sehrengiz 15 - WordPress.com
Transkript
sehrengiz 15 - WordPress.com
METAFİZİK İNKÂRIN RASYONALTESİ VE KURUYAN KİMJONGİLLERİN 1 ŞİİRİ VEYA NÂZIM'IN EKSİK ÇİVİSİ mehmet doğan edebiyat ve düşünce dergisi KADAVRA METODOLOJİSİ VE ŞİİRİN ÖLÜMÜ dr. ali öztürk BİR ŞAİR, BİR BİLGE, BİR YÖNETMEN: ROBERT BRESSON bülent özdaman SİNEMA ÖNCESİ SİNEMA abdullah şahin KOMÜNİST GELİYOR, KAÇIIIN! serkan sevinç BARAN ÇAÇAN: “Durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha güzeldir.” (söyleşi) HARF İNKILABININ GÖTÜRDÜKLERİ -IIburak bir ŞİİR VE DEVLET –III(KARAC'OĞLAN) cundullah fidan EVSİZLER EVİ M. Mansur Acuner (söyleşi) VİCDAN HAREKETİ Gökçe Değirmen (söyleşi) mehmet sami, hatice aydın, nihan gencer, mustafa kadir çelik, gül tanrıverdi, zehra aktaş, cihat karaman, burak yıldız, enes malikoğlu, turgay demir, uğur demirkıran, ayfer sümer, gülhan tuba çelik, betül taştekin, zeki altın, tan doğan, ismail denizhan, cengiz zorbey, selman emre, muhammet efe, idris selici, enes diriğ, muhammet çelik şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 -edebiyat ve düşünceSevgili Okurlar aralık-ocak-şubat 2014-2015 sayı:15 genel yayın yönetmeni: cihat karaman yayın ekibi: mustafa kadir çelik serkan sevinç ali yaşkın muhammet çelik ön kapaktaki resim: dilay hut iletişim: twitter.com/sehrengizdergi facebook.com/sehrengiz.dergisi sehrengizdergisi.wordpress.com yazışma: sehrengiz.yazilari@gmail.com Kim olduğunuza dair hiç bir fikrimiz yok ama yine de özlüyoruz sizi. Sizden ne haber diye soracak olursanız yok bişi. Nesnelere bakıp esniyoruz. Yürüyoruz sokakların kimseye kalmadığı saatlerde. Kendimizi size tavsiye etmiyoruz, kendimiz diye bir şey var mı o da belli değil zaten. Tavsiye etmiyoruz, çünkü etrafa tehlike saçan mutluluklar var cebimizde. Yoo, martılara simit falan da atmıyoruz, kim dolduruyor sizi böyle? Bilye oynar mısınız? Gelin gelin, “tabure yokuşlarında”, “palmiye altlarında”, zulümlerden korunmuş fakat kendine zulmedenlerden korunamamış sahillerde yürürüz hep beraber. Tuzu kurular gibi konuşur, nanik yaparız uzak ülkelere. Her ne kadar mevsim kış da olsa bizim kırılıp toz haline geldiğimizi söyleyenler karın üstümüzü örteceği konusunda haklı gözüküyorlar. Şimdi eğer biz taş tozuysak hangi toprağa karılalım diye düşünmüyoruz. Rüzgârın savurduğu yerlere gidip otağ kuracak da değiliz. Tek bir şey sadece: Kar suyuyla beslenecek vakte kadar ayakta kalabilmek. Her ne kadar aynalara çiçek atıyorsak da, bizi karanlık pencerelerden uzanıp alanlar da biliyor ki, vazgeçmeyiz gülümsemekten. Umudumuz sizsiniz! İyi de kimsiniz siz? Merhaba. Dönüp gitmeyin, yüzünüz çok güzel. At gibi gözleriniz. 0 (530) 775 63 78 0 (530) 641 78 84 istanbul (2) Çek bi salata. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 tüm bu dışarılar senin cundullah fidan o katı duvara tosladım başım dönüyor habire yoksuzum, ağaçları bildim, çimenleri, çiçekleri kokusuna bayıldığın sümbülleri çiftliğin kapısındaki o köpekleri gördüm duvara renk veren boya bir horozun suskun sesi bakınca anımsadım ortancaları yol boyu çocukken ne uzun tutmuşlardı gözlerimi ortancalardan bir kaç tuğla duvarın orta yerinde senin de payın öyle azımsanamaz duvarda her şeyden bir parça gözümün takıldığı aldım serptim yere senli günlerde ne kadar hasretliğin varsa içinde damıttım seni bildim, söyledim de nedir yokluğun o katı duvara tosladım başım dönüyor habire (3) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 en Elif'siz şiir mehmet sami şimdi şu ipten musallada yatan afganlı türkü söylese kalkıp yine de hiçbirimiz unutmayız Elif'i hiçbirimiz yani ben ve gönlüm ve ellerim ve gözlerim ve Elif şimdi diyorum şu denizden atlar çıksa yeleleriyle dizilseler şuraya yine de hiçbirimiz unutmayız Elif'i hiçbirimiz yani ben ve gönlüm ve ellerim ve gözlerim ve Elif şimdi şu sarışın kız hatta bütün sarışın kızlar hatta bütün zeki sarışın kızlar gelse dese ki seviyoruz hepinizi yine de hiçbirimiz unutmayız Elif'i hiçbirimiz yani ben ve gönlüm ve ellerim ve gözlerim ve Elif ellerim bakıyorum Elif'in elleri gözlerim bakıyorum Elif'in gözleri sözlerim Elif'in sözleri yine de hiçbirimiz unutmayız Elif'i hiçbirimiz yani ben yani Elif yani Elif'in elleri yani gözleri (4) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Metafizik İnkârın Rasyonalitesi ve Kuruyan Kimjongillerin 1 Şiiri veya Nâzım'ın Eksik Çivisi mehmet doğan olarak kabul görmesinde muvaffak oldu. Aslında Şairler nala benzer; bir çivileri eksik bu mekanik devrimin en gelişmiş Garb olduğunda tıngırdayabilirler. Bilinçdışı tarihin bir memleketlerinde olmasını salık veren sözü edilen mi-l-adı olarak Kuzey Kore Ağlama Festivali, bizi fikrin kuramcıları, hiç tahmin etmedikleri bir şiirle hakikat arasındaki sarkaçta can çekişen hadise ile karşılaştılar: devrimin proleter çığlığı, gerçeklere doğru bir yolculuğa sevk edebilir. zavallı Rus steplerinden ve Çin'in gariban Kuzey Kore liderinin (Kim Yong-il) ölümü köylerinden yankılandı. Modern felsefe ve (irrasyonel şok) dolayısıyla gördüğümüz şeyler, sosyoloji için ilk “dakka bir gol bir” hadisesi budur. (en azından sosyoloji ve felsefe ilmi için) modern II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde, tarihin bütün buutlarıyla yargılanmasını bir Garb'ın patinaj içre felsefesi çok pragmatik ve zorunluluk haline getirmiştir. sözde iktisadi bir zemine taalluk ettiğine Aydınlanma zamanlarından beri Garb'ın inandırılan iki farklı kola ayrıldı; sosyalizm ve geri kalan dünyaya dayattığı zihnî paradigma, kapitalizm. Pasifik ötesine geçen güç dengesiyle insanın “yetersebep / yeterşart / güçbende” Amerika kapitalist bloğun patronajını devralırken, olduğu temeline matuftu. Buna göre insan, kendi Rusya da (o zamanlar SSCB) sosyalist bloğun reisi ontolojisinin sebep ve mahiyetini bile olarak tarih sahnesine çıktı (Doğu-Batı). Patronlar epistemolojisinin zihin kaynaklı raflarından kendi aralarında belli kaideler etrafında bir öğrenebilirdi. Tanrıya ve Tanrı adına parsel kapmış hinterlant çerçevesi belirlediler ve buna göre mahfillere savaş açacak cesareti olsa insanın, hemen her ülke bu bloklardan birinin çatısında daha doğrusu insan şöyle bir gücünün ve olmakla güvende olabilirdi. yapabileceklerinin farkına varsa; iş tamamdı. Tü r k i y e , b i l i n e n v e b i l i n m e y e n Bu zihnî paradigma, temelde insana sebeplerden mütevellit Amerikan kulübüne üye rasyonel-ampirik bir “logos”undan başka bir şeyi oldu ve bu üyelik yine bilinen ve bilinmeyen olmadığını söylüyordu. Aslında insan da pekâlâ sebeplerle bugün de devam etmektedir. Fakat bunun farkındaydı; fakat bunu dile getirecek bazı memleketler bu üyelik işini fazlaca ciddiye cesaret ve bu yetiyi harekete geçirecek sosyo- aldıklarından kimisi iç savaşlara bile maruz politik-kültürel zeminden mahrumdu. bırakılabildi. Kore, bunlardandı mesela. Patlayan Rasyonalizm, aydınlanma, pozitivizm ve Kore iç savaşında patronlar kendi mezheplerine son kertede bilimsel sosyalizm denilen zihniyet ve meşreplerine yakın olanlara önce silah ve kalıbı; maddenin, metaın; insanın her türlü malzeme yardımı sağladı, sonra bizzat savaşa istihsal ameliyesi ve tüketimi için bir başat unsur dâhil olarak ve diğer kulüp üyelerini de kavgaya (5) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 sokmak suretiyle bu işin ne kadar mühim yılında zindana kondular ve yıllarca orada olduğunu gösterme fırsatı bulmuş oldular. b ı ra k ı l d ı l a r. N a z ı m ' ı n n e re d e ys e ş a h s i II. Cihan Harbi'nin hemen ertesinde Ruslar diyebileceğimiz kadar ileri giden nefretinin bizden boğazları alma tehdidinde bulununca muhatabı olan-olacak Adnan Menderes Türkiye de gemisini can havliyle NATO paktına başbakanlığı, bir genel afla Nazım'ı azad etti ve o demirlemişti. Samimiyetimizi göstermek için de da Moskova'ya hicret! etti. Arkası yarını 1950'deki Kore Savaşı'na 4500 kişilik bir tugay biliyorsunuz…! gönderivermiştik. Neticede 724 şehidimiz oldu, İşte Nazım Hikmet bu esir askerlerimizin 2068 askerimiz yaralandı ve 234 askerimiz de esir Kore'de tutuldukları kampı 1952'de ziyaret etmişti düştü. ve "General Klark'ın piyade eri Veli oğlu Ahmet" Birinci cihan harbinden hemen sonra yeniden şekillenen memleketimiz, ikinci cihan şiirinin hikâyesi budur. Nâzım, Kore cenneti için kaleme aldığı şiirde şöyle diyordu: harbine dek aynı politik kadroların egemenliğinde kalmıştı. Politik kudret kendi elleriyle Garblaşma general klarkın piyade eri Veli oğlu Ahmet (1) faaliyetlerine girişmişti. Türkiye için tek yol öngörülüyordu: Garb. Ancak Garb'ın yolu ikiye "hani bahar sabahları vardır Ahmet çıkarsın evden çatallanmıştı ve Nazım gibi şairler başta olmak karşında bir müjde gibidir dünya üzere, memleketin birçok kalem kelâm erbabı bu işte böyle bir dünyaydı artık kuzey koreli için her sabah sapağın Rus tarafında durmayı tercih etmişti. her akşam her gece memleket Bunda sosyalist evrenin İslâm'ın iktisadi söz hürriyetindi mefkûresine olan paralellikleri de tesirli olmuş toprağı bölüşmüştüler demiryolları mudur, bilinmez. Fakat Arap coğrafyasında bu altın gümüş kömür ovada yağmur yöndeki tesirlerin (Baas gibi) nelere kadir dağda rüzgâr deniz bulut olduğunu beraberce görme fırsatımız oldu. güneş çocuk bahçeleri hastaneler okullar ve fabrikalar 20. Asrın hemen başında şekillenen bu Garbî ayrılığın ve aykırılığın tam olarak milletindi bahtiyardılar kimi öldürmeğe gidiyorsun Ahmet" neresindeydik? Esasen meselenin bizi alakadar eden bir tarafı yoktu. Dolayısıyla en rasyonel İnsan gerçekten duygusallaşıyor. Yeni biçimde şunu ileri sürmek olasıdır: memleket epikçilere göre neo epik, duyguculara göre lirik, entelektüelleri arasında vuku bulacak bu türden senaristlere göre dramatik ve yazıldığı çağın bir fikri ayrılık, sadece politik ve iktisadi bir şartları düşünüldüğünde bu şiirin pastoral … bir yaklaşıma istinat etmelidir. Dolayısıyla nihai şiir olduğu ileri sürülebilir. Fakat bana kalırsa şiirin kertede memleket için olmalıdır. Fakat hiç de böyle belirgin tarafı gerçek ve sürreel bir “trajedi” olmadı. Tartışma ve çatışma giderek Türkiye'nin unsurunu havi olmasıdır. Çünkü böylesinde bir kimin paryası payandası olduğu / olması lazım idea evrenine kurşun sıkan “Ahmet” bile olsa, geldiği / olacağı… noktasına gelip dayanmıştı. affedilebilir değildir. Sonra “Ahmet”'in cehaleti, Nâzım Hikmet ve arkadaşları (Kemal bilinçsizliği, ne yaptığının farkında olmazlığı… Tahir'i de anmalı ama o bu kulvardan pek uzakta, “trajik” unsurun paralel evrenleri gibi çoğalıp tartışmanın sakilliğinden pek münezzehti) 1938 gitmede. (6) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 ıstakoz bulunurmuş. En az 10 kadeh şarap içermiş ve dijestiv olarak da Hennessy VSOP konyağı tercih edermiş.” Biz insanlar için altmış yıl bir ömür, çok uzun bir vakit. Fakat şiirler için böyle diyemeyiz. Bazı şiirler zaten ölüdürler, bazıları zamanla ölür; bazıları ölümsüzdür, bazı şiirlerin de bir ömrü olur. Bazı şiirlerin ise, ölü veya diri, lahitini veya yerini daima bilmek lazımdır. Nâzım'ın bu şiiri bunlardandır. Sebep? Çünkü şiir bizim evimizdir. Bizler, vatanımızı ve şiirimizi muhafaza etmek için gâvurların kendi aralarındaki kavganın bir cephesinde şairlerini ve bir cephesinde de askerlerini savaştırmış olanlarız. Şairimizin ve askerimizin içinde bulunduğu “gaflet!” ne şairimizin köhnemiş dünya görüşlerinden birine taraftar olması ne de askerimizin dünya Trajediye yeterince zaman verdiğinizde patronlarının emriyle cephelerde bulunmuş ortaya çıkan komedi görülesidir. Bir şair, Kore olmasıdır; asıl felaket şairimizle ordumuzun - cenneti, babadan oğla devreden komünülke, milletimizin- her ne suretle olursa olsun karşı ölüm ve ağlama seansları… karşıya gelmiş olmasıdır. Bizim şairimiz Kore Bu şiir yazılırken Nâzım'ın evrensel lideri askerlerimiz için hemen hiç şiir yazmadı. Ama Stalin hâlâ yaşıyordu (bir yıl sonra ölecek). (2) Yani Nâzım Kore için yazmıştı. Bu şiirin semeresi Kuzey “Gün Ortasında Karanlık” da yazılıyordu. Belki Kore, askerimizin kahramanlığının semeresi ise Stalinizmin bir diğer kurgusal temsili olan 1984 de, Güney Kore oldu. İkisi de övünülecek bir şey değil, Orwell'ca yazılıyordu. fakat idea mumunun hayat güneşi altında eridiğini Nâzım'ın büyülü, “yalnız ve güzel” ve Nâzım'ın eksik çivisini görmezden gelemeyiz. kalemiyle sözünü ettiği Sovyet Cenneti ve hinterlandı için acaba Koestler ne düşünüyordu? .......................................................... Acaba Kravçenko neden oradan “kızıl cehennem” (1) Şiirin imlâ ve noktalamalarına bendeniz müdahale ettim. diyerek kaçmıştı? Kim İl-sung, ölüm, Kim Jong-il, (2) Garb'ın 2 yolu da çıkışsız ve fakat onun Batı yakası en ölüm, Kim Jong-un; iyi ki ölüm vardı… azından insan fıtratına bir fırsat sunmuş ve hatta bu sebeple Nükleer silahları bulunan ve halkının bir mânevî! baharatları olduğu gerekçesiyle tenkit de edilmiştir. kısmı açlık ve sefaletle boğuştuğu için BM gıda Sek rasyonel olduğu ileri sürülen Doğu cephesi ise, bir programında olan Kuzey Kore'nin ölen diktatörü mistifikasyon koepsi. Dünyadan başka dünya yok diyorlar, Kim Jong-il ile bir tren seyahati gerçekleştirmiş sonra da ölüyorlar. Ölüme ağlamak “ne garip çelişki anne”… Rus diplomat Pulikovsky'nin dediğine göre; (3) (3) Barlas, Sabah'taki köşesinde kaleme almıştı… “Kim Jong-il'in sofrasında her gün mutlaka bir taze (7) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 bir şair, bir bilge, bir yönetmen: robert bresson bülent özdaman Robert Bresson, Fransız yönetmen… Kendisine has bir üslûbu ve stili olan bu yönetmen; sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile duyunca saygı göstermesine karşılık, filmlerinin, sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok bilindiğini söyleyemeyiz. Bresson, sinema tarihçileri ve eleştirmenleri tarafından minimalist bir yönetmen olarak tanımlanır. Ama Bresson'un öyle ya da böyle bir sinema ya da sanat akımına dâhil olmak gibi bir derdi yoktur. Sadece kendi gözünden görüneni araya hiçbir bozucu faktör katmadan aktarmaya çalışır o kadar. Bu ve daha birçok farklı yönüyle Robert Bresson bugün Türkiye'de Nuri Bilge Ceylan dahil olmak üzere birçok yönetmene örnek olmuştur. Hatta bu yazı da konu edeceğimiz, Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar filminin müziğinin Kış Uykusu filminde kullanıldığını varsayarsak etkisinin ne denli derin olduğunu düşünebiliriz… Usta yönetmen sinema tarihinde çoğu başyapıt sayılacak on dört filme imza atmıştır. Mesela Andrey Tarkovski Bresson'un 'Bir Taşra Papazı'nın Güncesi' filmini sinema tarihinin gelmiş geçmiş en iyi filmi olarak görür… Bresson filmlerinin en önemli özelliği ulaşılması zor sadeliğidir. Enver Gülşen'e göre bu durum: 'Eksilterek çoğalan ve çoğaltan bir yönetmen' olarak tanımlanıyor. Kadrajına aldığı doğa ve insanı, bütün fazlalıklarından sıyırıp ruhsallığa erişen kapıları açar. Bresson'un kamerasının ucundaki hayat çok sadedir. Bütün filmlerinde rastlantılar, birbiriyle ilişkisiz gibi görünen birçok detay, ancak çok dikkatli bakan (8) gözlerde bir anlam ifade eder. Zira onun sinemasındaki hiçbir detay fazlalık olarak yer almaz. İnsanın kaderi ile rastlantı ve detayların ilişkisi, filmlerin sadeliği içinde kendisine bir yer açar. Oyuncu seçimlerinde profesyonel olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir yönetmendir Bresson. Bu yönüyle Türkiye sinemasında Nuri Bilge Ceylan ve Zeki Demirkubuz'un da izdüşümü olduğunu söyleyebiliriz. Oyuncu Bresson fimlerinde cansız bir model gibidir. Bresson oyuncularına kendi tabiriyle 'Model' der. İlk dönem birkaç filmi hariç hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunu, filmlerinde ruhsallığı yakalamak için yaptığını söyler. Oyuncular, duygusal atraksiyonları yüzünden bu ruhsallığa katılamıyorlar, diyor. Bresson'a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak duygusallığın uzağında ve 'üstünde' gerçekleşebilir. Duygusallık ona göre, ruhsallığın önüne set vuran bir engel gibidir. Enver Gülşen bu noktada şabloncu bir sinema mantığı kuran Hollywood sinemasını örnek gösterir. Bu konuyu biraz daha derinleştirecek olursak, Bresson filmlerini izlemeyi kolaylaştıracak hiçbir kandırma ya da fazlalığa bel bağlamaz. Duygusallığın, cinselliğin ve diğer tüm 'coşkulu' görünümlerin, ruhsallığın önüne perde olduğunu düşünür ve sinemasındaki ana amacın bu perdeleri kaldırmak olduğunu söyler. Böylelikle, Bresson sinemasının izleyicisi, kendisine hazır verilen ve amacı bir estetik ajitasyon yapmak olan filmlere baktığından farklı bir şekilde bakmak şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 zorundadır onun filmlerine. Çünkü hiçbir şey hazır verilmez Bresson filmlerinde. İzleyicisinin bakışı ve o bakışın filmin sürecine katılması çok önemlidir. Bresson sinemasında abartı ve gösterişte bulunmaz. Bresson enteresan bir şekilde kendi sinemasına bir sansür de uygular. Kamera hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuklardaki bu tutumluluk Bresson'un, hayatı nasılsa o şekilde ve tüm sadeliğiyle kavrama isteğinden kaynaklanır. Bresson, hayatın ve insanın özündeki ruhu, ancak duygunun üstüne ve ötesine varılınca anlaşılabilecek bir ruhsallığı amaçlar. Bu yüzden ke n d i a m a c ı n a u l a ş m a k ta a ra ç o l a ra k kullanabilecekleri hariç diğer her şeyi 'sansürler'. Bu yüzden oyuncular 'duygusuz' birer model gibidirler. Enver Gülşen'in yaptığı çok önemli bir tespit vardır, burada onu zikretmeyi çok önemli görüyorum: ‘Bresson'un sadeliği birçok açıdan, bizim geleneğimizde, özellikle Yunus Emre gibi mutasavvıfların şiirlerindeki sadeliğe benzer. Bresson'da Koca Yunus gibi erik dalında üzüm yedirir bizlere. Erik Dalında üzüm ne arar diye düşünmeyiz. Çünkü onun getirdiği mekân ve zamanın bütün sadeliği içinde, hayatın tüm kökleri tek bir ana kökte birleşmektedir. Bresson seyircisi, bu ana bağlantıyı göremezse ve onun filmlerini kimi kuramların 'açıklamaları' paralelinde izlemeye kalkarsa görüp görebileceği, yürürken ellerini kollarını oynatmayan kimi adam ve kadınların garip görüntüsü olacaktır ancak.' Kimi sinema eleştirmenlerinin, Bresson'un 'minimalist sinema kuramı' böyle buyurduğu için böyle bir biçim seçtiğini düşünmeleri ve kendi kategorilerine Bresson'u sığdırmaya çalışmaları, bağlantıları görebilecek bir göz ve gönüle sahip olamamalarındandır büyük oranda. Bir röportajında, hayatın içindeki basitlik ve sıradanlıkta, Tanrı'nın adını dahi anmaya gerek duymadan, O'nun varlığını görmenin öneminden bahseden Bresson için, tüm filmleri böyle bir arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini, salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu minimalizmin sebepleriyle, yani Tanrı'yı hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın çabalarıyla