Burhan Dergisi 30. Sayı
Transkript
Burhan Dergisi 30. Sayı
4 içindekiler Günde Beş Vakit Câmideyiz Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN 4 Nimete Değil Külfete Talibiz Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK 7 Günde Beş Vakit Câmideyiz Hasen ve Sahih Hadislerden Seçmeler 13 Prof.Dr. İbrahim BAYRAKTAR 8 16 Tevhid Penceresinden Hayatın Anlamı Ramazan ÇAKIR 10 Amelî Boyuttaki Vazifelerimiz Hüseyin SELAMCI 14 Özgürlük ve Başörtüsü Prof. Dr. Orhan ATALAY 16 Satırlık Hakikatler Yahya MACİT 19 Şeytanın Adaveti Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL 20 Şiir 23 Söyleşi Sezgin ÇAKIR 24 Allah Dostları Abdullah ÇAKIR 30 Yol Kandilleri Ersan BİLGİN 34 Fıtratın İnşâsı İçin Vahiy Mehmet DEMİRCİ 38 Son Kapı Çanakkale… M.Akif ARICAN 40 Korkulardan Kurtulmak Hasan BAŞAR 46 Büyük Haber Yeniden Diriliş Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE 49 Canım Annem...! Özkan KILBAŞ 52 Gittin Sebahattin TÜZÜN 54 Kerim Elçi Sebahattin TÜZÜN 55 Gönül Dilinden Öğütler 56 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL 58 Hayat Halil Atik 60 İbrahim DİRLİK Efendi Hazretleri Nizamettin SÜRMELİ 62 Çocuk Terbiyesi Zeynep GÜLOĞLU 68 Burhan Çocuk Musa KARACA 70 Özgürlük ve Başörtüsü 24 Prof.Dr. Osman TÜRER le Söyleşi 34 Hz. Osman Bin Affan 56 Gönül Dilinden Öğütler 62 İbrahim DİRLİK Efendi Hazretleri AYLIK İLİM KÜLTÜR DERGİSİ Yıl: 3 Sayı: 30 Mart 2008 SAHİBİ Burhan Basın Yayın Eğitim ve Tur. Ltd. Şti. SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ Serdar TAŞAR MÜESSESE MÜDÜRÜ Osman MERT YAYIN DANIŞMANLARI Prof. Dr. İbrahim BAYRAKTAR Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Yard. Doç. H. Murat KUMBASAR YAYIN KURULU Yusuf ELİBOL Ramazan ÇAKIR İhsan AKTAŞ Mustafa ÖZKAYA Semi HAFIZOĞLU GRAFİK TASARIM Burhan Ajans DAĞITIM ORGANİZASYONU Asim AYDOĞDU 0538 233 5000 Fiyatı Tek Sayı: 6 YTL 1 Yıllık (12 Sayı) Abone: 72 YTL 6 Aylık Abone: 36 YTL Yurtdışı 1 Yıllık Abone: 75 Euro Abonelik İçin Hesap Numaraları Posta Çeki No: 5091167 Türkiye Finans Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 291928-1 Ziraat Bankası 1673 Sultanbeyli Şubesi Hesap No: 44165588 YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ Mehmet Akif Mah. Kuran Kursu Cad.No: 87 Sultanbeyli / İST. Tel: +9 (0216) 498 94 00 Faks: +9 (0216) 498 94 00 İNTERNET ADRESİ burhandergisi@hotmail.com burhandergisi@mynet.com burhandergisi@gmail.com www.burhandergisi.com BASKI Milsan A.Ş. 0212 697 1000 YAYIN TÜRÜ Aylık Süreli Yayın Gönderilen yazılarda editör ve yayın kurulu değişiklik yapabilir. Gönderilen yazılar iade edilmez. Yazılardan kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. Yayınlanan reklamlardaki ürün ve hizmetlerin sorumluluğu reklam verene aittir. editörden Selam ile Rasûlü Ekrem (s.a.v)'in de hazır bulunduğu 'Zâtü'r-Rika' gazvesindeki bir çarpışmada, müslümanlardan biri müşrik bir adamın muharebe yerinde bulunan karısını öldürmüştü. Kadının kocası da misilleme olarak mutlaka bir müslüman öldürmeye yemin etmişti. Rasûlullah (s.a.v) ve arkadaşlarının peşinden onları izlemeye başladı. Allah Rasûlü akşamüstü bir yerde konaklama hazırlığı yaptı ve yanındakilere sordu: — Bu gece istirahatımızda bize kim bekçilik yapacak? Muhacir ve Ensar'dan iki adam cevap verdiler: — Ya Rasûlallah, biz sizler için nöbet tutarız. — Öyleyse şu vadinin giriş kısmında bekleyin. Bu iki gönüllü, Ammar b. Yâsir ile Abbâd b. Bişr idiler. Gece nöbetine duracakları sırada Ensar'dan olan Abbâd, Muhâcirler'den olan Ammar'a: — Gecenin hangi bölümünde nöbette olmamı istersin? diye sordu. O da: — Gecenin ilk bölümünde benim yerime sen bakıver, dedi. Bu karardan sonra Muhacir, kendi nöbeti gelinceye kadar arkadaşının yanına uzanıverdi. Nöbetteki Ensar da, vaktin değerlendirmek için gece namazına durdu. Meğer karısı öldürülen müşrik herif de, o sırada yakınlardaydı. Namazda duran adamı farketti ve onun nöbette olduğunu anladı. Bir ok atıp sapladı ve atmaya devam etti. Nöbetçi sahabi üçüncü okla ağır yaralanmıştı. Derhal rükû ve secdeleri yapıp namazının tamamladı ve arkadaşını uyardı: — Kalk artık kalk! Ben yaralandım arkadaş, hareketten kesildim!.. Arkadaşı yerinden fırlayınca, okçu müşrik de korkup uzaklaştı. Yaralı arkadaşının durumunu gören Muhacir hayretle sordu: — Fesubhanallah! Sana ilk ok atılanca beni uyandırsaydın ya! — Okumakta olduğum bir surenin ortalarında idim. Onu kesmek istemedim. Eğer Rasûlullah’ın bize verdiği nöbetçiliğe zarar gelmeyecek olsaydı, canım çıkasıya okuduğum sureyi kesmezdim. Din, sahabe-i kiram, namaz- ibadet ve biz… Neredeyiz? Allaha emanet olun. Otuz Doç. Dr. Mustafa AĞIRMAN Günde Beş Vakit CÂMİDEYİZ Süleymaniye Camii Hz. Peygamber efendimiz ve O’nun çevresindeki ilk Müslümanlar, Mekke döneminde namazlarını kendi evlerinde kılıyorlardı. O zaman cemaatle toplu namaz kılınamıyordu. Çünkü Mekke’de Müslümanların namaz için toplanabileceği bir mescid yoktu. Müslümanların böyle bir câmileri olsa bile müşrikler, Müslümanların toplu namaz kılmalarına izin vermezlerdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ammar (r.a.), evlerinin birer odalarını mescide çevirmişlerdi; orada namaz kılar ve Kur’ân-ı Kerim okurlardı. Hz. Peygamber efendimiz, Mekke’den Medîne’ye hicret ederken, Medîne şehir merkezine girmeden önce birkaç gün Kubâ köyünde kaldı. Bu köyde hemen bir mescid yaptırdı. Kur’ân-ı Kerim’de bu mescidden bahsedilmekte ve temellerinin takvâ üzerine atıldığına vurgu yapılmaktadır. (Geniş bilgi için bakınız: et-Tevbe Sûresi, âyet:108) Hz. Peygamber efendimiz, hicretten sonra Medîne’ye yerleşince birtakım işlerin bir an önce yapılmasına öncelik verdi. Bu işler arasında Medîne merkezinde bir mescidin yapılması da vardı. Medîne’nin yerlisi olan Ensâr ile Mekke’den gelen 4 Muhâcirlerin kardeş ilân edilmesi ve Medîne vesîkası da bu işler arasındaydı. Hz. Peygamber efendimiz, Medîne’ye girdiği esnada devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden aldı. Arsanın bedelini Hz. Ebû Bekir ödedi. Arsa düzeltildi ve hemen bir mescid inşaatı başlatıldı. Temelleri taştan, duvarları kerpiçten olmak kaydıyla kısa zamanda yapılan bu binanın üstü de hurma dalları ve yaprakları ile gölgelik şeklinde yapıldı. Hz. Peygamber efendimizin kendisi de Ashâb-ı kirâm ile birlikte bu mescidin inşaatında çalıştı. Mescid yapılıncaya kadar namazları bulundukları yerde, açık havada ve uygun mekânlarda kıldılar. Mescidin inşaatı bittikten sonra günde beş vakit namaz ve Cuma namazları bu mescidde kılındı. Mescid, Medîne Müslümanlarının hem ibâdet yeri, hem sohbet mekânı, hem mekteb ve medresesi, hem dinlenme yeri ve hem de buluşma yeriydi. Mescid, Hz. Peygamber efendimizin kurduğu “Medîne İslâm Devleti”nin merkeziydi. Peygamberimiz misâfirleri mescid de kabul eder, Suffe’de yatırırdı. Bu konuda geniş bilgi sahibi olmak isteyenler benim “Hz. Peygamber (s.a.v.) Devrinde Mescid ve Fonksiyonları” isimli kitabımı okuyabilirler. (Ravza Yayınları, Telefon: 0 212 528 46 17) Burhan Hz. Peygamber efendimiz, Medîne şehir merkezinde yaptırdığı bu câminin imâmıydı. Medîne’de bulunduğu sırada namaz vakitlerinde muhakkak mescidde olur ve cemaate namaz kıldırırdı. Herhangi bir iş için Medîne’nin dışına çıkınca, kendisi dönünceye kadar, uygun birini imam tâyin ederdi. Rahatsızlığı esnasında bile câmiye gitmeyi terk etmezdi. Yalnız, vefatından önceki hastalığında birkaç vakit câmiye gidememiş ve namazlarını evde kılmıştır. Vefat ettiği Pazartesi günü sabah namazını câmide cemaatle kılmış ve aynı gün kuşluk vakti vefat etmiştir. Sevgili Peygamberimiz işte bu derece câmiye ve cemaate düşkündü. O’nun ümmeti olan bizler, bu konuda O’na neden benzemiyoruz? Yüce Allah, bize kitap olarak Kur’an-ı Kerim’i, Peygamber olarak da Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’i göndermiştir. Biz, dinimizi bu iki kaynaktan öğreniriz. Özellikle, dinin nasıl yaşanacağını Hz. Peygamber efendimizden öğreniriz. Bu dinin peygamberi günde beş vakit namazı câmide cemaat halinde kılıyordu. Bize ne oluyor veya bizler ne biliyoruz ki, câmilere gitmiyor; namazlarımızı evlerimizde, bürolarımızda veya işyerlerimizde kılıyoruz? Bu fetvayı kimden alıyor ve bu yaşantıyı kimden öğreniyoruz? Yüce Allah’ın ve Hz. Peygamber’in râzı olmadığı bu yaşantıyı ne zaman terk edeceğiz? Kur’ân-ı Kerim’i okumayan, Hz. Peygamber efendimiz gibi yaşamaya çalışmayan müslümanlar, dinsizlerden ve misyonerlerden niçin şikâyetçi oluyorlar? Aslında bu gibi tembel müslümanlar, Yüce Allah’ın emrini ve Hz. Peygamber’in sünnetini yerine getiremediklerinden dolayı dinsizleri sevindiriyor ve misyonerlerin işlerini de kolaylaştırıyorlar. Rabbimizi sevindirmek ve din düşmanlarını üzmek istiyorsak câmileri dolduracağız. Namaz vakitlerinde sel gibi câmilere akacağız. Hz. Peygamber efendimizin bu konu ile alakalı olan hadîs-i şeriflerine hep birlikte kulak verelim. O, şöyle buyuruyor: “Bir kimsenin câmide cemaatle kıldığı namaz, işyerinde ve evinde kıldığı namazdan yirmi küsûr derece daha sevaptır. Şöyle ki: Bir kişi güzelce abdest alır, sonra başka hiçbir maksatla değil, sadece namaz kılmak üzere câmiye gelirse, câmiye girinceye kadar attığı her Burhan adım sebebiyle bir derece yükseltilir ve bir günahı bağışlanır. Câmiye girince de, namaz kılmak için orada durduğu sürece, tıpkı namaz kılıyormuş gibi sevap kazanır. Biriniz namaz kıldığı yerden ayrılmadığı, kimseye eziyet etmediği ve abdestini bozmadığı müddetçe melekler: “Allah’ım! Ona merhamet et! Allah’ım! Onu bağışla! Allah’ım! Onun tevbesini kabûl et!” diye ona duâ ederler.” (Buhârî, Salât 87; Müslim, Tahâret 12; Ebû Dâvûd, Salât 48; İbn Mâce, Tahâret 6.) “Kim, sabah-akşam câmiye gider gelirse, her gidip gelişinde Yüce Allah, o kimseye cennetteki ikrâmını hazırlar.” (Buhârî, Ezân 37; Müslim, Mesâcid 285.) “Şüphesiz, kıldığı namazdan en çok sevap kazanacak insanlar, uzak mesâfelerden câmiye yürüyerek gelenlerdir. Namazı imamla birlikte kılmak için bekleyen kimsenin sevâbı, namazı tek başına kılıp sonra uyuyan kimsenin sevâbından daha çoktur.” (Buhârî, Ezân 31; Müslim, Mesâcid 227.) “Karanlık gecelerde câmilere yürüyerek giden kimselere, kıyâmet gününde tam bir nûra 5 kavuşacaklarını müjdeleyiniz.” (Ebû Dâvûd, Salât 50; Tirmizî, Salât 166.) “Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûlullah (s.a.v.): “Size, Allah’ın, kendisiyle günahları yok edip dereceleri yükselteceği hayırları haber vereyim mi?” buyurdular. Ashâbı Kirâm: “Evet, yâ Rasûlallah!” dediler. Bunun üzerine O da şöyle buyurdu: “Güçlükler de olsa abdesti güzelce almak, câmilere doğru çok adım atmak, bir namazı kıldıktan sonra öteki namazı beklemek. İşte ribâtınız, işte bağlanmanız gereken budur.” (Müslim, Tahâret 41; Tirmizî, Tahâret 39.) “Câmilere devam etmeyi alışkanlık haline getiren bir adamı gördüğünüz zaman, onun gerçek mümin olduğuna şâhidlik ediniz.” (Tirmizî, Îmân 8.) Câmi ve mescidlerin İslâm toplumlarında pek önemli birçok işlevi varsa da, bunlardan en başta geleni cemaatle namaz kılınan mekânlar olmasıdır. Namaz, müminleri günde beş kere bir araya getiren toplayıcı bir ibâdettir. Namaz, ibâdet bahçesinin gülü; câmi de Yüce Allah’ın evidir. Câmide 6 namaz kılmak, Yüce Allah’ın evinde gül koklamak demektir. Günde beş vakit yüksek sesle okunan ezân, bizleri bu ilâhî ziyâfete dâvet etmektedir. Ne yazıktır ki, Müslümanların çok azı, bu sese kulak vermekte ve bu dâvete icâbet etmektedirler. Çoğunluk ise, dünyalık işlerinin peşinde koşmakta ve kendilerine yazık etmektedirler. Müslümanların dünyalıkları arttıkça, makam ve mevkileri yükseldikçe Yüce Allah’a yakın olmaları gerekirken, tam aksine Allah’tan uzaklaşmaktadırlar. Sahibini, Yüce Allah’tan uzaklaştıran makam ve mal yerin dibine batsın! Aziz okuyucu! Aklını başına topla! Bu dünyada Yüce Allah’tan ve O’nun evinden uzak durma, O’na yakın ol ki, öbür dünyada da O sana yakın olsun ve sana sahip çıksın. Câmiler, Yüce Allah’ın evleridir. Câmiye giden, Allah’ı ziyâret etmiş olur. Rabbim, kendini ziyâret edenleri hiç eli boş, geri çevirir mi? Elbette çevirmez. Öyle ise haydin, hep birlikte, toptan, cemaat halinde namaz kılalım ve câmileri dolduralım. Biz, günde beş vakit inananlarla birlikte, komşularımızla birlikte câmilerdeyiz. Bundan sonra sizleri de bekliyoruz. Bizi, fazla bekletmeyin! Burhan Otuz Prof. Dr. Osman ÖZTÜRK Nimete Değil KÜLFETE TALİBİZ “İslam’ın ve müslümanların meseleleri bizim de meselemizdir. Davamızın kaymağına değil, hamallık ve çilesine talibiz.”İman ettik” diyenlerin dün olduğu gibi, bugün de, yarın da çile imtihanından geçeceklerine iman ederiz. Deliller: el-Bakara / 214; et-Tevbe / 82; el Ankebut /2.” İnsanoğlu yaratılışı icabı; külfeti değil, nimeti sever ve zorluktan değil kolaylıktan hoşlanır. İman ise; başlı başına zorluklara göğüs germe ve külfetlere meydan okuma tercihidir. Herkes imtihan olacaktır. Çünkü dünya bir imtihan yurdudur. Mü’min daha çok imtihan olunacaktır, tarih boyu hep böyle olmuştur ve olacaktır. (bkz. Ankebut (29)/2) Şu halde iman ehli için külfet ve çileye tahammül kaçınılmazdır. Yıllardır yaşadığımız vasat / ortamın; okulu, medyası, çarşı ve pazarıyla telkine çalıştığı kolaycılık, kaytarıcılık, kaymak yiyicilik… sebebiyle; mü’min insan da Cennet yolunun yokuşluğunu unuttu. Meşhur sözdür: “Hayrın yolu yokuştur.” Bunu hatırdan hiç çıkarmamak lazımdır. Müslümanların çilesiz Cennet’e giremeyecekleri, muhtelif Âyet ve Hadis’lerle sabittir. Bakara Sûresi’nin 214. Âyeti; körlerin bile gözlerini açacak ve sağırlara bile işittirecek güçtedir. “Yoksa (ey mü’minler!) sizden öncekilerin başlarına gelenler sizin de başınıza gelmeden Cennet’e gireceğinizi mi zannettiniz? Yoksulluklar, sıkıntı ve elemler onların yakalarını Burhan bırakmadı…” Hakikî mü’minler için bu ve benzeri haller yani imtihan; kurtuluşu imkânsız iptilâlardır. İmanın çilesini çekmeye ve davasının külfetine katlanmaya peşinen rıza göstermemiş olanların, samimiyetlerine inanmak imkânsızdır. Zaten böylelerinin nimet görmeyince bir müddet sonra gemiyi terk etmeleri, her zaman karşılaştığımız olağan işlerdendir. Gemiyi terk etmeyip de; “biz bu çileleri niye çektik, elbette kaymağı hak ettik” diyenlere de sıkça rastlanılması bilinen bir vâkıadır. Bir de çile ve külfetten tamamen habersiz, sırf nimete konmak için gemiye son anda binenler vardır ki, son yıllarda en büyük baş ağrısı bunlardır. Safâ, cefa çekenlerin hakkıdır. “Şüphe yok ki her zorluğu takip eden bir kolaylık vardır.”(İnşirah (94) / 5-6) Cennet; can ve mal infâkının karşılığında elde edilir. (bkz. Tevbe (9) /111) Cihad eden ve gayret gösterenlerle, geri durup, yan gelip yatanlar ortaya çıkmadan Cennet’e girmek yoktur. (bkz. Âl-i İmrân (3) / 142) Cennete çabasız ve amelsiz vâris olunmaz. (bkz A’raf (7) / 43) Cennet, takvâ çabası olanların yurdudur. (bkz. Ra’d (13) / 35; Meryem (19) / 63; Muhammed (47) / 15) Cennet Sıratı Müstakim’de sabr u sebât gösterenlerin istirahat mekânıdır. (bkz. İnsan (76) / 12) 7 Otuz Hadis Mütercim: Prof.Dr.İbrahim BAYRAKTAR Hasen ve Sahih HADİSLERDEN SEÇMELER 13 Mucizeler Parmaklarının Arasından Su Fışkırması Kader ve Amel 74. Abdullah b. Mes’ut’tan rivayet edildiğine kendisi şöyle demiştir. “Biz, ayetlerden bereket umardık. Hâlbuki siz, ayetleri korkutucu bir şey 73 Enes’ten rivayet edilmiştir. O dedi ki: “Hz zannediyorsunuz. Bir defasında Rasûlullah’la bir- Peygamber, Zeyd, Cafer ve İbnu Revaha’nın ölüm likte bir yolculuktaydık. Yanımızdaki su bitmek üze- haberini, haberci gelmeden önce bize bildirdi ve reydi. Rasûlullah buyurdu ki “Yanında fazla suyu şöyle buyurdu: “Sancağı, Zeyd aldı şehid oldu. olan getirsin!” İçinde az bir su olan bir kap getir- Sonra Cafer aldı O da şehid oldu. Sonra İbn Re- diler. O da elini kabın içine soktu ve şöyle buyurdu. vaha aldı. O da şehid oldu. Gözlerinden yaşlar “Bereketlenmiş olan suya gelin! Bereket, Allah’tandır.” Bu arada ben, suyun Rasûlullah’ın parmakları arasından fışkırarak aktığını gördüm.” Hadisi, Buhari eserinde tahric etmiştir. 8 akıyordu. Ta ki sancağı Allah’ın kılıçlarından bir kılıç aldı. Yani Halit b. Velid aldı. Ve fetih, müyesser oldu.” Hadis, Buhari’nin kitabında mevcuttur. Burhan İlk Vahiy 72. Hz. Aişe’den şöyle dediği rivayet edilmiş- - “Yaratan Rabbinin adıyla oku ki O, insanı tir. Rasûlullah’ın aldığı ilk vahiy uykuda gördüğü bir alak- kan pıhtısı, nutfe-den yarattı. Oku, in- doğru rüyalardır. O’nun gördüğü rüya sabah aydın- sana kalemle yazmayı ve bilmediklerini öğreten lığı gibi ortaya çıkardı, Rabbin kerem sahibidir.” Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Hira Mağara- Rasûlullah bu sebeple korkarak ve kalbi titre- sında yalnız başına kalır, orada ibadet ederdi, yerek geri dönüp Hatice’nin evine gitti ve şöyle O’nun ibadeti ailesine dönmeden bir kaç gece dedi: orada kalıp tefekkür etmekti. Orada kaldığı süre için azık alırdı. Sonra Hatice’ye döner, yine kalacağı - “Beni örtünüz, beni örtünüz”. süre kadar azık alırdı. Ta ki, hak yani vahiy gelinceye kadar Hira mağarasında böyle kalırdı. Bunun üzerine O’nu örttüler sonunda korkusu dindi. Hatice’ye olayı anlattı ve O, Hira Mağarasında iken Melek O’na geldi ve - “Helak olacağımdan korktum” dedi.Bunun - Oku dedi. üzerine Hatice: - Peygamber: “Ben okuma bilmem” dedi. - “Hayır! Vallahi, Allah seni asla rüsvay Peygamber dedi ki: “Cebrail beni tuttu ve etmez, şüphesiz ki sen akrabaları ziyaret eder- gücüm kesilinceye kadar sıktı sonra beni ser- sin, doğru söylersin, zayıf, güçsüz insanların sı- best bıraktı, sonra: kıntılarını giderirsin, fakirlere yardım edersin, - “Oku” dedi. misafiri ağırlarsın, hak yolunda musibetlere - Dedim ki: “Ben okuma bilmiyorum”. göğüs gerersin.” dedi ve sonra amcasının oğlu Varaka b. Nevfel’e gitti. Ona: Yine O beni tuttu ve gücüm kesilinceye kadar sıktı, sonra serbest bıraktı ve şöyle dedi: - “Ey amcamın oğlu! Kardeşinin oğlundan dinle” dedi. Bunun üzerine Varaka Hz. Peygamber’e: “Ne gördün” dedi. Rasûlullah ona gördüğünü haber verdi. Bunun üzerine Varaka şöyle dedi: - “Bu Musa’ya indirilen Melektir. Keşke orada bir genç olsaydım, kavmin seni yurdundan çıkaracağı zaman hayatta olsaydım”. Rasûlullah: - “Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?” dedi. Varaka: - “Evet! Senin getirdiğin gibisini getiren her kişi düşmanlığa maruz kaldı, senin davetine kavuşursam sana güçlü bir destek veririm” dedi. Çok zaman geçmeden Varaka vefat etti ve vahiy kesildi. Bu hadisi, Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Burhan 9 Otuz ramazancakir76@mynet.com Ramazan ÇAKIR Tevhid Penceresinden HAYATIN ANLAMI “Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz.” (Fatiha,5) İnşallah bu yazımızda lâfzî ve ıstılah anlamlarına çok fazla girmeden hayatı anlamlandırma ve Müslüman’ca yaşama noktasında ‘Tevhid’i anlamaya çalışacağız. “La ilahe illallah, Muhammmedürresulullah” ifadesinde özetlenen kelime-i tevhid İslâmî düşüncenin, Müslüman’ca düşünmenin özü ve esasıdır. Bu kelimeye inanmak kısaca, “Allah’tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammet(sav)’in Allah’ın kulu olduğuna” iman etmektir; bu da mümin olmanın ilk şartıdır. Kelime anlamı itibariyle Tevhid; bir şeyin bir olduğunu kabul etmek, tek kılmak, birlemek anlamlarına gelir. İslâmî bir ıstılah olarak Tevhid; Allah’ın bir olduğunu bilmeyi, O’ndan başka bir ilah bulunmadığına, ortaktan uzak olduğuna inanmayı ifade eder. Tevhid; Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde bir olduğuna inanmaktır. Tevhid; ibadeti yalnızca Allah’a has kılmaktır. “Yoksa onların Allah’tan başka ilahları mı var? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir.”(Tûr, 45) “Muhakkak Allah benim, ben! Benden başka hiçbir ilah yoktur. Onun için bana ibadet 10 et ve beni anmak için namaz kıl!”(Tâhâ, 14) Tevhidin karşıtı şirktir. Şirk, Allah’ın zatında, sıfatlarında, fiillerinde, mülkünde Allah’ın ortakları olduğunu kabul etmektir. Şirk; Allah’a herhangi bir şekilde ortak koşmak, benzeri olduğuna inanmak, yaratmada, hüküm koymada Allah’tan başkasına yetki tanımak v.s. demektir. “Allah, ‘iki ilah tutmayın, O ancak bir tek ilahtır ve yalnız benden korkun’ buyurdu.” (Nahl, 51) Şirk, en büyük zulümdür. Bütün günahların bağışlanma ihtimali vardır, ama şirkin asla. “Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisa, 48) İslâm itikadının asıl hedefi, bir ilaha ihtiyaç duygusunu ortaya çıkarmak değil, insanın bu konudaki düşüncesini düzenlemek, doğru hale getirmek ve Allah’ı dosdoğru bir şekilde tanıtmaktır. Kuran’ın tamamı Tevhid’in çeşitlerinden biriyle ilgilidir. Çünkü Kuran ya Allah’ın esma ve sıfatlarından bahseder ki bu Tevhid’in kendisidir; ya Allah’a ibadete davet eder ve O’na ortak koşmakBurhan tan men eder ki bu ‘amelî Tevhid’dir. Yahut Allah’ın emir ve nehiylerinden bahseder ki bu da Tevhid’i tamamlayan unsurlardır; ya da cennet ve cehennemden bahseder ki bunlar da Tevhid ehline verilecek mükâfat, şirk ehline verilecek cezalarla ilgilidir. İnsanlık tarihi aynı zamanda bir Tevhid mücadelesi tarihidir. Bütün peygamberler ümmetlerini “Allah’tan başka ilah olmadığına inanmaya ve yalnız O’na ibadet etmeye” davet etmişlerdir. İlk insan Hz. Âdem’in aynı zamanda ilk peygamber olması bunun en açık göstergesidir. Allah(cc), Araf 59, 65, 73, 85. ayetlerde; Hûd 51, 61, 84. ayetlerde ve başka ayet-i kerimelerde peygamberlerin dilinden “Allah’a kulluk edin, yalnız O’na ibadet edin. Sizin O’ndan başka ilahınız yoktur.” ifadelerini tekrarlar.“Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona: ‘Benden başka ilah yoktur ve bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.”(Enbiya, 25) Tevhid, Allah’tan başka bütün ilahları reddetmek demektir. Bu aynı zamanda hayatın her alanını yalnızca Allah’a yöneltmek, hayatın her alanında O’nun isteğine tabi olmak anlamını taşır. “Sen Rabbin tarafından sana vahyolunana tabi ol! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Allah’a ortak koşanlardan yüz çevir.”(En’am, 106) Tevhid’e iman eden Müslüman hayatının merkezine Allah’ı almış insandır. Buna göre her yerde, amellerinde-hatta niyetlerinde- Allah merkezdedir ve her an müdahildir. Bugünkü batı sekülarizminin temeli olan Eski Yunan’da, “Tanrı kâinatı yarattı, sonra bıraktı.” felsefi düşüncesi sadece Batı’da değil bizde de yaygınlaşmış bir durumdadır. Oysa Allah, Kuran’ın haber verdiği gibi sadece göklerin ilahı değil, hayatımızın her anını düzenleyen hem yerlerin, hem göklerin ve tüm kâinatın en yüce Rabbidir. “O, gökte ilah, yerde de ilahtır.” (Zuhruf, 84) Tevhid inancına göre yaşantımızın tek ölçütü Allah’tır. Hayatımız boyunca niyetlerimizin ve eylemlerimizin O’nun yüce rızasına uyması esastır. Yaratılış gayemiz de Allah’a ibadet etmek eğil midir? “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.”(Zariyat,56) “De ki: ‘Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.”(En’am, 162) Burhan 11 İnsan dışındaki bütün varlıkların Tevhid ilkesine göre hareket ettiklerine hem biz şahit olmaktayız, hem de Allah(c.c) çeşitli ayetlerle bizlere bildirmektedir: “Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedirler. Yıldızlar(bir başka mealde bitkiler) ve ağaçlar secde ederler.”(Rahman, 5-6) “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halimdir, bağışlayıcıdır.”(İsra, 44) Bu sebeple baştan başa bütün mahlukat birilerinin iddia ettiği gibi bir kaos, karışıklık değil; düzenli ve Tevhid’i gösterici bir nizamdır. İnsan da düzenli ve amaçlı evrene bakarak –Çünkü bütün mahlûkat Allah’ın ayeti(Ayetullah)dir.