şubat 2016 - Katı Dergi
Transkript
şubat 2016 - Katı Dergi
OKUMLAMANIN NEOLOJİK ANALİZİ MATBU VE DİJİTAL ARASINDA BİR GENÇLİK YAŞAYAN ADAM: OKUyanUS "MALZEME" DEĞİL KİTAP OKUYALIM BURÇİN AYDOĞDU . CEM SÖKMEN . ADALET CANLI AKBAŞ . KADİR METİN AKBAŞ YASİN ÇAKIREL . MUHAMMET ATALAY . MUSTAFA ASLAN . ŞEVKİ IŞIKLI . SERHAT DALGALIDERE HALİL KÖKCÜ . RAMAZAN ÇELİK . SERTAÇ DALGALIDERE . UFUK ÖZER İSKENDER GÜMÜŞ . AYBÜKE EKİCİ . NECMİ GÜRSAKAL . TACETTİN TURGAY 3 SAYI: 2 / ŞUBAT 2016 Ayda bir yayınlanır İmtiyaz Sahibi ve Sorumlusu Recep Çakırel Genel Yayın Yönetmeni Kadir Metin Akbaş Yayın Danışmanları Necmi Gürsakal İskender Gümüş Yayın Koordinatörü ve Görsel Yönetmen Sertaç Dalgalıdere Kapak Fotoğrafı Antony Ruggiero / freeimages.com Yayın Kurulu Ramazan Çelik Muhammet Atalay Burçin Aydoğdu Yasin Çakırel Adalet Canlı Akbaş Cem Sökmen Mustafa Aslan Ufuk Özer Tacettin Turgay Hukuk Danışmanı Av. Ayşegül Dalgalıdere İstanbul Temsilcisi Av. Aybüke Ekici Yönetim Yeri Demirtaş Mahallesi, Koşuyolu Ara Geçidi, No: 17 Kırklareli Merkez. Basım Yeri İn. Adına Gazetecilik Mat. Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti. Ofset Tesisleri. Yılmaz Mahallesi. İsmail Hakkı Yücel Sk. No 1/B Lüleburgaz / Kırklareli Tel: 0288 412 45 74 - 412 29 57 Fax: 0288 417 44 47 İletişim katidergi@gmail.com twitter: @katidergi Dergideki yazılar yazarlarını bağlar İ kinci sayımızla bir kez daha huzurlarınızdayız, şükür kavuşturana. Ocak ayında ilk sayımızla merhaba demiştik. İlk sayımıza gösterdiğiniz teveccühe teşekkür ederiz. Dergimizi sahiplenen, büyük bir heyecanla alıp inceleyen, eşine dostuna hediye eden, “ben de bu dergide olmalıyım” diyerek hemen kaleme sarılan, sosyal medyada dergimizin heyecanını paylaşan tüm dostlarımıza gönül dolusu teşekkürlerimizi sunuyoruz. Dergi çıkarmak, uzun yola çıkmaya benzer derler; bizler de uzun bir yola çıkmış bulunuyoruz, bu ikinci adımımız. Acemiliğimiz paçamızdan akıyor ama aşkımızdan da gözümüz kör. İyi metinler yazmak, ortaya güzel işler koymak, geride hoş bir seda bırakmak içindir tüm çabamız. Her şeyin buharlaştığı, dünyevileştiği bu çağda, katı olarak kalmaktır niyetimiz. Sahici dostluklar kurup, bereketli sohbet halkaları oluşturmaktır gayemiz. Bu düşüncelerle çıkarıyoruz Katı Dergi’yi. Bu sayfalarda yer alan isimlerin de bundan dolayı burada olduklarına inanıyoruz. İçimizden bir ses, sizin de aynı niyetlerle burada olduğunuzu fısıldıyor bize. Dostlar; dergimizin ilk sayısı özellikle sınırları içerisinde ikamet etmekten mutlu olduğumuz Kırklareli’nde büyük bir heyecan ve takdirle karşılandı. Bu güzel şehrin kültür ve düşünce hayatına böyle bir dergi armağan etmekten dolayı gururluyuz. Bu şehrin dışına çıkmayı pek düşünmüyorduk ama yurdun farklı noktalarındaki dostlarımızın ısrarı ile dergimiz Kırklareli sınırlarını aştı ve başta İstanbul olmak üzere; Ankara, Trabzon, Konya, Maraş ve Rize’ye ulaştı. Bu şehirlerde gönüllü temsilcilerimiz vasıtasıyla kitapçılarda yerimizi aldık. Hangi şehirde hangi kitapçıda olduğumuzu dergimizin twitter hesabından öğrenebilirsiniz. Başta temsilcilerimiz olmak üzere, tüm okurlarımıza, dostlarımıza şükranlarımızı sunuyoruz. Gelelim ikinci sayımıza... Bu sayımızda ikili fiyat politikasından mecburen vazgeçtik. Bunsan sonra fiyatımız tek olacak: 3 Lira! Sayfa sayımızı da artırmış bulunmaktayız. Bu sayıdan itibaren 20 sayfa çıkmaya gayret edeceğiz. Kapak dosyamız en genel anlamıyla “okumak…” Okur-yazarlıktan dijital okumaya, akademik okumadan okuma mekânlarına kadar okumaya dair farklı konularda birbirinden ilginç ve güzel yazılara yer verdik. Yazarlarımız; ilgi ve mesleki alanlarına göre okumaya dair farklı pencerelerden bakarak yazdılar. Ortaya arşivlik bir sayı çıktı. Temennimiz; esaslı okumalar yapan insanların daha da çok olduğu, okumanın önemsendiği, kitap, dergi, gazeteye gereken önemin verildiği bir ülke olmamızdır. Üçüncü sayımızın kapak konusunu da “Televizyon” olarak belirledik. Soyut ve somut anlamlarıyla televizyon. Televizyonun bireye, aileye, topluma, kültüre, hayata etkilerine dair yazıların yer alacağı üçüncü sayımıza dilerseniz sizler de katkıda bulunabilirsiniz. Mail adresimiz: katidergi@gmail.com, bizi sosyal medyada da takip edebilirisiniz. Twitter adresimiz @katidergi Üçüncü sayımızda buluşmak dileğiyle… Hoşça kalın… Kadir Metin Akbaş OKUMLAMANIN NEOLOJİK ANALİZİ O kumlamak diye bir fiil Türkçeye girmiş midir, girmeye mi çalışmaktadır, kuyrukta mı bekletilmektedir yoksa bir arkadaşına bakıp çıkacak mıdır? Dil konvansiyoneldir yani herkesin üstünde mutabık olduğu ilkeler üzerinden yürür. Aksi takdirde toplumsal iletişim vazifesi göremez. Bir ya da birkaç kişi yeni kelimeler icat etmeyi deneyebilir ama o dili konuşanlardan genel kabul gelene kadar o kelime o dilde var denemez. Olur da Nasrettin Hoca’nın göle çaldığı maya misali o kelime bir tutarsa sadece o kelimeyi kabullenmiş olanlar değil, dili konuşan herkes o kelimeyi bilmekle adeta mükellef hale gelebilir. Mesela derste kolay bir soru için "kek soru" dediğimde herkesin bunu anlayacağını farz edebilirim. Kelimeyi türeten ben değilim. Onay makamı da ben değilim ama bu ifadenin toplumda genel kabul gördüğünün farkındayım. İşte bu dile maya çalma sürecine neolojizm diyoruz. Mesela kalite kelimesini bundan 2000 yıl önce yaşamış Romalı hukukçu Cicero’ya borçluyuz.1 Benzer şekilde Shakespeare’in, James Joyce’un İngiliz diline kattığı bilinen kelimeler mevcuttur.2 Türkçede de buhran kelimesi, Fransızca crisis kelimesine karşılık olarak 1851 yılında Maliye Bakanlığı’ndan bir yetkilinin ricası üzerine Ahmet Cevdet Paşa tarafından türetilmiştir.3 Cumhuriyetten sonra da Nurullah Ataç’ın “ayakkabı”sından4 Aydın Köksal’ın “bilgisayar”ına5 kadar pek çok kelime geniş kesimlerce kabul görüp yerleşmiştir. Yakın zamanda çalıştay kelimesi kendini kabul ettirmişti. Açılım kelimesi de benzer şekilde, siyaset diline girdi ve oturdu. Peki ya okumlamak? Bu kelimenin mayası dile çalındı mı? Çalındıysa tutu mu? Tuttuysa bunu nereden anlarız? Bu sorulara naçizane cevap bulmaya çalışacağız. Öncelikle kelimeyi morfolojik olarak ele alalım. Türkçede böyle bir kelime türetilebilir mi?6 Okumak fiiline fiilden isim türetme eki -m’in getirilmiş. Türetilen ama kullanımı olmayan7 okum kelimesi üzerinden bir kez daha türetme yaparak isimden fiil türetme eki -le getirilmiş. İki türetme de teorik açıdan doğru. Morfolojide hata yok. Gelelim kelimenin mevcudiyetine. Bu kelime en azından 2014 yılından beri vardır.8 Anlamı okumakla aynı gibi görünüyor ama internet sözlüklerinde ve Twitter’daki bazı ‘otorite’ler9 okumak fiilinden ayrı bir anlamı olduğunu, okumakla yorumlamak arası bir anlamı olduğunu savunuyor. Hatta yapısal olarak okumak ile yorumlamak fiillerinin bileşkesi sayanlar var. Kelimenin kökü değil ama türetiliş biçimi yorumlamak fiili ile aynı: Yormak+m+le=yorumlamak;oku+m+le=okumlamak. Belki bu iki fiil arasındaki farktan yola çıkarak okumak ile okumlamak arasındaki farka ulaşmak, en azından okumlamak fiilinin sahip olması gereken anlamı tespit etmek mümkündür. Yormak, eski tabirle tevil etmek, TDK’nın tanımıyla bir söze ya da duruma bir anlam vermek demek. “Rüyayı hayra yormak” derkenki gibi. Yorumlamak ise daha çok tefsir etmek karşılığı. TDK’nın tanımıyla “bir metnin karanlık görülen anlamının ne olabileceğini belirtmek”. İşte “yorumlama”nın “yorma”dan farkını, moda tabirle “satır aralarını okumak” anlamını okumlamak kelimesinde de buluyoruz. Bu anlam okumak fiilinin kendinde zaten mevcuttur. Okumak kelimesinin en eski anlamı çağırmak. Günümüzdeki ilk anlamı ise bir metni seslendirmek ya da metindeki düşünceleri anlamaktır. Bir diğer anlamı tahsil görmek. Tıpkı “Durumumuz yoktu okuyamadım” derkenki gibi. Okumak fiilinin kendinde var olan bir diğer anlamı ise, TDK’nın tanımıyla “Bazı belirtilerle bir anlamı, gizli bir duyguyu anlamak, kavramak”. Tıpkı “gözlerinden okunuyor” derkenki gibi. TDK’nın Ömer Seyfettin’den yaptığı alıntıdan örnek verelim: “Yüzünü benden saklıyor. Niçin? Çehresinde, melalinde aşkının matemini okumayayım diye mi?” İşte okumlamak fiili, okumak kelimesinin belirttiğimiz son anlamını yansıtmaktadır. Nitekim okumlamanın değerlendirmek anlamına geldiği de öne sürülmektedir10, ki bu yorum o anlamı da karşılamaktadır. “Yazarın son kitabını okudum” dediğimizde yazıların anlamını zihnimize aktardığımızı ifade ederiz. Okumak kelimesinin son anlamını yani ‘satır arasını okuyup değerlendirmek’ anlamını vermek için ise cümleyi “Yazarın ideolojik amacını son kitabından okumak mümkün” gibi farklı bir çatıyla kurmak gerekir. Burada sadece yazıyı zihnimize aktardığımızı değil yazıdan bir çıkarım yaptığımızı da ifade etmiş oluruz. İşte okumlamak, cümleyi bu çatıda kurmaya gerek bırakmadan aynı anlamı vermektedir: “Yazarın son kitabını okumladım” dediğimizde kitabı gözümüzle okumakla kalmayıp kitaptan hatta satır aralarından anlamlar çıkardığımızı da ifade etmiş oluyoruz. İlk soruyu en sonda cevaplayalım. Bir kelimenin dilde kabul edilmesinin ölçüsü nedir? TDK bir kelimenin kullanımına örnek olarak tanınan bir yazarın basılı eserinden alıntı Burçin Aydoğdu baydogdu@gmail.com yapmaktadır. Okumlamak ise henüz sadece sosyal medyada ve internet sözlüklerinde kullanılmaktadır. Köşe yazarı olan Oray Eğin’in de kelimeyi Twitter’da kullanmışlığı var ama bu kelime tam anlamıyla ne zaman literatüre girmiş olur? Mesela Katı diye bir düşünce dergisinde basılıp sanal mecralardan basılı literature geçince olabilir mi? Biraz da bu yazının nasıl okumlandığına bağlı... DİPNOTLAR 1. Antik Helen felsefesine hayran olan ve onu Romalılara tanıtmaya kararlı olan Cicero o zamanki Latincede karşılığı olmayan pek çok kelimenin karşılığını bizzat kendisi yaratmıştır ve pek çoğu tutmuş, hatta Latinceyle birlikte Avrupa dillerine de yayılmıştır. 2. Çoğu isimlerin sıfata ya da fiile dönüştürülmesiyle bazıları ise birleştirme gibi yollardan türetilmiş 1700 kadar kelimenin Shakespeare tarafından İngiliz diline kazandırıldığı kabul edilmektedir. 3. 1851’de maliye nazırı, aylıkların ödenemeyeceğini, ödemeleri bir hafta ertelemek zorunda olduklarını bildirir. Fakat o dönemde bu tür bir ödeme aczini ifade eden tek kelime iflas kelimesidir. İflas demek de hem siyaseten tehlikeli hem teknik açıdan hatalı olacağından Fransızca `crise` için uygun bir karşılık aranır. Arz tezkeresinin yani “ödememe mazereti”nin yazılması çok iyi Fransızca bilen Fuat Efendi’den rica edilir. O da akşam yalısına götürdüğü Ahmet Cevdet Paşa’ya danışır. Fransızca pratiği güçlü olmayan ama Fransızca teorik bilgisi, Arapça, Farsça bilgisi ve mukayese kabiliyeti yüksek olan Ahmet Cevdet Paşa `crise` kelimesinin karşılığı olarak derhal `buhran` kelimesini bulur. 4. Nurullah Ataç’ın çeviri, anı gibi başarılı olmuş pek çok neolojik denemesinin yanında bilimtay (akademi), güdek (dava) gibi başarısız denemeleri de olmuştur. 5. Aydın Köksal’ın Türkçeye kazandırdıkları arasında donanım, yazılım, bilişim gibi daha pek çok terim vardır. Neolojik denemelerinin dilde tutma oranının TDK genelinden yüksek olduğu söylenebilir. 6 Kelimenin morfolojik sağlamasını yapmak faydalı olmakla birlikte bazı hallerde zorunlu olmayabilir. Örneğin bağımsızlık kelimesi fiilden isim türetme eki olan -im ekinin bir fiil yerine isim olan bağ kelimesine getirilmesiyle yani morfolojik açıdan hatalı biçimde oluşturulmuştur ama başta da değindiğimiz gibi dlin konvansiyonel yapısı içinde bir kez kabul gören bir kelimenin morfolojik nedenle gözden çıkarılması da dilin sosyal yapısına pek uygun, Türkçe ifade edersek “olacak iş” değildir. 7. Bir kelimenin kullanımının olmaması ondan yeni kelime türetilemeyeceğini gösterir mi? Mesela alışkın kelimesi vardır ama alışkan kelimesi olmadığı halde alışkanlık kelimesi dilde mevcuttur. Okunak kelimesinin de kullanımı yoktur ama okunaklı ve okunaksız kelimeleri vardır. 8. Twitter’da syr rumuzlı bir yazarın 22 Şubat 2014 tarihine ait Tweet’inde kelimenin kullanımı görülmektedir. 9. Otorite kelimesini tırnak içine almamın nedeni bunların resmi otorite olmamasıdır; amacım sarkazm değildir. Zira internetin gayriresmi otoritelerinin, resmi otorite olan Türk Dil Kurumu’ndan daha işlevsel olduğu pek çok vaka vardır. 