Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı tarihinde Son
Transkript
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı tarihinde Son
Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı İKİNCİ YENİ (1954 - ………….) cümlelerin düzenlenir, birbiriyle ilgisiz ya da az ilgili sözcükler yan yana getirilir. “İkinci Yeni”, Muzaffer [İlhan] Erdost’un 19 Ağustos 1956 tarihinde Son Havadis’te yayımlanan bir yazısının başlığıdır. 1953’ten beri yayımlanan şiirlerde bir “başkalık” olduğunu fark eden Erdost’un bu yazısı ve Pazar Postası’nda yayımlanan daha sonraki yazıları, o günlerde yazılan ve daha öncekilere göre yeni olan bir şiiri anlamaya yönelik önemli bir çabadır. Tartışmalarda şairlerin ayrı ayrı şiirlerinden hareket edilmediği ve hepsine birden “İkinci Yeni” dendiği için, bu ad, kısa sürede yerleşmiştir. Bekle ki soğanlar salatalar yağsın Nisan yağmuru yeşersin Çıktım bir bir camları, caddeleri indirdim, ses yok İlhan Berk Ben derim: sana olmak, seni yürümek Besbelli seni büyümek kendimde GENEL TARİHÇE Çocuklar ekmek yiyorlar gibidir sesin TOPLUMSAL ORTAM ve SİYASAL ORTAM Edib Cansever Bu dönemin temel özellikleri “baskı ve bunalım” sözcükleriyle özetlenebilir. Atilla İlhan’ın ifadesiyle Birinci Yeni İnönü diktasının, İkinci yeni ise Demokrat Parti diktasının bir sonucudur. Özellikle Demokrat Parti’nin ikinci döneminde basın ve aydınlar üzerindeki baskıların artması parlamenter sisteme geçişle birlikte geleceğine inanılan demokratik hayatla ilgili hayal kırıklığı yaratır. Bundan ötürü egemen çevreyle uyuşamayan, ama harekete geçemediği için onu değiştirme umudunu da taşıyamayan yahut taşıyıp da zamanla korkudan yitiren, yılıp sinen kimi şair ve yazarların, en çok da ara tabakalardan gelme küçük burjuva aydınların toplumla bağları gittikçe gevşer Ben var ölmek, istemek Vişne rengi bir balta Tırnaklarını kesmek Sonra atlamak ata (Ülkü Tamer) Çoğaltan ellerini seviyorum kaç kişi Cemal Süreyya *Karıştırım: Anlatımda karıştırımlara başvurmak. Bunun için duyular ya da algılar karıştırılır: Bir duyunun, algının yerine öbürü konulur. BİRİNCİ YENİDEN FARKLILIKLARI *İmgeye kapıları yeniden ve sonuna kadar açmak En akıllı tarafımdır balıkla deniz tutmak *Edebi sanatları özgürlük tanımak Saçlarla gözleri kesiyoruz makaslar konusunda *Basitlik, aleladelik ve sadelikten ayrılmak Pencereli yıldız, misafirli oda *Konuşma diline, ortak dile sırt çevirmek bol bol öttürüyorsunuz onları *Halkın yaşamından ve kültüründen uzaklaşmak, folkloru şiire düşman bellemek Sonra o gider sesini yıkardı Ben alkol yiyorum çatır çatır *Nükte, şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak Makarna içiyorum beyaz sülük gibi *Şiiri akıldan ve anlamdan kaydırmak *Özgür Çağrışım: Özgür çağrışım yöntemini kullanır. Bunun için uzak ya da kopuk çağrışımlarla çalışılır. Hatta bazen anlamı bozmak ya da kaldırmak için karşıt çağrışımlara başvurulur. *Duyguya ve çağrışıma yaslanmak *Konuyu, hikayeyi, olayı atmak *“Yoksul çoğunluğa” değil, “aydın azınlığa” seslenmek Ay doğar kuyulara yalın ayak İKİNCİ YENİNİN ÖZELLİKLERİ Telgraf tellerinde gemi leşleri *Gelenekten Kopma: İkinci yeni içerik ve biçimce Türk şiir geleneğinden bağları koparmaya çalışır. Bol kollu iki çocuksuz Oynak gözlerinde uzak nal sesleri *Biçimciliğe Kayma: Biçimi içerikten üstün ya da ayrı görür, ona öncelik tanır. Şiirde manayı önemsemezler. Yalnızlığın geyik gözlü köşesinde *Değiştirim: Dili değiştirmeye ve ve dilde deformasyona çalışır. Konuşma diline, yaygın/ortak dile sırt çevrilir, soyut bir dile ulaşmaya çalışılır, Türkçe’nin yapısı zorlanır, gramer kuralları az-çok çiğnenir. Söz dizimi bozulur, seslerle hecelerin, sıfatlarla fiillerin yerleri değiştirilir ya da saptırılır, öznesi olmayan ya da anlamı tamamlanmayan Bir rafa koyabilsen Olup biteni ve onları *Soyutlama: Bunun için parça bütünden, tekil çoğuldan koparılır. Gerçekte birbirine bağlı nitelikler yahut nesneler 1 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı tasarım yoluyla birbirinden ayrılır. İnsanlar hem birbirlerinden, hem de kendilerini belirleyen çağ, çevre, yer ve toplumdan soyutlanarak sunulur. *Okurdan Uzaklaşma: Mutlu, aydın azınlığa seslenirler *Halktan uzaklaşma: Garibin aksine halka sırtını çevirir. Halka seslenmeyi, konuşma diline yaslanmayı reddederler. Bir kız vardı yok gibi öyle güzel *Çevreden Ayrılma ve kaçış: Ortak dilden kaçılır. Halktan, tarihten uzaklaşılır. Ne yerde ne gökte belki tuzda Şey ile şeysiz geçiyorum o kapanık güneşlerde EDİB CANSEVER E sesinde yüzlerce tren yürürdü Galile’de İkinci Yeni şiirinin öncüleri arasında kabul edilen Edip Cansever (8 Ağustos 1928 - 28 Mayıs 1986), bu hareketin eleştirmenlerce belirlenen “ilke”lerini benimsememiş, şiirimizin 1950'li yıllardaki atılımını ise, “bir karşı çıkışın değil, bir yetersizliğin sonucu” olarak görmüştür. Cansever, İkinci Yeni’nin temel yönelimleri arasında sayılan “anlamsızlığı”, “rastlantısallığı” ya da “us dışına çıkmayı” değil, “düşüncenin şiiri”ni savunmuştur. Bu “akım”a atfedilen “bireycilik”, “topluma sırtını dönme” ve “geleneğe karşı çıkma” gibi özelliklerin karşısında ise, şiiri “toplumla ilgiler kurmak” olarak tanımlamış ve “şiirde sürekliliğe” vurgu yapmıştır. Tümü bir uzak denizde A’lar, V’ler, U’larla *Anlamsızlık: Anlamdan uzaklaşır. Bunun için anlam bazen ya geriye itilir ya da atılır. Bir şeyi doğrulamak, anlatmak, tasvir etmek gibi işlemlerden, konu, olay ve hikâyeden sıyrılmaya uğraşılır. İkinci yeni anlamsız şiir diye adlandırılır. Bütün şairler buna uygun eserler