında, hem birey hem de toplum bundan zarar görür. Ancak bu gelip geçici bir gayedir. Toplumlar yok olmaya mahkumdur. Milletler, bayraklar, diller ve dinler sürekli olarak değişim ile iç içedir. Bu kaçınılmaz bir gerçektir. Tutunduğumuz bu yapı taşlarının bir gün, gelecek nesiller için bir kaç sayfadan öteye geçemeyeceğini idrak etmeli ve gelecek zamanda akıllarda kalmak için, onlara kalıcı bir eser bırakmalıyız. İnsanoğlu sosyolojik evrimini toplum olma yolunda ilerlemişti. İnsan canlısı, daha bebekken annesi dışında diğer insanlara da ihtiyaç duymuştur. Bu da harikulade toplumsal dayanışma olarak, tarih sahnesinde yerini almıştır. Söz konusu dayanışma hali, birilerinin çıkarlarından ziyade, toplum merkezli çıkarlara dayanmaktadır. Toplum özgüvenli ve rahat bir hayata sahip olmak ister, tarih sahnesi bize bunları öğretmiştir. Doğa gibi,bilim gibi, düşünceler gibi, dergi gibi... Söz konusu çıkarlar, toplumların genişlemesiyle birlikte, seyrini değiştirmiştir. Bu seyir birilerinin aç kalmasına, yetim kalmasına ve herkesin farklı bir yaşam anlayışına destek çıkmasıyla sonuçlanmıştır. Anadolu halkı, "bir hırka bir lokma" anlayışıyla devam ettiği bu yaşam mücadelesine bugün oldukça farklı bir perspektiften yaklaşmaktadır. Doğu'nun belirgin mistizmine sırt çevirip, kendi tarihini yalanlarcasına kapitalist anlayışı benimsemeyi uygun bulmuştur. Ayrıca bugün Doğu olarak nitelendirdiğimiz yerlerde, Anadolu'ya benzer şekildedir. 62 adım bilgi fikir İlk atılan adımlar önemlidir. Bu adımın sahipleri insandır. Bir milleti, bir dini, bir dili yoktur. Tarafsızlığın ve anonimliğin içinden, dünyanın esersiz olmasından yana olan ama esersizliğin bir çözüm olmadığını bilen ve bu yüzden bunca karmaşanın ve bunca ölümün ardından bizimde söyleyeceklerimiz var diyebilen insanların, yalın, süssüz, olduğu gibi veya olması gerektiği gibi davranmaya çalışan bir kitlenin varoluş çabasıdır bu kağıt yığını. Anonim Birey, 21 Şubat 2016 adım bilgi fikir 63