10. Bir Ekşi Sözlük ve Twitter ‘otorite’si olan otisabi adlı yazar tarafından kelime böyle değerlendirilmektedir. ŞUBAT2016 KATI 3 "MALZEME" DEĞİL KİTAP OKUYALIM! “Okuma, bir ‘düşünce, seçme, süzme, kıyas, temyiz, terkip…’ alışkanlığının kazanılması eylemidir. Kelimeleri ve cümleleri telaffuz edebilmek değildir; tek yönlü şartlandırma kalıbına dökülmek de değildir. Düşünmekle okunulur, okuyarak düşünülür ve bu meleke yıllar içinde kazanılır.” - Ahmet Selim "Benim neslim kütüphanelere ders çalışmak için değil, kitap okumak için giderdi." - Ahmet Yaşar Ocak “Günümüzde bilgisel eğitim veriliyor. Oysa bu yeterli değil. İnsan üniversal bir varlık. Aynı zamanda bir değerler dünyasıyla da ilgi içindedir; beğeni, gusto bakımından da bir formasyona ulaşmak durumundadır.” Cem Sökmen - İsmail Tunalı cemsokmen@gmail.com ŞUBAT2016 KATI 4 İ letişimci Filiz Aydoğan, 1994-2004 arasında yazdığı makaleleri topladığı kitabının önsözüne şu cümlelerle başlar: “Pierre Bourdieu, bilimadamlarının, araştırmacıların yaptıkları araştırmaların topluma iletilmesinin çok önemli bir görev olduğunu söylemişti. Hatta Bourdieu, bilimadamlarının doğal dünyaya ve toplumsal dünyaya ilişkin şeyleri keşfetmek için devlet tarafından maaşa bağlanan ve elde ettiklerini halka geri vermek zorunda olan ‘insanlık memurları’ olduğunu belirtmişti.” Buradaki “insanlık memurları” ifadesine bir mim koyarak bir başka iletişimci Beybin Kejanlıoğlu’nun, hocası Ünsal Oskay için söylediklerine kulak verelim: "1987 olmalı. Ünsal Oskay, kendisinin peşinden İstanbul’a gelip sınava girdiğim üniversitede ortamı beğenmediğimi ve Ankara’dan taşınıp gelmeyi düşünmediğimi söylediğimde, “okuyacak, yazacak, çizeceksen, bu işi yapacaksan, başka yolu yok, bir üniversiteye gireceksin, işte sen de buraya gel, ben buradayım” demişti. O dönem tuttuğum günlüğe yazdıklarım gülünç ama anlamlı. Hocalarımı karşılaştırmışım ve “Ünsal Hoca sadece akademisyen değil, edebiyatla, sinemayla, popüler kültürle ilgili okuyor, yazıyor. Onunla çalışmalıyım,” diye kendimce tercih yapmışım. Bu aslında, çok naif düzeyde de olsa, entelektüel ile akademisyen arasında açılan gediği gösteriyor bence. Tercih, aslında bir yaşam biçimi tercihi: Eleştirel bir entelektüel etkinliğe adanan bir yaşam… Günümüzdeki “kariyerist akademi kuşları”nı tanıdıkça, bu gediğin artık kapanamaz hale geldiği düşüncesindeyim.” Ünsal Oskay, ders anlatışıyla, çevirileriyle, kitaplarıyla ve yazı konularındaki çeşitlilikle Bourdieu’nun işaret ettiği “insanlık memurluğu”nun gereğini yapmış bir isim olarak öğrencilerinin ve okuyucularının zihninde yaşayacak ve yarına kalacak. Ünsal Oskay’ın şahsında etkileyici bir entelektüel-eğitimci tipi görünürken öte yanda özellikle yeni kuşaklarda evinde kitap bulunmayan ya da kültür kitabından çok YDS, ALES, KPSS ve görevde yükselme sınavı kitabı bulunan eğitimli/statülü ve eğitimci insan tipinin örnekleri çoğalıyor. Bu insan tipinin, bilgiye, düşünceye, yazıya, araştırmaya, makaleye, habere, gazeteye, dergiye bakış ve yaklaşımında sorun var. Hatta yaklaşımdan çok uzaklaşım var! “Evden uzakta eleştiri”yi seviyor, “sorunları sorun olarak kavramaktan uzak” duruyor. Kazârâ kitaba ve dergiye para verince üzülüyor. Bazı resmi gereklilikleri aştıktan sonra yerleşen “yeterlilik duygusu” aslında öğrenmesi gereken çok şey olan insanların kendilerini sadece “öğreten” konumuna kilitlemesiyle sonuçlanıyor. Bu tür insanlarla sohbet edilemiyor, yenilenme yaşanamıyor, birlikte düşünerek yeni terkiplere varılamıyor, ancak hafızadaki bilgilerin “sunumu” gerçekleşiyor. Kitapla kurulan “resmi” ilişkinin ilginç bir örneğini Erol Güngör şöyle anlatır: “27 Mayıs 1960’da hükümeti devirerek bir askerî idare kuran kırk kişilik subay heyetinde üyelerin yüzde doksanı en beğendikleri eserin ‘Beyaz Zambaklar Ülkesinde’ olduğunu söylemişlerdi. Sonradan anlaşıldı ki bu kitap onlara vaktiyle resmen tavsiye edilmiş ve birer nüshası birlik kitaplıklarına alınmıştı. Sivil çevrelerde görülen durum bundan daha iç açıcı değildir.” Ara sokaklara girmeyen, düz çizgiden devam eden zihin dünyasının varacağı nokta “steril orta sınıf hayat tarzını/kültürünü” paylaşmaktır. Hâlbuki eğitimci, karşısına bilgi, fikir, düşünce, yorum geldiğinde “bunun bana somut getirisi ne olacak?” sorusunu refleks hâline getiren kişi değildir. Eğitimci toptan reddedişlerin sığ sularında yüzemez. Eğitimci kişisel/ resmi hedefi için elde ettiği zorunlu birikime yaslanarak değil, öğrenmeyi, anlama çabasını hayatın bütününe yayarak oluşturduğu düşünceler, örnekler ve önermelerle öğrencisinde ve okuyucusunda iz b ırakabilir. “Ben sadece sahamla ilgilenebiliyorum” diyenlere İlber Ortaylı’nın “zihinde genel bir birikim ve çeşitli sorun alanları oluşturduktan sonra uzmanlaşmaya gitmeye” yaptığı vurguyu ve 1978’de dünya kupasını kazanan Arjantin’in teknik direktörü Cesar Menotti’nin meşhur sözünü hatırlatalım: “Sadece futboldan anlayan, futboldan da anlamaz.” DİPNOTLAR 1.Filiz Aydoğan, Medya ve Popüler Kültür Üzerine Yazılar, İstanbul, Mediacat Yayınları, 2004, s.7 2.Hüseyin Etil-Buket Teneke, “Homo Academicus”, Dergah Dergisi, Ocak 2009, sayı:227, s.22 3.Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, 7.baskı, İstanbul, Ötüken Neşriyat, 2011, s.228. KAPILARI AÇMANIN ADI: NÜKTE KİTABEVİ Adalet Canlı Akbaş O kuma eğilimime dair düşünürken, geçmişisin pek çok coğrafyasında gezinirim. Çocukluğumda boyama, rakam birleştirerek şekil ortaya çıkarma, tavşanı labirentten kurtarma gibi etkinliklerle dolu olan ve bol bol çizgi öyküler, kısa masallar, kısa kısa çocuk öyküleri, menkıbeler olan dergileri babamın eve kucak kucak taşıdığı zamanlardan, Aksaray il halk kütüphanesinde arkadaşlarımla yaptığım çalışmalara; ilkokulda öğretmenimin okuttuğu altın yumurtlayan tavuk, eşek kulaklı Midas’tan, dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e yazdığım bir mektup sonrası adıma gönderilen sekiz cilt kitabın elime ulaştığı orta okul yıllarıma giderim. Hatta bizi evinde misafir eden, Aksaray Anadolu Öğretmen Lisesinden edebiyat öğretmenim Tülay hanımla yaptığımız edebiyat sohbetlerine, Sthendal, Dostoyevski, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri, Ziya Osman Saba, Victor Hugo okumalarına… Alperen Dergisi, Zafer Dergisi, Mektup Dergisi, Lütfü Şahsuvaroğlu, Dündar Taşer, Erol Güngör, Nurettin Topçu kitapları, Kuran-ı Kerimler, Yasinlerin dolup taştığı evimizde babamın dostlarıyla buluşup gece boyunca süren sohbetlerine giderim. Ama zihnimin dar koridorlarında ne kadar dolaşırsam dolaşayım son olarak üniversite yıllarımın geçtiği Konya’da, beni ve pek çok arkadaşımı çekip çeviren Nükte Kitabevi’ne uğrarım ve orada kalırım. Oradan çıkamam. Tohum saçılmış ruhumun zenginliğini, coşkusunu, bitmez heyecanını hep orada yakalarım. Nükte Kitabevi, kitap ortak paydasında buluşan pek çok insanın uğrak yeriydi. Mekânımızdı. Kitabevi sahipleri Halis Nükte babamız, Tacettin Nükte ağabeyimiz, Abdullah, Rıza ve Kerem Nükte kardeşlerimizdi. Ekmek teknelerini biz talebelere sınırsızca açmış, alt katına serpiştirdikleri küçük masalar ve taburelerle de oranın müdavimi olmamızın yolunu açmışlardı. Şuanda eşim olan Kadir Metin Akbaş’ınyayın yönetmenliğini yaptığı adaletistanbul@gmail.com Alfabe Dergisi’nin toplantıları bu minik masalarda yapılmıştı sıklıkla. Hatta öyle bir dergimizin olmasının yolunu bile Tacettin ağabey açmıştı. Ömer’in, Sertaç’ın, Ahmet Ceran’ın şiirleri dergimizde çıkmıştı. Beyza’nın, Gülşah’ın, benim, Feyza’nın, Ali Tahir’in, Sümeyra’nın denemeleri, Ömer’in eleştirileri, Sami’nin ülke gündemini değerlendiren yazıları dergimizde yayınlanmış, kıymetli hocamız Mustafa Tekin de makaleleri ile bizi desteklemişti. Düşsokağı Sakini sevgili Murat Çelik’in Uyku Tulumundan Seccade öyküsü ilk olarak bizim dergimizde yayımlanmıştı. Nükte’nin inci gibi dizilmiş kitapları ile dolu alt katı sığınağımız olmuştu. Erkan Oğur, Düş Sokağı Sakinleri, Pink Floyd, Ömer Karaoğlu, Eşref Ziya Terzi’nin müzikleri eşliğinde karşılardı bizi muhakkak. Fakülteden çıkar çıkmaz uğradığımız ilk yerdi Nükte. Her gittiğimizde orada arkadaşlarımızdan bir kaçını muhakkak görür, oturur muhabbet ederdik. Ahmet Ceranla uzun uzun filmler hakkında konuştuğumuzu hatırlıyorum. Otomatik Portakal en hararetli tartışmaları yaptığımız filmlerden biriydi mesela. Ve Ahmet iyi bir sinema seyircisi, sıkı bir eleştirmen, ciddi bir yorumcuydu. Ondan çok şey öğrendim. Ömer iyi bir şair, hakkıyla bir okur, gördüğüm en iyi dergi takipçisiydi. Atlılar’ı, Hakan Arslanbezer’i, Kitap-lık ve Hece dergisini, Abdullah Harmancı’yı, İbrahim Demirci’yi onun sayesinde tanımıştım. Konuştukça mevzular derinleşir, okunacak ne çok şey olduğunu söyler ve muhakkak birkaç kitap alır çıkardık Nükte’den. Hatta Abdullah hocayı bir gün evinde ziyaret etmiş ve sohbetinden istifade etmiştik. Mehmet Harmancı hocamızla da böyle bir ortamın bereketi neticesinde tanışmış ve haftalık sohbet – muhabbet günlerimiz oluşmuştu. Çocuk edebiyatı hakkında Sümeyra, Beyza ve Aslı’dan çok şey dinlemiş ve onların bu ilgisi beni de beslemişti. Cahit Zarifoğlu, Mevlana İdris sıkça andığımız isimlerdi. Hatta Mevlana İdris’in Aslı’nın daveti üzerine Konya ziyareti de oldukça bereketli geçmişti. Nükte zaman içerisinde saflarımızı sıklaştırmış, dostluklarımızı kavileştirmişti. “Bir Avuç Genç” üst başlığında herkese açık seminerler düzenlenmiş, sanat ve yazı dünyasından isimler bu küçük grubun davetlileri olarak Konya’ya gelmişlerdi. Bu işler organize edilirken herkes bir ucundan tutmuş, yapılan işin heyecanını yürekten hissetmişti. Yazılan yazılar, şiirler, yeni çıkan kitaplar, sıkı takipçisi olduğumuz yazarlar, ümmet meseleleri, ülke gündemi, sinema konuşur olmuştuk. İyi ve gayretli insanlar olmak istikametinde hepimizi hizaya çekmişti Nükte. Sonra herkes mezun oldu. Evlendi çoluk çocuğa karıştı. Çocuklarımız dostluk mirasını bizden devraldı. Ömer’in yayınlanmış üç kitabı oldu. Pek çok arkadaşımız akademide varlıklarını devam ettirmeye başladı. Beyza masal anlatıcılığı gibi bir serüvenin yürütücüsü oldu [Şifahen Masallar]. Ve bir de çocuk kitabı yayımlamayı ekledi buna. Sümeyra ve Aslı çocuk edebiyatına dair güzel dergilerin çıkmasında büyük emekler veriyorlar. Ali Tahir ney üfleyip Konya’nın güzel bir camisinde imamlık yapıyor. Sami televizyon yayıncılığı… Liste uzar gider böyle. Kimileriyle sıklıkla görüşüyor, kimilerini yaptığı işler dolayısı ile takip etmeye devam ediyoruz. Elbette kopup gittiklerimiz de oldu, ebedi yolculuğuna uğurladıklarımız da. Hayatın, o zamanlarda bize bahşettiği Nükte Kitabevi birlikteliğini şimdi pek çok gençten esirgediğini düşünüyorum. Kimsenin mekânı kalmadı. Kitapların içinde kendiliğinden ve bir manifestoya gerek bile duyulmadan gelişen dostluklar yok. Kimse kimseye kapılarını açmayı denemiyor. Okuyacak, dost olacak, vakit ayıracak zamanımız da böyle bir çapımız da kalmadı. Kitabevleri ticarethane olmanın bir adım ötesine geçemiyor. Hatta çoğu, varlığını da sürdüremiyor. Nükte de sürdüremedi. Ekonomik koşulların ağırlığı Nükte’ye öğrencilerin mekânı olmasını çok gördü ve kapılarını o bir avuç genç’e kapattırdı. ŞUBAT2016 KATI 5 KAĞIDA BASKININ İNTERNETLE SAVAŞINDA SON DURUM Kadir Metin Akbaş istanbulkadir@gmail.com B ŞUBAT2016 KATI 6 iz iletişimciler gelecek hakkında konuşmaya pek bir ilgi duyarız. Özellikle gelecekte nelerin ortadan kalkacağı, yeni nelerin hayatımıza dâhil olacağı konusunda çok sayıda tahminimiz vardır. 