birlikte anlam kazanırlar. Bu anlamda Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder. Bresson'a kulak verecek olursak : 'Filmlerimi yaparken ne yapacağım üzerinde çok fazla düşünmem, açıklamaya kalkmadan sadece bir şeyleri hissetmeye çalışır ve hissettiğimi yakalamaya çalışırım… Düşünmek çok korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekânı kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini kullanmalısın!' böyle diyen bir yönetmen için, seçtiği biçimin bu fikre uygun bir biçim olması kaçınılmazdır. Filmlerinde ayrıca dramatik kurguyu çok önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine mesela insanların ellerine, ayaklarına ve yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu özellikleriyle hemen fark edilebilen bir stile sahiptir. ' Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol.' Diyerek hayatın bir kere oluşmuş bir hâlini aktarmak ister Bresson. Hayatın tekrarlanamazlığını… ‘Sanat, tekrarlanamaz olanı tekrarlanamaz bir biçimde aktarmak iştiyakı.' Bresson'un sanatı, izleyicisini sadece onlara görünen hakikat parçaları aracılığıyla birleşen kökleri keşfe çıkarmak. Bresson filmlerinde görünenler de böyledir. Her izleyici, onun filmlerinde ânı ve sadece kendisinin gördüğü şeyleri hisseder. Çünkü kendi hayatıyla iç içe geçmiştir film görüntüleri. Bu yüzden tekrarlanamaz olandan, kendi hayatındaki tekrarlanamazlara ulaşır seyirci. Yönetmen hakkında son olarak şunları söyleyelim: Bresson, doğa ve hayatın sadeliğini aktarmaya çalışırken, rastlantıların kader ile ilişkisine özel önem verir. Bu anlamda Bresson sinemasın da nesnelerin ve onların, kişilerin yaptıklarıyla olan ilişkisinin özel bir yeri vardır. Sinematograf Üzerine Notlar adlı kitabında herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket etmediği ama aslında 'hareketli olan' filmlerden bahseder. Hareket, dışarıdaki koşuşturmacalarda değil insanın içinde kopan fırtınalardadır. Bresson, filmleri normalde yavaş ilerledikleri halde, insanoğlunun kadim problemlerine eğildikleri için, beraberlerinde çok yoğun bir içsel düşünceyi ve hareketi çağırırlar. Au Hasard Balthazar / Rastgele Baltazar Bütün Bresson filmleri tek bir filmin parçaları gibi görünürler. Hangi filmini ele alırsanız alın, o filmin bitişik olduğu bir başka filmi ve Bresson'un hayat ve algısında tamamladığı bir yeri vardır. Bresson'da arayışın, umut beklentisinin sonuçsuz kalması ve başarısızlıkla noktalanması başat izleklerden birisidir. Umutları tükendiği ya da bir amaç, bir ilke için intihar eden gençlerin arayışındaki başarısızlık ile kutsal kâseyi bulamayanların başarısızlığı paralel bir şekilde değerlendirilirse modern insanın kabz halini (9) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 anlamak için Bresson filmleri bir çıkış noktası olabilir. Bresson bir şair ve hakikat peşinde koşan bir bilgedir. Ve modern insanın arayışının başarısızlıkla sonuçlanmasından oldukça müteessirdir. ‘'İnsanlar paraya tapıyorlar. Kimsenin Tanrı'yı bildiği, düşündüğü yok… Bütün dünya daha kötüye ve gitgide daha acımasız bir noktaya gidiyor…'' Bresson gitgide daha acımasız, daha vurdumduymaz, daha materyalist olan bir dünya da yaşamaktan acı duymaktadır. Onun filmleri, materyalist, acımasız ve ruhsallığından arınmış dünyanın bir tasviridir. Ancak tasvirle yetinmez o. Bütün bağları çözüp ruhsallığımızla karşı karşıya bırakabilecek bir imkânı da araştırır filmlerinde. 'Düşünmek korkunç bir düşmandır!' derken kast ettiği şey insanı, paraya ve materyalizme teslim eden 'düşünmeyi unutmuş düşünmektir'. Birçok sinema eleştirmeni ve yönetmeni tarafından sinemanın gelmiş geçmiş en önemli birkaç filmi arasında gösterilen “Au Hasard Balthazar (1966)” filmi için büyük Fransız yönetmen Jean-Luc Godard “Bir buçuk saatte dünya” yorumunu yapmıştır. Bir eşeğin başrölü oynadığı filmde, eşeğin başına gelenlerle benzer bir kadere yürüyen Marie'nin hayatı anlatılır. Yine tipik Bresson soru ve sorunlarıyla… Bresson'un Dostoyevski ile ilişkisi bilinir. Ancak O, Dostoyevski'yi standart bir yönetmenin çektiği gibi uyarlamaz. Nasıl ki Yankesici filmi Suç ve Ceza'nın standart dışı bir uyarlamasıysa, Rastgele Balthazar da Budala'nın oldukça değişik bir uyarlası olarak görülebilir. ***Bir çiftlik evinde doğduğunda “vaftiz edilen” ve Marie ile Jacques'in çocukluk anılarına eşlik eden eşek “Balthazar”, hayatının geri kalanında sık sık el değiştirirken aynı zamanda insanlığın yüzüne tutulan bir ayna işlevi görmektedir. Her gittiği yerde insanlığın acımasızlığına ve zulmüne şahit olur Balthazar. Ancak bu zulümler Gerard gibi gerçekten kötü insanların zulmü olabildiği gibi, sıradan “iyi” denebilecek insanların da vurdumduymazlıklarının, çıkarcılıklarının sonucudur çoğunlukla. Bresson bu filmde de diğer filmlerinde izini sürdüğü temel kötülüğü araştırır. İnsanoğlu, diğer insanlara ve canlılara bu kadar acı çektirebilmeyi hangi temel dürtüyle becerebilmektedir? Bundan çıkış ve kurtuluş yolu nedir? Bencilliklerinin peşinde koşan ve bu bencillikleri yüzünden Balthazar'a ve diğer insanlara acı çektiren insanlar, tüm insanlığın da bir prototipi gibidir. Bencillik, insanlığın en büyük kötülüklerinden birisidir ve bu yüzden başkalarına (10) çektirdiğimiz acıları dahi anlayamadığımız ve belirli bir süre sonra kendilerimize acı çektirmek olarak yansıyabilecek temel bir kötülüktür. Aynen Balthazar'da olduğu gibi, bu bencillikler, yapılan kötülüklerin üstünü örter, hatta bunları kötülük olarak görmeyecek kadar da kalp körleşmesine yol açar! Balthazar, bütün bu kötülüklerin, zulümlerin sessiz bir tanığıdır. Marie'nin hayatını daha 15 yaşındayken bir cehenneme çeviren bu tür bir bencillik ve acımsızlıktır aslında. Hem kötü insanların, hem de iyi insanların, yaptıkları ve yapmadıkları sonucu büyük bir felakete sürüklenen Marie ve Balthazar adeta insanlığın gitmekte olduğu büyük felaketin sembolleri gibidirler. Bresson'un diğer önemli filmlerinin olduğu gibi “Au Hasard Balthazar” filminin de final sahnesi, çok sade ama bir o kadar da insanlığın üzerine düşünmesi gereken bir finaldir. Hayatı boyunca kendisine acılar çektirmiş insanların zulümlerinin en sonuncusunda vurulduktan sonra gidip bir koyun sürüsünün şefkatine ve koruyuculuğuna sığınan ve ölümü o koyun sürüsünün içinde karşılar. Huzurunu yitirmiş, acımasızlık ve bencillik içinde bütün erdemlerini unutmuş insanlık için, kurtuluş umudunu, Balthazar'ın ölümündeki teslimiyetinde bulur Bresson. Balthazar'ın ölüm karşısındaki tutumu bir ermişinki gibidir. Prens Mişkin'in Hz. İsa'nınkine benzeyen tevekkülünü bir eşeğe yükler Bresson. İnsanlıktan umudunu kesmiş gibidir ve tüm insanlığa bir eşeği örnek gösteriyordur adeta. Bresson'un Balthazar'ın sığınması için koyun sürüsünü seçmesi önemlidir. Zira koyun metaforu rastgele seçilmiş gibi görünmemektedir. Paradjanov'un Sayat Nova filminde, bir rahibin ölümü anında içeriye doluşan koyunlar gibidir Balthazar'ın sığındığı koyunlar. İncil'de çoğu yerde 'kuzu' olarak adlandırılır Hz. İsa. Belki de Bresson, merhametsizlik, acımasızlık ve materyalizm karşısına iman ve teslimiyeti çıkarıyordur bu şekilde. Dünya sinemasının kendine has, kopya edilemez büyük bir yönetmeninin sadelik başyapıtı olan “Au Hasard Balthazar” gerçekten de 90 dakikada insanlık tarihi olarak değerlendirilebilir. ....................................... Kaynaklar: Bresson, Robert (1986). Sinematograf Üzerine Notlar.(çev. Nilüfer Güngörmüş).İstanbul: Nisan Yayınları Gülşen, Enver (2011). Hakikatin Sineması.İstanbul. Külliyat Yayınları şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 kadavra metodolojisi ve şiirin ölümü dr. ali öztürk Modern dünya görüşü cesede indirgenmiş Haldun'un, yaklaşık on beş yıl önce, biz bilgi üzerinden dünyayı yorumlayıp kurguladı. Canı henüz üniversite talebesiyken bana sual ettiği çıkarılmış, ruhu reddedilmiş, hakikati dışlayan noktaya dönebiliriz: ontolojik yaklaşımları esas alan bir epistemolojiyi “Bu kadar edebiyat fakültesi var, ama pek şair benimsedi, modern dünya görüşü. Esasen bu denli çıkmıyor, neden?” hakikatli kullanılan ontoloji kelimesinin özünde Bu soruya şimdi –daha erken de olsa- bile “ölü gerçeklik” metaforu vardır. Çünkü modern cevap vermek istiyorum. Diyorum ki bu dünya görüşü mekanize olmuş bir evren anlayışına üniversiteler tamamen yukarıda bu bahsi geçen dayalı olarak, insan ve tüm beşeri üretimleri de modern metodolojiyi benimsediler. Buna bağlı uyarlayarak, bilgiyi geliştirmeyi ve yargıyı olarak da şiirin bilgisine ilişkin eskilere nazaran çok sonuçlandırmayı esas aldı. daha fazla şey biliyoruz. Ama bu teknik bilgi ve Bu Batı'ya ve onun ürettiklerine bir yaklaşım, “şiirin kadavrasına operasyon” çekmeye süreliğine büyük üstünlükler sağladıysa da esasen benziyor. Ruhu ve estetiği, duyarlılığı ve gizi, sözü tüm medeniyeti içten içe tahrip eden araçların ve özü imha edilmiş; parçalanmış, nabzı serpilmesine de yol açtı. Buna bağlı olarak da her durdurulmuş bir hâl, bir şiir üzerine enerji sarf insani gizem, estetik ve sanat tahrip oldu, yok edilmiştir, kadavradan şiir, bu sebeple şair çıkmaz, olmadıysa da öldü. Belki sanat daha çok konuşulur çıkamaz. ve üzerinde daha çok araştırma yapılır oldu; ama Hâl böyle olunca bir şiirin hangi dönemde, bu onun varlığına ivme katamadı ve onun gelişip hangi saiklarla, hangi tekniklerle yazıldığını; kime yücelmesini temin edemedi. Böylece eskilerin ait olduğunu, kullandığı araç ve dil aparatlarını da miadı doldu ve ortada yeni/büyük bir istihsal da bilebiliyorsak, belki de şiir tarzlarına göre yok. mükemmel bilgisayar programları tasarlamanın Bu meselenin vuzuha kavuşturulması zamanı gelmiştir. Gerçekte ise şiiri bilemiyor, ona bağlamında ele alınması mümkün misallerden biri, yolculuk edemiyoruz. Çünkü kadavradan çıkan her belki de en çarpıcı olanı, “şiirin ölümü” teorisidir. şiir peşinen “cân”sız oluyor. (11) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 loop back jack nihan gencer 02.01.2005 12:25:54 zamanı geri çevirme yeteneği varmış 02.01.2005 12:26:21 2. katta tanıştık. Tabii benim 6. katta da dostlarım var. Orda bi davet vardı katılmam gereken 02.01.2005 12:26:32 loopback jack'i çok sevdim, bırakmak istemedim onu da davet ettim 02.01.2005 12:26:50 ama 2. kattan 6. kata çıkınca biraz basınçtan derisi döküldü 02.01.2005 12:27:21 sonra yemek çok güzel, her yer ışıklarla dolu etrafta uçuşan ışıklar hepsi 6. kattaki dostlarımın bizim cansız sandığımız canlıları 02.01.2005 12:27:36 loopbackjack burayı çok sevdi kendini burada sevdirmek istedi 02.01.2005 12:27:45 konuştu anlattı anlattı 02.01.2005 12:28:09 anlattıkları güzeldi ama biraz kendini yalanladı 02.01.2005 12:28:45 o anda yandan bir 6. kat dostu soru yöneltti loopbackjacke "sen kendinle tanıştın mı" diye 02.01.2005 12:28:52 o anda loopback jack panikledi 02.01.2005 12:29:03 bu soruyu hiç beklememişti 02.01.2005 12:29:07 yapılacak tek şey vardı 02.01.2005 12:29:17 ama yapamadı 02.01.2005 12:29:31 loopback jack soruyu soranın kafasını ısırarak parçaladı 02.01.2005 12:29:38 kızgınlığını dizginleyemedi 02.01.2005 12:29:49 sonra ben anı geri sarabilirim dedi 02.01.2005 12:29:55 anı geri sardığını sandı 02.01.2005 12:30:03 6. kata hiç çıkmamıştı Yağmur kararsızlığını uçurtma uçuyor diye örtsek hem uçurtma üşür, hem uçurum büyür. Gemileri yakalım da boşluğuna yüzenin ayaklarının altındaki hava kabarsın, gözler kapalıyken Sevinçse, aşağı bakınca DÛ$ Geçmiş olsun sakınılan göze batmış çöpe ve ayaklar kanamı$ Uçurum yaralarına (12) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 mustafa kadir çelik Kim kıvrılsa yanına böğürtlen çıkıntısı Sana yakın durmalıyım Yakın durmalıyım sana Baktıkça daha da güzelleşiyor yüzün Nedir öksürüğünde sakladığın ovultular Çağlasın ağıtlar bırak Çağlayınca yerini bulur Eteğinde sevinir çocuklar Sokaklarım seninle avunur Duruyor mudur hala dilinde iskele çığlıkları Kamburunda beslediklerin yerli yerinde midir? Buruşuk yüzlere de gizlenebilir sevinç Sabahları gülerek uyanırız kal Baharlanır çocuklarımız Yüzünde halkım yaşar istersen Gecikme Ölürken kucaklanabilecek kadınlar gördüm (13) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 artislik akıyor paçalarımızdan muhammet çelik benim bir mağaram var sarkıtları sizsiniz dikitleri biz ve akşam olduğunda bir bütündür orda kalplerimiz yutarak birbirini tanrının diktiği elbiseleri yırtarak yıkılır kocaman bir uğultu olur girer çıkarız dünyaya sıkışan pencerelerimizden girer çıkarız züleyhanın baktığı kuyulara ter kokularıyız birbirimizin, biliriz kimin soluğu kimin boğazında parmak uçlarıyla birlikte dudakların da ateşlendiği bir harbin ortasında kim kimi yağmalıyor biliriz belki bilmeyiz etlerin doğrandığı bayramlarda meteliksiz yiğitler gelir etyemez poşetleriyle belki gelir patlatırlar işkembeleri hançerden elleriyle kokoreç dükkanlarında oturur bekleriz acıları getirin deriz, getirin suları suları boğanların aşklarından olma bazı acılar ebulehebin elleridir, bilmeyiz dalaşma havarileriyiz çünkü hepimiz okunaksız yüzleriyiz birbirimizin gireriz aceleye getirilmiş uzantılarından, sakallarından tutarız kentlerimizi o kentler ki kapıları mendil satan çocukların aşklarıdır, açılmamıştır söyle bana, oralar da öyle midir, söylenmemiş sözler gibi inatçı yeni bir yutkunma mıdır her doğan gün siz de girer misiniz o kapılardan her sabah sizi de indirirler mi atlardan, kıskanarak saçlarınızı rüzgârdan sümükleriniz hep birbirinizin ceketlerinde midir sizin de ağızdan ağza dolaşan rahimleriniz midir umutlar çabuk tanrılar var edildi çabuk kadınlar şizofren balıklar acele ısırıklar bizim buralarda iki gün üst üste mutlu olmak, fotoğraf çekmeye yeltenmek sayılır askeri bölgeyi yasaktır, geçmişin aydınlığına çekilmekten korkarız, ölüleri sayarız düğünden döndüğümüzde bu yüzden öfke ve şehvet iki gerekli şeydir içimizde ne var ki tetiği çekilmiş silahta kurşun neyse, kesilmiş damarda kan, boşlukta tohum ölüm haberinden sonra yüzler neyse ertesi günümüz öyle öksüz ve bir başına, öyle serseri donumuza kadar alıp gittiğinde kazananlar, biz yürekliyizdir savaşa yeniden o kendini bilmez ukala tortularımızla, dondurma elimizde haykıracağız: daha bitmedi, daha bitmedi! daha törenlere katılacağız hep birlikte kravatlar gibi sıkarak kendi boğazımızı ellerimizle pastaya batırılmış yüzlerimizle uyurgezerler halinde caddelerden meydanlara yürüyüp ve sanırım intihar temalı marşlar eşliğinde intihar temalı direklere tırmanacağız ben daha çok sayıklardım da durdu çenem bir de baktım ki eklem yerlerimde İngilizce (14) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 hep birlikte yalnız ve kelepir, kullanılmayan arka odalarıyız mutluluğun öylece hiçbir yere gidemeyen, tıkanıp kalan, yığıntılardan bir dünya kusursuz kahramanlarız, haklıyız hep birlikte haklıca sıkılan ümükleriyiz durağanlığın öfkeden gıcırdayan dişleri hesabını sorup duruyoruz birbirimize sağ kalan yanlarımızın bir sağa bir sola dönüyoruz önemliymişçesine yönler var mıyız yok muyuz belli değil, su muyuz petrol mü bir yok olma provası olarak mı varız yoksa şişirilmiş büyük balonlarız belki batacak iğnemizi bekleyen biri devrim der demez diken diken olan tüylerimizle hep birlikte yalnız ve gönülsüz bulaşık yıkamaktayız bilmem yemeği kim yedi ve biz neden bulaşıkhanedeyiz bizde ilk şiirini yazmanla kanaat önderi olman arasındaki mesafe yandı ve sevgilim türkçesi olmayan bir şey olmamı istedi benden öyle ya, dünyada hiçbir şey engellenemez: olmalıdır her şey bir aile bozulmalıdır asmalıdır baba kendini yamulmalıdır bir çocuğun o güzel ağzı bir savaş sürmelidir mesela birçok savaş daha sürmeli ve domuzlar kadeh kaldırmalıdır: şerefe! soyunmalıdır insan ama az biraz da tütün basılmış yaralarıyla kaygan ipekler altından ansiklopediler neşretmelidir insan böyle demeli, ilham söğüşlemelidir ve daha neler el etek öpmeler seğirtip şemsiye tutmalar ayetler eşliğinde peygamber öldürmekle eşdeğer övünçlerimiz veya biz aparmak diyelim buna biz daha birçok şey demeyi öğrendiğimizde, kaçmayı öğrendiğimizde musluklar bozulunca su düşmanlarıyla ittifak dâhil, kabul ettiğimizde her şeyi ve onay üstüne onay ne bulursak yediğimizde ve ellediğimizde dünyanın ellenmemesi gereken yerlerini her şey olmalıdır dediğimizde, döl fabrikası olmalıdır abanmalıdır ağızlarımız akla akla akıl vermelidir insan dediğimizde birazcık canını yakabilir miyim matmazel, birazcık allah göstermesin, allah göstermelidir birazcık görmediysen gözlerini çıkar bir daha bak ellerini savur kurtul ayaklarından, söndür ışıkları bir daha bak insan kurtulmalıdır karanlığından kuyudan yusuf çeken adamı düşündünüz mü hiç kim bilir öptünüz belki de öptünüz mü her gün yusuf çekiyoruz kuyulardan ve satıyoruz köle pazarlarında (15) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 çabuk yoruluyoruz hayal kurarken bile çabuk elbiseler giyip çıkarıyoruz hep aynı elbiseler karnımda bir şişkinlik bir baş dönmesi derslerde bir yığılma ve haberler yani elimizden gelmeyenler, müslüman olmanın çağdaş tanımı yani yüzüme bakma derim bakma üzülürsün yüzüm yüz değil kösele yüzüm çiğköfte dürüm sigara üstüne sigara dünyayı kurtaramayınca peçete büyüklüğünde kalbi olanlar dünyayı kurtaramaz, kurtaramayınca her şey biraz daha hiçbir şey olurken bakılmaması gereken yerlerine bakıyorum dünyanın sonra şeytana kanıyorum çabuk çabuk ellerimle dur diyorum sonra bir yol var yürümem gereken biliyorum erteliyorum hep ödevler faturalar fakat bu ödevleri veren kim, bu taksitler nereden ve daldırmışım ellerimi dünya balına, neden çıkarıp atamıyorum interneti ciğerlerimden çok ciddi şeyler bunlar, yeminle ayıptan ayıpsızlığa umuttan umutsuzluğa ciddi şeyler bakır renginde ve keten sertliğinde sen serin ol ben pişerim ey perdelerin içinden sıyrılıp düşen ey kaşlarını bile okşadığım sevgililer hiç yaşanmamış anlardan bir koleksiyon belki şuraya, beceriksizliğinden kurumuş saksıların üstüne hemen evde dursa huysuzluk eden futbol oynadığını zanneden bir taşa otursa sade bir sevmek işte, o da bir kuru ekmek kurumuş eski bir pizza, kauçuktan bir köşe, endişe ne yediği belirsiz bu adamların araba süremez, bisikletten düşse yüzemez, yoldan karşıya geçemez küfürbaz eder şoförleri para ne işe yarar bilmez ama istesen beş kuruş vermez örselenmiş kirpi tıraşlarıyla birer falsodur iş görüşmeleri ne gibi sevmiştik insanları elmanın kurdu sevmesi gibi (16) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Balat'a Balad gülhan tuba çelik soğuk bıçaklar kesti balat gülüşlerini eline sığmadı deniz koştu sular bazı sabah aynanın içinde kalıyor gün kendi gözlerini tutamadan basamakta eski bir dil babilde unutulan ertelenmiş sözlüğün takvimi asıldı duvara ve açıldı mevsimin cebi içinde ağzıkara hattatlar gölgen pencere için, sesin