vermese de anlamsızlığa yakınlık duyar, bazısı da sınırlı bir anlamsızlıkla ya da rastlantısal bir anlamsızlıkla yetinir. İkinci yeni anlamdan çok görüntüye bağlıdır. İlhan Berk’e göre anlam kadar şiiri düşman bir şey yoktur. Cansever, sözdiziminde ve özellikle sıfat ve isim tamlamalarında yaptığı değişiklerle, şiirde düzyazının olanaklarından yararlanarak “dize”ye farklı işlevler yüklemesiyle, diyalog ve iç monolog gibi teknikleri kullanarak kendine özgü bir ses, imge ve anlam düzenine ulaşmasıyla yeni bir şiir kurmuştur. Bu yenilikte insanı “toplum içinde bir birim” olarak almasının, kentleşmenin ve makineleşmenin getirdiği bunalımı yaşayan, bu nedenle de çoğunlukla yalnız, sıkıntılı, yabancılaşmış ve çaresiz olan bireyi öne çıkarmasının payı büyüktür. Bir şiirinde “yapılan bir şeydir şiir” diyen Edip Cansever’in “toplumla ilgiler kurma” ve “çağının şairi” olma çabasına kullandığı teknikler de katkıda bulunmuştur. Şey dedi şeyin eline alıp baktığı bu Uzun sular olur duymak gibi bir şeydiniz Yaprağını göstermeden uçan balık Ne bilsin aynadaki çıngırağı Saçlarından bir tavşan geçiyor *İmgeleme: İmgeyi içeriğin üstüne çıkarırlar. Bir şey anlatmayan görüntü içerikten daha önemlidir. Ne camların yosunu Ne rüzgârı şiltelerin Edip Cansever, ilk şiirlerini henüz 19 yaşındayken yayımladığı İkindi Üstü (1947) adlı kitabında bir araya getirmiştir. Şair, çoğunlukla Garip hareketinin etkisiyle yazılmış şiirlerin bulunduğu bu kitabın yeni basımını yapmamış Birçok yazar, Cansever’in, üçüncü kitabı Yerçekimli Karanfil’den (1957) itibaren “İkinci Yeni” çizgisine katıldığını, yedinci kitabı Tragedyalar (1964) ile birlikte ise, bu “akım”dan ayrıldığını ifade etmiştir. Bir çelik mavisi damar tam da çenemin üstünde *Us / Akıl Dışına çıkma: Akıl dışına yönelirler. Bunun için de seyrek de olsa aklın kuralları, mantığın ilkeleri aşılır yahut çiğnenir, gerçeğin niteliği bozulur yahut düzeni yıkılır. Birinci Dünya Savaşı birtakım kentlerle birlikte Batı toplumlarının bağlandığı değerleri de yıkmıştı. İnsanlar (özellikle sanatçılar, şairlerle ressamlar) ahlakın, usun, mantığın da bu yıkımdan kurtulamadığını, hiçbir şeyin sağlam ve sürekli olmadığını görmüşlerdi. İçine yuvarlandıkları güvensizlik, yabancılaşma ve umutsuzluk ortamı onları nihilizme, tüm yargıları, kuralları, kurumları, gelenekleri, inançları reddetmeye götürdü. Bunun sanatta yansıması önce dadacılık ardından gerçeküstücülük şeklinde belirdi. Her şeye başkaldırıyor, sınırsız bir özgürlük istiyorlardı. MASA DA MASAYMIS HA Adam yasama sevinci içinde Masaya anahtarlarını koydu Bakir kaseye çiçekleri koydu Sütünü yumurtasını koydu Pencereden gelen ışığı koydu Bisiklet sesini çıkrık sesini Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu Adam masaya Aklında olup bitenleri koydu Ne yapmak istiyordu hayatta İste onu koydu Kimi seviyordu kimi sevmiyordu Adam masaya onları da koydu Üç kere üç dokuz ederdi Gökyüzüne indim Denizin pencereleri sürgülüydü. Güneşimi arılar yedi gecesiz kaldım *Güç Anlaşılma: Kapalı anlatımı tercih ederler. 2 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Adam koydu masaya dokuzu Pencere yanındaydı gökyüzü yanında Uzandı masaya sonsuzu koydu Bir bira içmek istiyordu kaç gündür Masaya biranın dökülüşünü koydu Uykusunu koydu uyanıklığını koydu Tokluğunu açlığını koydu. Masa da masaymış ha Bana misin demedi bu kadar yüke Bir iki sallandı durdu Adam ha babam koyuyordu. (Edip Cansever) yerküredeki anakaraları, denizleri, insanları, bitkileri, hayvanları görmemek; nehirlere nehir, gökyüzüne gökyüzü, ormanlara orman, kuslara kus, bir sokaga sokak, bir eve ev, bir agaca agaç, çocuklara çocuk, sevilere sevi olarak bakmamak; salt yazmak için bakmak! (...)” İlhan Berk’in poetikasını kesin çizgilerle saptamak güç, hattâ yanlış bir çabadır. Berk, poetikasını sürekli değişim üzerine kurar. Her şiir ve kitap onun için yeni bir başlangıç anlamına gelir ve buna bağlı olarak kullandığı dil, biçim gibi teknik malzemeyi sürekli değiştirir. Bunu yaparken birçok şiirde onun usa karşı çıkan bir tutum sergilediğin söylemek yanlış olmaz. Belirsizlikler Bu nedenle İlhan Berk, şiiri laboratuar malzemesi gibi inceleyen bir “deneyci” olarak nitelendirilebilir. Atlar atlar atlar Geçtiler penceremin önünden Buğulu cam, buğulu cam, buğulu cam Geçtin penceremin önünden. Berk, alıntıdan da anlaşılacağı üzere şiirini yatay bir çizgide sürdürür. Türk şiirindeki bazı şairler gibi belli konularda derinleşme, dikey bir çizgide gelişme göstermez. Attan, buğulu camdan, düşten.. Şiirinde açık bir anlam yoktur hatta anlamsızlık hakimdir. Ben Bu Kadar Değilim ANLATILIR GİBİ DEĞİL YASI ÇİÇEKLERİN Ben bu kadar değilim Kışlada ölü bir zaman Bir güzel at durdukça gider Gittikçe döner bir bir güzel at durdukça Askerim, benim ağzım kuşlardan. Karanfil Adın her sabah uyandığımız gökyüzünün yerini aldı. Hangi su olursa olsun Yeşil sen bakınca. Güneşi sormuyorum lekelenmiş dallardan Dalları sormuyorum dallardan daha iyi Yüzümü istiyorum bir süvari alayından Ne yapsam istiyorum, ama istiyorum Bir kişi bile değilim yalnızlıktan. Her gün sen baktıktan sonra Bu kadar güzel Bu gökyüzü. Fesleğen Bir kişi bile değilim yalnızlıktan Gözlerim ormanlara asılı Ağaçlar, kırlar ve şehirler geçiyor kaputumdan O kadar geçiyorlar ki, sadece duruyorum Bir an bir yerde ölümü tanımazlığımdan. Sen varken karanlık bilmez Hiçbir su. Hiçbir su Ben bu kadar değilim Kışlada ölü bir zaman. Kaybolmaz. Sarı Çiğdem Yeşil ipek gömleğinin yakası İlk biz geldik dünyaya Büyük zamana düşer. Gelir