20 yıl öncesine dönüp baktığımızda internet denen heyula kâğıda baskıyı bitirecek, bugün ellerimizi mürekkep siyahına boyayan gazetelerin nesli tükenecek, herkes internetten gazetesini okuyacak, kitaplar matbaalarda basılmayacak, kitap otomasyonları olacak oralardan tedarik edilecek -ki kitap okuyan kalırsa tabi- kâğıda basılı dergi devri kapanacak, siteler, bloglar revaçta olacak, televizyonun pabucu dama atılacak yüzüne bile bakılmayacak… Daha bir sürü öngörü… İnternet yaygınlaştı, hayatımızın orta yerine kuruldu hatta onsuz bir dünya tasavvuru dahi geliştiremez olduk ama bir şeylerin de ters gittiğini fark ettik; sanal dünyanın kara delik misali yutacağına inandığımız kâğıda basılı gazete ve dergicilik ölmedi. Evet, ölmesi bekleniyordu ama ölmedi, aksine sanki yeniden hortladı! Acaba neden? İnternetin ilk zamanları insanlar, ekrandan bir şeyler okumanın daha efektif, daha cool, daha cancanlı, daha besleyici olduğunu düşünüyordu. Kendilerine has domain alan bir grup okuma/ yazma sevdalısı hemen kolları sıvıyor, ortaya yeni ürünler çıkarıp bunları zaman ve mekân sınırı olmadan herkesle paylaşabiliyordu. Matbaa parası, mekân sıkıntısı, yer darlığı, dağıtım problemi ve benzeri olumsuz koşullar olmadan halloluyordu işler. Ama bir şey eksikti sanki… Ekrandan okumanın insana veremediği bir şey vardı. Kâğıda baskıda olan bir şey eksik geçiyordu okuyana. Basılı materyali ele almanın, dokunmanın, yanında taşımanın, eşe dosta açıp göstermenin, kesip saklamanın, arşivlemenin, yıllar sonra sakladığımız yerden çıkarıp tekrar okumanın verdiği hazdan eser yoktu ekranda. İnternet hayatımıza dâhil oldukça, bunu daha derinden fark eder olduk. “Dijital çağda, gazetelerin bile ölmesi beklenirken dergiler atağa kalktı... Her ay yeni bir dergi çıkıyor piyasaya. Dergilerin, gazetelere göre dönemsel özellikleri daha baskın. Türkiye olarak dergi ve gazetelerle tanışmamız 19. yüzyılda gerçekleşiyor. Günümüzdeki dergi çeşitliliğinin ilk örneğine Meşrutiyet döneminde rastlıyoruz. Son bir kaç yıldır dergi ortamı tıpkı Meşrutiyet Dönemi'nde olduğu gibi hareketlendi. Sosyal değişmelerin hızlı olduğu dönemlerde, kişiler birlikte olmak için ocak başı sıcaklığı olarak bir derginin etrafında toplaşıyor. Gazete sokaktır, dergi ev, kitap ocaktır. Gazete olaylardan beslenir, dergi fikirlerden. Onun için dergi ve kitap birlikte yol alır. Daha doğrusu kitaplar, özellikle edebi, felsefi kitaplar dergi muhitlerinden çıkar. Ocağın başında birlikte oturursunuz. Birlikte otururken hem aynı zamanı paylaşırsınız ocağın başındakilerle, hem aynı mekânı. Ocağın başında birisi kitap okumaktadır, birisi dantel örmektedir, birisi oyun oynamaktadır. Ocağın bulunduğu alan, aile bireylerini kendi sıcaklığında bütünleyivermiştir.” Sosyolog/ yazar Fatma Barbarosoğlu’nun sıcacık üslubundan okuduğumuz bu satırlar da bize gösteriyor ki son yıllarda kitapçıların dergi rafları olabildiğine hareketli ve renkli. Peki, nasıl oldu da böyle bir durum hâsıl oldu? Sosyal medyanın keşfi ile birlikte yeni bir döneme girildi. Sosyal medyada yazı ve yazı yazanlar daha bir belirginleşti. Aynı duyguyu, aynı düşünceyi, aynı idealleri paylaşanlar sanal âlemde bir araya geldikçe, bunun gerçek dünyaya yansımasının yollarını aramaya başladılar. Sadece bu da değil. İnternet, dergiler için içerik oluşturmada da çok büyük kolaylıklar sağladı. İnternet sayesinde çok farklı konularda yazı yazmak mümkün oldu. Yazılar daha dolu içerikle yazılmaya başlandı. Dergilerin içeriği internet ile daha bir doldu. Ve en önemlisi ise internet sayesinde dergiler çok uzaklardan duyulmaya başlandı. Bir anlamda “kâğıda baskıyı” öldürmeyen internet, onu fazlasıyla güçlendirmiş oldu. Gazeteci yazar Serdar Turgut’un “Yeni Medya” kitabında altını çize çize vurguladığı gibi “içeriği güçlü olanlar” ayakta kalmasını bildi. Özgün çalışmaların yer aldığı dergiler, internet sayesinde popülerliklerini artırdılar. İçeriği zayıf olanlar ise sıradan bir dergi olarak kalmakla, kapanıp gitmek arasında tercih yapmanın zorluğunu yaşıyorlar. Bilgisayar ekranından uzun yazıların okunmayacağının keşfi sonrası, dergiler daha bir gözde oldu. Üniversite gençliği, genç memurlar, akademisyenler, okumayı seven serbest meslek erbabı, sosyal medya kullanan ve okumayı yeni keşfetmiş ev kadınları dergi okumanın kolaylığını ve güzelliğini fark etti. Gündelik hayat, bu dergilerin ana meşgalesi oldu. Hiç söz edilmeyen, gündeme girmeyen, üzerinde kalem oynatılmayan ne kadar farklı alan varsa internet sayesinde kendi başına bir “dergi” oldu. Lacivert’ten Nihayet’e, Cins’ten Gerçek Hayat’a kadar yeni dergiler dolu içerikleri, özgün tasarımları ve kendilerine ait ama okurlarına da sirayet eden özgüvenleri ile dijital/ sanal dünyanın uzağında ama ondan beslenerek yollarına devam ediyorlar. Biraz iddialı olacak ama internet daim oldukça, insanlar okumanın tadını aldıkça, sevdiğimiz dergiyi elimize alıp, bol köpüklü kahve eşliğinde okumanın keyfini çıkarmaya daha uzun yıllar devam edeceğiz… YAŞAYAN ADAM: OKUyanUS Yasin Çakırel İ ster büyük insan deyin, ister entelektüel, ister önemli insan ya da aydın, sıfat önemli değil. Ben “önemli insan” diye tabir edeceğim. Hayatım boyunca gördüğüm, duyduğum, hayran olduğum, boş konuşmayan, sözü dinlenesi, fikirlerine saygı duyduğumuz, hatta son dönemde sosyal medyada sözlerini bolca paylaşıp gördüğümüz, bazen uçuk fikirleri de olabilen insanların tamamı, çok okuyan tayfasından. Asker kahramanları bir kenara bırakacak olursak, aydın kahramanların hepsi okumayı âdet ve hatta yaşam biçimi edinmiş kişiler. Kaldı ki hem komutan hem entelektüel olanları da var. Son 50 yıla bu anlamda damga vuran isimlerinden birisi Aliya İzzetbegoviç… Bilge Kral Aliya ile ilgili onlarca kitap yazıldığından dolayı ondan bahsetmeyeceğim, zaten kametim de buna yetmez.* Sadece, benim hayatıma dokunan çok okuyanlardan bahsetmek istiyorum. Okumaya nasıl başlar insan? Neden okur? Neden okumaktan nefret eder? Sanırım illa ki çocukluğa inmemiz lazım. Bazen öğrencilerimize “sınavda soracağım ha!” korkusuyla kitap okutuyoruz. O da, hayatlarında ilk okudukları kitap olabiliyor. Birkaç yıl önce başka bir uygulama denedim. Üniversitedeki odama küçük bir kitaplık aldım, keyifle okunabilecek, önemli gördüğüm, bunu illa ki okumalılar dediğim eserlerden bir buket yaptım. Sonra başladım kütüphaneciliğe, gel, al, oku, getir. Yılsonunda baktım 200 civarı el değiştirmiş bizim kitaplar. E bu da ufak bir kazanç. Bir büyüğümden de şunu işitmiştim “derslerinize girerken elinizde ders kitabı haricinde bir kitap olsun, belki merak edip okumaya niyetlenen bir öğrenci olur, verirsiniz”. Hoş değil mi? Peki, “neden okumaz insanlar?” sorusuna Reşat Nuri Güntekin’den cevap arayalım, bakalım ne diyecek: “Neye kitap okumuyorlar?’ demek ‘neye piyano çalmıyorlar?’ demek gibi bir şeydir. Kafayı kitap okumağa alıştırmak, parmakları piyano çalmağa alıştırmaktan kolay değildir. Ona göre yetişmek, hazırlanmak lazım gelirdi. Okumak, bir kitaptan alınan elemanlarla kendine bir manevi dünya yapmak, onun içinde tek başına yaşayabilmek demektir. Bu ta yasincakirel@gmail.com çocukluktan başlamış uzun itiyatlar ve egzersizler neticesidir.” (Reşat Nuri Güntekin, Anadolu Notları, Cilt 1) Çocukluğa inelim diye boşuna demedim. İlkokul öğretmenimiz henüz ikinci sınıfta iken okuma yarışmaları yapmasaydı; ortaokulda okurken, o zamanlar bir üniversite öğrencisi, şimdi bir öğretmen olan Bilal Abır ile tanışmasam, Sefiller’i ondan ödünç almasam, sorduğum sorulara kitapları açarak yerinden okuyarak cevap vermese, keyifli Necip Fazıl sohbetlerimizi falan kitaba atfetmese herhalde benim de kafam kitap okumaya alışmamış olacaktı. Yine ilkokul yıllarında Kırklareli İl Halk Kütüphanesi’nin resimli duvarları ilgimizi çekmeseydi belki kütüphane kültürümüz de olmayacaktı. Şimdilerde sınavlara hazırlanmak için etüt salonu olarak kullanılan kütüphaneler, eskiden kitap alışverişi ve okuma salonu olarak kullanılırdı. Yani artık kütüphaneye gitmenin de sosyolojisini tahlil etmek gerek. Neyse, bu ayrı bir yazı konusu. Sonuç olarak çocukluk önemli. Çok okuyan arkadaşlarımın çocuklarının ilk oyuncağı dergi ve kitaplar. Eminim onlar da büyüdüklerinde en azından tablet kadar kitap ve dergileri de tanıyacaklar. Dönelim okuyan uslara! Tek tek, isim isim saymaya kalksak çok okuyanlar bitmez. Ama Cemil Meriç’e de değinmesek olmaz sanırım. Çünkü okudukça gözlerindeki rahatsızlığı artan, artsa da okumaya devam eden ve otuzlu yaşlarında gözerini kaybeden adam Cemil Meriç. Okumaktan gözlerini kaybeden! Peki sonra? Sonrasını kızı Ümit Meriç’in şu ifadelerinden anlamaya çalışalım: “Biz babamla birlikte yay burcuyuz. Babam 12 Aralık 1916 doğumlu. Ben 16 Aralık 1946. Tam otuz yaş var aramda babamla. 8 yaşında babama kitap okumaya başladım. Babam öldüğünde 41 yaşındaydım, yani 8 yaşından 41 yaşına kadar okulda olduğum günler hariç ben babama her gün kitap okurdum. Üniversitelerde amfilerde 30 sene ders verdim. Benim ses tellerim büyük ölçüde şehit olmuştur, aralarında gazi olanlar da vardır; onlar da teker teker düşüyorlar. Ses tellerimi Cemil Meriç için şehit etmiş bir evladım. Hepsi helal olsun babacığıma” (İstanbul Dergisi, Haziran 2015-Sayı 11). İlahi Cemil baba! Kendini gözlerinden, kızını ses tellerinden ettin, değer miydi bu kadar okumaya(?) Son dönemde Cemil Meriç’e benzettiğim çok okuyanlardan birisi Yusuf Kaplan. Rivayet o ki; Yusuf Kaplan gece 11’den sonra bir başlarmış okumaya, sabahı edermiş. Sosyal medyada her tarafı kitaplarla dolu odasının fotoğrafı da vardı. Rasim Özdenören, Nuri Pakdil, zarif şair Zarifoğlu ve niceleri… Mesela İmam Cahız isimli bir zat var tarihte. “Cahız” pörtlek demek; çok kitap okuduğu için gözleri pörtlediğinden bu lakap. Karısı ona “senin eşin olacağıma, kitabın olsaydım” dermiş. Bu zatın vefatı da kütüphane raflarının üzerine devrilmesiyle olmuş. Ali Emiri Efendi, Millet Kütüphanesinin kurucusu; kitap okuyamam diye evlenmemiş. Yüz bin beyiti ezberden okuyabilirmiş. Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügat’it Türk’ünü Türk dünyasına kazandıran da kendisidir. Kitaplarını Milleti için biriktirdiğinden, müdürlüğünü yaptığı ve kitaplarını bağışladığı kütüphaneye “Millet Kütüphanesi” adını vermiş. Okuma sevdası henüz 9 yaşında başlamış, arkadaşları oyun oynarken o kitapların kendisine açtığı yeni ufuklarda yolculuk edermiş (Furkan Çimen, dunyabizim.com). İsmail Saib Sencer, Beyazıt Kütüphanesi’nin müdürü; kütüphaneden çıkmadan vefat etmiş. Kitapları farelerden korumak için büyüttüğü kedileriyle (Beşir Ayvazoğlu, Ateş Denizi), sohbetini dinlemeye gelenlere kim bilir neler anlatmıştır? Kısacası ne kadar lafı sözü dinlenebilecek adam varsa, etrafımızda hepsi okyanus, hepsi okuyan us. Gözlerimiz okumaktan kör olana, ses tellerimiz şehit olana, kitap altında kalıp vefat edene, eşimizi ihmal edecek kadar değil ama çocuklarımız bizi okurken görüp okumaya alışana, kendi hayatımıza değerli şeyler katana, iki çift laf ederken araya bir dize şiir sıkıştırana kadar, okuyalım, ne olur… * Hece Dergisi geçtiğimiz ay, özel sayılarından 31.sini Aliya İzzetbegoviç’e ayırdı. 800 sayfalık bir başucu eseri olmuş. Her eve lazım… ŞUBAT2016 KATI 7 MATEMATİK OKUMAK Muhammet Atalay muhammetatalay@gmail.com G ŞUBAT2016 KATI 8 ündelik hayatımızda bir araç olarak kullanılması yanında pek çok bilime de destek sağlayan matematik, ülkemiz insanı için üzerinde ittifak edilen meselelerden birine de konu olmayı başarmıştır. Özellikle ilk ve ortaöğretim dönemlerinde en çok korkulan hatta nefret edilen dersler sorulduğunda, maalesef ki matematik derslerinin ilk üçteki yeri garanti edilebilir, liderliğe oynayacağına da kesin gözüyle bakılabilir. Öte yandan matematik öğretimi ve eğitiminin hayatın sonraki safhalarında ne kadar gerekli ve kıymetli olduğu da tartışılmaz bir gerçektir. Yükseköğretime devam edecek ve matematiği farklı disiplinlerde kullanacak olanları kastetmiyoruz sadece, işin o tarafı gayet açık. Sonrasında sahip olunan pek çok meslek de esasında matematiğin uygulamalarını kapsar ama örneğin bir anne veya baba da ailesinin bütçesini denk tutmaya çalışırken, kredi kullanırken veya evladının düğününe yatırım yaparken matematikle hemhal durumdadır. Bu halkayı o kadar genişletebiliriz ki hemen hemen dışarıda kimse kalmaz. O halde matematikten nefret eden o kadar insan nereye kaybolmuştur? Bu durumda matematik öğretiminde bir yerlerde yanlış mı yapıyoruz? Matematiğin tarihi, Mısır ve Mezopotamyalılardan başlatılarak Yunan ve İslam uygarlıklarını kat ederek günümüze kadar ulaştırılır. Çinliler kadar Rusların, Almanlar kadar Amerikalıların, Türkler kadar Fransızların, Araplar kadar İtalyanların adına rastladığınız bu tarih, esasen bilim ve teknolojinin de tarihine eşlik eder. Üstelik yalnızca matematiğe dayalı bilimler değil görünüşte matematikle doğrudan alakası kurulamayan örneğin teoloji gibi alanlar da matematikle birlikte gelişmekte ve genişlemektedir. Dünyanın kaliteli kabul edilen pek çok üniversitesi, hangi bölüme olursa olsun, matematik sınavı da yaparak öğrenci kabul etmektedir. İnsanlığın ortak alanı olan bir bilimin, ülkemiz insanına sunulurken “çözül- mesi gereken bir problem”e indirgenmesi ve sıkıştırılması büyük bir hatadır. Buna göre, ortada çözülmesi gereken ama çözüldüğünde ne işe yarayacağı meçhul bir takım sorular mevcuttur ve matematik, bunları çözüp durmakta, bizi de çözmeye zorlamaktadır. Yaşanan pek çok sorunun altında da bu yaklaşım yatmaktadır. Bu şekilde sunulan bilgiden alınabilecek tek haz olarak ise -hangi yaşta verilirse verilsin- o problemi çözmek kalmaktadır. Problemler çözülemedikçe o haz da avucumuzun içinden kayıp gidecek, geriye matematiği sevecek bir şey de kalmayacaktır. Evet matematik çözülemeyen problemlere çözüm arar elbette fakat matematik bunu yaparken yalnızca o problemin çözümünü bulmaya odaklanmaz esasında. Dolayısıyla matematiksel bilgiyi öğrenecek kişiye de o çözümü ya da çözüme götürecek formülleri, yolları, kuramları ezberletmek niyetinde de değildir. Matematik, bir takım apaçık önermelerden türeyerek, kusursuz istidlaller zinciriyle hakikatler üretir ve hakikatler bize kendilerini kabul ettirirler. Matematiği sunarken, onun hakikati arama ve arkasından koşma gibi yüce bir eylem olduğunu da anlatmak zorundayız. Bu yolda ilerlerken karşımıza pek çok yol ayrımı çıkacak, herkes istidat ve ilgi alanına göre bu ayrımlara sapacaktır. O halde ilk yapılması gereken budur, yani matematiksel düşünmeyi ve matematiğin izlediği bu gayet sarih