kış günü eskiten taburede yapraklar şarkını söylerken kırmızı bakışlı bir vazgeçiş topluyor yorgun eteğini yabancı herifler üstünden denizini öptüğüm yağmur martılarca huysuz, anladım uykulu ve tedirgin bir mezar latin alfabesi doğuran, duvarında 'ali ayşeyi sevmiyor' bazı sabah aynanın ötesine açılıyor gün kayboluyor eşik duyuluyor bütün ölü kelebekler soğuk bıçaklar geçti balat gülüşlerinden etine sığdı deniz sustu sular iyi bakın falcınızdır aynalar (17) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 sabır hükümleri zehra aktaş Uyanır uyanmaz hayata bağırdığımız O şarkılarda Bütün çocuklar kar kaplıymış: içimin tatil şekli ! Acılarıma tuz yetiştirememekten kopsun kıyamet İş dönüşü kösnül saçlarımın telleri telgrafın ellerinde Az kelimelerle özleyedurayım a a annemi Yorganımın son sayısı çıktı Pazar günlerinde bile okuldan tiksinme mesaimdeyim. Hal-i pürmelalimdeyim. Ahkam-ı sabr ile e e evlad olunmak! Konu olduğum kurşunlar ve kurban bayramları havada asılı mahallemi sigara paketim olarak görüyorum cama kızlar devriliyor tahsilli -benim gülünç üniversitelerim Kederin kız yüzüne çeyiz diye düşmekten iğneyle nakış etle tırnak nasıl yorgunsa öyle bahtiyarlanırım şimdi (18) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 sinemanın dünü: sinema öncesi sinema abdullah şahin “Şimdiye kadar sinemanın tek bir [<kesin>] tanımını bulabilmiş değilim.” (1) Bu sözler Godard'ın D.W.Griffith ile başlayan sinemanın kendisiyle bittiğini iddia ettiği Abbas Kiyarüstemi'ye ait. (2) Bu konuda şüphesiz Kiyarüstemi ne ilktir ne de son olacaktır. Hiçbir geleneksel sanattan el almadan, tabir yerindeyse babasız doğan sinemanın henüz ne olduğu tam olarak ortaya konulamamıştır. Sinemanın başladığı nokta olarak ele alınan Lumiere Kardeşler'in sinema tanımıyla bugünün sinemacılarından herhangi birinin yaptığı tanım arasında dağlar kadar fark olabileceği gibi başka birisiyle birebir paralel olması da ihtimal dahilindedir. Sinemanın ne'liği mevzusunun tafsilatlarını şimdilik ileriki yazılara bırakalım. Sinemanın ilk dönemi ele alınırken ağırlıklı olarak iki isim zikredilir: Lumiere Kardeşler ve George Melies. Lumiereler'in çektikleri ortalama bir dakikalık görüntüler her ne kadar belgesel nitelikleriyle Melies'in filmlerinden ayırt edilmiş olsa da filmlerde görünen karakterler filme alındıklarının bilincinde olmaları ve ona göre davranmaları itibariyle bu filmleri tam olarak belgesel olarak ele almamızı engelliyor. (3) Fabrikadan çıkan işçilerin davranışlarını bir tarafa bıraksak bile (Sinemanın Osmanlı'daki pratiğine çok yakın bir şekilde –ki 1896'da ilk film gösterimlerini yapan Galatasaray'daki meyhaneye giden insanlar bir baloya gidercesine takıp takıştırmaktaydılar.) kadın işçilerin kullandıkları giysiler ve bilhassa şapkaları bu pratiği bir ayin mesabesinde ele aldıklarını göstermektedir. Aynı zamanda bir sihirbaz olan Melies'i kendisinden önceki sinemacılardan ayıran temel nokta kamera ile sihri birleştirmesi ve imkansızı (İnsan gözünün zaaflarından yararlanarak) imkanlı hale getirmek için sinemayı kullanmasıdır. Dolayısıyla bilimkurgu sinemasının temellerini atar. Sinema tarihinde sinemanın imkanını göstermesi dolayısıyla adından övgüyle bahsedilen Melies aslında ahlaki bir tercih yapmış ve kendince doğru olan yolu seçerek henüz yatağını bulamamış sinema ırmağına çok farklı bir yatak açmıştır. Meşhur bir hikaye vardır. Lumiere Kardeşler Grand Cafe'de (1895-Paris) halka açık ilk gösterimlerini yaptıkları zaman yaşandığına inanılan bir tür şehir efsanesi... Trenin Gara Girişi filmini izleyen ilk seyircilerin korku içinde çığlıklar atarak kaçıştıkları anlatılır. Oysa Lumiereler'den önce de sinema vardı. Onların tek farkı Edison'un Kinematoskop isimli makinesiyle başaramadığı aynı anda birden fazla insanın filmi izlemesine imkan sağlamalarıydı. (4) Bunun yanında sinemanın icadından önce yaklaşık bir asır boyunca insanlar göz aldatmacasına dayanan görselliklerle içiçeydiler. Diaroma, panaroma vb. gibi isimlendirilen bu görsel imajlar başlarda el çizimi resimler vasıtasıyla göz aldatmacaları yapmaktaydılar, (19) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 daha sonraları fotoğrafın icadıyla beraber bunlara fotoğraflarla oluşturulan göz aldatmacaları da eklenmiştir. Tüm bunların görsel pratiklerin sinemayla ortak noktası bunlara bakan/izleyen insanları şaşırtmasıydı. zikretmek iyi olacaktır. Sinema öncesi dönemi anlatan Werner Nekes'in 1986 yapımı Film before film isimli belgesel çalışması ilk filmimiz olsun. .................................... Sinema ilk yıllarında (keşfin bugün bilinen manasının dışında) uzun bir keşif aşaması geçirmiştir. Bugünkü gibi genellikle bir popüler kültür aracı olarak çerez niyetine kullanılmaktaydı. Sinema salonu diye bildiğimiz mekanların açılması ancak yapımcıların bu işte para olduğunu görmesiyle oldu. Öncesinde sirklerde, sihirbaz gösterileri vb. gibi programlarda iki program arası seyircinin can sıkıntısını geçiştirmek için kullanılıyordu filmler.(5) Zaman geçtikçe perdenin büyüsünün asıl programlardan daha fazla ilgi çektiğini farkeden yapımcılar tamamen filmler yayınlamaya dayalı programlar düzenlemeye başladılar ve sinema endüstrisi diye bir şeyden söz edilmeye başlandı. Bu noktaya kadar sinemanın ne olduğu hala belirsizliğini koruyordu; ta ki David Wark Griffith'in edebi eserleri sinemaya uyarlamaya başlamasına kadar. Griffith öncesi filmlerde kamera tek bir açıdan (sanki tiyatro sahnesini izleyen seyirci gibi) olayları göstermekteydi. Griffith farklı açılardan çekimler yaparak bunları bir mantık çerçevesinde birleştirmek vasıtasıyla hikaye anlatımına başladı ve gittikçe film süreleri daha da uzadı. Her ne kadar Griffith yaptığı bu yenilikten dolayı yere göğe sığdırılamasa da, henüz yatağını bulamamış bu sinema ırmağını yazılı eserlerin oluğuna yönlendirdiği için sinema icadına bir tür engel olmuştur diyebiliriz. Bugün hala sinemada bakir alanlardan söz edenler olduğu gibi, sinemanın bizatihi kendisini diğer sanatlardan ayırmaya çalışanların asıl amaçları da Griffith'in sinemaya verdiği bu zararı izale etme çabasıdır. Şimdilik bu kadar kâfidir diye düşünmekteyim. Bir sonraki yazımızda sesin icadı öncesinde sinema ortamını, namı diğer sessiz sinema dönemini ele almayı planlıyorum. Niyetim dergimizi bir fikir teatisi zemini olarak kullanmak ve sonraki yazıları olursa sizlerden gelecek soruların (kendimce bulabildiğim) cevaplarını ihtiva edecek bir şekilde oluşturmaktır. Son olarak her sayı ele aldığımız konu ile alakalı o konuyu aydınlatacak bir ya da birkaç film ismi (20) (1) Jean-Luc Nancy – Filmin Apaçıklığı (Kiyarüstemi'yle söyleşi) – Küre Yayınları s.95 (2) Godard, Kiyarüstemi'nin Yakın Plan filminden sonra sarfettiği bu sözlerden daha sonra vazgeçtiğini beyan ettiğini de eklemek gerek. (3) Şimdilik yüzeysel gittiğimiz için belgesel bir sinemanın imkanı meselesine girme imkanımız yok ama kısaca şu noktaya işaret etmek faydalı olacaktır: Eline kamera alan bir kişinin “belge” olarak ele alacağı şahsı/nesneyi/olayı filme alırken kamerayı koyması için sonsuz nokta/açı vardır ve nihayetinde bir tercih sonucu kamera belli bir noktaya sabitlenir. Bu noktadan kayıt alınmaya başlandığı anda öznellik devreye girer. (4) Edison'un Kinematoskop'unda aynı anda sadece tek bir kişi filmi izleyebilmekteydi. (5) O zamanlarda filmler birkaç dakikadan ibaretti. * sorularınızı derginin maili olan sehrengiz.yazilari@gmail.com adresine gönderebilirsiniz şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 portre cihat karaman Sonbahar yağmurlarının şiddetle dövdüğü bir baktı, hafif bir tebessümden sonra: “bu ne, ne bu kasabada yaşıyordu. Sabahları bir yağmurlukla halin, üzerinden tır geçmiş gibi!” Ellerini yüzüne evden çıkar işe öyle giderdi. Ve yine o mutat getirdi. Parmakları ile makas alıyor gibi yaptı, günlerden birinde, yağmur şiddetle evinin başparmaklarıyla yanaklarını çekince garip bir çatısını dövüyordu. Tanelerin sesiyle uykusu ses geldi. Sonra yanaklarını bırakıp ellerini iki kaçmıştı. Yastıktan başını kaldırdı. Bu sabah diğer yana açtı, dönüp iki yanağına kuvvetli bir tokat sabahlara nazaran erken kalkmıştı. Bu, vaktinde çarptı. Çok fena acımıştı (bu hareketi sabah yatmaktan mı yoksa yağmurun şiddetinden mi, mahmurluğundan ayılmak için yapmıştı ama bilemedi. Sadece kalktı ve gardırobun açık dozu biraz fazla olmuştu, canı çok acımıştı): kapısına asılı garip yamalı desenli bornozunu “Ooof manyaksın be oğlum, ne yapıyorsun, altı ropdöşambır niyetiyle giydi. Daha sonra üstü bir dava, kaybedersin kazanırsın, kendini birbirinden ayrı tersyüz olmuş ve ayaktan böyle yeme.” (Az önce kendini hırpalayan adam fırlatılarak çıkartılmış olduğu anlaşılan terliklerini şimdi aynada kendisine öğüt veriyordu.) giydi. Odadan çıkmaya yeltenmişti ki yatağının baş uçundaki saat çalmaya başladı. Saate baktı. Yüzüne son defa su çarpıp havlu ile kurulandı. Elinin yakınında olan bir yastığı sinirli bir şekilde Aynaya baktığında iki yanağında az önceki çalan saate fırlattı: “Lanet şey, zamanında çalsan şamarın parmak izleri çıkmıştı. Elini yüzüne şaşardım zaten, yarım saat erken!” Saat, üzerine götürdü, kabarmıştı yüzü. Kendi kendine: atılanla susmuştu. Bulunduğu yerin hemen “Oğlum iki saat sonra mahkemede hâkim yakınlarında bir yerde birkaç parçası dağınık karşısında savuma vereceksin, şu haline bak!” halde duruyordu. Yanı başındaysa dün giymiş Dedesi Adalet bakanlığından emekli olmuştu. olduğu gri kravat duruyordu. Hemen ilerisinde Babası hukuk fakültesinde öğretim görevlisiydi. siyah bir çorap, onun yanında halının üzerinde Kendisi hukuk fakültesi okumuş avukat olmuştu. büyük bir meyve suyu lekesi, uzağında yılan gibi Dedesine kalsa bakanlıkta müsteşarlık kıvrılmış şarj cihazı… Köşede camın yanındaki bekliyordu, oğlu olamadı, bari torunu olsun masanın üzerinde açık kalmış kalın kitaplar ve istiyordu. Bu yüzden hukuk okumuştu. Ve şimdi soluk vişneçürüğü renginde karton dosya içinde hatır gönül ilişkileriyle yapılan bir avukatlık vardı evraklar vardı. Bir de yarım bırakılmış çay… elinde. Aynaya baktı tekrar, kızarık bir yüz… Kenar Odadan çıkıp lavaboya gitti, aynada suratına raftaki kremle yüzünün alevini bir nebze dindirdi. (21) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Mutfağa doğru yollandı. Çevrede tanınmış olan ikna etmiş. Babam da onu ikna etmiş, dedesinin büyük vesikalık portresinin önünden üniversitede hoca olmuş. Mütevazı bir adammış geçiyordu. O, kendisi için çok önemli ve saygı babam. Hal böyle olunca dedem kızmış. Kendi duyulması gereken karakterde bir insandı. Evde isteği olmayacaksa hiç kıymeti olmaz malın yalnız yaşadığından, çoğu zaman onunla mülkün demiş. Varını yoğunu vakıflara hibe dertleşir, konuşur, hasbihal ederdi. Morali etmiş. Benim için arkadaşları onu uyarmış “bak yerinde olduğu zaman dedesine Tevfik Bey diye torunun var belki o istediğin gibi olur” demişlerse seslenir, canı sıkkın olduğundaysa Rıza Bey diye de kabul etmemiş dedem. Üstelik “benden böyle söylenirdi. Sıra dostlarına geldiği zamansa, bir çocuk çıktıysa onu çocuğunu tahmin bile Ahmet Tevfik Rıza Sultanoğlu diye tanıtırdı onu. edemezsiniz” deyip hibe etmiş bütün malını. İşte Şimdi önünden geçiyordu işte... “Ulan Rıza Bey, bir tek bu bina kalmış ondan geriye. Babam da yine çanağa ters bastık iyi mi!” diye söylendi eli zaten o kadar düşkün değildi mala mülke. hala kabarmış suratında kremli bir halde Duvardaki porteyi olduğu yerde bırakarak kapıyı gezinirken. Mutfağa girmişti. Hemen bir tava dışarıdan kapattı. çıkardı. Sonra vazgeçti. Dolaba yöneldi, pratik bir şey aradı, bir domates çıkardı. Tezgâha koydu ve bıçağı eline aldı. Yok, gene boş verdi, bıçağı olduğu yere koydu. “Ooo kim hazırlayacak bunu şimdi. Dışarıdan bir simit alırım daha iyi. O zaman Portedeki ihtiyar her seferinde gülerdi bu veledin söylenerek çıkışlarına. Ama hak da verirdi çoğu zaman o manidar bakışıyla. Çünkü bilirdi hemen hazırlanmam lazım.” dedi ve mutfaktan kafasından geçen her hinliği. Çok garip bi poz çıktı. Hemen odasına geçip üstüne bir şeyler vermişti bu çerçeveyi dolduran portre. Hani bi giymek için dolaba baktı, iyi kötü bir şeyler tarafı çok şaşkın diğer tarafı olacaklardan uydurup giyindi, aynanın karşısında kendine haberdar gibi. Saçları taranmış fakat bıyıkları baktı. Yüzündeki kabarık izi görünce hayıflandı: dağınık, ayakta dikelmiş, üstünde üniformadan “Ulan Rıza Bey, ne anormal adammışsın!” diyerek kendine kızar gibi aynada yansıyan dedesine kızdı. Dedesine kızmasının sebebi, vakti zamanında işler yolunda ve kasabanın en varlıklı bozma bir kaban, kolları geçirilmemiş, iki el de içerde ve burulmuş vaziyette başparmakları ile beldeki kemere tutunmuş, dirsekleri kalkık bir ailesiyken dedesinin tek çocuğu olan babasına kabadayı gibi, haliyle üzerindeki kaban kabarmış kızıp malını mülkünü hibe etmesiydi. Dedesine ve avını yakalayıp kaçan kartalın çırpacağı kanat göre ne oğlundan ne de torunundan bir hayır gibi duruyordu. Uzaktan farklı okunurdu bu gelmezmiş. Adam eski zaman adamı, Almanya portre, yakından başka. İşte böyle bir şey Ahmet görmüş, dünyaya bakış tarzı çok farklı. Oğlu Rıza Tevfik Sultanoğlu. okumayı seviyordu ama aynı zamanda da çiftçi olmak istiyordu. Zorla okul okudu bu yüzden. O da Avrupa görmüştü. Döndüğünde üst düzey bir karşılama yapmışlardı onun için. Daha sonra babam kasabadaki eve geçmiş, ağaçları aşılamış, tarlayı ekmiş, hayvan almış, derken dedemin gelmesiyle büyük bir arbede yaşanmış. Sonra ben dünyaya gelmişim. Dedem babamı zor da olsa (22) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Komünist geliyooor kaçıııın?!.. serkan sevinç --- Yarın iş var mı? --- Elbette var. --- Hayırdır? Ne zamandır resmi tatil günlerde çalışmaya başladınız? --- Yarın 1 Mayıs! Komünistlerin bayramı. Müslümanların değil ki... --- Hıı… Yani 29 Ekim, 23 Nisan, 1 Ocak yılbaşı vs. tatil yaptığınız diğer resmi günler Müslümanların öyle mi? --- Eee… şeyy… Şimdi şöyle bir durum var. Yani mesele, asıl mevzu… Açıklanamayan, açıklanamayacak durumlar… Sorunun muhatabı aile şirketinin ortak bireylerinden biri.. İmam-Hatip okullarında öğrenimini sürdürmüş, zamanında İmam-Hatip okullarındaki yasağa rağmen taviz vermediği için yüksek öğrenim isteğini gerçekleştirememiş, kendini birçok konuda farklı görüşlerinin olduğuna ikna ederek son on yılın şartlarına ayak uydurmuş bir insan. Şirketin kurucusu olan babası, birtakım zorunluluklardan dolayı ilkokul okumayıp, bir süre Kuran Kursunda okuduktan sonra çocuk yaşta başladığı iş hayatında zirveye yükselerek çocuklarına bıraktığı şirketin ardından Doğu Karadeniz Bölgesi sahilinde yaptırdığı villada hayatını idame ettiriyor. Kendisi çevresi tarafından 'hoca' olarak takdim edilir ve naçizane görüşüm kendi 'son derece iyi koşullarıyla' beraber büyük bir saygı görür. Toplumun büyük bir kesiminde zor ekonomik şartlardan dolayı eğitimini öteleyerek ayakta durma adına küçüklüğünden itibaren erken iş hayatına giren insanlar mevcut, tabi bir de bu insanlardan faydalanan patronlar... Bu patronların toplumun bilgi eksikliğinden faydalanarak üç beş dini vecibeyi yapmasıyla beraber maddi koşullarının da iyi olmasının verdiği saygınlık, her hareketlerinin sorgusuzca kabul görmelerine neden oluyor. Son zamanlarda ekonomi ve iletişimde yaşanan gelişmelerin önceki yıllara göre daha iyi olması insanların daha özgürce düşünmelerini sağlamış ve bu da sorunlu zihniyetteki patronların sahasını tehdit etmiş ve onlara ciddi bir şekilde düşman olmuş durumda. Zor koşullarda çalışıp, hak ettikleri ücretleri alamayan işçilerin, inançlarını Hıristiyanlık gibi sadece ruhani olarak algılamaları sonucu maalesef devranın böyle dönmesi kaçınılmaz bir hal aldı. Buna karşılık, işverene, işçilerin hak ettikleri şartlar ile mevcut şartlar ne zaman hatırlatılsa, parayı bilgiden önde tutan anlayışla 'para sahibinin' yetkin kişi olarak görülmesi sonucu ön plana yine onun haklılığı çıkar ve bu durum işverenin kendisine bu şartları hatırlatanları azarlamasıyla sonuçlanır. Menfî şartlar söz konusu olduğunda kafasındaki yarım birtakım dini bilgilerden yola çıkarak işçileri her şartta sömüren patron, kendi zararı söz konusu olduğunda muhatabına pespaye bir şekilde 'komünist, gavur ya da radikal' gibi suçlamalar y a p a r a k ke n d i n i s a v u n u r. S ö m ü r g e y i 'masumlaştıran' patronlarımız daha çok para kazanma yolunda istedikleri düzeni olağanlaştırırken, düzenlerine çomak sokacak uyarıları da eskilere ait yöntemlerle örtbas etme çabası içerisinde bulunuyorlar. Ne gariptir ki yaşadığımız 2000'li yıllarda bile 1940-50 yıllarındaki gibi 'komünist' suçlamalarını yapan esprili patronlarımız hâlâ yaşıyor. Örneğin, asgari ücret konusunda 'devletimiz böyle buyurmuş' diyerek devletine imân eden patron, resmi tatil günlerinde 'Onlar bizim değil, başkalarının tatili' diyerek kendince zararını örtmeye çalışır. Aynı patron, işçisine zaten az olan asgari ücreti ya geciktirerek ya da hiç vermeyerek üstüne uzun tatil günlerinde millete nazire yaparcasına şehir dışı aile tatillerinde 'yaşayamadığı' hayatını yaşamaya çalışır. Bu algıların geride kaldığını görmek sanırım dünya döndükçe imkânsız gibi. Bilhassa birtakım 'dini' sembollerle elindeki gücü sorumsuzca kullanmak, yapabildikleri en iyi iştir. (23) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Baran Çaçan: “Durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha güzeldir.” “Sanalda kan paylaşmak”, “hiçbir savaşta bulunmamak” ve “çatışma görüntülerini izleyip buna şaşıran bir geyik bile olamamak” nasıl bir çıkmaza sokuyor insanı? Bu, “gerçekten de hiçbir şey!” midir? “Günahı çokça kötülemenin sebebi / onu işlemeye yeteneksiz oluşun olmasın?” gibi itiraflar seni çok fazla gerçekçi yapmıyor mu? Ya da “biz sayın kelimeler eğleşme düşkünleri / hiçbir yere gitmeyen bir rezil olarak” dizelerini ele alırsak, şiirinin bu kısımlarına, biraz kendi halkı için yeterince bir şey yapamayan birinin hayıflanması, biraz da naif bir özeleşti diyebilir miyiz? Bazen “söz ”ün çok değersiz olduğunu hissediyorum. Bazı insanlara “söz” verildi ama işte namlusu sözün sahibine dönük. Namlusunu dosdoğru çevirip kınayıcı olan ise kınadığı şeye bulanıyor. Ve bu gerçekten de hiçbir şeydir. İnsanı rahatsız eden bir hiçbir şey. Peki hiçbir şey olduğunu itiraf etmeyenler? Söz'ün verilmediği, durup durup susan, sessizce ölen insan kesin daha güzeldir. Çoğu şiirimde “ben” öznesini tokat m a nya ğ ı ya p a r ke n h e r h a l d e b a ş ka l a r ı koltuklarının yumuşaklığına dokunup rahatlıyor. Genel bir ben'den bahsediyorum bazı şiirlerimde. Günahla ilgili dizeler şiirdeki kurmaca kişiyi çok gerçekçi yapıyor. Bu dizeleri sadece birey üzerinden ele almak yetersiz. İnsanların