gelmez Her şeyin fazlası zararlıdır ya, Sevmeyi çalışmayı öğrendik Fazla şiirden öldü Edip Cansever. Bir gün yası öğreneceğimizi Cemal Süreya (“Edip Cansever” 235) Hiç bilmiyorduk. İLHAN BERK Defne “Dünyaya yazmak, dünyaya bir onun için bakmak. Yani dünyada olmayı, bu dünyada yasamayı bir kenara atıp salt onu yazmak için yasamak! Yazmakla yasamayı birlestirmek, birbirine karıstırmak ... (…) Cehennem bu. Kisi yeryüzünde böylesine somut, acımasız bir durumu yüklenmeye görsün, mutsuzlugun dikâlâsını tasıyor demektir. Bu yerküreyi, bu Kimse ölümü övemez Seni gördükten sonra Kulluğu 3 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Savaşı müfettişlik, darphane müdürlüğü, Kültür Bakanlığı'nda kültür yayınları danışma kurulu üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği ve 25 yılı aşkın Türk Dil Kurumu üyeliği görevlerinde bulunmuştur. Yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik yapmıştır. Güzel gösteremez. Lale Yalan Ayvaz'ın laleyi sevmediği Doğru değil sonra Ağustos 1960'tan itibaren yalnızca dört sayı çıkarabildiği Papirüs dergisini Haziran 1966- Mayıs 1970 arası 47, 1980-1981 arası iki sayı daha çıkardı. Pazar Postası, Yeditepe, Oluşum, Türkiye Yazıları, Politika, Yeni Ulus, Aydınlık, Saçak, Yazko Somut, 2000'e doğru gibi yayın organlarında şiir ve yazılarını yayımladı. İlk defa çiğdemin gördüğü dünyayı İlk Ayvaz geldi Bu manzara Ona bakarak geldi İkinci yeni hareketinin önde gelen şair ve kuramcılarından sayılan Cemal Süreya'nın ilk şiiri "Şarkısı Beyaz" Mülkiye dergisinin 8 Ocak 1953 tarihli sayısında yayımlanmıştır. Geleneğe karşı olmasına rağmen geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisiydi. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile, duyarlı, çarpıcı, yoğun, diri imgeleriyle ikinci yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir. Ölümünden sonra adına bir şiir ödülü kondu. 1997'de de Cemal Süreya arşivi yayımlandı. Hep ona bakarak geldik. "NE BÖYLE SEVDALAR GÖRDÜM NE BÖYLE AYRILIKLAR" Ne zaman seni düşünsem Bir ceylan su içmeye iner “Benim Ürünüm Yoktu Ki. Tam Üç Yıl Gece Gündüz Çalıştığım Halde, Yayımlayabileceğim Bir Dörtlük Bile Kotaramamıştım. Dizelerin Ardına Takılır, Onları Bir Türlü Geliştiremezdim (…) Geliştirdiklerimi De Beğenmez, Yok Ederdim Hemen. Kimseyi Beğenmiyordum; Ama Onlarınki Gibisini De Yazamıyordum. Kısacası Korkuyordum. Umudumu Bitirebileceğim Tek Ve İlk Şiire Bağlamıştım. Bir Tane “Kotarsam Ardı Gelir Diyordum.” Çayırları büyürken görürüm. Her akşam seninle Yeşil bir zeytin tanesi Bir parça mavi deniz Alır beni. Seni düşündükçe ŞARKISI BEYAZ Gül dikiyorum elimin değdiği yere Ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar geçti Atlara su veriyorum Şehirler taş yürekliydi şarkısı-beyaz Daha bir seviyorum dağları. İnsanların büyük rüyaları vardı YAZIT,I İnsanlar bir ölümle öldüler ki İşte A, D, Z, saçın gecesi, Sevgiler arasında şaşırıp Geç evim, ey benim eski zaman ırmağım. Bir unuttular ki deme gitsin Bir yerdeyim, oranı iniyorum. Ben olanca kuvvetimle halatlara asılıyorum nafile İşte açık aynasındasın bunluğumun. Ben ayrı düşmüştüm bir kere Ben size ne dedim rüzgârın atları Ayrı düşmüştüm insanlardan Ki oraya çıkıyorum. Bu yıldız tutmaz mavilikte Gelin durun benim eksenime Ne deniz ne köpük kar der bana Vardır ölümün büyük evleri çıkarsınız. Arada bir ağlamak için CEMAL SÜREYA Onu kocaman ellerimle sevdim Cemal Süreya 1931'de Erzincan'da doğdu. 1938'de Dersim İsyanı sonrasında ailesi Bilecik'e sürgün edildi. 9 ocak 1990 tarihinde İstanbul'da ölmüştür. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi maliye ve iktisat bölümü'nü bitirmiştir. Maliye Bakanlığı'nda müfettiş yardımcılığı ve Ölüm daha saçlarına gelmemişti şarkısı-beyaz Saçlarını kestim ,şarapla ıslattım Saçlarını koynumda saklıyorum 4 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Arada bir ağlamak için Süreya’ya göre Orhan Veli kuşağı şiire kasket giydirdiler. Portakal yemesini öğrettiler. Şiiri insan içine çıkardılar. Ama işte bu kadar. Onların şiir metodu düzyazı ve hikaye metoduydu.” Ve suların altında mavileyin Küstah bir çalparaydı ayağını uzatmış O, ikinci yeni içindeki marjinal hareketleri kabullenmez. Ona göre “kelimeler canlıdır, soluk alır, kağıt oynar, şarap içer, hürlük olsun isterler. Onlarla çok oynayabiliriz, ezip bükebiliriz ama kendi doğalarına aykırı düşecek gibi daha fazla kullanırsak, sıkboğaz edersek öldürebiliriz de.” Yine başka bir yerde “şiir, salt biçimdir demiyoruz, belki en çok biçimdir diyoruz” diyerek anlamsız şiire karşı çıkar. Mesut hatırasına balıkların Ve kocaman küfürleriyle sarhoş Yatardı yavaşlamış tüyleriyle Gemicilerin öldürdüğü kuş Siraküzaya uğrayamadık İlk şiir kitabı Üvercinka 1958’de yayımlanır. Üvercinka ismi güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir isim. Büyük bir ilgiyle karşılanır Üvercinka. Bazılarına göre bu kitap onu genç kuşağın en güçlü şaiiri yapar. Torbadaki çakıllara baktım şarkısı -beyaz Sonra dalgalar geldi dile Sonra bir mavilik aldı her yerimizi; “Cemal Süreya’nın şiiri insan şiiridir. Sanatına rönesans ressamları gibi insanla başlamıştır. (Sezai Karakoç) Nasıl hatırlıyorsan dünyayı Şiiri bütün fazlalıklarından kurtarmak istiyor, usun özgürlüğünden ne güzellikler doğacağını gösteriyor. (Melih Cevdet Anday) Öyle Desenler çizer. Sezai Karakoç’un Mona Roza şiirlerini o desenler. Asıl “Gül” şiiriyle ses getirir. Hikaye ve eleştiri yazar. İkinci yeni onunla bir bayrak dikmiş oldu. (Gülten Akın) GÜL Bir kuşak şairini arıyordu galiba buldu. (Orhan