metodolojiyi kazandırmayı amaçlamak. Bunun yolu ise öncelikle eğitim ve öğretim kavramlarını birbirinden ayırmaktan geçiyor. Sözlükte öğretim kavramı “belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işi, tedris, tedrisat, talim” olarak, eğitim ise “çocukların ve gençlerin toplum yaşayışında yerlerini almaları için gerekli bilgi, beceri ve anlayışları elde etmelerine, kişiliklerini geliştirmelerine okul içinde veya dışında, doğrudan veya dolaylı yardım etme, terbiye” şeklinde (TDK Büyük Türkçe Sözlük) tanımlanmaktadır. Matematik ile tanıştırılacak bireylerin de bu her iki kavramı da ihtiva edecek şekilde matematiği okumasının sağlanması gerekir. Yani bir yandan matematiğin kavramları, işlemleri, teoremleri öğrenilmeli, bir yandan da tüm bunlardan öte matematiksel yöntemin özüne sirayet etmiş olan özen, ahenk, şüphe götürmeyen sonuçlar, gerçeğe ulaşan kusursuz adımlar düşünceye işlenmelidir. Matematiğin bir diğer özelliği ise bu biliminin iki yönünün bulunmasıdır: İlki matematiğin içe yani yine matematiğe bakan yönü; diğeri ise matematiğin dışa yani diğer disiplinlere ve hayata bakan yönü. Matematikçiler, yaptıkları araştırmalarla derin sonuçları olan teoremleri ispatlarlar ve elde ettikleri sonuçları matematiğin gelişiminde bir basamak olarak kullanırlar. Bu sonuçlar yeni bir teoreme açılan bir kapı veya bir diğer bilimin ihtiyacı olan bir bilgiye dönüşür. Fakat matematikçiler daha çok bu sonuca ulaşmak ve bu sonuca ulaştıracak adımlarla ilgilenirler. Burası matematikçilerin etraflarına bir duvar örerek matematikçi olmayanlardan sakladıkları bir gizemli bahçe gibidir. Bu arada matematiğin elde ettiği bu sonuçlar ve getirdiği çözümler, matematikten yararlanan örneğin mühendislikler gibi diğer bilimler için salt bir araç olarak görülür. Hele sanatçılar için matematik, kendi dünyalarının çok uzağında, soğuk ve karanlık bir nesnedir. Oysa son yüzyılın önemli düşünürlerinden filozof, tarihçi ve matematikçi olan Bertrand Russell (1872-1970), matematiğin “yalnızca bir gerçeklik değil en yüksek sanatın gösterilebileceği kusursuzluğa muktedir, yüce bir güzellik, şahane ve son derece sade bir güzellik” olduğunu yazmıştır. Yine büyük matematikçi Godfrey Harold Hardy (1877-1947) “matematikçinin yarattığı teori, ressam ya da şairin eserleri gibi güzel ise değerlidir” demiştir. O halde yapılması gereken, matematiği çevreleyen yüksek duvarlardan aşarak, güzelliklerle bezeli o bahçeye gezintiye çıkarmaktır. BİLGİ ÇAĞINDA: BİLGİ OKURYAZARLIĞINI DÜŞÜNMEK Mustafa Aslan D eğişim an be an devam ediyor. Mevlana'nın ifade ettiği gibi; "Şu akıp giden kum seline bak; ne durması var, ne dinlenmesi. Bak birdenbire nasıl bozuluyor dünya, nasıl atıyor bir başka dünyanın temelini." Her sabah aynı güneş doğuyor diyorsanız; Hayır! Her sabah güneş başka doğuyor, her akşam başka batıyor. İşte bunu fark edebildiğimiz anda, tıpkı bilim insanlarının en hızlı sandığımız ışıktan da daha hızlı bir şeyin varlığı keşfetmeleri gibi, biz de kendimizde yeni bir beni, içimizde yatan hazinenin yeni bir köşesini keşfedebileceğiz. Özellikle son yüzyılda değişime neden olan teknolojilerin bile kısa sürede geçerliğini yitirdiği bu dönemde toplumsal, kültürel, siyasî ve ekonomik alanlarda devrim niteliğinde yenilikler vuku bulmakta. Hiç şüphesiz günümüzde yaşanan değişimin temel faktörü üretilen, paylaşılan ve kullanılan bilginin nicelik ve niteliğidir. Bu nedenle yaşadığımız yüzyıla bilgi çağı, bu çağın gereklerini yerine getiren toplumlara da bilgi toplumu demek yanlış olmayacaktır. Bilginin hızlı akışı gereksinim duyanlara daha kolay, hızlı ve ekonomik olarak ulaşmasına, bunun sonucunda yeni düşüncelerin, yeni buluşların daha hızlı yapılmasına ve yayılmasına olanak sağlamaktadır. Böylece bilgi toplumunda yaşayan bireyler, öğrendiklerini yaşama uygulama yanında, öğrenmeyi öğrenme becerisi ile yaşam boyu devam eden bir öğrenme süreci içindedirler. Bilgi toplumunu nitelemek için “öğrenen toplum” kavramı da bu gerçeğin bir yansımasıdır. Bilgi çağının öğrenen toplumunda, yaşam boyu öğrenme yaşamın belli bir dönemine sıkıştırılmış eğitim ve öğrenme becerilerinin aksine, sürekli değişen koşullara uyum sağlama amacıyla yaşamın her anında-yerinde devam edecek öğrenme süreci vardır. İşte bu noktadan maslan5842@gmail.com hareketle bilgi çağında yaşam boyu öğrenme için bilgi okuryazarlığı hayatın mihenk taşını oluşturmaktadır. Yaşam boyu öğrenme ise tüm disiplinler, eğitim çevreleri ve eğitim düzeyleri için ortak bir kavramdır. Bilgi okuryazarı olmak için kişi, bilgiye gereksinim duyduğunu bilmeli ve bu bilgiyi elde etmeli, değerlendirmeli ve etkin bir biçimde kullanmalıdır. Bilgi okuryazarı kişiler bilginin nasıl düzenlendiğini, nasıl bulunacağını, nasıl kullanılacağını bilmeli ve nasıl öğreneceğini bilen kişiler olmalıdır. Bu kişiler herhangi bir görevi yerine getirmede ya da herhangi bir karar vermede gereksinim duyduğu bilgiyi bulabildikleri için yaşam boyu öğrenmeye hazır kişiler hale gelmeleri gerekir. Bilgi gereksinimini fark eden, bilgiyi değerlendiren, mevcut bilgi yapısı içerisinde yeni bilgiyi birleştiren, bilgiyi eleştirel düşünme ve sorun çözmede kullanan, bilgisayar ve diğer teknolojileri kullanarak bilgi kaynaklarına erişen, bilginin potansiyel kaynaklarını belirleyen: Bilgi okuryazarıdır. Bilginin üretildiği ve paylaşıldığı ortamın çeşitlendiği ve karmaşıklaştığı bir dönemde, bilgiye erişimde teknoloji kullanımı bilgi okuryazarlığının vazgeçilmez bir unsurudur. Bunun yanında aynı koşullarda aldatıcı ya da yanlı bilgilerin de kolayca sunulduğu dikkate alınarak eleştirel düşünme ve sentez yeteneği ile yararlı bilginin ayrılması becerileri de bilgi okuryazarlığının vazgeçilmezlerindendir. Ayrıca yeni bilgi üretimi ve bu bilgiyi başkalarının yararına sunulmasında geleneksel beceriler ile teknolojik olanakların birleştirilmesi de yaşam boyu öğrenen bireyin sahip olması gereken temel becerilerdendir. Bilgi okuryazarlığı becerileri ait olduğu disipline göre farklılık gösterebilse de, özünde bilginin güç olduğunun farkındalığı ile bilgiye dayalı sorun çözme ve karar verme becerileri düşüncesi yatmaktadır. Teknolo- jik gelişmelerin özellikle bilginin üretim ve paylaşımında gelenekselin ötesinde olanaklar sunması nedeniyle bilgi erişimi ve kullanımı sürecinde teknolojinin etkin kullanımı becerisi de bilgi okuryazarlığının önemli unsurlarından biri haline gelmiştir. Bu nedenledir ki bilgi okuryazarlığı teknolojiye bağlı olarak ortaya çıkan ağ okuryazarlığı, bilgisayar okuryazarlığı, teknoloji okuryazarlığı, çoklu ortam okuryazarlığı, web okuryazarlığı, medya okuryazarlığı, eleştirel okuryazarlık gibi becerilerin tümünü kapsayan bir şemsiye olarak görebiliriz. Netice itibariyle bilgi okuryazarlığı da kişilerin kendi kendilerine öğrenebilmelerini, öğrendiklerini kontrol altında tutabilmelerini ve sürekli kendilerini yenileyebilmelerini sağlayarak onların başarılı olmalarında yardımcı olur. Bu bağlamda bilgi okuryazarlığı becerilerinin bireylere kazandırılmasında öncelikli sorumluluk eğitim kurumlarındadır. Eğitim kurumlarına değinmişken bahsetmeden geçemeyeceğim; medya okuryazarlığı dersine Eğitim Fakültesi’ni tamamlayıp Sosyal Bilgiler öğretmenliğinden mezun olanların değil; işin asıl sahibi ve ehli olan İletişim Fakültesi’nden mezun olan ve medya okuryazarlığı eğitim-öğrenimini alan kişilerin girmesi gerekmektedir. Eğitim zincirinin son halkası ve bireylerin mesleki yaşamında önemli ölçüde belirleyici olan üniversitelere de, bu anlamda büyük sorumluluklar düşmektedir. Ön lisans, lisans ve lisansüstü eğitim-öğretimler bilginin öğretilmesinin yanı sıra, geleceğin toplumunun şekillenmesinde gerekli olan beyin gücünü yetiştirmek gibi bir göreve sahip olmalıdır. Bu görevi yerine getirirken unutulmaması gereken düstur; nitelik, nicelikten daha önemlidir. (quality is more important than quantity) ŞUBAT2016 KATI 9 ETİK İLE AHLÂK ARASINDAKİ YEDİ FARK Şevki Işıklı sevki.isikli@marmara.edu.tr E ŞUBAT2016 KATI 10 tik ve ahlâk, özensiz kullanımlarında birbirinin yerine tutar fakat aralarında felsefi ve terminolojik farklar vardır ve bunlar, iki sözcüğün birbiri yerine serbestçe kullanımını sınırlandırır. Sözcükler, köken itibariyle farklı alanlara gönderme yaptıkları gibi, başta profan ve dinsel olmak üzere başka başlangıçlara da sahiptirler. Her ikisi de normatif-buyurgan olmakla birlikte, ilkeler ve normlar farklı ontolojik zeminlere temellenir. Örneğin bir Hıristiyan, Musevi veya Müslüman ahlâkından, protesten ya da Budist ahlâktan bahsedilebilir fakat herhangi bir dinin etiğinden bahsetmek anlamsızdır. Örneğin “Müslümanlık etiği” boş sözdür; bu bağlamda olsa olsa Müslümanın takvasından bahsedilebilir. Buna karşın meslek etiği, çevre etiği veya enformasyon etiği kullanımları terminolojik açıdan uygundur. i.Etik, ahlâki, siyasi, ideolojik veya dini eylemler Eylemlerimiz; siyasi, dini, ideolojik, etik veya ahlâki olarak sınıflandırabilir. Görünen o ki her eylem (davranış), etik kategorisine dâhil edilemez. Örneğin vergi kaçırmak ya da kırmızı ışıkta geçmek siyasi bir eylemdir. Vergi vermeyenin veya kırmızı ışıkta geçenin ne ahlâksız ne de etik olmayan bir eylemde bulunduğunu söyleyemeyiz. Çünkü siyasi eylemler, birey-devlet ilişkisindeni yazılı yasal-hukuksal yolla düzenler ve bu iki davranışı yargılayacak yasal bir mekanizma (normlar, memurlar, hapishaneler, ceza tutanakları vs.) zaten hazırdır. Benzer şekilde ahlâki eylemi değerlendiren mekanizma ile etik eylemi yargılayan mekanizma da farklıdır. Biraz daha genelleştirerek söyleyelim: Bir davranışın etik kategorisine dâhil edilmesi, onun suç, günah, kötü, çirkin veya ayıp olmadığını gösterir; yalnızca “etik-olan” ve “etik-olmayan” davranışlar etikle ilgilidir. ii.İyiye yönelme olarak ahlâk, kendi başına bir değer olarak etik Doğrusu “meslek etiği” olsa da dilimiz- deki “iş ahlâkı” ibaresi, sanki ahlâk ile etik aynı anlama geliyormuş gibi bir galat-ı meşhura yol açmış olabilir. Örneğin toplumsal yaşamda, dostlar arasında “yalancılık” ayıplanan, dışlanan böylece düzeltilmesi talep edilen bir ahlâki zaafiyet olarak kabul edilirken, bir esnafın yalan söylemesi, mesleğin inceliklerinden bile sayılabilir. Hatta ürünü gerçekçi olmayan övgülerle tanıtma ve ayıplı mal satışında yükümlülüğü tek başına üsteleniyor gibi yapma, bazı açılardan etkili satış teknikleri kapsamına bile alınabilir. “Abarttı ya da yalan söyledi” diye hiçkimse bir esnafı “ahlâksız” diye nitelendirmez, belki mesleki kurnazlık yapmakla tarif eder. Öte yandan bir kıza laf atmak, sözle ya da başka şekilde taciz etmek, çoğu zaman kesin bir ahlâksızlık örneği olarak değerlendirilir. Ancak laf atma veya taciz etme, etik boyutta ele alınmaz. Etik-dışıdır yani etikle ilişkilendirilemez; ne etiktir ne de etik değildir. iii.Ahlâkın “öteki”sine karşı, etiğin “başka”sı Toplumsallık, inançlar ve ideolojiler yaratır; bunlar ise insanlara değer yargıları sunarlar. Böylece insanlar karşılaştıkları şeyleri iyi, güzel, yüce, kötü, çirkin veya günah gibi değerlerle yargılayabilirler. Toplumsallıktan türemiş değerlere uygun eylemler iyi, uygun olmayanlar kötü, bu eylemleri gerçekleştiren kişiler değerli, gerçekleştirmeyenler değersiz oluverir. Fakat değerlerin zayıf bir tarafları vardır: Her zaman yereldirler ve sınırlı gruplar tarafından benimsenirler. Grubun değerlerini aktif hale getirip temsil eden kişi, grubun has elemanıdır; değerin yaşamasını engelleyen veya değerleri eleştiren kişi ise grup dışı yani ötekidir. Gruptan olan iyi ve değerli, grup dışındaki öteki ise kötü ve değersizdir. Benim değerlerime uygun eyleyen kişiye, örneğin hemşeri, yoldaş, kardeş, partizan hatta vatandaşa insanüstü anlam yüklemek, “öteki”ne rakip veya düşman olarak hiç değer vermemek hatta değersizleştirmek, potansiyel suçlu muamelesi yapmak… Kişiler ötekileştirilebilir ve ötelenirler. Ahlâki özne ile nesne arasında uzay-zamansal bir mesafe girer. Mantık zemininde “Ben”, “ben-olmayan”a karşı kendi özdeşliğinin mücadelesini verir. Bu da ahlâkın çelişki ilkesiyle akrabalık boyutudur. İşte etik tutumda insan, tam da bu noktada çoğu zaman yerel gerekçesi (belki de kılıf demeliyiz) bulunan ahlâki ötekileştirmeyi terk eder, eşit insanlık tasavvurunun bütünlüğü içinde ötekini, “başkası” olarak görmeye hazırlanır. “Başka”, başkalaşır, “aynı ben”, başka bir hâl alır. “Başka” ile “Ben”in ilişkisi, tözsel farklılık değil, zahiri ayrımdır. Ben, özsel bir süreçte kendini “başka” olarak bulur. Böylece etikteki özsel empati, ahlâktaki gruba beslenen sempatiden ayrılır. Empatide “ben” ile “başka” arasındaki ayrım, bu yüzden “ben”i, “başka’nın yerine koyma” teşebbüsüyle uzay-zamansal bir ayrım olmaktan çıkar. Ötekine dair değer-merkezli yaklaşım, etik-ahlâk