çoğu bir cehennem övücüsü olmaya başlamış, tüm (24) yapamadıklarının verdiği acıyla. Büyük zulümler işlememiş kendi halinde bir kâfirin cehennemde yanacak olmasından çoğunluğun duyduğu huzur, belki de yeteneksiz oluşundan kaynaklı. Biraz günah işleyebilme gücü ve imkânı olsa kimbilir durulacaktır, dinginleşecektir. Günahı övmek de fazla yetenekten olabilir. Bu elbette çok gerçekçi. Demek rezillik de şairi naiflikten kurtaramıyor. Hayıflanmaktan çok daha sert bir şey, hiçbir şey yapmamak. Çok rahatsız edici. Beni çok rahatsız ettiğini söyleyerek ya da özeleştiri yaparak bundan sıyrılamayacağım. Özeleştiri insanı kurtarmıyor. Kitabın başındaki Dostoyevski alıntısı “Alçağın biri alçak olduğunu gerçekten hissediyorsa alçaklığından avunma payı çıkarmaya hakkı vardır.” sözü beni biraz teskin eder diye düşünmüştüm. Özeleştirinin avunulacak tarafı pek yok gibi. “Öyle zamanlarda da yazılan şiir / bizi kurtaracak kadar büyük ve suçsuz değil” demişsin. Genelde şairlerde gördüğümüz, şiiri ve şairi yüceltme, dolayısıyla kendine bundan pay çıkarma iken sende daha farklı bir duruşla karşılaşıyoruz. Bazen şiiri şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 “iflah olmaz bir tatmin kavmi”nin “bomboş bir hayatın üzerine boşalması” veya “nefsinin bayrağını her zaman göndere” çekmek olarak görüyorsun. Sence şiirden büyük ne var? Şiir insanı olduğundan daha iyi gösteriyor. Yani dil, iyi kullanılırsa insanın asıl özünden daha büyük olur. Bir tür büyü ve yanılsama tarafı var şiirin. O büyü tozları dibe çöktüğünde insanın asıl kalıbı daha iyi görünebilir. O kalıp gerçekten güzel olabilir ama makyaj ile daha göz alıcı. Buna ihtiyacımız var fakat. Kendi köşesinde sessizce yaşayıp ölen insan şiirden daha büyük geliyor bana. Onlara (varsa öyle birileri) büyük saygı duyuyorum. Konuşmak, yazmak da bazı zamanlarda insanı rahatsız ediyor. Güzelliği tescillenen veya benimsenen her şey en son kendini bir yapmacıklıkta ve samimiyetsizlikte buluyor. Övgünün devamı için kendini daha abartılı tekrarlayan güzellik, öğrenilmiş güzellik, ustalaşmış güzellik… Zayıf noktalarımız çok. Şair kötülüğe komşudur. Şairler yeryüzünün ihtiraslı, kirli, aşağılık insanlarının önemli bir kısmı. Ya da tersi. Bu uç duygular ve durumlar olmasaydı şair de olamazlardı herhalde. İlk kısmı daha ağır basıyor bana göre. Şair kötülüğe komşudur. Şairler dünya nimetleriyle en sert hesaplaşan kişiler. Boğucu ihtiraslar. Bilgelik devri çoktan bitti ama işte herkese kendini hor görebilme yeteneği verilmedi. Bu, dünyanın önemli bir boşluğunu dolduruyor. Bir taraftan, başkasından sömürülen sıvılarla özgüven depoları dolduruluyor. Aşağılık komplekslerinin önüne bir set çekmek için başkalarının kompleksleri alaycı sözler ve bakışlarla gösteriliyor. Aşağılık kompleksini iyi saklayabilen insana bu yüzden özgüvenli insan diyoruz. Müthiş temiz, kurtarmış şiirler yazılıyor. Şiirlerinde kendi hayatlarına dair insani tek bir zayıflık, bir günah, bir düşkünlük, bir kirlilik, bir boyun eğiş görünmüyor. Temiz şiir, yani sahte şiir. Bir de gerçek hayatta sinikken, “halk”a yüksek bir yerden seslenmek var. “Death metal söylüyor halkına ihtiyarlar” dediğin bir şiirde, bir tarafta bir başkan “sonsuzyıl marşı” çalıyor ve “acıyı kalori olarak kullanıyor mikrofonlar için”, diğer tarafta “şeyh said'den kalma kırık dökük atların” koştuğu Kürdistan toprakları… Şiirleri yazarken kendini, bahsettiğin bu halkın neresinde hissediyorsun? Korunaklı kısmında. Kürdistan coğrafyasının korunaklı kısmında hissediyorum kendimi. Ben bıçak için değilmişim. Ben onlar kadar bıçkın değilmişim. Ve artık bu huzursuzluktan bahsetmek de beni huzursuz ediyor. Ben Türkiye'de zavallı bir memurum. Bu, kendime yaptığım kötülüklerden biri. Kitaptan sonraki şiirlerimde artık bu kadar rahat bu mevzular üzerine şiir yazamıyorum. Zayıf bünyeler siyasetin korkunç taraflarını kaldıramıyor. Şiirinde Ermeniler, Aleviler, Kürtler, devlet, memur, kamusal, halk, savaş gibi kelimeler var ama yine de bu durumu politik şiir diye adlandıramıyoruz. Çünkü propaganda yoluyla değil göndermeler ve ironilerle iç dünyanı şiire yansıtıyorsun. Diğer yandan piyasada bol miktarda keyfi yerinde şiirler mevcutken, senin yazdıkların derdi olan bir şiir olarak karşımıza çıkıyor. Son zamanlarda birçok genç şairin kitabı çıkıyor ve hepsi hakkında uzun uzadıya tanıtım yazıları yazılıyor. Peki, derdi olan şiirlerin azınlıkta kaldığı günümüzde, yazdıklarının edebiyat çevrelerinde pek konuşulmamasını nasıl yorumluyorsun? Bunun politik şiir diye adlandırılıp adlandırılmayacağı konusunda bir şey demeyeceğim. Propaganda ise şairden şiiri uzaklaştırır. Propaganda yapan şiir mi politik oluyor? Onu siyasi partiler hunharca yapıyor zaten. Propagandadan kasıt devrimci ve yüksek bir ses, bir eda ise utanırım yüksek ve gürül gürül konuşmaktan. Ben en alttan konuşuyorum. Büyük halk kitlesi içinde bile doğru dürüst olamamak'tan bahsediyorum. Tam ortasında olmak ve aralarındayken boyum da kısa olmasın isterdim. Keyfi yerinde şiirler yazmıyorum çünkü şiir dert olmadan bana gelmiyor. Gelsin isterdim; tatlı, ışıltılı şiirler yazmak isterdim. Derdi, sıkıntıyı da tatlı tatlı anlatmak isterdim. O yüzden bazı şair arkadaşların o tatlı-karanlık yeteneklerine özeniyorum. O yetenek maalesef bende yok. “Keyfi yerinde şiir” derken kast ettiğin sivri zekâ ile şımartılmış alaycı şiirse iyi ki ondan uzağım. Benim şiirim geniş zekâlı bir şiir. İlk kitaplar hakkında çok fazla “uzun uzadıya tanıtım yazıları” yazıldığını pek görmedim. İlgisizliğe alıştırmalı kendini genç şair; yoksa ilginçlikler yapacaktır. (25) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Bu sorudan maksat kendi şiirim hakkında bir özeleştiri yapmaksa şöyle diyebilirim: Dilin yeni verimlerini çağdaşlarım kadar çok aramıyorum. Halbuki çağdaşlarımın önemli bir kısmı daha deneysel bir şiir yazıyor. Dilde yeni imkânlar arıyor. Daha berrak bir anlam ve daha berrak bir söz, benim için daha önemli. Şimdilik. “Ekmeğin fazla olduğu yerde Allah tüketiliyor / hiç olmadığı yerde de tüketiliyor” veya “örtüyorum dindar ve asabi dedelerden / kalma kamalarımı” ya da “kurganlarında arabeskrep söyleyen vaizlerin sesi daha bir yayık” gibi dizeler var şiirinde. Ve “unutma: her acıya bir saniye yavşamalısın en fazla / bu, yeter kurtulmuşlar'dan olmaya!” dizesiyle sağlam bir ironi yapıyor ve dindar muhafazakâr toplumu resmediyorsun belki de. Diğer yandan herkesin çatlayacak kadar cüretkâr olduğu bir ortamda, cüretkârlığını “şathiye” olarak nitelemekle bir anlamda yine “naif”liğini ve metafizik bakışındaki sınırları koruyorsun. O zaman sence “din” neden “demir”dir? Tanrının elleri kalbinde yani “İslam'ın ilerisinde” geziyor, nasıl? Bu anlamda şiirindeki metafizik arka planı da merak ediyoruz. Din, kapitalizm ve ulus devlet politikaları arasında sen ve şiirin ne durumdasınız? Dindar muhafazakâr çevreler eleştiriye karşı büyük bir bağışıklık kazandılar. Bu bağışıklığı kazandıran şey güç. Allah'ın fazla olduğu bu bünyeyi hangi eleştiri mikrobu sarsabilir ki… Kutsal korkulukları var onların. Din müthiş bir tehdit coğrafyası sunuyor bize ve tersi bir af coğrafyası da. Paradokslar var. Mizacım ise suçluluğa daha yatkın. O yüzden tehditleri daha çok hissediyorum. “İslam'ın ilerisi”ne gitmeden suçluluktan ve tehditlerden sıyrılamıyorum. “Allah kulunun zannı üzerinedir.” sözüne davranan insan ruhunun hilesi ve fazla iyimserlik… Allah bizim nankör, bencil ve kirli yaratıklar olduğumuza dair bize ders mi vermek istedi? Onun bize ders vermeye ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Belki kendimizi tanımamızı istedi. Benim, dinlerin sınırlarından çıkabilen bir Allah inancım var. Metafizik bilmiyorum, tasavvufi şiirleri seviyorum. Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir zamana denk geldik. Şiirim kapitalizmin sarmaşıkları içinde, dinin (26) çizgisinin silindiği sınırlarda, ulus-devlet hapishanesinde yazılıyor. Kapitalizm karşıtı olmak için şiirlerde avm demenin yeterli olduğu bir zamana denk geldik. İyi etiketleri yakaya yapıştırmak için ucuz sloganlar kullanılıyor. Kapitalizmin sarmaşıklarından kurtulamadan bu konuda özellikle şiirlerde rahat bir şey söyleyemem herhalde. Kapitalizm büyük balık mı? Çünkü din de midesinde duruyor. En azından dini argümanları iyi kullanan Akp iktidarını düşünürsek. Ulus-devlet politikaları arasında ise şunu diyebilirim: Özerk Rojava Anayasası çok güzel. Biliyoruz ki hepimiz “kemiklere saygı duruşuna kalkan” öğrenciler olduk sıralarda, sen de bu sıralardan geçtin muhakkak. Ayrıca “büyürken hep korkutan bir dindedem” demişsin bir dizende. Çocukluğunun “yuvarlak anları”, “bir öğrenci trafik kazası olup ölmüştü lisedeyken” gibi anları veya daha başka türlü çocukluk anları şiirini besler mi? Çocukluğundaki dünya ile şu an öğrencin olan çocukların dünyası arasında değişen nedir sence? Çocukluk anıları şu andaki hayatımı karıştırabiliyorsa şiirime giriyor. Çocukluk anılarının bir nostalji olarak şiirime sızmasına izin vermemeye çalışıyorum. Çünkü nostalji, bir şair zaafıdır, zor zamanlarda yükseltilen bir slogandır. Turgut Uyar klişeye slogan diyor. Şu anki çocuklar kötülükle daha hızlı ve kolay karşılaşabiliyorlar. Aşklarla ve uyuşturucularla da. Kötülük etmeyi de çabuk öğreniyorlar. Mutluluğu kendi arkadaşlarına karşı bir silah olarak kullanabiliyorlar. Sosyal medyada sahip oldukları hesaplarının da etkisiyle bazıları daha gömülecek bazıları daha yükselecek. Asosyal tipler çoğalacak. Fireler olacak. Çocuklardan saygı beklemek devri bitti. Her kibre misliyle karşılık veriyorlar. Hatta daha fazlasını. Biz daha “utangaç” ve “mahcup”tuk sanki. Utangaçlığı ve mahcupluğu şu anda da koruyoruz anlamına gelmiyor bu. “Devrim” dâhil tüm kelimelerin “nişanlı” ve “kocaman” olduğu bir coğrafyada sen neden “kocaman kelimelerle konuşmuyorsun”, kocaman kelimelerle konuşanlar kimler? Bu yüzden mi dedin: “yerlere sürt kayalıklarını kibrin”? Şehir merkezinde, bilgisayar başında, seni görmekten sıkılmış bir odada; bankamatik kartları, faturalar, resmi evraklarla kocaman şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 kopamam. Çok şey söylemek bazen insanı gerçeklikten ve samimiyetten koparıyor. Birbirine gönülden bağlı bir topluluk zaten büyük bir şiirdir. Elbette yazdıklarım şehirli bir bireyin şiirleri. Zaten bir cemaat yani topluluk içinde olduğumuzu kim söyledi? Hepimiz çoktan dağıldık. Birbirine gönülden bağlı bir topluluk zaten büyük bir şiirdir. Öyle bir topluluk olsaydı günümüzdeki gibi şiirler yazılmazdı. Şiirler bilgelikle dolu olurdu. “Orda” işaret zamirinin birçok yerde sıkça tekrarladığını görüyoruz. İşaret ettiğin orası bizim ne kadar uzağımızda? Zarifoğlu'nun dediği gibi “orası neresi burası bir adam”? kelimelerle nasıl konuşulabilir ki? Aldığım nefes, bir dağ başının nefesi değil. Kendimi anlamaya ve düzeltmeye çalışıyorum. Devrim diyorsan yasaların tamamen dışına çıkmalısın. Bazı yasalar çerçevesinde devrim yapmaya çalışmak ama iyi bir kariyer getirebilir. Kimler mi kocaman kelimelerle konuşuyor. Politik klişeleri süslü ambalajlara koyup satanlar ve öylece şöhret sahibi olanlar. Sonra şöhretle yetinmeyip büyük ve derin halk kitlesine öğüt verme hakkını kendinde bulanlar. Dursun Göksu bir yazısında şöyle diyor: “Bir süre sonra fabrikasyon bile olabilecek bir şiir dökümü çıkabilir karşımıza. Böyle bir sorunla karşılaşabilir Çaçan.” Sen böyle bir tehlike öngörüyor musun? Yine aynı yazısında Göksu şöyle demiş: “Şehirli biri vardır şiirlerinde. Şehirli biri yani bireyci.” Bu bir suçlama mıdır yoksa yazdıklarının şehirli ve bireyci olduğunu kabul ediyor musun? Şiirdeki kaderim hakkında öngörüde bulunamam. Ama ben şiirde kendimi “kazıcı”lardan sayıyorum. Ayrıntıcıyım. Birbirine akraba bazı ayrıntıları bulup çıkarıyorum. O ayrıntılar biterse elbette yeni bir rezerv arayışına beni iteleyecek mizacım. Çok şey söyleyebilmek için kendi hayatımdan Orda, aşağıda. Orası, aşağı. “Dünyanın Alçak Kısımları”. “Bir dağın çarpıklığını bir sevinç sanarak” baktığımız her yer orda'dır. Ya da şöyle: “Orda bir köy var uzakta / O köy sizin köyünüzdür.” dizelerinden bile uzağı “orda”dır. Şiirlerdeki “orda” işaret zamirinin neresi olduğu bu zamirin kullanıldığı şiirlerden kolayca çıkarılabilir. Başlıklar şiirlerle uyumlu, gayet bütünlüklü şiirler. Dizeler arası geçişler hiç rahatsız edici değil. Bu dikkatimizi çekti. Şiirdeki işçiliğe olan inancını merak ediyoruz. İşçilik süresine ve şiirin bitişine nasıl karar veriyorsun? Çok da emek verilmeyen (buna bilinçaltı emeği diyebiliriz), kendiliğinden gelen o ilk taslak (ilham mı diyelim buna bilmiyorum), bende küçük bir taslak oluyor. Gerisine günlerce düşünmek ve kafa patlatmak kalıyor. Ben şiiri kısa sürede bitiremiyorum. 3-4 ayımı alıyor bir şiiri bitirmek. Ve klişe olacak ama şiir hiç bitmiyor; karar veriliyor bittiğine. Şiir daha sıcakken, yani daha yeni yazılmışken bana direkt güzel gelen yerler oluyor. Ama sonra b u d i ze l e rd e b i r b i t ye n i ğ i o l d u ğ u n u tecrübelerimden çıkardım. Şiir daha sıcakken bana güzel gelen yerleri varsa çok büyük ihtimalle o yerler başka bir şairden etkilenip yazdığım yerler oluyor. Tabi yazarken bunun farkında değilim. Sonradan bu yerleri çıkarıyorum. Yeni yazılan şiir ilk okunduğunda yazarına yabancılık hissi vermiyorsa başka şairden büyük bir etkilenme vardır o şiirlerde. (27) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Harf İnkılâbının Götürdükleri II burak bir 'Eğer bir ülkede yönetici olsaydım, şüphesiz öncelikle dili düzeltirdim' der Konfüçyüs. Toplumların hafızalarını oluşturan dil, onları arzu ettiği ölçüde yönlendirmek ve yönetmek isteyen yöneticilerin daima 'önem verilmesi gerekenler' hususunda birinci sırada yer alır. Toplumsal hayatta yapılması muhtemel değişiklikler-yenilikler ve topluma ait olan özdeğerlerin dönüştürülmesi, bir nevi dilin, sahip olduğu kelimelerin de değiştirilip- dönüştürülmesi manasını taşır. Zira halkın, inandığı ve korumacı davrandığı değerler hususunda, zıttı inkılâplarla reddiyeye zorunlu tutulması, elde olan tüm argümanlarla yenilik getiren kesime büyük eleştirileri de beraberinde getirir. Burada, 'Yapılacak büyük çaplı sistem değişikliği yahut kanun ve inkılâplar için neden dil üzerinde oynanması gerekir?' sorusunun, kendi içinde taşıdığı iki cevap ortaya çıkıyor; Birincisi, toplumun, kutsal addetdiği değerler konusunda –haklı olaraksavunmacı davranması ve bu davranışın 'dil' aracıyla yenilik karşıtı argümanlar geliştirmesinin aynı zamanda da güçlü eleştiriler getirmesinin, insanları da bu noktada toplamasının önünü kesmek amacı taşır. İkinci olarak; 'Yöneticilerin, topluma indirgemeci-toptancı bir anlayışla getirdiği yeniliklerin ruhuna müşahhas, onu en iyi şekilde ifade edip, yayabilecek olan yeni bir iletişim kanalının oluşturulması; yani dilde form değişikliği yapılarak, inkılapların topluma daha kolay intişar etmesini sağlamak' amacı söylenebilir. Bu da yeni nesillerin farklı kurallar, reformize edilen dil ve yeni bir müfredatla yetiştirilmesini sağlar. Yani, eski kültürü, baltalanmış değerleri, başkalaşıma uğratılan toplumu görmemiş olan 'yeni neslin', itiraz etmesi için de bir sebep kalmaz! Bu bağlamda da, yeni sisteme karşı durabilecek olan tek kuşağın kırılma dönemini gören ve yaşayan insanlardan ibaret kalacağını söylemek mümkün. 18. yüzyılda başlayan ve takip eden iki yüzyıl boyunca devam eden kırılma süreci, 1928'in yaşanacağının bir işaretçisi ve açık delilini oluşturuyordu şüphesiz… 1923 yılında cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte Kemalizm, toplumun kodlarına olan uyuşmazlığını gidermek adına, ülkenin her alanına ve ülkede yaşayan her bireye nüfuz etmeliydi, kendini bir şekilde kabul ettirmeliydi. Toplumun dini müessesinden, eğitim faaliyetlerine, kılık kıyafetinden, (28) kültürel faaliyetlerine hatta lisanına ve harflerine kadar süngüyle de olsa hayata geçirilmeliydi, öyle de oldu. 1920'de kabul edilen Misak-ı Milli'yle birlikte devletin resmi politikası ve halkın tasavvur anlayışı değiştirilmiş, saltanatın kaldırılmasıyla birlikte padişah ve sülalesinin sürgün edilmesi, toplumun genelinde soğuk duş etkisine neden olmuştu. 1924 yılı geldiğinde ise sadece Türkiye değil, dünyanın dört bir yanındaki Müslümanlar 1300 yıllık hilafet makamının kaldırılmasına acı bir şekilde şahit olmuştu. Bunun yanında Kemalist ideolojinin dayanak noktası olan sekülerizm; tekke ve zaviyelerin kaldırılması, şapka kanunu-kılık kıyafette değişiklik, takvim, saat ve ölçülerde yapılan değişiklikler, tevhid-i tedrisat kanunu, medreselerin kapatılması, şerri hukukun kaldırılması gibi kanun ve değişikliklerle Müslüman topluma darbe üstüne darbe indirdi. İslam'ın hayat alanının tamamından silinmesi projesi, eğitimin tekelleşmesi yani sekülerize edilerek laiklik üzerinden gerçekleştirilmesi harf inkılâbını da beraberinde getirdi. Türkçenin sadeleştirilmesi, eğitim öğretim için gerekliliği ve okuma-yazma oranının da bu yeni devrimle (!) artacağı kılıfıyla 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı 'Yeni Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkındaki Kanunu'nun kabul edilmesiyle harf inkılâbı hayata geçti. Böylelikle 900 yıl boyunca kullanılan alfabe, yerini Latin alfabesine bıraktı. Burada tarihe karışan şey sadece Osmanlı alfabesi değildi. Harf İnkılâbıyla beraber kökleriyle, yüzlerce yıllık külliyatıyla bağları kesilen toplum, ulus devletin 'tek tip insan modeli' anlayışıyla birlikte bireyciliğe adım atarak sahip olduğu 'ümmet' kavramını da yitirdi. Zira, kullanılan dil, alfabe ve kelimelerin ifade ve anlamları, toplumun sahip olduğu kültüründen, geçmişinden bir ruh taşır. Taşıdığı mana bakımından bir özelliği, safiliği bulunur. Kur'an ve diğer ilahi metinler dahi toplumun sahip olduğu dil üzere inmiştir. Abdurrahman Arslan'ın dediği gibi, 'Her peygamber, kendisi ile birlikte getirdiği mesajı, kavmine ulaştırırken, aynı zamanda o kavmin diline ilişkin kavramları sekülerlikten ayıklayarak tevhidi oluşturmak için yeniden inşa etmiş olur' der. Bu durum, kullanılan dil ile yaşanılan din arasındaki bağın önemini gözler önüne seriyor. Batılı düşünce/laik yaşam/seküler hayat uğruna bir gecede toplumu cahil bırakan Kemalizm, eğitimde yapılan onca kanun değişikliğine rağmen, - şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 eğitime gerektiği şekilde ehemmiyetin verilmemesi ve gerekli yardımların yapılmaması sonucu- iddia ettiği gibi eğitimli, okur-yazar değil, tam tersi bir manzarayla karşılaştı. İnkılâbın olumlanması adına, çarpıtılan okuryazar oranları bir yana, kanunun kabulünden sonraki 7 senelik süreçte okuma yazma öğrenenler toplam nüfusun ancak yüzde 10'una tekabül ediyordu. Bu minvalde Ayşe Hür'ün, Derin Tarih Dergisi'nde kaleme aldığı yazıdaki savunduğu görüş, inkılâbın iddia ettiği amaç ile ortaya çıkan sonuç eksenindeki gerçekliği açıklamak adına önemli bir yer tutuyor. Hür, 'Kemalist modernleşme hamlesinin köşe taşlarından biri olan 'Harf Devrimi' toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmeye yaradı’ Peki Kemalizm sevdalısı inkılâp savunucuları, toplumun kaderini ateşe atan bu Kemalist Devrimi hangi istatistikî değerlerle haklı çıkarıyor, bu uygulamanın başarılı olduğunu neye dayanarak savunuyor? Harf İnkılabı, Mustafa Kemal'in 1 Kasım 1928'de Arap Harfleri'ni kötüleme, Latin harflerini millileştirme ve övme konulu –sık sık alkışlarla kesilekonuşmasının ardından kabul edildi. Kazım Karabekir'in, 'İslam Âlemini parçalamak isteyenlerin ortaya attığı bir fikir' olarak değerlendirdiği harflerin değişimi talebi aslında 1860'lara kadar uzanıyordu. Alfabenin aynı kalması, bazı kuralların reforme edilmesinin istemiyle başlayan ve 1928'e uzanan süreçte, yenilikçi aydınların değişim talebi önceleri itibar görmedi. 