Duru) Gülün tam ortasında ağlıyorum Her akşam sokak ortasında öldükçe Önümü arkamı bilmiyorum Azaldığını duyup duyup karanlıkta Beni ayakta tutan gözlerinin ÜVERCİNKA Senin bir havan var beni asıl saran o Onunla daha bir değere biniyor soluk almak Sabahları acıktığı için haklı Gününü kazanıp kurtardı diye güzel Bir çok çiçek adları gibi güzel En tanınmış kırmızılarla açan Bütün kara parçalarında Afrika dahil Ellerini alıyorum sabaha kadar seviyorum Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz Ellerinin bu kadar beyaz olmasından korkuyorum İstasyonda tiren oluyor biraz Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım Birlikte mısralar düşürüyoruz ama iyi ama kötü Boynun diyorum boynunu benim kadar kimse değerlendiremez Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar Bütün kara parçalarında Afrika dahil Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum Her nasılsa sokağa düşmüş Kolumu kanadımı kırıyorum Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene Bunalımlı bir dönemdir. Garip şiiri bir yere gelip tıkanmış, çıkmaza girmiştir. Bir kopma, bir dönüşüm gerektiği düşüncesi oldukça yaygındır. Gül şiiri tam bu ortamda 1954’te Yeditepe dergisinin yedinci sayfasında yayımlanır. Hilmi Yavuz’un deyişiyle Cemal Süreya, “bir oksijen gibi Türk şiirinin imdadına yetişir.” Burda senin cesaretinden laf açmanın tam da sırası Kalabalık caddelerde hürlüğün şarkısına katılırkenki Padişah gibi cesaretti o alımlı değme kadında yok Aklıma kadeh tutuşların geliyor Çiçek Pasajı'nda akşam üstleri Asıl yoksulluk ondan sonra başlıyor Bütün kara parçalarında Afrika hariç değil “Gül şiirine gelinceye değin, her akşam sokak ortasında öldükçe gülün tam ortasında ağlayan birini daha görmemiştik hiçbirimiz. Trenlerin istasyonlarda biraz olduklarını da! Müthiş bir dil yeniliğiyle ve müthiş bir duyarlılıkla, bir şair, hem de 24 yaşında bunları nasıl yazabilirdir?” AFRİKA Afrika dediğin bir garip kıta 5 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı El bilir alem bilir Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in Hala eskisi gibi çizilir Haritalarda Tahta heykeller arasında denizin yavrusu kocaman. Kan görüyorum taş görüyorum bütün heykeller arasında karabasan ılık acemi - uykusuzluğun sütlü inciri kovanlara sızmıyor. ÜSTÜ KALSIN Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Annem çok küçükken öldü beni öp, sonra doğur beni. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir... DİLEKÇE Üstü kalsın... DÜELLO Sokağımsan Ben anahtarı çevirdiğim zaman Kapanan evin kapısı değil, Senin kapın olsun açılan. Bir düelloda Daha büyük bir şey vardır Ve daha acıdır bu Ölümden de ölüm korkusundan da Adresimsen, Mektuplarım doğru dürüst gelsin; İki kişi telefonla konuşurken Olmayalım hemen üç kişi. Bakarsın dün en güvendiğin kişi Karşı tarafın şahidi olmuş İşte acıdır bu da Ölümden de korkusundan da Kentimsen, Başka kentler de girsin araya; Daha bir sevinçle katılayım, Daha da acısı vardır ama O da sevdiğin kadının Karşı tarafı ziyaret etmesidir Bu bir nezaket ziyareti de olsa Düello gerçekleşmemiş de olsa Acıdır bu Ondan da ondan da Şenliğimsen. Herşeyi yaz tarihimsen, Ama her bir şeyi; Dilimsen, Sen de koru biraz dilliğini. Daha da acısı Kılıcın elinde Alnında bir tutam güneş Kalakalıyorsun ortada Düşüncemsen, Kızkardeşim pencereyi açsın; Sorguçlu bir ışık aracılığıyla Günyenisi dolsun içeri. BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ Şimdi utançtır tanelenen sarışın çocukların başaklarında. Uzat saçlarını Frigya, Yarimsen, Yurdumsan; Söz ver Anadolu. TEKNOKRATLAR36 Ovadan gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan çeviriyor o küçücük güneşimizi. Bütün mimarlar yüksek, mühendisler de Bir sen kaldın alçak mimar ey Sinan Usta! Taşarak evlerden taraçalardan gelip sesime yerleşiyor. Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere, Sesimin esnek baldıranı sesimin alaca baldıranı. Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları, Ve kuşlara doğru fildişi: rüzgarın tavrı. Dağ: güneş iskeleti. Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler 6 kadar, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek 70.000 aşk ve 90.000.000 dize: Ünlü şair İlhan Berk burda yatıyor! N’olur yolcu, sevaptır, sakın üşenme Yukardaki sayıya bir sıfırda sen ekle. BİR GÜN Bir gün seni bırakırım ya tütünü bırakmak gibi bir şey olur bu Evet, gün geliyor, bıkıyorum senden, ama İstanbul'dan bıkmak gibi bir şey olur bu. Şiir Üvercinka(1958;Yeditepe Şiir Armağanı) Sezai Karakoç, 1933 yılında Diyarbakır'ın Ergani ilçesinde dünyaya gelir. Babası Yasin Efendi'nin koyduğu isim Muhammed Sezai'dir. Nüfus kayıtlarında Ahmet Sezai olarak geçer. Dedeleri, Ergani ve yöresinde oldukça etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi, Plevne savaşına katılmış; Gazi Osman Paşa'nın takdirini kazanmıştır. Aile Leventoğulları olarak anılır. Göçebe(1965;1966 TDK Şiir Ödülü) Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) Sevda Sözleri (Uçurumda Açan ile birlikte toplu şiirleri:1984) Sıcak Nal ve Güz Bitiği(1988; Behçet Necatigil Şiir Ödülü) Sevda Sözleri (Bütün şiirleri:1990, ö.s; YKY 1995). Şairin çocukluğu Ergani, Maden ve Dicle ilçelerinde geçer. Altı yaşında ilkokula başlar ve 1944'te Ergani'de ilkokulu tamamlar. Maraş ortaokuluna parasız yatılı öğrenci olarak kayıt yaptırır.1947 de burayı bitirerek Gaziantep'te yine parasız yatılı lise öğrenimine başlar. Gaziantep lisesinden 1950'de mezun olur. Felsefe okumak istediği için İstanbul'a gider. Fakat babasının arzusu ilahiyat fakültesidir. Kendi parasıyla okuyamayacağını anlayınca, o zaman parasız yatılı kısmı bulunan Siyasal Bilgiler Fakültesi sınavına girer. Sınav sonuçlarını beklerken de Felsefe bölümüne kayıt yaptırır. Eğer sınavı kazanmazsa felsefe eğitimi yapacaktır. Düzyazı Aydınlık Yazıları / Paçal (1992) Oluşum’da Cemal Süreya (1992) Papirüs'ten Başyazılar (1992) Güvercin Curnatası (Cemal Süreya ile konuşmalar: Mektup Onüç Günün Mektupları (1990,ö.s;YKY 1998) Deneme Şapkam Dolu Çiçekle (1976) Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesini kazanarak başladığı yüksek öğrenimini, 1955'te fakültenin mali şubesinden mezuniyetle tamamlar. Pek çok resmi görevde bulunur. Görevi icabı Anadolu'yu çok gezer ve birçok il, ilçeyi inceleme, tanıma fırsatı bulur. 