çatışmasını dinamik tutar. Ben-öteki, bizler-onlar gibi, biri merkezde diğeri çevrede olan iki değerli kutuplanmış bir dünya inşa eder. Grup dışındaki insanlar “öteki” olarak tasvir edildiğinde, ötekine “ben olan insan” olarak algılama imkânı her an buharlaşabilir. Seküler etik temelli insan hakları, bu patolojik durumun sorgulanması gerektiğini telkin edip onu sorgulamaya davet eder. Öyle ki etik ilkeler insanı, “salt insan” olarak muhatap alır. Başka bir deyişle etik eylemin öznesi, “sadece insan”dır: salt insan. Diğer değerler ise insanı vatandaş, yükümlü, eş, akraba, yoldaş, kul vb. bir özne olarak muhatap alır. iv.Törel pratikler olarak ahlâk, tüzel boşluğun ürünü olarak etik Ahlâkın zemini töre ve gelenek iken etiğin zemini tüze ile töre arasındaki boşluktur. Bu yazınsal ve törel boşluk, insanı ikilemde bırakır. Yazılı yasayla belirlenen alanlarda ahlâki kararlar verebilmek mümkündür. Fakat etik karar, ahlâk ve yasanın yoksul boşluğunda ya da yasanın muhayyer-belirsiz bıraktığı durumlarda, kişinin başkasının çıkarını “gözetmek ya da gözetmemek” ikileminde özgürce kaldığı durumlarda verilebilir. Etik, bu tür ikilemlerin emprik varlığı yoluyla, irade özgürlüğünü varsayar. Eğer özgür irade yoksa bile onu bu ikilemler sayesinde yaratır. Ahlâki normlar her zaman insanın önünde yol gösterici olduklarından ahlâki kararda bir ikilem de söz konusu değildir. Kişi, yalnızca açık seçik sunulmuş olan iyiyi yerine getirmekle yükümlüdür. İyi ve kötü önceden bellidir. İkisinden birini seçmekle kişi, ahlâklı ya da ahlâksız bir eylemde bulunmuş olur. İyi ile kötü arasında, gri-bulanık alanlar da vardır. Etik tercih, bulanıklığı netleştirir; iyiyi veya kötüyü edimselleştirmez. v.Ahlâkın yerelliğine karşı, etiğin evrenselliği Etik, her zaman evrensel değerleri gündeme getirir. Siyasi, hukuki, ahlâki veya dini davranışlar çoğu zaman yerel değerlere uygun olur. Kabile, aşiret, klan ahlâkından; Türk, Arap, İngiliz ahlâkından bahsedebiliyor oluşumuz, onun toplumdan topluma, çağdan çağa farklılık gösterdiğinin delilidir. Ahlâkın somut toplumsal, uzay-zamansal koşullarına karşın etik, “eşit insanlık onuru” gibi bir soyutlamaya dayanır. Bu yüzden dünyanın her yanında aynı olmasını bekleriz. Tıp etiğinindeki Hipokrat yemini gibi, çevre etiğindeki “herkese ait dünya” tasavvuru gibi, evrenselliğe yönelmişlik söz konusudur. Dünyanın her yanında doktorların, siyasetçilerin, din adamlarının, bilim insanlarının yazılı olmasa da belli ilkelere göre mesleklerini icra etmeleri beklenir. Bu evrensel beklentiden türeyen etik, evrenselliği de özgür iradenin yönelimi ilkelerini, bir mesleği icra edenler için tümellik olarak konumlandırır. kalarak kendini “konumlandırılmamış” olarak sunar. Bu duyarsızlık ve konumlandırılmamışlığına, “vicdan otonomisi” diyelim. Vicdani otonomi, ikilemde bırakan durumların gerekçelerden ari bağlamsızlığında hareket geçer. Etik dışındaki normların yaptırım kaynağı, bireyin iradesine bağlı olmakla birlikte, bu kaynağın mevcudiyeti iradeye dışsaldır. vi.Ahlâkın iradeye bağlılığına karşı, etiğin vicdana bağlı çıkarsızlığı Ahlâki eylem (davranış) toplum tarafından, dini eylem tanrı tarafından, siyasi eylem devlet tarafından desteklenir ve cesaretlendirilir. Ahlâk iyi, toplumsal itibar ve saygınlık, hukuki iyi serbestlik ve kredi, dini iyi sevap ve cennet, estetik iyi ise güzel ve haz odaklı övgüyü beraberinde getirir. Övgüler eylemlerin ereğindeki ödüller, çıkarlar ve avantajlardır. Etik davranış yönlendiren bu tür dışsal ve amaçsal bir motivamotivasyon yoktur; o doğrudan çıkarısızlıkla ilişkilendirilir. Etik ilke, bireye hiçbir çıkar vaat etmez, sadece insan olduğu için böyle davranmasını ister. Bu yüzden etik ilkelerin normatif yanı zayıf olur. İradeden ziyade vicdanın belli bir yöne eğilim göstermesiyle ilgilidir. Ahlâkın dayanağı irade güçlendirilebilir veya zayıflatılabilir fakat vicdan, müdahaleye kapalıdır. Geçmişin bir ürünü olsa da vicdan, kararlarında mevcut koşullardan bağımsız hareket eder. Toplumsal, ideolojik, dinsel değerlere karşı duyarsızlık vii.Ahlâkın ertelenmiş erekselliğine karşı, etiğin şimdi-buradalığı Değerlere bağlı ahlâki davranışın sorumluluğu ve ödülü ertelenmiş bir ereğe sahiptir. Erek, sahip olunacak bir ödül barındırır. İnsanın kendisi, ahlâki eylem için yeterli motivasyonu sağlamaz. İnsani varoluşun veya dışsal gerçekliğin yalın mevcudiyeti etiğin temelidir. Etik eylemin öznesi, gözünü geleceğe ve uzak ereğe dikmez. Bu da etiği, ahlâktan ayırır. Buraya kadar ki tartışmanın “etiğe methiye” gibi anlaşılmaması için insani yaşamın etikle yetinmesini önermenin yetersizliğini de konuşmalıyız. “Salt insan” ideali, gerçek koşullar tarafından kuşatılan, arzu, beklenti, ödül veya onaya ihtiyaç duyan insanın “iyiyi istemesi ve iyiyi gerçekleştirmesi” için yeterli görünmüyor. Ne de olsa etik, ahlâksal yaptırımlar gibi müşahhas neticelerden yoksundur. BİLGİ HAVUZUNDA BOĞULMAK G ünümüzün en büyük sorunlardan biri herkes için sabır. Sabırsızlık nedeniyle bilgi havuzları içinde boğuluyoruz. Dünyanın bilgisinin elimizin altında olmasının hiçbir anlam ifade etmediği durumlar yaşıyoruz. Tam olarak ifade etmek istediğim şey şu; Google, Youtube, Yandex, Ekşi Sözlük, Uludağ Sözlük, vb. bilgi hazineleri hepimizin sıklıkla başvurduğu kaynaklar. Peki, bu kaynaklar içerisinde ne tür bilgiler var? Gökyüzündeki meteorlardan, yerin altındaki magma tabakalarına kadar sayısal anlamda belki de ifade etmesi zor olan bir yığın bilgi var. Bu bilgiler ile sabırlı ve disiplinli bir insan yeni bir model araba üretebilir. Hiçbir bilgisi olmayan bir yazılımcı adayı Youtube kanallarından birine üye olarak sabır ve disiplin ile sıkı bir program yazılımcısı olabilir. Peki, bize engel olan şey ne? En büyük problem bilgi yığını içerisinde boğulmaktır. En büyük düşman ise hızdır. Her anlamda hızlı olmayı düşünmek veya her durumun hızlıca sonuçlanıp yeni bir olaya geçilmesi düşüncesi bizim yeni nesil hastalığımızdır. Bu hastalıktan kurtulmanın reçetesi yine sorunun içerisindeki cevapta gizli; sabır ve disiplin… Eğer hayatta yeni başlangıçlara adım atmak isteniyorsa, mutlaka eski nesil bir tahta kalem ve bulunabiliyorsa bir saman kâğıt alınıp küçük bir algoritma diyagramı oluşturulmalıdır. Serhat Dalgalıdere se.dalgalidere@gmail.com Basit olanları sağ tarafa zor olanları sol tarafa yazıp, önceliklerimizi belirlememiz gerekir. Önceliklerimiz ve kaderimiz bazı noktalarda bize açık kapı bırakıyorsa şayet sabır ve disiplin isimli iki anahtar ile kapıları ikişer ikişer değil, birer birer açmaya yavaşça başlamalıyız. Kendi kendimize öğrenmeyi öğrendiğimiz zaman, bilgi okyanusunda boğulmak yerine sadece ihtiyacımız olan bilgileri cımbızla bir sarraf titizliğinde çekeriz. İşin sırrı basit ve emin adımlar ile sakince ilerlemeyi bilmekte. İşin sırrı teknolojiyi, dev bilgi kuyularını doğru kullanmayı öğrenmekte yatıyor. İhtiyacımız olanı ihtiyacımız kadar ayıklamayı öğrendiğimiz zaman başarı yollarını tırmanmaya başlayacağız. Büyük bilgi yığınları içerisinden doğru bilgiye ulaşmak gerçekten zor bir iştir. Büyük veri teknolojileri gıda şirketlerinden, inşaat şirketlerine kadar uzanan bü- yük bir alanda kullanılmakta. Büyük veri, biriken (Text dosyası, fotoğraf dosyası, video dosyası) datalar arasında amacımıza uygun sonuçları çıkarmak için kimi zaman özel yazılmış programlar aracılığı ile kimi zaman insan beyni ile yapılan araştırmaların ve madenciliğin bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Bazı gıda şirketleri özel olarak elde ettikleri sosyal medya verileriyle çalışma yaparak satışa sundukları ürünlerin beğeni ölçülerini elde etmekteler. Böylelikle hangi ülkenin hatta hangi beldenin nasıl bir damak zevkine sahip olduğu sonucuna ulaşabilmekteler. Akla bile gelmeyecek analizler yapılarak büyük verilerin içerisinden inanılmaz sonuçlar çıkarılmakta. Bu sistem, savaş stratejilerinde ve büyük pazarlama sistemlerinde kullanılmakta. Elbette hepimizin elinde devasa yatırımlar ile yapılmış analiz programları yok. Fakat büyük verinin ne olduğu ve ne amaçla bu sistemlerin kullanıldığı bilgisi var. Sadece bu bilgi bile bize bazı şeyleri anlatmakta. İhtiyacımız olan bilgiyi ihtiyacımız kadar analiz edip hayatımıza sabır ve disiplin ile uygulamak… Eğer büyük veri analizlerinin amaçlarını öğrenebildiysek bunu hiç durmadan kendi hayatımıza sabır ve disiplin ile uygulama vakti gelmiştir. Tabi ki tahta kalem ve saman kâğıt üzerine önceliklerimizi belirledikten sonra... ŞUBAT2016 KATI 11 BİRAZ KONUŞSAK ANLAŞABİLİRİZ Halil Kökcü halilkokcu@gmail.com P ŞUBAT2016 KATI 12 sikolog değilim. Sadece insan davranışlarına biraz ilgim var. İnsanların konuşma, anlatma iletişim kurma ihtiyaçlarına dair bilimsel sistemli bilgiye sahip değilim. Anlatacaklarım sadece gördüklerim ve tecrübe ettiklerim. Bulduğu hemen hemen her duvara (tuvalet, okul, facebook, twitter, youtube vesaire…) yazı yazmaktan zevk alan, bunu bir yaşam biçimi haline getiren Türk insanı, yazmaktan hoşlanıyor ve bence bu alanda da istidadı var ama imkân verilmemiş. Yazdıklarıyla ben de varım, benim de söyleyeceklerim var beni de bir dinleyin, diyerek hem varlığını ortaya koymaya hem de sesine bir karşılık bulmayı umuyor. I Trabzon Polis MYO’da verdiğim “insan hakları” dersinde rutin olarak her hafta çoğunlukla insan haklarına ilişkin bir başlıkta öğrencilerime en az 130 kelimelik yazılar yazdırıyordum. Mühim olan 130 kelimeyi doldurmasıydı, anlatımdan ya da imladan puan kırmıyordum. Çoğu zaman beni şaşırtan, üzen, bazı konuları anlamamı sağlayan, güldüren yazılar çıkıyordu. Bazı öğrencilerin yazmaya yetenekleri çok yüksekti. Cümle kurguları ve kelime seçimleri şaşırtıyordu. Bir hafta rutinin dışına çıkarak konuyu serbest bıraktım. Kimileri ne yapacağını bilemedi, hatta birisi kolluğun güvenlik uygulamalarına ilişkin bir konuyu kitaptan yardım alarak yazdı. Ancak pek çoğu içinde Galatasaray’ın UEFA kupasını almasından, league of legend oyununa, kadınlardan, memleketi Hatay’a, hatta ölüme kadar pek çok başlıkta oldukça güzel yazılar yazmışlardı. Ben o yazılanlarda ne kadar önyargılı olduğumu gördüm. Bir hukukçu olarak, polisleri çok daha mekanik algıladığımı fark ettim. Hâlbuki onlarda insan olmanın getirdiği tüm kusurları herkes gibi içeriyordu ve mesleğe başlama nedenleri, mesleğe yükledikleri anlamlar sınıflandırıldığında verilen eğitimin içeriğinin ve biçiminin değişmediği müddetçe iyileşmenin beklenmemesi gerektiğini fark ettim. Konumuz bu olmadığı için bu kadarla yetineceğim. Anlatmaya çalıştığım şey şu; normalde bir örgüt gibi yapılanmış sınıfta, farklı görüşlerini, hayallerini, bakış açısını ifade edemeyen, ettiği takdirde arkadaşları tarafından hemen alay konusu haline gelip etkisiz hale getirilen öğrenciler yazıları ile anlatmak istediklerini rahat bir şekilde, kimileri oldukça özgüvenli bir biçimde ki sınıfta ö'sü bile yoktu, çok güzel ifade etmişlerdi. Yani yazmak insanı özgürleştiriyor, hareket alanı sağlıyor ve kısıtlamıyor. Keşke milli eğitimde yazma ile ilgili daha çok dersler olsa da şu İngilizce öğrenirken yazdığımız "essay"ler gibi bol bol yazsak. Yazmadan önce de işin giriş gelişme ve sonuç ile sınırlı olmadığını, bunun başkaca yazım biçimleri olduğunu öğretseler, bu sayede de düşünme usulümüzü bir nebze olsun geliştirsek güzel olmaz mı? Günlükler tutsak mesela, nenemizin dedemizle tanışma hikâyesini oradan okusak, bence güzel olur. II Hukuk öğrencilerine yönelik bir anket yapıyorum. 