20. yüzyıla gelindiğinde ise savaş zamanında, askeri raporların gecikebileceği ve bu durumun savaşın kaderini olumsuz yönde etkileyebileceği düşüncesiyle, harflerin değişimine toptan karşı çıkılmamakla beraber bu talep'zamansız' olarak nitelendirilmişti. Nihayetinde ise muasır medeniyetler seviyesini (!) hedefleyen; seküler, modern ve indirgemeci-toptancı bir anlayışla hareket eden Kemalizm zincirinin, önemli halkalarından biri olarak telakki edilen harf inkılabı gerçekleşti. Peki harf inkılabı hangi gerekçelerle zaruri kabul edildi, neden gerçekleşmeliydi? 20 yüzyılın başında hortlayan Arap Düşmanlığı, Doğu'nun gerici olarak nitelendirilmesiizlerinin toplumdan silinmesinin gerekliliği ve alfabeyi kolaylaştırarak 'cehaletin' ortadan kalkması, harf değişiminin gerekliliğinin nedenleri olarak ortaya koyuluyordu. Çünkü dönemin zihin algısına göre, ortada bir cehalet vardı; bu cehaletin nedenlerinden biri de Arap harflerinin zor olmasıydı. Araştırmacı-Yazar Mehmed Niyazi ise Derin Tarih'te yer alan makalesinde, okuma yazma oranlarının düşüklüğünün harflerin zorluğuna bağlanamayacağını şu satırlarla aktarıyor; 'Biz, okuma- yazma oranının düşüklüğünü harflerin zorluğuna bağlayamayız. Okul yoktu, savaşlardan başımızı kaldıramadık. Son yüzyıla bakarsak; 1897'de Tselya Harbi, 1911'de Trablusgarp Harbi, 1912-13'te Balkan Harbi, 1914-18'de Cihan Harbi, 1919-22'de İstiklal Harbi… Peki ne zaman çocuğunu okutacaksın? Hangi parayla köylere okul yapacaksın?’ Büyük reform olarak nitelendirilen ve okuma yazma oranlarının büyük ölçüde arttığı şeklinde inkılabın başarılı olduğunu kanıtlamak isteyenlere nazaran, Sevan Nişanyan'ın Yanlış Cumhuriyet kitabında ortaya koyduğu istatistikler harf inkılabının acı gerçeğini gözler önüne seriyor; '1927-1935 yılları arasında okuma yazma bilmeyen 11 milyon 544 bin kişiden, yalnızca 1 milyon 347 bin kişi okuma yazma öğrenmiştir.' Kaldı ki, 1950 yılındaki okuma-yazma oranlarının dahi, 1895'teki okuma yazma oranlarına yaklaşamamıştı. 'Milli' kılıfıyla pazarlanan Latin harflerinin, harflerin değişimi sürecisince çokça dillendirildiği gibi milli bir amaç güdülmediğini, Mustafa Armağan iki karşılaştırma yaparak açıklıyor; 'Madem bir Türk alfabesi aranıyordu, neden İsrail'in 2 bin yıl önceki İbrani hurufatına döndüğü gibi, milli alfabe olan Göktürk harflerine dönülmedi de, Latin harfleri tercih edildi?’ Armağan'ın iki harf değişimi üzerinden sorduğu sorudan da anlaşılacağı gibi amaç, 'Yüce Türk ulusuna yakışan milli bir alfabe' falan değildi. Zira, İsrail 2 bin yıl öncesine dönerek geçmişi restore etmeyi tercih ederken, Mustafa Kemal, 1928 yılı geldiğinde geçmişi yıkmayı tercih etti. 900 yıllık külliyatı ortadan kaldırmayı tercih eden M. Kemal, 1928'deki Latin darbeden sonra, bir dizi sıkı önlem almayı da ihmal etmedi. Arapça ve Farsça'nın okullardan ders olarak kaldırılmasıyla başlayan yıkım tedbirleri, imam-hatip okullarının kapatılması ve eski yazının gazete, dergi ve kitaplar basımında yasaklanmasıyla devam etti. Eğer iddia edildiği gibi 'Arap harfleri, terakkiye maniydi, kalkınmanın gerçekleşmesi için de Latin harfleri gerekliydi' savunması gerçeği yansıtsaydı; Rusya, İsrail, Japonya ve Çin kalkınma ve ilerlemeyi sağlayamamış ülkeler sınıfında mı değerlendirilecekti? Harf İnkılâbı zorbalığının öncül ve ardıl inkılapuygulamalarına bakıldığında amaç ne milli bir alfabeye duyulan istek ne kalkınmaya duyulan özlem ne de okur-yazar oranının yükseltilmesiydi… Modernizmin ilmek ilmek işleneceği yeni bir ülke, yeni bir ulus tahayyül ediliyordu. Yaşamın her alanında İslam'dan arındırılmış bir toplumu amaçlayan zihniyetin asıl isteği ise; Müslüman toplumun, 900 yıllık İslam külliyatıyla olan bağının kesilmesiydi. Köklerinden koparılan toplumun -suni ideolojilerin aşılanabilir kıvama gelmesi için de- okuyamaz, düşünemez hale getirilmesiydi, başarılı da oldular… (29) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 şiir ve devlet -III(karac’oğlan) cundullah fidan Şiirin devletle ilişkisini Karacaoğlan üzerinden açıklamaya ve bu sayede devletin halk şiiri içinde nasıl yer edindiğini görmeye çalışacağım. Bu da bize halkın devleti nasıl konumlandırdığını gösterecektir diye umuyorum. Ömrüm uzun eyle Bari Hüda Hamd ü sena şükür etmek isterim Çalışıp kazanıp nefis taamlar Dişlerim var iken yemek isterim. Açıldı dehanım söyler zebanlar Sana muhtaç bunca şahlar gedalar Al yeşil hırkalar türlü libaslar Böylece münasip giymek isterim Bir küheylan at ver istemem eşek Üstü Kaplan postu tek olsun öşek Kuş tüyünden yastık yumuşak döşek Keçeler içinde yatmak isterim Bir güzel isterim ahu bakışlı Gerdanı bir karış benli nakışlı İnci dişli olsun hem kara kaşlı Boynuna sarılıp yatmak isterim .... Şiirde Karac'oğla'nın arzusunun dünya nimetlerine yönelik olduğu oldukça açık ve tüm bu nimetleri en başta ona ömür ve hayat bahşeden Bari Hüda'dan talep etmesi ise kaçınılmaz. Haliyle bu türden bir a r z u n u n d i l e g e l i ş i a n c a k d u a o l a ra k nitelendirilebilir. Peki, bunun devletle ilişkisi nerede? Bu sorunun yanıtı için önce bir sanat eseri olarak halk şiirinin neyi gösterdiğini belirlememiz gerekiyor. Şu kesin gösterilen de eserin kendisi. Eserde bir dua ve arzunun ifadesi var. Yaşama ve dünya nimetlerine dair bir arzu bu ve onları teker teker sayarak Karac'oğlan arzusunu en açık dille ifade ediyor. Ve; Karac'oğlan der ki böyle kalaydım Zahir batın muradıma ereydim Ol gün dahi cemalini göreydim Hakk'ın didarını görmek isterim (30) sözleriyle şiirini bitiriyor. Haliyle Karac'oğlan'ın asıl arzu ettiği Hakkın didarını görmektir ve göstermektir. Hakkın didarının tüm dünya nimetleriyle bir ilişkisi olduğunu anlıyoruz ve biliyoruz ki (bir kaç kıta öncesinden) "Yedirdin içirdin hepsi de yalan" mısrasıyla ifade bulan da bu nimetlerden başkası değil. İşin ilginç tarafı Karac'oğlan “böyle” kalmak istemektedir. "Böyle" yani şiiri söylerken onun duasına bir ses olarak imkan sağlayan o mekanda kalmaktan başka neyi arzuladığını bize söyleyebilir ki? Nimetleri yalan olarak nitelendirmesi, üstelik hala böyle kalmayı arzulaması, bir tezattır. Hatta kıtanın tamamına baktığımızda bunu pekâlâ görürüz: Yedirdin içirdin hepsi de yalan Ahir ömrümüzü ederler talan Bu sözüm dinleyip nasihat alan İşidip tutanı duymak isterim Azrail göğsüme çöktüğü zaman Öyle bilin halim perişan yaman Bülbülün kafesten uçtuğu zaman Cesedimi kabre koymak isterim Burada da kendi hayatının faniliğini de ardından vurgulaması öncesinde kendisini dinleyip nasihat alacak birilerini duyma arzusuyla çelişir gözükmektedir. Madem tüm bunlar yalan ve yalan olan şeyin arzusunun izhar ettiği bir ifadeden kim ne nasihat alabilir ya da almalıdır. Bu durumda Karac'oğlan almamız gereken nasihatin bu fani ve yalan olan dünya nimetlerinden aynı şekilde yiyip, içip faydalanmamız ve buna başkaları için de imkân sağlamamızdır. Çünkü artık seslendiği Bari Hüda değil, tam olarak onun sözlerinden nasihat alabilecek başka fanilerdir. Haliyle Karac'oğlan şiirinde, dünya nimetleri, bu nimetlerin faniliği, bu nimetlerin Hakk ile olan ilişkisini açıklar ve bizim bu nimetlerden nasiplenerek Hakkın cemalini en azından zahiri olan kısmını görmemizi ve başkalarının ömrünü de talan etmememizi ister. Karac'oğlan hem bir yaşamın işleyiş şeklini gösterir, onun yüzünden peçesini arzusuyla kaldırır, hem bir nasihat verir. Şiirde peçesi kaldırılan devletin asli anlamından başka bir şey değildir, bir döngü (toplum ve bireysel yaşamın döngüsü) ve nimet olarak devlet. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 hayra hayret hayrat hayır burak yıldız fabrikasyon gömleğin altında hesapsız bir beden tekayaküstünde b itki n viral girmiyorum milenyum çocuğuyuz. burda anlaşalım bacakomuza birleşen milletlere sıcak su gerek yoksa biliysn yavşaklaşma meyili olanlara ayrı bi gıcığım ar sızlanmayın işe yaram.az kırmızı kabloyu kesmeyin eter varsayımsal meteorem düşünlüyorum ünce olar dersem düşünce acımaz aksine kan basıncı + bir miktar y.ara çoğacayip iletişişimimizin esi kısık parlaklığı da +rırsan eziyet ediyorlar eğlenceyeçin sadomazo değilim komşun açsa bahçesindeki çimenler daha yeşil daha emniyette değiliz prozağım azdı bak. az daha unutuyodum montajlıyoruz şeysi basit bi kurgu aslınca. hiçyok.varhep hani benim de bodrum katlarındaki teyzelere kumanda pili almışlığım çok öbürleniyorum-dünyadan saptıkça kendime-sırra kadem atlıyom sardı yine esraar bak almasın saklı soyunaşalım trapez kırıl dımtıs cıstak puğulu kark bana küven gark sana puna lark klostrohobikim senden alıp veremediğim çokoy çarpıtırım böyle s.özcükleri cuk şöyle otururları katl(a[nla)dım zırhımı yedek canım da var aduket. ki saklanırım da olmaz ama sakinleşemem fakat hırslanırım sanki teslim olmak yok intihardan medet umamam kırmızı ışıkta yolcu indiren otobüs şoförleri topumuzu kesemez turizizm tutmadı turistler bağrınca anlamıyo sazım [ ] sözümü demeye yar.alıp.aran.tez gül tablasında lanet olasıca pislik seni aşşağlık piç kurusu adi domuz kıç yalayıcısı bir ad anmışlığım var onu sana aldanıyorum önümarkamyanımyöremebe ka.andırmıyorumuz ke.estirmiyorumuz ka.aldırmıyorumuz ke.emirmiyorumuz (31) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 kırda bi yel mehmet doğan kör göllere dökmemi istemedin suyumu ve uyumu leylâk muştumu ondandır önümde eğildin kırmızılar güllere varanda ben toprak olmayı becerebilsem sürünürdün bana sürülürdün usulca kuzunu bi gece kurban verdin romaya kırmızılar şaraba varanda bi gün belki gelirim çömleğime ak ak yuyup saçlarını mormor sererim ki her biri gotik bi aura omuzlarına kırmızılar çamura varanda edebsiz putlarını yonttuğun yerler dokunduğun yerler dokunulduğun gök gülüşkıran hüznüne habire keman kırmızılar şaire varanda kırda bi yel değirmeni çizerim bir yunak çalakalem bi dudak berisine o suya kırk defa seni çizerim kırmızılar kevire varanda (32) çorba gazel mehmet doğan kalk bana tarhana pişir âhum sadaka şiirdendir cinlerarası diyalog başladığında hani saçların leylî olur koşardı vâizler banker olduğunda ağzın nokta olur cim karnını eşerdi şunların politik sırrıklara divan duran şiiri idrâk değil âhum idrar haznesine düşerdi o vakıt gamın gamzen vur sasıya gâvura seher yediği haltı kuşluk yine aşerdi o vakıt kalk kilise boylarından kelle getirek ağu tasta kem bedduâ pişirdi kalk bana ezogelin pişir sevdiğim infâk başaktır şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 şeffaf branda mustafa kadir çelik Suheyb'in İstanbul'a gelmesine yirmi dakika vardı. Havaalanından semte geçmesi ise yarım saati bulurdu. Yaklaşık bir saat beklemeleri gerekiyordu. Ne yapalım diye düşünürken kendilerini çay ocağında oturuyorken buldular. Meydanın başındaki ilk mekânlardan biri olan dayı'nın yeri serin bir yerdi. Aslında buranın adı Nostalji Cafe'ydi ama kimse bu ismi kullanmıyordu. Hatta mekanın sahipleri bile ne zaman sorsak bu ismin oraya sonradan gelip giden müşteriler tarafında konulduğunu söyler. Mekân hem kahvehaneçayocağı hem de tarihi bina olduğundan geleneksel kültürü andıran bir yapıya benziyordu. Yavaş yavaş soğuyan hava onları kaldırıma attıkları masadan kaldırtıp içeri geçmeye mecbur bıraktı. Kalabalık dağılır dağılmaz en köşeye kuruluverdiler. Oturdukları yerin hemen bitişiğinde bir cafe daha vardı. Aralarındaki mesafe yarım metre vardı yoktu. Her iki tarafa oturan herhangi biri aralarındaki şeffaf brandadan dolayı karşı karşıya derin bir konuşmanın içerisindeymiş gibi oluyorlardı. O akşam derbi maç olduğunu bilselerdi orada iki dakika bile durmazlardı. Çünkü maç olduğu zamanlar meydanın gürültüsü çekilecek gibi değildi. Bera: “E madem oturduk bari maça bakalım arkadaşlar. Serkan zaten geldiğinden beri izliyor.” Çakırcalı: “Evet ya bence de.” Hep birlikte karşı cafenin duvara gömülü geniş ekranlı birkaç led televizyonlarından birine bakmak için sandalyelerini ters çevirerek arkalarına döndüler fakat büyük bir hayal kırıklığı yaşadılar. İki mekânı ayıran şeffaf naylon brandadan rahatsız olan ama başka da bir çözüm üretemeyen cafenin sahibi ekranı oradan kaldırtmıştı. Gıynaş gülerek: “Adam bize resmen defolup gidin diyo ya la.” Cundi: “Geçenlerde de renkli perde çektirmişti bu tarafa biz izlemeyelim diye. Aristoteles zannediyor kendini pezevenk.” Burak: “Abi nasıl bir utanmaz heriftir bunlar ya!” Oğuz: “Şişt. Beyler kızlar karşımıza oturdu. Kızları izliycez artık. Zaten diğer ekranlar da küçük gösteriyor.” Kızlar şeffaf brandadan kendilerine doğru bakan altı erkeğin karşısına oturup maç izlemeye başladılar. Ara ara dayı'nın mekânındakilerle göz göze geldiklerinde birbirlerine bakıp gülüşüyorlardı. Estetik olsun diye dar kotun üzerine formasıyla aynı renkleri çağrıştırıcı bir başörtüsü giymiş olan ve davranışlarıyla kendini fanatik ilan eden kız diğer arkadaşlarına hafifçe eğilerek: “Şunlar var ya. Burada hep maçı bedavaya getiriyorlar. Çayı da ucuzmuş. Maço bunlar kızım. Yakışıklılar da ama. Anlayamıyorum bunları bir türlü. Alla ya!” Söyledikleri pek duyulmuyordu ama mimik ve hareketleriyle dalga geçtikleri her hallerinden belliydi. Lahmacun yerken zaman zaman sırtlarını onlara dönüp “sefiller açsınızdır da siz şimdi” der gibi dudaklarını yalarken göz teması kurmayı ihmal etmiyorlardı. Bu durumun farkına varan Gıynaş arkadaşlarıyla anlaşarak onlarla oyun oynamaya başlamıştı bile. Boynunu bükmüş, dilini hafif dışarı çıkarmış melül melül kızın elindeki lahmacuna bakıyordu. Kızcağız önce ne yapacağını bilemedi. Ağzı tıka basa doluydu. Daha sonra lahmacunu “ister misin” der gibi arada hiçbir engel yokmuşçasına uzatarak kafa hareketiyle “al hadi al” dedi. Bunu gören diğerleri hep birlikte ayağa kalkarak “bana da bana da” dediler. İki üç dakikalık iletişim krizi sonrası kızlar olayın ne olduğunu çözmüş gibiydiler. İki tarafın müşterileriyse maçı bırakmış iki grubun aralarında geçen sessiz sinemanın ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Dayının mekânındakiler yeni bir karar aldılar ve maçın duraksadığı anda hepsi birlikte ayağa kalkarak 'goool' diye bağırmaya başladılar. Ses sadece bulundukları yerde değil meydanın her yerinde yankı bulmuştu. Bütün gözler onların üzerindeydi. Anlamak için baştan aşağı süzmeli bakışlar, öfkeliler, meczup zannedenler… Ve niye kahkaha attığını bilmeyen kızlar… Cevap verene kadar kimsenin üzerlerinden bakışlarını çevirmeyeceğini anladılar ve yine tek bir ağızdan suçlu bir çocuk edasıyla: “Şaka yaptııık, şaka yaptıık, şaka, şaka” diye meydandan çıkarak bu eylemi ülkenin her yerinde yapmak için antlaşıp dağıldılar. (33) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 “Evsizler Evi” hakkında Muhammed Mansur Acuner'le.. Devlet, belediye veya özel kuruluşlar evsizlere yeterli imkân sağlamıyor mu? Türkiye'de bütün şehirlere yayılı bir evsizlik problemi yok. Öncelikle bunu belirtmemiz gerekiyor. Büyük şehirlerde öne çıkan bu probleme karşı devlet, hava sıcaklığı -4 derece olduğunda 3 günlüğüne evsizleri spor salonlarında misafir ediyor. Bu bilgiyi haberlerden rahatça elde edebilirsiniz. Mevcut durumda 'özel' evsizler evi olmasından ziyade devletin en düşük maliyetlerle bu işi sahiplenmesi çok daha makul olacaktır. “Evsizler Evi” nedir, ne tür imkânlar barındırıyor? Hangi tür evsizlerle ilgileneceksiniz? Evsizler Evi, yıl boyunca evsizlere kucak açacak bir Nereden çıktı bu fikir, neden ihtiyaç hissettiniz böyle bir şey yapmaya, kaç kişisiniz? Bu fikrin çıkışında üç sebep bulunmaktadır. İstanbul Evsizler Evi Derneğinin kurucu grubu olarak birbirimizi 4-5 yıldır tanıyorduk. Arkadaşlarımızdan Filiz Işıker iki yıl önce İstanbul Şehir Üniversitesinde 'Evsizler' üzerine yüksek lisans yapmaya başladı. Kendisi arkadaş grubumuzda bu konuyu gündeme taşıdı. Diğer yandan, kışın soğuk havalarda özellikle İstanbul'da ölen insanlar ve devlet kurumlarının sadece -4 derece hava sıcaklığında evsizleri spor salonlarına toplaması vicdanımıza sığan bir şey değildi. Bu da bizi böyle bir dernek kurmaya yöneltti. Dernek yönetim kurulunda yedi kişiyiz. Tabi ki bağışçılarımızın sayısı çok daha çok. (34) evdir. Evimizde şartlar son derece standart ve yeterlidir. Evimiz 100 metrekare bir bina katında kiralık olarak bulunuyor. İki öğün yemek belediyeler tarafından sağlanacak. Duş-wc imkanı mevcut. Isıtması elektrikle sağlanmaktadır. Mümkün mertebe muhtaç insanlara kucak açacağız. Öncelikli olarak bağımlılık yapan maddeleri kullanmayan insanlara öncelik vermeye çalışacağız. Bir insan düşünün: Ailesinden bir şekilde ayrılmış ve işinde iflas etmiş. İşte evsizler evi, bu insanın hayata tekrar tutunabilmesi için ona bir yıllık fırsat sağlayıp bütün standart giderlerinin karşılanacağı bir mekândır. Evsizler evi, belediyenin uygulamalarından farklı olarak 365 gün boyunca açık olacaktır. Evsizler Evinde yıllık barınma ihtiyacı, günlük iki öğün yemek ihtiyacı, kıyafet ihtiyaçları karşılanacaktır. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Bu çalışmanızın İstanbul'daki evsizler için yeterli Biz bu anlamda güzel bir adım attığımızı olmayacağı açık, peki başka evler de açılacak mı? düşünüyorum. Eğer Türkiye'deki insanlar tek başlarına bir çalışma içine giriyorsalar, onlardan rica Evsizler evi açmak tamamen sorumluluk alacak ediyoruz, 3-5 arkadaşlarıyla organize bir çalışmada insanlar ve nakit akışının düzenli yapılmasına bulunsunlar. bağlıdır. Böyle bir çalışma yaparak insanları bu konuda daha organize davranmaları hususunda Sizin dışınızda bu çalışmayı yapanlar da var, onlarla cesaretlendirmek istiyoruz. Çünkü zaten birileri irtibat halinde misiniz? ufak tefek yerel şeyler yapıyor. Bu çabalar bir parça organize edilirse verimli sonuçlar alınıp daha fazla Şefkat-Der, bu meseleyle uzun zamandır ilgilenen insanın ihtiyacı karşılanabilir. bir dernek. Hayrettin Bulan Bey'i yaklaşık olarak bir yıldır tanıyor ve ona muhabbet besliyoruz. Kendisi derneğimizin kuruluş aşamasında tecrübelerini bizimle paylaştı ve işimizi ciddi anlamda kolaylaştırdı. Kendisine teşekkür ediyoruz ve sürekli irtibat halinde bulunuyoruz. *** Evsizler Evi için iletişim bilgileri: evsizlerevi.org evsizlerevi@gmail.com twitter.com/evsizlerevi facebook.com/istanbulevsizlerevi Bu işe giriştiğinizde ne gibi olumsuzluklarla karşılaştınız? Kiralık ev bulmak gerçekten zor. Genelde müstakil ev bulmaya çalıştık. Fakat bu durumda kiraların yüksekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldık. Kalan kısmına, özellikle kıyafet ve eşya yardımı, çevrenizdeki insanlar yardımcı oluyor. Sizin dışınızdaki insanlar bu konuda ne yapabilirler? İnsan, tek başına yaşaması mümkün olmayan, organize olarak yaşaması gereken bir varlıktır. Bu anlamda, evsizler konusunda da organize olunmalı. (35) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 ütopya için öneriler enes malikoğlu I. İmbroz için Ve kaçarken yerliler Gereği düşünüldü. Zarif suçlar işlemiştin Her acıya bir muadil getirttin Oracıkta kurdun obanızı Çulu çaputu serip kurumamış kanın ve tozun üstüne Öyleyse Kurarken kentlerini yanına al bolca şek bolca şüphe Kolhoz ve de toprak… Adları kaldı yalnız: hun! Kalanlara üzülmediler desem Gittiler artlarını alarak önlerine: hun! Acıya illa ölüm katışmaz Kaçmak acının en korkunç hali: hun! Dört tilmiz bir mektepte: Yorgo- belki de ilkinin ismi Nikolos- belki de ikincisi Stelyo- olabilir üçüncüsü Sonuncusu kız: Helena olması muhtemel. Milliyetçil yerlerimi aldırdım Sizin olan ne varsa öperek alnıma (1) öperek alnıma (2) öperek alnıma (3) koyup teslim ediyorum. Al ve kabul et! Hun! (36) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 bir cayma vaktinde söylenen şiir turgay demir -sayabilir miyim sokağın karanlığını, kaç tane eder gölgemden?1. Sızılarından sevdirir kendini su, Seninse çağlayandır ya sesin Yaşatan ve öldüren hep aynı hicaz Bu fasıl başka fasıl, yüzün hüznümün şirazesidir. 2. Bak! yine yüz küsürüncü kez serseri, mayın ve buğdaysın aynı toprakta dünya durmadan diriliyorsa baharın ırmaklar gibi buluttan şelaleden falandan filandan görünmüyorsan yaşarsan sonra yine gel, teselliymişçesine sevinelim göğün bir yere gitmeyişine gözlerimden okursan güneşin hikayesini, tamam artık. 3. hatırlamışken, gözlerime destanlar saçılsın anneyi hatırlatır türküler saçılsın yüzüme benim vedalara kurulmuş bütün saat kuleleri ve meydanlar ulusal kanal alt yazıları dahil. 4. bir gün vardın sen ben sana koşamıyordum bilmem kaç milyon defa küçültülmüş şehirler de vardı ben sana… şehirler sarmıştı etrafımı sonra. bir gün vardın sen üstelik dünya, zulmüyle meşhur İstanbul bile güzel macera. (37) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 bütün yatları yatırcaz uğur demirkıran günün yarısı gereksiz şeyleri düşünerek kalan yarısı bitmiş yoksa soralım mı hocam neden bu kadar da bu gereksiz şeyleri konuşarak bitiyor topluma depresifsiniz diye? dövebilirler mi bizi? sormadık.. sıkışmış birisi olarak insanın uzun süreli olarak saat 02:07 İsa'nın doğumundan 2014 yıl sonra bir susması gerektiğini savunuyorum lakin gelin görün de onun öncesinden ve sonrasından sonra.. ki dostlarım insanlar yoğun bir gevezelikle s o n u ç t a g ü n l e r d e n ç a rş a m b a h o c a m . . yaşamaya devam ediyor.. bence anneler unutmuyoruz.. bazen küfür iyi oluyor takma çocuklarıyla çocuklar da anneleriyle konuşmalı, kafana.. gerisi boş.. insan susmalıdır, bana inanmıyorsan ona sor, hadi sor sevecektik ve mutlu olacaktık her şey çok basitti aslında diyecek pek de bir şey bulamıyorum konuşmak yakışıyor bazı insanlara, bunu inkâr açıkçası o kadar sorun bu kadar sessizlik saçma edecek değilim ama siz de bana bunların siyasete geliyor susuyorum sürekli olgunluktan şikayetçi bulanmış kişiler olduğunu söylemeyin lütfen bunu insanlar görüyorum ''olgun değil ya, olgun savunmayın politikacılar susması gerekenlerin ilk düşünemiyor, birazcık olsun olgunluk'' eh ama sırasında yer alır bir şarkı dinliyorum çok güzel sıktınız ya.. kusursuz kadınlar kusursuz erkekler kimin söylediği ya da nerede söylediği ve ne hepsinin canı cehenneme.. 6 ay 15 gün 21 saattir anlattığı konusunda bir fikrim yok ama konuşmak saçlarımı kestirmedim.. kendimi 24 saatlik yakışıyor bu insana ben bunu sevdim ömrünün ilk yarım saatinde intihar etmiş kelebek gibi hissediyorum.. saat olmuş gece 04:00 falan ve hala aynı şarkı çalıyor gecede b e n i m d ü ş ü n d ü k l e r i m e b a k ke n d i m e biri birine yangın oluyor diğeri ona rüzgar katlanamıyorum.. başımı soğuk suya sokuyorum tozlu raflara yaslanmış gibi hissediyorum kendimi bekliyorum öyle hava sıcak olmasına rağmen şarkı bitiyor üstümden silkeliyorum hüznü soğuk suyu sevmiyorum soğuk su belki de sadece olan oluyor anlıcan içilmek içindir denizlere büyük ısıtıcılar atılsın biz sevmiyoruz soğuk suyu modern dünya böyle bir insan garip akılsız bir varlık hocam (sen üstüne şeye fırsat veriyor değil mi soğuk sevenleri alınma) bazen bir hatıra beliriyor gözünde aynı şeyi umursama.. kafamı kaldırıyorum bir şaşkınlık.. tekrar görüyorsun bitmiyor bir daha görüyorsun.. nefes almak güzel bir şey tatlı bir his.. saçlarımı tanrı insana hatıraları ve istemediği şeylerle başa savurup tekrar soğuk suya daldırıyorum kafamı.. çıkabilsin diye iki şeyi daha armağan etmiş: zaman ne kadar düşünürsem insanlık o kadar kurtulacak.. ve unutmak.. insan güzelleri eziyor hocam bu çok düşünmeye çalışıyorum ve sonuç olarak hiç bir yüzden papatyaların üstünden yürüyüp şey düşünemiyorum.. toparlanmam lazım böyle yapraklarını yoluyoruz.. sürekli mutsuz takılanlar olmaz bu işler saçlarımdaki suya dokunmadan var hocam sürekli dünya başıma yıkıldı havası var bekliyorum halıya dökülüyor damlalar annem insanlarda sorunları ne? bir filmde gördükleri burada olsa kızardı zaten annem olmadığı için karakterin sevgilileri olmayışı mı ya da böyle bir şey yapıyorum.. daha önce Pascal acaba sevgilisinden ayrılmış olması mı kredi kartı limiti mi kafasını soğuk suya soktu muydu? (38) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 ruh ve saçlarımdan düşen damlalar ne garip kendimi Süleymaniye Camisi'nde Nike ayakkabıya şeyler.. ruh görünmüyor konuşulmuyor ama secde ederken buldum. saçlarımın uzun olması benim efendi ya da serseri (hakkındır gül) olduğumu ortaya koyuyor.. saç saygıyı peşinde mi sürüklüyor? saclarımın ucuna saygı çiçekleri konu başlığı: çekirdek istiyorum mümkünse tuzlu bağlıyorum.. bir düğünde gelinin annesine veririm olsun.. bana öyle bakma çocuk şiir falan okumam belki.. kafamı kuruluyorum acaba Dostoyevski de ben bu bünyenin bu beynin sana kazandıracağı pek saçlarını böyle kurulayıp sigara yakıyor muydu öyle bir şey yok.. kaybeden kişiyim ben evet ben oyum bir şey yapıyorsa kızarım inşallah yapmamıştır.. d ü ş ü n ü y o r u m b i ze y a l a n s ö y l e y e n l e r i yapmamış olsun ki bu yazının yazılar içinde bir yeri düşünüyorum gitmeyecek olanları düşünüyorum olsun.. gidenleri düşünüyorum.. neler yapıyorum acaba evet çocuk seni ben öldürdüm.. bana bakma kadın aşık olmuştum sarhoştum bir elimde adını bile tecavüzüne ben sebebiyet verdim.. kardeş biraz merak etmediğim bir kitap diğerinde kısa ağır konuşmuyor musun? bak ya ülke menfaatini parlament yürüyordum varoş mahallemizde baltalıyorsun kes sesini bakayım.. ölmediniz ceplerimde ufak ufak taşlar vardı bazen çıkarıp sanırım biraz çabuk ölün ölümünüzü görmek oynardım insanların görmemesi gerekiyordu ve unutmamıza sebep olacak cebimdeki cisimle yaşım uygun olmalıydı bazı abiler söylemişti.. sarhoştum taşlara ve kalbime ne olmaz çocuklarmışsınız siz baktım yerleri cebim değildi ya da sevdiğim kişinin müslüman mısınız? kafasına isabet etmeli beni mutlu etmeyecekti bir iyi iyi alışkınız. karar verdim: taşları cebime değil kalbime bak gene birisini kırdım insanları kırıyorum seni de koydum.. kırdım gece gece kendimi bile kırıyorum bakma bana öyle insan ilk gördüğü denize atlamalı kardeşim içinden geliyorsa.. “aman olur mu öyle şey cebimde para aa çikolata veriyor bana canım annem kimseye var telefon var parayı geç telefon var bu telefon kaç söyleme ben çikolata severim çocuklar duymasın para biliyor musun sen” dememeli.. insan ilk ben onlar yerine kendime yeterince küfrediyorum gördüğü denize rahat hissedecekse atlamalı sonra zaten kendimi aşağılık hissediyorum sende de çıkıp “oh be deniz varmış” demeli.. bana çok taş oluyor mu bu? kaybettim sanırım henüz ne lazım çünkü çok insan var.. kaybettiğimi bilmiyorum ama sanırım kaybettim.. sana da oluyor mu bazen koşmak istiyor insan insan bayat çay satan yerlerde “yeter lan bize koşunca dertlerin geride kalacak sanıyorsun.. içirdiğiniz bayat çaylardan gına geldi bu düzene olmuyor mu? son veriyoruz” demelidir insan budur insan ses çıkarmalıdır insan kötüdür insan iyidir insan nasıl istersen. umursamazdır insan yalancıdır insan vardır ve kıyamete kadar olacaktır (yumruğumu ağzına evet beyefendi buyrun fişiniz.. yemek ister misin) insan çocuğunu sokağa yollamalı “git ve dayak ye” demelidir.. daha çok taş lazım çok fazla konuşan var.. bu ne lan bu ne.. (39) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 neredeydim ayfer sümer Kim bilir Bilinmez bir sokak lambasında yanandım bu şehrin belki de ben Sisliydi hava, Bulanıktı su, Kirliydi toprak düş kahveleri betül taştekin Biz seninle gece gündüz Beyazı böldük ikiye. Sözümüze yazıldık. Arkasında kaldık bazen Kalabalık sözlerin... Bulut çalgısı kendi tellerinden Duyurdu bana sesini Kanarken yıllar Camlar batarken denize Sahil boyuydu yalnızlık İleride eylül rüzgârına yüzenler Biz çok yakındık esmeye. Çay içerken gördüm seni Düş kahvelerinde... (40) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 üç kişilik ölüm marşı zeki altın ayağımda geziniyor karınca sürüsü üç kişilik ölüm marşında toplanınca sagu yere düşmüş asasını arıyor İsa mezarda avuçladığım kabir azabıyla kaç kapısını araladım belki de inandığım hüzünlü sonbahar yapraklarının hani geceden serilmişti ya üzerimize kaderin sırtımızdaki yırtılan örtüsü oysa sen ne güzel demiştin ağzında ölüm taşıyan sihirbaz sürüsüne ifritlerin sözcüleri arasındayken bir başka kutsallıkla yıkarken saçlarını unutmuşsun saatin zamana olan yenilgisini törelerin, ayinlerin ve hüzünlerin gözlerdeki serinliği kaldı ellerinde. şimdi nerede tutunduğumuz o ilk asa merhamet, kurşun sesi savaşta ezilen kutsal onurumuz petrol, dolar, altın ve yara... (41) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Tehdit etmek hala yapılacak bir şey var demektir. Onları öldürmemin bir anlamı vardı. Şimdi siz yaptığım şeyin hiç bir önemi olmadığını söylüyorsunuz. Bu bana kalbimin kırılmasından çok daha fazla acı veriyor. Neden beni vurmuyorsunuz. “The Rover” filminden (42) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 tan doğan ö l m e k metin demirtaş'a bir martı süzülecek en mor buluttan en köpüklü maviye damağına yapışacak bir zerre tuz ne yüzmek geçecek içinden ne dalmak ve ne çıkmak karaya birden kucaklayacak yüzyıllar boyu kafaya taktığın saracak saracak sımsıkı yüreğini usunu kanaya kanaya kalacaksın kollarında - huzurlu bağdaş kuracak sol yanağındaki gamzene bir gülücük ne dağılacak saçların ne de gözlerin kapanacak hani o hep titreyen ürkek ellerin var ya yitik tenime tırnak tırnak geçecek: ağlayacaksın böyledir köz ölümden beter ve o yorgun bedenin o kuşun son tüyünde o yorgun ruhunla harmanlanacak son soluğunu kaptırmamak için bir akbabaya kızılına gizleneceksin - ölümüne işte son liman son sandal tek kürek korkacak korkacak korkacaksın ve bir eylül sabahı bir yaprak serüvenince bir başka yerde bir başka zaman -er ya da geçuyuyacaksın böyledir ürperti böyledir sen de anlayacaksın (43) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 kayıp damlalar ismail denizhan “Her şeyin uğruna hareket ettiği bir hikâye vardır. İnsanlar, melekler, kuşlar, küçük karıncalar… Size anlatacağım hikâye yeryüzünün en ezeli ve en uzun masalı.” yok etmeyi. Ne zaman onları yok etmek istese sular yükseliyor, damla olarak tekrar dünyaya düşüyormuş. Çünkü suyla tanışan dünya damlaları seviyor, gitmelerine izin vermiyormuş… Bu cümleleri ve bu cümlelerin buruşuk, kara tenli sahibi Servan amcayı hiç unutmadım. Kasabaya okul açılmasından üç veya dört yıl evveldi. Yaklaşık otuz küsur yıl olmuş Servan amcanın atının nalı çıkıp bizim köyde misafir olalı. Dünyanın da sevdiği bu su damlaları ne zaman yeryüzüne düşse hemen eşlerini ve arkadaşlarını bulup onlarla birleşiyor, güneşin kendilerini yok etme isteğinden habersiz bir şekilde yaşamaya devam ediyormuş. Dünyadaki damlaları yok edemeyeceğini anlayan güneş de, suyu parçalamak istemiş. Dünyanın derinliklerindeki ateşi ve emrindeki rüzgârı kullanarak başlamış önce… Dağları yükselten güneş, suların birlikteliğini bozmuş, emrindeki rüzgârla da kendisine amade çölleri ortaya çıkarmıştı. Ta ki bütün suların birleşemeyeceğini düşündüğü zamana kadar… Servan amca babamla yaşıt gibi gözükürdü. Başındaki puşi alnına dökülüyordu. İlk gördüğümüzde korkmuştuk ondan. Yemek yemek için sofraya oturduğumuzda onu izlemeye başladık. Biz çocuklar, onun ağır ağır yemek yemesini izlemekten, çorbamızı içmeyi unutmuştuk. Neden bilmiyorum ama o yemekten sonra içimde hiçbir korku kalmamıştı Servan amcaya dair… Beldeye giden ana yol köyün hemen altında bulunduğundan, yabancı insanlara alışkındık. Misafirler için o günlerde her zaman yer bulunurdu. Üç gün süren sonbahar yağmurunda onu dayımların evi misafir etmişti. Bütün köy yağmurla güneşin hikâyesini, gaz lambalarının altında üç gün boyunca dinledi… “ İnsanların, hayvanların ve meleklerin anılmadığı zamanlarda güneş hükmedermiş her şeye. Var olanların cümlesi ona itaat edermiş. Dünyaysa onun egemenliğinde olan bir çölmüş. Ama başka gezegenlere su taşıyan bir yıldız dünyaya çarpmış. Çarpınca bütün su damlaları dünyaya savruldu. Bu durum tabi ki güneşin hoşuna gitmemişti. Ardından güneş, yeryüzüne dağılmış su damlalarını yok etmek ve tekrar her şeyi eski haline döndürmek için başlamış dünyayı yakmaya. Fakat bir türü başaramıyormuş dünyadaki suyu (44) Sık sık onları ısıtarak yükseltir ve uzak yerlere bırakırmış güneş. Yeryüzüne inen damlalar hemen eşlerini, arkadaşlarını arayıp birleşirmiş. Bu durum binlerce yıl boyunca böyle devam etmiş, ta ki damlalardan biri kaybolana kadar… Kaybolan bu damla, Sevi isimli küçük bir damlanın eşiymiş. Sevi, yine bir yağmur sonu yeryüzüne düştüğünde eşini aramış, ama etrafında yokmuş. Başka damlaların yanına gitmiş, sormuş ama hiç kimse bu damlayı görmemiş. Nehirlere katılıp dağları geçip, bütün dünyayı gezmesine rağmen onu, hiçbir yerde bulamamış. Koca dünya da yalnız kalan bir tek oymuş. Güneş bir gün onu tekrar yükselttiğinde bir taşın üzerine düşmüş. Düştüğü taşın hemen yanında küçük bir su birikintisi görmüş. Kendini küçük su birikintisinin içine bırakmaya hazırlanırken suyun üzerinde bir şey fark etmiş. Kocaman pürüzsüz bir su damlası adeta dans ediyormuş suyun üstünde. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 Başını havaya kaldırdığında, bunun suyun üzerine yansıması vuran ay olduğunu görür görmez aya çarpılmış. Ay'ın, kaybettiği eşinin de içinde olduğu kocaman bir damla olduğunu düşünmüş. Tüm gücüyle ona ulaşmaya çalışmış ama yapamamış. Hemen arkadaşların yanına gidip durumu onlara anlatıp ayı göstermiş onlara. Ay'ı gören her su damlası tutulmuş onun parıltılı çehresine. Bütün su damlaları can atıyormuş, ona dokunmak için… birbirlerini bulmaya başlamışlar. Sürgün edilen bu damlalar Sevi'nin liderliğinde çölün içerisinde birleşmişler. Dışarı çıkarlarsa ne yapacaklarını düşünmüşler. Yüzyıllarca içerde konuşmuşlar. Sayıları yılar geçtikçe sürekli artmış içerde. Ama bir türlü hapsedildikleri topraktan dışarı çıkamıyorlarmış. Ta ki bir gün çölde annesiyle yalnız kalan bir bebek topuğunu toprağa vurana kadar… Aya ulaşmanın yolunu düşünmeye başlamışlar. Sevi: “güneş” demiş; “Güneş onu bizden koparıyor. Güneş ne zaman gelse o kayboluyor.” Sevi'ye hak veren bir avuç damla Ay'ı kendilerinden kopartan güneşi yok etmek için ant içmişler… Toprakta bir gedik açılmış ve bu su damlaları koca bir çağlayan olarak dışarı fışkırmışlar. Güneşin en büyük hâkimiyetinden biri olan çölü böylece sular ele geçirmiş. Fakat o günden sonra bir avuç asi damlayı bir daha hiç kimse görmemiş. Bu bir avuç damla ne zaman yağmur olup yere düşse hemen etrafındaki damlalara durumu anlatmaya başlamış, “Güneşin suları ayırdığını, parçaladığını ve yok etmek istediğini” Bazıları gülmüş bu asi su damlalarına, “Biz ne yapabiliriz ki koca güneşe karşı” diye. Birçoğu da korkmuş güneşi yok etme yeminini duyunca: “Onu kızdırırsak hepimizi yakar” demiş ve kaçmışlar. Ama Ay'ı hangi su damlasına göstermişlerse hepsi hayran kalmış bu eşsiz güzelliğe… Derken güneş, bu bir avuç asinin planlarından haberdar olmuş. Bu asi damlaları büyük bir çölün içine hapsetmiş. Asileri tanıyan diğer damlalar, onları aramaya koyulmuş ve bu yolculukta arkadaşlarının anlattıklarını düşünmüşler. Gece karanlığı her çöktüğünde Ay'a bakıp onların orada olduğunu düşünmüşler. Ay'a her baktıklarında da daha fazla seviyorlarmış onu… Sürekli Ay'ı izlemek isteyen damlalara güneş izin vermiyor, geldiği gibi suları dağıtıyormuş çok uzaklara. Bir avuç damlanın Ay'a olan aşkı önce nehirleri, sonra denizleri ve okyanusları kuşatmış. Güneş iyice öfkelenmeye başlamış. Emrindeki rüzgârla Ay'a âşık olan kim varsa çöllerin içine gömmeye kalkmış. Çöllere sürgün edilen damlalar Asi damlalarına ulaşabilmek için yeryüzünün tüm suları güneşle savaşmaya başlamış. Güneş tüm gücüyle yeryüzünü ısıtıyor onları havalandırıyor yere çarpıyormuş. Sularsa havadayken şimşekler çakıp, dünyadaki dağları yıkmaya çalışıyor, Sel olup kendilerine çekilmiş setleri devirmek için hücum ediyormuş. Ve sonunda Ayı dünyaya çekmeyi başarmışlar. Ay onlara yaklaşınca dev okyanuslar hep beraber kendilerini ona itiyorlarmış. Yeryüzünün bütün damlaları bir gün aya dokunacaklarına inanmış ve yemin etmiş. İşte bu güne kadar bu savaş böyle devam etmiş. Ama hala o bir avuç su damlasından haber alınmamış.” Her yağmur yağdığında Servan amcanın bu hikâyesi gelirdi aklıma. Otuz küsur yıldır Servan amcayı ve kayıp yağmur damlalarını düşündüm. Servan amca o damlaları bulmak için düşmüştü yola. Ona, bunun sadece bir masal olduğunu söylediklerinde. “En başta dedim ya Herkesin uğruna yürüdüğü, yaşadığı, savaştığı ve öldüğü bir hikâye vardır” demişti. Bugün haberleri izlediğimde öylece kalakaldım. Televizyondaki kadın “Ay'da su bulundu” diye seviniyordu. Servan amcaysa ölmüştü, bunu