- sorumluluğunu anlamalı ve ona göre bir hayat yaşamalıdır. Kuran’da Allah(c.c), bir amaca matuf olarak yaratılan bu düzenli kâinatın da insan vasıtasıyla imar edilmesini dilemiştir: “…Sizi yeryüzünde meydana getiren ve sizin orayı imar etmenizi dileyen O(Allah)’dur…” (Hûd, 61) Tevhid’in bize gösterdiği bir başka nokta da bütün insanların eşit olduğudur. Bunu bizatihi kelime-i tevhidin anlamından da çıkartabiliriz. Çünkü Allah tek ilahtır. Allah evrenin tek yaratıcısı olduğuna göre geride kalan her şey mahlûktur ve mahlûk olma açısından birdir. Yalnız Allah ilahsa geride kalan her şey kuldur ve bütün canlılar gibi, her insan da Allah’ın kulları olma noktasında eşittirler. Peygamber Efendimiz(sav) Veda Hutbesi’nde “Bütün insanlar Âdem’den, Âdem ise topraktandır. Arap’ın Aceme takva dışında bir üstünlüğü yoktur.” buyurarak bu gerçeği dile getirmektedir. Allah(c.c), Hucurât Suresi 13.ayet-i kerimesinde de, “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en değerliniz, Allah’a karşı en takvalı olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, her şeyden haberdardır.” buyurarak insanların eşit olduğunu, farklılıkların tanışmak gibi bir amaca matuf olduğunu bildirmektedir. Tevhid ilkesinden çıkarılacak, hayatımıza anlam katacak yukarıda belirttiğimiz noktaya göre çıkacağımız sonuç şudur: Tek ilah olan yüce yaratıcının kullarını O’nun tekliğine uygun olarak bir araya getirmek, Müslüman toplum içerisine dâhil etmek -etmeye çalışmak-. Bu yeryüzünün halifesi olmayı hak eden (Bakara, 30) Müslüman toplumun en önemli görevidir. “Sizden hayra çağıran, iyili 12 emredip kötülüğü nehyeden bir ümmet bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”(Al-i İmran, 104) “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız.”(Al-i İmran, 110) ayet-i kerimelerinde Allah(c.c) bu noktaya dikkatleri çekmiştir. Peygamber Efendimiz(sav) de toplumların helak edilme sebeplerinden en önemlisinin emr-i bil maruf, nehy-i ani’l-münkeri tek etmeleri olduğunu haber vermiştir. Al-i İmran 104 ve 110. ayetlerin bize haber verdiği bir başka husus da Müslüman toplumun ümmet olması gerektiğidir. Allah Müslüman toplumu ‘vasat ümmet (Bakara, (143)’ olarak vasıflandırır. Ümmet olmak; ırk, dil, kabile mensubiyetiyle sınırlanamayacak,; sınırlı bir coğrafya ile ilgili olmayan, idealde (Yeryüzünde Allah’ın dininin hakim olması) ve eylemde (Kuran ve sünneti temel ölçü kabul ederek) birliği esas kabul eden en yüce ve şümullü bir İslâmî birlikteliktir. Bu aynı zamanda Tevhid ilkesinin bir toplumsal yansımasıdır. Müslümanların, dolayısıyla tüm insanlığın buna ne de çok ihtiyacı var. Bu konuda çeşitli Müslüman önderlerin çeşitli çalışmaları olmuşsa (Prof. Dr. Necmettin Erbakan’ın önderliğinde başlatılan D-8 çalışmaları, D-60 ve Yeni Birleşmiş Milletler projeleri) da bunların devam ettirilmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir. Tevhidin bize öğrettiği en önemli nokta İslâm’da dini ve din dışı diye bir ayırımın olmadığıdır. İslâm bize külli bir ibadet, siyaset, ekonomi, ahlak Şirk, en büyük zulümdür. Bütün günahların bağışlanma ihtimali vardır, ama şirkin asla. “Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kimse için bağışlar. Allah’a ortak koşan kimse büyük bir günah ile iftira etmiş olur.” (Nisa, 48) Burhan ve sosyal yapı sistemi vermiştir. Faizin haramlığı, miras hükümleri, toplumsal yaşamla ilgili hükümler bunlardan bazılarıdır. Hz. Peygamber (sav)’in Medine’ye vardıktan sonra bir devlet oluşturmuş olması İslâm’ın bir devlet sisteminden bağımsız bir din olmadığını göstermesi açısından önemli bir örnektir. Modernliğin getirdiği yozlaşmayla beraber İslâm’da siyaset yoktur, İslâm Devleti diye bir kurumsal yapıdan bahsedemeyiz diyenlere Medine örneğini nereye koymamız gerektiğini sormak lazım. Madem Allah, tek ilahsa; başka bir ilah yoksa her şeyin mutlak kaynağı da Allah’tır. Bu sebeple her şey Allah’la ilgilidir. İslâm’da hiçbir şekilde dini-seküler (dünyevî), kutsal-profan, kilise-devlet gibi bir ayırım yoktur. Allah, hem göklerin Rabbi, hem de yeryüzünün Rabbi’dir. Allah hem din gününün sahibi, hem de bu dünya tarihinin sahibidir. Allah(cc), bir ayette bunu çok beliğ bir şekilde ifade eder: “O, gökte ilah, yerde de ilahtır.” (Zuhruf, 84) Dinin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamak Kuran’da Allah tarafından eleştirilen bir şirk tutumudur. Meşhur rubai şairi Ömer Hayyam’ın şu şiiri bugün de sıkça karşımıza çıkan bu tutumu çok güze anlatmaktadır: Bir elde kadeh, bir elde Kuran; Bir helaldir işimiz, bir haram; Şu yarım yamalak dünyada Ne tam kâfiriz, ne tam Müslüman. Burhan Tabiinin büyüklerinden Hasan-ı Basrî Hazretlerinin ashapla ilgili söylediği “Hangisiyle karşılaştıysam Allah’tan en fazla sığındıkları nokta münafıklığa düşmek idi.” sözü bize önemli bir mesaj vermelidir. Bizim de şirke, nifaka düşme tehlikesinden sürekli Allah’a sığınmamız gerekir. Bu yazının bu anlamda faydalı olması Allah’tan dileğimizdir. Tevhid’in bize gösterdiği birçok önemli nokta daha var. Özellikle Tevhid’in ikinci kısmı olan “Hz. Muhammed Allah’ın elçisidir.” konusuna hiç giremedik. Allah izin verirse Tevhid’le ilgili bu yazıda yer veremediğimiz konuları başka yazılara bırakarak ilgili birkaç ayetle yazımıza son verelim: “Eğer aldırmazlarsa de ki: ‘Bana Allah yeter! O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Ben ancak O’na güvendim. O büyük arşın sahibidir.’ ” (Tevbe,129) “İnanıp da imanlarına hiçbir haksızlık bulaştırmayanlar var ya işte güven onlarındır ve hidayette olanlar da onlardır.” (Enam, 82) 13 Otuz Hüseyin SELAMCI Amelî Boyuttaki VAZİFELERİMİZ İnsan olarak yaşam tarzımızı şekillendiren, bize yön veren, hayatımızı canlı canlı yaşatmayı sağlayan, yaptığımız işlerde ölçülü olmayı gerektiren, insanlarla olan ilişkilerimizi düzenleyen, yaratıcımız ile kurmamız gereken ilgiyi bize öğreten, aile içi hayatımızı tanzim eden… Bütün bunlara benzer hayatımızın basamaklarını tayin eden olayları, kişinin yaşamı olarak belirleyecek olursak, buna fertlerin hayat tarzı da deriz. Burada önemli olan Müslüman bir şahsiyetin hayatını yönlendirirken, neyi ölçü alacağını bilmesidir. Ölçüyü tayin edemediğimiz zaman, çelişkiler içinde yaşar ve sürekli çıkmazları oynarız. Burada hayat kabımızın adına İslam dememiz yetmez. Önemli olan kabın içerisine koyduklarımızdır. Kap kendini içindekileriyle tanımlar. Kabın adına İslam der de, içine İslam’ın sevmediği şeyleri doldurur, daha sonrada onları hayatımıza aksettirirsek, ileri sürdüğümüz bütün fikirler inandırıcılığını kaybeder. İslam’ı şekilcilikle sunmak değil, ameli boyutta yapmış olduğumuz işlerimizdeki ölçülerle sunmayı kendimize vazife bilmeliyiz. İlmi, irfanı, bilgiyi, edebi, ölçülü olmayı ve ölçülü yaşamayı kendi 14 benliğimizde yaşayarak, başkalarına örnek olmayı öğrenmeliyiz. Hayata geliş gayemizin sırlarını bilmek mecburiyetindeyiz. Hayvansal duyularımızın ötesinde, iç dünyamızın gizemini keşfedip, yok mu benden yardım dileyenler! yardım edeyim! hitabına mazhar olmanın yollarına erişmeliyiz. Unutmayın bizler insan olarak en güzel bir surette yaratıldık. Yaratıcının muhatabı olma seviyesine yükseltildik. Yükseldiğimiz bu seviyeyi kimler yeniden kazanabilirlerse, işte onlar bahtiyar ve müreffeh yaşayan kimseler olacaktır. Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; - “Dikkat edin! Amellerinizin en hayırlısını, Allah katında en değerlisini, altın ve gümüş dağıtmaktan daha hayırlı ve derecelerinizi daha yükselten, düşmanla karşılaşıp sizin onların boyunlarını vurmanızdan, onların da sizin boyunlarınızı vurmasından daha hayırlı bir şeyi size haber vereyim mi?” Sahabeler; Burhan - Evet, deyince Rasûlullah’ ta; - “Her zaman ve her yerde Allah’ı devamlı hatırlayıp, gündemde tutmaktır.” buyurdu. (İbn Mace; Edeb;27) Hayatımızın en büyük amelinin Allah (c.c)’ ı gündemde tutmamız gerektiğini unutmamalıyız. Eğer gündemimizde Allah (c.c) olacaksa, o zaman ilmi çalışmalara ağırlık vermeliyiz. Çünkü Allah (c.c) kâinatı bir ölçü ile yarattığını bize bildiriyor. Her şeyi ayrı kabiliyetlerde yarattığını, her şeye ayrı ayrı şekiller verdiğini, her şeyin farklı farklı yaşam tarzlarıyla yaratıldığını… Bizlerin Allah (c.c)’ı gündemde tutmamız için, her insan topluluğuna anlayışları, bilgi birikimleri ve ilgilendikleri alanlara göre görüşler ileri sürebilmeliyiz. Bir sanatçıya, kâinattaki yaratılmış eşyanın nasıl süslendiğini, incelikleriyle anlatmalıyız. Bir bilim adamına, kâinattaki dengenin nasıl kurulduğunun, güneşin, ayın, yıldızların nasıl bir dengeyle hareket ettiğini anlatmalıyız. “Ve Allah, sizi yerden (sanki) bir bitki olarak bitirdi (sizi topraktan yarattı).” Bir eğitimciye, kâinatın nasıl terbiye edildiğini, yaratılan mahlûkatın nasıl bir terbiyeden geçirildiğini anlatmalıyız. “Sonra sizi oraya döndürecek ve sizi (yeni) bir çıkarışla (oradan tekrar) çıkaracaktır.” Bir anne ve babaya, insan terbiyesinin nasıl yapılacağı, çocuklarımıza nasıl yön verileceği, Peygamberimizin müstesna hayatından örneklerle anlatılmalıyız. “Ve Allah, yeri sizin için bir yaygı yaptı.” “Ta ki ondan, bir takım geniş yollarda gidesiniz!’ (diye nasihat ettim).” Kısacası toplumun bütün kesimlerine ilmi bir sunumla, Allah (c.c) gündemde tutulmalıdır. Bakın Nuh (a.s) Kur’an’da toplumuna bunları nasıl anlatıyor: “Hâlbuki (O), sizi tavırdan tavıra geçirerek yarattı.” Müslüman şahsiyetler; güzel ahlaklarıyla, tevazusuyla, yumuşak huyluluğuyla, hayâsıyla, merhameti ve şefkatiyle, yardım severliliğiyle, af ve bağışlamasıyla, ahde vefasıyla, nezaketiyle, adaletiyle, vakarıyla, cesaretiyle, sabrıyla, ticari ahlaklarıyla, ilimleriyle… v.s örnek olup, toplumları “Görmediniz mi, Allah yedi (kat) göğü nasıl tabaka tabaka (birbiriyle ahenkli olarak) yaratmıştır!” yönlendirmeliler. Yoksa kuru kuruya İslam kabını “Onların içinde ayı bir nur yaptı ve güneşi (ışık verici ve ısındırıcı) bir kandil kıldı.” vazifemizi yerine getirmeliyiz. Burhan boş bırakmakla bir yere varamayız. Bu kabı yukarıda saydığımız özelliklerle doldurup, ameli boyutta (Nur suresi 14-15-16-17-18-19-20) 15 Otuz Prof. Dr. Orhan ATALAY Özgürlük ve Başörtüsü Tarih boyunca insanlığın kazanımı için verdiği mücadele alanlarından en önemlisinin özgürlük olduğu hususu ispata hacet duymayacak kadar açık bir gerçekliktir. Öyle ki insan, tabiatı gereği, özgürlüğüne adeta mahkûmiyet derecesinde düşkün bir varlıktır. Zira insanî var oluşun en yüksek tezahürü özgürlük bilincinde tecessüm eder. Bu durum belki de insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliktir. Mantıksal ifadesi ile özgürlük, insanî kimliğin en baskın ve en ayırıcı vasfıdır. Bu aslî hakikat kadar bir başka gerçek daha vardır ki, o da tarih boyunca birey veya toplumların bu en temel insanî hakları olan özgürlük eğilimlerini ve taleplerini görmezlikten gelmek, bastırmak, baskı altında tutmak, sınırlandırmak veya bütünüyle ortadan kaldırmak misyonuyla yüklü kişi veya sınıfların da olmasıdır. İkinci kesimin baskın ve ayırıcı özelliklerinin toplumsal yapı içinde daha imtiyazlı ve egemen şartlara sahip oldukları ise gözlenen bir durumdur. Her toplumsal ve tarihsel şartlarda rastladığımız bu sınıfın başka bir özelliği ise, sayısal açıdan cumhura nispetle ‘bir avuç azınlık’ olmalarıdır. Dolayısıyla özgürlük onlar için her şeyden önce sahip oldukları bu şartların cumhur lehine dönüşmesi anlamına gelir. Bu nedenle bireylerin veya toplumların özgürlük taleplerine düşkünlükleri kadar, bunların da bireysel veya sınıfsal imtiyazlarını koruma ve kollamaya düşkün olmaları, hatta bu konuda en 16 Başörtüsünün sembolize ettiği bir şey varsa, o da özgürlüktür; Özgürlük ise daha çok üniversiteye yakışır Burhan paralellik arz eden bir durum yaşanmaktadır. Nitekim problemin taraftarları açısından bakıldığında ortada yine genel anlamda iki kesim yer almaktadır; bir tarafta kurumsal konumlarının kendilerine sunmuş olduğu imtiyazları ilâ nihaye koruma refleksi veya içgüdüsü tarafından tahrik edilen ve yönlendirilen egemenler; diğer tarafta ise bu kesim tarafından özgürlüklerinden mahrum bırakılmışlar yer almaktadır. temel insanî kıymetleri çiğneyecek kadar gözü kara vahşetler işlemeyi bile göze almaları beklenen bir durumdur. Dolayısıyla hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, ötekinin bütün aidiyetleriyle birlikte yaşama hakkı gibi temel insanî kazanımları ifade eden bu tür kavramların bu kesim için taşıdıkları negatif imaları anlamak zor değildir. Konuyla ilgili bir başka gözlem ise, ikinci kesim özgürlük taleplerinde ısrar ettikçe, birinci kesimin daha fazla hırçınlaşmasıdır. Nitekim bunun en somut örneği Karanlık Ortaçağ Batı dünyasında ortaya çıkan Engizisyon tecrübesidir. Hatırlanacak olursa, Kiliseye bağlı üyelerin sayısı azaldıkça Kilise gelirleri de o oranda azalmaktaydı. Kilise gelirlerinin azalması ise seçkinliklerini Kiliseye borçlu bulunan kesimin moralini daha fena bozuyordu. Uzun süren bu moral bozukluğu da onlara ötekilere ibret olacak benzersiz cinayetler işletiyordu. Dolayısıyla bugün üniversal karakterini ve kimliğini ayaklar altına alarak onu âleme rezil edercesine bir moral bozukluğu içine düşüp Roma’yı yakmak dâhil her türlü cinayeti işleyebilecekleri görüntüsü içinde olan kimi rektör ve senato üyelerini bu açıdan ‘anlayışla’ karşılamak gerektiği kanaatindeyim. Öyle ise, Türkiye’nin onlarca yıldır hem de kurumsal kimliği, anlamı ve amacı gereği özgürlük alanlarına en geniş sınır ve imkân tanıması beklenen üniversitelerde yukarıda bahsi geçen imtiyazlı kesim tarafından başlatılan ve yaşatılan başörtüsü problemini de bu zaviyeden ele almak gerekir. Yani bu tarihsel kesitte ve bu mekânda özgürlük bilinci ve tutkusu bu sefer de başörtüsü şeklinde ete ve kemiğe bürünmüştür. Bir başka gözlem de, imtiyazlıların, tehlikede gördükleri durumun aslında kendi bireysel ve kurumsal imtiyazları olduğu gerçeğini gizlemek için bir takım kavramları kılıf olarak kullanmalarıdır. Nitekim başörtüsü tartışmalarına imtiyazlı taraftan katılanların her vesile ile tehlikede olanın aslında değerleriyle birlikte cumhuriyet rejimi olduğunu haykırmaları bunun en tipik örneğidir. Oysa cumhuriyetin karşıtının saltanat rejimi olduğunu, saltanat sisteminin ise tarihsel miadını doldurduğunu, arzulansa bile böyle bir talebin suyu tersine akıtmak gibi pratik açıdan imkânsız ve boş bir hayal olduğunu bilmeyen kalmamıştır. Nitekim bugün bu ülkede saltanata dönmeyi arzulayanların niceliğini tespite yönelik bir alan taraması yapılacak olursa, bu oranın milyonda birlik bir sayıya bile ulaşamayacağını tahmin etmek zor olmasa gerek... Bu nedenle imtiyazlı sınıfın dillerine pelesenk ettikleri argümanların tarihsel gerçeğe elverişli olmadığını; dolayısıyla daha makul delillendirmelere ihtiyaçları olduğunu hatırlatmak gerekir. Aksi takdirde iddialarını ispatlama konusunda bir çaresizlikle karşı karşıya kalacakları kaçınılmazdır. Bu tartışmada yer alanların bireysel ve kurumsal kimlik ve konumlarına baktığımızda ise, esasında her tarihsel ve toplumsal süreçte izlenebilen çizgilerle Bu tartışmalarda dikkati çeken önemli bir husus ise, gerek CHP’nin gerekse aynı safta tartışmaya katılan üniversiteli kimi yönetici seçkinlerin bir alandaki Konuyla ilgili önemli bir husus ise şudur: insanın özgürlük talebinin sembolize edildiği objenin zaman zaman farklı alanlarda ve farklı biçimlerde tezahür etmesidir. Bu nedenledir ki, bu talep bazen bir renkte, bazen bir kelime veya cümlede ifade edildiği gibi, bazen de başörtüsü veya bayrak gibi bir ‘bez parçası’nda tecelli eder. Ama bütün farklılıklara rağmen öz olarak aynı şeydir: özgürlük bilinç ve tutkusu. Burhan 17 yeteneklerinin olabildiğince gelişmiş olduğudur. Fazla meraklanmayın hemen söyleyeyim; başarılı oldukları bu alan ne yazık ki, bilimsel nitelikli olmaktan ziyade, gerilim, çatışma ve ayrışmayı körükleyici edebiyat üretmekle ilgilidir. Elbette ki bu tür önemli (!) konularda karşıt tarafların oluşması son derece tabii bir şeydir. Ancak ortada gerçekten tehlikeli ve ürkütücü bir durum vardır ki, o da imtiyazlı kesimin hiddet ve şiddeti ihtiva ve işaret eden edebiyatlarıdır. Bu söylem biçiminin CHP’den sadır olması çok da önemli değildir, zira artık bunun bir CHP klasiği olduğunu bilmeyenimiz kalmadı. Ancak aynı söylem türünün üniversiteleri yönetme makamında bulunanlardan duyulması kadar bahtsız, tehlikeli ve ürkütücü bir durum olamaz. Bu nedenledir ki, özgürlüklerin en dış çeperinde konum alması beklenen üniversitenin üniversal karakterini ve kimliğini tersyüz eden bu tür totaliter ve faşizan söylem ve yaklaşımları kabul etmek mümkün değildir. larından binip ön ve orta sıralarda oturdukları; siyah çocuklarla beyaz çocukların aynı sıraları paylaştıkları bu dünyada suları tersine akıtmaya imkân yoktur. İnsanların özgürlük alanlarını artan bir istekle genişletme eğilimlerinin durdurulamaz ve bastırılamaz bir ilerleme vetiresi olduğunu ve en önemlisi de özgürlükler için verilen mücadelelerin başarı şansının kaybetme ihtimalinden çok daha yüksek olduğunu da bilmelerinde fayda vardır. Buradan bazı tarihi referansları hatırlatmaya bilmem gerek var mı? Gerilim, çatışma ve ayrışma yaratmaya kabiliyetli bu seçkinlerin bilmeleri gerekir ki; beyazlar için yapılmış çeşmelerden artık siyahların da su içme haklarının olduğu ve bunu fiilen kullandıkları; siyahların da artık beyazlar gibi otobüslerin ön kapı- Şunu da unutmayalım ki, hak ve özgürlük taleplerini bastırmanın üniversitenin adeta başat vazifesi olduğu algısına yol açacak söylemler kadar üniversiteye zarar veren bir vahamet düşünülemez. Öyle ise, hiç kimsenin böyle bir algılama biçimini inşa etmeye hak ve yetkisi olamaz. 18 Ayrıca belleklerine iyice yerleştirmek zorunda oldukları bir başka husus daha vardır ki, o da dillerinden düşürmedikleri pozitivizmin ve bilimciliğin bugün için geri bir evreye tekabül ettiğidir. Öte yandan üniversitenin asıl görevinin, yöneticilerinin imtiyazlarını korumak ve kollamak değil, insanlığın mutluluk çıtasını bir derece daha yükseltecek bilimsel ve düşünsel açılımlara daha fazla imza atmak olduğunu da hatırlamak gerekir. Burhan Satırlık Hakikatler Yahy a MA Cİ T yhmc69@mynet.com İçinde Kur’an dan bir şey bulunmayan kalp harap olmuş ev gibidir. Hz. Muhammet (a.s.) Çocuklarınızı kendi devriniz için değil, onların devirleri için yetiştiriniz. Hz. Ali (r.a.) Yükselirken etrafındakilere Herkes kendi kapısının iyi bak. Alçalırken aynı kişi- önünü temizlerse, şehir temiz lerle karşılaşacaksın. olur. Melânâ Geothe Çölde kalmış bir kimsenin suya duyduğu isteği, çocuk da kitaba karşı duyabilmelidir. Saliha ŞAHAN Cinayete ses çıkarmayan, caninin suç ortağıdır. İnsanın karakteri, en çok nelere güldüğünden belli olur. Cemil MERİÇ Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları ve büyük kafalar fikirleri tartışırlar. Burhan Geothe Çocuk, doldurulacak bir vazo değil, tutuşturulacak bir ateştir. 19 Otuz Yrd. Doç. Dr. Mehmet ADIGÜZEL Şeytanın Adaveti Yeryüzünde insan tek başına değil, toplu olarak yaşamak zorundadır. Zira Rabbi onu sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Topluluk halinde yaşayan insanların arzu ve ihtiyaçlarının çatışmaması mümkün değildir. Çatışan arzular ve ihtiyaçlar, anlaşmazlıklar ve düşmanlıkları beraberinde getirecek, insanlar birbirinin kurdu olacaktır. Onları ıslah edecek, uygarlaştıracak, ihtiyaç ve arzuların kültür ve medeniyete kaynaklık etmesini sağlayacak bir nizama ihtiyaç vardır. İşte hak dinler bu nizamı koymak üzere gönderilmiştir. Ona uyanlar dünyada korkudan kurtulacak, hür ve güvenlik içinde yaşayacak; dileyen mümin, dileyen kâfir, isteyen Salih, isteyen fasık olabilecek; ahiret hayatında da Salihler hüzün ve kederden kurutulup mutluluğa kavuşacak, kâfirler ise dünyada ettiklerinin cezasını çekeceklerdir. Konu başlığımızdan da anlaşıldığı üzere, iblisin1 insanlığa düşmanlığı Hz. Âdem’le başlamıştır. Hz. Âdem’e düşmanlığının sebebi, onun çok kıskanç2 olması. Zira o Allah Teâlâ’nın Hz. Âdem (a.s)’deki nimetlerini görünce, onu kıskandı ve ona düşman oldu. Hz. Âdem genç ve bilgili idi. Çünkü Cenab-ı Hak, onun hakkında, “(Allah) Âdeme bütün isimleri öğretti” (Bakara, 31) buyurmuştur. İblis 20 “Ey Âdemoğulları şeytana tapmayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmanınızdır diye sizden ahid almadım mı?” (Yâsîn, 60). Burhan ise cahil bir ihtiyardı. Çünkü o, kendisinin üstün oluşunu, yaratıldığı şeyin üstün oluşunu delil getirerek ispata kalkışmıştır. Bu ise bir cahilliktir. Cahil olan ihtiyar her zaman genç ve âlim olan kimseye düşman olur. İblis, ateşten Âdem (a.s) ise, su ve topraktan yaratılmıştır. Bu iki asıl unsur arasında bir zıtlık vardır. Dolayısıyla bu, o düşmanlığın neticesi ve devamıdır.3 Cenab-ı Hak bu düşmanlığı pek çok ayette vurgulamıştır. Nitekim bir ayeti kerimede: “Ey Âdemoğulları şeytana tapmayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmanınızdır diye sizden ahid almadım mı?” (Yâsîn, 60). Razi, bu ayeti tefsirinde şöyle demektedir: “Şeytana tapmayın” ifadesinin manası, “Ona itaat etmeyin” şeklindedir. Bunun delili şudur: Yasaklanan şey, sadece şeytana secde etmemek değildir. Aksine onun emirlerini kabul edip tutmak da yasaktır. Çünkü boyun eğmek de bir ibadettir… Şeytana ibadet etmek, ya Allah’ın emrine muhalefet etme suretinde yahut da Allah’ın emirlerini, hâşâ O emrettiğinden değil başka amaçlar uğruna yapılan ibadetle olur. Binaenaleyh bazen şeytan senden başka bir varlıkta iken sana emreder. Bazen de senin içinde iken sana emreder. Dolayısıyla bir şahıs gelip sana bir şey emrettiğinde, bir düşün Ya o iş Allah’ın emirlerine uygundur, ya değildir. Eğer uygun değilse, bu demektir ki şeytan, o şahsın ağzından sana emredeceğini emretmektedir. Kalkar da ona itaat edersen, şeytana ibadet etmiş olursun. Şayet nefsin seni bir şey yapmağa çağırırsa dur düşün: Bu iş ya şer’an müsaade edilmiş bir şeydir yahut değildir. Eğer müsaade edilmemiş bir şey ise, bu durumda nefsin şeytanın tâ kendisidir yahut da şeytan nefsin vasıtasıyla seni bu işe zorlamaktadır. Binaenaleyh şimdi kalkar da nefsine uyarsan, şeytana ibadet etmiş olursun…4 Keza daha önce şeytanın insanlığa veya insana düşmanlığı Hz. Âdem’e düşmanlığı ile başladığını söylemiştik. Zira Allah Teâlâ, melekleri Hz. Âdem’e secde ettirmek suretiyle onu yüceltmiştir. O nedenle şeytan hem ona hem de eşi Havva’ya aşırı kıskançlığı ve düşmanlığı yüzünden, onlara vesvese verip kendilerine yasak edilen ağacın meyvesinden yedirmiştir. Böylece onları ellerindeki bütün nimetlerin yok olacağı bir masiyete sevk etmiştir. Aşağıdaki ayetlerde de belirtileceği gibi Cenab-ı Hak, iblisin kendilerini aldatıp yasak ağaca yaklaştırması konusunda onları uyarmış ve şöyle buyurmuştu: “Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol bol yiyin, Burhan ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.” (Bakara, 35). Yüce Allah Hz. Âdem’e bir ağacın dışında oradaki tüm meyvelerden yemesini belirtmişti. Bir ağacın yasak edilişi ise iradesini eğitmesi, kişiliğini sağlamlaştırması için gerekli olan bir yasaktı. İnsan ruhunun gerektiğinde, ihtiyaçları aşarak sınırsızca hareket etmesine sebep olan arzu ve isteklerin baskısından kurtulması, bu arzu ve isteklerin egemenliği altına girip, onun kulu olmaması için böyle bir yasak gerekiyordu. İnsanın yükselmesinde en sağlıklı ve şaşmaz kriter budur işte. İnsan kendi arzularını kontrol altında tutabildiği, onlara hükmedebildiği, üstün gelebildiği ölçüde, beşeri yükseliş merdiveninde çıkmaya başlar. Bu arzular ve istekler karşısında