150 kadar yanıt geldi, gelmeye devam ediyor. Ankette bir insan neden hukuk okur, üniversitesini nasıl seçer ve fakültesi, hocaları, dersleri hakkında ne düşünmekte gibi sorulara cevap arıyorum. Soruların hepsi açık uçlu. Bu sayede “hiç katılmıyorum” “tamamıyla katılıyorum” gibi derecelendirilmiş seçenekler yerine gerçekten neler düşündüklerini, hissettiklerini öğrenmeye çalışıyorum. Hisleri özellikle merak ediyorum, zira yazılımcı değiliz program kodlamıyoruz bir alanda insan yetiştirmeyi amaçlıyoruz. Onları tanımalıyız. Yaptıklarımız nasıl karşılık buluyor, yapmadıklarımız neyi eksik bırakıyor? Günden güne unuttu- ğumuz öğrenciliğin gündeminde neler var, dertleri, umutları hayalleri ne? Şu ana kadar gelen cevaplarda dikkatimi çeken şu; öğrencilere eğitim veriyoruz ama onları dinlemiyoruz. Farklı evrenlerden iletişim kuruyoruz. Onlar da içinde bulundukları ülkeye, aldıkları eğitime dertlenip bir şeyler söylemek istiyorlar; bir süre sonra bu dert azalmasa da karşılık bulamayacağını bildiği için görünür olmuyor. Aşağıda anketten birkaç yanıtı buraya ekliyorum. Yazmak bir konuşma biçimi. Yazılarla konuştuğumda bana söylediklerini yazdım. Evet, biraz konuşsak iyi anlaşabileceğiz belki de. “bizlere bu konuda bir şeyler söyleme imkânı sağladığınız için teşekkür ederim.” “…içimi bir nebze olsun döktüm”, “… içimi de dökmüş oldum”. “Anketleri değerlendirip nasıl değişiklikler yapacaksınız merak ediyorum ancak bunları yazarken bile bana faydası oldu diyebilirim. İnsan zaman zaman bunalabiliyor. Amaçlarını, düşüncelerini dile getirmek bile yeniden umut veriyor.” “Bize kendimizi ifade etme hakkı tanıdığınız için çok teşekkür ederim :)” “anonim olayı var ya bu harika ya! Yani tüm düşüncelerimi rahat ama uygun bir dille açıklama fikri insan kendi kimliği ile de bunu yapmak istiyor lakin gördüğümüz üzere bu mümkün olmuyor.” “Bize kendimizi ifade etme hakkı tanıdığınız için çok teşekkür ederim :)” “Ne kadar katkıda bulundum bilemiyorum fakat hukuk öğrencilerinin; hedefleri hukuk olup geleceklerini hukuka bağlayan öğrencilerin, bir şeyleri değiştirmeye niyetli idealist öğrencilerin çok büyük katkılar sağlayabilecekleri bir anket olmuş” MEDYA OKURYAZARLIĞI NEDEN ÖNEMLİ? Ramazan Çelik O kumak; bir eylem olarak, edebiyatta, felsefede, sosyolojide ve hatta teolojide önemini yitirmeden geçmişten günümüze karşımızda duruyor. Bu eylem, bazen kutsal bir kitabın satırlarında, bazen bir romanın sürükleyici akışında, bazen bir bilimsel çalışmanın ayrıntılarında bazen de bir şiirin mısralarında göz, kalp ve zihin üçgeninde metronomunu yitirmeden, bir med-cezir misali hayatımızın akışında gidip geliyor. Bir de medyayı okumak için medya okuryazarlığı var. Medya okuryazarlığı terimi İngilizce “media literacy” sözcüğünden dilimize çevrilmiş, yazılı ve yazılı olmayan, büyük çeşitlilik gösteren formatlardaki mesajlara ulaşma, bunları çözümleme, değerlendirme ve iletme yeteneği olarak tanımlanmaktadır. Medya aracılığı ile enformasyonu alan birey tarafından, enformasyonun çözümlenmesi, değerlendirilmesi ve iletilmesi (geribildirim) medya okuryazarlığının önemini ortaya koymaktadır. Birden çok fonksiyonu içeren medya okuryazarlığına bu açıdan bakıldığında kavramın; bir yandan medya oluşturarak iletme, diğer yandan da iletilen medya unsurlarını alırken çözümleyebilme becerisini içerdiği görülmektedir. Bu iki unsur ekseninde meseleye bakıldığında aslında ikinci unsur olan, “iletilen medya unsurlarının kullanıcı tarafından çözümlenebilmesi becerisi”dir medya okuryazarlığı. Medya okuryazarlığı denildiğinde; bu iki içerikten daha çok medyayı çözümleyebilme becerisi üzerinde durulmalıdır. Zira medya; gazete, kitap, dergi, televizyon, video, sinema, internet gibi birçok aracı içeriyor ve adını multimedya koyduğumuz “çoklu ortam” ile de bütünlüklü bir hal almış bulunuyor. Özellikle ekmek, su gibi ihtiyaçlar ile aynı anlamı taşıyan bu araçların bireyin bilgiye duyduğu açlığı gidermesi açısından önemli olması, bireylerin alınan enformasyonla ne kadar etkilendiği sorunsalı ile baş başa bırakıyor bizleri. Burada esas sorun, medyada verilen mesajların birey ve toplumları hangi ölçüde etkilediği, mesajların alıcılar tarafından hangi düzeyde algılandığı ve çözümlemeye ya da eleştirel bir bakışa tabi tutulup tutulmadığı sorunudur. Medya okuryazarlığındaki asıl amaç, medya mesajlarının doğru algılanması, eleştirel bir bakış açısıyla alınabilmesi, gerçeklik-kurgusallık ayrımının yapılabilmesi, medyanın sunduğu dünyanın gerçeğin kendisi olmayabileceğinin anlaşılması, medyanın yönlendirme ve yönetme fonksiyonlarının olduğunun farkına varılabilmesi, mesajı gönderenlerin kendi düşüncelerini dayatma gayreti içinde olabileceklerinin değerlendirilmesi gibi hedefleri içermektedir. Yani medya okuryazarlığı, kaynağı her ne olursa olsun, bilgiyi değerlendirip onu yerinde kullanabilen bireyler olmayı, böyle bireyler yetiştirmeyi hedeflemektedir. Bu amaçlar doğrultusunda, medya mesajlarının doğru algılanabilmesi için belirli bir bilinçlilik düzeyine ihtiyaç var. Zira eleştirel bir bakış açısı ile gerçeğin ya da kurgunun birbirinden ayırt edilmesi medyayı iyi okumaktan geçiyor. Çünkü birilerinin ak dediğine, bireyin kara deme özgürlüğü medyaya bilinçli yaklaşma ile elde edilebilecek bir durumdur. Özellikle meseleye bu bakış açısından yaklaşmanın nedeni, medyanın yönlendirme ve yönetme fonksiyonları ile mesajı gönderenlerin kendi düşüncelerini dayatma gayreti içinde olabileceklerinin unutulmaması gerektiğidir. Medya okuryazarlığı sadece medyadan gelen enformasyonun kitleler üzerinde- ramazancelik23@gmail.com ki etkisi ile açıklanmamalı. Son dönemde “sosyal” ön takısını alan medyanın ya da sosyal paylaşım ağlarının etkinliğinin her geçen artarak devam etmesi, bireyin gazeteciliğe soyunmasını da beraberinde getirmiştir. Burada medyadan gelen bilinçli bir yönlendirmenin etkisinin olmadığı gerçektir, lakin enformasyona dönüşmeyen bilginin de daha kirli bir ortam yarattığı çok daha önemli bir gerçektir. Çünkü medyayı iyi okuyamayan bir kitlenin varlığı ortada iken, bu bilinçsizlik üzerine kurulacak olan her şey belki bir saman alevi etkisi yapacaktır. Özellikle medya okuryazarlığı üzerine yapılan çalışmalara bakıldığında, hedef kitleyi çocuklar oluşturmaktadır. Çocukların gerçek ile kurguyu ayırt edememesi, bu konuda resmi kurumları da harekete geçirmiş ve belirli adımlar atılmıştır. Örneğin Milli Eğitim Bakanlığı medya okuryazarlığının etkin olabilmesi için belli çalışmalar yapmış ve bu kavramı okullarda müfredata koymuştur. Resmi kurumların tasarrufunun dışında, özel teşebbüslerin de bu konuya hassasiyetle yaklaşması son derece önemlidir. Medya okuryazarlığı üzerine bilinçlilik düzeyinin daha da artması için bu konuda yapılacak olan çalışmaların sadece çocuklar değil, yetişkinler için de olması gerekiyor. Zira topyekûn bir talimden geçmek herkesin yararına olacaktır. Yukarıda bahsedilen bilgiler ışığında medya okuryazarlığı; öncelikle kullanıcının medyayı bilinçli okumasına katkı yapacak, medya iletilerini doğru algılayabilecek donanıma sahip olan ve zamanla iletiler üretebilme becerisi kazanan birey, sünger gibi her şeyi zihnine çekmeyecek, düşünecek ve “ben de varım” diyebilecektir. ŞUBAT2016 KATI 13 MATBU VE DİJİTAL ARASINDA BİR GENÇLİK Sertaç Dalgalıdere bilgi@sertacdalgalidere.com D ŞUBAT2016 KATI 14 ergimizin kapak konusunun “dijital ve matbu okumak” olduğuna karar verildiğinde kitap okuma geçmişimi düşündüm. İlk ciddi kitap okuma deneyimim babama ait olan Maksim Gorki’nin “Ana” adlı eseriydi ve henüz 10 yaşındaydım. Rus işçilerin devrim öncesi sıkıntılarını anlatan romanın beni ağlattığını çok iyi hatırlıyorum. Duygulanmama sebep olan şey, anne ve oğlun fakirlikle mücadeleleriydi. O kadar güzel kokuyordu ki kitap, sayfalarını hızlıca çevirip kokluyordum. Uzunca bir süre kitabı evimizdeki tahta vitrinin bana ayrılan çekmecesinde sakladım. Sonraki yıllarda hiç kimse bana daha fazla kitap okumam konusunda herhangi bir telkinde bulunmadı. Üniversiteye başlayana kadar da bir daha kitap okuduğumu hatırlamıyorum. Neden kitap okumadım? Neden Maksim Gorki’den sonra neredeyse 7-8 yıl elime hiç kitap almadım? Bu sorulara cevap ararken, dijital dünyaya ait ilk ürünün evimize ne zaman geldiğini anımsamaya çalıştım. Sanırım 1992 yılıydı ve dünyanın en çok satan kişisel bilgisayarı olarak tarihe geçen efsanevi makine Commodore 64’le tanışmıştık. Dijital dünya yavaş yavaş kanımıza işlemeye başlamıştı. Yanılmıyorsam birkaç sene sonra da Amiga 500’lerle tanıştık. Kitap okumadık, dijital oyunlar oynadık, kafa ayarı yapıp oyun yükledik. Kitap okuma konusunda herhangi bir çabamız olmadı. 1990’larda bahsettiğim bilgisayar teknolojisinin bize sunduklarıyla bugünün gençlerine ve çocuklarına sundukları arasında uçurumlar bulunuyor. Tabletler, akıllı cep telefonları, PlayStaion, Xbox 360 daha neler neler... O günlerde bizi kitap oku- maktan caydıran bilgisayarların yanında bugünün teknolojisi kıyaslanamaz bile, bu yüzden bugün gençlere ve çocuklara, gazete oku, dergi takip et, matbu kitap oku gibi telkinlerde bulunmanın boş olduğunu düşünüyorum. Onlar artık dijital dünyanın çocukları ve onlar için çoğu şey sanalizasyon. Şimdi derdimiz şu olmalı; bunca sanallık içinde gençleri ve çocukları dijital dünyada okumaya, araştırmaya nasıl yönlendirebiliriz… Yoksa onlar için artık matbu bir kitabı ele alıp okumak çok uzak bir mesele... Hele hele dergi aboneliği, gazete takibi gibi şeyler onlar için hayal dahi edemeyeceğimiz birer ütopya. Bilgi ve enformasyon birbirleri yerine kullanılmış ve karıştırılmış iki kavram. Günümüzde de geçmişte olduğu gibi aynı sorun devam ediyor. Bilgi kelimesi “insan zekâsının çalışması sonucu ortaya çıkan düşünce ürünü” şeklinde tanımlanıyor. Enformasyon ise etimolojik kökeni açısından “şekil- plan” anlamına geliyor. O halde bilgi olmadan enformasyon içi boş bir şekil ya da taslaktan ibaret. Sosyal paylaşım ağlarında dolaşan ve bilgi diye ifade edilen şeyler aslında çoğu zaman birer enformasyondan ibaret. Enformasyondan öteye geçemeyen ve çoğu manipüle edilmiş bilgilerle dolu sosyal paylaşım ağlarının oluşturduğu dijital dünyada savrulan gençlere, birikimli ve nitelikli dijital okuma yapabilecekleri kaynakları ve alanları sevdirmenin, onlara bunlar hakkında bilgi vermenin daha fazla işe yarayacak bir yol olduğunu düşünüyorum. Böyle bir niyetiniz olursa, dijital okuma yapabileceğiniz ve gençlere de tavsiye edebileceğiniz bazı adresleri sizlerle paylaşmak istiyorum. Umarım faydalı olur. www.dunyabizim.com Ekim 2008’den beri faaliyette olan ve kültür haberciliği yapan bir site. Yayıncılıkta sekizinci senesine giren dünya bizim, ülkemizde yayın yapan, kendine özel nitelikleriyle ilk ve tek uzun soluklu kültür sitesi. www.biyografi.net İnternet ortamında Türkçe içerik sunan web sitelerinden biri olmak düşüncesiyle kurulmuş. Sitede durağan bir bilgi sunumu değil, gündemi sorgulayan ve geçmiş bilgi birikimini sunmayı hedefleyen bir bakış açısı bulunmakta. www.islamansiklopedisi.info İlk cildi 1988 yılında neşredilen TDV İslâm Ansiklopedisi (DİA) İslâmî ilimler, İslâm ülkelerinin tarihi, coğrafyası, kültür ve medeniyeti gibi alanları kapsayan madde listesi orijinaldir. İlgili ilim kurulları tarafından yaklaşık 500 temel kaynaktan taranarak tespit edilen bu liste 15.226 maddeden oluşmakta, bazı maddelerin farklı ilim dallarınca yazılan alt bölümleri de eklenince rakam 16.855’e ulaşmakta. www.kubbealtilugati.com Toplam 93.000 söz varlığı barındırmakta. Sözlük, sâdece yaşayan Türkçemizi değil târihî seyri içinde Türk dilinin kazanmış olduğu zenginlikleri de gözler önüne sermeyi amaçlamakta. http://gazetearsivi.milliyet.com. tr/ Milliyet Gazete Arşivi, 3 Mayıs 1950 ile 31 Aralık 2007 tarihleri arasında yayımlanmış Milliyet gazetelerini içermekte. Aradığınız haberleri sözcük belirterek bulabilirsiniz. Arşivdeki içerikleri okumak için herhangi bir ücret talep edilmemektedir. UŞAK PETRUŞKA'NIN SERENCAMI U şak Petruşka... Pek konuşkan bir adam değildi. Sessiz sedasızdı. Kültüre, yani kitap okumaya karşı soylu bir ilgi duyardı. Bu kitapların içinde de ne olup bittiğine pek kulak asmazdı. Okuduğu şey bir sevdalının serüvenleri olmuş, bir alfabe ya da dua kitabı olmuş onun için birdi. Tümünü eşit ilgiyle okurdu. Eline bir kimya kitabı geçse onu bile geri çevirmezdi. Hoşuna giden okuduğu şey değil; okumanın, okuma işinin kendisiydi. Harflerin bir araya gelmesinden ortaya yüzde yüz bir sözcük, ama çok kez ne anlama geldiğini ancak Tanrı'nın bileceği bir sözcük çıkması onu çok sarıyordu." “Okumak” farklı kültür ağlarından insanlar için farklı amaçlarla yapılan bir eylemdir. Bazıları için hayatın can sıkıcı gerçekliğinden bir kaçış, metafizik boyuta bir giriş anahtarı; bazıları için ise alabildiğine rasyonel bir bilgi edinme vasıtasıdır. “Neden okuruz?” sorusuna verilecek cevap, soruyu cevaplayan kişiye göre değişir. Öte yandan ne kadar okuma heveslisi olduğumuz da tam bir muammadır. Kimine göre okumaktan neredeyse gözlerimiz eriyip akacak, kimine göreyse okuduğumuz son kitabın adını hatırlamak bile büyük zahmettir. Her ne kadar gelişmiş ülkelerdeki kütüphane imkânlarına sahip olmaktan çok uzak olsak da, ülkemizde yayınlanan kitap sayısı son zamanlarda gözle görülür şekilde artıyor. İster basılı, ister e-kitap olsun kitaba erişim imkânları da çoğalıyor. Yayınlanan eserlerin edebi veya akademik kalitesi bir yana, Avrupa ve ABD’deki kitap fiyatlarıyla kıyas götürmez biçimde “ucuza” okuma şansına sahibiz. Türkiye’de 2015 yılında basılan üç yüz seksen dört bin kitap, ya okurların kitaplıklarına istiflenmiş ya da depolarda satın alınmayı bekliyor. Buradan “satılıyor ki Ufuk Özer ufukozer@gmail.com basılıyor; okunuyor ki satılıyor” diyerek bir kestirme sonuca ulaşmak mümkün. Ancak toplumsal okuma alışkanlığımız ne derece artıyor kesin bir cevap vermemiz zor. Yapılan bazı araştırmalara göre okuma alışkanlığı daha okumayı bilmediğimiz yaşlardan başlayarak kazanılan bir özellik. Çocukluk