bilmiyordu… (45) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 zülfü yâre dokundur cengiz zorbey yeni şafak gazetesi'nin internet sitesindeki bir karikatür muhafazakar bir ailenin din algısını konu ediniyor. yeni doğan çocukları için ne kadar akîka kurban edeceklerinde tereddüt eden genç evliler soluğu imamın yanında alıyor. hocanın odasından ayrılan müsteftî gencimiz hocanın zahiri ilmine bir "maşeallah" çekiyor. ne güzel, bilmediğini bir bilene soruyor! karikatürün ikinci faslında aynı romantik çiftimiz çayları eşliğinde okudukları bir kitapta geçen hadis hakkında konuşuyor. er kişi hadisin manasından biraz kuşkulanıyor olmalı ki hadis'in “biraz garip gibi” olduğunu söylüyor hatun kişiye. o da bir "hımm" çekerek yakışıklı prensini tasdik ediyor. soluğu yine hocaefendi'nin yanında alıyorlar tabi. (çaylar muhtemelen soğuyor bu arada) hocamız ise cevaben hadisin zayıf olduğunu ve dolayısıyla hadise temkinli yaklaşmaları gerektiğini salık veriyor. (salık olmadı ama neyse. gereksinim'den iyidir. ) hoca ikinci kez "maşeallah"a gark oluyor. varan 3'te ise romantik çiftimiz hayallerindeki evin ilanını görüyorlar. kredi için hoop tekrar hocanın yanındalar. “olmaz” diyor hocamız, “bu faizdir, geri durasız!” çiftimiz ise hocaya güvenmediklerini ve bu soruyu bir başkasına daha sormaları gerektiğini söylüyorlar. aslında karikatürün yaratıcı bir mesaj verdiği filan yok. pragmatist mütedeyyin müslümana giydiriyor sadece. herkesin bildiği sıradan şeyler yani. hiç anlamam ama çizimler filan da hak getire hani. hoca hocaya benzemiyor bir defa. menopoza girmiş hemşire sanırsın. kaldı ki hocaya gitmek diye bir şey mi kaldı kardeşim, googlemak diye fiil bile türemişken. olmadı ararsın; sorarsın. olmadı, mail atarsın. (ama chat yapma) ayrıca hocaya soru sorarken kilisevari (46) masalara karşılıklı oturmak da ne oluyor? cık beğenmedim arkadaş! neyse konu bu değil. konu, faiz müessesesini dolaylı yoldan eleştiren bu karikatürün faiz müessesesinin reklamlarına yer veren bir gazetede yayınlanması da değil. hakeza hocayı tebrik sadedinde maşallah çeken figüranların bu duygularını “maşeallah” diyerek dile getirmeleri de değil. aslında konu bu olabilirdi, zira sanatçımız burada bildiğin çam devirmiştir. “neden?”i şu ki "maşeallah" diye bir fiil-fail cümlesi yok. yani 'mâşe' diye bir fiil yok. en azından dağarcık'ta yok. lisânu'l-arap'ta var mı dersin? Bilmem bir bakıver sen. neyse buraya da takılmayalım şimdi. zira bu furûi bir mesele bir yerde. asıl mesele şu: bu üç seanslık karikatürün hadisle alakalı olan ikinci bölümünde hadis'in anlamından şüphelenen hazret, hadis'in sübütünun sıhhatine dair olan endişelerini izhar ederken hadisin “biraz garip” olabileceğini söylüyor. belli ki karikatüristin hadis literatürüne dair behresi yok! çünkü bir defa “garip hadis” zayıf hadis demek değildir. sonra 'biraz garip' ne demektir yahu! internetten okuduğun bir habere yorum mu yapıyorsun. ne demek 'biraz garip'. garip olan kendinsin de haberin yok artiz!neyse uzatmayalım hadi. ve "gul garîbun mâ revâ râvin fekat” diyelim, geçelim. öte yandan bir hadisin sözlük anlamını garip bularak sıhhatinden şüphe izhar etmek ise modernist bir kafanın ürünüdür. sanatçı kardeşimin yerinde olsam bunun yerine genç çifleri el ele tutuştururdum! sahi diyorum bak, öyle yapardım. hem tanımadığım yolda yürümek zorunda kalmaz hem de zorlama bir genç muhafazakar tipleme ortaya koymazdım. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 tamam, hazret, “ben garip'i terim anlamıyla değil, sözlük anlamıyla kullandıydım” diyebilir. hayır diyemez! ayrıca ne var bunda kardeşim, sanatçı adamın hadis usulü bilmesi mi gerekir?” de deme! saçmalama yani! tabi ki bilmesi lazım! konu da bu ya zaten. şimdi asıl söyleyeceğimiz şeye gelelim ve evvela eserden müessire çevirelim kadrajı: sanatçıya. şunu teslim etmeliyiz ki dini kaygıları olan bir kimsenin güzel sanatlarla iştigal etmesi ne de güzeldir. kaldı ki mütedeyyin, muhafazakar insanların bu ilgisi günden güne artmakta. bunu takdir ediyoruz. iktisadın önündeki istanbul duvarı kalktı nasıl olsa. sanat ve kültürün önündeki ankara duvarı da yıkılıyor yavaş yavaş. kemalist kardeşler halay da biraz yer açacaksınız nâçâr. muhafazakar insanların sanata gebelik dönemindeyiz zahir. günahsız bir gebelik dönemi bu. (işte bak ayşa'bla, iyi'ye iyi diyoruz, güzel'e de güzel iyi mi!) "neden mütedeyyin insanlar kültür-sanatta nal topluyorlar"mış. ulan nedeni mi var, adamı kasabasına, şehrine hapsettin bu güne değin. sonra kalkmış bize maval okuyorsun. hele dur. dahası var. sinemada, sanatta, belki biraz felsefede kıpırdanmalar başladı. yok yok felsefede başlamadı, şaka. mimaride de öyle. kubbeyi diyorum bilge mimar, yerden alacağız almasına da ah şu toki aklı olmasa. (bu hızla gidersek yeni bir fiil armağan edeceğiz arkadan gelenlere: tokilemek: “insan kokmayan şehir inşa etmek” v.s. manasına. beğenmediysen sen uydur bir tane. ama uydur.) bu madalyonun bir yüzü. diğer yüzüne gelince. muhafazakar dünyadaki bu 'ayaklanma' çarpık bir beden ortaya çıkartacak gibi. muhafazakar bir entelektüeli dinden ayrı düşünebilmen mümkün müdür sen söyle. hayır değildir. ameli boyutundan olmasa da teorik boyuttsn ayrı düşünemezsin. ve tabi ki medeniyetten de. (bedri bey kızmasınlar efendim, dinin yerine inşa ediyor değiliz medeniyeti!) medeniyet dediğin zaman ise bir ilim anlayışından ve bu ilmin hikmetle beraber ete kemiğe bürünmesinden (gelenek) bahsetmek durumundayız. (bir de gelenekselcilik vardı değil mi. yahu neden hala kimse muhkem bir reddiye yazmaz ha bu gelenekselciliğe anlamış değilim. muhkem bir reddiye dedik, mugalata değil. du bakalım.) şu halde bir kimse ağzını yaya yaya medeniyet veya muadili kelime-kavramları kullanıyorsa bu medeniyetin kodlarına, medeniyeti medeniyet yapan tecrübelere bî-gâne kalmamalıdır. kalamaz. bu şu demektir: kendini muhafazakar bir aidiyyet üzerinden tanımlıyorsan hatta bırak muhafazakarı bu coğrafyada entelektüel vadiden hissedar olduğunu söylüyorsan şayet mesleğin ne olursa olsun (velev ki karikatürist ol) bir kavramlar silsilesinden haberdar olmak durumundasın. hayır durumunda değil, zorundasın. aristo'dan bu yana ilimleri tasnif etme adeti var bilirsin. bunu yaparken ilimlerin kronolojik listesini vermek değil adamın derdi. her ne kadar bu bir tasnif olsa da bir yönüyle tertip de var yani. İşte bak mar'aşî ne diyor: tertîbu'-ulûm. (demek ki sadece şair çıkmıyor maraş'tan) ilimlerin de bir tertibi vardır ve bir hiyerarşisi kısacası kardeş. (“sümme” diyorum “yüfîdu't-tertîb” ) daha açık söyleyeyim dur. şimdi sen medeniyet havariliği yapacaksın ya, ku d e m â d a n ve ka d i m e s e r l e r i m i zd e n bahsedeceksin ya hani. yapma diyorum işte. önce otur tilmiz ol, pantolonun ütüsünü boz hele bir. yahu bu ne iştir arkadaşım, adamın oğlu üç tane mütekellimin ismini yanlışsız söyleyemezken, üç tane kelam kitabını say desen kafayı kuma gömecekken ehl-i sünnet müdafii vasfıyla şia'ya giydiriyor. bırak şia'yı ve argümanlarını tanımayı doğru düzgün maturidîeşarî bir kelam kitabı bile okumadan senin neyine ehl-i sünnet'i müdafaa ve senin neyine şia'ya reddiye! ne kelamı akide bile okumadan akide. zemelkâni kalkıp tokatlasa seni haksız mı şimdi yani. (47) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 tabi bu bireysel çıkışların yeşerten ortamlar var ki asıl onlardan bahsetmek lazım. son zamanlarda edebiyat merkezli üsler oluştu. haydi hoşlandığın tarzla söyleyelim: mahfiller. sosyal medyada aforizma kulesinden vecizeler yumurtlayarak aklı sıra takipçilerinin aklını alan kerameti kendinden menkul üç-beş müteşairin başını çektiği bu tür gruplara dahil olan muhafazakar gençler bir süre sonra havari moduna girmeye başlamadalar. ne yapıyor peki bu hizipler ve bu hiziplerin yancıları kızlar, oğlanlar. sanat adına, felsefe adına, usul adına, furû adına ne yapıyorlar bu medeniyet muştucuları. herif eline almış gazali'nin bilmem hangi tercüme eserini etrafındaki sözde üdebâya ahkam kesiyor. yahu gazali kalksa yüzüne tükürecek şaşkın herif! evvela sen hele bir anlamaya çalış bakalım bu adam ne diyor diye. ne usul bilirsin, ne hadis bilirsin, ne fıkıh bilirsin, ne kelam bilirsin ne mantık bilirsin ne münazara, ne de felsefe! bu ne cürettir, bu ne had bilmezliktir. namazda imameti sahih olmayacak herifler önder olmuşlar iyi mi. biraz gündemi takip ederek ve biraz da artistlik laflar twitleyerek kalkmış üç beş tane masum dimağ üzerinden kendini pazarlamak mı oldu riyaset. bekri mustafa, ruhuna rahmet! bir başkası ise sarılmış yedi güzel adama adeta puttan helva yapmada. fetişizm siyasette mi var sanıyordun sadece. sana ustad olma demiyorum, üstad yine ol. ama evvela oku, anla, fehmet.. özetle; bakışı, anlayışı, kavrayışı estetize etmek bir yana körelten bu tür hizipler kanaatimce muhafazakar genç kuşağın önündeki en büyük engeldir. nefse bir parça hoşluk veren bu tür ortamlar sâlikinin h ey b e s i n e h i k m e t ye r i n e at göz l ü ğ ü k o y m a k t a d ı r l a r. s ı ğ l ı k v e c e h a l e t pompalamaktadırlar. hey güzelim, sana diyorum, zihnin iğdiş ediliyor farkında değilsin! tabi enseyi de karartmanın bir anlamı yok. iyi şiirler de çıkmıyor değil, tıpkı iyi şairler gibi. çıkıyor çıkmasına ama bir molla kasım gelip de karşılıksız bir iyilik yapmasa değil mi! bak gitti (48) tüm elindeki putların. mahfil düşmanı değiliz kardeşim. nigar hanım'a hürmet eder, İbnu'lemin'in elini öperim. tamam sustum. kameraya bakıyor ve mutlu oluyoruz. ne de olsa at pazarında yakışıklı kızlarımız ve güzel erkeklerimiz müdakkik nazarlarla ilim tahsil etmedeler. haklıydın sen sevgilim, bir başkadır şam'da aşk.. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 yasemin selman emre Soğuk bir Akşehir gecesi. Hava kararmış. Vatandaş evinde dizi nöbeti tutuyor. İstanbul'dan yeni gelmişim. Benimki ufak bir kaçamak. Başı var sonu yok. Rutin bir yalnızlık heyulası içimde büyüyor. Standart yalnızlıkları bilirsiniz. Düz bir çizgi gibidir. Ben de aynı durumdayım. Hikaye yazmak geçiyor aklımdan. Şöyle dünyayı sallayacak bir senaryosu olsun. Yer yerinden oynasın falan. “Kendine gel Selo” diyorum, boş hayaller kumkuması olmak sana yakışmıyor. Kanallar arasında zap yapma fikri fena değil. Kumandayı alıyor ve dünyayla tüm bağlarımı koparmak istiyorum. Aslına bakarsanız televizyon müptelası bir insan değilimdir. Ayda yılda bir Kurtlar Vadisi denk gelirse izlerim. Ha bi de Avrupa Kupası maçlarının maksimum otuz dakikası. Hepsi bu kadar. Haber bültenlerinden odaya sızan karamsar havayı bir anons darmadağın ediyor. Duruyor ve dikkat kesiliyorum. “Yasemin” diyor sunucu. Yasemin mi? Evet Yasemin… Hayatımda bir Yasemin tanıdım. O vakit ilkokulda öğrenciydim. Doksanların başı olsa gerek. Aynı sırada otururduk. Uzun ve ipek gibi saçları vardı. Nasıl başarırdım bilmem, derslerde sessizce saç tellerine dokunurdum. Hissetmezdi ya da bana numara çekerdi. Biliyorum şu an Yasemin'in akıbetini merak ediyorsunuz. Nerededir ne yapar gerçekten hiçbir bilgim yok. Lisede kendisiyle bir kez daha aynı sınıfa düşmüştük. Okulun kuytu bir köşesinde, öğle arası erkek arkadaşlarımdan b i r i y l e s e v i ş i r ke n g ö r d ü m o n u . P e k önemsemedim tabi. İlkokulda saç tellerine dokunmak haricinde hiçbir duygusal bağımız olmadı çünkü. Aslında bu vakayı duygu kategorisine sokmak belki de aşka hakarettir. Aşka hakaret edilmez değil mi? Bana sorarsanız aşk hakareti değil ihaneti hakediyor. Bir dostumun dediği gibi, sonuçta her aşk tamamlanmış aşktır. Ha ne diyordum? Yasemin evet… Sunucu Yasemin dedi. Sonra Tunus dedi, sonra Muhammed Bouazizi dedi, devrim dedi, isyan dedi, ateş dedi. Zeynel Abidin Bin Ali denen kırk yıllık diktatör İzmir marşı eşliğinde Suudi Arabistan'a kaçarken arkasından öylece bakıyordum. Bir tufan geliyordu. Hissediyordum. Hiç kimsenin beklemediği bir anda ilahi bir el barajın kapaklarını var gücüyle açmıştı. Artık geriye dönüş yoktu. Hissediyordum ve o ilahi ele tutunmak istedim bir an. Zaman durdu. Tunus'ta Yasemin çiçekleri açıyordu. Gülümsüyordum. Aklıma Kudüs geliyordu, Gazze geliyordu, ne yalan söyleyeyim bir de Golan geliyordu. Aradan birkaç ay geçmişti ki, Mısır'da yeni çiçekler açtı. Sonra Bingazi tüm devrimci duygularıyla beni selamladı. O ele tutunmuştum, kalp atışlarım hızlanıyordu. Çıkardığım derginin kapağına “Unutma, Allah'ın da bir planı var” yazma bahtiyarlığına erişirken dilime Suriye dolandı. Ufak bir kâğıda “Bekle bizi Golan beklemediğin her yerde” yazdım ve uçak yapıp uzay boşluğuna fırlattım. Bu cep hikâyesini 4 yıl sonra yine bir Akşehir yolunda yazıyorum. Tarih 3 Ekim 2014. Golan'da muhalifler neredeyse tamamen hâkimiyet kurmuş. Peki, ben bunu niye yazdım? Maksat yeşillik olsun. Koyu yeşil. (49) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 bozukluk muhammet efe sıkma canını takma kafana ay yükseliyor borsa düşüşte sabahın ilk çocuğu altın fırladı bozmasaydık keşke idris selici koltuğunun altında rübab-ı şikeste o kadar şanslı ki piç her attığı düşeş be Ne de güzelsin. sigara sekiz lira, zıbanadan çıktı artık İsmin çocuk olmalı… kestane yine ateşte, yarık Ellerinde bir incirkuşu buralardan geçti mi biri, arık Kanadı onarılmalı. kavruk, kıvrak ve kıvırcık Sevinçle koşuyorsun. tepesinde, belki, yeşil bir sarık Bakışıyorlar ardından- sapanlaşan ayrımın sağında Sokağın seyrek kanatlıları. kemikleşen et Zülfün ne de güzel gibi durmakta Serpiliyor ardından sağlamlamakta ama hasta Yıldızlar dağılıyor zarlar dönmekte Gece onarılıyor olmalı. düşeş be, her attığı piç o kadar şanslı ki Sabah'ın ilk toprak kokusu rübab-ı şikeste altın da, koltuğu Süratle gelen o su, keşke bozmasaydık fırladı, altın Yağmur seni bulmuş olmalı. düşüşte borsa yükseliyor, ay takma canını sıkma kafana (50) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 muhammed ali üzen (51) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 kırmızı gül tanrıverdi B u g ü n ke y i fs i z g ü n ü m d e y i m ç a l ı ş m a k istemiyorum. Masamda bir yığın iş var onlar bana, ben onlara bakıyorum. Elim kolum kırılmış gibi, eve gidip dinlenmek istiyorum. İzin almayı düşünüyorum fakat şimdiye kadar izin kullanmadım. Şefim aksi bir kadın, kolayına izin vermez. Bu yüzden cesaretim kırılıyor. Başım önümde çalışır gibi yapıyorum. Ama yok, çalışamıyorum içimde garip bir huzursuzluk var çıkıp gitmek istiyorum. Bütün cesaretimi toplayıp izin almak için, Şahika hanımın odasına gidiyorum. Kapıyı çalıp giriyorum kahvesini yudumluyor. Bana bakıp sert bir şekilde ne istediğimi soruyor. Zor belâ birkaç kelimeyle izin istiyorum. Önce uzun uzun bakıyor yüzüme sonra “tamam izinlisin” diyor. Neyse ki benden önce biri yetişmedi. Otobüsün hareket etmesiyle koltuğa savruluyorum. Yanımdaki kadının omuzuna çarpıyorum. Özür dileyerek gülümsüyorum, kadın da, “olur böyle şeyler” deyip gülümsüyor. Etrafıma şöyle bir bakınıyorum ayakta birçok insan var ama içlerinden biri gözüme takılıyor. Karşımda ayakta duran kırmızı mantolu kadın, sarı saçları mantosunun omuzlarına dökülmüş. Gözlerim ona takılı kalıyor ama kadının haberi yok dışarıya bakıyor. Baktıkça kırmızı beni içine çekiyor. Hayatımda hiç kırmızı bir şey kullanmadım. Oysa karşımda duran bu kadına, ona ait bir renkmiş gibi yakışmış. Gözlerim, kırmızıya dalıyor yok dalmıyor sanki rengin içinde eriyor. Sandıktan çıkan mektup gibi beni içine çekiyor, baktıkça rengin içinde kayboluyorum. Birden ilkokula yeni başladığım günlere gidiyorum. Odadan çıktığımda, kalbim duracakmış gibi çarpıyor izin istemek ne zormuş. Derince soluklanıyorum Şahika Hanım vazgeçmeden çıkmalıyım. Hemen masamı topluyorum çantamı aldığım gibi çıkıyorum. Babam masanın başında oturmuş bana sesleniyor. —Oh dünya varmış, temiz hava iyi geldi. —Leylâ gel bakalım yanıma otur. Otobüs durağına gidebilmek için üst caddeye çıkmalıyım. En kestirme yolu seçiyorum iki apartman arasından açılmış dar sokaktan geçiyorum. Köşeyi döndüğümde karşı caddede durak görünüyor öğlen saatinde bile kalabalık. Karşıdan karşıya geçiyorum. Duraktayım, kalabalığın arasından otobüsün numarasını rahat görmek için, kaldırımda beklemeye başlıyorum. Ne zaman otobüs beklesem gelmez ama bakıyorum otobüs geliyor. Benim için de yanına sandalye hazırlamış bekliyor. Gidiyorum, eliyle “otur” işareti yapıyor. Usulca oturup babamı seyrediyorum. Öğretmenim gibi dikdörtgen kartonlar kesiyor. Bana dönüp, —Şimdi sana yeni fişler hazırlayacağım. Bunların üzerinde çalışacaksın anlaştık mı? —Anlaştık baba. —Çalıştıktan sonra beraber tekrar edeceğiz. —Şanslı günümdeyim herhalde, kesinlikle şanslı günümdeyim. Yoksa Şahika Hanım hayatta izin vermezdi. —Tamam. —Güzel. Başlayalım o halde. Baktım otobüs çok kalabalık değil, tıklım tıklım olmayınca bir otobüs boş bile geliyor büyük şehirde yaşayanlara. Oturacak bir yer bulurum ümidiyle hemen biniyorum ilerlemeye başlıyorum “boş bir yer var mı?” diye bakınıyorum. —Orta kapının ilerisinde var. Biri oturmadan ulaşmalıyım. (52) Babam dolma kalemini çıkarıyor mürekkep şişesinin kapağını açıyor. Dolma kalemine mürekkep dolduruyor sonra şişenin kapağını kapatıp itinayla kenara koyuyor. Dikdörtgen kesilmiş küçük kartona yazmaya başlıyor. Onu dikkatle seyrediyorum. Kalemden çıkan renk beni şaşırtıyor. Öğretmenimi, bu şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 renkte yazarken görmemiştim. Kırmızı mürekkep, babamın yazısıyla ne kadar güzel görünüyor. Aynı öğretmenim gibi çok güzel yazıyor. Hayranlıkla babamı seyrediyorum. Yazmayı bitirip bana dönüp gülümsüyor. —Hadi oku bakalım. —Çok güzel. —Anlamadım ne güzel? —Yazın çok güzel baba, kırmızıyla çok güzel gözüküyor. Babam gülümsüyor. —Şimdiden kaytardın bakıyorum. —Tamam, okuyorum “Ali top at”, oldu mu? —Oldu aferin, artık yeni fişlerin oldu arkadaşlarınla beraber çalışırsınız. —Kırmızı fişler çok güzel. Ben de senin güzel yazabilecek miyim? —Tabi yazacaksın. Dalıp gidiyorum o günlere, oysa hayatım boyunca babam gibi güzel yazamadım. Bir akşam beni yanına çağırıp, artık başka evde oturacağını ama hiçbir zaman beni bırakmayacağını söylediğinde, çocuk kalbimin duracak gibi olduğunu kimseye söylemedim. Pencere önünde gizli gizli gelmesini beklediğimi de söylemedim. Giderken bana verdiği dolma kaleme hiç dokunamadım. İçinde kurumuş kırmızı mürekkebiyle bekleyen dolma kaleme… Otobüsün fren yapmasıyla kendime geliyorum. Camdan dışarı baktığımda evime yakın durağı geçmişim. Ayağa kalkıp kapıya doğru ilerliyorum. Kırmızı mantolu kadının yanına geldiğimde, —Oturmak isterseniz yer boşaldı. Kadın yavaşça ilerleyip kalktığım yere oturuyor. Düğmeye basarak otobüsün durmasını bekliyorum durağa gelince kapı açılıyor fakat tam inecekken parmağıma bir şey batıyor. Aceleden bakmıyorum indikten sonra bakıyorum ki birkaç damla kan parmağıma yayılmış. Çantamdan mendil çıkarıp siliyorum başka zaman olsa mikrop kapar mı? Diye umursardım ama bugün umursamıyorum. Gökyüzüne bakıp içime derin bir nefes çekiyorum fakat düşünceliyim. Hafifçe yağmur atıştırmaya başlıyor, bugün içimde kabaran bu sıkıntı işten kaçarcasına çıkışım, otobüste bu kadına rastlayışım, inerken parmağımın kanaması sanki uyarı gibi geliyor. Birden karar veriyorum eve gidince ilk işim yıllardır sakladığım dolma kalemi çıkarmak ve artık babamla ve kırmızı renkle olan dargınlığıma son vermek… Yağmurun yağmasına aldırış etmeden eve doğru yürümeye devam ediyorum. Eve vardığımda çantamı ve paltomu kenara fırlatıp odama geçiyorum. İyice ıslanmış olmama rağmen üşütüp hasta olurum kaygısı taşımıyorum. Heyecanla kitaplığımın alt çekmecesinde yıllardır bakmadan sakladığım kutuyu çıkarıyorum. Kutu toz içinde güzelce silip açıyorum. Babamdan gelen mektuplara ve dolma kaleme bakıyorum. Dolma kalemi elime aldığımda düşündüğüm tek şey babama mektup yazmak. Ondan hatıra kalan bu kalemle, yine ona mektup yazmaya karar veriyorum. Hemen bir kâğıt çıkarıyorum üst çekmeceden, bir de kırmızı mürekkebim olsaydı ne güzel olurdu! Fakat yok! Siyah mürekkebi doldurup mektubu yazmaya başlıyorum. Uzunca bir mektup oluyor yılların verdiği özlemi boşalttığım satırlar kalbimin hırçın sularını durultuyor. Mektubu zarfa koyup hazırlandığım sırada uzun uzun zil çalıyor. Çalıştığım için gündüz kimse gelmezdi. Kapının deliğinden bakıyorum kimse görünmüyor. Zil yine çalıyor otomatiğe basıp kapıyı açıyorum. “Yanlışlıkla basılmış olmalı.” Tam kapıyı kapatacakken merdivenden birinin çıktığını görüyorum. Sırtını gördüğüm kişi tanıdık biri mi? Merdivenler bitip yüzü bana dönünce otomatik ışık sönüyor. Lambaya doğru el sallıyorum nihayet yanıyor. Gelen kişiyle yüz yüze geliyoruz. Yıpranmış bu yüz çok tanıdık. Gözleri gülüyor… (53) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 bir eskimeyen istanbul 'Ya abi, ben Sivaslıyım. Geleli iki ay oldu İstanbul'a. bülent özdaman Tahtakale'de Milas Hanı'nda kalıyom. Hemşerilerimin yanında. Yük çekiyom. Sivas'tan YENİCAMİİ önünde güvercinler insanlarla iç içe… gelirken birine…' dedi sustu. 