zayıf düşüp onlara mahkûm olduğu ölçüde ise hayvanlığa doğru yaklaşır ve aşağıya doğru iniş başlar. Başka bir ayette ise: “Ey Âdem şüphesiz bu (iblis) sen ve eşin için bir düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın. Sonra mutsuz olursun. Çünkü sen burada acıkmayacak çıplak kalmayacaksın, burada susuzluk çekmeyeceksin. Güneş (in sıcağında) kalmayacaksın dedik” (Tahâ, 117–119) ifadeleriyle Hz. Âdem (a.s.) i sürekli bir rahatlığa ve geçime teşvik etmiştir. Bu ayetlerden de anlaşıldığı üzere, Allah Teâla Hz. Âdem ve Havva’ya cennette büyük bir hürriyet vermekle beraber, onlara yine bir sınır tayin etmiş ve yasak ettiği ağaca yaklaştıkları takdirde zalimler zümresine gireceklerini, ayrıca onlara, söz konusu ağaca yaklaşmaları halinde kurtuluş ve saadetlerinin bozulmasına sebep olmak özelliği bulunduğunu da bildirmiştir. Buna rağmen şeytan Hz. Âdem’e hitaben “Seni ebedilik ağacına ve zeval bulmayacak bir mülke götüreyim mi?” diyerek onlara yasak meyveyi yedirmek suretiyle cennetten kovulmalarına neden olmuştur. Nitekim daha sonra gelen ayette şöyle buyrulmaktadır: “Derken şeytan onların ayağını oradan kaydırdı, içinde bulundukları cennet yurdundan çıkardı. Bunun üzerine Biz de birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde belli bir süre barınak ve yararlanma vardır” (Bakara, 36) dedik. Yüce Allah'ın bu buyruğu, belirlenmiş bir alan içerisinde şeytan ile insan arasında kıyamete kadar sürecek olan savaşın başlangıcını ilan etmektedir. Hz. Âdem ruhuna yerleştirilen fıtrat sayesinde hatasını anladı ve yuvarlandığı yerden doğruldu. Her başvurma ve sığınma anında sürekli olarak imdadına yetişecek olan Allah'ın rahmeti' kendisine yetişerek elinden tuttu da şöyle buyurdu: “Derken Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler belleyerek aldı da Rabbi 21 onu affetti. Hiç şüphesiz O, tövbelerin kabul edicisidir ve merhametlidir” (Bakara, 37). Şeytan Hz. Âdem’e hitaben, “Seni ebedilik ağacına ve zeval bulmayacak bir mülke götüreyim mi?” (Taha, 120) ayetinden de anlaşılacağı üzere Hz. Âdem, insanın fıtratını ve insanın zaaflarını üzerinde taşıyan bir yaratıktı. Binaenaleyh o, Rabbi’ne verdiği sözü unutarak uğradığı kışkırtma karşısında zayıf düştü. Böylece de yüce Allah'ın sözü gerçekleşmiş ve takdiri meydana çıkmış oldu. Allah (c.c.) da, “Onlara cennetten çıkıp yeryüzüne inmelerini emretmiş ve bir kısmınız bir kısmınıza zülüm ve tecavüz edecek, düşman ve sizin için de yeryüzünde ölünceye kadar oturulacak bir yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak bir hak olsun”5 diye buyurmuştur. Sonuçta Hz. Âdem, hatasının neticesi olarak yeryüzüne inince, Allah’ın lütfüyle kendini toparladı ve yaratılışı gereği aldığı kelimelerle amel etti, kusurunu itiraf ile imanını arz etti ve: “Ya rab, beni kendime bırakma!...” diye yine hilafetini yalvararak istedi de: “Rabbine tövbe etti” Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat ederek şöyle buyurdu: “Zira senin Rabbin olan Allah, tövbeleri kabul eden, merhamet edendir ve hem de tövbeleri kabul eden ve merhametli olan 22 O’dur.” Binaenaleyh O, o kadar merhametli bir Allah’tır ki, kulunu bir kere terk edivermekle ilelebet terk etmez. Kulu Kendisine her fırsatta iltica edip tövbe ettikçe ve iblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine bakar tekrar tekrar sonsuza dek döner bakar. Çünkü O, Rahim sıfatıyla kullarına karşı “çok merhametlidir.” Şu kadar var ki, insanı ümitsizleştirecek şey, bilerek veya bilmeyerek işlediği bir günah değil, günahta ısrar etmek ve tövbeyi unutarak şeytana uymayı huy edinmektir. Not: Devam Edecek .................................................................................................................. 1 İbn Abbas der ki: İblis'in adı Azâzîl idi, meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise, bunlardan mahrum bırakıldı. Simak b. Harb'ın İkrime'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: İb¬lis meleklerden idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu. Keza iblis, cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı idi. Ora¬nın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en çok iba¬det eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare eder¬di. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu gö¬rüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. İmam Kurtubi, elCamiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/576-578. 2 İbnü'l-Kasım'ın İmam Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana ulaş¬tığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik etti. el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, 1/578-579. 3 Razi, Fahruuddi’n, Tefsir-i Kebir (Mefatihü’l Gayb) 22/124-125. 4 Razi, a.g.e, 26/96. 5 Yazır, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, 1/277. Burhan Şiir TASAVVUF Bidayette tasavvuf sofi bîcân olmaya derler Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler Tarikatta ibarettir tasavvuf mahv-ı suretten Hakikatte saray-ı sırda mihman olmaya derler Bu abu kil libasından tasavvuf arî olmaktır Tasavvuf cismi safi nur-ı Yezdan olmaya derler Tasavvuf lem’ayı envar-ı mutlaktan uyarmaktır Tasavvuf ateş-i aşk ile suzan olmaya derler Tasavvuf şerait name-i hestiyi dürmektir Tasavvuf ehli iman olmaya derler Tasavvuf arif olmaktır hakimen adetullaha Tasavvuf cümle ehli derde derman olmaya derler Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır Tasavvuf bu imaret külli viran olmaya derler Tasavvuf sofi kali tebdil eylemektir bil Tasavvuf her söz ki söyler ab-ı hayat olmaya derler Tasavvuf ilm-i tabirat-ü tevilatı bilmektir Tasavvuf can evinde sırrı sübhan olmaya derler Tasavvuf hayret-i kübrada mestü valih olmaktır Tasavvuf Hakkın esrarında hayran olmaya derler Tasavvuf kalb evinden masivALLAHı gidermektir Tasavvuf kalbi mümin arşı Rahman olmaya derler Tasavvuf her nefeste şarka vü Garba erişmektir Tasavvuf bu kamu halka nigehban olmaya derler Tasavvuf cümle zerratı cihanda Hakk’ı görmektir Tasavvuf gün gibi kevne nümayan olmaya derler Burhan Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin Tasavvuf âlem-i akla Süleyman olmaya derler Tasavvuf urvet-i vüska yükün can ile çekmektir Tasavvuf mahzar-ı ayat-ı gufran olmaya derler Tasavvuf ismi azamla tasarruftur bütün kevne Tasavvuf Camii ahkâmı Kuran olmaya derler Tasavvuf her nazarda zatı Hakka nazır olmaktır Tasavvuf sofiye her müşkil asan olmaya derler Tasavvuf ilmi Hakka sinesini mahzen etmektir Tasavvuf sofi bir katreyken umman olmaya derler Tasavvuf küllü yakmaktır vücudun nar-ı lâ ile Tasavvuf nur-ı “illa” ile insan olmaya derler Tasavvuf on sekiz bin âleme dopdolu olmaktır Tasavvuf Nuh felek emrine ferman olmaya derler Tasavvuf “kul kefa billâh” ile davet dürür halkı Tasavvuf irci’i lafzıyla mestan olmaya derler Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmektir Tasavvuf cümle âlem cismine can olmaya derler Tasavvuf zat-ı insan zat-ı Hakk’da fani olmaktır Tasavvuf “kurbu ev edna”da pinhan olmaya derler Tasavvuf canı canana verip azade olmaktır Tasavvuf can-ı canan can-ı canan olmaya derler Tasavvuf bende olmaktır hakikat Hak ey İbrahim Tasavvuf şer-i Ahmed dilde bürhan olmaya derler Oğlanlar Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi (k.s.) 23 Otuz Söyleşi Sezgin ÇAKIR Prof.Dr. Osman TÜRER: İnsanın gerçek mutluluğunun yolu zikrullahtır. Burhan: Tasavvuf ve tarikatlar, ülkemizde yazılı ve görsel medyada bir şekilde sürekli gündemde tutuluyor ve tartışmalara konu oluyor. Toplum mühendisleri de, tasavvuf ve tarikatları kullanarak toplumun belli bir kesimini sindirmeye çalışıyor. Gerçekten tasavvuf ve tarikatlar ürkütücü ve korkulacak bir şey mi? Nedir bu tasavvuf ve tarîkat olgusu? Tasavvuf ve tarîkatların ne olduğu, şu temel izahı yaparsak rahatlıkla anlaşılacaktır sanırım: Tasavvuf ve tarîkat olgusu, İslâm dünyasının on dört asırlık inanç, düşünce ve kültür tarihinin en önemli unsurlarından biridir. İslâm düşüncesi ve medeniyetinin zamanla ortaya çıkıp gelişen en önemli ilmî ve fikrî disiplinlerini, kelâm-felsefe, fıkıh ve tasavvuf oluşturmaktadır. Bunlardan birincisi, İslâm’ın inanç sisteminin akıl plânında izahını ve ispatını; ikincisi, müslümanların ibadetlerinde ve beşerî, ailevî, ticarî, iktisadî, adlî, siyasî vb. her türlü dünyevî faaliyetlerinde uymaları gereken dînî ölçülerin belirlenmesini; üçüncüsü, yani tasavvuf ise, müslümanların gerek ibadetlerinde ve gerekse dünyevî ve beşerî ilişkilerinde, tam bir kulluk bilinci ve sorumluluğu içerisinde, ihlâs, takvâ ve istikâmet anlayışıyla, Cenâb-ı Hakk’ın bir mü’minde 24 bulunmasını arzu ettiği her türlü ahlâkî ve insanî güzellikleri tam bir muhabbet ve rızâ duygusuyla yüreklerine sindirmeleri misyonunu üstlenmiştir. Görüldüğü gibi, bu üç disiplinden her biri, meşhur Cibrîl Hadîsi’nde izahı yapılan üç temel kavramın fert ve toplum hayatına aktarılmasını üstlenmiştir ki, bunların üçü birden anlaşılıp yaşanılmadıkça, kâmil müslümanlıktan bahsedilemez. Tarîkatlar ise, Tasavvuf kültürü ve terbiyesinin öğretilip yaşatıldığı sivil ve yaygın birer eğitim kurumları olup, tıpkı itikadî ve fıkhî mezhepler gibi, tasavvufî düşüncenin kurumsallaşmış ekolleridir. Tekke ve zaviyeler de, tasavvufî terbiyenin verildiği müesseseleri oluşturmaktadır. Bizim kültür tarihimizde, asırlar boyu dînî ve dünyevî ilimlerin öğretildiği kurumlar medreseler iken, tasavvufî terbiyenin insanlara öğretildiği edeb, ahlâk ve irfan mekteplerini de tekke ve dergâhlar teşkil etmekteydi. Durum böyle olduğuna göre, tasavvuf ve tarîkatların nasıl bir şey olduğuna ve korkulacak bir tarafının olup olmadığına siz karar verin! Burhan: Bir kişi dese ki, “Namaz kılıyorum ve bazen kendimi Mâûn Suresi’ndeki namaz kılanlar gibi hissediyorum. Bazen münafıklar için zikredilen “namaza tembel tembel kalkarlar” tespitine Burhan muhatap gibi görüyorum. Kur’an’da “ve innehâ le kebîratün illâ ale’l-hâşi‘în” diye buyruluyor. Namazın ağırlığını kaldırmanın yolu olarak “huşû sahibi olmak” gösteriliyor. Nedir huşû sahibi olmak? Nasıl böyle bir ruhî kıvama ulaşabilirim? Buna ne dersiniz? sinden istifade etmek, en sağlıklı ve kestirme yoldur. Tarîkat terbiyesinde vazgeçilmez kabul edilen “kâmil bir mürşidin terbiyesiyle yetişme” prensibi de, insanların manevî terbiyesi konusunda bu anlayışın icraata dökülmesinden başka bir şey değildir. Bilindiği üzere, namaz ibadetinin şer’an sahîh olması için, fıkıh ilmince belirlenen ve mutlaka uyulması gereken birtakım şartları ve kuralları vardır. Namazın icrası esnasında riayet edilmesi gereken kurallar bütününe “ta‘dîl-i erkân” denilir. Bütün bu kurallar namazın bir bakıma şeklî ve zahirî unsurları olup, namazın bedeni mesabesindedir. Bir de namazın ruhu diyebileceğimiz yönü vardır ki, o da namazdaki huşû duygusudur. Bu duygudan mahrum olan bir namazın ruhsuz bir bedenden farkı yoktur. Burhan: Tasavvuf ve tarîkatlarda çokça üzerinde durulan “tezkiye” nedir? Tezkiye fizik arınmadan öte bir arınma ise, neyin nasıl arınmasından söz edilmektedir? Huşû duygusu, çok değer verilen ve yüceltilen bir varlık karşısında, saygıyla karışık bir korku ve ürpertiyi ifade eder. Bir mü’minden beklenen, Cibrîl hadîsinde ifade edilen “ihsân” kavramının gerektirdiği şekilde, hayatın her anında Cenab-ı Hakk’ın huzurunda ve ilahî murakabesi altında olduğunun bilincinde olması, bunun tabiî sonucu olarak da, O’nun emir, tavsiye ve yasaklarına riayette azamî titizliği göstermesidir. İnsanlara bu meziyeti kazandırmada en etkili terbiye ekolü de, tasavvuf yoludur. Namazdaki huşû ise, namaz anında kişinin kalbini her türlü dünyevî duygulardan arındırarak, Yüce Allah’ın (c.c.) manevî huzurunda, O’na tam bir yönelişle ilticâ etmesi ve mutlak bir fakr, acziyet ve mahviyet duygusu içerisinde halini arz etmesidir. Bu şekilde kılınan namaz, insanı ruhen arındırır ve kulluk bilincinin sürekli canlı tutulmasını sağlar. Bundan dolayı Rasûlullah (sav) Efendimiz, günde beş vakit namaz kılan bir kimseyi, evinin önünde akmakta olan ırmakta her gün beş kere yıkanan insana benzeterek, namazın insanı manevî kirlerden arındırma özelliğine dikkatimizi çekmiştir. Böyle bir ruhî kıvama ulaşmanın yolu ise, nazarî bilgilerle yetinmeyerek, tam bir ihlâs ve samimiyetle Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete-i Seniyye çerçevesinde yaşamayı şiar edinmektir. Bu konuda aşılması zor beşerî ve nefsanî zaafları alt etmekte zorlanma söz konusu ise - ki çoğunlukla böyledir tıpkı sahabe-i kirâmın Efendimiz (sav)’in terbiyesinde yetiştikleri gibi, varis-i Nebî konumunda olan, bu işi başarabilmiş ve bu konuda insanları manen eğitebilme kabiliyetine sahip kâmil zatların terbiyeBurhan “Tezkiye”, tasavvufî terbiyenin insanlarda gerçekleştirmeyi amaçladığı en önemli hedeflerden biridir. Esasında tezkiye, Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Peygamber’in temel misyonları arasında zikredildiği gibi, “Nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceği, onu kirletenin ise hüsrana uğrayacağı” beyan edilmektedir. Tezkiye, kısaca insanın, onu Allah’tan uzaklaştıran nefsanî ve şeytanî duygulardan ve günah kirinden arınması ve Cenab-ı Hakk’ın onda görmek istediği güzel duygu, düşünce ve ahlâkî meziyetlerle donanması anlamındadır. Hz. Peygamber’in beyanına göre, işlenen her günah insan kalbinde bir leke oluşturur ve günah işlendikçe kalp kararmaya devam eder. Kalbi bu kirden temizlemenin yolu ise, tevbe, zikir, dua, Kur’ân tilaveti ve ibadetlerle samimi olarak Allah’a yönelmektir. Onun için tasavvuf erbabı tezkiye olayını çok önemsemiş ve bunu gerçekleştirmenin yollarını tesbit etmişlerdir. Tasavvufî terbiyenin en temel iki aşaması vardır. Biri, Allah’ın hoşlanmadığı her türlü kötü vasıftan arınmaktır ki, bunun adı “tasfiye”dir. Diğeri ise her türlü güzel vasıflarla donanmadır ki, buna da “tezkiye” denmektedir. Bir insanın ahlâken olgunlaşıp kemale ermesi, bu her iki özelliğin de tahakkuk etmesiyle mümkündür. İslâm’ın da nihaî amacı bu değil midir? Ancak, dikkât edilirse tasfiye ve tezkiye insanın kalp ve gönül dünyasında gerçekleşen bir olaydır. Yapılan zahirî ibadet ve ameller, buna yardım ederler. Onun içindir ki, tasavvuf erbabı insanların gönül dünyasını imar etmeye çok büyük önem vermişlerdir. Burhan: Rasûlullah Efendimiz’in Cibrîl Hadisi’nde sözünü ettiği “ihsân” kavramı var. “Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etme, kulluk etme” diye tarif ediyor Allah Rasûlü ihsânı. Bu nasıl bir kişilik özelliğidir. Bir insan nasıl ulaşır böyle bir duyarlılığa? İslâm içinde bir fikir, duygu derinleşmesi mi söz konusu? Yukarıda da izah etmeye çalıştığımız gibi, Cibrîl Hadîsi’nde özlü bir şekilde tarifi yapılan 25 “ihsân”, islâmî şahsiyetin kemâl seviyesini ifade eder. Burada, insanın gerçek anlamda bir kulluk bilincine ulaşması, Allah’ı tam manasıyla idrak etmesi ve O’nunla ilişkilerini en mükemmel düzeye çıkarması söz konusudur. İhsân duygusuna sahip bir müslüman, imanında ve ibadetlerinde taklitten, yüzeysellikten, şekilcilikten ve riyadan kurtulmuş, neyi, niçin yaptığının şuurunda olan kişi demektir. O, hayatın her anında ve her yerde Cenab-ı Hak’la birlikte olduğunun bilinci içerisinde olduğu için, yaptığı her şeyde ilahî rızayı amaçlar ve Allah’ın hoşlanmayacağı hiçbir şey yapmamaya gayret eder. Görüldüğü gibi, bu mertebe, duygu, düşünce ve amel bakımından tam bir derinlik ve derûnîliği ifade etmektedir ki, İslâm’ın inşa etmek istediği insan, tam da bu insandır. Onun için, “ihsân” kıvamında insan yetiştirme misyonunu üstlenmiş olan tasavvufî terbiyenin müslüman toplumlar için ne denli önem arz ettiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Burhan: Size kalb ve zikir mefhumları arasında Kur’an’ın kurduğu münasebeti nasıl anlamak gerektiğini sormak istiyoruz. Malumlarınız Kur’an’da “Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur, doyuma ulaşır” buyuruluyor. Önce, kalbin doyuma ulaşması, mutmain olmasından ne anlamak gerekir? Kalb diye ayrı bir dünya mı var insanın içinde? Nasıl anlamak gerekir kalb dünyasını? Kalp ile ilgilenen bir ilim var mı? Kur’an’ı kerim’de bahsedilen ve bir mü’minden istenilen “kalb-i selim”e nasıl ulaşılır? Sözünü ettiğiniz ayet-i kerime, “zikir” olayının bir müslüman için ne kadar önemli olduğunu açıkça beyan etmektedir. Burada sözü edilen kalpten maksat, insanın ruh ve gönül dünyası, yani manevî şahsiyetidir. İnsanın inançlar manzumesinin ve duygu dünyasının merkezi orasıdır. İnsanı diğer tüm varlıklardan ayıran ve üstün kılan en önemli yön de burasıdır. İnsan, bu melekesi sayesinde ilahî ve manevî alemle irtibat kurar. Onun için insanın mutlu veya mutsuz oluşu da kalp ve gönül dünyasıyla alâkalıdır. Esasında insan denen varlık, zahirden batına doğru, bedenî/fizikî, aklî ve kalbî/ruhî olmak üzere üç boyutlu bir varlıktır. Bu üç boyutun da kendine göre ihtiyaçları vardır. Beden, ihtiyaçlarını madde aleminden, akıl, ilim ve felsefe gibi nazarî bilgi ve düşüncelerden, kalp ve ruh ise manevî ve ulvî alemden karşılar ve tatmin olur. Onun için insanın gerçek mutluluğu, ruhî yönünün tatmin olmasıyla mümkündür. Ruhun tatmin olmasının yolu ise, aslî kaynağı olan Cenab-ı Hak’la ideal bir ilişki içerisinde olması, O’nunla sürekli hemhâl olmasıdır. İnsanın Allah’u Teâlâ ile sürekli bir ilişki içerisinde olmasını sağlayacak olan şey de, bilinçli olarak icra edilen ibadet, zikir, duâ, tefekkür, tevbe ve istiğfâr, hayır, hasenât vb. ameliyelerdir. Aslında bütün bu ameller, “zikir” kavramının kapsamı içerisindedir. Çünkü zikir, hatırlama ve anma demektir. Dolayısıyla insana Allah’ı hatırlatan her şey bir tür zikirdir. Ancak Allah’ı anmanın en kestirme yolu, doğrudan O’nun ismini anmak olduğu için, zikir denildiği zaman öncelikli olarak bu anlaşılmaktadır. İşte zikirle insanın gönül dünyası arasında böyle bir ilişki vardır. Onun içindir ki, insanın gerçek mutluluğunun yolu zikrullahtır. Bütün bunlar göz önüne alındığında, insanın manevî şahsiyetini oluşturan kalple ilgilenen ilim dalının tasavvuf olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Nitekim bazı sûfîler tasavvufu “ilmü’l-kulûb” (kalplerin ilmi) diye de adlandırmışlardır. “Kalb-i selîm”e ulaşmanın yolu da, şuurlu bir şekilde icra edilen ibadet ve zikirler sayesinde, günah kirinden ve benlik duygusundan arınmak ve kalpte Allah duygusu ve sevgisini yerleştirmektir. 26 Burhan Cenab-ı Hakk’ın insanlardan istediği de, marifetullah ve muhabbetullahla dolu, mâsivâ muhabbetinden arınmış, günah kirlerinden temizlenmiş, benlik duygusundan sıyrılmış selîm bir kalbe sahip olmalarıdır. Yüce Allah’ın Kur’ân’da bildirdiği bütün emir ve yasakların ve yapılmasını istediği ibadetlerin hepsinin nihaî amacı da, insanların bu anlamda bir “Kalb-i selîm”e kavuşmalarını sağlamaktır. Şairin dediği gibi: Sanma ey hâce kim senden zer ü sîm isterler. “Yevme lâ yenfau”da “kalb-i selîm” isterler. Burhan: İlimler sıralamasında tasavvufun yeri neresidir? Günümüzde “hikmet ve irfan” artık unutulan bir şey oldu. Kimse bu konuları artık düşünmek istemiyor. Bunun yerini daha çok ekonomi ilminin aldığını görüyoruz. İnsanlar artık paraya dönüştürülmeyen bilgiye bilgi demiyorlar. Gerçekten de “hikmet ve irfan” yitik midir? İslâm alimleri, ilimleri temelde ikiye ayırırlar: Dînî ilimler, dünyevî ilimler. Bunlardan dînî ilimleri de, zahirî ilimler ve bâtınî ilim diye iki kısımda müBurhan tâlaa ederler. Bunlardan zahirî ilimlerle, bilgi kaynağı itibariyle nakle, akla ve duyulara dayanan ilim dallarının tamamı kastedilmektedir. Tefsir, hadîs, fıkıh, kelâm, felsefe, mantık vb. ilimlerin hepsi zahirî ilimleri oluşturmaktadır. Batınî ilimle de, kalbin arınması neticesinde, Cenab-ı Hakk’ın insana bahşettiği ve ilm-i marifet, ilm-i mükâşefe, ilm-i ledünnî ve ilm-i vehbî gibi isimlerle anılan ilim türü kastedilmektedir. İşte, İslâm dünyasında zamanla gelişen ilmî disiplinler içerisinde, tasavvuf ilmi, batınî ilmi temsil etmektedir. Çünkü, diğerlerinden farklı olarak, kalp tasfiyesi ve tezkiyesini gerçekleştirmeyi amaçlayan ve bunun neticesinde kalpte hasıl olan keşf, sezgi ve ilhâmı bilgi kaynaklarından biri olarak kabul eden yegâne ilim ve düşünce sistemi tasavvuf geleneğidir. Onun için tasavvuf ilmi, bütün dinî ilimlerin rûhu, özü ve meyvesi olarak telâkkî edilmiştir. Ne yazıktır ki, sizin de ifade ettiğiniz gibi, son dönemlerde müslümanlar, hepsi de Batı kaynaklı olan pozitivist, materyalist, kapitalist, rasyonalist ve seküler düşünce ve hayat telakkîlerinin yoğun tesiri altında, kendi inanç ve geleneklerinde var olan 27 sini yetiştirmiş, dünyada olup biten olayları takip eden ve onlar üzerinde değerlendirmeler yapabilen, kendisine bir şeyler sorulduğunda cevaplar verebilen kimse kastedilmektedir. İrfan sahibi ise, çok fazla kitabî bilgi sahibi olmasa bile, insanlığının ve kulluğunun bilincinde olup, onun gereğince yaşayan, olgun, güzel ahlâk sahibi, Allah’ın varlık alemindeki tasarruf ve tecellîsinin farkında olan, basîreti açık, maneviyatı inkişaf etmiş kimsedir. Onun için bunların arasında birtakım farklar vardır. Kültürlü olmak, daha çok dünya ile alâkalı meselelere vukûfiyeti ifade ederken, irfan sahibi olmak, kişinin Allah ve insanlarla ilişkilerindeki olgunluk ve maneviyatının gelişmiş olması anlamına gelmektedir. Günümüzde kullanılan “aydın” kavramı da kanaatimce daha ziyade kültürlü ve bilgili kişi anlamında kullanılmaktadır. Burhan: Batıdaki sufizm ve mistisizm kavramları bizim bildiğimiz tasavvuf kavramını karşılıyor mu? manevî ve irfanî düşünce ve hayat felsefesinden alabildiğine uzaklaşmış vaziyettedirler. Bu yüzden, her şeyi madde ve dünya ölçeğinde değerlendirmek, ebedî alemi nazar-ı itibara almamak, bir başka ifadeyle maneviyatı ve ulûhiyet anlayışını hayatın dışına atmak, çağımızın modası haline geldi. Bu yüzden, insanlar benmerkezci, ferdiyetçi, menfaatçi ve maddî çıkar düşkünü haline geldiler; diğergamlık, yardımseverlik, infak, tasadduk, şefkat, merhamet ve başkaları için bir şeyler yapma gibi bize ait dînî, insanî ve ahlâkî değerleri adeta hayatın dışına ittiler. Kısacası, hikmet ve irfan müslümanın yitiği haline geldi. İnsanlarımızı bizi biz yapan manevî değerlerle, bir başka ifadeyle hikmet ve irfanla yeniden buluşturmanın yolu da, tarihte ve özellikle de Osmanlı toplumunda olduğu gibi, onların gönül dünyalarını eğitip imar edecek olan tasavvuf kültürüyle tekrar buluşturmaktan geçmektedir. Burhan: Kültürlü ile irfan sahibi arasında fark var mıdır? Bir de aydın ile irfan sahibi aynı mıdır? Kültürlü insan denildiği zaman, günümüzde daha ziyade belli bir bilgi birikimine sahip, kendi28 Batı’lı düşünürlerin kullandığı “mistisizm” kavramı, insanların fıtratında var olan mistik yönelişin tabiî bir sonucu olarak, çeşitli inanç ve kültür ortamlarında tezahür eden mistik hareketler için kullanılan genel bir kavram olup, Hıristiyan mistisizmi, Hint mistisizmi, İslâm mistisizmi gibi alt birimleri vardır. Bu anlamda bizdeki tasavvufun karşılığı, Batı literatüründe İslâm mistisizmi olmaktadır. Batılılar “sufizm” tabiriyle de İslâm mistisizmini, yani tasavvuf geleneğini kast etmektedirler. Bu demektir ki, “mistisizm” “tasavvuf” demek değildir. Ancak “İslâm mistisizmi” tabiri “tasavvuf” tabirini karşılayabilir. Burhan: Mevlânâ’nın hümanist tarafı ön plana çıkarılarak bu konuda istismarlar yapılıyor. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Gerek Batı dünyasında, gerekse ülkemizdeki Batı düşüncesi ve kültürünün fazla etkisinde kalmış bazı çevrelerde, Mevlânâ’nın islâmî ve tasavvufî kimliği, yani onun büyük bir İslâm düşünürü ve büyük bir sûfî şahsiyet olduğu görmezlikten gelinerek, daha ziyade hümanist bir düşünür olarak lanse edilmeye çalışılmaktadır. Bu yaklaşım, Mevlânâ’yı bir taraftan olduğundan farklı bir kimliğe büründürmeyi, bir taraftan da, o çevrelerin islâmî hassasiyetle bağdaşmayan birtakım düşünce ve Burhan hayat telâkkîlerine meşruiyet kazandırma adına onu istismar etmeyi içermektedir. Mevlânâ her ne kadar her dinden ve kültürden insanın reddedemeyeceği nice evrensel değerlere dikkât çekmiş büyük bir düşünür olsa da, onun inanç ve düşünce dünyasının merkezinde İslâm’ın yer aldığını, eserlerinde ve özellikle Mesnevî’sinde, kendine has üslubuyla doğrudan doğruya Kur’ân’ın mesajını anlattığını, islâmî anlamda kâmil bir insan olmanın yolunu ve yordamını göstermeyi amaçladığını asla unutmamak gerekir. Nitekim kendisi de, bir taraftan “Kur’ân’ın kölesi ve Hz Muhammed’in yolunun toprağı” olduğunu ifade ederken, bir taraftan da kendisini bir pergele benzeterek, bir ayağının sabit olduğunu, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti dolaştığını söylemektedir. Burada sabit ayağıyla, İslâm itikadına olan sarsılmaz bağlılığını, diğer ayağıyla tüm insanları ve kültürleri kucaklayan evrensel bakış açısını kastetmektedir. Mevlânâ’nın insan sevgisi ve hümanizmini, Allah’a karşı kulluk bilinci, sorumluluk duygusu ve ilahî emir ve yasaklara riayetteki titizliğinden ayrı telâkkî etmek, onu tam olarak anlamamak veya kasıtlı olarak yanlış tanıtmak olur. Unutulmamalıdır ki, Mevlânâ, hem “müderris”lik derecesine yükselmiş bir din alimi, hem ahlâkı, yaşantısı, ibadetleri ve insanlarla ilişkisi itibariyle zühd ve takvâ sahibi olgun bir insan, hem de tasavvufî anlamda manevî olgunluğun zirvesine ulaşmış tam bir Hak aşığı, ârif ve velîdir. Onun bütün bu özelliklerini görmezlikten gelerek, sadece bir hümanist ve hoşgörü insanı olarak nitelemek, onu anlamada ve anlatmada son derece yetersiz kalır. Burhan: Bildiğiniz gibi 1925’te tekke ve zaviyeler kapatıldı ve halen de resmiyette bu yasak sürüyor. Buna rağmen tasavvufî gelenek bir şekilde devam etmektedir. Bunu neye bağlıyorsunuz? Burhan Bunu, söz konusu yasağın insan ve toplum gerçekleriyle bağdaşmamasına bağlıyorum. Çünkü, mistik yönelişler, insanların manevî terbiye alma ihtiyacı ve Yaratıcısı ile yoğun bir derunî ilişki içerisine girme talebi, kişilere göre değişiklik arzetse de, insan fıtratının bir gereğidir. Dolayısıyla tabîî ve fıtrî bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyacı karşılamak üzere asırlarca faaliyet göstermiş olan tekke ve zaviyeleri yasaklayıp kapatmak, insanların bu fıtrî ihtiyaçlarını ortadan kaldırmıyor. Onun için insanlar bu ihtiyaçlarını karşılamanın başka yollarını bulmak durumunda kalıyorlar ve buluyorlar da. Ne var ki, mevcut yasak, toplumumuzda bir şekilde varlığını devam ettiren tasavvufî hayatın denetimden uzak oluşuna, dolayısıyla birçok ehliyetsiz kimselerin insanların bu fıtrî duygu ve ihtiyaçlarını istismar etmelerine, sonuçta da bu konuda toplumda çeşitli kuşku ve tereddütlerin doğmasına zemin hazırlamış olmaktadır. Kanunlar, mevzuatlar ne olursa olsun, ne kadar yasaklanırsa yasaklansın, insanların Allah’a karşı derunî yönelişlerine engel olmak mümkün değildir. Bu gerçeği, tekke ve zaviyelerin kapatılması üzerine, bir Mevlevî şeyhi şu dörtlüğü ile çarpıcı bir şekilde dile getirmiştir: Âsumândır kubbesi, hem ahterân âvîzesi, En ziyâ-bahşâ kanâdîli güneşle mâhtır. Sedd olunmakla tekâyâ kaldırılmaz zikr-i Hak, Cümle mevcûdât zâkir, kâinât dergâhtır! 29 Allah Dostları Otuz Abdullah ÇAKIR alemdar_kalemdar@mynet.com Hızır Aleyhisselâm’ın Yoldaşı Bilge Bir Velî Hakîm Tirmîzî (k.s) Hazretleri Şeytan vahye yanlış bilgiler karıştıramadığı gibi nefs de velinin ilhamını bozamaz. Velilik de peygamberlik gibi, kesbi olmayıp ilahi bir lutfudur. HAYATI Künyesi, Eba Abdillah1 olan Muhammmed b. Ali b. Hasan et-Tirmizi’nin doğum tarihi tam olarak bilinmiyor. Muhtemelen hicri III. (IX) yüzyılın başlarında Tirmiz’de doğdu. Hayatını ve geçirdiği rûhî gelişmenin önemli bir kısmını, bizzat kendisinin yazmış olduğu sünden Hakim, kabirlere gider ağlar: -“Ey Hüda! O iki yoldaş vardılar ilimle meşgul oldular. Onlar tez alim olalar, ben cahil kalayım” der, bu sebepten özü yanardı. Yine bir kabrin başında ağlar iken nagâh yüzü nurani bir pir-i fani gelir. Ağlamasının sebebini sorar. Sonra der ki: 2 Büdüvvü Şe’n adlı otobiyografik eserinde anlatmaktadır. Söz konusu eserinde anlattığına göre, “Kaderinin mutlu bir tecellisi ve iyi bir hoca” diye tanımladığı bir zat onu ilme teşvik eder. Böylece, evvel emirde kardeş olarak gördüğü iki yakın dostuyla taleb-i ilim için yolculuğa çıkmaya akdeder. Bu sırada ihtiyar annesi hastalanır; ve Hakim’e: -“Ey yavrucağım! Ben zayıf, güçsüz bir kadınım. Malım-mülküm olmadıği gibi bana bakacak kimsem de yok. Benim işlerimi gören sensin. Beni bırakıp -“Ey oğul ağlama, kaygılanma! Diler misin her gün sana ilim öğreteyim de tez zamanda o iki yoldaştan daha alim olasın?” Hakim: -“Sonra O pir bana yer gösterdi. Her gün o gösterdiği yere varırdım. Üç yıl boyunca bana enva-yı ulumdan gösterdi ve öğretti. Sonra bildim ki O hazret Hızır (a.s) imiş. Bu denli devleti anamın rızasında ve duasında buldum.”der.3 Molla Abdurrahman Cami’nin ifadesine göre, her Perşembe Hızır (a.s) ona gelir ve 4 birbirlerinden vakıalar teftiş ederlerdi. nereye gidiyorsun?” der. Bu sözler, Hakim’in içinde derin bir yankı uyandırır. Bir yanda ana hakkı, diğer yanda ise şiddetli bir ilim arzusu… Hakim, yolculuğa çıkmaktan vazgeçer. Arkadaşları ise yollarına devam eder. Ancak üzüntü- 30 Sonraları da Hakim Tirmizi, Ebu Hanife (ö.80150 / 699-767)’nin seçkin yaranından ve bağlılarından fıkıh okudu.5 Bir zamanlar İslam medeniyetinin ilim ve kültür şehirlerinden olan Tirmiz ve Belh’te bir çok muhaddisten hadis dersleri aldı.6 Evliyalar ocağı Burhan Horasan’da Ebu Turab Nahşebi (ö.245/859), Ahmed b. Hadraveyh (ö. 240/848), İbn Cella (ö. ? ) gibi ulu 7 zevatın sohbetinde bulunur, onlardan tefeyyüz eder. gamber olduğunu iddia ettiği ileri sürülerek Belh valisine şikayet edilir. Vali bu konularda konuşmayacağına dair kendisinden yazılı belge alır. Yirmi yedi yaşında iken hacca gitme arzusuyla yola çıkar. Bir süre Irak’ta kalıp hadis dinledikten sonra Basra yoluyla Mekke’ye ulaşır. Büdüvvü Şe’n’de her gece vakti Kâbe civarında dua edip büyük günahlarından tevbe ettiğini, halini düzeltmeye, dünyaya ilgi duymamaya ve Kur’an’-ı Kerîm’i ezberlemeye muvaffak kılması için Allah’a yakardığını söyler. Hac dönüşü başladığı hafızlığını memleketinde tamamlayan Hakim, Allah’ı tanımak ve ahirete yönelmek için kitap okumaya ve araştırmalar yapmaya, belde belde dolaşıp bir mürşid aramaya başlar. Ariflerin sözlerinden çok etkilenir. Ahmed b. Asım el-Antaki (ö. ? )’nin bir eserinin tesiriyle riyazet hayatı yaşaması ve çile çekmesi gerektiğine kanaat getirir ve bu yolu tutar. Yalnızlıktan çok hoşlanan Hakîm hayatının bu safhasında tek başına kırlarda dolaşır ve sık sık harabeleri ve mezarlıkları ziyaret eder. Bu dönemde kendisine yardım edecek samimi dostlar bulamaz. Issız yerlerde dolaşmaya devam ettiği sırada rüyasında “resûlü’s-sakaleyn ve imâmü’l-kıbleteyn ve hulâsatü’l-kevneyn ve’ş-şefîü’l-meşeffi’ fî uhra’d-dâreyn ve ceddü’l-haseneynü’l-ahseneyn resûl-i müctebâ ve nebiyy-i mürtazâ Muhammed Mustafa (sallallâhü aleyhi ve alâ âlihi’l-kirâm ve ashâbihi’lkirâm) Efendimiz’i görür. Nihayet Hak ile arasındaki perde kalkar ve ilhama mazhar olur. Meclisine gelenlerle sabahlara kadar sohbet etmeye ve Allah’a yalvarıp yakarmaya başladığını otobiyografik eserinde uzun uzadıya anlatır. Hakim et-Tirmizi, çektiği sıkıntıların kendisini daha da olgunlaştırdığını, karşılaştığı belalardan zevk alır hale geldiğini, kalp gözünün açıldığını ve ruhen olgunlaştığını hissettiğini, çıkan bir kargaşa sonucu kendisine eziyet edenlerin beldelerinden kaçmak zorunda kaldıklarını, ona hürmet eden insanların sohbetine devam etmeye başladıklarını söyler. Hakim et-Tirmizi, tasavvuf, ahlak, kelam, hadis, tefsir, mezhepler tarihi, dil ilimleri gibi çok değişik sahalarda eserler vermiş velud bir şahsiyettir. Bu eserleri ilgiyle karşılanmış ancak bu durum bazılarının onu kıskanmasına, bazı sözlerini yanlış anlayarak suçlanmasına, hatta ona iftirada bulunulmasına yol açmıştır. Nitekim “Hatmü’l-Evliya” ve “İlelü’ş-Şeria” adlı eselerinde veliliği nebilikten üstün görmekle, şeriatın ahkamını tezyif etmekle suçlanarak Tirmiz’den çıkarılmıştır. Sülemi (ö. 936-1021), Hakim Tirmizi’nin söz konusu eserlerinde ileri sürdüğü fikirleri yüzünden bu tür ithamlarla suçlanamayacağını, dolayısıyla onun Tirmiz’den sürülmesinin büyük bir haksızlık olduğunu, çünkü düşünce hürriyetinden yoksun olanların onu 8 anlayacak seviyede olmadığını söyler. Aşktan bahsettiği, halkın ahlakını bozduğu, bid’at çıkardığı, peyBurhan Manevi yükselişini genişçe anlattığı Büdüvvü Şe’n’de hayatının son dönemi hakkında bilgi yoktur. Ömrünün sonuna kadar eser yazmayı, çevresine toplanan müridlerin terbiye ve irşadıyla meşgul olmayı 9 sürdüren Hakim, Tirmiz’de h. 320/932’de vefat etti. TEFEKKÜR UFKU: Hakim et-Tirmizi, hicri III. asırda Horasan10 ve Maveraünnehir bölgesinde yetişen mutasavvıfların önde gelenlerinden idi. Onun tasavvuf anlayışı, bu yıllarda Horasanda gelişen ve genellikle şecaat, mürüvvet, sehavet ve kerem anlamları taşımakla birlikte isar, kendini hizmete feda, başkalarına eziyet vermemek, insanlardan gelen eziyetlere sabretmek, kınayanın kınamasından korkmamak, iyiliği yaymak, sızlanmayı bırakmak, makam tutkusundan uzaklaşmak ve nefisle savaşmak gibi anlamlar içeren fütüv11 vet ; Basra mektebinin aşk ve muhabbet; Bayezid-i Bistami (k.s) (234/848 veya 261/874)’nin temsil ettiği sekr ve mahv ile Hakim Tirmizi’nin yolunun temel vasfı olan irfani ve felsefi tarafı ağır basan, velayeti isbat esaslarının güzel bir sentezinden oluşmaktadır diyebiliriz. Ona “isar (diğergamlık) nedir?” diye sorduklarında “aharın hazzını (başkasının payını) kendi 12 payın üzerine takdim etmendir” diye cevap vermesi bütün insanlarda takdir ve tebcîl hislerini uyandıran, ondaki fütüvvet neşvesini yansıtması bakımından mühimdir. Kendisinden sonraki sufiler üzerinde etkili olan Hakim Tirmizi’nin görüşlerini benimseyenlerin oluşturduğu guruba “Hakimiyye” adı verilmiştir. Örneğin, Hucviri’nin (ö. 465/1072) gönlünü fethetmiştir. Hucvirî şöyle der: “Nazarımda o gayet muazzam bir zattır. Zira gönlüm onun avı olmuştur. Şeyhim derdi ki: “Muhammed Tirmizi bir dürr-i yrtimdir, eşi menendi yoktur, 13 bütün alemde onun bir misli yoktur.” 31 Hucviri, III. ve IV. asırların sufilerini on iki fırka olarak tasnif eder. Bu oniki fırkanın onunun yollarının doğru, ikisinin de yanlış olduğunu anlatır. Ona göre yanlış yollar Hallaciyye ve Hululiyye iken doğru yollardan biri de velayeti isbat esasına dayanan ve 14 Hakim Tirmizi’ye izafe edilen Hakimiyye fırkasıdır. Hakim Tirmizi, mutasavvıflar arasında felse15 feyle meşgul bulunanların ilklerindendir . O, kendine mahsus bir uslub ile, nakille aklı bağdaştırmaya, yani nakli ilimleri akli bir temele dayandırmaya çalışmıştır. Hem çok çalışkan hem de tefekkür ufku çok geniş olan Hakim Tirmizi, özellikle helenistik felsefeden ve gnostisizmden gelen hikmet anlayışını tasavvufa aktararak bu hareketin yeni bir döneme-merhaleye girmesine (ki ileride Gazzalî (ö. 505/1111) ve İbn Arabî (ö. 638/1240) Hazretleri’nde bunun tesirini görmekteyiz) katkıda bulunmuş ve bu sebeple “Hakim” diye anılmıştır. Tasavvufu geniş ölçüde hikmet olarak anlayan Hakim et-Tirmizi bilgiyi ilim, zahir hikmet ve batın hikmet olarak üçe ayırır ve bilginin daima son iki çeşidi üzerinde durur. Ona göre tasavvuf sadece manevi haller değildir. Aynı zamanda nesnel gerçekliği olan hikmetler yani objektif gerçeklerdir. Peygamberlerin ve evliyanın sahib olduğu zahir ve batın hikmetler yüce ve gizli hikmetler olup bunlar doğrudan kendilerine Allah tarafından verilmiştir. Onun düşünce ufkunda hakk, adalet ve sıdk mefhumlarının apayrı bir yeri vardır. Ona göre hakk, organlar (zahirin); adl, kalpler; sıdk, akıllar için söz konusudur. Hakk, adalet, sıdk hem marifet hem din olduğundan belli bir noktadan sonra din marifet olmaktadır. Hakk, şeriat ulemasına; adl, hakimlere; 16 sıdk ise hikmet sahiplerine Allah’ın bir lutfudur. VELİ VE VELAYET: Hakim Tirmizi’ye göre ruhi faaliyetler ya beşeri çaba veya ilahi inayetle (himmet) gerçekleşir. Birinci durumda genel (velayet-i âmme), ikinci durumda özel velayet (velayet-i hâssa) söz konusu olur. Velayet-i âmme, şeriatin farz ve vacib derecesindeki emirlerini eda etmek için çabalama ve gayret gösterme haline denir. Bunu yapmak her mükellef mü’min için zaruridir. Bu yüzden bu gayret içindeki bütün mü’minler bunun kapsamına girer. Veleyet-i hâssa, farz ve vacib amellerde ileri gitmekle birlikte, Kur’an’ın zikir ve tefekkür konusundaki emirlerine sarılarak, ayakta, otu17 rarak ve yanları üzere yattıklarında bile zikir ve fikir 32 uyanıklığına ermiş, murakabeden gafil olmayan, bütün ibadetlerinde “ihsan” denilen Allah’ı görüyormuşçasına kulluk şuuruna ulaşmış kişilerin halidir. 18 Kurb ve huzur hali bu makamdadır. Allah’ın hukukuna riayet eden veliler dinin emir ve yasaklarına uymanın yanı sıra niyeti düzeltme ve nefis murakabesi gibi manevi hallere de dikkat ederler. Gerçekten Allah’ın dostları iseler O’nun lutfuyla veliliğin en yüksek seviyesine ulaşırlar. Yani onlar hem velayet-i âmmenin hem de velayet-i hâssanın gerçek sahipleridir. Onlar her zaman iyi iş yapmayı adet edindiklerinden hatadan korunurlar. Çünkü iyilik yapmak kendilerinde tabii bir meleke haline gelmiştir. Allah’tan ilham alan veli (muhaddes, mükellem) gerçek anlamda bu dereceye sahip olunca aldığı bilgilerin doğruluğundan emin olur. Şeytan vahye yanlış bilgiler karıştıramadığı gibi nefs de velinin ilhamını bozamaz. Velilik de peygamberlik gibi kesbi olmayıp ilahi bir lutfudur. Peygamberlerin Allah’tan aldıkları vahyi insanlara tebliğ etme görevi olmasına karşılık, tamamen özel bir mahiyet taşıyan velayetin nebiler tarafından haber verilen bu ilahi hakikatleri bizzat yaşamak ve yaşatmak gibi görevleri bulunmaktadır. Bundan dolayı peygamberin mucize gibi bir delile ihtiyacı olmasına karşılık velinin böyle bir delile ihtiyacı yoktur. “Peygamberlik delil iledir, velilik delildir” diyen Hakim’e göre veli ile Allah arasındaki ilişki sevgi, gözetim ve inayet esasına dayanır. Veliler hayrın ve faziletin canlı timsalleridir. Hakk için yaşarlar, kendilerini Allah’a hizmete adarlar. Velilik tabiatı icabı zamanla sınırlı değildir. Her zaman veli bulunur. Veli semadaki ilahi 19 kemalin yeryüzüne yansımasıdır. Peygamberlerin birbirlerine göre üstünlüklerinden hareket eden Hakim Tirmizi, veliler arasında da böyle bir derecelenme bulunduğu sonucuna ulaşmakta bunu “İnsanları uyar! İnananlara da Rabbleri 20 katında yüksek makamlar bulunduğunu müjdele!” ayetindeki “kademü sıdk” ifadesine dayanarak delil21 lendirmeye çalışmaktadır. Velayet anlayışı, egemenlik ve yöneticilik anlamına da gelmektedir. Bu anlayışta velayet, Allah’ın kainat üzerindeki yönetiminin velilere devri anlamına gelmektedir. Tüm kainat ilahi iradenin kendilerinde zuhur ettiği belli bir hiyerarşik düzene göre sıralanmış veliler tarafından idare edilir. Bu anlayış “Ricalü’lBurhan gayb” adı verilen bir veliler düzeninin kabul edilme- neş’et eden Allah korkusu bulunan kişinin eylemleri siyle sonuçlanmıştır. Kutbun yönetimindeki bu düzen de ona göre olur. Bu konudaki şu sözü enfestir: evtad, nüceba, nükeba, abdal, büdela gibi adlarla anılan veliler hiyerarşisinden oluşur.22 Özellikle Hakim “Kimin arzusu dîn, yani âhiret olursa; bu hayırlı dü- Tirmizi tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerif, mu- şüncesi hürmetine dünyevî işleri de âhiret işi hâline tasavvıfların “abdalan,kutub, gavs,evtad” gibi değişik gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünya olursa; niyeti- adlarla yad ettiği gayb erenlerinin mesnedi satılmıştır. nin bozukluğu sebebiyle âhiret işleri de dünya işi hâ- “Bu ümmetim içinde İbrahim tabiatı üzere kırk, line gelir.” Musa tabiatı üzere yedi, İsa tabiatı üzere üç, Muhammed (s.a.v) fıtratı üzere bir kişi bulunur. Bun- Cenâb-ı Hak rûh-i âlilerini şâd ü hürrem etsin. lar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.”23 Ahmed İbn Hanbel (164-241/780-855) Hazretleri’nin 24 Müsned’inde de geçen bu hadîs-i şerîfi , onun işâret Bizi de şefaatlerine nâil eylesin. Âmin! ................................................................................................................... 1 İbnü’l-Cevzi, Sıfatü’s-Safve,c.4, s.116. ettiği fıtrat üzerine olan şahsiyetleri, Hanbelî-zâhirî 2 Osman İsmail Yahya, Kitabü Hatmi’l-Evliya, s. 14-32. 3 olarak bilinen İbn Teymiyye (ö. 728/1328) ise “Dere- 3 Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya,(Haz.M.Z.K.), s. 104,İst. 1964; Osman celerine göre hadîs âlimleridir” şeklinde yorumlamış- İsmail Yahya,a.g.e. s.10-11. tır. 4 Abdurrahman Cami’, Nefehatü’l-üns min Hadarati’l- Kuds, (trc. Lamii Çelebi),s. 169, ist. H.1286. 5 Ali b. Osman b. Ali Cüllabi el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcub, (trc. SüleymanUlu- Çok erken başladığı yazı hayatını ömrünün su- dağ),s. 244, ist. 1996. nuna kadar devam ettiren Hakim Tirmizi’nin eserleri- 6 Abdülfettah Abdullah Bereke, Hakim et-Tirmizi md, TDV.İslam Ans. nin önemli bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır. c.15,s.196. İrili-ufaklı elliden fazla eseri vardır. 25 Kendi ifadesine göre “ Ben tedbir ve fikr ile hiçbir harf tasnif etmedim 7 Ebu Nuaym el-İsfehani, Hilyetü’l-Evliya, (thk. Muhammed Emin el-Hancı), c. 10, s. 233; Ebu Abdurrahman es-Sülemi, Tabakatü’s-Sufiyye, (thk. Nureddin Şeribe),s. 221,Halep, 1986; Abdülkerim Kuşeyri,Risale,(trc. Süley- ve bana ondan bir nesne nisbet olmaz. Ve lakin ne man Uludağ),s. 124, ist. 2003. zaman kalbimde kabz ve emrimde bir perişanlık olsa 8 (bkz.Hatmu’l- Evliya, thk.eş-Şeyh Abdülvaris Muhammed Ali, s. 4, Beyrut onunla teselli eylerim.”26 diyerek kitaplarını önceden 1999. tasarlayarak değil manevi hallerin baskısı altında kaldığı zaman teselli bulmak için yazmıştır. Bu yüzden 9 Abdülfettah Abdullah Bereke, Hakim et-Tirmizi md, TDV.İslam Ans. c.15,s.196-197. 10 Abdurrahman Cami’,a.g.e, s. 169. eserlerini tekellüfsüz, kolay ve anlaşılır bir uslubla 11 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s.112-113. yazmıştır. Buna rağmen bir konuyu anlatırken başka 12 Abdurrahman Cami’,a.g.e, s.170. bir konuya yer vermekte ve eserlerinde konu bütün- 13 Ali b. Osman b. Ali Cüllabi el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcub, (trc. SüleymanU- lüğünde bir düzensizlik göze çarpmaktadır.27 ludağ),s.244. 14 Ali b. Osman b. Ali Cüllabi el-Hucviri, Keşfü’l-Mahcub, (trc. SüleymanUludağ),s.325-362, ist.1996; Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini takdîr eden şu sözleri pek güzeldir: “Kalbin (nefesin) ve vaktin sana bir sermayedir. (Bir düşün ki ) sen kalbini Allahü Teâlâ’nın sevgisinden başka sevgilerle . s.124. 15 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s. 113. 16 Abdülfettah Abdullah Bereke, Hakim et-Tirmizi md, TDV.İslam Ans. c.15,s.197. 17 Âl-i İmrân,3/191 18 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s. 202-203. doldurdun. Vaktini de mâlâyani, boş ve faydasız şey- 19 Abdülfettah Abdullah Bereke, a.g.e, c.15,s.197. lerle geçirdin. (Şimdi senin gibi) iflas etmiş, sermaye- 20 Yunus,10/2 21 İsmail hakkı Bursevi, Tuhfe-i Ataiyye, (Veysel Akkaya), Yüksek Lisans sini kaybetmiş bir kimse (yarın ahirette) nasıl kâr Tezi,ist.1999. edebilir?!!” 22 Şamil İslam Ans., c. 6, s. 334, ist. 1994. 23 Hasan Kamil Yılmaz,a.g.e, s. 321; (Ahmed İbn Hanbel’in Müsned’inde Ona göre kişi yarın Allah’ın huzûrunda savuna- de geçen bu hadîs-i şerîfi, onun işâret ettiği tabîattaki şahsiyetleri Hanbelîzâhirî olarak bilinen İbn Teymiyye ise “Derecelerine göre hadîs âlimleridir” mayacağı eylemlerde bulunmamalıdır. Bunun tek şeklinde yorumlamıştır.) yolu da düşünceyi ve himmeti yani gönlü tamamen 24 İbn Hanbel, I, 112; V, 322; VI, 316. Allah’a bağlamaktır ve böylece bütün eylemlerini, 25 Hasan Kamil Yılmaz,Tasavvufî Hadis Şerhleri ve Konevî’nin Şerhi “Şer- O’nu (c.c) ve ahiret gününü göz önünde bulundurarak işlemektir. Çünkü içinde Allah sevgisi ve bundan Burhan hu’l- Erbain Hadisen”, s.36. 26 Abdurrahman Cami’,a.g.e, s.170; İbnü’l-Cevzi, Sıfatü’s-Safve,c.4, s.117. 27 Abdülfettah Abdullah Bereke, a.g.e, c.15,s.197. 33 Otuz Yol Kandilleri Ersan BİLGİN İman, Edeb, Ahlak ve Cömertlikte Örnek İnsan Hz. Osman bin Affan (r.a) Hz. Osman b. Affân radıyallahu anh; ilk iman edip, Rasûlullah’ın yanında madden ve manen hazır bulunanlardan… İmanda, ilimde, haya, edeb ve ahlakta ve cömertlikte zirve isim; Hz. Osman radıyallahu anh… Rasûlullah (s.a.v)'ın kızı Rukiyye ile evlenen, İnsanlığın Efendisi (s.a.v)’in damadı olan mübarek insan Hz. Osman (r.a)… Raşid Halifelerin üçüncüsü, Hz. Osman radıyallahu anh… İMAN’DA KARARLILIĞI… Hz. Osman, iman ettiği zaman bunu duyan amcası Hakem b. Ebil-Âs onu sıkıca bağlayarak hapsetmiş ve eski dinine dönmezse asla serbest bırakmayacağını söylemişti. Hz. Osman (r.a) ebediyyen dininden dönmeyeceğini söyleyince, kararlılığını gören amcası onu serbest bırakmıştı (Suyûtî, 168). RASÛLULLAH’IN DAMADI… Rukiyye'nin vefat edişinden sonra Rasûlullah (s.a.v), Hz. Osman'ı diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlendirdi. Hicretin dokuzuncu yılında Ümmü Gülsüm vefat ettiğinde Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyur34 muştu: "Eğer kırk tane kızım olsaydı birbiri peşinden hiç bir tane kalmayana kadar onları Osman'la evlendirirdim" ve yine Hz. Osman'a "Üçüncü bir kızım olsaydı muhakkak ki seninle evlendirirdim" demişti (Üsdül-Gâbe, aynı yer). Rasûlullah (s.a.v)'in iki kızıyla evlenmiş olduğu için iki nur sahibi anlamında, "Zi'n-Nureyn" lakabıyla anılır olmuştur. Zatü'r-Rika ve Gatafan seferlerinde Rasûlullah (s.a.v), onu Medine'de yerine vekil bırakmıştır (Suyuti, a.g.e., 165). RIDVAN BEY’AT’I VE HZ. OSMAN (R.A) Hicretin altıncı yılında müslümanlar, Umre yapmak için Mekke'ye hareket ettiklerinde, Hz. Osman da onların arasındaydı. Ancak, putperest müşrik Mekke yönetimi, müslümanları Mekke'ye sokmama kararı almıştı. Bunun üzerine Hudeybiye'de karargâh kuran Rasûlullah (s.a.v), müşriklerle diyalog kurarak, maksatlarının yalnızca umre yapmak olduğunu onlara bildirmek istiyordu. Rasûlullah (s.a.v), elçilik görevini Hz. Osman'a verdi. Daha önce elçi gönderilen Hıraş b. Umeyye elBurhan Ka'bî'yi Mekkeliler öldürmek istemişlerdi (İbn Sa'd, a.g.e., II, 96). Müşriklerin hırçın davranışları böyle bir elçiliği tehlikeli bir hale sokuyordu. Rasûlullah (s.a.v), Hz. Osman (r.a)'a şöyle dedi: "Git ve Kureyş'e haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile savaşmaya gelmedik. Sadece şu Beyt'i (Kâbe’yi) ziyaret ve onun haremliğine saygı göstermek için geldik ve getirdiğimiz kurbanlık develeri kesip döneceğiz ". Hz. Osman (r.a), Mekke'ye gidip, müşriklere bu hususları bildirdi. Ancak onlar; "Bu asla olmaz. Mekke'ye giremezsiniz" karşılığını verdiler. Onların red cevabı İslâm karargâhına Osman (r.a)'ın öldürüldüğü şeklinde ulaştı. Onun dönüşünün gecikmesi bu haberi destekler nitelikteydi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v), yanındaki bütün müslümanları, ölmek pahasına müşriklerle çarpışmak üzere, bey'ata çağırdı. Bey'atu'r-Rıdvan adıyla tarihe geçen bu bey'atlaşma da Rasûlullah (s.a.v) sol elini sağ elinin üzerine koyarak, "Osman Allah'ın ve Resulünün işi için gitmiştir" dedi ve onun adına da bey'at etti. Müşrikler bu durumdan korkuya kapıldıkları için anlaşma yolunu tercih etmişlerdi (İbn Sa'd, II, 96, 97). Hz. Osman radıyallahu anh, bu arada Mekke'deki güçsüz müslümanlarla görüşmüş ve onları İslâm'ın yakında gerçekleşecek olan fethiyle teselli etmişti (Asım Köksal, İslâm Tarihi, VI, 177). Müşrikler, Osman (r.a)'a isterse Kâ'be'yi tavaf edebileceğini bildirmişler, ancak o, Rasûlullah (s.a.v) tavaf etmeden, kendisinin de tavaf etmeyeceği cevabını vermişti. Hudeybiye'de bulunan sahabiler ise Rasûlullah’a: "Osman Beytullah'a kavuştu, onu tavaf etti; ne mutlu ona" dediklerinde Rasûlullah (s.a.v); "Beytullah'ı biz tavaf etmedikçe, Osman da tavaf etmez buyurmuştur" (Vakidî'den naklen, A. Köksal, a.g.e., 178179). HZ. OSMAN (R.A)’IN CÖMERTLİĞİ VE FEDAKÂRLIĞI… Hz. Osman, Medine dönemi boyunca sürekli Rasûlullah (s.a.v) ile birlikte olmaya gayret gösterdi. Ashabın en zenginlerinden biri olması, onun İslâm’a ve müslümanlara herkesten çok maddi yardımda bulunmasını sağladı. Bilhassa kâfirler üzerine sefere çıkan orduların techiz edilmesinde aşırı derecede cömert davrandığı görülmektedir. Burhan Ceyş'ul-Usra (Zorluk Savaşı) diye adlandırılan Tebük Seferi’ne çıkacak ordunun techiz edilmesine yaptığı katkı övgüye layıktır. Onun bu davranışından çok memnun olan Rasûlullah (s.a.v); "Ey Allah'ım! Ben Osman'dan razıyım. Sen de razı ol" (İbn Hişam, Sîre, IV,161) diyerek duada bulunmuştur. Hz. Osman, Veda Haccı esnasında da Rasûlullah (s.a.v)'in yanındaydı. Rasûlullah (s.a.v) müslümanları ilgilendiren bir çok meselede Osman (r.a)'ın yardımına müracaat etmiştir (H.