1960-1961 yıllarında yedek subay olarak askerlik görevini yerine getirdikten sonra görevine kaldığı yerden devam eder. 1965'ten 1973'e kadar birçok kez istifa eder. 1973'ten bu yana da hiçbir resmi görev almaz. Günübirlik (1992) 99 Yüz (1991; YKY 2004) 999. Gün / Üstü Kalsın(1991) Folklor Şiire Düşman (1992) Uzat Saçlarını Frigya (Günübirlik'in yeni basımı)(1992) Günler(999. Gün'ün genişletilmiş basımı: YKY (1992) Kurucusu bulunduğu 'Diriliş Yayınları' ve 'Diriliş Dergisi' ile İstanbul'da hizmete devam eder. 1990 yılında 'Güller Açan Gül Ağacı' Amblemiyle Diriliş Partisini (DİRİ-P) kurar. Yedi yıl Partinin Genel Başkanlığını yürütür. Ancak 1997'de iki genel seçime girmedi gerekçesiyle parti kapatılır. Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına farklı boyutlarda anlam yükleyen Sezai Karakoç'un kırk-bir yıllık 'Diriliş' doktrini etrafında düşünsel alanda bir Diriliş Toplu Yazılar 1: Şapkan Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar YKY (2000) Toplu Yazılar 2: Günübirlik'ler. (YKY 2000) 7 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Nesli oluşur. Şiir, sanat ve düşünce ile yüklü hayatına, çilesine, duygu ve duyarlıklarına değinmek çok da kolay değil. Bunun için büyük bir çalışma gerekir. Kısaca, 'şiir üslubu bakımından, az çok İkinci Yeni'ye yakın sayılsa da, şiirinde işlediği temalar, inandığı değerler bakımından şiirimizde yeni ve değişik bir sestir' demek mümkün. Şiir Kitapları: Körfez (1959), Şahdamar (1962), Hızır'la Kırk Saat (1967), Sesler (1968), Taha'nın Kitabı (1968), Kıyamet Asisi (1968), Mağara ve Işık (düzyazı şiirler, 1969), Gül Muştusu (1969), Zamana Adanmış Sözler (1970), Ayinler (1977), Leyla ile Mecnun (1981), Ateş Dansı (1987)... Arkadaşı Cemal Süreyya'nın Sezai Karakoç için yaptığı bir tespitle başlayalım: "Bulgucu adam. Belki de ülkemizde tek bulgucu. Çok daha yetenekli bir Mehmet Akif'in tinsel görüntüsüyle adamakıllı bir Necip Fazıl'ınkini iç içe geçirin, yaklaşık bir Sezai Karakoç fotoğrafı elde edebilirsiniz. Türkiye'de özellikle sağın, özellikle de mukaddesatçı kesimin içinde yalnız bir başına. Hiçbir ortaklığa girmez. Dışarıda ve yukardadır. Düşüncesini de öfkesini de hemen ortaya koyar... yaşama konumu olarak tek ve benzersiz." SEZAİ KARAKOÇ ŞİİRİ Sezai Karakoç, yenilikçi bir şairdir. Karakoç‟un gençlik döneminde ortaya çıkmış ve bitmiş bir şiir serüveni olan “Garip Akımı”na karşı durduğu sebepleri göz önüne aldığımızda bu karşı duruşun yeniliğin yanında sanat açısından gerekli olan “gelenek” çizgisini de savunan bir yapıda olduğu rahatlıkla söylenebilir. Karakoç şiirin gelenek boyutunu “mana” özelinde ele alır. şekilcilik yönüyle fazla uğraştığı söylenemez. Karakoç bir şair olarak Türk şiirinde kendine özel bir yeri olan şairlerdendir. Ece Ayhan‟ın ifadesi ile “yaşayan iki-üç şairden biridir”. En son şiirlerini Karakoç yaklaşık yirmi yıl önce vermiş ve uzun bir suskunluğa bürünmüştür. Sezai Karakoç’un edebi projesi, klasik İslam kültürünün imge ve mecazlarını modern bir şiir anlayışı çerçevesinde yeniden yorumlayarak onları çağdaş edebiyata kazandırmak ve böylece siyasi projesini edebi alanda da gerçekleştirmektir. Karakoç’un; ilk şiirlerinde, modern şiirin gerçeküstü ögeleriyle kaynaşan, şaşırtıcı, çarpıcı benzetme ve imgelerle yeni şiirin özelliklerini taşıdığı söylenebilir. Biçim, bu şiirde fazlasıyla ön plandadır. İlk çıkışındaki şaşırtıcılık zamanla yerini düşünceyi öne çıkaran, geleneği modernize eden bir tavra dönüşmüştür. İkinci Yeni’nin imge, izlek, eğretileme gibi yazınsal ögeleri İslâmcı söyleme eklenmiştir. Bu yöneliş, aynı çizgide tutunmaya çalışan birçok şairi de etkilemiştir. Etki alanı bugünkü 8 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı modern şiirin içine dek uzanmaktadır. İslâmî duyarlılık ve söylem içinden köklenen pek çok şair için, Sezai Karakoç’un şiiri örnek alınabilir ve yeniden üretilebilir durumdadır. düşer. Yaratışın her an yeni kalışındaki, orijinal oluşundaki sırrı anladıkça da yoğunlaşır.” F. Sanat Eseri Bir Ülküye Alet Olabilir: II. ŞİİR ANLAYIŞI Günümüzde de tartışması sürmekle birlikte, Karakoç’un edebiyat dünyasında ilk boy gösterdiği yıllarda hararetle tartışılan, sanat eserinin ideolojik bir mesaj taşıyıp taşıyamayacağı, bir davaya alet edilip edilemeyeceği tartışmasına “Sanat güdümlü de olabilir, şartlanmış da. Bir ülküyle şartlanmak, sanat eserinin estetik bir değer almasına engel değildir. Çünkü bir sanat eseri, bir ülküye alet olduğu kadar, o ülküyü alet olarak kullanır. Bu açıdan, sanatın işlemi çift değerlidir, kullanır ve yayar.” Sezai Karakoç’a göre şiir “kelimeler ülkesi”dir. Bu ülkeye girmenin bir usulü erkanı vardır. 