'Allahaısmarladık' Kimi kaygılı, kimi düşünceli, kimi yorgun dedim. koşuşturuyor insanlar… Güvercinler pır pır uçup 'Sevdalın mı?' konuyor kiminin ayak ucuna. Yüzü aydınlandı. Gözleri doldu. 'He valla sevdalandığım kız.' Telâşla yürüyen insanların umurunda değil Adını sordum. Yenicamii'nin güvercinleri. Çekilip bir köşeye 'Demem, nene lâzım adı senin!' dedi. izliyorum, iskeleden böğürüp kalkan yolcu ve araba 'Peki söyleme, madem istemiyorsun.' vapurlarını, vızır vızır seğirtip koşuşturan insanları… Sorgular gibi yüzüme baktı. Bir gürültü, bir telâş ki sormayın. Piyangocular, 'Abi, sen İstanbul'da gazeteci misin yoksa?' simitçiler, avaz avaz bağıran gezginci satıcılar!.. 'Eh sayılırım.' Başını şöyle göğe kaldırdı, iki elini vurdu birbirine. İlk bakışta, 'Bu ne curcuna?' diyecek oluyorsunuz, 'Vay anasına vay! Şu şansa bak' dedi. ama diyemiyorsunuz. Yaşam kaygısının yoğunlaştığı 'Haydi, neydi bu ikinci yem atışın? Söyle artık' İstanbul'da insanlar, bu kıta kıt kavgayı yapmak dedim. zorundalar yaşamak için!.. Anlattı: Bu manzaranın ardından, küçük bir olaya 'Adım Murat benim, memleketim de Sivas… Ama odaklandım. Yirmi-yirmibeş yaşlarında sade biri, köyümü demem. Çıkmasın gazete de adı. Ayıp olur güvercin yemi satan yaşlı kadının yanında durdu, bir sonra. Belkim küser duyarsa, dile düşürdün beni süre gelip geçenleri izledi. Sonra bir tas güvercin diye. Yavukluma, İstanbul'da çalışmaya gidiyom yemi aldı, savurdu güvercinlere, 'Bu benim için' dedi derken yüreğim cız etti valla… Onun da cızladı yüreği usulca… Bekledi, gelip geçenlerin yüzlerindeki biliyom. Ama geçim derdi, mecburi abi. Yavukluma; ifadeleri çözmek ister gibi. İstanbul'dan bir isteğin var mı? Dedim. O da; Yaşlı kadına, ' Bir tas daha ver' dedi. Parasını ödedi, Televizyonda gördüğümüz İstanbul'daki kuşlu camii aldı yem dolu tası, bekledi kuşların çoğalmasını. Bu var ya onun önündeki güvercinlere benim için bir tas arada yanına yaklaştım, ' Merhaba' dedim, irkilir gibi yem verin mi Murat? dedi. İçim bin parçaya bölündü oldu, başını indirdi sessizce. abi, bin parçaya valla!..' 'Kuşları doyuruyorsun' dedim. Gözlerini kıstı. Haliç üstünde kanat çırpan martılara 'Hıı öyle' dedi. baktı bir süre, gözleri dolu dolu olmuştu. 'Adak mı?' 'Gençsin, delikanlısın. Bu kadar takma be Murat!' Elmacık kemikleri kızardı, güldü bıyık altından. dedim. 'Ne bildin?' 'Dert etmeyecem, kafamdan silecem diyom, ama 'Attım tuttu galiba.' bir türlü silemiyom be abi… Gözlerimin içine baktı. Kafasını sağa sola salladı. Zor Yük taşımadan da zor, bin kat zor bu iş…' dedi. duyulur bir of çekti: 'Bildin valla!..' Birine söz verdim. Onun için kuşlara Döndü arkasını, yürüdü, uzaklaşıp kayboldu yem atıyorum.' İstanbul'un kalabalığında Sivaslı Murat… 'Nasıl yani?' (54) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 yanı başı olmayan muhammet çelik çünkü ben biraz üzgünüm haftanın günleri gibi iliklerimde salgılanıyor zaman yok oluyorum kırılgan bir pamuk tarlası işçisi sokuşturuluyor gövdeme ütülmüş çocukluğumdan başlayarak yoruluyor avuçlarım onlar ki daha bahar başlangıçlarında serin yerlerde bile terleyen hinlikleriyle bazı tehlikeli kavrayışların mayhoş geceleriydi sarkardı adalelerden azgın kiremitler saçaklarda kar küreyen dedelerin ha düştü ha düşecek duruşları gibiydim o vakitlerde beni de yazın o anıları olanlar zümresine çok kayboluyorum şimdilerde kayboldukça belki daha bir alırlar beni o kadrolara bana da başlarlar başladıkları gibi fiilimsilere o gün her şey bitirilmiş olacaktı oysa açıldı sandık ve çıktı ortaya bütün bilmeceler ne filler vardı ki babamlar onları kuyruğuyla hortumu arasında sıkıştırarak arz ediyorlardı yerin merkezine öyle günler de geçti madeni paralar gibi yatardık minarelerin gölgelerinde çayırlar sulanırdı gözyaşlarıyla değilse bile başka şeylerle ama mutlaka çiçek adları zikredilerek zülkaraneyn denirdi belirsizliklere ama beni de şimdi yazar mısınız bir belirginleşme olsun diye size başvurulabilir mi bu mümkün mü hadi canım ordan bende yıldızlar kaydı ve din oldu gelen yıldızlar yerine yerleşti ve ahlak yıldız kümeleri ve siyaset politik kaygılar ve yıldızlar geceye akışlar ve atıl köşelerde duran insanlar çatısı çalıştığım kütüphanenin bakınca gördüğüm ne varsa onlar her şeyler (55) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 VİCDAN HAREKETİ üzerine Gökçe Değirmen'le konuştuk... eder. Yardım edilenlerin yardıma, yardımlaşmaya ihtiyaçları var. Onlar bize değil biz onlara muhtacız. Şaşırmadan, şımarmadan, doğru yoldan sapmadan yardımlaşmayı nasip etsin Allah. Vicdan hareketi nedir? Bildiğimiz kadarıyla sen tek başınıza hareket ediyordun, sonra bu faaliyet kurumlaştı mı? Yardımlaşma çalışmalarına seni iten ne oldu? Çok mu önemli bu çalışmalar senin için? İnsanlığımızın tamamlanmaya ihtiyacı vardır. Çocukluk yani melaike kadar günahsız olduğumuz dönem ayrı insanlık dönemimiz ayrı diye düşünüyorum. İnsanlık dönemini insana en yaraşır şekilde atlatmak da, alçalıp insanlığın hakkını verememek de mümkün. İslam, insanlığımızı yaratılış amacımıza en uygun ve bizim de kalben hoşnut olacağımız şekilde taçlandırıyor. Herkes kendinden birçok eksik görür ve bunları kapatmaya gayret eder, tabi eğer eksik olduğuna yeterince kani ise. Ben de herkes gibi onlarca eksiğimi fark ettim ve onları kapatma yoluna gittim. Bu yolda insanlığımın eksikliğini en iyi tarif edip ona ona göre çözüm sunan şey İslam oldu. Ve Allah rızası adlı yaşam gailesine nasıl talip olurum derdi sardı, bizler dertli insanlarız, başkaları ağlarken gülemeyen, gülümsediğimiz fotoğrafların fonunda bile hep Neşet baba'nın “ah yalan dünya” şarkısı çalan insanlarız. İşte bunca dert bizi geçicilikten kalıcılığa götürüyor. Ben Allah'a giden binlerce yol olduğuna inandım ve birini seçtim; bize katılanlar da öyle. Kur'ân “salih amel işlemek ve iman…” konusuna yönelik mesajlarla dolu. İnşallah doğru yoldayızdır ve inşallah ilahi rıza eksenli bu çalışma sağlığımız elverdiğince devam (56) Vicdan Hareketi bir ihtiyaç sahibi gördüğünde “Allah yardım etsin” demekle yetinmeyen, imkân dâhilindeyse hemen yardım etmeye çalışan, çünkü zaten Allah'ın yardım için kendisini o kimseyle karşılaştırdığına inanıp bu memuriyeti vazife edinen insanların hareketidir. Tek başladığım doğru ama şu anda onlarca gönüllü paslaşması ile yürütülüyor ve henüz kurumsal bir kimliğe sahip değiliz; fakat ilerleyen günler içinde inşallah bu çalışmaları da nihayete erdireceğiz. Yardımlaşma çalışmanız hangi alanlarda yoğunlaşıyor? Hayat standartları normalin oldukça altında seyreden yani bildiğimiz yoksul, yetim, yaşlı, kimsesiz, engelli, mağdur, mazlum herkesi kapsıyor. Ve ihtiyaç duydukları şey her ne ise onu tedarik etmeye gayret gösteriyoruz. Mesela bebek bezi, beşik, bebek arabası, ilaç, erzak, gıda, giyim, soba ve muhtelif aynî yardımlar. İhtiyaç sahipleri ile yardım istenen kimseler arasında veren ve alan el değil de bir gönül bağı inşa ederek, ayrıca ev ziyaretlerinde sosyolojik tespite veya acımaya değil misafirliğe gelmiş tanışık eş dost ilişkisi kurulmasına özen gösteriyor ve buna teşvik ediyoruz. Suriyeli mülteciler geldikten sonra zorunlu olarak bu çalışmalarında artış görüldü sanırım, mültecilerle dayanışma sürecinde neler yaşadın veya neler hissettin? Evet, hayli belirgin bir artış görüldü. Bu süreçte birebir tespit edip şahit olduğumuz onlarca şey için hakikaten birkaç satırın kâfi gelmeyeceğini tahmin edersiniz. Ama hâlihazırda devam eden süreçteki şahitliklerimize belki ışık tutabilecek şeyleri bir iki cümle ile toparlayabilirim. Bu güne kadarki tüm şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 bildiklerimiz kuru bir ezberden başka bir şey değilmiş. Sefalet sandıklarımızı, acı sandıklarımızı vs. bir bir sorguladık. Savaş dediğimiz şeyin insan maneviyatında yaptığı tahribatın fiziksel tahribattan çok daha derin olduğu gerçeğini idrak ettik. Her savaşta olduğu gibi bu savaşta da fatura en çok kadınlara ve çocuklara çıktı. Biz de ağırlığı kadın ve çocuklar olmak üzere çok sayıda sığınmacı aile üzerinde yoğunlaştırıyor ve mağduriyeti süren tüm aileler gibi onlarda da periyodik iyilik takibini sürdürmeye çabalıyoruz. Bayramda çocuklar için topladığın şeyler onlarda nasıl karşılık buluyor, bayramı hissedebiliyorlar mı? Bu hemen hemen her çocukta farklı bir karşılık buluyor diyebiliriz. Ortak heyecansa hepsinde gözlerin parıldaması ama kiminde daha az kiminde daha çok. Çünkü her çocuk farklı bir öykünün kahramanı gibi. Kimi çocuklar bizim toplam hayatımızda tecrübe etmediğimiz bir acıyla birdenbire büyümüş ve neredeyse bir yetişkinden daha olgun bir hale gelmiş. Alınan bayramlık vs. gibi ihtiyaçlar ne kadar güzel olsa da, ne kadar sevindirse de, en arka fonda hep biraz burukluk hâkim. Bu burukluğu en aza indirmek için ise şöyle bir yol izliyoruz: Mesela çocukların anne babası ile gizli bir işbirliği içine giriyoruz. İstediğimiz kadar iyi niyetli olsak bile sonuçta biz dışarıdan gelen insanlarız. Oysa anneler ve babalar çocukların gerçek kahramanlarıdır ve dışarıdan gelen bu ablalar abiler anne babanın alamadığı şeyi alarak o kahramanların onurunu zedelemektedir. Biz bu inançla hareket ediyoruz. Çünkü çocuk kahramansız kalmamalıdır. Ve minnet duymamalıdır bir çocuk o dışarıdan gelene. Bir mıh izi gibi belleğinde çocuk onunla büyüyecek, bir zulümdür biraz da bu. Biz o yüzden bu tip yardımlarda yardım mukabili hediye çekini veya yardımın kendisini veliye gizli şekilde ulaştırıp, çocuklarının ihtiyacını kendi imkânıyla karşılıyor tablosu oluşturuyoruz. Bunun dışında ise yardımsever abla abilerin de çocuklara gerçek bir abla abininkine yakın diyaloglar kurmasını sağlıyor ve bu diyaloglar çerçevesinde ufak tefek hediyelerle çocukların gönlünün alınmasında bir beis görmüyoruz. Bütün derdimiz incitmeden yardım etmek, veren el alan el kompozisyonu oluşturmadan misafir gibi eş dost veya akraba gibi hal hatır soruşturaraktan… Tüm çocuklar bir yana, yetimler bir yana diye düşünüyorum. Onlarla iletişimde hareketlerimize birkaç misli daha fazla dikkat ediyor ve bazen gelen yardımlarda yetim ve engelli çocuklarımızı açıkçası biraz kayırıyoruz. Giyeceğin, papucun vb. ihtiyacın daha bir güzelini, en güzelini onlar için ayırıyoruz. Ayrıca ailelerin ihtiyacı sorulurken, mümkün olduğunca çocukların yanında yamacında konuşmuyor, kapıda veya varsa başka odada konuşuyoruz ki çocuklar etkilenmesin. Ve aile eve buyur eder, çay ikram etmek isterse, her ne kadar zahmet vermemek taraftarı isek de, o da bize minnet duygusuyla ezilmesin diye “çok seviniriz” diyerek kabul ediyoruz. Böylelikle onları daha da sevindiriyoruz. Yardımları nasıl topluyorsunuz, insanlar size destek oluyor mu? Gelen yardımlar yeterli mi? Her zaman yardım için bir talep gelir, tabi biz kendimiz karşılamamışsak. Talep geldikten sonra biz de kaynağın güvenirliğine kani olmuşsak, söz konusu aileyi rahatsız etmeyecek şekilde ziyaret ediyoruz. Eğer uzak bir mesafede ise o civardaki eş dost, tanıdık vasıtasıyla bu görevi tamamlıyoruz. Sonra söz konusu durumu sosyal medyada duyuruyor ve bu ailemize yardım etmeye talip var mı diye çağrıda bulunuyoruz. Yani yardımlar sosyal medya vasıtasıyla toplanıyor. İnsanlar harikulade destek oluyor. Allah hepsinden tek tek razı olsun. Her ailenin ihtiyacı kadar, hatta bazen daha fazla yardım yetiştiriliyor imdada. Sizin gibi bireysel veya küçük bir grupla yapılan çalışmalar, yoksulluğun giderilmesi için ne kadar yararlı? Veya yeterli mi? Tam olarak ne yapılması gerekiyor sizce? Bunu inanın biz de bilmiyoruz. Zaten yoksulluğun büsbütün giderileceği bir dünya düşleyebilmek için çok büyüdüm ve yitirdim çokça umudu ardımdaki yollarda. Tam olarak yapılması gereken diye bir (57) şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 düşüncemiz de yok ama belki herkese yetecek kadar rızıkla donatılmış bu dünyada o herkeslerden bazılarının kendi hakkıyla yetinip artık başkalarının hakkını gasp etmekten vazgeçmesi belki bir çözüm olabilir. Biraz daha kanaatkârlık, paylaşmak gibi mefhumlarda aramak gerekiyor sanırım çareyi. Öyle ki, kimseler kimselerin aslında kendisinden çaldığını çöplerde, semt pazarlarının akşam toplanma saatlerinde, yardım derneklerinde aramasın. Ama bunun için inşa edilmesi gereken bambaşka bir düzen ve kendini ıslah etmesi gereken bir topluluk gerekli belki de. Bireyin ıslahı veya ilk çocukluk yıllarından inşası olmadıkça da bunu toplum bazında bekleyemeyiz. Devlet kurumları, belediye ve özel vakıflar bunca yardım çalışması yaparken ayrıca neden kendiniz bu işi üstlenme zorunluluğu hissettiniz? Çok erken gençlik yıllarımdan bu yana sakini olduğum mahallemde, okulumda, meşgul olduğum işimde, gönüllüsü olduğum ya da başlattığım yardım kampanyaları oldu. İhtiyaç sahiplerine yönelik afetlerdeki yardımlar vs. Ayrıca kimi dernek ve vakıflara hep birtakım faaliyetlerinde gönüllü olmaya gayret gösterdim. Ya da yardım icap eden ailelerin yardımları için çeşitli kurum ve kuruluşlara başvurdum. Fakat bir yardımın resmiyet kazanması demek genelde ailenin o yardıma çok geç kavuşması demek oluyordu çoğu zaman, oysa durumlar hep acil oluyordu. Hastaya, yetime, yaşlıya ya da kimsesize prosedürlerden bahsetmek, inanın ona “ya evet acınız var ve oldukça büyük ama tonlarca prosedür sizin acınızdan daha büyük bir gerçek” demeyi başaramadım. Düşünsenize bir insan onurunu bir kenara koyup bir takım masalar arkasındaki takım elbiseli insanlar karşısında el pençe divan durmalar… Bir sürü sorgu sual akabinde beklenen telefonlar, yol gözlemeler, her gece başı yastığa bir umutla düşürmeler ve en sonunda da sanki fakirler için ön görülen en uygun gıdalar imzalı gibi hep aynı tip erzak kolileriyle gelen bir yardım. Kaderi olan bulgur, salça, makarna, mercimek.. Oysa o çocuklar o kolilerin içinde hep çikolata, sucuk, salam vb. çıkmasını bekliyor. Bu yüzden bizim erzak yardımımız koli veya poşetlerle değil gıda kartlarıyla oluyor. Böylece ailenin yerine karar vermemiş ve onun tercihine saygı göstermiş oluyoruz. Burada hiçbir derneğe ve vakıfa tek kelime dahi haksızlık etmek haddimiz değil, her emek saygıyı hak eder. Belki prosedür çarklarının çok oluşu ve yavaşlığı da olağan sayılabilir yer yer. Hele ki gönüllülük (58) hallerinde. Zira o gönüllülerin de hayat telaşeleri, maişet dertleri var. Haliyle kalan vakitlerinde bu işlere tasarruf etmeleriyle bu işleri döndürüyor olabilirler. Toparlarsak her şeye “Allah yardım etsin”, “devlet yok mu” veya “dernekelr, vakıflar görmüyor mu sanki” diyene kadar, mahalleli olarak, halk olarak birilerine topu atmadan taşın altına elimizi koymak bizimkisi. Bu süreçte tanıştığınız ailelerle iletişiminiz devam ediyor mu? Bu bir çeşit dostluk ilişkisine dönüyor mu zamanla? Evet, pek çoğuyla görüşüyoruz. Düğünlerine, cenazelerine, doğumlarına şahit oluyoruz. Acı tatlı çok anımız birikiyor. Hemen hemen bütün ailelerde numaramız mevcut; çaldırmaları veya mesaj bırakmaları halinde hemen dönüş yapıyoruz elimizden geldiğince. Az önce de bahsettiğim gibi veren el alan el ilişkisi değil dostluk ilişkisi kuruyoruz biz. İşin bu kısmı tam olarak bu işin bel kemiği. Müslümanlar bu gibi konularda ne kadar duyarlı sence? Ne düşünüyorsun? Tecrübelerimizin çoğunda biz bir sürü hassas, incelikli, yüce gönüllü insana denk geldik. İyi ki de geldik. Çünkü umut oldu her biri bize, ayrıca bu iş için cesaret verip yalnız olmadığımıza inandırdılar bizi. İhtiyaç sahiplerine de umut oldu her bir gönüllü. “Allah bizi unutmamış” denildi. Sahih bir müslümanın İslam'daki “paylaşmak” ile ilgili tüm metinlere hâkim olup hayatında onları icra etmesi, bu metinleri rafta bırakmayıp pratiğe dökmesi inanın Müslümanlığı netleştirecek, insanlığı yüceltecek bir davranıştır. Çünkü paylaşmanın verdiği mutluluk ve iç huzur hakikaten başka hiçbir şeyin verdiği mutluluğa benzemiyor. şehrengiz 15. sayı / aralık-ocak-şubat 2014-2015 mühlet mehmet sami & hatice aydın 1. üç yüz yıl mı yetmez biliyorum belki doksan yıl belki yarın yarın yetecek hepimize topraktan fışkıracak cesetlerimiz ete kasa bürünecek daha yükselirken ve gözlerimiz açılacak our eyes ve kapanmayacak inerken ve sel sel hesap belki huzur belki yüzümüze bakılmadan II. keşke su olsaydı hesapsız bakkaldan en ucuz aldığın suydu bi çakmak ateşin hakkına yakacak hakkına olan her şey kuşun mu hakkına tutmadığın dili para amaç değil araçtır yediğin naneye kokusuna topraktan fışkıracak olan naneyi tercih ettin şimdi ip olacak gideceğin boynuna ya ya karşıya geçtiğin boğazlar kadar da kolay olmayacak belki yarın belki huzur belki yüzümüze bakılmadan (59) enes diriğ