İ.Hasan, a.g.e., I, 256). DAİMA KENDİSİYLE İSTİŞARE EDİLEN İNSAN; HZ. OSMAN… Hz. Ebû Bekir (r.a) halife seçilince Osman (r.a) ona bey'at etti. Ebû Bekir (r.a) halifeliği boyunca ümmetin işlerini idarede onunla istişarede bulundu, onun görüşünü aldı… Halife Hz. Ömer (r.a), yaralanınca, hilâfete geçecek kimsenin tayin edilmesi için altı kişiden oluşan bir şura oluşturmuştu. Bunlar Hz. Ali, Osman, Sa'd İbn Ebi Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zubeyr İbn Avvam ve Talha İbn Ubeydullah (r.anhum) idiler. Yapılan görüşmeler neticesinde, şura üyelerinden dördü feragat edince kimin halife olacağı görüşmeleri Hz. Osman'la Hz. Ali (r.anhum) üzerinde devam etti. Ve Hz. Osman istişare ile halife tayin edildi. HZ. OSMAN’IN HALİFELİĞİ… Hz. Osman'a ikinci olarak bey'at eden kimse Hz. Ali (r.a) olmuştur. Peşinden de bütün müslümanlar ona bey'at ettiler (İbn Sa'd, a.g.e., III, 62). Hz. Osman (r.a), İslâm tebliğinin girmiş olduğu yayılma sürecini aynı hızla devam ettirmeye çalıştı. O, Ermenistan, Kuzey Afrika ve Kıbrıs'ı fethetmiş, İran'daki ayaklanmaları bastırarak merkezî yönetimin nüfuzunu yeniden tesis etmiştir… Hz. Peygamber (s.a.v); “Ashâbımın Arasında Ahlâkı Bana En Çok Benzeyen Osman’dır.” Allah’ın Rasûlü (s.a.v), kızının evine girdi. Kızı, kocası Hz. Osman’ın başını yıkıyordu. Hz. 35 Hz. Osman (r.a)’ın Kabri Peygamber; “Ey kızım! Ebu Abdullah’a (Hz. Osman’a) daima iyilikte bulun. Çünkü o ashâbımın içinde, ahlâk bakımından, bana en çok benzeyendir” buyurdu. (Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/97) insan gece boyunca çeşitli günahlar işleyebilir. Ancak sabah olduğunda kalkıp abdest alarak sabah namazını kılarsa bu, onun gece boyunca işlemiş olduğu günahlarına kefaret olur. İşte bu namazlar, “İyilikler günahları siler” (Hud: 11/114) âyetinde belirtilen iyiliklerdir”. NAMAZA TEŞVİK… Bir gün Hz. Osman’ın yanında oturuyorduk. O sırada müezzin ezan okumak üzere geldi. Onun gelişini gören Hz. Osman su istedi. Kendisine bir kap içerisinde bir avuç kadar su getirildi. Abdest aldıktan sonra şunları söyledi: “Hz. Peygamber (s.a.v), bir gün benim biraz önce aldığım gibi abdest alarak şöyle buyurdular: “Kim benim abdest aldığım gibi abdest alır ve sonra da kalkıp öğle namazını kılarsa sabah ile öğle arasındaki günahlarına kefaret olur. Sonra ikindi namazını kılarsa öğle ile ikindi arasındaki günahlarına kefaret olur. Sonra akşam namazını kılarsa, akşam ile ikindi arasındaki, yatsı namazını kıldığında da akşam ile yatsı arasındaki günahlarına kefaret olur. Bundan sonra 36 Bunun üzerine orada bulunan kimseler; “Ey Osman! Peki Kur’ân-ı Kerim’deki “el-bâkiyâtu’ssâlihât” (sürekli kalan salih amellerle) (Kehf: 18/46, Meryem: 19/76) ile kastedilen şeyler nelerdir?” diye sordular. Hz. Osman; “Bunlar ‘Lâ ilâhe illallah’, ‘Sübhânallah’, ‘Elhamdülillah, Allâhu ekber’ ve ‘Velâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ sözleridir” dedi. (Terğib I/203 (İmam Ahmed, Ebu Ya’lâ ve Bezzar, Hz. Osman’ın azatlısı Haris’ten). HZ. OSMAN’IN AĞLAMASI… Bir gün bir kabir üzerinde duran Hz. Osman (r.a) mübarek sakalı ıslanıncaya kadar ağladı. Yanındakiler; “Sen cennet ve cehennemden bahsederken ağlamıyorsun da kabri hatırladığında mı ağlıyorsun?” dediler. O da cevap olarak şunBurhan ları söyledi: “Ben Hz. Peygamber’in “Kabir âhiret duraklarının ilkidir. Kişi bundan kurtulabilirse ondan sonraki duraklar kolaydır. Yok, eğer kurtulmazsa ondan sonrakiler çok daha şiddetlidir. Hiç bir manzara kabrin manzarasından daha korkunç olamaz” buyurduğunu işittim.” (Terğib V/322 (Tirmizi, Hz. Osman’ın azatlısı Hâni’den)) Hz. Ömer’in azatlısı Hâni şöyle anlatıyor: Ben Hz. Osman’ın, bir kabrin başında durup şu şiiri okuduğunu duydum: “Eğer şu çukurdan kurtulabilirsen büyük ve tehlikeli bir beladan kurtulmuş olursun. Aksi takdirde senin için kurtuluş yoktur.” (Terğib V/322 (Rezin’den). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’sSahabe, Akçağ Yayınları: 3/178.) HZ. OSMAN’IN MÜBAREK SÖZLERİNDEN VE HUTBELERİNDEN… Hz. Osman bir keresinde minbere çıkarak şunları söyledi: “Ey Ademoğlu! Unutma ki dünyaya geldiğin günden beri ölüm meleği peşinde dolaşıp durmaktadır. Bir yandan da senin boynundan atlayarak bir başkasını yakalamaktadır. Sen dünyada bulunduğun sürece bu böyle devam edecektir. Ancak bir gün gelecek ki başkalarının boynundan atlayıp seni yakalayacaktır. Bu hiç beklemediğin bir anda olabilir. Öyleyse daima hazırlıklı ol ve gafil avlanmamaya çalış. Çünkü ölüm meleği senden asla gafil değildir. Ey Âdemoğlu! Bilmiş ol ki eğer sen kendi nefsinden gafil olur ve onun için hazırlık yapmazsan elbette ki başkası senin nefsin için hazırlık yapmaz. Allah’ın huzuruna mutlaka varacağını aklından çıkarma ve bunun için de nefsinin hazırlığını görüp ona rızık edin. Sakın bu işi başkasına havale edeyim deme! Selam üzerinize olsun!” (Kenz VIII/109 (Dineveri, Mecâllise’sinde ve İbn Asâkir, Mücahid’den). Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/204-206.) Mü’minlerin Emîri Hz. Osman (r.a) şöyle buyurmuştur: “Eğer kalpleriniz tertemiz olmuş olsaydı Rabb‘imizin kelamına doyamazdık. Ben üzerimden Mushaf’a bakmadığım (okumadığım) bir günün geçmesini istemiyorum”. Hz. Osman’ın Mushaf’ı çok okunmaktan ve çok bakılmaktan dolayı yırtılacak hale gelmiş bazı yaprakları ise delinmişti. (Beyhaki, el-Esmâ’ ve’s-Sıfât s. 182 (Hasan’dan) Muhammed Yusuf Kandehlevi, Hayatu’s-Sahabe, Akçağ Yayınları: 3/23.) Burhan 37 Otuz Mehmet DEMİRCİ Fıtratın İnşâsı İçin VAHİY Fıtratını aslına birlik özentiyle modernitenin tuzaklarına düşürülüyor. yaşantıların aksine yüreğinde bir ışık yak. Şu Şehirde yaşayan kardeşlerimiz daha şanslı gibi. zamanda Müslüman olmak ve Müslüman kalmak, Çünkü en azından bir birliktelik oluşturabiliyorlar avuçta ateş taşımak gibi. Hata kaldırmayacak ve birbirilerine destek olabiliyorlar. Ama kırsal cinsten bir hayat bekliyor insanı. Bir an gaflet kesimde her eve televizyon girerken Kur’an içinde bulunmak günahın içinde boğulmak ve girmeyen sayısız ev var. Aslında bu durum bataklıktan asla sıyrılamamak demek. Dün farklı, karşısında bugün başka, yarın anlamsız duruyor her Gençlerimizin, durumda. Yüreklerdeki boşluk giderek büyüyor. boşluğunu okul kapatır sanıyoruz ama yeterli Tıpkı kara deliklerin yaptığı gibi sonu belli değil. Duyarlı olan ve gerçekten İslam’a gönül olmayan bir mecraya çekiliyor insan. Akıllar vermiş ailelere bir çağrı: çocuğunuzu Kur’anla törpülenmiş, fikirler pörsümüş, hakikat adına tanıştırın. Niçin? diyebilirsiniz. Kur’an eğitimi alan bilinenler hurafelerle doldurulmuş bekliyor insanı. çocuklar zihnen daha olgun, ahlaken daha tutarlı Herkes kulağının gücüne dayanarak bir şeylerin ve çocukta yaşa göre olması gereken tutum ve savunuculuğunu yapıyor. Beyinler paslanmış, davranışların modernitenin göreceksiniz. çarkları döndür. insanı Günü ezip geçiyor. hepimizin sorumluğu çocuklarımızın üst Kur’an, düzeyde ilahi var. eğitimsel seyrettiğini vahyin insana Toplumsal kaos içeren davranışlar çocukluk kılavuzluğu. Rabbimizin bize bahşettiği ruhu yine çağına kadar indi. Uyuşturucu, alkol, intihar ve onun bize rehber tayin ettiği Kur’anla inşa ve ihya psikolojik bunalım gibi yüz binlerce olumsuz etmemiz gerekiyor. Hele de bunu çocuklarımızda davranış çocuklarımızı sarmış ve ansızın ezip itina ile yapmamız gerekiyor. Karakter ve kişilik geçiyor. bütün gelişiminde çocukluğun önemini bilmeyen yok. katmanlarında durum aynı. İnsanımızın çoğu Çocuklarınıza dikkat edin onları ilahi kelamla 38 Her alanda ve toplumun Burhan Haydin! Bir yol var ama yolcular belirsiz. beslemezseniz bir boşluğun içine atmış ve onu daha hayatın başında iken hayattan soyutlamış Yolu oluyorsunuz. Yani asıl gayeden hedef saptırmış hatırlatılmalı. Ama henüz madden ve manen oluyorsunuz. Eğer çocukta bulunan o saf fıtrat kirlenmeden. Her çocuk kuranla tanışmalı, kirlenmeye başlamadan Kur’anla güçlendirilirse kendini Kur’anda bulmalı, kuransız yaşayamaz ben eminim ki çocuklarımız hem yaşantı hem olmalı. Her aile çocuğuna gereken özeni ve hayatın idamesi hem de dini mübînin ihya ve önemi göstermeli. Her Müslüman bir çocuğun irşâdını gönlünü fethetmeli. Şehirdeki Müslüman kırsal üstlenecek getirebilecek ve olgunluk vazifelerini yerine ve erdemi bulmaları kesimdeki için yolcuya Müslüman’a yolcu gönlünü olduğu açmalı. gösterebileceklerdir. Eğitim her ne kadar aile ve Çocuklarımızın benlik ve şahsiyetlerini Kur’an ve okul ortamında başlasa da bana göre eğitim Sünnetle süslemeli. Ruhî olgunluğa ulaşmalarına kuranla başlamalı. Fıtrat hamurunu Kur’anla katkıda bulunulmalı. Onlar geleceğin en parlak mayalamalı. Hani vardır ya yabanî meyveler işte yıldızları olmalı ki etrafındakileri de aydınlatsın. onlara aşı yapılır daha güzel meyve alınsın diye. Buhranlar Bunun gibi fıtratımızı da kuranla aşılamalıyız, yetişmeli, gönül fethetme sancağı hiç elden kişilikli, şahsiyetli ve ahlaklı yaşamak için. düşmemeli. Varımız ve Modernitenin saldırılarına karşı ahlakî bir zırh evlatlarımıza İslam’ın nuru gerekli insana. Çağın vebası ahlaksızlaşmaya Ebeveynler sizin için imtihan olan evlatlarınızın karşı sağlam surlar örmeli insan. Çocuklarımızın eğitimini ve manevî gelişimini sağlayın. Kur’an'ın zihinlerini bulandıran milyonlarca tuzağa karşı önderliğinde çocuklarımızın şahsiyetini sabırla otokontrol mekanizması kur’anla sağlanmalı. Bu inşa basit bir öngörü. sarsılmasınlar. Burhan içinde etmeliyiz kalan ki insanoğluna varlığımız sirâyet toplumsal onlar olan etmeli. depremlerle 39 Otuz Tarih M.Akif ARICAN Son Kapı ÇANAKKALE… Milletlerin tarihi zaman çizelgeleri ile sınırlı olamaz. Olmamalıdır. Bugün Osmanlı Devletinin tarih sahnesinden çekildiği bilinen bir gerçek. Ancak Osmanlının devlet kültürü, toplum kültürü varlığını devam ettirmektedir. Çevremizdeki eserleriyle, insanların yaşayış tarzıyla yüzyıllardır devam ede gelen bir Osmanlı mirası bugün bizim toplumumuzda yaşamaktadır. Bu tarihi miras sözde aydın ve batılı kafalar tarafından reddedilse de yinede varlığını korumaktadır… 600 yıldan fazla yaşayan Osmanlı Devleti’nin tarihindeki en şanlı direnişlerinin başında Çanakkale Savaşları gelir. Son yıllarda Çanakkale Savaşlarının yıldönümleri daha heyecanlı bir şekilde yaşanmaktadır. Bu heyecanın artmasında, milli duygularımızın kabarmasında acaba neler etkili olmaktadır? Niçin her geçen yıl daha coşkulu bir şekilde Çanakkaleleri kutluyoruz? Hiç düşündük mü? Acaba ülkemizin etrafında ki ateş çemberinin her geçen gün daralması bunda etkili olmakta mıdır? Veya bitmek tükenmek bilmeyen Avrupa sevdasının artık sonunun gelmeyeceği mi anlaşılmıştır? Yoksa milli bir 40 duruştan yoksun, özgüveni olmayan bir dış politika siyaseti sebebiyle psikolojik yenilgimize, tarihimizdeki kahramanlıklarla mı? Teselli arıyoruz. Avrupalılar 19. yüzyıl da Osmanlı Devleti için “Hasta Adam” yakıştırmasını kullanmaktadırlar. Bu Hasta Adamın ölümüm yakındır. Geriye kalacak olan mirası paylaşmak için birçok sırtlan sırada beklemektedir. Bu fırsat çok geçmeden ortaya çıkar…1. Dünya Savaşı. Savaş dünya devletlerini saflara ayırırken, Osmanlı Devleti Almanların yanında yer almıştır. Karşısında 19. yüzyılın en büyük sömürgeci devleti olan İngiltere ile ezeli düşmanı Çarlık Rusya. Savaş başlar, 1914 yılında. İlk başta tarafsız olmaya çalışan Osmanlı Devleti gerek hükümeti elinde bulunduran İttihat Terakki Cemiyeti yüzünden gerekse, Osmanlının coğrafi ve stratejik konumu sebebiyle savaşa girmek zorunda kalmıştır. Osmanlının gireceği ama çıkamayacağı bu savaş tam 4 yıl sürecektir. Savaş dünyanın üç kıtasında yapılmaktadır. Asya, Avrupa ve Afrika da ölüm kusmaktadır, savaş makinaları. Bu savaşın en kanlı ve en kritik cephesini Çanakkale Cephesi oluşturmuştur. Burhan reketlenmeye başlamıştır. Dünyanın yenilmez donanması olarak görülen İngiliz donanması gemileri en önde yerlerini almıştır. Tarihte hiçbir yenilgi almamış olan bu donanmanın komutanı ve askerleri kendilerine çok güveniyorlardı. 18 Mart günü yapılan büyük deniz savaşında düşman donanmaları boğazı geçemediler. Boğaza döşenmiş mayınlar, tabyalardaki vtop ateşleri ile birkaç gemi isabet almış ve batmıştı. Bu gemilerden en önemlisi Fransızların Bouvet isimli gemisiydi. KASTAMONU CİDE’Lİ MEHMET ÇAVUŞ… NİÇİN ÇANAKKALE? İngiltere ve Fransa Avrupa da Almanlarla savaşırken, müttefikleri Rusya Osmanlı Devleti ile savaşmaktadır. İngiltere ile Rusya arasındaki bağlantı Osmanlı sebebiyle kesilmektedir. Rusya müttefiklerinden yardım gelmediği takdirde savaştan çekilmek zorunda kalacağını bildirmiştir. İngiltere ve Fransa derhal harekete geçerek Rusya’nın yardımına koşacaklardır. Fakat bu yardımın ulaşması için Çanakkale ve İstanbul Boğazlarından geçmek gerekecektir. İngiltere, hem Rusya’ya yardım ulaştırmanın hem de başkenti ele geçirilecek olan Osmanlı Devleti’nin savaştan çekileceğinin hesaplarını yapmaktadır. Bu niyetlerle başta İngiltere ve Fransa olmak üzere İtilaf Devletlerinin donanmaları Akdeniz ve Ege Denizine doğru yola çıkmışlardır. İrili ufaklı 407 gemi ile Gelibolu yarımadasının etrafı ve Çanakkale Boğazının girişi 1915 yılının ilk aylarında haBurhan Boğazda Fransız Bouvet zırhlısı ilerlerken kıyıda bulunan tabyalardan Mehmet Çavuş attığı bir tek gülle ile zırhlıyı vurmuştur. Kısa süre sonra Mehmet çavuşun tabyasına bir bomba düşmüş ve iki ayak vücuttan ayrılarak etrafa saçılmıştır. Arkadaşları Mehmet Çavuş’u cephe gerisine çekmeye çalışırken, gemi batıyor nidaları etrafı inletmeye başlamıştır. Durumu çok ağır olan Mehmet Çavuş son arzusunu mırıldanmaktadır. “Allah için beni yukarı çıkarın… Tebessüm içinde geminin batışı izlerken son nefesini vermiştir. Batan bu Fransız gemisinde 639 kişi de gemiyle beraber boğazın derin sularına gömülmüştür… Denizden yapılan taarruzun başarısızlıkla sonuçlanması üzerine karadan saldırıya karar verilmiştir. İngilizlerin sömürgelerinden getirdiği müslümanlar yine müslüman olan Osmanlılara karşı savaştırılmıştır. Nereye getirildiğini bilmeyen esmer yüzlü insanlar savaştıklarının Müslüman Osmanlı olduğunu düşmanı namaza durduğunda anlayacaktır. Kardeşin kardeşe düşürülmesinden başka bir şey değildir bu. Kara savaşlarında metrekareye 6000 merminin düştüğü rivayet edilmektedir. Üstad M. Akif kara savaşlarını şöyle anlatıyor. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer; O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer... Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak, Boşanır sırtlara vadilere, sağanak sağanak. 41 Tarih: 10 Ağustos 1915 Yer: Çanakkale Olaya Şahit Olanlar: Yeni Zelandalı Asker- EY 15 Lİ TÜRKÜSÜNÜ DUYDUNUZ MU? Çanakkale savaşlarına ülkenin her yerinden asker katılmıştır. Tokat’tan bu savaşa giden 15 – 16 yaşlarındaki ana kuzuları için bu türkü yakılmıştır. Bu ana kuzularının kimisi dönmüş memleketine kimisi ise şehid olmuştur. Çanakkale Savaşında her biri birer destan olan nice hikâyeler vardır. Yaşanmış hayat hikâyeleridir bunlar. Bizde buraya bazılarını almak istedik. KAYBOLAN İNGİLİZ ALAYI… Çanakkale Savaşı insanlık tarihinin kaydettiği en büyük savaşlardan biridir. 8,5 ay boyunca Boğazın iki yakası adeta bir yeryüzü cehennemine dönüşmüştü. Bu savaşta yarım milyondan fazla asker hayatını kaybetti. Sadece İngiliz ordusunun kaybı 34.000 askerdi. Bu gün bunların 27.000'inin mezarı vardır. Yani kaybolan İngiliz askerlerinin sayısı 7000 civarındadır. Fakat savaş bittikten sonra hepsi değil, özellikle 267'si arandı durdu... 42 ler Olayı Rapor Edenler: istihkâm Eri Künye No: 4/165 F. Richard, istihkâm Eri Künye No: l 3/416 R. Nevnes ve Künye Numarası verilmeyen istihkâm Eri J.L. Newman Olayın Alındığı Yer: "Râtselhafte Phanomene" Dergisi Sayı: 64 İngilizler askeri tarihlerinin en büyük yenilgilerinden birine adım adım yaklaşıyorlardı... İngiliz komutanı Sir Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını sezmiş, savaşı kazanmanın tek şansını, taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir saldırıda görmüştür. Kraliyet Norfolk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz 1915'de İngiltere'de gemilere bindirildiler. Ve Çanakkale'ye doğru yola çıktılar. Savaşta her şey olabilirdi ama Norfolklular, Çanakkale'de başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi... Burhan Sir Hamilton, Tekke ve Kavak tepeleri’ne bir gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı planlamıştı. Bu is için 12 Ağustos gecesi 54. Tümen ilerlemeye başladı. İçlerinde Norfolklular'ın Tugayı da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar gelecekler ve şafak sökerken saldırmak üzere hazırlanacaklardı. Fakat gece yürüyüşünün yapılacağı Küçük Anafartalar Ovası denilen yerde, Türk askerlerinin pusuya yattığı zannediliyordu. Bu yüzden Norfolklular'ın bir Tümeni önden giderek yolu açmak amacıyla, l 2 Ağustos öğleden sonra harekete geçti. Bu öncü Tümen'in ilerleyişi, tam bir bozgunla sonuçlandı. Gelibolu Savaşı'nda İngilizlerin gösterdiği şaşkınlık ve beceriksizliğin tipik bir örneğini verdiler. Öğleden sonra, saat 4'de topçu desteği başlayacaktı ama 45 dakikalık bir gecikme oldu. Haberleşme hatası yüzünden gecikmeyi öğrenemeyen topçu desteği gereksiz yere, saatinden önce ateşe başladı ve boşuna ateş gücünü harcadı. Savaş alanı hiç incelenmemişti, İngiliz komutanlarının, arazi hakkında bilgileri yoktu. Hedefleri hakkında tam bir karara varamamışlardı. Haritaların çoğu son anda çalakalem çizilmişti ve yarımadanın diğer tarafını gösteriyordu. Ayrıca Türk kuvvetlerinin gücünden de habersizdiler. 163. Tümen, gün ışığında çıplak ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar ilerleyebilmişti. 4. Norfolk Taburu onların gerisindeydi. Türklerin direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha büyüktü. İngiliz Tümeni'nin büyük bir kısmı yoğun makinalı tüfek atışı altında kaldığı için, olduğu yerde çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfolk Taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti. ESRARENGİZ BULUTUN İÇİNE DOĞRU... İşte, tam bu sırada, 22 kişilik Yeni Zelanda sahra birliğinin gözleri önünde, Norfolk Alayı'nın 4. Taburu'na bağlı askerler, karşılarındaki tepeye doğru yürümeye başladılar. Tepenin üzeri, ekmek somunu şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı, İngiliz askerleri, yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde gözden kayboldular. Bulut yüzünden askerler görülmüyordu. Son asker de bulutun içine girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalanmaya Burhan başladı ve rüzgarın aksi yönüne doğru hareket etti. Bulutun hareket etmesiyle birlikte tepenin üstü de, görüş alanına açılmıştı. Ama 4. Norfolk Taburu'ndan hiç bir asker tepede görünmüyordu!... Komutan Hamilton, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener'e gönderdiği telgrafta, olaya şöyle anlattı: "Savaş sırasında, 163. Tümen her bakımdan üstün olduğu bir anda, çok garip bir şey meydana geldi... Türklerin zayıflamakta olan kuvvetlerine karşı, Albay Sir H. Beauchamp, cesur ve kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi ve savaşın en önemli kısmı böyle başladı. Mücadele iyice kızışmış ve iyice karışmıştı. Albay, 16 subayı ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış, hızla ilerlemesine devam ediyordu... Daha sonra bunlardan hiç bir haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri de duyulmadı, içlerinden hiç biri geri dönmedi." 267 kişi hiçbir iz bırakmadan kaybolup gitmişti... Savaş sonunda bu Tabur kayıp ilan edildi. 1918 yılında Anadolu işgal edildiğinde, İngiltere'nin ilk talebi, bu Tabur'un iadesi olmuştu. Buna karşılık Türkler böyle bir Tabur'un varlığından haberdar olmadıklarını bildirmişlerdi. Bu Olayın Sonunda Yenilgi Kaçınılmaz Oldu O gün, öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla sonuçlanması, Sir Hamilton'ın savaşı kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece, 1915 yılı sonunda Müttefik Kuvvetler, geri çekilerek, büyük bir yenilgiye uğradılar. Gelibolu Savaşı, 8,5 ay sürdü ve 46.000 askerin ölümüyle sonuçlandı. O zamanın savaşları için, bu korkunç bir rakamdı... 50 yıl sonra... Çanakkale Savaşı'nın bitmesinden 50 yıl sonra, olayın görgü tanıklarından üç Yeni Zelandalı asker ortaya çıktılar ve çok önemli bir açıklama yapmak istediklerini bildirdiler: "Aşağıda anlatılanlar, 12 Ağustos 1915 tarihinde meydana gelmiş garip bir olayın dökümüdür..." sözleriyle başlayan bir rapor sundular. Raporda bu garip olayın ayrıntıları, tüm açıklığıyla anlatılmıştı. Raporlarını: "...Olayın 50. yılında, geç de olsa, aşağıda imzası olan bizler, anlattığımız bu olayın kelimesi kelimesine doğru olduğunu beyan ederiz" sözleriyle bitiriyorlardı... 43 Olaya Dünya Basını'nda Geniş Bir Şekilde Yer Verildi Bu savaşta hayatta kalanlar, yaşadıklarını hiç bir zaman unutmadılar. Hatıralarını gelecek kuşaklara anlattılar. Savaşın tarihi yazıldı. Ölenlerin, yaralıların, kaybolanların sayısı tespit edildi. Şimdi o yılları yaşayan çok az sayıda insan kaldı... O yıllarla ilgili unutulmayan pek çok şey oldu... Fakat tek bir şey, özellikle unutulmadı. O da, Norfolk alayının garip bir şekilde kaybolan askerleriydi... OĞUL BABAN GELİRSE HEMEN ÇAĞIR HA... Kır, pala bıyıklı, ihtiyar ayakkabı tamircisi bir yandan işini yaparken, diğer yandan da misafiriyle sohbet etmektedir. Sohbet döner dolaşır, Çanakkale'ye gelir! Ve ihtiyar nemli gözleriyle Çanakkale' ye ilişkin hikâyesini anlatmaya başlar. Rahmetli babam, Hafız Ali, Çanakkale'de kaldığında, anamın karnında yedi aylıkmışım; onu tanıyamadım! Bir fotoğrafı bile yoktu! O günler çok zor günlerdi! Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı Milliye zamanı, 44 işgal yılları, kurtuluş, yokluk, sıkıntı... Çocukluğum hep ekmek peşinde koşmakla geçti. Ama anam, benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta, her nereye giderse gitsin, yanıma gelir ve şöyle derdi: “Oğul, ben pazara gidiyorum. Baban gelirse hemen çağır ha.. Ben komşuya gidiyorum. Baban gelirse hemen çağır ha..” Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı.Gene hep değneğini kaparak bana gelir ve“Baban gelirse hemen çağır ha..” diye tembihlerdi. Gün geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti. Bana iyi baktınız, hakkınızı helâl edin” dedi. Sonra bana döndü, yavaşça, “Baban gelirse ona, annem hep seni bekledi de” dedi ve birden irkilerek doğruldu, kapıya bakıp gülümseyerek, “Hoş geldin bey, hoş geldin” diyerek ruhunu Allah'ına teslim etti... BİR FRANSIZ GENERALİNİN İTİRAFI… Çanakkale harbinden sonra Fransa'ya dönen bir Fransız generali, bir basın toplantısı yaparak, Burhan gazetecilere açıklamalar yaptı. General konuşmasına su sözlerle başladı : "Biz Fransızlar, Türkler gibi böylesine mert bir milletle savaştığımız için ne kadar iftihar etsek övünsek azdır ." Bu sözler üzerine gazeteciler sordular : "Düşmanımızı neden böyle övüyorsunuz? Onlar bizim birçok askerimizi öldürdüler ." General şöyle cevap verdi : "Çünkü gerçek asker gibi dövüşüyor savaşıyor. Kalleşlik nedir bilmiyorlar. Hiç unutmam, bir çarpışmanın sonun da, savaş alanını geziyordum. Süngü süngüye bir çarpışmanın neticesinde, iki taraftan da birçok ölü ve yaralı vardı. Yerde bir Fransız askeri yatıyordu, hemen yanına bir Türk askeri sürünerek gelmişti. Yırttığı gömleğinden bir par- Zorlukla cevap verdi : "Bu yaralanınca cebinden yaşlı bir kadının resmini çıkardı, öptü, kokladı ve anlamadığım bir şeyler söyledi." Anladım ki bu annesinin resmiydi. Onun arkasından bekleyeni var. Benim ise bir bekleyenim kalmadı. Barı ölmesin, bekleyenine kavuşsun istedim. "Bunları duyunca gözyaşlarımı tutamadım. Bu yaralı Türk, bana savaş meydanında insanlık dersi veriyordu. Bu sırada emir subayı, Türk askerinin kan sızan göğsünden ceketini açtı. Baktım o da ağır yaralı, göğsünden aldığı yarasına ot tıkamıştı. Az sonra bu Fransız ile Türk yiğidi öldüler. Bu yaşadıklarımla, sözlerimde haksız olmadığımı herhalde anlatabildim... " çayı, Fransız askerinin kanayan yarasına sarmaya çalışıyordu. Tercüman aracılığıyla; "Biraz önce savaştığın düşmanının yarasını neden sarmaya çalışıyorsun?" diye sordum. Burhan Çanakkale de bunun gibi yüzlerce hikâye var, hepsi de yaşanmış hikâye… Bu hikâyeler yaşanmamış olsaydı, Çanakkale geçilemez olur muydu? 45 Otuz Hasan BAŞAR Korkulardan Kurtulmak İçinde bulunduğumuz Mart ayı milletimiz için önemli aylardan bir tanesidir. Çünkü içinde tarihinde eşine az rastlanır Çanakkale savaşlarını barındırır. Çanakkale savaşı ile ilgili bir şeyler söylemeye gerek yok sanırım. Çünkü hepimiz biliyoruz ki o savaşı anlatmaya kelimeler yetmez. Çünkü o öyle bir savaştır ki İçinde Allah ve vatan sevgisiyle dolu olan bir milletin var olma savaşıdır. Namus için, şeref için, Allah için ölüme seve seve gidenlerin savaşıdır. Çanakkale destanın ihtişamını en iyi yansıtan İçi vatan sevgisi ile dolu olan, İstiklal şairimiz Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine adlı şiiridir. Bu şiir Çanakkale zaferinin büyüklüğünü anlatan muhteşem bir eserdir. Çanakkale destanını yazanlar bu vatanın öz evlatlarıydı. O insanlar vatanlarını karşılıksız sevdiler. Hepsinin ölürken tek düşünceleri vardı. Evlatları için iyi bir vatan bırakmak. Ama bırakın evlatlarını kendileri bile öz vatanında üvey evlat muamelesi görmüşlerdir. Kalemiyle, sözleriyle, düşünceleri ile bu ülkenin kurtulmasına vesile olmuş büyük şairimiz, bu ülkeyi terk etmek zorunda kalmış ve öldüğünde cenazesi bile ortada kalmıştır. Allah’tan Cami avlusunda musalla taşında son yolculuğuna sessiz sedasız beklerken 46 Burhan Akif’in tabutunu gören İstanbul üniversiteli bir genç ölmüş cenazesi ortada kalmış. Kimseler kaldırmamış bütün İstanbul’u ayağa kaldırmıştır. Akif’i kendilerin- yol kenarında kalmış cenazesi. Sultan Murat gezer- den biri olarak görmeyen merkeziyetçi zihniyet Akif’in ken yol kenarındaki cenaze ile karşılaşmış ve ahaliye dirisine olduğu gibi cenazesine de sahip çıkmamıştır. sormuş : “Bu ne vaziyettir.” Ahali durumu arz etmiş. Üstelik Mehmet Akif’in cenazesine katılmak isteyen Efendim bu adam pek muteber biri değildi. İçkicinin, üniversite gençliğine o zamanki üniversite yönetimi hovardanın tekiydi. Padişah emir vermiş “Kaldırın bu katılmaması için baskı bile yapılmıştır Ama gençlik is- cenazeyi.” Yanındakiler öylece götürüp gömecek ol- tiklal şairini bu son yolculuğunda yalnız bırakmamış- muşlar ama padişah: “Hayır benim tabamdan kim tır. Akif on binlerce insanın omuzları üzerinde son olursa olsun cenaze törenini hak eder. Bunun üzerine yolculuğuna uğurlanmıştır. Vefalı Anadolu gençliği, yıkanmış, kefenlenmiş ve namazı kılınmak üzere ca- kendi tabiri ile Asım’ın nesli, büyük İslam şairine sahip miye getirilmiş. Padişah adama bir bakmış ve yüzün- çıkmış ve cenazesini kaldırmıştır. deki nuru fark etmiş. Yanındakilere emir vermiş bu adamın bir yakını var mı araştırın diye. Araştırmalar Allah bu kadar değerli bir insanın cenazesini ortada bırakmamış yine bu vatanın öz evlatlarına kaldırtmıştır. Mehmet Akif’e yapılanı duyunca aklıma Sultan Murat döneminde yaşanmış bir olay gelmektedir. sonunda yaşlı bir anası olduğu bulunmuş. Padişah yaşlı kadının yanına gitmiş ve: “Anacığım anlat bakalım oğlun nasıl bir insandı.” “Efendim benim oğlum her kazandığı paraya içki alır, getirir tuvalete dökerdi. “Bak ana bugün birisinin içki içmesine engel oldum.” derdi. Yâda hayat kadınlarını alır yanıma getirir. Benimle dini sohbet ettirirdi. “Ana bak bugün birisinin Sultan Murat zamanında bir demirci varmış. Ak- zina yapmasına engel oldum.” derdi. “Oğlum bu payı şama kadar çalışır kazandığı parayla da akşamları bu kadar harcama bak ölürsen cenazen ortada kalır.” şarap alır evine götürürmüş. Bazen de hayat kadın- dediğim zaman da: Aman ana onu da Sultan Murat larını alır evine götürürmüş. Gün gelmiş demirci düşünsün.” derdi. Burhan 47 Allah sevdiği kullarına hak ettiği değeri mutlaka verir. Ve Akif gibi bir İslam âlimin bu dünyadan sessiz Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu... İrticanın şu sizin lehçede manası bu mu?” sedasız ayrılmasına razı olmamıştır. (Mehmet Akif ERSOY) Peki, Akif gibi büyük bir İslam şairine niye bu Merkeziyetçi zihniyet çemberin dışındaki halkla reva görüldü? Aslında bu sorunun cevabı da basittir. her zaman çatışma halinde olmuştur. Onlara göre Çünkü Akif kendilerinden değil, halktan biriydi. İstiklal halk haddini bilmelidir. Boynundan büyük işlere kal- şairi Akif’in çok sevdiği vatanından küs gitmesinin se- kışmamalıdır. Vatan darda kaldığında Anadolu insa- bebi de Merkeziyetçi zihniyetin ideolojik yaklaşımıdır. Maalesef Kurtuluş savaşından sonra kendilerini aydın gören bazı kesimler bu ülkenin tek öz sahibi kendileriymiş gibi davranmaya başladılar. Büyük çoğunluğu İttihat ve Terakkinin devamı olan, ta en başından beri haktan kopuk olan bu kesimler, üstelik halkı hor görüyorlardı. Onlar gerici kendileri ilericiydi. Ama aslında bu insanlar paranoyak insanlardı. Sürekli bir korku nından canı ve malı pahasına fedakârlık beklenirken, kendileri ellerini sıcak sudan soğuk suya vurmazlar. Evvel Allah bu vatan bizden canımızı isterse yine seve seve vermeye hazırız. Ama sözde aydınlar şunu asla unutmasınlar ki bu millet eski millet değil. Canımızla, kanımızla kurduğumuz bu vatanı sizlere bırakmaya da hiç niyetimiz yok. içinde yaşarlar. Yani halktan korkarlar. Onun için de halkı sürekli kontrol altında tutmaya çalışırlar. Kendi Şu asla unutulmamalıdır ki bu ülkenin sahipleri düzenlerinin halk tarafından yıkılmasından korkarlar. sayıları ülke nüfusunun yüzde onunu oluşturan sözde Halkı kendi istedikleri şekilde davranmaya, düşün- aydınlar değil yüzde doksanını oluşturan Anadolu in- meye zorlarlar. Halk ne zaman kendi isteklerini yük- sani yani bizleriz. Ve biz başkalarının temel hak ve sek sesle telaffuz etmeye başlarsa işte o zaman da özgürlüklerine müdahale etmeden kendi temel hak sihirli kelime devreye girer, “İrtica”. Bu kesim kendile- ve özgürlüklerimizi elde etmenin azmi içerisindeyiz. rini ilerici, demokratik olarak lanse eder; ama özünde Merkezci güçler çevrenin istek ve taleplerini de göz öyle değildirler. Onların demokrasiden anladıkları hal- önünde bulundurmalıdır. Halk ile barışık olmayan kın kendileri gibi düşünmesidir. Demokrasinin ol- devletler ayakta kalamazlar. Bizdeki merkezi güç ile mazsa olması olan farklılıklara tahammül etme halk arasıdaki bu güvensizliğin temelinde ideolojik niteliğinden yoksundur bu sözde aydınlar. İnsanların yaklaşımlar yatmaktadır. Merkezi güç halkın taleple- temel hak ve özgürlüklerini engellemeye kalkışırlar. rine her zaman kuşkuyla yaklaşmaktadır. Nebi Av- İnsanları belli kalıplar içerisine sokmaya kalkışırlar ve cı’nın söylediği gibi halka rağmen halkı yönetmeye bunu yapmayı da batıcılık ve demokrasi adına meşru kalkmak devri geride kaldı. görürler. “Artık hiçbir ülke hiçbir yönetim hiçbir iktidar, elli “Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem; Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem. Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım! —Boğamazsın ki! —Hiç olmazsa yanımdan kovarım. milyonluk bir ülkenin ekonomisini siyasetini kültürünü ve gündelik hayatını atadan kalma yöntemlerle yani devlet babanın sopasıyla tanzim etme lüksüne sahip değildir.” Nebi Avcı Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam; Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam. Bu millet artık dayatmalardan bıktı. Kendi öz Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale; değerlerini yaşamak ve yaşatmak istiyor. Azınlığın ço- Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale! ğunluk üzerinde ki tahakkümüne artık tahammül ede- Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum mez oldu. Bu kesimde anlamsız korkularına bir son Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum! vermelidir. Bu milletin kabul sınırı geniştir. Mevlana Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim, hoşgörüsüne sahiptir. Herkesi olduğu gibi kabul eder. Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim! Sabırlıdır. Suskunluğu cahilliğinden değil fedakârlı- Adam aldırmada geç git, diyemem aldırırım. ğındandır. Toplumu daha fazla gerip birilerinin ekme- Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım! ğine yağ sürmek istememesindendir. 48 Burhan Otuz Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE Büyük Haber YENİDEN DİRİLİŞ Yeniden dirilişle ilgili âyetler, hemen her sû- bilecekler! Hayır! Hayır! Yakında bilecekler! Yer reye dağılmış ve Kur'ân'ın tamamında büyük bir yüzünü bir döşek, dağları birer direk yapmadık yer tutmaktaysa da, bazı sûrelerde peş peşe gelen mı?! Sizi erkekli kadınlı yarattık. Uykunuzu bir âyetlerle bu mesele daha geniş ve tekidli bir şe- dinlenme vasıtası, geceyi örtü, gündüzü de kilde ele alınmıştır. Daha önceki yazılarımızda öl- maişet zamanı yaptık. Üzerinize yedi sağlam dükten sonra yeniden dirilişin çeşitli örneklerinin gök binâ ettik, parıl parıl yanan bir kandil yap- zikredildiği, böylece kıyamet gününde gerçekleşe- tık. Habbeler ve bitkiler, sarmaş dolaş olmuş cek olan yeniden diriliş hadisesinin Allah için ne kadar kolay bir iş olduğunu geniş bir şekilde anlatan Hac Sûresi, 5-7; Mü'minûn Sûresi,12-22; Yasin Sûresi, 77-83; Kâf Sûresi, 1-15; Vâkıa Sûresi, bahçeler ortaya çıkarmak için yağmur yüklü bulutlardan bolca dökülen sular indirdik. Şüphesiz fasl günü vakitçe belirlenmiştir..." 57-74. Âyetleri ele alarak tefsir kaynaklarından istifadeyle açıklamaya çalışmıştık. Şimdi de Nebe' Sûresi, 1-17. Âyetlerin kıyamet gününde vuku bulacak bu büyük hadiseyi düşünen kimselerin nazarlarına nasıl arz ettiğine ve akıllarla nasıl yaklaştırdığına bakmaya çalışacağız. Önce bu âyetlerin meâlini zikredip ardından açıklamaya çalışacağız. Burada, "Birbirlerine neyi soruyorlar?" ifadesiyle Peygamber Efendimize hitapta bulunulmasının sebebi, Kureyşlilerin nübüvvet, öldükten sonra diriliş ve Peygamberimizin tebliğ ettiği diğer meseleler hakkında münakaşa ve mücadeleye girişmeleridir1. Bu soru bilgi almak maksadıyla değil, gelecek ifadeler için bir giriş ve hazırlık, aynı zamanda ilerde söyleneceklerin azametinden dolayı "Birbirlerine neyi soruyorlar? Hakkında ihtilafa düştükleri büyük haberi! Hayır! Yakında Burhan dikkatleri toplamak ve ilerisini dinlemeye merak uyandırmak içindir. 49 en-Nebeu'l-azîm (büyük haber) den muradın günü Allah'ın kendilerine ne yapacağını görecek- Kur'ân, kıyamet, öldükten sonra diriliş, Peygamber ler! Demektir. Buradaki sümme (sonra) ikinci teh- Efendimizin nübüvveti olduğuna dâir farklı görüş- didin 2 ler ileri sürülmüştür . Ancak Taberî, Zemahşerî, birinciden daha şiddetli olduğunu 6 hissettirmektedir . Razî, Kurtubî, Beyzavî, Nesefî, İbn Kesîr, Bursevî, Kutub, Sabûnî gibi pek çok müfessirin kabul ettiği görüşe göre, nebe-i azîm'den murad ba's yani öldükten sonra diriliştir3. "Yer yüzünü bir döşek yapmadık mı?!" âyetinin, önceki âyetlerle irtibatı şu açıdandır: "İnkârcılar dirilişi inkâr edince onlara şöyle denilmiştir: Dirilişin kendisine nisbet edildiği Zât kemâl-i kud- Sûreye, "birbirlerine neyi soruyorlar? Hak- retine delâlet eden bu eşsiz varlıkları yaratmamış kında ihtilafa düştükleri büyük haberi!" ifâde- mıdır? O halde yeniden diriltmeye kâdir olmasını siyle başlanması, bu mevzuda ileri geri konuşup inkâr etmenin manâsı nedir!? Yeniden diriliş de soru soranların, sorularını yadırgamak; bu mese- ancak bunlar gibi bir yaratmadır."7. lenin soru sorma mahalli olmasının hayret verici bir durum olduğunu ifâde etmek içindir. Çünkü onların şiddetle reddettikleri, vukuunu tasavvur dahi ede- Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak, âhireti inkâr eden- medikleri şey, aslında vukuu en evlâ olan, aksi dü- lere karşı haşrin sıhhati hakkında, bütün mümki- şünülmemesi gereken bir hakikattir...4 nâta kadir ve bütün malumâtı bilici olduğunu ifâde etmek için bir mukaddime takdim etmiştir. Çünkü bu iki asıl (Allah'ın sonsuz ilim ve kudreti) sâbit "Onlar bu hususta ihtilaf içindedirler" ifâ- olunca dirilişin sıhhati de sâbit olur. Cenâb-ı desindeki hüm (onlar) zamiri, kâfirlere âid olarak Hakk'ın bu âyetlerde saydığı şeyler, meydana gel- düşünülürse, o zaman ihtilaf, dirilişi kesin olarak meleri açısından Allah'ın kudretine, muhkem ve inkâr edenlerle bu hususta şüphe edenlere raci'dir. mükemmel yapılmaları açısından ise, Allah'ın il- Bu zamirin hem müslümanlara hem de kâfirlere âid mine delâlet etmektedir. Böylece Allah'ın âhiret olabileceği de söylenmiştir. Bu durumda, müslü- âlemlerini icâd etmeye kâdir olduğu da ispat edil- manların sorusu haşyet ve âhiret hazırlıklarını ar- miştir8. tırmak, kâfirlerin sorusu ise, daha çok alay etmek içindir5 . "Yer yüzünü bir döşek yapmadık mı?!" âyetinin, fiilin gözler önünde canlandırılmasında Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği gibi, gerçek- kullanılan müzarî (geniş zaman) kipiyle gelmesi, ten de diriliş ve âhiret hakkında pek çok ihtilaflar arz ve dağların yaratılışı hakkında fikir yürütmeye olmuş, farklı âhiret anlayışları ortaya çıkmıştır. Din- bir davet ihtiva etmektedir. İnsanların çoğu, tefek- ler tarihi bu gerçeğin şahididir. Kâfirler, hıristiyan ve kür devrelerinden önce (çocuklukta) böyle şeyleri yahûdiler bile, ba's hakkında kendi aralarında ihti- görmeye alıştıkları için, bu varlıkların inceliklerini lafa düşmüşlerdir. Arapların bir kısmı kesin olarak düşünmekten gâfildirler. Çünkü arz onların ayakla- inkâr ediyor, bir kısmı ise, şüphe ediyorlardı... rının altındadır, değil san'atı hakkında düşünmek, neredeyse nazarlarını çevirip bakmazlar bile...9 "Hayır! Yakında bilecekler! Hayır! Hayır! Yakında bilecekler!" âyetinde durumun inkârcıla- Cevherî mihâd (döşek) tabirinden ilhâm ala- rın iddiâ ettiği gibi olmadığı ifâde edilerek, "ya- rak, ipek böceğinin ve diğer bazı tırtılların kozala- kında bilecekler" tabiriyle tehditte bulunuluyor. rında sarılı ve uyur bir vaziyette iken, zamanla Yani, Allah'ın vadini inkâr eden kâfirler, kıyamet değişim geçirerek tam teçhizatlı birer kelebek ola- 50 Burhan rak dışarı çıkmalarından hareketle, âyete şöyle bir çarpıp durmaktadır. Lügatte takrir ifâde eden istif- manâ veriyor: "... Sizler de arzınız olan beşikten hâm sığası seçilerek, gafillerin depretilerek hara- çıktığınız zaman haşerât ve kuşlar gibi ve artık be- kete geçirilmesi, gaflet uykusundan uyandırılma şiğe ihtiyaç duymayarak, beşikten çıkan bebekleri- gayesi güdülmüştür...11 niz gibi, tam ve kâmil olarak çıkmaz mısınız? Sizi görüp gözetmem, terbiye etmem beşiğiniz olan bu arz üzerinde varlığınızı sürdürme müddetiyle sınırlı Buraya kadar zikrettiğimiz âyetlerden açıkça değildir. Bilakis, sizi ölümden sonra da muhafaza görülüyor ki, öldükten sonra yeniden diriltme işinin eder, görüp gözetirim. İnsanın bütün hayatı bir nevi Allah için çok kolay olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'de pek beşik içinde geçer. Oradan, daha mükemmel bir çok âyette, çeşitli ve kuvvetli delîllerle, haşri gözler mekâna intikâl etmek gerekir. İşte insan bir kuşun önünde canlandıran misâllerle isbat edilmiştir. büyüyünce yuvasından uçuvermesi gibi, vefâtıyla bu dünya beşiğindeki cisminden çıkıp uhrevî âlem10 lere uçar" . ................................................................................................................. * . Atatürk Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Not: Bu makale, Kur’an’da Ahiret İnancının Temelleri adlı eserimizden istifadeyle bazı ilave ve düzenlemeler yapılarak hazırlanmıştır. 1. Taberî, XII, 396. 2. Bkz. Taberî, XII, 396; Maverdî,VI,182; Kurtûbî, XIX, 112. 3. Bkz. Taberî (ö, 922), XII,396; Zemahşerî (ö. 1143), IV, 207; Razî (ö. 1210), XXXI, 4; Kurtûbî (ö. 1272), XIX,112; Beyzavî (ö. 1286), V, 439; Nesefî (ö. "Yer yüzünü bir döşek yapmadık mı?!.." Âyetiyle başlayan ve peş peşe devam eden kevnî âyetlerin sayılmasında, lafız ve ibâreler, keskin, ağır ve nüfûzlu bir sûrette, âdeta bitmek tükenmek bil- 1301), IV, 325; İbn Kesîr (ö. 1373), IV, 492; Bursevî (ö. 1724), X, 292; Kutub,VI, 3803; Sabunî, III, 507. 4. Kutub, fî Zılâli'l-Kur'ân, VI, 3803. 5. Zemahşerî, IV,207; Razî, XXXI,4; Hatib Şirbinî, Tefsîru'l-Kur'ân'il-Kerîm (es-Sirâcu'l-Munîr), IV, 469. 6. Taberî, XII, 396; Zemahşerî,IV, 207; Nesefî, IV, 325. 7. Zemahşerî,IV, 207. 8. Razî, XXXI, 6. 9. İbn Aşûr, XXX,16. 10. Cevherî, XIII, 1. cüz, s.9. meyen, ard arda vurulan tokmaklar gibi hissiyâta Burhan 11. Kutub. fî Zılâl, VI, 3803-3804. 51 Otuz ozkankilbas@gmail.com Özkan KILBAŞ Canım Annem...! Filistin 27 Aralık 2007 Perşembe günü dünya haya- habın kendisini, annesini, babasını feda edebilme- tındaki en değerli varlığım olan annemi kaybettim. sini, onların imanlarının, sevgilerinin, bağlılıklarının Annemi o kadar çok seviyordum ki, daha onun zirvede olduğunu daha iyi görebiliyor insan. hastalığını öğrendiğimde dünya gerçekten başıma yıkılmıştı. Aslına bakarsanız biz “inanmış” insanlarız. Dolayısıyla bu inandığımız hakikatlerden biri de Tahkiki iman bu olsa gerek! En değerli varlı- şüphesiz ki ölüm realitesiydi. Ama İmamı Gazali ğını, bu annen bile olsa seve seve feda edebilme hazretlerinin de dediği gibi insan ölümü kendine ve şuuru kazanmak. Bunu inancın için yapabilmek. Ki sevdiklerine bir türlü yaklaştırmıyor, yaklaştıramı- anneler evlatları için -bu evlatların yaşının kaç ol- yor. Yüce Allah’tan gelen bu keskin emir, isteğe ması, sosyal statü ve ekonomik durumunun ne ol- veya sevmeye bakmıyor. Ben annemi kaybettiğim duğu günlerde, onu kendi ellerimizle toprağa koyup, üze- dalgalarından kurtulmak için gemilerin sığındığı ve rine toprakları attığımız andan itibaren aklıma hep kendilerini selamette buldukları birer liman, dep- şu cümleler takıldı. Hani bilirsiniz. remden, savaştan korunmak için müracaat edilen hiç önemli değildir- azgın denizin birer sığınak, gecenin amansız karanlığından, Peygamberimizin değerli ashabı O’na hep günün stresinden, yorgunluğundan, hayatın aman- şöyle hitap ediyordu: “Anam babam sana feda sız güçlüklerinden ve problemlerinden kaçıp huzur olsun Ya Rasûlallah” Bu ifadelerdeki samimiyeti, bulduğumuz bir huzurevi gibidir. İşte böylesine bağlılığı, Allah ve Resulü için insanın kendisini, elzem bir varlığı kaybedince sudan çıkmış balık anasını, babasını feda edebilmesinin özünü anla- gibi çaresiz kalıyorsun. Efendimizin, kendisine in- yabilmenin ne kadar değerli olduğunu anlıyor sanlar içerisinde hizmete en layık kimdir? En çok insan. Yani anneme olan sevgimi düşününce as- kime hizmet edeyim? diye üç kez soran kişiye pey- 52 Burhan gamberimizin verdiği “annene” cevabını daha iyi bütün sebepler sükût etmiş... Üstad diyor ki bu anlıyorsun. Bu durumda sahabenin Efendimize durumda Yunus peygambere yardımcı olabile- bağlılığının büyüklüğünün şuuruna varıyorsun. cek öyle bir Zat lazım ki; hükmü hem balığa, hem denize, hem geceye geçebilsin. İşte bu sükût etmiş her sebebi harekete geçirecek, Tam bu noktada insanın beynindeki kara bu- aynı anda pek çok unsura birden hükmedecek lutları, amansız evham ve “Sevgiliye” duyulan kü- bir tane sığınak, bir tane güç vardır. O da Hz. çücük sitemleri yine peygamberimizin ifadesi ile Allah’tır. İşte bu kıssada da olduğu gibi, insanı “lezzetleri yok eden ölüm hakikati” dağıtıyor. Bu içinde bulunduğu her türlü olumsuzluktan kurtaran, kez seni değer verdiğin güzelliklerden ayıran va- karanlıkları dağıtıp aydınlığa çıkaran, en acılı kıanın, yine seni sevdiklerine kavuşturacak tek yol anında bile insana dayanma gücü veren, insanı ha- Filistin olduğunu idrak ediyorsun. Seni üzen daim hakikat, yata yeniden bağlayan tek varlık, tek güç, tek oto- pozisyon değiştirip seni teselli eden ve seni sev- rite Hz. Allah’tır. Sığınılacak ve çalınacak tek kapı diklerine götürecek alternatif olarak karşına çıkıyor. O’nun kapısıdır. Ve sen Rabbimizin hikmetinden sual olunmaz diyorsun. Bediüzzaman Said Nursi’nin, Hz. Yunus Peygamberin münacatını (içten yakarışını) anlatırken Yüce Allah bütün ölmüşlerimize hassaten bütün annelerimize rahmet eylesin. Bütün ölmüşlerimizin makamlarını cennet eylesin. Bizlere de dediği gibi; Yunus Peygamber (a.s) denize atılmış, hayırlı bir şekilde, iman üzere ölmeyi nasip eyle- büyük bir balık O’nu yutmuş, deniz fırtınalı ve gece sin. Allah’a emanet olun. gürültülü ve karanlık ve her taraftan ümit kesik bir vaziyette, Yunus Peygambere yardım edecek Burhan Selam ve dua ile. 53 Otuz ntuzun42@hotmail.com Sebahattin TÜZÜN Gittin Yüce Dost’a uçup gittin “El Emin” Evvel ve ahirin en er kişisi, Tarifsiz bir hüzne gark oldu âlem, Bilal mahpus kim getirsin kameti, Böyle dert görmedi kubbe ve zemin, Keder iflas etti, yüz üstü elem. Sustu feleklerin dili dudağı, Cibril sağnak, sağnak indirmiyor nur, Her tür mahlûkatın erki dişisi, Firakında gördü ilk kıyameti. Yokluğa süzülen bir yıldız gibi, Latif bir edayla akıp ta gittin, Örümcek terk etti tılsımlı ağı, Ey Hakkın habibi, yerin tabibi, Yetim kaldı izzet, haysiyet, onur. Aşkı muhabbeti yakıp ta gittin. Bir doğum bir ölüm yaşandı diye, Teşrifinle oldun tüm zamanların, İkiye bölündü sanki kâinat, Can veren kalbine dirilten soluk, Elden ele kapışıldı hediye, Bıraktığın miras bugün ve yarın, Gökte bayram yerde hüzün ne tezat, Umut akıtacak hep oluk, oluk… Sanki gidişinle görevden düştü, Gelişinle mana kazanan dünya, Arşın sakinleri arza üşüştü, Bir düğün evinden ruh çıkarmaya. 