çağlarımızın başında, yaşadığımız evde kaç kitap bulunduğu (ebeveynlerin kültürel sermayesinin bir göstergesi olarak) ilerleyen yaşlardaki eğitim ve kültür çıtamızın seviyesini gösteren bir ipucu. Kitaplığında bolca kitap bulunan, ebeveynlerin veya aile bireylerinin kitap okuma alışkanlığına sahip olduğu hanelerde çocuklar farkında olmaksızın bu kültürü miras alıyor. Hayatının geri kalanını bu kültür üzerine inşa ediyor. Eğitim hayatındaki başarısı buna bağlı olarak değişiyor. Kitap okuma-okumama şeklindeki ayrım en temel olarak bu sonucu doğuruyor. Kısacası okuma alışkanlığı toplumsal eşitsizlikleri yaratma/ortadan kaldırma açısından önemli bir belirleyici etken. Gelelim diğer bir yönüne; yani okuma eyleminin niteliğine. Okuma alışkanlığını edinmiş, az veya çok, ama düzenli şekilde kitap okuyan bireyler okudukları kitapları neye göre seçiyor? Öyle ya, sadece tek bir dilde dahi olsa her yıl on binlerce kitap basılıyor ve bu kitapların hepsini okumak imkânsız. Tam bu noktada kitapçıların “çok satanlar” rafları (yahut kitap satış sitelerinin listeleri) imdadımıza yetişiyor. Raflara şöyle bir göz atıp kapağı hoşumuza giden, kalınlığı bizi ürkütmeyen, yazar ismi bir yerlerden tanıdık gelen ve genellikle “roman” türünde eserlerden ediniyoruz. Eğer bu zahmete katlanacak kadar “mazoşist!” değilsek, kapının hemen karşısına yerleştirilmiş sepetten bir kişisel gelişim kitabını çantaya atıp hızlıca yolumuza, işimize gücümüze devam ediyoruz. Olması gereken bu mudur şüpheliyim. Bana göre bir okurun üzerinde durması gereken en önemli nokta; kitap seçmeyi bilmektir. Aksi halde halimiz sırtında kitap dolu bir küfeyle amaçsızca dolaşan bir âdeme benzer. Bu ihtimalden kurtulmak için; ilgimizi çeken türleri tespit etmek, beğendiğimiz yazarları ve favori çevirmenleri listelemek, çeşitli yayınevlerinin dizilerini takip etmek, kitap eleştirilerine sıkça başvurmak ve okuduğumuz kitaplar hakkında notlar yazmak kendi kişisel okuma geleneğimizi oluşturmak adına çok yararlı olacaktır. Ama bundan daha da önemlisi, okumalarımızı bir “proje” çerçevesinde gerçekleştirmektir. İlgi çeken bir kavram, bir olay, bir şahsiyet vs. ne olursa olsun, konu etrafında iyi seçilmiş akademik kitaplar, araştırmalar belki birkaç edebi eserle desteklenerek çok da uzun olmayan bir zaman aralığında okunmalıdır. Okuma sürecinin sonunda iyi bir okur, ilgili alanda bir seminer verebilecek veyahut bir eleştiri yazısı yazabilecek ölçüde bilgi ve ilhama gark olmamışsa okuma eyleminden bir yarar elde edilip edilmediği şüphelidir. “Boş zamanlarınızda ne yaparsınız?” sorusuna genellikle “kitap okurum” cevabının verildiğini duymuşuzdur. Oysa “okuma” eylemi bir tür “boş zaman etkinliği” değildir. Yüksek bir kültür içinde yetişen/yetişmiş bireyler için okumak vazgeçilemez bir asli hayat uğraşıdır. Okumak boş zamanları değerlendirmek için yapılan bir uğraş olsaydı her kitabın yalnızca ilk yirmi sayfasının basılması yeterli olurdu. Hem yayıncılar daha az maliyetle üretim yapar, kâğıt israfı engellenir; hem de tatil bavullarımızda akrabalara, eşe dosta getireceğimiz hediyelikler için daha fazla yer kalırdı. ŞUBAT2016 KATI 15 YAYINEVLERİNİN TEKNOLOJİYLE İMTİHANI İskender Gümüş igumus@gmail.com T ŞUBAT2016 KATI 16 ürkiye’de kitap okuma oranlarının düşüklüğü, kütüphaneye gitme alışkanlığımızın oldukça az olması ve okur kıtlığı ile ilgili eleştiriler her zaman dillendiriliyor. Her yıl buna ilişkin istatistiki veriler yayınlanıyor, okumayan bir toplum olduğumuzun üzeri bir kez daha çiziliyor. Okuma-yazma oranımız son yirmi yılda hızlı bir şekilde arttı aslında, son on yılda açılan üniversitelerle iki yüze yakın yükseköğretim kurumumuz oldu. Ancak yine de “okuma” eylemiyle arası nedense bir türlü barışmayan ya da barışmadığı iddia edilen bir toplum olduk. Kitap okumanın bir alışkanlıktan çok, marifet olduğunu düşünüyorum. Bu konuda oldukça talihli olduğumu da söyleyebilirim. Annem, okuma yazma bilmeyen bir kadındı, babam ise ilkokul mezunuydu ve ortaokul diplomasını kırkına merdiven dayamışken aldı. Ama babam okumayı çok sevdiğinden, bizim için iyi bir kütüphane oluşturmuştu. Ansiklopedilerin, kitapların, dergilerin içinde büyüdük. Çocukken kâğıt kokusuyla büyüyenlerin kitapla ilişkisinin uzun yıllar devam edeceğini iddia etsem herhalde abartmış olmam. Üniversite yıllarında kısmi süreli olarak çalıştığım kütüphanede kitaplarla her zaman iç içe oldum, hafta sonu geldiğinde şehir merkezindeki kitabevlerinin yeni çıkanlar bölümünü uzun uzun incelerdim. Kitaplara olan ilgim çocukluktan kalma bir alışkanlık olarak hala devam ediyor. Fırsat buldukça Cağaloğlu’na yayınevlerine gidiyorum. Yeni çıkan eserleri inceliyorum. Hemen her gün yeni bir kitaba dokunuyorum. Yeni yayınlanmış bir kitabı görünce heyecanlanıyorum. Çocukluk günlerim aklıma geliyor, kardeşlerimle ansiklopedideki resimlere baktığımız günler… Kitaplara ve özellikle yeni yayınlanan ki- taplara olan bu düşkünlük birkaç yıldır düzenli olarak internet üzerinden satış yapan bazı kitap satış sitelerinin yeni çıkanlar bölümünü kontrol etmeme de neden oldu. Sabah bilgisayarı açar açmaz; “acaba hangi kitaplar çıkmış, ilgi alanıma giren yeni bir kitap yayınlanmış mı” diye iflah olmaz bir şekilde takip ediyorum bu siteleri. Her ne kadar Cağaloğlu’na sık sık gitsem de tüm yayınevlerinin yeni çıkanlarını inceleme açısından internet bir derya… Kitap satış siteleri, kültür sanat siteleri bu konuda önemli bir imkân sunuyor bize. İlgi alanıma giren yeni bir kitap yayınlanmışsa not alıyorum hemen. İçeriğine ilişkin bir bilgi bulabilmek ümidiyle yayınevlerinin internet sitelerini inceliyorum. Birkaç yıldır özellikle akademik çalışma alanımla ilgili hastalık derecesinde yeni çıkan kitapları inceleme tutkusu yayınevleriyle ilgili önemli bir eksikliği görmeme neden oldu: Yayınevlerinin internet siteleri çok yetersiz! Sosyal medyayla ilişkileri çok zayıf! Matbu yayıncılık alanında ödül almış bir yayınevinin internet sayfası güncellenmiyor bile… Türkiye’nin matbuat hayatının son elli yılına damgasını vurmuş pek çok yayınevinin internet sitesi güncellenmiyor. Yeni çıkan eserlerine ilişkin bilgi yok. Oysa yayınevlerinin internet sayfaları yayınevinin kurumsal kimliğinin oluşumunda oldukça önemli. Ancak yayınevlerinin birçoğunun bu konuda bir gayreti maalesef görünmüyor. Çoğu yayınevinin kurumsal iletişim koordinatörlüğü bile yok. Okurla iletişim kurabilecekleri bir ortam oluşturmuyorlar. Belki de birçok yayınevi fuardan fuara okuruyla iletişime geçiyor. Görebildiğim kadarıyla Klasik, Ayrıntı, Ötüken, İletişim ve Heretik yayınlarının internet siteleri ise bir okurun aradığını bulabileceği şekilde tasarlanmış. Bu yayınevlerinin internet siteleri, kitapların içindekiler bölümüne ve sınırlı bir sayfasına kadar okuma imkânı sağlaması gibi önemli özellikleri içinde barındırıyor. Velhasıl okurlarını önemsiyorlar. Bu yayınevlerinin bir diğer özelliği ise sosyal medyayı oldukça aktif bir şekilde kullanmaları. Yeni çıkacak olan eserleri, yazarları hakkında haberleri, kitaplar üzerine yazılan değerlendirme yazılarını, kampanyaları sosyal medya hesaplarından sık sık duyuruyorlar. Bu da okurla iletişimlerini koparmamalarını sağlıyor. İletişimi koparmamak bir yana, okurla sıcak bir diyalog kurmalarını da sağlıyor sosyal medya. Bir yayınevi için internet sayfası oluşturmak ve sosyal medya hesabı kullanmak reklam ve tanıtım için oldukça önemli. İnternet dünyası yayınevleri için oldukça iyi bir reklam mecrası. Hem de maliyeti oldukça düşük. Ancak çoğu yayınevi internet dünyasının bu imkânlarını kullanmıyor. İnternet sayfaları güncellenmiyor, yeterli içerikten yoksun. Sosyal medya hesapları ise etkin bir şekilde kullanılmıyor. Hal böyle olunca, zaten okuma ile ilişkisi iyi olmayan toplumun kitaba erişe bilirliği de oldukça netameli bir sürece doğru gidiyor. Özellikle, internet üzerinden alışverişin arttığı günümüzde, satın alınacak bir kitabın en azından içindekiler bölümünü okurun görmesi önemli. Dünyada özellikle e-kitapların yaygınlaştığını bir veri olarak önümüze aldığımızda, matbu yayınların içindekiler bölümünün yayınevlerinin internet sayfalarına aktarılmamasına anlam vermekte güçlük çekiyorum. Teknolojinin baş döndürücü bir şekilde geliştiği bu çağda, yayınevlerinin teknolojiyle imtihanında başarılı olduklarını söylemek ne yazık ki çok zor… ESASLI OKUMALARA İHTİYACIMIZ VAR Aybüke Ekici aybuke.ekici@gmail.com “M üvekkilem ile davalı 10-12 yıl önce evlenmişler. Davalı müvekkilime şiddet uygulamıştır. Dövmüştür, sövmüştür, küfür etmiştir. Başından beri yani 10-12 yıldır hep şiddet vardır. Boşanma tehdidi vardır.(!) … Davalı EMLAKÇILIK işi ile iştigal etmektedir. Aylık geliri en az 10.000 TL’dir. Geliri ve maddi durumu orta iyi çok iyi tabirlerinden çok iyi grubuna girmektedir. İstanbul Avcılar’daki müşterek hane adınadır. Adına 2015 model Volkswagen GOLF DİZEL marka ve model aracı vardır.” (Bir avukatın(!) hazırlamış olduğu boşanma davası dilekçesi!) Bugüne kadar eğitim hakkında kütüphaneleri dolduracak yazı ve çalışmalardan “eğitim şart” klişesine kadar binlerce fikir tecrübe edildi, endişe, korku ve ümitler paylaşıldı. Ama Moğol istilası ile nehirlerin mürekkep akar hale geldiği kültür kıyımında bile günümüzdeki kadar insanı dehşete düşüren cehalet ve “Oku” emrinden uzaklık görülmedi. Öyle ki Moğollar bile, kütüphaneleri ve kitapları yok ederken, düşmanlarını ilimden uzaklaştırıp karanlığa gömmek amacına ilimle sahipti. Şimdi ise bilmekten ve bilimden uzak koskoca bir nesil ve hatta dünya ile karşı karşıyayız. Dört yıllık hukuk eğitiminden ayrı yıllarca -Türkiye ortalamasının üzerinde bir derece yapması gereken sınav hazırlığı da dâhil- eğitim- öğretim(!) almış avukat namzetlerimiz, yukarıdaki fecaati ortaya çıkarabiliyorlar. Dilbilgisi kurallarını, yazım hatalarını ve dahi dalgınlık diyebileceğimiz hataları dahi görmezden gelsek, derdini anlatmaktan aciz bir dilekçeyi en ufak bir rahatsızlık göstermeden mahkemeye ve karşı tarafa sunabilen yukarıdaki avukat bu fecaatin ne ilk ne de tek örneği. Hz. Âdem’in öğretilen kelimeler ile Şeytana galebe çaldığı ve melekleri secde ettirdiği ilmi idi. Hz Süleyman’ı hükümran kılan cinleri emrine amade kılacak ilmi idi. Ümmi Peygamber, Hatem-ül Enbiya’ya ilk emir Oku ile geldi ve ilim öğrenmek kadın erkek bütün Müslümanlara farz kılındı. Bununladır ki ilmin farz olduğu İslam dininin temsilcileri dünyaya Endülüs ve Osmanlı gibi iki eşsiz medeniyet miras bıraktı. Modern tıbbın, astronominin, matematik ve diğer pek çok bilim dalının gelişmesini, bugün insanlığa yön veren icatları ve eserleri Müslüman ilim adamları ortaya koydu. Ne zaman ki vahiy temelli ilmin kitabı Kur’an terkedildi, farz olan öğrenme kazaya bırakıldı önderlik ve ilerleme bu sefer Batıya ve Batılılara, vahiyden yoksun salt akla teslim oldu. O gün bugündür maddeci Batı ilmi, kaynak noktası İslam’ı reddetse de İslam medeniyetinin kazandırdıklarını referans olarak kullanmakta ve dünyaya yön vermekte iken Batının sadece materyalizmini örnek alan günümüz Müslümanları ve toplumumuz ne yazık ki ilimden ve okumaktan uzak yaşamaya devam ediyor. İlmi-teknolojik gelişmeler, yeni çıkan telefonlar ve bunların güncellemelerinden ibaret olmaya devam edilirse bu uzaklık artacak, karanlık göz gözü görmez hale gelecek. Hz. Âdem ile başlayan ve Hz. Muhammed Mustafa (SAV) ile devam eden ilim yolculuğunun nuru ile bizi aydınlatması için ilki Kuran olmak üzere esaslı okumalara ihtiyacımız var. Üniversitelerde istihdam edilen binlerce “okutmanın” ismiyle müsemma görevlerini yerine getirmeleri, 5 yaşından başlayan öğretim hayatının “Boşanma tehdidi vardır.” ucubesini yazdırmayacak hale getirmesi için “eğitime” ve illa ki kitaba öncelik ve önem verilmesi için bir an önce harekete geçmeliyiz. O zaman ezcümle bu harekete başlamak için ilk adımı hatırlayalım: “Bismillâhirrahmânirrahîm… Yaratan Rabbinin İsmi ile oku. İnsanı bir alaktan (embriyodan) yarattı. Oku ve senin Rabbin, sonsuz kerem sahibidir. Ki O, kalem ile öğretti. İnsana bilmediği şeyleri öğretti. Hayır, muhakkak ki insan gerçekten azgınlık yapar. Kendini müstağni görmesi (Allah'a ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını sanması) sebebiyle. Muhakkak ki dönüş Rabbinedir.” (96/ ALAK, 1-8) Avukatın özde hukuk insanı olduğunu da hatırlatarak naçizane çoğu hukuk ve edebiyat denilince herkesçe malum olan şu kitapları da tavsiye edelim: -Türkçe Sözlük (TDK) -Yazım Kılavuzu -Reis Bey - Necip Fazıl Kısakürek -Tutunamayanlar - Oğuz Atay -Suç ve Ceza - F.M. Dostoyevski -Bülbülü Öldürmek - Harper Lee -Dava - Franz Kafka ŞUBAT2016 KATI 17 DATUM RECORDİS İLE RECORDİA'NIN HİKAYESİ Necmi Gürsakal negursakal@gmail.com B ŞUBAT2016 KATI 18 oşlukta şekillenen