0 da ‘atalara uyarak” bu kelimeler ülkesine “gülle” girer. Şair adlı şiirinde de şaire şöyle seslenir “Ve sen şairsin kelimeler ülkesindeki bilge”. Her ülkenin olduğu gibi “kelimeler ülkesi”nin de kendine özgü kanunları, nizamları vardır. Tüm sanatların kaynağı olan şiir, haddini bilmeli, kendi alanını muhafaza ettiği gibi başka alanlara da tecavüz etmemelidir. G. Şiirde İnsan: A. Şiir Tüm Sanatların Kaynağıdır: Sezai Karakoç’a göre şiir tüm sanatların kaynağıdır. Bütün sanatlar onun ateşini çalmış, böylece, her sanata şiir yayılmıştır. “Bunun içindir ki musiki parçasında şiir, resimde şiir, mimaride şiir, sinemada şiir aranır. Ama, yine de şair, şair olarak kalmak ve kaynağını saf ve arı korumak zorunda.” “Merdüm-i dide-i ekvan” olan insandan müstağni kalan şiir uzun ömürlü olamaz. Aslında yalnız şiir için değil her sanat, her düşünce için geçerlidir bu hüküm. Ancak her sanatın, her felsefenin, her dinin insana bakış açısı, insanı ele alış tarzı farklıdır. Şiir Dinin Yerine Geçmeye Kakışmamalı: “Roman, somut insanın peşindedir. Şiir soyutlaştırmıştır insanı. (...) Yani roman, genel insanı bile özelleştirir, somutlaştırırken, şiir, özel kişiyi, genel insanı olduğu gibi, niteliklere indirir, soyutlar; bu şartla özel kişilerin kokusunu taşıyabilir. Somut insan, en çok, bir enstantane olarak şiire girebilir.” “Şiir şiir olarak kalmalı, dinin yerine geçmeye kalkmamalı. Buna kalkarsa, kendi kendine de ihanet etmiş olur. Hz. Peygamber, bu ölçü içinde, şiiri yüceltmiş, şiir eğitimine değer vermiştir. (...) İslam isteseydi, cahiliye devrinin inançları gibi şiirini de yok edebilirdi.” “Şiirin gerisinde insan olmalıdır. “Her çağda, her şiirle yenilenen” İnsansız şiir tez ölür. Şiirimizdeki bazı serüvenler, iyi olmayan örnekleriyle tepki ya da ilgisizlik uyandırıyorsa, insansızlıklarındandır 0 şiirlerin. Şiirine insan ya insanlık fonunu koymayanlar kaybedecek, okur, şiirlerinde, bozuk bir geometriden başka bir şey bulunmayanları fark edecektir hemencecik.” C. Şiir Diğer Sanatlar İçin Kullanılmamalı: “Şiir görüntü gösterilerinin bir unsuru yapılmamalı. (...) Televizyon ekranları, tiyatro ve sinema salonları, şiirin bir kurban gibi boğazlandığı sunaklar olmamalı. (...) Yalancı tanrılar, putlar yaklaşamamalı bu tapınağa ve bu törene. Rahibi, şair olmalı bu törenin; Madem ki, kurbanı odur.” “Şair, eserinin, bütün art niyetler ve öbür sanatlar uğruna kullanılışına paydos demelidir.” H. Şiirde Mantık: Sezai Karakoç’a göre şair, düşünceyi, ya olağan dışı bir zekayla donatarak, ya aptallaştırarak kullanır. Şiir mantığı, düz yazı mantığı ile başlar; en az odur. Ama onunla yetinmez; onu, kendi yapısının gereği işlerle yükler. Eski şiirle yeni şiiri ayıran, mantık karşısındaki durumlarıdır. “Yeni şair, mantık karşısında daha açık ve daha aktiftir. Her şiir geldikçe mantık değişir gibi oluyor. Giderek bir özel mantık doğuyor (Şiir mantığı), adeta.” D. Edebi Sanatlar: “Şiir için imaj ve her türlü edebi sanat gereklidir. Ama şiir bunlara kurban edilmemelidir. Çağımız şairleri de aslında bütün sanatları gerektikçe kullanmışlardır. Şu farkla ki, onlar, bunu adeta, şuuraltından yapmıştır. Adeta bilmiyormuşçasına.” Evet, çağımız şairlerinin çoğunun bu edebi sanatları bilemeyecek tarzda yetiştikleri açıktır. Belki de şuuraltından edebi sanat kullanmak, Amerika’yı yeniden keşfetme çabasıdır. İ. Şiirde Form: “Şiirin birimi şiirdir. Onu biçim (şekil) ve öz (muhteva) diye ikiye ayırmak sadece poetikada olabilir. Yoksa biçim ve özü şiirden ayrı ayrı çekip çıkarmak mümkün değildir. Kendine mahsus bir özü olmayan şiirin biçimi de yok demektir. Var gibi görülen ses ve geometri, sadece boş bir kalıptan başka bir şey olamaz. Nasıl ki maskeye de insan yüzü denemez. Öte yandan, biçimi olmayan şiirin özü de yok demektir. Yüzü olmayan insan olmayacağı gibi, şekilsiz şiir de olamaz.” E. Sanat Eseri, Yaratışın Taklididir: Kula ‘yaratma kelimesinin izafe edilmesi meselesi tartışmalıdır. Estetik biliminde çok tartışılan bir mesele de taklittir. Karakoç, gerçek sanatçının yaratma eylemini taklit ettiğini söyleyerek konuya orijinal bir açılım kazandırmıştır. Sanat eseri üretme ameliyesinin püf noktası işte burasıdır.“ Sanat eseri, yaratışın taklididir, yaratılanın değil. Yapıt, yaratılanın taklidi oldukça değerden Sezai Karakoç’a göre klasik şiirle modern şiiri ayıran, ilk bakışta sanıldığı gibi birinin, formu olan şiir, öbürününse şekilsiz (amorf) şiir olması değil, sadece, birinde, ortak 9 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı biçiminin görünür planda, farklılıkların daha iç planda olması, öbüründeyse, tersine, farklılıkların görünür planda, ortak yanlarınsa iç, görünmez planda bulunmasıdır. ve düzenine, ancak İslam uygarlığında ulaşıldı. Batı da bu düzeni, Endülüs yoluyla aldı. Hem seste, hem biçimde, hem de konularda, modern çağ batı şiirinde devrim, Endülüs etkisiyledir.” Karakoç, vezin ve kafiyenin aslında tamamen kaybolmadığını serbest nazımda gizli bir aruzun söz konusu olduğunu, kafiyenin de mısra içlerine kaydığını ve daha genel bir çağrışım düzeni halini aldığını söyler. L. Na’t Sezai Karakoç na’t türüne özel bir önem verir. Na’t’ı şiirin ufku olarak niteler. Kendisi de na’t yazmıştır. “İnsanın ufku mümindir. Müminin ufku Peygamber. Peygamberin ufku da, mutlak gerçeklerin habercisi, her peygamberi şahsiyetinin katlarında bir yaprak gibi bulunduran Son Peygamber... Peygamber nasıl insanın ufkuysa, Na’t da şiirin ufkudur.” “Vezin ve kafiyenin görünüşte ölümüne aldanmamalı. Aruz ve hece sesi, her şiirde, belki her mısrada değil ama, yer yer, yoklamasını yapıp durmada. Gizli bir