54 Burhan Kerim Elçi Gündüz karanlıktı senden evvelce, Nurunla ışıdı her gün ve gece, Zalimin oyunu sahte saltanat, Bozuldu sayende ey kerim elçi! Rububiyet hakkı çetin bilmece, Çözüldü sayende ey kerim elçi! İsminin önüne “Emin” koyanlar, Gel gör ki onlardı yalanlayanlar, Küfür hükümrandı evvel emirde, Furkan-ı Mübini sihir sayanlar, Basiretler bağlı kalplerde perde, Toz oldu sayende ey kerim elçi! Cehaletin üstü görülen yerde, Çizildi sayende ey kerim elçi! Sebebi utançtı devrinde kızlar, Kumlara namzetti nurdan yıldızlar, Hakkın, hürriyetin yok esamisi, Her yerde öterdi zulmün bet sesi, Masum yarınları çalan hırsızlar, Üzüldü sayende ey kerim elçi! İblisin hilesi sinsi nefesi, Sezildi sayende ey kerim elçi! Üstümüzden bir onulmaz illetin, İçinden kurtardın bizi zilletin, Burhan Şefaat timsali sözde Uzza, Lat, Tarihin gönlüne aziz milletin, Sömürümü idi gerçekte Menat, Yazıldı sayende ey kerim elçi! 55 Gönül Dilinden Öğütler Hacı Şaban Efendi Hz. (K.S.) “Müminin bayramı beştir” buyurur ulema efendilerimiz. Üçüncü bayramı da: Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur. Kabri cennet bahçesi Birincisi: 24 saatte kendisini kontrole olursa odur. Kabir azabı haktır. Kabir azabını inkâr alırda (yalan iman bir arada durmaz, hased iman eden kabir azabı görür. Kabir azabından hazreti bir arada durmaz, bunların hepsi yanlıştır. Onun peygamberde Allah’a sığınmıştır. Biz kim zamanı- için kendisini kontrole alırda ağzından bir hata çık- mızda ribasız lokma yok, ribalı lokma girmeyen eve maz, gözü harama bakmaz, kendini kontrole alır kokusu girmiş. Herkes kendini kontrole alacak. bir günah işlemezse) soldaki melaike bir günahını Orda Allahtan maada da hiç kimseden bir fayda bulup yazamazsa (gel ki melaikeye iman etmeyen yok. Evet, öyle bilmek lazım. Allahtan korkmak iman etmemiş.) Soldaki melaike bir günahını lazım. Allahtan korkan ne yapar? Emrini tutar neh- bulup yazamazsa birinci bayramı odur mümi- yinden kaçar. nin. Dördüncü bayramı: Arşı rahman gölgeİkinci bayramı: Can ağızdan çıkınca iman ile çıkarsa müjdeci melekler “Müjdeler olsun sinde yedi sınıftan biri olursa odur. Onun için ALLAH için ihvan olanlar… Mü’min cennetliksin” derse ikinci bayramı odur. Beşinci bayramı: Sıratı geçerse odur. İmansız gitmekten korkmamak imansız git- İmandan kul hakkından İslam’ın şartından... meye sebep, Yalan yere evliyalık satmak imansız gitmeye sebep, Müslüman kul hakkına çok dikkat edecek… Kul hakkı bağışlanmaz. Onun için Kul hakkını aciz- Kendini beğenmek, amelini beğenmek imansız gitmeye sebep, dir alacak. Kul helalleşecek dünyada iken. müslümanın her tarafı müslüman olacak. Müslüman Bilmediğin adamı methetmek imansız gitmeye sebep, Allahtan korkar, yalan iman bir arada durmaz, haset iman bir arada durmaz. Müslüman kendini Üç gün den fazla küsü tutmak imansız gitmeye sebep, beğenmez hevasına düşmez. Ucub etmez, kibir etmez. Yalan yere evliyalık satmaz, kendini büyük Komşusuna zahmet vermek imansız gitmeye sebep, görmez. Allah’ın fazlıyla cennetine girilir, Amel ile girilmez kul kulluğunu yapacak başka. Allah’ın faz- Çoluk çocuğa zahmet vermek bunların hepsi Allah muhafaza insanı kaydırır. lıyla cennetine girilir. Nefes verip almanın şükrünü ifa edemeyiz. Sıhhatin şükrünü ifa edemeyiz. Can Müslüman kendisini kontrole alacak. Ken- ayrıdır dert bilinmez, ev ayrıdır sır bilinmez. Nice dine istediğini din kardeşine isteyecek ken- hastalar var ki gece yerine yatmıyor. Nice adamlar dine istemediğini istemeyecek. din kardeşine var ki bağırıyor. Nice adamlar var ki kendi kendini intihar etmeye gayret ediyor. Nice adamlar var ki diyor ki: Hayvan bizden iyidir kesersen on beş da- Evet. 56 kikada canı çıkar bizim canımızda çıkmıyor. OraBurhan dan buraya dönmek yok buradan oraya gitmek var. Onun için alan dünya veren dünya aldatıp ta yola veren dünya. Dünya budur yani. Efendimiz aleyhisselam buyuruyor: “Ahir za- Gülbang-i Rufai (Sofra Duası) manda ümmetim beş şeyi sever beş şeyi unutur: Dünyayı sever, ahireti unutur. Malı mülkü sever, hesap vermesini unutur. Helâlın hesap Elhamdülillah, Ellezi Ed’amenâ Ve Segânâ Ve Cealenâ Minel Müslimîn. haramında azaptır. Mahlûku sever, halıkı unutur. Halık sevilecek mahlûkun ne kıymeti var? Allah cahili inada kimseyi düşürmesin. Allah mağfiret etsin. Elhamdülillah, Eş Şükrü Lillâh, El Fazlu Lillâh, El Mennü Lillâh. Oğla güvenme ölür ağaca güvenme çürür. Mahluka güvenilir mi? Halıka bak. Mahlûkun ne kıymeti var? Halık bir anda var eder bir anda yok eder. Gafleti sever tevbekar olmayı unutur. Ben günde yüz kere tevbe ederim, tevbe edin, tevbe edin, tevbe edin. Hak Bereketin Vere, Erenlerin Nân-u Nimeti Ziyade Ola. Hayır, Sahibinin Hayrı Kabul Ola. Fenâ’dan Bekâ’ya Göçenlerin Ruhu Revanı Şâd Ola. Allâhu Azimüş Şân’ın Nuruyla Kalblerimiz Pür Nur Ola. Hz. Pirin istiğfarını ediyoruz: lailahe illa ente subhaneke inni küntü minez zalimin amiltu suuen ve zalemtu nefsî ve esreftu fî emrî vela yağfiruzzunübe illa ente. Fağfirli ve tub aleyye Artsın Eksilmesin. Taşsın Dökülmesin. Bu Gitsin, Ğanîsi Gelsin. Hak, Yerine Halil İbrahim Bereketi Versin. inneke entettevvaburrahim ya hayyu ya kayyumu la ilahe illa ente. Buyuruyor ki günde bin kere bu istiğfarı edermiş Hz. Pir. Cenabı Allah’a yüz Lokma Nur, Kaza Bela Dur. Lokma Zâd Olsun, Münkir Münafık Islah Olsun. kere tevbe edelim. O evliyaullah ona karışamayız. Onun için elden geldiği kadar istiğfar etmek lazım. Günahsız kul olmaz da gaflet ile verip aldığımız nefesler için istiğfar etmek lazım. Son nefes iman ile göçmek için istiğfar etmek lazım. Acizlikten başka kendisine vusul çaresi yaratmamış olan zatı ecelli âlâ’ya hamd olsun. Acizlikten başka bir insanın Üçler, Yediler, Kırklar, Ricâli Ğayb Erenler, Cemî Evliyaullâh, Gülbang-i Muhammed-i Nebî (s.a.v.), İmam-ı Kerem Ali (r.a.), Pirimiz Seyyid Ahmed-i Kebîr Rufai, Pîr Abdulkadir-i Geylanî, Cemî Pîrân Demlerine “Hu” Diyelim. Huu neye gücü yeter. Döşeklere konarlarda kabri unuturlar. Son durak kabirdir. Allahumme salli ala seyyidina muhammedinin nebiyyil ümmiyyil ve Ölmüşlerimize rahmet, Yiyenlere Afiyet, Soframıza Bereket, Lillâh-i Teâlâ El-Fatiha… ala alihi ve sahbihi ve sellim. Burhan 57 Muhabbet Bahçesi Yusuf ELİBOL MEVLANA’DAN HİKÂYELER PADİŞAH VE CARİYE Zamanın birinde bir padişah vardı. Padişah bir gün adamlarıyla ava giderken yolda güzel bir cariye görüp ona âşık oldu. Onu alıp sarayına getirdi. Fakat bir müddet sonra o güzel cariye hastalandı. Günden güne eriyip tükenmeye başladı. Memleketin en iyi hekimleri cariyenin hastalığına bir çare bulamadılar. Padişah bunu görünce çok üzüldü, günlerce çareler aradı, sağa koştu, sola gitti olmadı. Sonunda bir mescide gidip el açarak dua etti, secdeye kapanarak ağladı. Cariyenin iyileşmesi için yalvardı. Bu sırada uykuya daldı. Rüyasında bir pir gördü; pir ona: — "Artik üzülme duan kabul oldu. Yarın şehrinize bir yabancı gelecek o bizdendir. Onun yapacağı tedaviyle cariyen iyileşecek." dedi. Sabah olup güneş doğunca padişah pencereye koşup rüyasında gördüğü piri beklemeye başladı. Uzaktan onun geldiğini görünce kendisi sarayın kapısına koşarak kapıyı açıp piri içeriye aldı. Konuşup görüştükten sonra, padişah pire hastanın hastalığını anlattı. Daha sonra onu hastanın yanına götürdüler... büsbütün harap etmiş hastayı." dedi. Sonra söyle devam etti. — "Onların içerden haberleri yok, onun için de hepsinin akli fikri işin dış yüzünde." dedi. Hekim hastalığın ne olduğunu anlamıştı, fakat bunu padişaha söylemedi. Hastanın halinden inlemesinden onun gönül hastası olduğunu hemencecik anlayıverdi. Çünkü hiçbir hastalık gönül derdi gibi değildir. Hekim durumu anlayınca : "Padişahım, dedi. Herkesi uzaklaştır kösede bucakta kimseler kalmasın ki ben hastayla bas basa kalıp rahat rahat çalışayım, hastanın hastalığını anlayıp ona göre bir tedbir düşüneyim." Padişah emretti oda boşaltıldı, hastayla hekimden başka kimse kalmadı. Hekim yaklaşıp hastanın başucuna geldi yumuşak ve tatlı bir sesle: Hekim önce hastanın yüzüne baktı sonra nabzını saydı. Hastalığın belirtilerini sorup sebeplerini dinledi... — "Memleketin neresi, nerelisin? Bana söyle, çünkü her memleketin halkının ilacı başka başkadır. Memleketinde yakin akrabandan kimler var, kime yakinsin? Diye sordu. Hekim elini kızın nabzına koymuştu. Hem soruyor hem de nabzını kontrol ediyordu. — "Diğer hekimlerin tedavileri iyileştirmek yerine Kız yavaş yavaş hekime bütün olanları BİR KUŞUN CAHİLE ÖĞÜTLERİ Adamın birisi hile ile tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş ona dedi ki: — Ey ulu hoca! Sen şimdiye kadar birçok deve kurban ettin, birçok öküz, koyun yedin! Dünyada onlarla doymadın da, benimle mi doyacaksın? Eğer bırakırsan beni, sana öyle üç öğüt veririm ki, aklın şaşar! Birincisini elinde iken, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma şu damın üzerinde, üçüncüsünü de ağacın dalına konduğumda veririm. Bu üç öğütle bahtın iyileşir, rahat 58 edersin. Ne dersin ha? Bak ilkini söylüyorum: “ Olmayacak söze; kim söylerse söylesin, inanma!” Tamam mı? Adamın aklı yattı kuşun bilgeliğine, gevşetiverdi parmaklarını, pırrr diye uçtu, azat oldu, duvarın üzerine konup dedi ki: — Geçmiş, gitmiş şeye gam yeme... Fırsatı kaçırdın diye dövünme! Bak beni bıraktın ama şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında, değerine paha biçilemeyecek bir inci var idi. Sana da, oğullarına da Burhan anlatıyor, basından ne geçtiyse söylüyordu. Hekim kızın nabzını tutmuştu ve : — "Bu kız kimin adini söylediğinde eğer heyecanlanır, nabzı hızlanırsa demek ki sevdiği, uğruna hasta olup yataklara düşerek mum gibi eridiği odur." diye düşünüyordu. Kız önce doğup büyüdüğü memleketi ve oradaki dostlarını sayıp döktü. Fakat nabzında bir değişiklik olmadı. Hekim : "Doğduğun yerlerden ayrılınca hangi memlekete gittin?" diye sordu. Bunun üzerine kız bir şehir ismi söyleyip geçti ama ne yüzünün rengi ne de nabzının atisi değişti. Daha sonra sırasıyla götürüldüğü yerleri, şehirleri, görüsüp tanıştığı insanları birer birer sayıp döktü. Lakin halinde bir değişiklik olmadı. Ta ki hekim Semerkant şehrini soruncaya kadar... Semerkant'ın adi geçince kızın nabzı hızlandı, yüzü ve yanakları kızardı. Çünkü o Semerkant'ta bir kuyumcuya asıktı ve ondan ayrılmış olmanın ıstırabıyla yanıp tutuşuyordu. Bunu öğrenen hekim kuyumcunun Semerkant’ın hangi semtinde ve hangi mahallesinde olduğunu sorup öğrendi. Sonra kıza: — "Ben senin hastalığını ve bu derdin çaresinin ne olduğunu çok iyi anladım. Fakat sen bu bana anlattıklarını sakin başkasına söyleme, hele hele padişaha hiç anlatma..." diyerek tembih etti. Hastanın yanından ayrılan hekim doğruca padişaha gelip durumu anlattı : "Bu kızcağızın iyileşmesi için o kuyumcuyu getirmekten başka çare yok." dedi. yeterdi de artardı bile! O inci senin hakkındı! Fakat kısmetin değilmiş kaçırdın... Dünyada bir eşi bulunmayacak kadar kıymetli ve emsalsiz idi... Adam, gebe kadın doğururken nasıl feryat eder, bağırırsa öyle bağırmaya, dövünmeye başladı. Kuş dedi ki: — Sana geçmiş, gitmiş şeye üzülme, gam yeme diye nasihat etmedim mi? Mademki, geçip gitti... Neden üzülürsün? Sen; ya benim öğüdümü anlamadın yahut da sağırsın! Aslanım, ben kendim üç dirhem gelmem Burhan Bunu duyan padişah hekimin nasihatini canu gönülden kabul etti. Hiç zaman geçirmeden kuyumcuyu davet etmek üzere bir elçi gönderdi... Elçi Semerkant’a varınca doğruca gidip kuyumcuyu buldu.. Padişahın gönderdiği hediyeleri takdim eti ve padişahın onu davet ettiğini, eğer gelirse padişahın en yakin adamlarından olacağını çok büyük ihsanlara ve iltifatlara mazhar olacağını söyleyince, kuyumcu zaman kaybetmeden yola koyulup padişahın sarayına en kısa zamanda ulaştı. Saraya gelen kuyumcuyu hekim alıp padişahın huzuruna götürdü. Padişah kuyumcuya iltifatlar yağdırıp ihsanlarda bulundu. Hazinesini ona teslim etti: Hekim bunun üzerine : "Ey padişah o cariyeyi bu kuyumcuya ver ki hastalıktan tamamen kurtulup iyileşsin." dedi... Padişah o ay yüzlü güzeli kendi eliyle kuyumcuya verdi, altı ay murat alıp murat verdiler. Böylece kız tamamen iyileşmiş oldu. Ondan sonra hekim kuyumcuya bir ilaç hazırladı. İlacı içen kuyumcu hastalanarak günden güne çirkinleşip erimeye başladı. Eski güzelliğinden eser kalmadı. Kuyumcu böyle günden güne eriyip çirkinleşince kızın gönlü de ondan soğudu, askı günden güne azaldı. Bir müddet sonra kuyumcu öldü. Ölünce de kızın askı tamamen sona erdi. Böylece o güzeller güzeli o asktan ve hastalıktan arınıp tertemiz oldu... Buradaki Padişah: Ruhu Cariye: Nefsi Cariyeyi tedavi edemeyen hekimler: Sahte Şeyhleri Cariyeyi tedavi eden hekim ise: Mürşid-i Kâmili Kuyumcu ise: İnsandaki heva ve hevesi temsil ediyor. zaten, içimde on dirhemlik inci nasıl bulunabilir? Adam bu söz üzerine kendine geldi; — Haydi, dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım! Kuş dedi ki: — Allah için, o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha! Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. 59 Otuz Halil Atik ...Hayat... Bir mermi boyunda hayat Yaşarken öldüğünün farkında değilsindir Saplanır sinene ansızın... Ya da severken aldandığının... Dilim dilim edilir gördüğün yerler Aslında bir mezar yeridir uzandığın Sürgünlere yollanır düşüncelerin Umut diye sarıldıklarınsa sadece hayat tuzağın Bir güle uzandığında bağlanır ellerin Bakma geriye yakınlarını çoktan sildi uzağın... Kelepçeler vurulur sözlerine Ölümle eş anlamlıydı hep yaşadıkların Mahkûm olur yüreğinde özgürlük hayallerin Düşlerinle vurulursun Duaların uyandırır geceleri Bilen olmaz, gelen olmaz, gören olmaz... Kulakları tıkar serzenişlerin Duyan olmaz, soran olmaz, saran olmaz... Bir kefen beyazlığında hayat Gelinlik tazeliğindedir bazen Bir vurgun yerinde hayat Bazen de doğumun kadar eskidir Hislerinle vururlar seni Uykun kadar ölü, sevdiğin kadar diridir Anılarında kaybolursun Merakıma yenildim affet, Çalınan zamanların hesabını sorarsın takvimler- Duvarda çürüyen çerçevelerin den Hangi ölmüşlerin dilidir? Her zaman söylediğin şarkında değilsindir Haydi kaldır şimdi parmak uçlarına düşen ömür- Ellerinle vururlar seni leri Kanlarını silersin yaş niyetine gözlerinden Sil tahtadan izi yarılanmış tarihleri 60 Burhan Noktalarında yaşa cümlelerin Kurtar yüreğini sonlardan Kaldır başını göğe Sal güvercinlerini özgürlüğe Dökülmesin hiçliğe yaşın Ki silen olmaz, anan olmaz, anlayan olmaz... Bir terennüm hayat Nağmeleri yaşadıklarında gizli Rüzgâr soluğunda nefes Notaların dudaklarında dikişli Yollarında kayıp bestelerin Çözüldü hep gül destelerin Ezildi bülbüle verdiğin ümit Çöl yollarının diliyle yankılandın Andın ki anıldın Yıllar sana yaşamayı öğretti Mısralarsa şiirlerini tüketti Saç telinde saklandı ilham perilerin Bir uçurum kenarında kırıldı enstrümantallerin Yapıştıran olmaz, birleştiren olmaz, iyileştiren olmaz... Bir kelebek kanadında hayat Kısa ama âhirete değer Ki uğruna yaşamak verilmiş Her anına bir pay biçilmiş Akan suyun içinde bir gazel Yaşam ahenginde dillendirilmiş Her mevsim rengiyle dans eder Her geliş vedasıyla gider Her dost, vefasında gidenlerin Yaşa ki güzelleşsin gönderdiklerin Yaşamı bul ilk önce Öğren kelime kelime, hece hece Her iyilikte bir iz bırak Her ırmaktan yaşam yaşam ak Ve dostum eğer yaşamadan ölürsen Hatırlayanın olmaz, vefalın olmaz, duacın olmaz... Burhan 61 Otuz Nizamettin SÜRMELİ Cennetül Bakide Metfun İbrahim DİRLİK Efendi Hazretleri İbrahim Dirlik Efendi hazretleri 07 Mart 2006 tarihinde Mevla'sına kavuştu. Aylar önce yapmış olduğu vasiyetini Rabbi kabul etmiş, kucağında 2 bebek ile Hz. Osman Zinnureynin yanında Cennetul-Bakiye defnedilmiştir. Kendisine Allah’u Tealadan Rahmet diliyoruz. Bizde bu vesileyle bu Allah dostunu yâd etmek ve üzerine fatihalar göndermeye vesile olmak gayesiyle efendi hazretlerinin yazmış olduğu “Dünyadan çıkarken” adlı eserinin önsözünü ve vasiyetiyle birlikte birkaç sözünü sizinle paylaşmak istedik. Lütfen ruhuna fatihalar gönderin. Bismillahirrahmanirrahim Bu kitapçığa başlarken, kitap yazmanın bir iptila olduğunun bilincinde olarak, kitap yazmaktan ayrı bir gaye ile üzerinde yaşadığımız şu dünyada, fani hayatımız sona ermek üzere ahiret yolculuğuna çıkmadan evvel, dünyaya gelişimizden, gidişimize kadar olan misafirliğimizde yapmış olduğumuz bütün muamelelerimizden dolayı dünyada kalanlardan bir helallik almak düşünce ve niyeti ile YUNUS EMRE’MİZ “BİZ DÜNYADAN GİDER OLDUK KALANLARA SELAM OLSUN” sözü misali yazmak istedik. Dünya misafirliğimizin altmış üç senelik geçen zaman dilimi zarfında bu yer kürenin üzerinde ve her bir zerresinde bu kürenin dışında, yedi kat üstünde ve yedi kat altında olan bütün mahlûkatın, insanların ve cinlerin bize haklarını helal etmelerini istiyorum ve rica ediyorum. Bir garip ifadedir ki, söze böyle başladık, bu kitapçığı okuduğunuz zaman bu sözlerimin doğruluğunu sizler de anlamış olacaksınız. 62 Bu gördüğümüz âlem dünya ve üzerindekiler ile ay, güneş, tüm yıldızlar, zerreden kürreye her şeyi içine alan bu düzene, MÜLK âlemi dendiğini ben kırk yaşımı doldurduğum zamanlarda öğrendim. Yine öğrendim ki bundan başka MELEKÜT, CEBERRÜT, LÂHUT âlemleri vardır. “BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” sözünü duyduğum zaman ki, bu “DE Kİ; BİLENLERLE BİLMEYENLER BİR OLUR MU?” (.........) benim kırk sene öğrendiğim bilgilere göre uzun seneler okumuş doktor, Mühendis, türlü branşlarda Hakim, Avukat, meslek dallarında ihtisas yapmış Uzman, Asistan, Doçent, Profesör, Ordunaryus Profesör diplomalarına sahip olmuş kimselerin bilenler sınıfı, aydınlar gibi vasıflar aldığını, bu gibi vasıflara sahip olmayan kişilerin ise bilmeyenler, cahil sınıfına dahil olacağını düşünmüş ve bunun savunuculuğu yapmıştım. Sözün burasında benim dünyaya gelmeme vesile olan babam HACI OSMAN EFENDİ, ALLAH babama ve fani âlemden ayrılan bütün babalara rahmet eylesin. Âmin. Rahmetli babam çocuk yaşlarımda beni okula gönderme taraftarı olmadı. Rahmetli annem Burhan İbrahim Dirlik Efendinin Kendi El Yazısyla Vasiyeti ne kadar ısrar etti ise “Hatun ben elimle onu okula yazdırmam” diyordu. Annem komşularımızdan birinin kızını ikna ederek beni semtimizdeki okula kayıt ettirdiler. İlkokulu bitirdiğimde ortaokula yazdırır düşüncesiyle tekrar babama teklifte bulundu. Ret cevabı alınca aynı usul ile Ortaokul kaydımızı da yaptırdı. Babam seyyar satıcılık yapmakta, hem de okullar önünde mesleğini icra etmekteydi. Çocukları çok sever, onlarla şakalaşır, parası olana para ile parası olmayanlara hediye eder onları sevindirirdi. Bu halleri içinde benimle okul arasındaki tutumunu bir türlü anlayamazdım. Anlayamadığım bu sır içinde ortaokulu da bitirmiş oldum. Lise kaydım için artık babama teklif etmeye cesaretim kalmadığından aynı kişi aracılığı ile Lise kaydımı da yaptırmıştım. İşte o zaman babam içinde sakladığı sırrı şu sözler ile bana açmış oluyordu. Liseye de yazıldığımı öğrenince beni yanına çağırarak “oğlum anladım ki, sen bu işi götüreceksin yalnız şunu unutma, okumak cahilliği götürür fakat eşeklik bakidir. Okuyup eşek kalacak isen hiç zahmet etme şu anda zaten eşeksin. O zaman diplomalı olursun” demişti. Yine anlamamıştım. Bir kere daha aklım karma karışık olmuştu. Seneler birbirini takip etmiş askerlik ve evlilik gibi hayatın kademeleri Burhan içinde bulmuştum kendimi. İşte bu arada bir de iktisat diplomam olmuştu. Artık diplomalı eşek olmuştum. Çalmazsam kimse beni kabul etmiyordu. Usul böyleydi. Tahsili olmayan bir kişi vergiyi para karşılığı çalıyor, soru sorulduğunda ise “ben bilmem kâtibim bilir” diyordu. Huzursuz ve tatsız bir hayat tarzı ve bir kovalamaca… Yaşımız otuz yediye geldiğinde babam da dünyasını değişmişti. Tabutu musalla taşında dururken kalbimin bütün burukluğu içinde babamın cenaze namazını kılmayanların arasında yer almış, babamın sözlerini tekrarlıyordum. “Diplomalı Eşek” Geri dönüşüm yoktu. İlerisi ne kadar suçlu olursa olsun tatmin olunmayan bir hayat, bir çaresizlikler manzumesi, ikinci ve üçüncü evlilikler, dünyaya gelmelerine sebep olduğumuz insanlar, yalan üzerine kurulmuş ticaretler, sahte sevgi gösterileri, kısacası keşmekeş bir hayat, kulaklarımı her an tırmalayan babamın sesi; “DİPLOMALI EŞŞEK”. İşte yine böyle günlerin birinde dükkân komşularımdan biri olan Hacı Arif İzgi Efendi bir Cuma günü idi “Haydi kardeş gel Cuma Namazına gidelim” diye teklif ettiğinde yine benim mahlûk tarafım ağır basmış olacak ki, ret ettim. Zaten onları gördükçe içimden gelen bir sesle onlara yobaz ve gerici ifadeleriyle 63 SÖZLERİNDEN LA İLAHE İLLALLAH = Tertemiz bir istiğfardan sonra Allah (c.c.)’ın birliğini, Ondan başka İlah olmadığını tasdik etmek, CÜZ’İ AKLI-KÜLLİ AKIL ile birleştirmek olur. Öyle olur ki, kul (LA) dediğinde kendisi de içinde olmak üzere bütün âlemler silinir ve yok olur. (İLAHE) dediğinde korkulacak, sığınılacak, yardım görülecek hiçbir varlığın olmadığını kalben ve lisanen tasdiki eder, şek ve şüphenin ortadan kalkması, batıl ilahların ve tabuların yıkılmasına vesile olacak hareketlerin, inanç ve görüşlerin yıkıldığı mahal ve ifadesi. Buradan da kurtuluş Allah (c.c.)’