renkler, şekiller, kodlar ve onları izleyen simgeler Datum’un bir bakışı ile hızla ortadan kayboldu. Datum, asistanı Recordia’nın yaklaştığını hissedip çalışmayı bıraktı ve önünde uzanan geniş, yeşil çimenliğe bakmaya başladı. Bugün yaptıklarının önüne yeni kapılar açacağına inanıyordu Datum. Recordia hiç zaman kaybetmeden konuya girdi, “Veri demokrasisinin tartışıldığı döneme geldiniz galiba”. Datum uzaklara bakarak yanıtladı onu, “Evet tam da oradaydım bugün. Veri merkezli her şeyin tartışıldığı bir dönemle uğraştım. Veri demokrasisi, datakrasi de diyorlar galiba, veri enflasyonu filan…” Dijital dönem arkeoloğu Datum Recordis, dijital dönem kapsamı içinde olan 2000’li yılların ortalarına doğru bir “proxy” (vekil) furyasının başladığını ve bunun önemli olduğunu görebiliyordu artık. Örneğin o dönemde “proxynews” (vekilhaber) türü ortaya çıkmış ve bunlar “haberimsi” diye adlandırılmış; insanlar da gerçek haberlerden daha çok bunları izler olmuştu. “O dönemde haberimsileri kim üretiyordu ki?” diye sordu Recordia. Datum, “Çok güzel soru ama sorunun asıl can alıcı noktası şu: Sadece bu konu ile ilgili değil ama her şeyle ilgili olarak bir belirlenemez kimlik sorunu var o dönemde” diye cevapladı onu. Recordia mekanda civa gibi kayarak, ekranda Datum’un aldığı bazı notları inceledi: “Her hareket eden canlı ürettiği verilerin yasal sahibidir.” “Yetki ve sorumluluklar üretilen veri- lere göre belirlenir.” “Kullanılan kişi başına veri üretimi ile stoktaki kişi başına veri üretimi arasındaki fark açılmaktadır.” dar sorun olmayacak ama onun verileri yerine proxy veriler koymuşlar.” “Neden?” “Veri bankalarına yatırılan veri miktarındaki artış hızlanmıştır.” “Herhalde adama kötülük yapmak için veya ‘Al sana savunduğun verilerin hayrını gör’ demek için…” Haberimsi… “İyi de bunun nesi ilginç?” Datakrasi… “Adamın önemli bir alerji sorunu var ve bir kaza sonucu adamın acil tedavi edilmesi gerekiyor. Değişen veriler nedeniyle bu sorun yokmuş gibi tedavi edilen adama ne olacağı ise açık. Kaçınılmaz son…” “Gerçek ve sanal ayırımı ortadan kaldırılmıştır.” “Makine ile canlı varlık arasındaki ayırımcılık lanetlenmiş ve makinelerin canlı varlıklar tarafından aşağılanmaması için en ağır cezalar getirilmiştir.” “Yazdığın kodla birini vezir de edebilirsin rezil de…” “Kodun içinde kullanılan eşik değerlerle oynanmış.” Recordia konuya gerçekten ilgi duyuyordu, Datum’a yaklaşarak onu sorgulamaya başladı: “Bu notlar hep aynı dönem için mi alındı?” “Yok, makine-canlı ayırımı konusu çok daha sonraları.” “Dönemin sence en ilginç olayı ne?” “Datakrasiyi savunan bir parti liderinin başına gelenler. Adamın kişisel sağlık verileri hack’leniyor ve onun verilerinin yerine başka bir kişinin verileri konuluyor. Aslında sadece parti liderinin verilerini silseler, belki o ka- “Haberimsi olmasın bu…” “Sanmam, çok farklı kaynaklarda geçiyor aynı konu. Galiba insanlar asıl sorunlarının veri ile de çözülemeyeceğini o noktada anlamışlar. Bir tür dönüm noktası bu.” Datum Recordis’in gözlerinin içine baktı Recordia, sonra da, “Umutsuzluk dönemeci de dediler buna sonra galiba” dedi. Datum dışarıya yeniden çimenliğe bakarken, Recordia onun son çalıştığı notları önündeki boşluğa hızla çağırıp, bir iki hareketle onları değiştirip Datum için yeniden saklamıştı bile. “Olağanüstü bir çalışma bu. Birlikte daha çok iş yapmalıyız biz” dedi ve sonra çıktı Recordia. O sırada Datum sessiz ve kımıltısız, çimenlikteki boşluğa bakıyordu. Recordia’nın çıkarken aklından geçen, “Al sana veri işte…” cümlesini de duyamazdı zaten. Aliya İzzetbegoviç diyor ki! “Yeryüzünün öğretmeni olabilmek için gökyüzünün öğrencisi olmak lazım.” VİTRİNDEKİLER İbrahim Tenekeci Sürekli Kayıp Gottfried Hagen Bir Osmanlı Coğrafyacısı İş Başında İskender Gümüş SAHAFİYE YENİ KİTAPLAR YENİ BASKILAR: Said Halim Paşa kitaplığı genişliyor Son dönem Osmanlı sadrazamlarından bilge ve mütefekkir Said Halim Paşa ile ilgili son zamanlarda birbiri ardına kitaplar yayınlanmaya başladı. Bunlardan biri, Halit Bekiroğlu’nun “Said Halim Paşa’da Siyaset Ahlakı” kitabı. Halit Bekiroğlu, İslam dünyasının içinden geçtiği sosyal ve siyasi sorunlar karşısında Said Halim Paşa’nın görüşlerinin referans alınması gerektiğini vurguluyor. Bekiroğlu’nun kitabı, Said Halim Paşa’nın ahlâk ve siyaset alanına dair düşüncelerinin bir analizi niteliğinde. Said Halim Paşa ile ilgili yayınlanan bir diğer kitap, daha önce Kadim Yayınları tarafından yayınlanan yeni baskısını ise Tezkire Yayınları’ndan yapan Kudret Bülbül’ün Siyasal Bir Düşünür ve Devlet Adamı Said Halim Paşa adlı çalışması. Bülbül, Said Halim Paşa’nın “siyasal düşünceleri”ni devrin diğer önemli fikir adamlarıyla karşılaştırarak açıklıyor. Özellikle, son dönemde dünyada yaşanan gelişmeleri anlamak ve anlamlandırmak için Said Halim Paşa’nın eserlerine yeniden göz atmak gerekiyor. ŞUBAT2016 KATI 19 Akif Emre İz’ler Jonathan Crary 7/24 Geç Kapitalizm ve Uykuların Sonu Graeme Turner İngiliz Kültürel Çalışmaları Heretik Yayıncılık’tan Pierre Bourdieu kitapları Mustafa Özel kitapları yeniden Cihad Meriç’e başucu eserlerini sorduk Cihad Meriç kimdir? Ankara’da yayın hayatına başlayan ve sosyal bilimler alanında önemli tercüme eserleri düşünce dünyamıza kazandıran Heretik Yayıncılık birbiri ardına Pierre Bourdieu kitapları yayınlıyor. Ayrım, Dünyanın Sefaleti, Akademik Aklın Eleştirisi, Bilimin Toplumsal Kullanımları, Yeniden Üretim; Bourdieu’nun Heretik Yayıncılık’tan çıkan bazı kitapları. 1- M. Fatih Köksal – Ana Kaynaklarıyla Türk Ahiliği 2- El Cezeri – El-Câmi’ Beyne’l İlm ve’l Amel En-Nâfi’ Fi Eş-Şinaâti’l Hiyel 3- Fethi Gemuhluoğlu: Dostluk Üzerine 4- Necip Fazıl Kısakürek – O ve Ben 5- Cemil Meriç – Bu Ülke 1990’lı yıllarda birbiri ardına eserler veren Mustafa Özel, yaklaşık 15 yıldır eser vermiyordu. 1990’lı yıllarda verdiği eserlerin de baskısını bulmak oldukça zordu. Nihayet, Mustafa Özel’in yeniden kitap yayınlamaya başlayacağı haberi gündeme düştü. Eski eserleri de yeniden basılmaya başladı bile. “Yöneticilik Dersleri”, Küre Yayınları’ndan çıktı! 1974 yılında Çanakkale’de doğdu. Selçuk Üniversitesi Teknik Eğitim Fakültesi’nden mezun oldu. Halen İstanbul’da öğretmen olarak görev yapıyor. Muhabbet işçisi. Külliye eğitim modeli ve Ahilik üzerine araştırmalar yapıyor. Mesleki eğitim ve rehberlik alanlarında çalışmalarını sürdürüyor. 02 ŞUBAT/ 2016 BAZI YAZIM HATALARININ BİLİMSEL NEDENLERİ Tacettin Turgay tacettinturgay@gmail.com Y azım kuralları bir dilin söz varlığını o dilin sesbilim (phonology) biçimbilim (morphology), ve anlambilim (semantics) kurallarına uygun olarak yazmamızı sağlayan kurallar bütünüdür. Bu anlamda yazım kuralları, yazarken bir dilin ruhuna uygun olarak davranmak suretiyle yanlış anlatım ve muğlaklığın önüne geçilmesi amacını taşır. Bu yazıda, ısrarla tekrar eden bazı yazım hatalarının olası bilimsel nedenleri üzerinde duracağız. Türkçe yazım kuralları öğretilirken defaatle anlatılan ancak bir türlü benimsetilemeyen iki yazım kuralını ele alalım: soru eki olan -mi ile bağlaç olarak kullanılan -de sözlerinin ayrı yazılması gerektiği. Sormamız gereken soru şudur: Neden bazı yazım hatalarını insanlar asla yapmazken bazılarını da sürekli yapmaktadır? Örneğin neden kimse geçmiş zamanda kurulmuş bir cümleyi “Gökmen gel di” şeklinde yazma hatasına düşmediği halde bunun sorusunu sorarken “Gökmen geldimi” şeklinde yazma eğilimindedir. Öyle ki, geçmiş zaman ekini ayrı yazmaya karar verip öğrencilere böyle yazmaları gerektiğini öğretsek, bu konuda başarılı olamayacağımız açıktır. Söz konusu dil kuralları olunca akla gelen ilk soru kuralın ne olduğu ve kim tarafından hangi yöntemle tespit edildiğidir. -mi ile -de’nin ayrı yazılması gerektiğin- den bahsedilirken sıkça belirtilen bazı gerekçeler, bu ifadelerin ayrı yazılmasının gelenekselleşmiş olduğu ve bu ifadelerin vurgu almadığıdır. Gelenekten kasıt sanırım bunların Osmanlıcada da ayrı yazıldığıdır. Vurgudan kasıt ise konuşmada bu ifadelerin tonlu söylenememesidir (örn. Ben de geleceğim doğru, Ben de geleceğim yanlış). Öncelikle belirtmek isterim ki bir yazım biçiminin gelenekselleşmiş olması söz konusu yöntemin dilin ruhuna uygun olduğunu göstermez. Vurgu ise pek de temellendirilmiş bir argüman değildir. Vurgu almadığı halde bitişik yazılan pek çok ifade vardır (gelince’deki ce, gelirken’deki ken vs.). Elbette bu kuralı koyanların dillendirebileceği başka argümanlar da vardır; ancak başlangıçtaki sorumuz geçerliliğini korumaktadır: Neden Türkçe’nin anadil konuşurları bu yazım hatalarında ısrar etmektedir? Ya konuşurlar yazım esnasında dilin ruhuna uygun davranmamaktadır ya da konulan kural dilin içsel yapısına uygun değildir. Bu sorunun olası yanıtlarına geçmeden önce hemen belirteyim. Modern dilbilim çalışmaları, insan türünün dil yetisiyle birlikte doğduğunu, yani dili yöneten kuralları doğuştan bildiğini varsaymaktadır. Gelişmeyle birlikte diğer biyolojik süreçler gibi dil yetisi de tetiklenir ve bilinçaltı bir süreç olarak çocuk etrafta konuşulan dili edinir. Dilbilim çalışmalarının amacı bu yetiyi etraflıca tanımlamak ve deşifre etmektir. Bu açıdan bakıldığında anadil konuşurlarının dilin ruhuna aykırı davrandıkları savı dayanaksız kalmaktadır, çünkü bu bir insanın nasıl ağlayacağını, nasıl ergenliğe gireceğini bilmediğini iddia etmek gibi olur. Öyleyse üzerinde durmamız gereken konu ikinci olasılıktır. Peki, bunun -mi ve -de’nin doğru yazımıyla ilgisi nedir? Bizi yanıta götürecek asıl soru şudur: Acaba insanda bulunan dil yetisi -mi ve -de gibi “şey”leri nasıl görmektedir. Konu bir dilbilgisel öğenin ayrı ya da bitişik yazılması olunca iki konu önem kazanmaktadır: (i) bunun bir ek olup olmadığı (biçimbilim), ve (ii) baskın bir anlama sahip olup olmadığı (anlambilim). Türkçe ve diğer dünya dillerinde bazı biçimbirimsel ifadeler “bağımlı” olarak değerlendirilir ve başka bir sözcüğe önek ya da sonek olarak eklemlenir. Bu tür ifadeler genellikle baskın bir anlama sahip olmaz, sadece bazı işlevler yerine getirir. Sözgelimi araba biçimbilimsel olarak bağımsızdır, anlambilimsel olarak da baskın bir anlamı vardır. Bu nedenle konuşurlar araba sözcüğünü hiçbir zaman ek gibi değerlendirip önceki sözcüğe bitiştirmez. Ayrıca bu tür ifadeler asla ünlü uyumu gibi sesbilimsel süreçlere tabi olmazlar. Öte yandan -miş biçimbilimsel olarak bağımlıdır, anlambilimsel olarak da ikincil düzeydedir (mesela sözlükte -miş’in anlamını tanımlamakta zorlanırsınız, çünkü bir anlamı yoktur, sadece eklendiği sözcüğün anlamını etkiler). Bu tür ifadeler ek olma eğilimindedir ve bir dizi sesbilimsel süreçlere tabidir. Türkçe gibi ünlü uyumu kuralına sahip olan dillerde bu tip sözcükler genellikle ünlü uyumuna uyarlar. Tüm bunları dikkate aldığımızda, -mi ile -de sözcüklerinin insan dil yetisince ikincil düzey anlambirimler olarak değerlendirildiğini görmekteyiz. Beklendiği gibi bu ifadelerin belirgin bir anlamı yoktur, ünlü uyumuna uyarlar ve vurgu taşımazlar. Dolayısıyla anadil konuşurları ses- ve biçim-bilimsel olarak bunları ek gibi gördüğünden yazım esnasında bağımlı addedip önceki sözcüğe bitiştirir. Bu bilimsel gerçeğin yansımalarını başka yerlerde de görmek mümkündür. Mesela zaman ifadelerine kısaca bakalım. Bu hafta, bu ay, bu yıl gibi ifadeleri ayrı yazma eğilimindeyiz; ancak bugün ifadesi çoğunlukla bitişik yazılır. Bununla ilgili değişik gerekçeler öne sürülse de gerçek ortadadır: insanlar içinde bulunduğumuz günü bugün, ayı ise bu ay, yılı da bu yıl şeklinde yazma eğiliminde. Bunun nedeni de insanların bugün ifadesini tek bir kavram olarak görmesidir. Örneğin İngilizce ve Almanca gibi Türkçeyle ilgisiz dillerde de bu ay/yıl ifadeleri bu ve ay/yıl kelimelerinin birleşmesinden oluşmaktayken bugün ifadesi ayrı bir sözcükle karşılanmaktadır (İng. today, Alm. Heute). Özetle, Türkçe yazım kuralları öğretilirken sıkça karşılaşılan bazı hataların olası nedenlerinden biri de bu kurallar konulurken bilimsel çalışmalardan yeterince yararlanılmaması olabilir. -Mi ve -de örneklerinde yazım kuralları konurken insan dilinde tam olarak neyin “ek” gibi değerlendirildiğinin dikkate alınmadığını, bugün gibi bileşik sözcüklerin yazımı konusunda da anlambilim ve kavramsallaştırma çalışmalarından yeterince yararlanılmadığını görmekteyiz. Sonuçta ortaya kafa karışıklığı ve yazım hataları çıkmakta; hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin işi gereksiz yere zorlaşmaktadır. Öğretilmeye çalışılan kural dilin ruhuna aykırı olunca genel kaideler bilimsel olarak temellendirilememekte, ancak hangi sözcüğün nasıl yazılacağına dair listeler verilmektedir. Bunun kural koyanlar açısından da bir sorun olduğu gerçeği, sık sık değişen İmla Kılavuzu örneklerinde de kendisini göstermektedir.