aruz, gerçek şiiri içten besleyen, ses mimarisi, tarihin ölmez mirasıdır. Kafiye, belki, sondan mısra içlerine kaymış, daha genci bir çağrışım düzeni haline gelmiştir. Serbest nazım ya da şiir dediğimiz zaman, akla düz yazının bir türü, ya da bütün koşullardan bağımsız bir şiir türü gelmemelidir. Serbest nazım ya da şiir, vezni ve kafiyesi şairi tarafından aranıp bulunan, sonra da şiirde kaybedilen şiir demektir.” Na’t “sahabeliğe bir uzanış”tır. “Na’t, Peygamberin şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şair, durduğu yerden ve görme kabiliyeti ölçüsünde Ona bakar; O büyük mükemmelliğin karşısındaki duygularını zapt etmeğe çalışır. Bütün na’tlar adeta, tarih boyunca yapılan tek bir portrenin farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre içindir.” K. Gelenek ve Şiir: Uygarlık süreğendir. Sezai Karakoç yeniliği “geleneğe bir adım daha attırmak” olarak anlar. “Her yeni uygarlıkta, bazı arketiplerin ve leitmotiflerin ön plana, bazılarının da arka plana geçtiği görülür. Kimisi, gelişir, serpilir, güneş gibi parlar. Kimi atan hale gelir. Ay gibi bulutlar arkasına saklanır. Kimi arkaikleşir, kimi güncelleşir. Ama, aslında, şu ya da bu şekilde, her biri hayatını şiirlerde sürdürür,” “Her yeni şair, onlardan vareste kalamaz. Her yeni şiir, onların içinde doğar. Ve onlar, ne kadar değişik olursa olsunlar, ne yapıp ederler, her yeni şiirin içinde yeniden doğarlar.” M. Şiir ve Şair Ölmeyecektir: Çağdaş toplumda şiirin ve şairin değerinin bilinmediğinden şikayetçi olan Karakoç, her şeye rağmen şiirin ve şairin geleceğinden ümitlidir. “Şiir ve şair ölmeyecektir. Çünkü: insan ölmeyecektir. Çünkü: hakikat ölmeyecektir.” diyen Şair’e göre “şiir, hakikatin, yüzülebilecek bir derisi değil, ;çıkarıldığında, insan hakikatinin hayattan yoksun kalacağı kalbidir, Şiir, hakikatin, doğa ve tarih içinde atan nabzı, çarpan yüreğidir. Şiirimiz mensubu bulunduğumuz İslam uygarlığından beslenmiş ve sırası geldiğinde İslam şiirinin meşalesini de taşımıştır. “Nasıl Osmanlı varyasyonu, İslam Uygarlığı içinde üçüncü büyük atılımıdır. Şiirimiz, Arap ve Acem şiiriyle, ortak bir köke sahiptir bu yüzden Ama orijinalliğe erişmiştir. Orijinal olmak demek, köksüz ve geleneksiz olmak demek değil, tam tersine, çok cepheli, engin bir gelenek temeli üzerinde yeni olabilmek demektir. Divan şairlerimiz, daha önceki, Arap ve Acem, ya da çağdaşları Acem şairleriyle yarışmışlardır. Onları taklit etmemişler, onlarla yarışmışlardır. 16. yüzyıldan sonra da yarış bayrağını artık bizim şairlerimiz elden ele devreder olmuştur. Şiir meşalesi bize geçmiştir (1988, s.106) Yenilik, geleneğe bir adım daha attırmak şeklinde anlaşılmıştır. Mazmunların dışını değil, içini yenilemişlerdir. Bir Baki mazmunu, bir Nedim mazmunu, bir Galip mazmunu vardır. Ayni mazmunun çağ çağ yenilenişi ve zenginleşmesi olarak. Sezai Karakoç, bu şiirin ‘metafizik ve mistik’ yönünü şiirinin merkezine yerleştirmiştir. Bu şiirin gerçeküstü yönüne dikkat çekmiştir: Mona Rosa Monna Rosa, siyah güller, ak güller Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister; Ah, senin yüzünden kana batacak, Monna Rosa siyah güller, ak güller! Ulur aya karşı kirli çakallar, Bakar ürkek ürkek tavşanlar dağa. Monna Rosa, bugün bende bir hal var, Yağmur iğri iğri düşer toprağa, Ulur aya karşı kirli çakallar. “Tümüyle Divan şiirimiz, sanki, 500-600 yıl yaşamış ve hiç ihtiyarlamamış bir şairin Divanı şeklindedir. Her yüzyılda yeniden gençleşen bir şairin divanı.” Sezai Karakoç serbest şiirin köksüz ve nevzuhur olduğu iddialarına karşılık kendi tercihi de olan bu tarzı savunur. Avrupa’nın serbest şiiri Endülüs yoluyla aldığını belirterek, bu tarzın İslam uygarlığının öz malı olduğunu hissettirir. “Serbest şiir, sanıldığı gibi, yirminci yüzyılın getirdiği bir tarz değildir. Eski Yunan, Latin ve İslam öncesi Arap ve Türk şiirinde de örnekler vardı. Vezin ve kafiyenin, bir kale duvarı sağlamlığı Zeytin ağacının karanlığıdır Elindeki elma ile başlayan Bir yakut yüzükte aydınlanan sır, Sıcak ve minnacık yüzündeki kan, Zeytin ağacının karanlığıdır. Zambaklar en ıssız yerlerde açar, Ve vardır her vahşi çiçekte gurur. Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, 10 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Işıksız ruhumu sallar da durur, Zambaklar en ıssız yerlerde açar. Gülce'nin gülleri ve beyaz yatak. Kanadı kırık kuş merhamet ister; Ah, senin yüzünden kana batacak, Monna Rosa siyah güller, ak güller! Ellerin, ellerin ve parmakların Bir nar çiçegini eziyor gibi... Ellerinden belli olur bir kadın. Denizin dibinde geziyor gibi, Ellerin, ellerin ve parmakların. Güller Ülkesinin Şairi Sezai Karakoç (20. yüzyılın en güzel aşk şiiri) Mona Roza'yı yazdığında henüz 19 yaşında, Mülkiye öğrencisidir. Bu şiir, kadim geleneğin biricik simgesi olan ama şiirimizde artık kullanılmayan bir kavramı yeniden kazandırır Türk şiirine: GÜL Açma pencereni, perdeleri çek: Monna Rosa seni görmemeliyim. Bir bakışın ölmem için yetecek; Anla Monna Rosa, ben bir deliyim... Açma pencereni, perdeleri çek.. Üçüncü oğul Batıda Çok aç kaldı ezildi yıkıldı Ama bir iş buldu bir gün bir mağazada Açlığı gidince kardeşlerini arayacaktı Fakat batinin büyüsü ağır bastı İş çoktu kardeşlerini aramaya vakit bulamadı Sonra büsbütün unuttu onları Şef oldu buyruğunda birçok kişi Kravat bağlamasını öğrendi geceleri Gün geldi mağazası oldu onu parmakla gösterdiler Patron oldu ama hala uşaktı Ruhunda uşaklık yuva yapmıştı çünkü Bir gün bir hemşehrisi onu tanıdı bir gazinoda Ondan hesap sordu o da Sırf utançtan babasına Bir çek gönderdi onunla Baba bu kağıdın neye yarayacağını bilemedi Yırttı ve oynasınlar diye köpek yavrularına attı Bu yüklü çeki İyice yaşlanmıştı ama Vazgeçmedi koyduğundan kafasına Dördüncü oğlunu gönderdi Batıya Zaman ne de çabuk geçiyor Monna; Saat on ikidir, söndü lambalar. Uyu da turnalar gelsin rüyana Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar; Zaman ne de çabuk geçiyor Monna Akşamları gelir incir kuşları, Konarlar bahçenin incirlerine; Kiminin rengi ak, kimisi sarı. Ah! beni vursalar bir kuş yerine! Akşamları gelir incir kuşları... Ki ben, Monna Rosa bulurum seni İncir kuşlarının bakışlarında. Hayatla doldurur bu boş yelkeni O masum bakışlar... Su kenarında Ki ben Monna Rosa bulurum seni. Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa Henüz dinlemedin benden türküler. Benim aşkım sığmaz öyle her saza, En güzel şarkıyı bir kurşun soyler... Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. Dördüncü oğul okudu bilgin oldu Kendi oymak ve ülkesini Kendi görenek ve ülküsünü Günü geçmiş bir uygarlığa yordu Kendisi bulmuştu gerçek uygarlığı Batı bilginleri bunu kutladı O da silindi gitti binlercesi gibi Baba bunu da öğrendi sihirli tabiat diliyle Kara bir süt akmıştı bir gün evin kutlu koyunundan Yağmurlardan sonra büyürmüş başak, Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. Bir gün gözlerimin ta içine bak: Anlarsın ölüler niçin yaşarmış, Yağmurlardan sonra büyürmüş başak. Beşinci oğul bir şairdi Babanın git demesine gerek kalmadan Geldi ve batının ruhunu sezdi Büyük şiirler tasarladı trajik ve ağır Batının uçarılığına ve doğunun kaderine dair Topladı tomarlarını geri dönmek istedi Çöllerde tekrar ede ede şiirlerini Kum gibi eridi gitti yollarda Artık inan bana muhacir kızı, Dinle ve kabul et itirafımı. Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı Alev alev sardı her tarafımı, Artik inan bana muhacir kızı. Altın bilezikler, o korkulu ten, Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne; Bir tüy ki, can verir bir gülümsesen, Bir tüy ki, kapalı geceye, güne Altın bilezikler o korkulu ten! Sıra altıncı oğulda O da daha batı kapılarında görünür görünmez Alıştırdılar tatlı zehirli sulara içkiler içti Kaldırım taşlarını saymaya kalktı Ev sokak ayırmadı Monna Rosa, siyah güller, ak güller 11 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Geceyi gündüzle karıştırdı Kendisi de bir gün karıştı karanlıklara Bir tuz bulutu gibi Baba ölmüştü acısından bu ara Yedinci oğul büyümüştü baka baka ağaçlara Baharın yazın güzün kışın sırrına ermişti ağaçlarda Bir alınyazısı gibiydi kuruyan yapraklar onda Bir de o talihini denemek istedi Bir şafak vakti Batıya erdi En büyük Batı kentinin en büyük meydanında Durdu ve tanrıya yakardı önce Kendisini değiştiremesinler diye Sonra ansızın ona bir ilham geldi Ve başladı oymaya olduğu yeri Başına toplandı ve baktılar Batılılar O aldırmadı bakışlara Kazdı durmadan kazdı Sonra yarı beline kadar girdi çukura Kalabalık büyümüş çok büyümüştü Ah uzatma dünya sürgünümü benim O zaman dönüp konuştu : Batılılar ! Bilmeden Altı oğlunu yuttuğunuz Bir babanın yedinci oğluyum ben Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var : Karşınızdakini değiştirmek Beni öldürseniz de çıkmam buradan Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum Onu kandırmak için boşuna dil döktüler Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı Bu acıdan yer yarıldı gök yarıldı O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar En onulmaz yarası olanlar Ta kalblerinden vurulmuş olanlar Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar Ve kuş sütünden Savuran yüreğime Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil Ayaklarımdan belli Lambalar eğri Aynalar akrep meleği Zaman çarpılmış atın son hayali Ev miras değil mirasın hayaleti Ey gönlümün doğurduğu Büyüttüğü emzirdiği Kuş tüyünden Geceler ve gündüzlerde İnsanlığa anıt gibi yükselttiği Sevgili, En sevgili, Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim, Bütün şiirlerde söylediğim sensin Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkis'in Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikârsın sen bellisin. Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini Ey gönüllerin en yumuşağı en derini Sevgili, En sevgili, Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği Çatı katlarında bodrum katlarında Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin dışında Gölgelendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Hep Kanlıca'da Emirgân'da Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Kandilli'nin kurşunî şafaklarında Uzatma dünya sürgünümü benim Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında Güneşi bahardan koparıp Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında Aşkın bu en onulmazından koparıp 12 Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Ey çağdaş Kudüs (Meryem) Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha) Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi Sevgili, En sevgili, Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında Köle gibi satıldım pazarlar pazarında Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda Verilmemiş hesapların korkusuyla Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Sevgili, En sevgili, Ey sevgili Uzatma dünya sürgünümü benim Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır Yoktan da vardan da öte bir Var vardır Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır Sevgili, En sevgili, Ey sevgili 13