ın lütfü ile geçildiğinde (İLLALLAH)’a geçilir ki, burada da (İLLA)’yı yok icap eder. Çünkü İLLA denildiğinde ortada kıyas yapılması gereken şeylerin de varlığı anlaşılır ki, bunların da yok edilmesi, gönülden temizlenmesi şartlılığı vardır. Bunlar da yıkıldığı an YÜCE ALLAH (c.c.)’a ulaşılabilsin. hakaret etmek istiyordum. Fakat benim onlar hakkındaki bu düşüncelerime rağmen bir sonraki hafta Cuma günü yine aynı daveti tekrar ettiler. Ben yine aynı düşünceler içinde onların bu teklifini ret etmiştim. Üçüncü hafta Cuma günü onlar yine kapımda aynı saf ve berraklık içinde beni kurtuluşa davet ediyorlardı. “Kardeş haydi gel namaza gidelim. Eğer bugün de gelmez isen bir daha sana böyle bir teklifte bulunmayacağız” diyorlardı. İşte ne oldu ise o anda oldu. Kalbimden bir şimşek çakmasını, gök gürlemesini andıran bir ses “Haydi gel” diye adeta sesleniyordu. Bu sesin cevabi ve sarhoşluğu içinde arkadaşıma “bekleyin geliyorum” diyebilmiştim. Mahmutpaşa Örücüler Camii Şerifine gittiğimizde bir hoca efendi faiz hakkında vaiz ve nasihatte bulunuyordu. O güne kadar ben faizin yalnız parada olduğunu bilirdim. O gün gördüm ki, bütün yaşantımızı kaplamış. Hiçbir muamelemizi onun dışında yapmamış, yapamamışız. Camiden çıkıp yola koyulduğumu biliyorum. Aradan ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Biri elimden tutup “kendine gel kardeşim daha çok 64 gençsin” diyen ses ile kendime geldiğim zaman Sirkeci’de araba vapur iskelesinden ayağımı denize atmak üzere olduğumu hayretle gördüm. O şahsa teşekkür ederek hiçbir sorunum olmadığını, intihar etmek gibi bir niyetimin bulunmadığını, izahı zor bir hal içinde bulunduğumu söyleyerek oradan ayrıldım. Yaya olarak Bakırköy’de Ebu Ziya Caddesindeki evime geldiğimde bir daha işyerlerime dönemedim. Kalp tasım ters döndürülmüş içinde hiçbir şeyden eser kalmamıştı. Bomboş bir dünya, yalnız başına bir İbrahim... Babamın sözü de artık tesirini kaybetmişti. Hakiki bir insan olabilmenin düşüncelerini kalbimde duyar olmuştum. Aklım başımda değildi artık. Kalbime inmişti. Bense kalbimden gelen emirlere uyar olmuştum. Kırk senelik yaşantım bir sinema şeridi gibi gözlerimin önünden geçiyor, ben her gördüğüme “ALLAHIM (c.c.) bilmiyordum, bilmiyordum, beni affet” diye ağlayarak yalvarıyordum. Bir gece rüyamda çok daralmış, sanki üzerime tonlarca ağırlık bindirmişler bense altında eziliyorum. Uyanmama rağmen hal devam ediyor, bağırmak istiyorum bağıramıyorum. O arada bir davudi ses Fatiha süresini okuyor ve rahatlıyorum. Okuyan kişi “çok mu daraldın?” diye soruyor “evet” diyorum. “Bırakmazlar bırakmazlar” diyor. Bir gün sonra yine rüyamda kafam simsiyah kendi suretimden kendim irkiliyorum. Aynı şahıs “korkma korkma seni ondan kurtaracağız” diyor, uyanıyorum. Günlerim gündüz oruç, gece kaybettiğim günlerin burukluğu içinde bilinçsiz bir ibadet ile geçiyor. Günlerden bir Cumartesi Bakırköy Çarşı Camisinde akşam namazını kılmış Yatsı ezanını beklerken çay ocağında çay içiyorum. İki kişi yanıma geliyor “haydi gidelim” diyorlar. Ben de hiçbir şey sormadan onlara dâhil olmak suretiyle banliyö trenine biniyoruz, trenden iniyoruz, bir evin kapısını çalıyorlar, aranılan şahsın evde olmadığını öğreniyoruz ve dönüyoruz. Bu zaman zarfında aramızda hiçbir hususta tek bir kelime edilmiyor. O gün ayrılıyoruz. Ertesi Pazar günü aynı saatte bu iki kişi yine geliyorlar, aynı sözler ve görüntüler ile aynı sahneler tekrar ediliyor. Yalnız bu sefer ziyaretine gittiğimiz zatı evde buluyoruz, kabul görüyoruz. Gördüğümüz rüyalarımızda bizimle ilgilenen kişinin birkaç sefer ziyaretten sonra bu yolda bize rehberlik yapacak, yol gösterecek zatın “Seyit Burhan HACI ABDULMETİN SARUHAN” ADIYLA ANILDIĞINI ÖĞRENDİK. Allah (c.c.) ondan razı olsun Âmin. Hocam SEYİT HACI ABDULMETİN SARUHAN EFENDİ bize Kadiri ve Rufai dersimizi talim ile üç şey öğretti. İnsan toprak ve topraktan gelenlerin sırrı ile beslenen, güçsüz iken güç verilen, kuvvetlendirilen sonra kuvveti elinden alınan, yavaş yavaş güçsüzleşen, görülmeyen üç cevherin taşıyıcısıdır. ALLAH’IN muradıdır. Rızasının ise aynasıdır. Bedeni, nefsinin sırrını, kalbi, ruhunun sırrını, aklı iman ve hayâ aynasının cilasıdır. İslam’ın manası temizlik (cilanın sırrı) aynasının parlama derecesi evvelde hocasının aynasının sırrı, ortada Hz. Peygamber Rasulullah efendimizin aynasının sırrı, ahirinde hepsinin cem’i ile Yüce Allah’ın aynasında zahir olan kulluk sırrı (o muhakkak bunların üzerinde manalara işaret etti fakat biz bu kadarını fehmedebildik). Üç şeyi de yasak etti. Kur’an-ı kerim, Büyük İslam İlmihali, Tarikatı Muhammediye’den başka müsaade edilene kadar hiçbir kitap okumayacak, abdestsiz gezmeyecek, yalan söylemeyeceksin. KUR’AN KALBİNİ, ABDEST İMANINI, YALAN SÖYLEMEMEK ise NEFSİNİ NURLANDIRACAK. (Bunlar da bizim sohbetlerden alabildiğimiz kadarı idi.) Hiç kimsenin sohbetine gitmemek gibi bir yasak koymadı. Ona göre Allah (c.c.)’ın bir gül bahçesi vardı, bahçıvanı Peygamberimiz idi. Rengârenk türlü kokular ile insanları mest eder hayran bırakır. Bakarsın bir gonca bir anda patlamış yeni bir gül oluvermiş. Bakarsın bir gülfidanının yanında yeni bir fidan sürüyor, görürsün ki, bahçıvan onu buduyor, aşılıyor. İşte sen bu bahçede gez, dolaş, seyret, kokla, her gülün kokusu sana bulaşsın. Bir asiye, bir günahkâra bu ne büyük lütuf, ne büyük bir ikramdı YA RABBİ. Bu acize güç, kuvvet ver ALLAHIM. Âmin. O gün bugün aradan tam yirmi üç yıl geçti. Bu kader ırmağından öyle seller aktı ki, geride Allah’ın rızası ve Muhammedi, Sevgili Peygamberimizin Muhabbeti, onların dostlarının sevgisi ile dolu bir kalp, görmeden iman etmiş, delil istemeden inanmış LAİLAHE İLLAH tevhidi ve VEHÜVE ALA KÜLLİ ŞEY’İN KADİR sırrı ile nurlanmış bir akıl, ayakta durduğunda bastığı, oturduğunda, otururken kapladığı, yattığında yatarak işgal ettiği yerden bir karış fazlasına ihtiyaç duymayan, bulduğunu dağıtan, bir saniye sonrasından endişesi olmayan, hiçbir hoşlukta sevinmeyen, hiçbir darlıkta üzülmeyen, üzerinde giydiklerinden başka dünya malı olmayan bir nefisten başka bir şey kalmadı. O yüce Rabbimiz ki, bu emanetini bu hal üzere sultanlar gibi dünya üzerinde gezdirip dolaştırıyor. İşte bu hal ile yaşatıldığımız bu dünyadan çıkarken! Nefsimin sebep olduğu kırk senenin enkazı altında kalanların cümlesinden helallık almak istiyorum. Bilmeden yapmış olduğum amellerimden sadır olan her türlü zararlarımız için bana haklarınızı helal ediniz. Ribat misafirhanenin giriş kapısı Burhan Bunları tek tek isimlendirerek sizleri teşhir etmek ve bizleri evvelce tanımayan kimseleri de şahit tutmak istemiyorum. Beni tanıyanlara, benimle ilişkisi olanlar ne gibi muameleden dolayı kendileriyle helalleşmek istediğimi bilirler. Tekrar 65 ediyorum. Kırk senelik yaşantımda bugün bildiklerimi bilmiş olsaydım olan olayların hiçbirine sizi ortak etmezdim. rini günahtan kurtaramazlar. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’de rabbimizin bütün fiil ve sıfatlarının sırrı gizlidir (B) nin noktasında. Bu kitapçığın bir sırrı da şudur ki! Bizden manevi hak talep edenlere bir nasihattir. Olur ki, sizlerin de kurtuluşunuza vesile olurum. Gayret sizden, başarı Allah (c.c.)’dandır. Rabbimize yapılacak en büyük ve en güzel dua, “YARABBİ bana Besmele-i şerifin sırrının nasip olduğu kadarının ilmini bahşet” demektir. Bizden maddeten hak talep edenlere ise, kim hakkımız var diyorsa, yaşadığı müddetçe bu kitapçığı tahrip etmeden, inhisarı altına almadan çoğaltıp ticaretini yapar, kazançlarından istifade edebilirler. Son olarak sizler tarafından intikam almak isteyenlere nefsimizi rezil etmelerine en güzel bir vasıta olabileceği düşüncesiyle yine sizlerinden helallık istiyorum. Bir çok dillere çevrilmesi mümkün olduğu takdirde bütün insanlık âlemine ışık tutacağını da ümit ettiğimi bildirmeyi faydalı görüyorum. M.İbrahim DİRLİK (1420) ÖĞÜTLERİNDEN 1. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM 2. ESTAĞFİRULLAH EL AZİM 3. LA İLAHE İLLALLAH 4. ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMEDİN ABDÜKE VE NEBİYYÜKE VE RESULÜKENNEBİYYİL ÜMMİYYUN VE ALA ALİHİ VE SAHBİHİ VE SELLİM BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ağzımızdan bilerek çıkarsa önce CEHENNEM kapılarını kapatır, Rabbimize giden bütün yollar açılarak yaptığımız her iyi amel ve dua da Rabbimize sunulur. Oradan Rasulüllah Efendimize sunulur, kıyamete kadar saklanır. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM’de ibadet gizlidir. Rabbimize sunulan her ibadetin başında Besmele-i şerifin bulunması ZATA mahsus mana sırrını taşır. Bizim sırlarımız bu ibadetimizde gizlidir. Bu sırlar ile Rabbimizden AF-NİMET-İLİM ve her türlü ihtiyacımızı istiyor ve gizli zarf gönderiyoruz. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ile insan her yaptığı işte, her yediği nimette ve her işlediği hayır amelde Besmele-i şeriften gafil olmazsa bir müddet geçtikten sonra o kulun tüm vücudunu Besmele-i şerifin nuru kaplar. İşte bu hal Rabbimizin bir sırrıdır. O kul, bu sırrın ilmini alırsa Besmelei şerifin sırrına nasibi kadar vakıf olur. 1- BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM = Rabbimizin bir ismi azamıdır, onun katından her ne çıkarsa BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM der. Rabbimizi zikreder. Kâinata saçılır bu âlemde gözle görülen, görülmeyen, yenilen, yenilmeyen, içilen, içilmeyen her ne varsa BESMELE ile Rabbimizi zikreder. 2- ESTAĞFİRULLAH EL AZİM = Bugüne kadar gafil olarak devresi kesilen bütün Besmelei şerifler için istiğfar etmiş olur ki, kişi günahlarını, hata ve noksanlarını ayrı ayrı hatırlaması da aynıdır. Günahlar, hata ve noksanlar, unutulabilir, fakat devresini kestiğim bütün Besmele-i şerifler için ESTAĞFİRULLAH EL AZİM derse gaflet içinde işlemiş bütün günah, hata ve noksanlardan tövbe etmiş olur. Günah, hata ve noksan, bunların üçü ayrı şeylerdir, üçü de inanıp iman ettikten sonra olan hallerdir. Günah Avamda, hata Havasda, noksan ise Havas-ul Havasda zuhur eden hallerdir. İnanmayan insanlar bu üç halde inatlarından olduğu için hepsine birden KÜFRÜ İNADİ denir. Bu halde evvela ŞEHADET sonra TEVBE etmesi gerekir ki, İSTİĞFARA devam edebilsin. Biz insanlar gafletimizden çok seyrek söyleriz. Devreyi keseriz, mademki, Hak’tan gelen Hakka gider bu devreyi gafletle kesenler kendile- 3- LA İLAHE İLLALLAH = Tertemiz bir istiğfardan sonra Allah (c.c.)’ın birliğini, Ondan başka İlah olmadığını tasdik etmek, CÜZ’İ AKLI-KÜLLİ Bu dörtlü KADİRİ ve RUFAİ tarikatında günlük derslerinin bir bölümüdür ki! 66 Burhan AKIL ile birleştirmek olur. Öyle olur ki, kul (LA) dediğinde kendisi de içinde olmak üzere bütün âlemler silinir ve yok olur. (İLAHE) dediğinde korkulacak, sığınılacak, yardım görülecek hiçbir varlığın olmadığını kalben ve lisanen tasdiki eder, şek ve şüphenin ortadan kalkması, batıl ilahların ve tabuların yıkılmasına vesile olacak hareketlerin, inanç ve görüşlerin yıkıldığı mahal ve ifadesi. VAHDET’den KESRETE yolculuğa geçişte “İNNELLAHE VE MELAİKETEHU YUSALLUNE ALENNEBİ YA EYYÜHELLEZİNE AMENU SALLU ALEYHİ VE SELLİMU TESLİMA” emrini alan MELAİKE’İ KİRAM selatu selamları arasından CEBERRUT ve MELEKÛT âlemlerini geçerek MÜLK âleminde KADER çizgisindeki görevlerine geri döner. Aldığı emrin şehadeti ile kalb ile tasdik, dil ile ikrar ederek. Buradan da kurtuluş Allah (c.c.)’ın lütfü ile geçildiğinde (İLLALLAH)’a geçilir ki, burada da (İLLA)’yı yok icap eder. Çünkü İLLA denildiğinde ortada kıyas yapılması gereken şeylerin de varlığı anlaşılır ki, bunların da yok edilmesi, gönülden temizlenmesi şartlılığı vardır. Bunlar da yıkıldığı an YÜCE ALLAH (c.c.)’a ulaşılabilsin. 4- ALLAHÜMME SALLİ ALA SEYYİDİNA MUHAMMEDİN ABDÜKE VE NEBİYYÜKE RESULÜKENNEBİYYİL ÜMMİYYUN VE ALA ALİHİ VE SAHBİHİ VE SELLİM = Salâvatı şerifinin zikrine devam ile Allah (c.c.)’ın birliğine inanmış kullarının Onun Resulüne, Peygamberine de (s.a.v.) inanmışlığın tasdiki, maksud olan MUHABBET’e Yapılan ibadetler azimet kazanır. Ulaşılan nimetler, fevkalade haller insanı yeniden varlık âlemine götürür. Allah (c.c.) lütfeder, NEFSİ SAFİYYENİN EMMARESİNDEN sonra, LEVVAME, MÜLHİME ve MUTMAİNNE basamaklarına da ulaşıldığında, bunların da hakiki sahibini bilir ve tam teslimiyetle ALLAH der. İşte burada LA İLAHE İLLALLAH kelime-i tevhidinin NUR’una ulaşır ki, bundan sonra ulaşılan haller ki, bu NUR ışığında tamamen SIRDIR. SAFİYYENİN SAFİYYESİNE ulaştığında VAHDET makamında HAYRETE daldığında gördüklerin seni yanıltırsa ya MECZUP ya da LAL olursun. Çünkü orası hakikatler âlemidir. Orada ne zaman, ne mekan, sarhoşluk alemi, HU. HU. HU. (O.O.O.) ESMASINA geçiş HU’nun NUR’u-HU’nun ESRARI. İzahı mümkün değil. Tek kelime ile ZİKRİ AZAMI zahir olur. YÜCE RABBIMIZIN aynasında HABİBİ RESULÜ MAHMUD makamının AHMEDİ-MUHAMMED MUSTAFA SIRRI zahir olur. KULLUK NURU aslı ile birleşerek HAYRET makamından çıkar. Kâinatın var olmasının sebebinin RUHU’nun sırrı ile MUHAMMEDÜN RESULÜLLAH şahadetini kalp ile tasdik, dil ile ikrar eder. Bu şehadet ve tasdik, bu kulu KESRET ÂLEMİNE iade eder. ulaşır. Çünkü bu Allah (c.c.)’ın ulaşılmasını emrettiği yüce bir makamın zirvesidir. Bu kulluk makamıdır ki, bunun zirvesinde Kâinatın yaratılmasının sebebi, LEVLAKE LEVLAK VEMA HALAKTÜL EFLAK sırrının zahir oluşuna duyulan muhabbetin zahir oluşunu, Yüce Rabbimiz “ANDOLSUN SİZE KENDİNİZDEN ÖYLE BİR PEYGAMBER GELMİŞTİR Kİ, SİZİN SIKINTIYA UĞRAMANIZ ONA ÇOK AĞIR GELİR. O SİZE DÜŞKÜN, MÜ’MİNLERE KARŞI ÇOK ŞEFKATLİDİR, MERHAMETLİDİR.” Ayeti kerimesinin NURU tecelli eder. ALLAH RESULÜNÜN “Bana selatü selam getirildiğinde Allah (c.c.) benim ruhumu cesedime iade eder ben de cesedim ve ruhum ile anında size mukabelede bulunurum” buyurur. Aynı zamanda ismi azamı içinde bulunduran bu salâvat-ı şerife, RABBİMİZ, PEYGAMBERİMİZ ve BİZ ÜMMETİ arasındaki bu MUHABBET zinciri ERSELNAKE İLLA RAHMETEN LİL ÂLEMİN” SIRRINI cem eder. MÜLK, CEBERRUT ve LÂHUT âlemlerinin bu sır ile kıyamete kadar baki kalmasına vesile olur. Kâinat bu sır ile ayakta durur. BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM ÂLEM-İ ERVAHTA bu NURU tanımayan hiçbir mahlûk yoktur. Bu NURU görüpte Allah (c.c.)’ı hatırlamamak mümkün değildir. Tanımak başka, tasdik başkadır. Tanıdığı halde tasdik edemeyenler (VE BİL KADERİ) sırrı ile perdelenmişlerdir. Burhan “VEMA dediğin anda onlarla olan ilişkilerinde onlar sana zorluk çıkaramazlar. Yalnız şunu unutma ki, onun kılıfı kalptir, vasıtası dil, O! öyle büyüktür ki, her kılıfa sığmaz, her vasıtaya binmez. Bunu da AKIL ile bulmak sana düşer. 67 Otuz Evinin Sultanları Zeynep GÜLOĞLU zeynepgultek@mynet.com Çocuk Terbiyesi İmam Gazali, anne ve babanın çocuklarına en önce öğretecekleri ahlak ve dini şöyle anlatır: 1- Her anne baba, Özellikle baba Amentü’den sonra güzel ahlakı çocuğuna öğretmelidir 2- Her anne baba çocuğunu kötü arkadaşlardan uzaklaştırmalıdırlar. 3- Her anne baba, ziynet, fazla para vermek ve işret yerlerinden çocuklarını sakındırmalıdırlar. 4- Çocuklarda oburluk hasleti tezahür edebilir; oldu ise onları menetmeleri gerekir. Yemeğe başlarken Besmeleyi okumayı, onlara ufak lokmayı aldırıp bolca çiğnemeyi, sağ elle yemeyi öğretmelidirler. Böylece oburluk zafiyeti tedavi olunur. Çocuklar sofra üzerine başlarını götürürlerken bundan da onları sakındırmaları gerekir. Özellikle sol elle taharet alındığı için sol elle lokmayı ağızlarına götürmemelerini tavsiye etmelidirler. Özellikle sol elin parmaklarını ağza götürülecek lokmaya değdirmemek gerekir. Bir lokmayı yutmadan evvel ikinci lokmayı ağza götürmesine de engellemeleri lazımdır. Aksi takdirde oburluk ve cimrilik çocuğun ruhuna hâkim oluverir. 5- Çocuğa cömertliği öğretmelidirler. Obur çocukları tenkit ekmekle isarı, kanaati ve cömertliği 68 sevdirmelidirler. Aksi takdirde çocuk büyüdükten sonra faziletlerden mahrum olur. Bunların hepsini hikâye suretiyle onlara tebliğ etmek icab eder. Çünkü çocuklarda henüz idrak tekâmül etmediği için akılları hikâye suretiyle anlamaya daha müsaittir. 6- Hatalardan göz kapatmakla güzel hareketlerini övmelidirler. Zira fıtraten insan övülmeyi sever. Gizli hareketlerini de halkın yanında söylememelidirler. Aksi takdirde çocuklar ruhi eziklik içerisine girer ve hantal olurlar. Artık büyüdükten sonra bu huy onlardan geçmez. 7- Gizlemek istedikleri bir fenalığı işlemek anında ana-baba teğafül etmeli ve bilahare ustalıkla onları vazgeçirmelidirler. Unutmayalım "Kimin yanında çocuğu varsa onunla çocuklaşsın." buyrulmuştur. Yani akıllarının ve mizaçlarının miktarınca muamele etsinler. Hususen iyi hareketlerinde onları övmek, aferin demek ruhlarını okşar ve onları iyiliğe iter. Pedagoji ilmiyle iştigal edenler de bunun üzerinde çok durmaktadırlar. 8- Gündüz onları yürütmek ve hareketlendirmekle çevikliğe alıştırmalıdırlar Aksi takdirde tembelleşirler. Burhan 9- Şımarıklıktan arkadaşlarının üzerinde kibirlilik yaptıkları takdirde de onları sakındırmalıdırlar. Tevazuun güzelliğini ve faziletini öğretmelidirler. Hatta anne babanın mallarıyla makam ve riyasetleriyle övünmelerini men etmelidirler. "Kimin ameli (hareket ve çalışması) geride ise nesebi onu ilerletmez." mealindeki hadisi kalplerinde nakşetmelidirler. Aksi takdirde cahiliye devrinin ayıbını yani ecdatla iftihar etmeyi adet edinirler. İbni Abidin (k.s) Şöyle Buyurmuştur: "İhlas ilmini okumak; ucub, riya, hased gibi manevi hastalıkları bilmek ve bunlardan muhafaza olmaya çalışmak farz-ı ayındır (her müslüman’a 10- Halkın elinden hediye almamalarını tavsiye etmelidirler. Özellikle anne baba fakirse almanın zilletini vermenin üstünlüğünü çocuklara sevdirmelidirler. Anne baba zenginse, çocuklarını israftan men etmelidirler. farzdır). İnsanın nefsi için her birisi birer afet olan kibir, gazap, cimrilik, ihanet gibi hastalıkları bilmek ve kendini bunlardan muhafaza etmek de farz-ı ayındır." (İbn-i Abidin; I/42) 11- Arkadaşlarından sırt çevirmemelerini, üst başlarını temiz tutmalarını, temizliğe riayet etmelerini öğretmelidirler. 12- Yeminden yalandan çok soru sormaktan on- sanat ve ilmin öğretilmesine vesile olacak oyunları ları men etmeleri şarttır. Yerine göre de konuşturma- öğretmeli, kız çocuklarına da nakış, dikiş, kap kacak, bebek gibi oyuncakları almalı ve onları serlıdırlar. best bırakmalıdırlar. Hülasa her bir nevi ilerdeki iş sahasına göre yetiştirmek gerekir. Hadis-i şerifte de 13- Dinlemeyi onlara öğretmelidirler. şöyle buyrulmuştur: ''Meşgul olun, oynayınız, çünkü Ben dininizde ağırlık yapmanızdan ikrah edi14- Büyük adamlara, hocalara, amirlere karşı yorum.'' Her şeyde vasat hal şarttır. Nitekim ''İşlerin saygı göstermeyi öğretmelidir. Bunların gelmelerinde en hayırlısı en mutedil olanıdır.'' buyrulmuştur. kıyam etmek usulünü öğretmeyi ihmal etmemeli ve ismen bunlara hitap etmelerini men etmeleri gerekir. 16- Sövmek kötü laf söylemekten çocukları menetmelidirler. Hayrete şayan ki, zamanımızda ço15- Dersin dışında oyunlarında göz kapatmakla cuklara şuna söv, şunu döv, buna şöyle söyle, şuna onları serbest bırakmalıdırlar. İmamı Gazali diyor ki: böyle söyle gibi abur cubur sözler öğretiliyor. Bu ne Oyundan men edilen çocuklar hileye alışırlar ve zetuhaf... Buna çok dikkat etmek lazım. kaları körleşir. Büyüdükten sonra da hikmet ilimlerini öğrenmekten aciz kalırlar. Öyle ise erkek çocuğa 17- Vatan sevgisini, cihat sevgisini çocukların kalbinde nakşetmelidirler. Nitekim Hadiste ''Vatan Bediuzzaman Said Nursî Hazretlerinden: sevgisi imandandır.'' buyrulmuştur. İ'lem, eyyühe'l-azîz! Kâfirlerin, Müslümanlara ve ehli Kur'ân'a düşman olmaları küfrün iktizasındandır. Çünkü küfür îmâna zıttır. Maahaza, Kur'ân kâfırleri ve âbâ ve ecdatlarını îdâm-ı ebedî ile mahkûm etmiştir. Binâenaleyh, Müslümanlarla ülfet ve muhabbetleri mümkün olmayan kâfirlere muhabbet boşa gidiyor. Onların muhabbetiyle karşılaşılamaz, onlardan medet beklenilemez; ancak "hasbünALLAHu ve ni'mel vekil"diye Cenâb-ı Hakka ilticâ etmek lâzımdır. (Mesnevi-i Nuriye, s. 76,77) Burhan 18- Taharet, abdest, namaz, nafile oruç ve ibadetlerin keyfiyetlerini fiilen onlara yaptırmalıdırlar, sonra onlara tabiat olur. 19- Her türlü haramdan, hırsızlıktan, kız çocukları da açıklık saçıklıktan men etmelidirler. İhtilamın, guslün durumlarını zamanında onlara bildirmelidirler. Kısa surelerin ezberletilmesini temin etmelidirler. İşte buraya kadar saymış olduğumuz vazifeler anne babaya vacip olan hususlardır. 69 BURHAN ÇOCUK BAŞARININ ÜÇ ANAHTARI Musa KARACA mkaraca_rehber@hotmail.com 1.Başarıya inanma: Bedenimizdeki davranışlarımızı kontrol eden merkez beynimizdir. Sinir sistemlerimizden veya duyu organlarımızdan gelen uyaranları değerlendirerek ona göre davranış geliştirmemizi sağlar. Duygular da beyinde düşünceye dönüşür. Düşüncelere göre ise beyin hareket geliştirir. “Bilinçaltı söylenene inanır. Kendinize ne söylerseniz o olursunuz. Yapabileceğinize de inansanız, yapamayacağınıza da inansanız, haklı çıkarsınız”. diyor Henry Ford. Yani başarıya inandığın zaman beyin başarı yollarını düşünür. Başarı yolunda davranışlar geliştirir. Aksi durumda başarısızlık davranışları geliştireceğinden insan başarılı olamaz. 2. Makul bir hedef belirleme: Rotası belli olmayan yelkenliye hiçbir rüzgar yardım etmez. Hedefi olmayan çocuk ders çalışmaktan sıkılır. Tarihe baktığımızda Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethetmeyi hedeflemiş ve “Ya ben İstanbul’u alırım yada İstanbul beni” diyerek hedefe nasıl odaklandığını ortaya koymuştur. Sonuçta İstanbul’u fethetmiştir. Yine ispanyanın fethinde Tarık b. Ziyad karaya çıktıktan sonra gemileri yakmış sonuçta ispanya fethedilmiştir. Sizinde uğruna gemileri yakacağınız hedefiniz var mı? 3.Sistemli çalışma: Başarı planlı ve programlı çalışmayla mümkündür. Plan sınav gününe kadar hangi dersin hangi zaman diliminde ve nasıl halledileceğinin belirlenmesidir. Program bir haftanın bütün günlerinin saat saat nasıl değerlendirileceğinin belirlenmesidir. BİLMECELER KÜÇÜK KUL Mutluluğa uzanan Sevgi dostluk yoluyum Ben yüce Allah’ımın Küçücük bir kuluyum İpek gibi kalbimle Mevlamın hizmetindeyim Son Resule inanan Muhammed ümmetiyim Ahirete Kur'an'a Meleklere var imanım Çok şükür ki Rabbime Doğuştan müslümanım Gönderen: Halil MERT / Sultanbeyli 70 Soru 1: Duvara yapışık Soru 2: Yer üstünde yağlı kaşık Soru 3: Evi sırtında, ayağı karnında, gözü boynuz, iyi yalnız Soru 4: Karşıdan baktım al, yanına gittim dal, ağzıma attım bal Cevap 1: Salyangoz, Cevap 2: Yılan, Cevap 3: Fil, Cevap 4: Kiraz Gönderen: Betül DEMİR / Sultanbeyli RESİM Babası önünde boş kâğıda bakan kızı Seçil’e sordu — Kızım ne resmi yaptın? — Babacığım çimenlikte bir keçi resmi yaptım. — Ben bu resimde çimen göremiyorum — Keçi yedi... — Eee keçide göremiyorum — Yiyecek bir şey kalmayınca oda gitti… Gönderen: Hatice YILMAZ / Sultanbeyli Burhan ARKADAŞLIK Kötü karakterli bir genç varmış. Bir gün babası ona çivilerle dolu bir torba vermiş. “Arkadaşların ile tartışıp kavga ettiğin zaman her sefer bu tahta perdeye bir çivi çak”demiş. Genç, ilk günde tahta perdeye 37 çivi çakmış. Sonraki haftalarda kendi kendine kontrol etmeye çalışmış ve geçen her günde daha az çivi çakmış. Nihayet bir gün gelmiş ki hiç çivi çakmamış. Babasına gidip söylemiş. Babası onu yeniden tahta perdenin önüne götürmüş. Gence: “Bugünden başlayarak tartışmayıp kavga etmediğin her gün için tahta perdelerden bir çivi çıkart.”demiş. Günler geçmiş. Bir gün gelmiş ki tahta perdede hiç çivi kalmamış. Babası ona: “Aferin iyi davrandın ama bu tahta perdeye dikkatli bak, çok delik var. Artık hiçbir şey geçmişteki gibi güzel olmayacak. Arkadaşlarla tartışıp kavga edildiği zaman kötü kelimeler söylenilir. Her kötü kelime bir yara, bir delik aynen kalacak, kapanmayacaktır. Bir arkadaş ender bir mücevher gibidir. Seni güldürür, yüreklendirir sen ihtiyaç duyduğunda yardımcı olur seni dinler sana yüreğini açar” demiş. YANITLAR ZORMUŞ… Öğretmen, çocukları yazılı sınav yapıyordu. Soruları yazdırmış, sınıfta geziyordu. Neredeyse ders saati biteceği halde bir öğrencinin kağıdına hiçbir şey yazmadığı ve başını kaşıdığı dikkatini çekti, yanına gidip sordu: - Ne o, sorular çok mu zor evladım ? Çocuk, gayet sakin yanıt verdi: - Yoo! hiç de değil öğretmenim. Aslında sorular kolay, yanıtlar zor! SAĞLIK Vücuduna iyi bak, Aman dikkatli yaşa Hastalık denen düşman Pusudadır her zaman Zayıf düşersek eğer Bize saldırma ister. Fırsat verme düşmana Yaklaşmasın hiç sana Gönderen: Emre DEMİR / Sultanbeyli ÖĞRENMEDE SEÇİCİLİK Her gün beynimize beş duyu organımız aracılığı ile bir yığın algı, etki, izlenim ve bilgi gelir. İsteyerek veya istemeyerek birçok uyaranla karşılaşırız. Bunlardan bazılarını zamanla hatırlarız, bazılarını ise hatırlayamayız unuturuz. Unutulan verilerin bir kısmı duyulup anında unutulur, bir kısmı belli bir zamana kadar akılda tutulur, bir kısmı ise bir ömür boyu saklı kalır. Şu an kendinizi dinleyip son bir ayda yaşadıklarınızı hatırlamaya çalışın. Size enteresan gelen bilgiler, hoşlandığınız, beğendiğiniz yada aksine nefret ettiğiniz olaylar akla ilk gelen bilgilerdir. Tüm bu hatırlananların ortak özelliği verilerin duygularla boyanmasıdır. Bizi bir şekilde çok etkilemiş olmasıdır. Sinir hücreleri aracılığı ile beynimize ulaşan bilgiler beyin hücrelerini tetikler. Önemsediğimiz bilgilere beynimiz önemlidir komutu vererek uzun süreli hafızaya kaydeder ve önemine göre uzun süre saklar. Eğer ulaşan bilgi bir merak ve ilgi uyandırmıyorsa yararsız bilgi adıyla etiketlenip dışarı atılır. İsteyerek çalışılan bir ders istemeyerek çalışılan derse göre daha kalıcı olmasının sebebi de budur. Kısaca öğrendiğimiz bilgilerin hafızamızda kalma süresi önemsediğimiz kadardır. Ders çalışırken veya ilim öğrenirken beynimizin bu özelliğini göz önünde bulundurursak bilgilerimiz daha kalıcı olacaktır. Burhan 71